a'ba |
Ağırlıklar, yükler, mes'uliyetler. * Sandık. |
a'bad |
Köleler. |
a'bel |
(C: A'bile) Çok sert taş ki, kırmızı, beyaz veya siyah renkli olur. * Taşlık dağ. ◊ Ak, beyaz. * Ağaç yaprağının dökülmesi. |
a'bide |
(Abd. C.) Köleler. Abid. |
a'cam |
(Acem. C.) Acemler. İranlılar. * Arab olmayanlar. |
a'ceb |
Çok acâyib. Pek tuhaf olan. |
a'cef |
İnce, zayıf. |
a'cel |
Daha acele, en çabuk. * Acele eden kişi. |
a'cemî |
Aceme mensub. * Arapçayı iyi konuşmayan. Dilsiz. * Beceriksiz. |
a'cez |
En âciz. Çok kudretsiz. * Mak'adı etli ve yumru olan. |
a'cube |
(Bak: U'cube) |
a'da |
En zâlim, en çok düşmanlık eden. ◊ (Adüv. C.) Düşmanlar. |
a'dad |
(Adud ve Adad. C.) Bazular. Kollar. * Havuzun çevre kenarına konan taş. ◊ (Aded. C.) Adetler. Sayılar. ◊ İnce ve kısa kollu adam. |
a'dal |
(İdl. C.) Eşitler, denkler, müsaviler. |
a'das |
(Ades. C.) Mercimekler. |
a'deb |
Erkeklerden arkadaşı ve yardımcısı olmayan. * Bir boynuzu kırık hayvan. |
a'del |
(Adil. den) Adâletli, çok doğru. |
a'fer |
Pek beyaz. * Beyazı kırmızılığına galip olan geyik. |
a'fes |
Çıplak, uryân. |
a'fet |
En güç sey. * Pek akılsız. * Peltek konuşan. Kekeleyen. |
a'kab |
(Akab. C.) Bir şeyin hemen sonrası. |
a'kal |
En akıllı. Pek akıllı. Daha akıllı. |
a'kar |
Kısır. |
a'kas |
Boynuzu kulağı ardında bitmiş veya boynuzu kulağı ardına gelmiş nesne. |
a'kef |
Ahmak. |
a'la |
Daha iyi. Pek iyi. En yüksek. Ziyâde ve mürtefi olan. |
a'lâ suresi |
Kur'an-ı Kerim'in seksenyedinci suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur. |
a'lal |
(İllet. C.) Hastalıklar, marazlar, illetler. * Sebepler. |
a'lam |
(Alem. C.) Alemler. Alâmetler. İzler. Nişanlar. * Bayraklar. * Büyük âlimler. * Büyük dağlar. |
a'lem |
Daha iyi bilen. En iyi bilen. * Yarık dudaklı. * Alâmetli, belirtili. |
a'ma |
Kör. Gözü görmeyen. * Manevi körlük, cahillik, bilgisizlik. * Yağmur bulutları. |
a'mak |
(Umk. C.) Derinlikler. |
a'mal |
(Amel. C.) Ameller. İşler. Yapılan hayırlar. |
a'mam |
(Amm. C.) Amcalar. |
a'mar |
(Ömr. C.) Ömürler, yaşayışlar. * Mes'ut hayat. Hoşa gidecek garib ve tuhaf şeyler. * Sinler, yaşlar. |
a'mer |
Yaşlı kişi. İhtiyar. |
a'meş |
Gözünün yaşı durmayıp akan. * Tomlaç gözlü. |
a'mide |
(Amud. C.) Direkler. Temeller. Sütunlar. * Mc: Büyük kimseler. Büyükler. |
a'nâ |
(İnv. C.) Nahiyeler, taraflar. * Cemaatler. |
a'nâb |
(İneb. C.) Üzümler. Yaş üzümler. |
a'nak |
(E'nak) Boynu uzun. |
a'nâk |
(Unk. C.) Boyunlar, gerdanlar. |
a'nan |
Ufuklar. * Ağacın ucu. |
a'neb |
Büyük burunlu adam, burnu iri olan adam. |
a'ni |
Yani ben demek istiyorum ki (manasında). |
a'rab |
Göçebe Araplar, çölde yaşayan Araplar. |
a'rabî |
Çölde yaşayan Arab. |
a'rac |
Anadan doğma topal (aksak). |
a'raf |
(Arf. C.) Sırt, tepe. Özel manası Cennetle Cehennem arası bir yer.(Arf, herhangi bir yüksek yer demektir ki, bu münâsebetle atın yelesine, horozun ibiğine arf denilmiştir.) ◊ More… |
a'raf suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 7. suresidir. Mekke-i Mükerremede nâzil olmuştur. Suret-ül Mikat, Suret-ül Misak, Elif lâm mim sâd gibi isimleri de vardır. |
a'rak |
(Irk. C.) Kökler, damarlar. |
a'raş |
(Arş. C.) Tahtlar. * Çatılar, damlar. |
a'râs |
Düğünler. * (İrs.C.) Evliler. * (Urs. C.) Nikâh merasimleri. |
a'raz |
(Araz. C.) Arazlar, işaretler, nişanlar, alâmetler. * Tesadüfler. * Hastalık alâmetleri. * Kazalar, felâketler, musibetler. |
a'razi |
Ârızî, tesâdüfî, rastgele. |
a'rec |
Topal, aksak. |
a'ref |
Pek ma'ruf, çok bilen. Arif. * Çok anlayışlı, fazla bilgili. * Yelesi ve boynu uzun olan at. |
a'rem |
Alacalı, benekli (şey). |
a'sa |
(Asâ. C.) Değnekler, sopalar, bastonlar. |
a'şa |
Gözleri dumanlı olan adam. * Çeşitli yüzyıllarda yaşamış olan birkaç Arap şairinin adı. * Gece vakti gözleri görmeyen kimse. |
a'sâb |
(Asab. C.) Sinirler. Damarlar. |
a'şab |
(Aşb. C.) Tâze otlar. |
a'sac |
Saçları alnı üzerine dökülmüş. |
a'sal |
Dişinin ucu eğri olan. |
a'sam |
(Usme. C.) Ön ayakları beyaz olan at, geyik veya koyun. |
a'sar |
(Asr. C.) Asırlar. Yüzyıllar. |
a'şar |
(Öşür. C.) Öşürler. Arazi mahsüllerinden alınan onda bir nisbetindeki vergiler. * Mahsül alan zengin müslümanların zekâtları. |
a'şarî |
Ondalığa âit. Öşür hesapları nev'inden. On sayıları. Ondalık. |
a'sef |
Zulmedip zorla birşey alan. |
a'sel |
Eğri olan şey. Eğri dişli veya bacaklı kimse. |
a'sem |
Eli bileğinden kurumuş kimse. |
a'ser |
Çok zor ve çetin olan, dayanılması çok zor. * Solak. |
a'taf |
(Atf. dan ) En âtifetli. Pek müşfik, çok merhametli adam. * Boynuzları birbirine eğilmiş koyun. (Müe: Atfâ') ◊ (Atf. C.) Meyiller. * Merhametler, şefkatler, lütuflar, More… |
a'vak |
(Avk. C.) Mani olmalar. Alıkoymalar, durdurmalar. Vazgeçirmeler. |
a'vam |
Yıllar. Seneler. |
a'van |
Yardımcılar. Etbâlar. |
a'vaz |
Karşılıklar. Bedeller. (Bak: İvâz) |
a'vec |
Eğri büğrü. |
a'ved |
Ençok faydalı. |
a'ver |
Tek gözlü. Bir gözü kör. Yek-çeşm. |
a'vez |
Mânâsı anlaşılmayan şey. * Anlaşılması zor olan şiir. |
a'ya |
En kudretsiz, kabiliyetsiz. İktidarı hiç olmayan. |
a'yad |
(İd. C.) Bayramlar. |
a'yan |
(Ayn. C.) Gözler. * Bir yerin ileri gelenleri. * Meclis âzaları. Senato âzaları. * Muayyen ve müşahhas olan şeyler. * Altınlar. * Kaymakam. |
a'yar |
(Ayr. C.) Eşekler. |
a'yen |
Büyük ve iri gözlü. * Bakılan yer. * Çok açık, pek belli, bâriz. |
a'yes |
(C.: İys) Beyaz deve. |
a'yün |
(Ayn. C.) Gözler, aynlar. * Çeşmeler, pınarlar. Menba'lar. |
a'za |
(Uzv. C.) Bedenin her bir uzvu. * Bir cemiyete mensup kimse. |
a'zam |
Çok büyük. En büyük. Daha büyük. |
a'zamî |
En fazla, en çok, nihayet derecede. |
a'zamiyyet |
En fazla oluş. En fazlalık. |
a'zar |
(Özr. C.) Özürler, mâniler, bahaneler, engeller. |
a'zeb |
Karısı olmayan erkek. ◊ Çok tatlı. Pek hoş. |
a'zel |
Yalnız veya silâhsız bulunan. |
ab |
f. Su. * Mc: Yağmur. * Letâfet, güzellik. * İtibar. * Irz, nâmus. * Vakar. * Cilâ. *Keskinlik. ◊ Kusur, ayıp, noksanlık. |
ab'ab |
Taze civanlık. * İbrişim halı. * Dağ tekesi. * Yumuşak yünden yapılan kisve. |
ab'âb |
Uzun boylu kimse. * Güzel huylu ve sabırlı adam. |
ab-berin |
f. Akarsu ve şelâle kenarlarında suyun tazyikle akmasından meydana gelen içi oyuk kovuk. |
ab-came |
f. Su kabı. |
ab-çera |
f. Kahvaltı. |
ab-dest |
f. Namaz ve sair dini ibadetler için usulüne uygun olarak, el, ağız, burun, yüz, dirseklere kadar kolları ve topuk kemiği üzerine kadar ayakları üçer defa yıkamak ve kulaklara, başa ve More… |
ab-endam |
f. Güzellik. Güzel endam. |
ab-gir |
f. Suyun biriktiği yer, havuz. * Dokumacılıkta kullanılan fırça. |
ab-hane |
f. Abdest bozacak yer. Helâ, tuvalet. |
ab-hurde |
f. Su içen. |
ab-i zen |
f. Küçük havuz. * Su birikintisi. * Yumuşak, lâtif sözlerle hatır alan ve bu manâda emir. (Bak: Avzen) |
ab-kend |
f. Havuz, dere, su geçidi. |
ab-keş |
f. Delikli kevgir. * Su çeken, sucu, saka. * Kadeh sunucu. |
ab-kur |
f. Lâğım çukuru. Pisliğin aktığı yol ve delik. |
ab-nak |
f. Sulu, ıslak, nemli. |
ab-rane |
f. Su borularına ve su yollarına bakan mühendis. |
ab-şar |
f. Şelâle, su akarken çıkardığı ses, şırıltı. |
ab-şinas |
f. Sudan anlıyan. * Gemi kılavuzu. |
ab-süvar |
f. Su üstünde yüzen. * Sudaki kabarcık. |
ab-vend |
f. Maşrapa, bardak, su kabı. |
ab-yar |
f. Sulayan. * Mc: Bereketlendiren, feyizlendiren. |
ab-yarî |
f. (Asıl mânâsı sulama ise de, lisanımızda yalnız mecazi mânâsiyle bazı eski nesir yazarları tarafından kullanılmıştır). Yardım, itimat. |
ab-zen |
f. Küçük havuz. * Banyo. |
âbâ |
(Eb. C.) Babalar, pederler. * Mc: Mürşidler, ileri gelenler. |
aba |
Ekseriyetle yünden yapılmış, bol giyimli bir libas, elbise. ◊ Kule. |
âbâ ve ecdâd |
Analar, babalar, dedeler. |
aba' |
Kaba, ahmak kişi. |
aba-puş |
f. Aba giyen, derviş. * Fakir. |
âbab |
Otu bol olan yerler, çayırlar, otlaklar, mer'alar. |
abab |
(Abb) Suyu nefes almadan içmek. * Işık, nur, ziyâ. |
abad |
Ebedler. Sonsuz gelecek zamanlar. ◊ f. Mâmur, şen. * Çok dolu. |
abadan |
f. Mâmur, şen. İmâr edilmiş. |
abadî |
Bayındırlık, mâmurluk, şenlik. * İmar edilmiş olan. * Hindistan'ın Devlet-âbad şehrinde ipekden yapılmış bir yazı kağıdı. |
abâdile |
Abdullah isimliler. |
abajur |
Fr. Lamba siperi. |
abak |
İcab etmek. Lâzım olmak. * Yapışmak. |
abakiye |
Lâzım olmak. * Yapışmak. * Zahmet. |
âbal |
Develer. |
abal |
Dağ kili. |
abalet |
Ağırlık. |
abam |
şişman kimse. |
âbar |
(Bi'r. C.) Kuyular. Su kuyuları. * f. Hesap defteri. |
abat |
Koltuk altları. |
abb |
Işık, nur, ziya. * Güzelleşme. |
abbas |
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâmın amcalarındandır ve Mekke'nin fethinde Müslüman olmuştur. * Arslan, gazanfer. |
abbasî |
Resul-i Ekrem'in (A. S.M.) amcası Hz. Abbas'ın neslinden gelen veya aynı sülâleden gelenlerin kurdukları devlete mensup olan. |
abd |
Kul, köle, Allah'ın kulu. Mahluk, insan. Hizmetçi. (Hür'ün zıddı). 'Abd kelimesi Allah'ın bazı isimleriyle birleştirilerek erkek isimleri meydana getirilir. Abdullah More… |
abdal |
t. Safdil, ahmak, bön. * Afganistan'da yaşıyan bir Türk kavminin adı, bu kavimden olan kimse. * Anadoludaki bazı göçebelerin adı ve bunlardan olan kimse. * Derviş, ermiş, kalender. More… |
abdan |
(Ab. dan) Bahçe kovası, bahçe sulamaya mahsus süzgeçli kova. * Sidik kesesi, mesane. |
abdar |
f. Parlak. * Sağlam vücudlu. * Su veren hizmetçi. * Mc: Ter u tâze, tap taze. |
abdest-hane |
f. Ayak yolu, helâ. * Abdest alacak yer. |
abdestan |
f. Su ibriği, abdest ibriği. |
abdiyet |
Kulluk. * Kul olduğunu bilerek dininde, emredildiği üzere ibâdet ve itaatte bulunmak. |
abdulaziz |
32. Osmanlı Padişahıdır. Hilâfeti (Hic: 1277-1293) seneleri arasındadır. Mithat Paşa ve arkadaşları tarafından bilek damarları kesilerek şehid edilmiştir. |
abdulhamid ll |
(mil. 1842-1918) 34' üncü Osmanlı Padişâhıdır. |
abdulkadir |
Allah'ın kulu. |
abdullah |
Allah'ın kulu. * Bu isim Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın mübarek ve şerefli isimlerindendir. |
abe |
İşaret, alamet. * Cemaat, topluluk. |
abe' |
Kıymet. Ehemmiyet. Meta'. |
abece |
Ahmak kimse. |
abed |
Hayâ etmek. Arlanmak. * Hışım etmek, kızmak. * Uyuz hastalığı. |
abede |
(ÎÂbid. C.) İbadet edenler. Âbidler. Tapanlar. |
abede-i esnam |
f. Puta tapanlar. Putperestler. Heykele baş eğenler. |
âbek |
Sulu, su dolu olan şeyler. * Çıban. * Civa. (Hg). |
abeket |
(C.: Abekât) Tâne, az şey. * Tuluk içinde kalan yağ bakiyyesi. * Ekmek parçası. * Yılan başı dedikleri ufacık akça boncuk. |
abel |
(C.: Abâl) Yassı ve enli yaprak. |
aberasyon |
Fr. Sapma. |
aberat |
(Abre. C.) Göz yaşları. |
abes |
Oyuncak kabilinden faydasız ve boş amel. Lüzumsuz ve gayesiz iş. Tesadüfi. (Bak: Gaye) ◊ Davarın kuyruğunda kuruyup kalan bevl ve ters. |
abese |
(Abs. den) Çehresini çattı, sureti kerih oldu (meâlinde). |
abese irca |
Mantık ve matematikte bir isbat şeklidir. Bir hükmün doğruluğunu isbat için, bu hükmü inkâr eden diğer hükmün yanlışlığı isbatlanır. |
abese suresi |
Kur'an-ı Kerim'de sekseninci surenin ismi olup, Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. Saliha Suresi, Sefere Suresi de denilir. |
abesiyat |
(Abes. C.) Faydasız ve boş şeyler. |
abesiyyun |
Kâinatın ve hâdiselerin başı boş, faydasız ve gayesiz, kendi kendine, Haliksız olduğuna inanmak isteyen bâtıl yoldaki felsefeciler. |
abher |
Nergis çiçeği, * Dolu kap. |
abî |
f. Ayva. * Suda yaşayan ve suda meydana gelen. * Çok mâvi. ◊ Çekinen. * Tiksinen. * Sakınan. * Nazlanan. ◊ Kurban payı. |
abîd |
Kullar. Köleler. |
abid |
İbadet eden. Zâhid. Çok ibadet eden. * Köle. ◊ f. Kıvılcım. |
abidane |
f. Kul olarak, ibâdet edene yakışır surette. |
abide |
Uzun müddet dillerde destan olup kalan beliye ve dâhiye. * Bir milletin târihinde büyük bir değeri hâiz olan vak'a. * Fesahat ve belâgatı dolayısıyle benzeri söylenemeyen şiir. * More… |
abidevî |
Abide gibi. Abideyi andıran, âbideye benzeyen şekilde. |
abik |
Sebebsiz olarak sahibi yanından kaçan köle.* Civa. (Hg) |
abil |
Koyun, at ve deve gibi hayvanlara iyi bakan. * Çayırda otlayarak suya muhtaç olmayan hayvan. |
abile |
f. Su üzerindeki kabarcık. * Sivilce. Çıban. |
abir |
(Ubur'dan) Bir yerden geçen, giden yolcu. Geçen. * Hz. İbrâhimin (A.S.) dedelerinden birisinin adı. |
abis |
Denizlerdeki dokuzbin metreyi geçen derinlikler. ◊ Asık suratlı, ekşi yüzlü kimse. * Arslan. ◊ Alaycı, saygısız. |
abîse |
(C: Abayis) Tarhana. |
abişhor |
f. Hayvan sulama yeri. * İçme kabı. * Dinlenmek için kısa bir duraklama, teneffüs. * Günlük yiyecek. |
abist |
f. Gebe, hâmile. |
abisten |
f. Gizli, gizleme. * Gebe. * Dişilik. |
abistenî |
f. Hâmilelik, gebelik. |
abiştgâh |
f. Gizlenecek yer, gizli yer. |
abiy |
Kısmet, nasib, |
abiye |
Örtü ile yüzünü örten, utangaç kız veya kadın. |
abkame |
f. Anadolunun bazı doğu illerinde ve Bağdat'da yapılan, turşu veya salataya benzer bir çeşit yiyecek maddesi. * Ekşi hamurdan pişirilerek sirkeye konulan ve turşu olarak kullanılan bir More… |
abkarî |
Mutlaka kusuru olmayan. Kâmil. * Bir kavmin seyyid ve şerifi, efendisi. Beşer san'atı olmayan. * Çok güzellik. * Bir nevi döşek.(Abkari: Esasen abkar'e mensub demektir. |
abl |
Kalın, büyük nesne. * Bükmek. |
abla' |
Ak nesne. * Beyaz taş. |
ablise |
f. Tarlaya tohum atan, ekinci. |
abluka |
İtl. Etrafını sarıp hâriçle alâkasını kesme. Bahren muhasara, denizden kuşatma. |
ablukayi bozmak |
Muhasara hattını yarıp geçmek. |
abone |
Fr. Gazete ve dergi gibi yayınlara peşin para vererek muayyen bir zaman için müşteri olan kimse. |
abonman |
Fr. Bir imalâtçı ile müşteri arasında düzenli satın alma için yapılan anlaşma. |
aborda |
İtl. Deniz teknelerinin rıhtıma, iskeleye veya başka bir tekneye yanlamasına yanaşması. |
abr |
Rüya tabir etmek. Düş yormak. * Yaş akıtmak. Sudan veya başka yerden geçmek. * Söylemeden bir şeyi düşünmek. |
abra |
Bir değiş-tokuşta üste verilen şey. * Teraziyi ayarlamak için hafif gelen kefesine konulan ağırlık. |
abran |
Ağlayan, ağlayıcı. |
abraş |
Alaca benekli at. * Klorofil azlığından dolayı açık renkte lekeleri olan bitki yaprağı. |
abre |
Göz yaşı. |
abs |
(Ubus) Huzursuzluktan yüz ekşitmek, çehreyi çatmak. ◊ Karıştırmak, halt. * Güneşte keş kurutmak. ◊ Kurumak, katılaşmak. |
abş |
Salâh. * Hüsn. İbâdet. * Gaflet. |
absal |
f. Bahçe, koru, park. |
abt |
Deveyi ve koyunu hastalanmadan sağ iken boğazlamak. * Kazılmamış yeri kazmak. * Yarmak. ◊ Yalan, Şübhe uyandırıcı hareket. |
abu |
f. Nilüfer çiçeği. |
abus |
Çatık çehreli. asık yüzlü. Yüzü ekşi. |
abv |
Yüzün güzel olması. Nizamlı oluş. (Bak: Ta'biye) |
ac |
Fildişi. * Dolu kap. |
ac'ac |
Çağırış. |
ac'ace |
Uzun uzun çağırmak. |
acac |
Toz. * Tütün. * Bulut. * Duman. |
acafet |
Zayıflık. Çelimsizlik. |
acaib |
(Acib. C.) Şaşırtacak ve hayret verici şeyler. |
acaibat |
Normale zıt şeyler. Acâib şeyler. |
acaiz |
(Acuze. C.) Kocakarılar. İhtiyar kadınlar. |
acak |
f. Toprak. |
acal |
(Ecel. C.) Eceller. Ölümler, vâdeler. |
acalit |
Yoğurt. |
açalya |
yun. Fundagillerden, güzel çiçekli bir bitki ve çiçeği. |
acam |
(Ecme. C.) Meşelik, kamışlık, ağaçlıklar. |
acan |
f. Polis: Emniyet mensubu |
acar |
(Ecr. C.) Sevaplar, ücretler, mükâfatlar. * Kiralar. |
açar |
f. İştah açmaya yarayan turşu v.s. * İnişli yokuşlu yer. * Karıştırılmış, birleştirilmiş. |
acasa |
Deve sürüsü. |
acb |
Kuyruk sokumu. 'Us'us' denilen küçük kemik. Her şeyin kuyruk dibi ve nihâyeti. Fâtiha-i hilkat olan küçük kemik.Acb-üz zeneb diye Hadis-i Şerifte ismi geçen ve insanın kuyruk More… |
acc |
Yüksek sesle haykırma, * Gürültü çıkarma. Deveyi döğme. |
acc(e) |
Kalabalık. |
accac |
Fırtınalı, rüzgârlı. * Gürültülü. |
aceb |
Taaccüb, şaşma, hayret. * Garib, hoş, lâtif ve nâdir-ül vücud olduğundan bir şey için inkâr ve istiğrab etme hâli. |
aced |
Kuru üzüm. |
acele |
Çabuk, çabukluk. Bir işi çabuk yapmaya ve çabuk bitirmeye çalışma, ivedilik. |
acem |
İranlı. Yabancı. * Arapça konuşmayanlar. Arab olmayanlar. * Çekirdek. |
acemâne |
f. Acemlere yakışır suret. Yabancı gibi. |
acemceme |
(C: Acemcemât) Kuvvetli, muhkem deve. |
aceme |
(C: Acemât) Çekirdek. * Çekirdekten biten hurma ağacı. * Sert ve sağlam taş. |
acemî |
Tecrübesiz. * Yabancı. * Yeni. Mübtedi. |
acemistan |
f. İran ülkesi. |
acemiyan |
f. (Acemi. C.) İranlılar. Acemler. * Acemiler, tecrübesizler. |
acente |
(Acenta) ing. Bir vapur şirketinin her iskeledeki memuru. * Bir şirket veya idarenin diğer memleketteki vekili. * Memur veya vekilin memuriyeti ve idarehanesi. |
aceze |
(Âciz. C) Âcizler. * Düşkünler, zayıflar. |
açi |
(Bak: Zâviye) |
acîb |
Şaşılan ve hayret uyandıran şey. Benzeri görülmeyen. Garib. Taaccüb olunan şey. |
acib |
Hayret veren. Şaşılacak şey. |
acîbe |
Alışılmış surette olmayan. Çok hârika. Acib ve garip, hayret verici, şaşılacak şey. |
acic |
Sesi yükseltmek. |
âcil |
Aceleci. * Acele eden. Hemen. * Derhal. Peşin. * Çabuk. * Fık: Dünya. |
acil |
Sonraya bırakılmış. Bir vâdeye bağlı. * Ahiret. |
âcilane |
f. Acele edene ait. Acele olarak. * şimdiki zamana ait. |
âcilen |
Vakit gelince yapılmak üzere. Bir vâdeye veya bir şarta bağlı bulunarak. ◊ Acele olarak. Serian, derhal, müstâcelen. |
acin |
Rengi ve tadı değişmiş pis su. ◊ Yoğurma, hamur tutma. |
acinî |
Hamur gibi yoğurulmuş, macun kıvamında. |
aciniyet |
Mâcun halinde olma. Hamur gibi yoğurulmuş olma. |
acir |
Elindekini başkasına kiralayan. Kiraya veren. |
aciş |
f. Üşüme, soğuktan üşüme. |
aciyy(e) |
(C: Acâyâ) Anası öldüğünden, başka kimsenin sütüyle beslenen çocuk. * Anası sütünü vermeyip yemeği öğrettiği çocuk. |
âciz |
Beceriksiz. Eli ermez. Kabiliyetsiz. Gücü yetmez olan. |
âcizân |
(Âciz. C.) Âcizler, beceriksizler, zayıflar, güçsüzler. |
âcizâne |
f. Âciz olarak. Beceriksizce. Tevâzu ile. (Alçak gönüllülük ifâdesi için söylenir) 'Allah'a karşı kusurlarını bilen bir mü'min âcizâne ancak Allah'tan rahmet diler.' More… |
âciziyyet |
Acizlik, beceriksizlik, kabiliyetsizlik. * Fakirlik, tevâzu. |
açki |
Cilâ, perdah, lostra. |
açkici |
Cilâ ve perdah veren sanatkâr. |
acled |
Yoğurt. |
aclez |
Kavi, sağlam nesne. |
acm |
(C: Ucum) Beş yaşına girmemiş deve. * Kuyruk dibi. * Isırmak. |
acmî |
İnce fikirli. Akıllı, anlayışlı. |
acn |
Yoğurma. Ma'cun kıvamına getirme. |
acul |
Çok acele eden sabırsız. |
aculâne |
Acele edene yakışır suretde. |
aculiyet |
Acelecilik. Sabırsızlık. |
acur |
Kabakgillerden bir hıyar cinsi. Üstü hafif olukludur. Bazıları tüylüce olur. |
acür |
Yoğunluk, semizlik, besililik. * Yoğun. * Her nesnenin hacmi ve cüssesi olmak. ◊ Kerpiç, tuğla, kiremit. ◊ Kuyruk. |
acürî |
Kiremitçi, tuğlacı. |
acüs |
Almak, kabzetmek. * Gecenin sonu. |
acüz |
(C.: Acâz) her nesnenin dibi, kökü ve sonu. * Yay kabzası. |
acuz(e) |
Çok yaşlı kadın. Kocakarı. * Kılıç. * Şarap. * Sırtlan. |
acv |
Çocuğa süt içirmek. |
acve(t) |
Medine-i Münevvere hurmalarından bir çeşit, iyi hurma. |
acz |
Beceriksizlik. İktidarsızlık. Kuvvetsizlik. Güçsüzlük. Yapamamak. * Zarardan korunmak gücünün olmaması. * Bir şeyin geri tarafı. |
acz-alud |
f. Âcizlik, kuvvetsizlik, güçsüzlük. |
acz-mendî |
f. Âcizlik, iktidarsızlık. Fakr. |
acza' |
Dübürü büyük kadın. * Kumdan yığılmış yüksek tepe. |
acze |
(C.: Acâyiz) Her nesnenin sonu. * Kadın dübürü. |
âd |
Hz. Hud Peygambere (A.S.) isyan ettiklerinden gazab-ı İlâhiyyeye uğrayan ve helâk olan, Yemen tarafında yaşamış bir kavmin adı. ◊ (Âdet. C) Âdetler. |
ad |
İsim, nam, şöhret, şan, itibar, haysiyet. |
ada |
Gr: Kendinden sonra gelen ismi cerreder. Harf-i cerr'dir. '...den başka, ...den gayrı' mânasına gelir. (Bak: Mâadâ) ◊ Etrafı su ile çevrili kara parçası. * More… |
âdâb |
(Edeb kelimesinin çoğuludur.) Usul, yol, yordam, davranış kaideleri, terbiye. Ahlâk ve terbiyenin gerektirdiği konuşma ve hareket tarzı. Adaba uymayanlara edepsiz denir. |
âdâb u erkân |
Edebler, kaideler ve rükünler. Ahlâk ve terbiye kaideleri. |
adahi |
(Udhiye. C.) Kurbanlar. |
adahik |
(Udhuke. C.) Şakalar, gülünç şeyler. |
adak |
Nezredilen şey. (Bak: Nezr) |
adakk |
İnce, dakik. |
adal |
Gümüşü az olan para. |
adalat |
(Adale. C.) Adaleler. |
adale |
Tıb: Bedenin hareketini icra eden ve birbirinden, ince bir perde ile ayrılan sinirli et kısımlarından her biri. Hepsine birden et (Lahm) tâbir edilir. |
adalet |
Zulüm etmemek. Herkese hakkını vermek ve lâyık olduğu muâmeleyi yapmak. Mahkeme. Hak kanunlarına uygunluk. Haksızları terbiye etmek. İnsaf. Mâdelet. Dâd. Cenab-ı Hakk'ın emrini More… |
adaletkâr |
f. Adaletli, insaflı, adalet sahibi. |
adâletkârane |
f. Adâletlice. Adalet sahibine yakışır şekilde, insaflı ve haklı surette. |
adaletpenah |
f. Adâletli. |
adall |
Çok sapık, çok dalâlette. |
adam |
İnsan. * Erkek kişi. * Birinin tarafını tutan kimse. * İyi ve terbiyeli yetişmiş insan. |
adamet |
Ahmaklık, akılsızlık. |
adan |
Deniz kenarı. |
adaptasyon |
Fr. Tatbik etme işi. Bir şeyin bir başkasına göre ayarlanması. Bir canlının, yaşadığı muhite uyması işi. * Yabancı dilde yazılmış bir eseri yerli adlar ile ve yerli hayata uydurarak çevirme. More… |
adapte |
Fr. Adaptasyonu yapılmış, tamamlanmış. |
adarr |
En zararlı. |
âdat |
Âdetler. (Bak: Âdet) |
adavet |
Husumet, düşmanlık. Kin. buğz. Garaz. |
aday |
(Bak: Namzed) |
adb |
Kılıç. * Kesmek. * Sövmek.* Yardımcı. |
adcem |
Eğri burunlu. |
âdd |
Kuvvet, salâbet. |
add |
Hesablamak. Saymak. Sayılmak. İtibar etmek. |
addar |
Denizci, gemici taifesi. |
addetmek |
Saymak. İtibar etmek. İttihaz etmek. |
âde |
Âdet kelimesinin arabca terkiblerdeki kısalmış şekli. Meselâ: Harikulâde, alelâde, fevkalâde. |
aded |
Sayı. Tane. Rakam. Miktar. |
adeden |
Sayı bakımından, sayıca. |
adedî |
(Adediye) Adede yani miktar ve rakama, sayıya mensub. |
âdem |
İnsan. İlk insan ve ilk peygamber. |
adem |
Yokluk, olmama, bulunmama. * Fakirlik. (Vücudun zıddı) |
adem-âbâd |
f. Yokluk. Yokluk alemi. |
âdem-küş |
f. Adam öldüren, katil. |
âdemî |
İnsanlardan olan, insana âit, insana dair ve müteallik. |
ademî |
Yokluğa ait. Ademle ilgili (Bak: Vukuât) |
âdemiyân |
(Âdem. C.) İnsanlar. |
âdemiyât |
(Adem. C.) Yokluklar. Ademler. |
âdemiyyet |
İnsanlık. Namuslu bir insana yakışır hâl ve tavır. |
ader |
Yel inmekle hayası şişen kimse. ◊ Çok su. |
ades |
(C. Adâs) Mercimek. |
adese |
Mercimek. * Mercek. Uzağı yakın veya yakını uzakta görmeğe yarayan dürbün veya mikroskop camı. |
adesî |
Mercimeğe benziyen şey. |
âdet |
Usul, görenek, alışılmış davranış. Huy, tabiat. Toplumda nesiller boyunca uyulan ve kamuoyunda (umumî efkârda) saygı ve müeyyideye sahip hareket kaideleri (Sosyoloji). İslâm cemiyetinde More… |
adetâ |
Âdet olduğu üzere, her vakitki gibi, alelâde. Bayağı surette, âdi bir suretle. Düpedüz. |
adeten |
Görenek şekliyle, âdet olarak. |
adevân (adv) |
Sür'atle koşmak. |
adf |
Yemek. |
adgâs |
(Dags. C.) Desteler, demetler. * Karışık rüyalar. * Karışık söylentiler. |
adgâsu ahlâm |
Karışık rüyâlar. Tâbire değmeyen rüyâlar. |
adhâ |
Kurbanlar. Kuşluk vakti kesilen kurbanlar. Kuşluk vakti. (Bak: Îd) |
adham |
Yoğun, kaba. * İri cüsseli adam. |
âdî |
Üstünlük farkı olmayan. Kıymetsiz. * Her zamanki. * Âd kavmine âid. |
adid |
(Adide) Çok. Bir çok sayı. Çok şeyler. Müteaddid. Birinin dengi. ◊ Hasım. * Arkadaş. * Isırma. Bir ısırımlık lokma. (Bak: Adûd) ◊ Kesilmiş ağaç. * Tepesine el yetişen More… |
âdih |
Sihirbaz. * Soktuğu saat öldüren yılan. |
adihe |
Bühtan, yalan. |
âdil |
(Âdile) Adâlet eden. Allah'ın emirlerini noksansız tatbik eden. Doğru. Doğruluk gösteren. Adâlet sahibi. |
adil |
Eş, denk, akran, benzeri. Ölçüde, miktarda eşit olan. |
âdilâne |
Adalet sahibi bir adama yakışır surette. |
adîm |
Mâlik ve sahib olmayan. Yok olan. Birşeyi olmayan. Fakir. |
âdin |
Otlakta bulunan dişi deve. |
âdine |
Cuma günü. |
âdiş |
f. Ateş, nar. |
âdiyât |
(Adiv. den ism-i faildir) Hızla koşmak, seyirtmek. (At, deve v.s. koşanların hepsine ıtlak olunabilir.) * Mc: Düşmanlık, zulüm. * Dâima muharebeye koşup hücum eden cemaat. * Uzaklık. (Kamus) More… |
âdiyat suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 100. suresinin ismi olup, Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. |
âdiye |
(C: Âdiyat) Gaza yolunda seğirten at. |
âdiyen |
Her zamanki gibi. Adice. Fevkalâde olmayarak. |
âdiyye |
İtiyad edilmiş. Alışılmış. |
âdiyyet |
Adilik. Aşağılık. |
adk |
Vurmak, darp. |
adl |
Hakkaniyet. Adâlet üzere oluş. Cevr ve zulüm etmeyip nefislerde ve akıllarda istikameti kaim ve mâlum olan emir ve hâleti icra etmek. Doğruluk. * Her şeyi yerli yerince yapmak, beraber More… |
adla' |
(Azla') (Dıl'. C.) Kaburgalar. * mat: Geometrik şekillerin kenarları, sayı kökleri. |
adlî |
Adâlete mensup, adâletle alâkalı, ilgili.* Sultan II. Bayezid'in şiirlerinde kullandığı mahlası. |
adliye |
Mahkeme. Muhakeme işleriyle uğraşan daire. |
adm |
(C: İdâm) Yay tutamağı. * Deve kuyruğu. * Saban eğiği ki, ucunda demiri vardır. * Harman savurdukları yaba. ◊ Gazap etmek, öfkelenmek. |
admer |
Arslan. * Şedit, şiddetli. * Belâ. * Çirkin yüzlü şişman kadın. |
adn |
Vatan tutmak ve mukim olmak. * Cennette bir makam adı. (Bak: Cennet) |
adrahş |
f. Yıldırım. * Gökgürültüsü. * Şimşek. |
adras |
(Dırs. C.) Arka dişler, dişler. |
adrefut |
Kelerden büyük bir hayvan. |
adrenalin |
Fr. Tıb: Böbrek üstü salgısından çıkarılan bir hormon. Sentetik olarak da yapılır. Damar daraltmak ve kanamayı önlemekte kullanılır. |
adreng |
Fr. Keder, mihnet, sıkıntı. |
adret |
Kaşları olmayan kimse. |
adub |
Yardımcı. |
adud |
Zalim. Iztırab veren. Hunhar. * Bir lokma. * Isırıcı köpek veya at. * Yavuz kişi. * Dar ve derin olan kuyu. (Bak: Adîd) ◊ Pazı. Kolun omuzdan dirseğe kadar olan kısmı. * Mc: More… |
adude |
Yumuşaklık. Tazelik. |
adudî |
Pazı kemiği ile ilgili. |
adulî |
Gemici, mellah. |
adüvv |
Düşman, hasım. |
adv |
Yelmek. Seğirtmek. * Hazırlamak. |
adva |
Hastalık başkasına bulaşmak. |
advan |
Çok koşan kimse. |
adya' |
Boynuzu ufak koyun. * Nebiyyi Zişân Aleyhisselam Efendimizin devesinin adı. |
adye |
Koğuculuk, dedikoduculuk. * Yalan söylemek. * Sövmek. |
af'af |
Devedikeni ağacının yemişi. |
afa' |
Eşek sıpası. |
afaf |
(Afâfet) Temiz olma. Masumiyet. Günahsızlık. |
afaif |
Namus, ırz ve iffet sahibi, şerefli kadınlar. |
afak |
Ufuklar. Yerle göğün birleştiği gibi görünen uzak dâire. * Etraf. Cihetler. * Mc: Görüş ve dönüş sınırları. (Zıddı: Enfüs'dür.) |
afakgir |
Ufukları tutmuş, âleme yayılmış, şâyi, çok meşhur. |
afakî |
Kâinat ve içindeki hâdiselere âid. Nefsin haricindeki âleme dair. * Kıymetsiz sözler ve meseleler. (Enfüsinin zıddı.) (Objektif) |
afar |
Arap diyarında çok olan bir yeşil ağaç. * Hurma ağacını islah etmek. * Katıksız ekmek yemek. |
afaret |
İfritçe, şeytanî, kötü niyet. |
afarit |
(İfrit. C) Şeytanlar. İfritler. |
afaroz |
(Bak: Aforoz) |
afat |
Afetler. (Bak: Afet) |
afazî |
Fr. Tıb: Organlarda bir işleme bozukluğu olmadığı halde, fikri kelime ile anlatamamak hâli. |
afen |
Çürüme, pörsüme. Yemeğin kokması. (Bak: Ufunet) |
afend |
f. Harp. Kavga. |
afer |
Toprak. Yer. Arz. * Ekin suladıkları vaktin evveli. |
aferca |
Yaramaz huylu. |
aferide |
(C: Aferidegân) f. Yaratılmış, mahluk. |
aferin |
f. Beğenmek, alkış, yaşa, varol. * Yaratan, yaratıcı. |
aferin-hân |
f. 'Aferin' diyen. |
aferna' |
Arslan. * Kuvvetli deve. |
afes |
Burun eğriliği. |
afet |
Belâ. Musibet. Büyük felâket. Dâhiye. * Mc: Son derece güzel. |
afetzede |
(C: Afetzedegân) f. Bir musibete, bir belâya ve bilhassa yangın, zelzele gibi bir felâkete uğramış. |
afetzedegân |
(Afetzede. C.) f. Afete, belâya, felâkete uğramışlar. |
aff |
İffet, namus. İffetli olmak. Nefsini haramdan men'etmek. |
afgan |
Afganistan. Afgan krallığı, Afganistan milleti. |
afî |
Silen, silinmiş. Affeden, bağışlayan. * Affedilmiş, bağışlanmış. * Yalvaran. * Uzun saçlı. * Tencere altında artaya kalan. |
afif |
Temiz. Güzel. Nezih. İffetli ve namuslu olan. Haramdan sakınan. * Müstakim. |
afifâne |
f. İffetlice. Temiz olarak. Nazif olarak. |
afik |
Yalancı, iftiracı. ◊ Çok aptal. |
afil |
Uful eden. Gurub eden. Batan. * Görünmez olan. Kaybolan. * Fâni, geçici. |
afilûn (afilîn) |
(Afil. C.) Gelip geçici, fâni olanlar. * Gözden kaybolup gidenler. Uful edenler. |
afin |
Affedenler. |
afinite |
(Affinite) (Bak: Aşk-ı kimyevi) |
afir |
Güneşte kum üstünde kurutulan et. ◊ Çok kötü niyetli. |
afire |
Komşusuna bir şey vermeyen kadın. |
afiş |
Fr. Duvar ilânı. |
afitab |
f. Güneş. * Mc: Pek güzel. * Çok güzel yüz. |
afitâbî |
Güneşe âit. * Güzelliğe dâir. |
afite |
Dişi koyun. Koyun güdücü kız. |
afiyet |
Sağlık, selâmet, sıhhatli olmak. |
afk |
Akılsız olmak. Sözünü tam söylememek. ◊ Rücu etmek, dönmek. * Kaybolmak. |
aflak |
Çok gevşek şey. |
aforoz |
R. Papa tarafından bir Hıristiyanın kiliseden çıkarılması, dinden hariç addolunması. |
afra' |
Beyazı kızıllığına galip olan geyik. * Ayın onüçüncü gecesi. |
afraze |
f. Nur. Aydınlık, ışık. * Kandil fitili. |
afreye |
Horoz ibiği. İnsanın ense saçı. * Davarın alın saçı. |
afruşe |
f. Un helvası. |
afs |
Hapsetmek. * Deve sürmek. * Arkasına ayağıyla vurmak. |
afsa |
Boynuzu ardına kayık koyun. |
afşar |
Avşar kabilesini meydana getiren Türkmenlerin adı. |
afşelil |
Sırtlan dedikleri canavar. * Yaşlı, eti ve derisi sarkmış kuru kadın. |
afsun |
(Efsun) f. Büyü, sihir, tılsım. (Büyücülük yapmak ve büyücülere uymak, Müslümanlıkta yasak ve günahtır.) |
aft |
Pelteklikten sözü zorlukla söylemek. Kekemelik. |
aftab |
f. Güneş. * Pek güzel şahıs. * Çok parlak çehre. |
aftâb-gerdan |
f. Güneşten korunmak üzere başa giyilen şey. * Avcı kulübesi. |
aftab-gerdek |
f. Kaya keleri. * Ayçiçeği. |
aftab-gerdiş |
f. Yer yüzü. * Kaya keleri. * Devamlı güneş gören yer. |
aftab-gir |
f. Güneşlik, şemsiye. * Güneş gören yer. |
aftab-perest |
f. Nilüfer çiçeği. * Güneşe tapan kimse. * Ayçiçeği. |
aftab-ru |
f. Güneş yüzlü, yüzü güneş gibi parlak (güzel). * Sevimli, dilber. * Güneşe karşı olan (yer). |
aftabe |
f. İbrik. Su kabı. |
aftabî |
f. Güneşlik, şemsiye, tente. * Güneşe ait, güneşle ilgili. |
afur |
Boz tüylü ve kısa boyunlu olan geyik. * Zaman. ◊ Belâ kasırgası. |
afüvv |
Affeden, merhametli. |
afv |
Bağışlamak. Kusur ve günâhı affetmek. ◊ Ayakla basılmadık yer. * Malın iyisi, helâli ve fazlası. * Terketmek. * Mahvetmek. |
afyon |
Lât. Haşhaş sütünün birikmesinden ibaret bir madde. |
ağa yeri |
Topkapı sarayında hazine kethüdasının oturduğu yer. |
agâh |
(Ageh) f. Haberdar. Uyanık. Kalbi uyanık. Malumatlı. Basiretli. Vâkıf. Bilen. |
agâhân |
(Agâh. C.) f. Agâhlar, bilenler, bilgililer. Âlimler. |
agâhî (agehî) |
f. Malumat, vukuf, haberdarlık. Uyanıklık, teyakkuz, basiret. |
agal |
Darıltma, kışkırtma. * Çiğnemeden yutma. * Ağıl. * Arı kovanı. |
agaliş |
f. Kışkırtma. * Birşeye saldırmak için kışkırtma. |
agande |
f. Sucuk, yastık, minder gibi zorla doldurulmuş olan şeyler. * Bir çeşit zehirli olan haşere, böcek. |
agarr |
Çok sıcak gün. * Kendini beğenmiş. * Asil, âlicenâb. * Beyaz. |
agaşte |
f. Bulaşmış. |
agavat |
(Ağa. C.) Saray hizmetlerinde kullanılan harem ağaları. |
agayan |
Ağalar. |
agaz |
f. Başlama. Mübâşeret. |
agba |
Daha küt, en küt. * Daha koyu, en koyu. |
agber |
Çok tozlu. |
agbeş |
Boz renkli. |
agbiya |
(Gabi. C.) Ahmaklar, gabiler. |
ağda |
Bir kapta karıştırılıp pişirilerek koyulaşmış ve lüzucet kazanmış her nevi şeker vesaire. |
agdef |
Uzun ve sarkık kulaklı. |
agdiye |
(Gada ve Gıda. C.) Yenip içilecek gıdalar. |
agel |
(Bak: İkal) |
agende-guş |
f. Söz dinlemeyen, aldırmayan, alçak ve hayırsız kimse. |
ageste |
f. Islanmış, ıslak.* Bulaşmış. |
agfer |
Mağfiret eden, bağışlayan, afveden. |
ağil (ağl) |
Koyun, keçi vesair hayvanlara mahsus üstü açık, etrafı çit veya çalı çırpı ile çevrilmiş yer, mandıra. |
agin |
f. Dolu, doldurulmuş. |
agirra |
(Garîr. C.) Tecrübesizler, safdiller, acemiler. * Mağrurlar. |
agiş |
f. İlişik, sarkık. * Uzatılmış. |
agisna |
Bize imdad eyle, yardım ihsan eyle (meâlinde duâ.) |
agiyye |
İçine su biriken çukur. |
aglak |
(Galak. C.) Kilitler. * Kapalı, anlaşılmaz şeyler. |
aglal |
(Gull. C.) Boyna geçirilen zincirler. * Kelepçeler, pırangalar. ◊ Ağaçlar arasında akan su. (Bak: Eglâl) |
aglaz |
(Galiz. den) kaba ve galiz şeyler. |
agleb |
Daha galib. Çok kerre, ekseriya. Çoğu. ('Ağleben - Ağlebâ' şeklinde de kullanılır.) |
aglef |
Sünnetsiz. * Sandıkta kapalı. * Mc: Katılaşmış, duygusuz kalb. |
aglez |
(Galiz. den ism-i tafdil) Pekçok kaba ve galiz. |
agma |
Yıldız. Yıldız akması. |
agmad |
(Gımd. C.) Bıçak ve kılıç kınları. |
agmak |
Yukarı kalkmak, yükselmek, yukarıya meyletmek. * Buhar olup yukarı kalkmak, buharlaşmak. |
agmar |
(Gamr. C.) Yüce kimseler. * Seller. * (Gumr. C.) Bilgisizler, cahiller. |
agmaz |
(Gamz. C.) Göz yummalar, göz kırpmalar. |
agna |
(Gani. den) Çok gani. En zengin. |
agnam |
(Ganem. C.) Koyunlar, keçiler. * Hayvanlardan alınan vergi anlamında kullanılan bir tabirdir. |
agniya |
(Gani. C.) Zenginler, ganiler. |
agniye |
(Bak: Ugniye) |
agnostik |
fels. Agnostisizm görüşünü benimseyen. |
agnostisizm |
'fels. Gerçeğin, mutlak hakikatın bilinemez olduğunu; insanın gerçeği, tam uygun bilgiyi elde edecek yaradılışta olmadığını kabul eden felsefe görüşü.' |
agra |
Çok sevimli, yakışıklı. |
agrafi |
yun. Yazma kabiliyetinin kaybedilmesi. |
agrar |
(Gırr. C.) Tecrübesizler. Acemiler. Kolay aldananlar. |
agras |
(Gars. C.) Taze fidanlar, yeni dikilmiş ağaçlar. |
agraz |
(Garaz. C.) Garazlar. Fiil yapılırken gözetilen gayeler. Kasden ve bilerek yapılan kötülükler. |
agreb |
(Garib. den) En garib, çok tuhaf. |
agrel |
(C. Gurl) Sünnet olmamış kişi. |
agşa |
Baygın adam. * Vücudu siyah yüzü beyaz olan hayvan. |
agsan |
(Gusn. C.) Dallar, ağacın dalları. * Mc: Mânanın kısımları. |
agsem |
Beyazı siyahından daha fazla olan saç. |
agser |
Boz ve esmer renkli, çok tüylü abâ, kilim. * Kurbağa yosunu. * Karabatak kuşu. * Aşağılık ve âdi (adam). |
agşiye |
(Gışa. C.) Perdeler, örtüler. * Zarflar, mahfazalar. |
ağtabaka |
Tıb: Görme sinirlerinin göz yuvarlağı içinde dağılmasından meydana gelen zar. |
agtaş |
Karanlık. * Zayıf gözlü. |
agtem |
Sözü tutkunarak söyleyen. Kekeme. |
agtiye |
(Gıtâ. C.) Perdeler. |
agu |
Zehir, sem. |
agul |
f. Hiddetlenerek göz ucuyla bakma. |
agun |
f. Baş aşağı, ters. * Uğursuz. |
agunde |
f. Hallaç elinden geçmiş pamuk, atılmış pamuk. |
aguş |
f. Kucak. * Sığınılan yer. |
agüs |
f. Taşcıların oymacılıkta kullandıkları demir kalem. |
agva |
Dalâlete en fazla sapan, giden. Sapık. |
agvar |
(Gar. C.) Mağaralar. |
agvas |
(Gavs. C.) Yardım istemek için bağırmalar. İmdat istemeler. |
agyar |
Yabancılar. Başkaları. * Rakipler. (Bak: Gayr) |
agyaz |
(Gayze. C.) Ağaçlıklar, meşelikler. |
agyed |
Uykucu, tenbel. * Esmer vücutlu. * Nazik derili. |
agyer |
(Gayret. den) Çok gayretli adam. |
agza |
(Gazâ. C.) Düşmanlarla savaşlar, muharebeler. |
agzel |
(C.: Uzelân-Uzul) Eğri kuyruklu at.* Silahsız kimse. * Yağmursuz bulut. |
agziye |
(Gıdâ. C.) Yenilip içilecek şeyler. Gıdalar, besin maddeleri. |
ah |
Maddi veya mânevi bir acı hissolundukta kullanılır. * Nedamet, pişmanlık ve teessüf beyan eder. * Birine acındığına, keder ve esef edildiğine delalet eder. Meselâ: Ah! Evladım! gibi. |
ah u enin |
Ah deyip inlemek, ağlamak. Ah u fizâr da aynı mânayı ifâde eder. |
ahabir |
(Ahbâr. C.) Hikâyeler. * Rivayetler. |
ahabiş |
(Habeş. C.) Habeşliler. |
âhâd |
Birler. Birden dokuza kadar olan sayılar. |
ahad |
(Bak: Ehad) |
ahadd |
(Hadd. den) Pek keskin. |
ahadî |
Tek, yalnız. Birlere âid, birlere mensub. |
ahadî hadis |
Rivâyet eden bir veya iki koldan olan veya mütevatir mertebesinde olmayan hadis demetir. İştihar haddine yetişmeyen hadistir. Şartları tamam olursa zann-ı galib ifade eder, muktezası ile More… |
ahadid |
Sopa ve kamçı gibi şeylerin vücudda bıraktığı izler. (Bak: Uhdud) |
ahadis |
(Bak: Ehâdis) |
ahadiyyet |
(Bak: Ehadiyyet) |
ahaff |
Pek hafif, çok hafif. * Düşüncesiz. |
ahakk |
(Bak: Ehakk) |
ahal |
f. Birşeye yaramıyarak atılacak olan şey, çerçöp. |
ahali |
(Ehl. C.) Halk, umum, nâs. * Bir memleketin yerlileri, bir memlekette oturanlar, yaşayanlar. |
ahamire |
Acem milletinden bir tâife. |
ahann |
Sözü burun içinden söyleyen. Burnundan konuşan. |
ahar |
f. Hattatların kullandıkları kâğıda sürülen nişastalı yumurta. * Kahvaltı. * Bir nevi çelik. ◊ (Aher) Gayrı, başkası. Diğeri. |
aharr |
Daha sıcak, en sıcak. |
ahass |
Asılsız, kötü kimse. ◊ (Bak: Ehass) |
ahavat |
(Uht. C.) Kızkardeşler. * Benzer şeyler. |
ahaveyn |
İki kardeş. * İslam âlimlerinden olan Urfalı Vaiz Mahmud Kâmil efendinin babası Mustafa Kâmil Efendi ve amcası Urfalı Mehmed Efendi. (Bak: Ehaveyn) |
ahazz |
Pek bahtiyar, mes'ud, şanslı, mutlu. |
ahba |
(Haba. C.) Saray adamları. |
ahbab |
Dost. Sevilen dostlar. Sevilenler. Ehibbâ, muhibler. |
ahbar |
(Haber. C.) Haberler. (Bak: Haber-İhbar) ◊ (Bak: Ehbâr) |
ahbarî |
Rivayetçi, rivayet eden kişi. |
ahbas |
(Habs. C.) Su bentleri, havuzlar. * Hapisler, zindanlar. * Gayr-ı meşru vakıf yerler. |
ahbaz |
(Hubz. C.) Ekmekler. |
ahbel |
Divane, deli. |
ahben |
Çok su içmekten karnın şişip zahmetli olması. |
ahbes |
Pek çok pis, daha murdar. En habis, berbad. |
ahbeş |
Habeş, Habeşi. |
ahbiye |
(Hıbâ. C.) Kıldan yapılmış göçebe çadırı. * Keçe ve kıldan yapılan evlerde konup göçen Türkler. |
ahcar |
(Hacer. C.) Taşlar. |
ahcen |
Burnu eğri kimse. |
ahd |
Vâdetme. Söz verme. Vefâ. Yemin. And. Misak. Peymân. * Asır. Devir. Tevhid. Mukavele. * Vasiyet. |
ahd ü misâk |
f. Yemin, anlaşma, sözleşme. |
ahd ü peyman |
f. Yemin etme, söz verme. |
ahd-i cedid |
f. İncil. |
ahd-name |
f. Anlaşmanın şartlarını ve anlaşmayı yapanların imzalarını taşıyan kağıt. |
ahda' |
Boyun damarlarından bir damar. * Hilekâr, aldatıcı, kandırıcı. ◊ Çok alçakgönüllü, halim, mütevazi. İtaatli. |
ahdak |
(Hadeka. C.) Göz bebekleri. |
ahdan |
(Hıdn. C.) Dostlar, yoldaşlar. |
ahdar |
Yeşil, yemyeşil, pek yeşil. |
ahdas |
(Hades. C.) Yeni hâdiseler, fena şeyler. Dertler, musibetler. * Gençler. |
ahdeb |
Hiç kimsenin fikir ve düşüncesini beğenmeyen, ahmak. * Uzun boylu. ◊ Kambur. |
ahdel |
Boynu önüne eğilmiş olan. * Çok eğik olan şey. |
ahder |
(C.: Ehadir) Kavi ve galiz olmak. Kaba olmak. * Şaşı adam. ◊ f. Kardeş çocuğu. Biraderzâde. |
ahderrî |
Yabani eşek. |
ahdes |
Fikirli kişi. |
ahdet |
(C.: Ahâd) Yağmur yağdıktan sonra yağan yağmur. |
ahdî |
Ahde âid, sözleşmeye dâir. |
ahen |
Demir. * Mc: Sert. Zincir. Kılıç. |
ahen-âşiyân |
f. Dikiş yüksüğü. |
ahen-be |
f. Dokunacak bezin veya çulhanın iki yanına konan demirli ağaç. Bu demirli ağaç bezin buruşukluğunu da açar. |
ahen-cân |
f. Demir canlı. * Katı yürekli. * Sabırlı, tahammüllü. |
ahen-dest |
f. Demir elli, eli demir gibi olan. |
ahen-dil |
f. Demir yürekli, kahraman. * Merhametsiz, acımasız kimse. |
ahen-ger |
f. Demirci. Demir yapan veya satan. |
ahen-gerî |
f. Demircilik. |
ahen-keş |
f. Demiri çeken. Mıknatıs. |
ahen-puş |
f. Demirler giymiş. Zırh kuşanmış. |
ahen-rübâ |
f. Demiri kapan, mıknatıs. |
ahene |
f. Demir halka. |
ahenin |
Demirden yapılmış, çok kuvvetli, pek sağlam. |
ahenk |
f. Seslerin arasındaki uygunluk. Düzgün tarz ve gidiş. |
ahenkdâr |
f. Uygun, düzgün, âhenkli, makamlı. |
aher |
Başka, diğer, gayrı. |
aheste |
f. Yavaş, ağır. |
aheste-rev |
f. Aheste âheste yürüyen, acelesiz, yavaş yavaş yürüyen. |
ahestegî |
f. Yavaşlık, acele etmemeklik. |
ahfa |
Çok gizli, pek gizli. |
ahfad |
Torunlar. Hafidler. Evlâd oğulları. Yardımcılar. |
ahfas |
(Hıfs. C.) İşkembeler, kırkbayırlar. |
ahfaz |
(Ahfad) Alçak ve çukur yer. * Mc: Çok alçak gönüllü. Mütevâzi. |
ahfec |
Ayakları eğri. |
ahfeş |
Küçük gözlü, zayıf bakışlı. * Yalnız gece gören kimse. * Üç büyük Arab âliminin lâkabı. * Bulutlu günde görüp bulutsuz günde görmeyen. |
ahfiye |
(Hıfâ. C.) Örtüler, perdeler, gizli şeyler. * Çiçeğin tomurcuğunu örten kabuk. |
ahger |
f. Ateş koru. Yanar halde olan kömür. |
ahh |
Öksürmek. |
ahi |
Kardeşim. * Ahilik ocağından olan kimse. * Eli açık, cömert. |
ahibba |
Dostlar, arkadaşlar. (Bak: Habib) |
ahid |
Seninle muâhede eden. * Ahdolunmuş nesne. ◊ (Bak: Ahd) |
ahid-şiken |
f. Ahdi bozan, anlaşmayı bozan. |
âhil |
Erkeği olmayan kadın. * Fevkinde kimse olmayan yüksek padişah. |
ahilik |
'Asırlar önce Anadolu'da gelişen bir halk ocağı. Sosyal bir kuruluş olan ahilik iş alanında adam yetiştirmek, çalışma sevgisini aşılamak, istihsali çoğaltmak gibi gayeleri vardı. More… |
ahilla |
(Ehillâ) Sadık ve samimi arkadaşlar. En sadık dostlar. Haliller. |
âhin |
(C.: Avâhin) Fakir. * Hazır, sabit kimse. * Yumuşak hurma ağacı. |
ahin |
(C.: Uhun) Boyalı yün. |
âhir |
Biten. Hitam bulan. Sonra gelen. Son. Sonraki. ◊ Zina işleyen. Fasıklık yapan. * Tembel kimse. |
ahîr |
En son, sonraki. |
ahir |
t. (Ahur) Hayvanların barındığı yer, dam. |
âhir-bin |
f. Sonunu gören, düşünen. |
âhire |
Zâni, zinakâr. |
ahiren |
En son, en son olarak. * Son zamanlarda, yakında. |
ahissa |
(Hasis. C.) Cimriler, pintiler, tamahkârlar. |
ahiyane |
f. Damak. * Tıb: Boğaz.* Beyin kemiği. |
âhiz |
(Âhize) Alan. Alıcı. Ahzeden. * Ses alıcı âlet. * Kabul etme, alma. |
ahîz |
(Ahz. den) Esir. |
âhize |
Fiz: Elektrik enerjisini mekanik enerjiye çeviren alet. |
ahkab |
Uzun zamanlar. ◊ Yabani eşek. |
ahkad |
(Hukd. C.) Kinler, garezler. |
ahkaf |
(Hıkf. C.) Eğri büğrü kum tepeleri. |
ahkaf suresi |
Kur'an-ı Kerim'de kırkaltıncı sure olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur. |
ahkâm |
(Hüküm. C.) Hükümler. Kanunlar. Nizamlar. |
ahkar |
En hakir, pek âciz ve değersiz. (Daha çok tevazu makamında söylenir.) |
ahkem |
En sağlam. En kuvvetli. * En çok hükmeden. * En hakim ve akıllı. |
ahker |
f. Ateşli kül, kül ile karışık ince kor. |
ahla |
En tatlı, çok şirin. Çok tatlı. |
ahlaf |
Halefler. Sonra gelenler. Zürriyetler. Evvelkilerin yerine geçenler. Nesil. Evlâdın evlâdları. Nesl-i âti. ◊ Yemin edenler. Müttefikler. |
ahlak |
(Hulk.C.) Huy, tabiat. İnsanın davranış tarzı, tutum ve tavrı, bir cemiyette makbul ve iyi sayılan davranış kuralları. Bu kural ve kaideleri inceliyen ilim. |
ahlâkî |
Ahlâkla ilgili, ahlâka ait. |
ahlâkiyyât |
Ahlâk ilmi ve düsturlarını ve bunların vasıflarını ve tatbiklerini inceleyen, öğreten ilim. * Ahlâk ve terbiye ile alâkalı ders ve bahisler. |
ahlâkiyyun |
'Ahlâk ilmi ile uğraşan âlimler; bunlar iki kısımdır. Bir kısmı ahlâk-ı hasene olan İslam ahlâkını telkin eder, diğer kısmı ise, dine tâbi olmayan ve hakiki ahlâkı bulamamış More… |
ahlal |
(Hıll. C.) Samimi dostlar, yâranlar. |
ahlam |
Rüyâlar. (Bak: Hulm) |
ahlas |
En hâlis, daha temiz. |
ahlat |
(Hılt. C.) Çok karıştırılabilir, karıştırılmağa elverişli. |
ahlef |
Solak kimse. |
ahles |
Kara ile kırmızı arasında olan renk. |
ahlet |
Saçı dökülmüş kişi. |
ahliya |
(Hali. C.) Boş şeyler. |
ahma |
(Hamiyyet. den) Çok hamiyetli. ◊ (Hamâ. C.) Kayın biraderler. |
ahmak |
(Humk. dan) Pek akılsız, sersem, şaşkın. Anlayışsız. |
ahmakane |
f. Ahmakçasına, ahmak olana yakışır şekilde. |
ahmakî |
Akılsızlık, ahmaklık. |
ahmakiyet |
Ahmaklık, akılsızlık. |
ahmal |
(Haml. C.) Yükler. * Ağır şeyler. Eşya, ağırlık. |
ahmal ü eskal |
Ağır yükler. |
ahmas |
(C: Ehâmis) İnce belli.* Ayak altında yere değmeyen yer. ◊ (Hums. C.) Beşte birler, humslar. |
ahmed |
Daha çok hamdeden. * Çok övülmeğe ve medhedilmeğe lâyık. * Çok sevilen. Beğenilmiş. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bir ismi. |
ahmer |
Kırmızı. |
ahmes |
Kuvvetli, yiğit. Kahraman, cesur, şecaatli, bahadır. |
ahmeş |
İnce, dakik. |
ahmez |
Daha metin, daha sağlam, daha çetin. |
ahna |
Çapraz ve birbirine zıt işler. Çarpık, eğri şeyler. |
ahna' |
Çok alçak gönüllülük, mütevazilik. |
ahnas |
(Hıns. C.) Yeminden dönmeler. Yalan yeminler. |
ahnef |
Ayakları çarpık ve eğribüğrü olan. |
ahnes |
Burnu basık ve sivri olan adam. |
ahond |
f. Tahsil yapmış, hoca. Ulu, büyük. |
ahra |
Daha lâyık, daha münasib, en elverişli. |
ahrab |
Kulağı kesik. * Kulaktaki küpe deliği. |
ahrac |
(Hırc. C.) Hayvanların yular, tasma ve palanlarına dizilen boncuklar. |
ahrad |
Pek tamahkâr cimri. |
ahrak |
Miskin, akılsız adam. |
ahram |
(Harem ve Harim. C.) Gizli yerler. Gizli olup herkesin girmesi serbest olmayan yerler. * Kadınların bulunduğu haremlikler. |
ahrar |
(Hür. C.) Hürler. Esir veya köle olmayan kimseler. * Silsilesinde esir veya köle bulunmayanlar. * Hürriyetçiler. |
ahrarane |
f. Hürriyetçilere yakışır tarzda. Serbestçe. Hür olana yakışır surette. |
ahras |
(Hâris. C.) Bekçiler, muhafızlar, koruyucular. ◊ Dilsiz. |
ahraz |
(Ahrad) Kirpikleri dökülmüş, çipil gözlü. |
ahreb |
Çok harap, perişan, yıkık. * Kulağı yarık kimse. * Edb: Rübai vezinlerinden 'Mef'ulü' ile başlayan oniki şekilden herbiri. |
ahrec |
Ak ile kara. Siyahla beyaz. |
ahred |
Ayaklarının siniri kurumuş veya bozulmuş olan hayvan. |
ahrem |
Burnu kesik olan. Kesik burunlu. * Edb: Rübai vezinlerinden 'Mef'ulü' ile başlıyan oniki şekilden herbiri. * Tıb: Omuz ucu. |
ahres |
Dilsiz, dili olmayan kimse. |
ahrez |
Gözleri dar ve küçük olan. |
ahruf |
(Harf. C.) Uçlar. * şiveler, lehçeler. * Harfler. |
ahsa |
İhsadan fiildir. (Bak: İhsâ) ◊ Çok kumlu, taşlı yer. |
ahşa |
Pek korkunç. Çok korkunç. Çok korkunç yer. |
ahşa' |
(Haşâ. C.) Vücuttaki bağırsak, ciğer gibi organlar. * Mahaller, bölgeler, cihetler. |
ahşab |
Kereste. Tahta. Ağaçtan yapılan bina. * Ağaçtan olanlar. |
ahşam |
(Haşem. C.) Bir büyük zâtın yakınları, maiyeti, taraftarları. |
ahsar |
Pek kısa, daha kısa, daha özlü, daha veciz. |
ahsas |
Hisler. Duygular. |
ahseb |
Çok iyi hesab edilmiş, münâsib. * Çok fazla cimri, hasis. * Miskin. * Saçının rengi kırmızıya yakın. *Tüyünün rengi boz renk olan kızıl deve. |
ahşeb |
(C.: Ehâşib) Sert taşlı büyük dağ. * Haşin ve yoğun olan. |
ahsef |
Kara ile ak, alaca. |
ahşef |
Uyuz adam. |
ahsem |
Geniş yüzlü kılıç. * Arslan. * Enli, yassı ve yayvan burun. * Enli, yassı ve yayvan burunlu adam. |
ahşem |
Burnu koku almayan. * Burnunun içi kokan kimse. |
ahsen |
En güzel. Çok güzel. |
ahşen |
Pek sert şey. * Geçimsiz kimse. |
ahşic |
f. Zıt ve uygunsuz. |
ahşican |
(Ahşic. C.) f. Zıtlar. Dört unsur. (Toprak, su, ateş, hava.) |
ahşig |
f. Zıt ve uygunsuz. |
ahşigân |
(Ahşig. C.) Zıtlar. |
ahşişan |
Çok katı, pek huşunetli. |
ahtab |
(Hatab. C.) Odunlar. |
ahtal |
Çabuk yürüyen. * Boşboğaz, çok konuşan kimse. Çenesi düşük. |
ahtapot |
Fr. Çok ayaklı, kafadan bacaklı bir nevi deniz hayvanıdır ve yakaladığı canlı hayvanı kıstırıp kanını emer. * Canlı yengece benzeyen bir çıban. |
ahtar |
(Hıtar - Hatarat) Tehlikeler. |
ahte |
f. Dışarı çıkarılmış, dışarı çekilmiş. (kılıç, bıçak gibi..) * Husyesi çıkarılmış hayvan. |
ahteb |
Arı kuşu dedikleri kuş. * Kızıl eşek. |
ahtel |
Sarkık kulaklı. |
ahtem |
Uzun burunlu. |
ahter |
Yıldız. * Mc: Baht, talih. |
ahter-bîn |
f. Müneccim. Yıldız ilmi ile meşgul olan kimse. |
ahter-gû |
f. Yıldız ilmi ile uğraşan kişi, müneccim. |
ahter-şinas |
f. Yıldız ilmi ile uğraşan. Müneccim. |
ahterân |
f. Yıldızlar. Necimler. |
ahu |
Saç ve sakalı ak olup şayan-ı hürmet ve tâzim olan. Ahubaba, yalnız bu tabirde kullanılır. ◊ f. Ceylân. * Gözleri çok güzel olan. Çok güzel göz. * Gazâl. * Mc: Dilber. Mahbub. More… |
ahu-beçe |
f. Ceylan yavrusu. |
ahu-bere |
f. Ceylan yavrusu. |
ahu-çerende |
f. Otlıyan ceylan. |
ahu-dil |
f. Ceylan yürekli. * Mc: Korkak. |
ahu-pa(y) |
f. Ceylan ayaklı. Çevik, atik. * Altı köşeli, nakışlı ev ve köşk. |
ahu-yi mâde |
f. Dişi ceylan. |
ahun |
f. Delik, yarık. Lağam. |
ahun-bür |
f. Yer kazan, delik açan. Lağamcı. |
ahur |
f. Ahır, dam. |
ahuri |
f. Hardal. |
ahuvan |
(Ahu. C.) f. Ceylanlar. Karacalar. |
ahva |
(C.: Huvve) Kararmış nesne. |
ahval |
(Hâl. C.) Dayılar. Annenin erkek kardeşleri. ◊ Haller. Vaziyetler. Oluşlar. |
ahvas |
(C.: Ehâvis, Huves) Bir gözü birinden küçük olan. |
ahvat |
(Uht. C.) Kız kardeşler. ◊ En ihtiyatlı, tedbirli. |
ahveb |
Asi, günahkâr. |
ahvec |
En muhtaç, pek çok ihtiyacı olan. |
ahved |
Çok değişen. |
ahvef |
En korkak. * Çok korkunç. |
ahvel |
Bir şeyi çift gören, şaşı. |
ahver |
Akıllı. * İri gözlü güzel. * Müşteri yıldızı. (Jüpiter) * Beyaz yüzlü, güzel gözlü adam. |
ahverî |
Yumuşak, beyaz nesne. |
ahves |
Cesur, kahraman, yiğit, şecaatli, bahadır. ◊ Karnı sarkık kişi. (Müe: Havsâ) |
ahvezi |
Cem'edici, toplayıcı. * Her işi insanlar arasında halleden. ◊ Yeyni, hafif. * Tez, seri. |
ahyâ |
(Hayy. C.) Diri olanlar. Hay olanlar. Canlılar. |
ahyâ vü emvât |
Diriler ve ölüler. |
ahyal |
(Hayl. C.): Atlar, at sürüleri. Atlı kıtalar. |
ahyan |
(Hin. C.) Arasıra. Vakit vakit. Vakitler. Zamanlar. |
ahyanen |
(İhyânen) Zaman zaman, arasıra. Kâh kâh. |
ahyar |
Hayırlılar. * Dostlar. * İyilik sevenler. (Eşrar'ın zıddı) |
ahyaz |
(Hayiz. C.) Odalar, bölmeler, bölümler. |
ahyef |
Bir gözü gök, diğer gözü siyah olan. |
ahyus |
Ekseriyetle su kenarında biten bir ot. |
ahz |
Alma. * Tutma. * Kabul etme. * İşkence etme. |
ahz ü girift |
Ele geçirme, yakalama. * Esir alma. |
ahz u itâ |
Alışveriş. |
ahz u kabul |
Alıp kabul etmek. |
ahz ü kabz |
Kendine mal etme. |
ahza |
Çok alçak, menfur kişi. Nefret edilmiş olan kimse. |
ahzab |
(Hizb. C.) Hizbler, bölükler, kısımlar, gruplar. * Toprağı katı yer. * Kur'ânın kısımları. Hizbleri. |
ahzab suresi |
Kur'ân-ı Kerimde otuzüçüncü surenin adı olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. |
ahzad |
Eğrilip bükülen, esnek. |
ahzan |
(Hüzn. C.) Hüzünler, kederler, sıkıntılar, tasalar, gamlar. |
ahzar |
(Hazer. C.) Endişeler, ihtiyatlar. ◊ (Bak: Ahdar) |
ahzeka |
Bodur ve şişman adam. |
ahzel |
Beli kırılmış olan adam. ◊ Yüksek olmak, irtifa. |
ahzem |
İşini sıkı tutan, ihtiyatlı, tedbirli. * Yüksek yer. * Göğsü büyük. ◊ Erkek yılan. |
ahzen |
Çok hüzünlü kederli. En tasalı, daha gamlı. |
ahzer |
Devamlı gözünü kırpan adam. * Ufak gözlü olan kimse. |
ahzetmek |
Almak. Tasarrufuna dahil etmek. Tahsil etmek. |
aib |
(Bak: Ayib) |
aid |
Geri gelen, dönen. Râci. Dâir. * Bir kimse veya bir şeyle ilgili olan. * Hastayı ziyaret eden. |
aidat |
(Aide. C.) Gelirler, kazançlar. * Resim, vergi. İrad. Belirli sürelerde bir derneğe ödenmesi taahhüd edilen para. |
aide |
(C: Avâid - Aidat) Kâr, kazanç, fayda, gelir. |
aidiyyet |
Alâkalılık, ilgililik. Aid olma. Birine mahsus olma. |
aik |
(Aika ) Mâni'. Alıkoyan. Engel. Meşgale. Bir işten alıkoyup men ve sarfeden. |
aika |
(C. Avâik) Alıkoymaya ve te'hire sebep olan şey, mâni, engel. |
ail |
Ailesini geçindiren, idare eden. Kalabalık ailesi olan. Fakir. |
aile |
Erkeğin karısı. * Ev halkı. * Akraba. * Aynı işte olan, aynı gaye için çalışanların hepsi. |
aile-perver |
f. Evine düşkün, ailesine düşkün. |
ailevî |
Aile ile ilgili. |
ainne |
(İnan. C.): Dizginler. |
air |
Göz ağrısı. |
aiş |
Yaşıyan. * Rahat yaşıyan. |
aişe |
(Bak: Ayişe) |
aiz |
Karşılık olarak veren. * Karşılık olarak verilmiş olan. ◊ Yeni doğmuş deve yavrusu. |
aizze |
(Bak: Eizze) |
aj |
f. Dinlenme, rahat hâl, istirahat. |
ajan |
Fr. Bir şahsın, bir şirketin veya bir devletin bazı işlerini gören kimse. * Gizli vazifeli olan kişi. |
ajanda |
Akılda tutulması icab eden şeyleri not etmeye yarayan, takvim şeklinde tanzim edilmiş defter. |
ajans |
Fr. Her türlü havadisi toplayıp, ilgili mevkilere bildiren kuruluş. * Ticari bir teşekkülün kolu. |
ajeh |
f. Vücutta çıkan pürtüklü küçük ur. |
ajende |
f. Çamur. * Binalarda kullanılan harç. |
ajig |
f. Nefret, kin ve düşmanlık. |
ajih |
f. Kir, küf. * Çapak. |
ajine |
f. Değirmen taşı gibi maddeleri yontup düzelten demir alet. Dişengi. |
ajir |
f. Göl, havuz. * Kalabalık, izdiham. * Bağırma, feryât. * Çekingen. * Akıllı, uyanık. * Amâde, hazır. |
ajirak |
f. Gürültü, ses. Bağırış. |
ajüg |
f. Hurma lifi. * Ağaç budama. |
ajur |
Fr. Gözenek. Göz göz işlenmiş nakış. |
ak alem |
Osmanlılarda saltanat sancağı. |
ak anber |
Beyaz cins anber. |
ak'ak |
Saksağan. |
ak'aka |
Saksağan sesi. |
ak'am |
Burnu eğri. |
aka |
İran Türkleri 'ağa' yerine kullanırlar. |
akab |
Topuk. Ökçe. * Bir şeyin hemen arkası. * Bir şeyin gerisinde olan zaman veya mekan. |
akab-gir |
f. Peşe düşen, kovalıyan. |
akab-rev |
f. Arkadan gelen. Peşe düşmüş, arkaya takılmış. |
akabe |
(C.: Akabât) Bâdire. Sarp ve çıkılması müşkül yokuş. * Tehlikeli geçit. Dar ve iki tarafı pusu yeri olan boğaz. * Muhatara, tehlike. * Hastalığın veya başka bir halin en tehlikeli ve More… |
akabe biati |
Nübüvvetin 11. senesinde Mekke'nin haricindeki Akabe denilen yerde Medine ahalisinden bir cemaatın, Hz. Peygamber'le (A.S.M.) gürüşüp konuşarak İslâm'ı kabul ve tasdik More… |
akabinde |
Arkasından, hemen arkadan. Hemen ardından. |
akademi |
yun. Yüksek mekteb. * Âlimler, edebiyatçılar heyeti. * Eflatun'un vaktiyle talebesine ders verdiği yer. * Çıplak modelden yapılan insan resmi. * Belli bir ilmin gelişme ve ilerlemesini More… |
akağa |
Osmanlı saraylarında hizmet gören beyaz hadımağası. |
akaid |
(Akide. C.) Akideler. İtikad olunan hakikatlar. İtikada dâir kaziye ve hükümler, esaslar.(Akaidî ve imanî hükümleri kavi ve sabit kılmakla meleke haline getiren, ancak ibadettir. Evet, More… |
akak |
(C.: Akâık ) Saksağan kuşu. ◊ Sıcak çok olmak. |
akakir |
(Akkar. C.) Tıb: İlaç yerine kullanılan nebâtî kökler. |
akala |
Bir çeşit pamuk. |
akalid |
Yoğurt. |
akalim |
(Ekalim) (İklim. C.) İklimler. * Dünyanın kıt'a ve memleketleri. |
akalit |
Yoğurt. |
akall |
(Ekall) Daha az. En az. |
akalliyet |
(Ekalliyet) Azlık. Azınlık. * Bir ülkede hâkim unsurların haricinde olan ve ekseriyet teşkil edemiyen insanlar. |
akam |
Çocuksuz, çocuğu olmayan, kısır. * Tedavisi kabil olmayan hastalık. ◊ Erkek ve dişi kısırlığı. ◊ Yük bağladıkları ip. ◊ (Bak: Ekkâm) |
akamet |
Neticesizlik. Kısırlık, sonu alınmama. |
akan |
Deve ayağını bağladıkları ip. |
akanyildiz |
Daha ziyade yaz geceleri gökyüzünde hızla geçip giden ışıklı iz, şahap. |
akar |
Köşk, yüksek bina. * Bâbil vilayetinde bir yer adı. * Dehşetli olmak. Yaralamak. Boğazlamak. * Korku ve dehşetten kişinin ayakları titreyip dövüşememesi. ◊ Zayi etme, kaybetme. More… |
akarat |
(Akar. C.) Gelir getiren yapılar ve mallar. |
akaret |
Kısırlık, kısır olma. |
akarib |
(Akreb. C.) Kuyruğunda zehiri bulunan bir hayvancık olan akrebler. ◊ (Bak: Ekarib) |
akas |
Çirkin kokulu olma. |
akasi |
(Aksa. C.) Çok uzaklar. |
akasir |
(Akser. C.) Pek kısalar. |
akat |
Evin ortası. Evin çevresi, etrafı. ◊ Çukur yer. |
akavil |
(Bak: Ekavil) |
akb |
Sakalın kaba ve sık olması. |
akbeh |
(Kabih. den) En çirkin. Çok kabih. |
akbel |
Eğri gözlü. * Kabiliyetli kimse. * En çok beğenilen |
akbenek |
Gözün saydam tabakasında bir yara veya çıbandan kalan ve görmeyi yavaş yavaş azaltan beyaz benek. |
akbiye |
(Kubâ. C.) Kaftanlar, üste giyilen elbiseler. |
akça |
(Akçe) Beyaz, oldukça beyaz. * Para. * Eskiden para ölçüsü olarak kullanılan küçük gümüş sikke. |
akciğer |
Göğüs boşluğunu dolduran ve solunmağa yarayan bir organ. Ree. |
akd |
Anlaşma. Sözleşme. * Düğümleme. Düğümlenme. Bağ bağlama. Bağlanma.* Huk.:Nikâh, hibe, vasiyet, bey' u şirâ gibi şer'î bir muameleyi iki tarafın iltizam ve taahhüd etmeleridir, icab More… |
akdam |
(Kadem. C.) Ayaklar, kademler. |
akdar |
Değerler. Kudretler. |
akdem |
Daha önce. Daha ileri. Daha mühim. |
akdemîn (akdemûn) |
Daha evvelce yaşamış olanlar. Geçmişler. İleride ve daha mühim kimseler. * Eksikler. (Bak: Kudemâ) |
akder |
En kudretli. * Kısa boylu. |
akderi |
Eski zamanda kağıt yerine kullanılan ve üzerine yazı yazılan deri. |
akdes |
En kudsi. En mübarek. |
akdiyye |
Mafsallarda bulunan yumru ve düğüm. |
akem |
Vergisi olmayan emlâk. Türbe, cami, köprü, çeşme gibi. |
aker |
Zeytinyağı tortusu. |
akerker |
Kuvvetli arslan. * Yoğurt. |
akese |
f. Ökse. * Bir şeye ilişmiş, asılmış. |
akevka' |
Kısa boylu. |
akf |
Hapsetmek. Vakfetmek. ◊ Eğmek, meylettirmek. |
akfa |
(Kafâ. C.) Başın arka kısımları. Enseler. |
akfal |
(Kufl. C.) Kilitler. Kapı kilitleri. |
akfar |
(Kafr. C.) Sahralar, çöller. |
akfas |
(Kafas. C.) Hamal küfeleri. * Kafesler. |
akfen |
Kulağı küçük ve kalın olan. |
akfer |
Çok kısır, en kısır. * İki ön ayakları dirseğine kadar beyaz olan at |
akhaf |
(Kıhf. C.) Ağaç kaplar, ağaçtan yapılmış kaplar. * Kafa tasları. |
akheb |
Rengi bozrak olan ak nesne. |
akheban |
Fil, câmus. |
akher |
En kahredici, çok kahreden. |
aki |
(Akk. dan) İsyan eden, başkaldıran, âsi. |
âkib |
Kendisinden sonra peygamber gelmeyen Hz. Hâtem-ül Enbiyâ Peygamberimiz Resul-ü Ekrem (A.S.M.) * Bir diğerinin arkasından gelen. ◊ Çok fazla. |
akîb |
Bir şeyin ardından gelen. Arkası sıra giden. |
akib |
Ayağın ökçesi. Adamın evlâdı, evlâdının evlâdı. |
âkibe(t) |
Bir şeyin sonu. Nihayet. Netice, sonuç. |
âkibet-bin |
f. İleri görüşlü. Sonunu evvelden gören. |
âkibet-binî |
f. Tedbirlilik, neticeyi önceden görüp düşünme. |
âkibet-endiş |
f. Geleceği için endişe eden. İstikbâlini düşünen. Akibetini düşünen. |
âkid |
Kuyunun çevresi, etrafı. |
akid |
Aralarında akid yapanlardan her birisi. (Bak: Akd) |
akide |
İnanılan ve itikad edilen esas. İmân. * Bir nevi şeker adı. |
âkideyn |
Huk: Her akidde anlaşmayı yapan her iki taraf. |
âkif |
Devamlı ibadetle meşgul olan. * Bir şeyde sebat eden. * Teveccüh, yönelme. |
akifan |
Uzun ayaklı karınca. * Araptan bir kabile adı. |
akik |
Meşhur ve kıymetli, ekseriya kırmızı renkte olan ve yüzük gibi şeylere takılan taş. * Hicaz vilâyetinde bir vâdi. * Yolunu yaran gür su. ◊ Bunaltıcı sıcaklık. |
akika |
Yeni doğan bir çocuğun başındaki ana tüyü. Yahut böyle bir çocuk için Cenab-ı Hakk'a şükür niyetiyle kesilen kurbanın adı. Bu kurbana 'Nesike' de denir. |
akil |
(Bak: Akl) |
âkil(e) |
Uyanık. Aklı başında. Tedbirli. Düşüncesi sağlam. Huşyâr. ◊ (Ekl. den) Ekl eden, yiyen. Yiyici. |
akil-füruş |
f. Akıl satan, daha akıllı olduğunu göstermeğe çalışan. |
âkilâne |
f. Akıllı kimseye yakışır surette, akıl ve idrakle. |
âkilât |
Akıllı kadınlar. |
âkile |
(C.: Avakil) Baba tarafından olan akraba.* Baş tarayıcı kadın. ◊ Yenirce adı verilen yara. |
akîle |
(C.: Akayil) Baba tarafından akraba. * Her şeyin en iyisi. |
akilsuz |
f. Aklı yandıran, aklı gideren. |
akîm |
Neticesiz, sonu yok. Beyhude. * Yağmur getirmeyen rüzgar. * Çocuğu olmayan, kısır. Doğurmayan (kadın), doğurtmayan (erkek). |
akim |
(C.: Akâm-Ukum) İçinde giyecek olan büyük çuval. |
akinci |
Keşif, yağma ve tahrib kasdıyla ecnebi memleketlere akın yapan kişi. Akıncılık, Osman Bey zamanında başlamıştır. |
akinti |
Bir sıvı cismin mütemadiyen hareketi, akış. * Nehir veya deniz suyunun bir tarafa doğru cereyanı. * Bazı hastalıklarda vücuttaki bir delikten cerahat akması. |
akir |
Yaralanmış, cerih. |
âkir(e) |
Kısır, verimsiz, kumlu toprak. * Çocuksuz kadın. * Oğlu veya kızı olmayan erkek. * Yaralayan, yaralayıcı. |
akire |
Ses, sedâ, savt. |
âkis |
Pis kokulu. |
akis |
'(Aks) Bir şeyin zıddı, simetriği, tersi. * Hareketli bir cismin hareketinin tersine dönmesi. * Bir şeyin evvelinin âhirine, âhirinin evveline dönmesi. * Çarpışma, çarpıp geri dönme. * More… |
akisa |
(C.: İkâs) Saç örgüsü. |
akise |
Çok fazla deve. * Karanlık gece. ◊ Işığı aksettiren âlet. |
akk |
(C.: Ukuk) Serkeşlik. Anaya, babaya itaatsizlik. * Yarmak. * (Koyun) kuzularken ölmek. ◊ Serkeş, inadçı. |
akkâl |
Çok yiyen, obur. * Tıb: Etrafındaki etleri çürütüp mahveden (yara). |
akkâm |
Deve kiralayıcısı, deve ile ücret karşılığında eşya taşıyan adam. * Hacca Surre-i Hümayun ile birlikte giden hademe. * Çadır mehteri. |
akkor |
(Bak: Nâr-ı beyza) |
akkub |
Devenin çok yediği yassı yapraklı bir dikenli ot. |
akl |
(Akıl) Men'etmek. * Sığınacak yer. * Kırmızı mihfe örtüsü. * Diyet. ◊ Sürmek. * Ölmek. * İp ile bağlamak. |
akla' |
Eli kesik. |
aklah |
Sarı dişli. |
aklam |
(Kalem. C.) Kalemler. Oklar. Yayla atılan eski zaman silahlarından biri. |
aklan |
(Bak: Mâile) |
akleb |
Sarkık dudaklı. |
akled |
Yoğurt. |
aklen |
Akıl ile. Akıl yolu ile. |
aklen ve naklen |
Akıl ve haberlerin nakline göre. Akıl ve nakil yolu ile. |
aklet |
Yoğurt. |
aklî |
Akıl ile bilinen veya bulunan şey. Akla mensub. Akla dâir ve müteallik. |
akliyye |
Akılcılık. Akıl ile anlaşılan ve bulunan. Akıl hastalıkları. |
akm |
Kısırlık. |
akmadde |
'Anatomi: Omuriliğin dış; beynin iç tabakasını meydana getiren sinir lifleri. Beyin hücrelerinin çoğunu, akmadde teşkil eder.' |
akmar |
(Kamer. C.) Aylar. Yıldızlar. |
akmed |
Ensesi uzun ve kalın olan kimse. * Uzun boylu. |
akmer |
Ay gibi beyaz (yüz). Akça şey. |
akmî |
Yıpranmış, eskimiş. * Anlaşılmaz. |
akmise |
(Kamis. C.) Gömlekler. |
akmişe |
(Kumaş. C.) Kumaşlar, dokumalar. |
akmus |
Eşek, hımar. |
akna |
İnce, yumru burunlu kimse. |
akna' |
En çok kanaat getiren, en mukni'. |
aknan |
(Kınn. C.) Kullar, köleler. |
akonitin |
Fr. Kurtboğan denilen bir bitkiden çıkan zehirleyici bir madde. |
akont |
Fr. Sonradan hesaplaşmak üzere bir borç veya kazanç hissesinden alacaklıya yapılan ödeme. |
akra' |
Başı kel olan. * Saçları dökülmüş olan. * Çıplak dağ. ◊ (Kara. C.) Sırtlar, arkalar. |
akraba |
Aralarında soyca, nesebce yakınlık olanlar. Yakınlar. |
akrad |
Emir, bey. |
akrah |
Alnının ortasında akçe kadar beyaz yeri olan at. |
akran |
(Karin. C.) Birbirlerine derece, sınıf, liyâkat ciheti ile benzeyenler. Mümâsil. Emsal. |
akras |
(Kurs. C.) Yuvarlaklar, daireler, çemberler. |
akrat |
Kaşları olmayan. |
akre' |
Çok lâtif ve pek güzel Kur'an okuyan. |
akreb |
Zehirli ve tehlikeli küçük hayvancık. * Saatin kısa ibresi. * Semâda bir burç ismi. ◊ En yakın. Daha yakın. Ziyade yakın. |
akrebe |
Dişi akrep. * Çevik ve zeki cariye. * Ayakkabı bağcığı. * Kazan, tencere gibi eşyaları ateş üzerine asmağa yarayan 'S' şeklindeki kanca. |
akrebek |
f. Küçük akrep. Saatin kısa olan ibresi. |
akrebiyyet |
Daha yakın oluş. * Cenab-ı Hakkın insana olan yakınlığı. (Bak: Kurbiyet) |
akref |
Anası Arabdan babası başka milletten olan kimse. |
akren |
Kaşı çatık olan adam. |
akres |
Bir çeşit tuzlu veya ekşi ottur ve 'devenin yemişidir.' |
akreşe |
Dişi tavşan. |
akret |
Deve sürüsü. (50 ile 100 arası) * Dil dibi. ◊ Kısırlık. |
akriba |
(Bak: Akraba) |
akriha |
(Karah. C.) Temiz su. * Ağaçsız yer, ağacı olmayan tarla. |
akromatopsi |
Tıb: Renk körlüğü. |
akropol |
yun. Eski Yunan şehirlerinde içinde saray ve tapınakların bulunduğu müstahkem tepe. |
akrostiş |
yun. Edb: Mısraların ilk harfleri yukarıdan aşağıya doğru okununca manalı bir kelime veya has isim çıkacak şekilde düzenlenmiş manzume. |
akrüb |
(Karib. C.) Sandallar. |
akruban |
Erkek akrep. |
aks |
(C.: Ukus) Hilâf, muhâlif, zıd, ters. * Gölge gibi şeylerin bir yerde eser peydâ etmesi. Sesin veya ışık gibi şeylerin bir yere çarparak geri dönmesi. * Döndürmek. * Bir şeyin evvelini ahir More… |
aks-endaz |
f. Çarpıp duran. |
aksa |
En uzak. En son. Kusvâ. Nihayet. Irak. |
aksa' |
Boynuzu arka tarafına kaymış olan koyun. |
aksab |
(Kusb. C.) Kalın bağırsaklar. |
aksad |
Kırık şey. |
aksakal |
Köy ihtiyarı. Köy ihtiyar heyetinin başı.Muhtar. |
aksam |
Dişi yarısından ufanmış. * Boynuzsuz davar. ◊ (Kısım. C.) Kısımlar. Bölümler. Parçalar. |
aksar |
(Akser) Daha kısa. Pek kısa. En kısa. |
akşar |
(Akşın) Doğuştan derisi, kılları beyaz olan insan veya hayvan. |
aksat |
Çok doğru olan şey. Ayakları kuru olan hayvan. ◊ (Kıst. C.) Hisseler. Nasibler. |
aksata |
(Bak: Ahz u ita) |
aksay |
Çok uzak. |
akser |
(Kasir. den) (C: Akasır) En kısa, çok kısa. |
akşer |
Kızıl çehreli, kırmızı yüzlü adam. |
akset |
Ahsen, en güzel. AKSÎ: İnatçı. * Geçimsiz, huysuz. Uğursuz. * Ters, zıd. |
akşet |
(C.: Kuşut) Burun kamışı çökük ve yassı olan. |
aksiyon |
Fr. Şirket ve ticaret hissesi. * Kuvvet ve enerjinin dışa ve fiile çıkması. |
akson |
yun.Tıb: Sinir hücrelerinden çıkan uzantıların en önemlisi. |
aksu |
t. Gözlerde görülen bir hastalık. |
aksülamel |
(Bak: Aks-ül amel) |
aksülümen |
Kim. Klor ile civadan mürekkeb zehirleyici te'siri fazla olan bir tuz. |
akta' |
Kesmeler, kırılmalar. * Beylik araziler. * Alâkasızlıklar. ◊ Eli kesik olan adam. |
aktaan |
Kalem, seyf. |
aktab |
(Kutb. C.) Kutublar. Hak tarikatların reisleri, şahları. |
aktan |
(Kutn. C.) Pamuklar. |
aktar |
(Kutr. C.) Kuturlar. Çaplar. Dâirenin merkezinden geçen doğru hatlar. * Her taraf. * Güzel kokulu yağlar vesaire satan adam. Güzel kokular tâciri. * Ecza, ilâç satan adam. * Mahalle More… |
aktâr-i âlem |
Her taraf. Alemin dört bucağı. Alemin her yeri. |
aktivizm |
Hakikatin, düşüncede kalmasından ziyade, hayat ve fiile intikalini ve bütün ilimlerin, cemiyetin gelişmesine hizmet etmesini isteyen ve böylece iradenin faaliyet ve tesirliliğini açıklayan More… |
aktör |
Fr. Tiyatroda erkek oyuncu. |
aktris |
Tiyatroda kadın oyuncu. |
aktüalite |
Fr. Bugünkü hâdise veya mevzu. Günlük hâdiseler. |
aktüel |
Fr. Bugünkü, şimdiki. |
aku |
f. Baykuş, puhu. |
akub |
Toz. |
akuk |
(Bak: Ukuk) |
akul |
İshalden kurtaran bir ilâç. |
akum |
İyileşmez yara. Kısırlık. * Zahmet. |
akümülatör |
Fr. Fiz: Elektrik enejisini depo eden cihaz. |
akur |
Yaralıyan, ısıran köpek. Kuduz, azgın köpek. * Çok şerir, kötü kimse. |
akurâne |
f. Kuduzcasına, kudurmuşcasına, saldırırcasına. |
akustik |
Fr. Sese ait.Ses mevzuu. Kapalı yerde ses dağılma sistemi. |
akva |
Daha kuvvetli. En kuvvetli. (Bak: Ekva) |
akva' |
Kuyruğu beyaz, gövdesi siyah olan dişi koyun. |
akval |
(Kavl. C.) Sözler, kaviller. |
akval-i hakîmâne |
f. Hikmet sahiblerine yakışır sözler. |
akvam |
(Kavim. C.) Kavimler. Milletler. Toplumlar. |
akvarel |
Sulu boya resim. |
akvaryum |
Lat. Su hayvanlarını veya bitkilerini besleyebilecek tarzda yapılmış camdan su kabı. |
akvas |
(Kavs. C.) Kavisler, yaylar. * Virajlar, büklümler. |
akvat |
(Kut. C.) Yiyecekler, azıklar. |
akvaz |
(Kavz. C.) Kum tepeleri. |
akve |
Evin önündeki açıklık, meydanlık. Avlu. |
akved |
Uzun boyunlu. |
akvem |
Daha doğru. En doğrru. |
akverin (akveriyat) |
Büyük belâlar, musibetler, âfetler. |
akves |
Sıkıntılı an. * İhtiyarlıktan beli bükülmüş kimse. Kamburu çıkmış ihtiyar kişi. |
akvet |
Evin ortası. Evin çevresi. ◊ (C.: Ukâ) Hallaç masurası. |
akviya |
(Kavi. C.) Sağlam ve güçlü olanlar. Kuvvetliler. |
aky |
Koyu olan ve birbiri üstüne sağılmış olan koyun sütü. |
akya |
Lüfer azmanı denilen iri cins bir balık. |
akyuvar |
(Bak: Küreyvât-ı beyzâ) |
akz |
Atâ, bahşiş. |
akza |
Kadılıkta ve fıkıh ilminde daha ileri, daha bilgili. |
akzef |
Çok iftira atan. Çok kazifte bulunan. (Bak: Ekzef) |
akzel |
'Çok aksak; pek fazla topal.' |
akzem |
Zayıf. |
akzer |
Necis ve murdar nesne. |
akziye |
(Kaza. C.) Hükümler. Kararlar. * Tam cümleler. |
âl |
Sülâle, soy, hânedan. Akrabâ ve taallukat. * Yaz sıcaklarında su gibi görünen serap. * Hile, tuzak. ◊ Yüksek. Âlî. Yüce. Bülend. |
alâ |
'Gr:Arabçada harf-i cerdir. Buna isim diyen de olmuştur. Müteaddit mâna ile kelimenin başına getirilir; manevî istilâ ve tefevvuk bildirmek için ekseriyâ mecrurunu istilaya delâlet More… |
ala |
İtl. İtalyancadan gelen tabirlerin başında bulunup (usulünce, tarzında) manasını ifade eder. Meselâ: Alaturka - Türk tarzında gibi. ◊ Bahşişler. Lütuflar. Nimetler. İhsanlar. |
alâ hide |
Tek başına, münferiden, ayrıca. |
alabalik |
t. Akıntısı sert olan soğuk ve tatlı sularda bulunan bir cins leziz balık. |
alabanda |
İtl. Gemilerde dümeni tam sancağa veya iskeleye kırma, yahut geminin bir tarafındaki toplara ateş etme kumandası. * Mc:Şiddetle kınama ve azarlama. |
alaca bayrak |
Tar: Ondördüncü Yeniçeri Bölüğüne verilen ad. |
alaf |
(Elf. C.) Binler. |
alafranga |
İtl. Frenk tarzında olan, Fransız usulü. |
alaik |
(Alayık) Münâsebetler. Alâkalar. Mânialar. |
alaim |
İzler. İşaretler, deliller. (Bak: Alamet) |
alak |
Kan. Kızıl veya koyu ve uyuşuk kan. * Yapışkan veya ilişken nesne. * Hayvanat. * Bir işe mülâzemet eylemek. * Husumet-i lâzime veya muhabbet-i lâzime. Aşk ve muhabbet eylemek. Bir işe More… |
alak suresi |
Kur'an-ı Kerim'in doksanaltıncı suresinin adıdır. İkra' Suresi de denilir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur. |
alâka |
İlişik, rabıta, merbutiyet. * Gönül bağlama, sevgi, münasebet, taalluk, irtibat, mâlikiyet. Tasarruf. Müdâhale hakkı. Hisse. * Edb: Bir kelimenin hakiki mânâsından mecâzi mânâsına More… |
alaka |
Kan pıhtısı. Uyuşuk kan. |
alâkabahş |
f. İlgi uyandıran. Alâka uyandıran. |
alâkadar |
Alâkalı, münâsebetdar. |
alam |
(Elem. C.) Elemler. Kederler. Üzüntüler. |
âlâm u askam |
Kederler ve hastalıklar. |
alamana |
İtl. Küçük odun gemisi. * Büyük balıkçı kayığı. * Büyük balıkçı kayıklarına mahsus büyük ağ, ığrıp. |
alâmat |
(Alâmet. C.) İzler, nişanlar, alâmetler, işâretler. |
alamat |
Uzun ince bir cins balık. (Hint denizinde çok olur ve yılana benzer.) |
alâmet |
İz, nişân, işâret. |
alan |
Orman içinde açıklık, meydan. |
alânî |
Açıkta, meydanda, herkesin gözü önünde. |
alâniyeten |
Herkesin önünde, açıkça, alânen. |
alarga |
İtl. Açık deniz, engin. |
alarm |
Fr. Tehlike anında herkesi haberdar etmek için verilen işaret. |
alas |
Odun kömürü. |
alaşim |
Madenlerin eriyerek birleşmesi sonunda meydana gelen madde, halita. |
âlât |
(Âlet. C.) Vasıtalar. Âletler. |
alaturka |
İtl. Türkvari, Türk usulü, Osmanlı usulü. |
alavere |
Vapurlara kömür vermek için bordaya kurulan kademeli iskele. * Tulumbanın basıp emme suretiyle işlemesi. * Herc ü merc. Karışıklık, kargaşalık. * Bir şeyin elden ele verilerek veya atılarak More… |
alavî |
(İlâve. C.) İlâveler, ekler. |
alay |
(Ask.) 3-4 tabur piyade veya5 bölük süvari askerinden mürekkep kuvvet. * Debdebe ve gösterişle yapılan tören, geçit resmi. * Cemaat, topluluk, güruh, kalabalık, fevç. * Fazla miktar, More… |
alay emini |
Osmanlı İmparatorluğu zamanında bir alay askerin hesap işlerine bakan subay ki, binbaşıdan alt derecededir. |
alay imami |
Osmanlı İmparatorluğu zamanında bir alay askere imamlık vazifesini yapan subay. |
alaybozan |
Eskiden kullanılmış olan bir çeşit fitilli tüfek. |
alaye |
Yüksek yer, yükseklik. |
alayiş |
f. Bulaşıklık, bulaşma. * Debdebe, tantana, gösteriş. |
alaz |
Alev. |
alb |
Yiğit, kahraman, bahadır, cesur gibi manalara gelen bir sıfattır. ◊ (C.: Ulub) Eser. * Yaşlı keler. |
albasti |
Ateşli bir lohusalık hastalığı, lohusa humması. |
albatr |
f. Yumuşak ve beyaz bir çeşit mermer, kaymak taşı. |
albay |
Yarbay ile tuğgeneral arasındaki askeri rütbede olan üstsubay. |
albora |
İtl. (Denizcilik) Serenlerin, direklerin üzerine kaldırılıp bağlanması. * Floka küreklerinin, selâmlamak için yukarı kaldırılması. * Dalyanlarda ağın yukarı alınması ile balığın toplanması. More… |
albüm |
Lât. Fotoğraf resimlerini veya sair resim, şekil ve hatıraları içine alan defter veya kitap. |
albümin |
Fr. Tıb:Nebat ve hayvanların etli ve sulu kısımlarında bulunan karbon, oksijen, azot, hidrojen ve kükürt bileşiği gıdalı madde. |
alc |
(C.: Uluc) Yaramaz huylu kişi. |
alcem |
Uzun boylu, uzun. |
alçi |
Sağlam harç yapmada kullanılan beyaz toz, cibs. |
alcün |
Ahmak kadın. * Semiz dişi deve. |
ald |
Boyun siniri. |
aldehit |
Lât. Kim: Alkol veya asitlerden elde edilen kimyevi bir sıvı. |
âle |
Güneş, yağmur gibi etkenlerden korunmak için yapılmış barınak. * Fakirlik. ◊ f. İlaç için kullanılan ve 'Hint Sünbülü' adı verilen çiçek. ◊ (C.: Al) Harbe. |
alebat |
Yemek kapları, çanaklar. |
alebe |
(C. Alebât) Yemek kabı, çanak. |
alef |
(C. A'lâf - Ulufe) Saman, ot, yulaf. * Hayvan yemi. ◊ Cana yakın. |
alef resmi |
Hayvanların yedikleri saman ve otlardan alınan vergi. |
âlek |
f. İlaç için kullanılan ve 'Hint Sünbülü' adı verilen bir çiçek. |
alek |
Sülük. * Kan pıhtısı. |
aleka |
(C.: Alekat) Yapışkan balçık, çamur. * Kan pıhtısı. * Uyuşmuş kan. * Sülük. |
aleksi |
yun.Tıb: Okuma kabiliyetinin kaybedilmesi. |
alel |
İkinci defada içmek. |
âlem |
Bütün cihan. Kâinat. * Dünya. * Her şey. * Cemaat. * Halk. * Cemiyet. Dehr. * Hususi hal ve keyfiyet. * Bir güneş ile ona tâbi olan ve etrafında devreden seyyarelerin teşkil ettiği dâire. More… |
alem |
Bayrak. * Nişan, işâret. * Özel isim. * Mc:Yüksek dağ. * Büyük âlim. * Üst dudakta olan yarık. |
âlem-efruz |
f. Âlemi parlatan, bütün âleme ışık saçan. |
âlem-penah |
f. Cihanın sığındığı (yer veya saha). |
âlem-suz |
f. Cihanı yakan. |
âlem-tab |
f. Dünyayı aydınlatan, cihanı parlatan. |
âlemane |
f. Dünya ile ilgili. Dünyevî. |
âlemârâ |
f. Dünyayı, âlemi süsleyen. |
alemdar |
Bayrağı veya sancağı taşıyan. Bayraktar, sancaktar. |
alemdarî |
Bayraktarlık. |
alemefraz |
Bayrak kaldıran, bayrak çeken. |
âlemeyn |
İki âlem. Dünya ve âhiret. |
âlemgir |
f. Bütün âleme yayılan, cihanı kaplayan, dünyayı zapteden. |
âlemî |
(C.: Âlemiyan) (Âlem. den) Dünyaya ait. İnsan. |
alemî |
(Alem. den) Has isimle alâkalı. Aleme aid. |
âlemîn |
(Bak: Âlemûn) |
âlemiyan |
(Âlemî. C.) Âleme mensub olanlar, insanlar. |
âlemnüma |
f. Dünyayı gösteren. |
âlempesend |
f. Bütün herkesin hoşuna gidip beğendiği şey. |
âlemşümul |
Bütün dünyayı alâkadar eden, dünyayı kaplayan ve her yerde tanınmış olan. |
âlemûn (âlemîn) |
(Âlem. C.) Âlemler. |
alen |
Aşikâr, apaçık, meydanda olma. |
alenda |
(C. Alânid) Çok sağlam nesne. |
alendat |
Katı, sağlam nesne. ◊ Kuvvetli deve. |
alenen |
Gizli olmayarak, açıktan. |
aleng |
f. Hücum eden asker. * Siper, istihkâm. |
aleni |
Açık olarak, meydanda. Gizli olmayarak. |
aleniyye |
Açık, aleni, göz önünde. |
aleniyyet |
Göz önünde olma. |
alenked |
Çok sağlam nesne. |
ales |
Bir cins buğday ki bir kabuk içinde iki tane olur. * Buğday arasında biten çavdar ve mercimek. * Büyük kene. * Bir nevi karınca. * Katı, sağlam nesne. ◊ Şiddetli kıtal. |
âlet |
Bir işte veya bir san'atta kullanılan vasıta. Bir makinayı vücuda getiren ve işlemesine yardım eden parçalardan her biri. * Sebeb, vesile, vesâit. * Edevat. Avadanlık. ◊ More… |
alettafsil |
Uzun uzadıya, mufassal olarak. |
alettahkik |
(Ale-t-tahkik) Hakikat üzere, kat'i surette. Besbelli. |
alettahmin |
Aşağı yukarı, tahminen. |
alettahsis |
Hususi olarak, bilhassa, hele, en çok. |
alettedric |
Azar azar. |
alettertib |
Tertibli olarak, sırasıyla. |
alettevali |
Arası kesilmeksizin, birbiri ardınca, arka arkaya. |
alev |
Ateşten çıkan parlak ve yanar hava. * Mızrak ucuna takılan küçük bayrak, flama. |
alev-gir |
f. Alevlenmiş. |
alev-hiz |
f. Parlayan, alevlenen. |
alev-keş |
f. Alevden fırlayan. |
alev-riz |
f. Alevlenen, alev saçan. |
alevî |
Hz. Ali'ye mensub olan. Hz. Ali'ye âit ve müteallik. (Bak: şia) |
aleyh |
(Aleyhi - Aleyhâ) (Alâ edatının zamirle birleştiği zamanki şekli.) Aleyhinde, onun hakkında, onun üzerine. |
aleyhdar |
Muhalif olan. Aynı fikirde olmayan. Zıt olan. |
aleyhim, aleyhima |
Aleyh edatının cemi ve tesniye şekilleri. |
aleyhissalatü vesselam |
Salât ve Selâm onun üzerine olsun, meâlinde Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) ismini duyunca söylenmesi sünnet olan bir duâdır. |
aleyke |
Senin üzerine, sana. |
aleyküm |
Sizin üzerinize, size. |
aleyna |
Bizim üzerimize, bizim hakkımızda. Bize. |
alfabe |
Fr. Bir lisandaki sesleri gösteren harflerin, belli bir sıraya göre dizilmiş takımı. * Okuyup yazmayı yeni öğrenecekler için başlangıç kitabı. * Bir işin başlangıcı. |
alfabetik |
Fr. Alfabe sırasına göre dizilmiş. |
algi |
(İdrak) İnsanın kendi varlığından veya çevresinden aldığı uyarımların, zihinde yorumlanması, mânalandırılması. Doğru idrak gibi yanlış idrak da olabilir. Yanlış idrak göz yanılması yâhut More… |
algun |
f. Kırmızı renginde, koyu ve parlak pembe. |
alh |
Akıl gitmek. * Tembel olmak. |
alhan |
Deve kuşunun erkeği. * Karnı çok aç kişi. |
alhece |
Demiri ateşte kızdırıp yumuşatmak. |
âli |
Büyük, yüksek, şerif, celil, aziz olan. |
ali |
Üstün. Yüce. Çok büyük. Meşhur. Necib. |
âli baht |
f. Talihli, şanslı, bahtlı. |
âli-cenab |
f. İyilik sahibi, yüksek ahlâklı. Cömerd. Büyük zat. |
âlî-tebar |
f. Sülâlesi temiz ve soyu yüce olan. |
âlic |
İki hörgüçlü büyük deve. Yumuşak nesne. * Kırda bir kumlu yer.* Alcân dedikleri otu yiyen deve. |
âlicah |
(Ali-câh) f. Mevkii yüksek. Yüce mevkide bulunan. |
âlih |
'(C.: Alihât) Mabud; tapınılan, ibadet edilen şey.' ◊ Deve kuşunun dişisi. * Hafif mizaçlı. |
âlihe |
(İlah. C.) Bâtıl ilâhlar. (Bak: İlâhe) |
alîk |
Hayvana bir defada verilen yem. * Asılan torba. |
alika |
İçine birşey koyacak torba. * Yem. |
alîl |
Hasta. İlletli. |
âlim |
Bilen, bilgili. * Çok şey bilen. * Çok okumuş, bilgiç. * İlim ile uğraşan. Hoca. |
alîm |
Bilen. İlmi, ebedi ve ezeli olan Cenab-ı Hak. |
alim |
Üzüntülü, kederli, ıztırab çeken. |
âliman |
f. (Alim. C.) Alimler. |
âlimâne |
f. Alimlere yakışır surette. Bilenlere yakışır şekilde. |
alîn |
Aleni, açık. |
alivre |
Elde edildiği vakit teslim edilmek üzere, bir mahsul üzerine önceden yapılan satış. |
âliye |
Yüksek, yüce. Şerif ve aziz olan. * Necid ve Hicaz ülkesi. * (C.: Avali) Süngü başı. |
aliyy |
Necip, büyük, yüksek, meşhur, namdar, ünlü. |
âliyye |
Âlete mensup. Âletle alâkalı. * (C.: Alâyâ) Yemin etmek. |
alizarin |
Fr. Eskiden kök boyası denilen bitkiden çıkarılırken, şimdi kimya usulleriyle hazırlanan boya maddesi. |
alize |
Fr. Tropikal bölge denizlerinde sürekli olarak esen rüzgârın adı. |
alizende |
f. Çifteli at. |
alkam |
Acı salatalık, hıyar. |
alkame |
Acılık, acı tat. Acı hıyar. |
alkiş |
Tar: Padişahlarla vezirlerin kadirlerini yükseltmek maksadıyla yapılan merasim hakkında kullanılan bir tabir. |
alkol |
Fr. Mayalanmış içkilerin damıtılmasıyla elde edilen sıvı madde. Sarhoş edici etkisi vardır. Alkollü içkiler hem beden sağlığına, hem de ruh sağlığına zararlıdır. Dinimizde her türlü alkollü More… |
allaf |
Yulaf satan kimse. |
allah |
İnsanı, dünyayı, kâinatı, görülen veya görülemeyen bütün varlıkların yaratıcısı. |
allak |
Sözünde durmaz. * Hilekâr, kendisine güvenilmesi doğru olmayan. ◊ Sakızcı. |
allâm |
En çok bilen, her şeyi hakkı ile bilen. (Cenâb-ı Hakka mahsus bir sıfat olup, başka mahluka denemez.) |
allâme |
Çok büyük alim. Meşhur olmuş büyük mütefekkir. Her ilimde ihtisas sahibi. |
allet |
Kişinin, avreti üstüne aldığı ikinci avret. * Üvey ana. |
allüsinasyon |
Fr. (Bak: Hallüsinasyon) |
alman |
Almanyalı, Cermen. |
almanak |
'Fr. Kitab biçiminde bir çeşit takvimdir. Senenin bölümlerinden başka bayram, yıldönümü gibi muayyen günleri gösterir; ayrıca astronomi, meteoroloji, istatistik bilgiler de verir.' More… |
alotropi |
Kimya bakımından bir değişiklik olmadığı halde bir cismin ayrı hususiyetler göstermesi hali. Meselâ: Kırmızı ve beyaz fosfor arasında, birleşim farkı yoktur. Buna rağmen renklerinin ayrı. |
alpaka |
Güney Amerika'da yaşayan ve büyüklüğü keçi ile deve arasında olan bir hayvan. * Bu hayvanın kılından mamul bir cins ince yünlü kumaş. |
als |
Karıştırmak. |
altays |
Düz, berrak, kaypak nesne. |
altbilinç |
(Bak: Şuuraltı) |
altin kozak |
Padişahlar tarafından yabancı hükümdarlara gönderilen nâme-i hümayunun konulduğu muhafaza. |
altipatlar |
Revolver denilen mükerrer ateşli, altı mermi alan tabanca. |
alu |
f. Erik, şeftali. * Tuğla fırını. |
alu-bâlu |
f. Vişne. |
alu-gürde |
f. Caneriği. |
alud |
(Alude) f. Karışmış, karışık, mülevves. Bulaşmış. |
alude-dâmân |
f. Eteği bulaşık, iffetsiz kadın. |
alude-gân |
f. (Alude. C.) Suçlular, kabahatliler. Bulaşıklar, bulaşmışlar. |
alude-gî |
f. Dalmış, garkolmuş. Bulaşıklık. |
alufe |
(Ulüf. C.) Hayvan yemi. |
alüfte |
f. Muhabbet ve sevgiden deli gibi. * Alışık, nâmus perdesi yırtık, iffetsiz kadın. Fâhişe. |
alüfte-gân |
f. (Alüfte. C.) Nâmus perdesi yırtık kadınlar. Fâhişeler. |
alügde |
f. Saldırıcı, şiddetle saldıran. |
aluk |
Arzu. * Kendi yavrusundan başka yavruyu emzirmek isteyip yine burnuyla koklayıp emzirmeyen deve. * Devenin otladığı ot. * Süt. |
alus |
f. Naz veya kırgınlık sebebiyle göz ucuyla bakmak. |
alusî |
f. Nazlanarak göz ucu ile bakan kimse. |
alüvyon |
Nehirlerin sürükleyerek taşıdığı toprak. |
alya |
Yüksek yer, yükseklik. * Gökyüzü. |
alyan |
Uzun, iri yarı kimse. |
alye |
Fakirlik. |
alyuvar |
(Bak: Küreyvât-ı hamra) |
alz |
(C.: Alzât) Sabırsızlık. * Hastaya ârız olan titremek. * Hafiflik. * Acele |
ama' |
Dağbaşlarında olan duman. |
âmâç |
f. Saban demiri. * Hedef, nişan tahtası. |
âmâç-gâh |
f. Nişan atılan yer, nişan yeri. Hedef mahalli. |
âmâde |
f. Hazırlanmış, hazır. |
âmâde-gî |
f. Hazırlık, âmâdelik. |
amah |
f. Şiş, kabarcık. |
amâim |
(İmâme. C.) Sarıklar, imâmeler. ◊ Dağınık cemaat. |
amâir |
(Amâyir) (İmâret. C.) İmâretler. Mâmur etmeler. * Sâlih fakirlerin veya kendisini idare edemiyen veya çalışamıyan talebe-i ulumun, fukarâ-i sâlihînin iâşesinin te'min edilmeleri. |
amak |
(Maak ve Mauk. C.) Göz pınarları. |
amaka |
Derinlik. * Iraklık. |
âmâl |
(Emel. C.) Emeller. Arzular. Gayeler. Dilekler. İstekler. |
amalika |
Çok eskiden Sina yarımadasında yaşadıkları sanılan ve gariplikleriyle şöhrete erişen bir kavim. |
amame |
Sarık. Ammâme. Başa sarılan ve sünnet-i seniyye olan kisve. (Bak: İmâme) |
aman |
(Emân) Emniyet. İmdat. Yardım dileği. Afv, ricâ, niyâz. * Sabırsızlıkla hiddet ve infiâl ifâdesi. * Tenbih, sakındırma. |
aman-name |
f. Bir şahsa iltimas yapması için, başka bir kimseye hitaben yazılan pusula, yazı. |
amar(e) |
f. Hesap. * Araştırma. * Tıb: Karında su toplanma hastalığı. |
amare |
(C.: İmâr) Fes gibi başa giyilen nesne. |
amare-gir |
f. Hesap işleriyle uğraşan kişi. Muhasebeci. |
amariyye |
Deveye konulan mıhfe. |
amas |
f. İnsan vücudunda meydana gelen sis ve kabarcık. ◊ şiddetli harp. * Zahmet, meşakkat. |
amase |
şiddet. * Zulmet. |
amatör |
Fr. Bir işi para kazanma maksadıyla değil de, zevk için yapan kimse. |
amay |
f. Süsleyen, dolduran mânasına gelir ve kelimelere eklenerek kullanılır. |
ambalaj |
Fr. Eşyayı taşınabilir bir hale koymak için sarma veya sandığa yerleştirme işi. |
ambargo |
Bir para veya malın kullanılması veya başka bir yere götürülmesi ya da bir geminin bulunduğu limandan ayrılması yasağı. |
amd |
Niyet, kasıt, istek, arzu. * Direk koymak. |
amden |
Kasten, bile bile. İsteyerek. |
ame |
f. Divit, yazı hokkası. ◊ Tereddüt. * Tenbellik. |
âmed |
f. (Mâzi fiili olup mastar gibi kullanılır). Gelmek, geliş, vürud eyleme. |
amed |
Sütunlar. * Birşeye devam üzere olma. * Mülâzemet etme. |
âmed ü reft |
Geliş-gidiş. |
âmed ü şüd |
'Varıp gelme. Gidiş geliş; geldi gitti.' |
âmede |
Gelmiş. Vürud eylemiş. |
âmede-gû |
f. Hazırcevap. Düşünmeden hemen güzel söz söyleyen kimse. |
âmedî |
f. Geliş. |
âmediye |
f. Gümrük vergisi. |
ameh |
Basiretsizlik. Tahayyür, tereddüt. Doğru ciheti bilmemek. |
amel |
İş. Çalışma. Bir emri veya vazifeyi yerine getirme. * Kâr, iş işleme. * Dini bir emri yerine getirme, tatbik etme. İtaat. İbâdet. |
amele |
(Âmil. C.) Âmiller. Amel edenler. * Irgat, işçi. |
amelehu |
Tarafından yapıldı. mânâsına gelir ve bir sanat eserinde san'atkârın imzasından önce yazılır. |
amelen |
Bilfiil, işleyerek, fiilen, çalışarak. |
amelî |
(Ameliyye) Amele mensup ve müteallik olan. Fiil olarak. İşlemek suretiyle. Pratik. Tecrübeli. |
ameliyyat |
Ameller. işler. * Bir bilginin iş olarak tatbiki. * Tıb: Operatörlük. Cerrahlık. |
amelles |
Kuvvetli adam. * Kurt. * Yavuz, çirkin at. |
amellet |
Sağlam, muhkem, katı nesne. |
amelmande |
f. İş yapmaz hâle gelmiş olan. Muattal. Battal. Çok yaşlı. Sakat veya hasta olup çalışamaz hâle gelmiş olan. |
amelnüvis |
f. Kasların çalışmasındaki değişiklikleri işaretleyen âlet. |
âmen |
Çok veya en emin ve güvenilir. |
amen |
Bir yerde mukim olmak, ikamet etmek. |
âmenna |
İnandık, öylece kabul ederiz, ona diyecek yok (meâlindedir.) |
âmentü |
İmân ettim demek olup Ehl-i Sünnet Mezhebi olan mü'minlerin iman esaslarını kısaca toplayan ifâdenin has ismidir. |
amer |
(Amr, ömr, imâret) Muammer eylemek. Çok zaman yaşayıp kalmak. Muammer olmak. |
ameş |
Gözü zayıf olan, gözü yaşlanıp durmadan akan. |
ameysel |
Arslan. * Şişman, büyük deve. * Kaftanını yere sürüyerek gezen tembel kimse. * Uzun kuyruklu geyik. * Enli nesne. * Kerim, şerif nesne. |
ami |
Senevî, yıllık. * Avamca. İleri gelenden olmayan. Câhil. Havassa âit olmayan. Avama âit ve müteallik. |
âmid |
Diyarbakır'ın önceki adı. |
amid |
Çok hasta. * Aşk hastası. * Başlıca nokta. * Önder, şef, komutan. Rehber. * Haraç alan kimse. |
amig(e) |
f. Karışık. * Hakikat. * Mc: Çiftleşme. |
amih |
Şaşkın, şaşırmış, şaşakalmış. |
amihte |
f. Karışmış, karışık. |
amihte-gî |
f. Karışmış olma. |
amije |
f. Şair. * Karışmış, karışık. |
amik |
Hicaz vilâyetinde ulu bir ağaç. |
amik(a) |
Dibi çok aşağıda, derin. * Mc: İnceden inceye pek ziyade araştırma ve düşünceden sonra anlaşılabilen derin ve ince mes'ele. |
âmil |
Yapan. İşleyen. *Sebep. * Vergi tahsiline memur kimse. * Mütevelli. * Vâli. *Gr: İraba te'sir eden yüz şeyden altmışı. (Yalnız ismi mecrur yapanlar yirmi adettir). |
amil |
Arzusu, isteği olan. |
âmile |
(C.: Avâmil) (Amel. den) Bacak, ayak. |
âmiletân |
İki ayak, çift bacak. |
amîm |
Herkese mahsus. Umuma âit. * (C.: Umem) Tam, tamam. |
âmin |
(Emn. den) Gönlü müsterih, kalbinde korku bulunmayan. * Emniyet ver. |
amin |
Yâ Rabbi! Öyle olsun, kabul eyle! (meâlinde olup, duânın sonunda söylenir). İncil'de iki yerde geçer. Tevrat'ta da geçer. İbranice ve Süryanicede de vardır. Hakikat, çok doğru, More… |
amin alayi |
Eskiden çocukların ilk okula başladığı gün yapılan merasim. |
amin-han |
(C.: Aminhânân) f. Amin diyen. |
âmine |
Emin olan. Kalbinde korku olmayan kadın. * Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın öz annesinin adı. Yirmi sene yaşamıştır. Hazret-i İbrahim Aleyhisselâmın dini üzere idi. More… |
aminen |
Emniyet ve huzur içinde, selâmetle, emin olarak. Sağlam olarak. |
amir |
Mâmur eden, harâbelikten kurtaran, şenlendiren. * İmâr olunmuş. * Devlete âit, mirî. ◊ Şen, mamur. |
âmir(e) |
Büyük me'mur. Emreden, iş gösteren. * Huk.:Bir kimseyi öldürmek veya bir uzvunu kesmek ve sakatlamak tehdidiyle bir filli yapmaya veya yapmamaya zorlayan ve bu tehdidi yapmaya muktedir More… |
amiral |
Emir-ül bahr, Emir-ül-mâ. Bahriye kumandanı, kaptan. Deniz generali. |
âmirane |
f. Emredercesine. Amir imiş gibi. * Emreden büyük kimseye yakışır şekilde. |
âmiriyyet |
Kumandanlık hâli. * Amir, emredici olmak. |
âmirz-kâr |
f. Bağışlayan, affeden Allah. * Affeden, bağışlayan. |
âmirziş |
f. Allah'ın afvetmesi, bağışlaması. * Bağışlama, afvetme. |
amis |
Sirkeyle ıslanmış çiğ et. |
amit |
(C.: Amâmit) Zarif, çeri, değerli kimse. ◊ Yünü, üstüne yumak edip sarmak. |
âmiyane |
f. Âdice. Bayağıca. Cahillere yakışır surette. |
âmiyy |
Avama ait, avamca. |
âmiz(e) |
f. Karışık, karışmış. (Âmihten) mastarından imtizaç etmek, karıştırmak mânasındadır. |
âmiz-gâr |
f. Uygun, münâsib, yaraşır. |
âmize-mu(y) |
f. Saçı sakalı kırlaşmış olan adam. Kır sakallı kimse. |
âmize-muyî |
f. Kır saçlı ve kır sakallı kimse. |
âmiziş |
f. Uysallık, imtizaç, uyuşma. |
âmm |
Herkese âit. Umuma âit. Hususi ve bazılara mahsus olmayan. Umumi. |
amm |
Amca. Babanın kardeşi. * Çok cemaat. |
âmm lâfizlar |
Aynı cinsin birçok fertlerine birden delâlet eden lâfızdır. 'Kavil, cemaat, nisa' lâfızları gibi. |
amma |
(Bak: Emmâ) |
ammal |
Yapıcılar. * Devleti idare eden adamlar. |
amman |
Şam diyârında Belka şehrinin adı. |
ammar |
Bayındırlaştıran, imar eden. |
ammat |
(Amm. C.) Amcalar. |
âmme |
Tülbent sargı. * Su içinde üstüne binip yüzülen şişirilmiş tulum. * Umumi. Herkese ait. ◊ Baş yarığı, insanın beynine kadar ulaşan baştaki yara. |
amme |
den müteşekkil suâl cümlesi. Neden, nelerden, neyi?... meâlindedir. ◊ Hala, babanın kız kardeşi. |
amme nevalühü |
Cenâb-ı Hakkın lütuf ve ihsanı herkese veya herşeye şâmildir. meâlinde. |
ammered |
Her şeyin uzunu. * Yaramaz huylu. * Belâ ve meşakkat. |
ammeten |
Umumi olarak, herkese ait olarak, genel tarzda. |
ammuriyye |
Ankara şehri. Türkiye'nin başkenti. |
ammus |
Güçlü ve kuvvetli kişi. |
amnezi |
Psk. Hafıza kaybı, erken bunama, ihtiyarlık bunaması, histeri, beynin zedelenmesi gibi hâllerde meydana gelir. Hafıza kaybı kısmî veya umumi (genel) olabilir. Hasta, belli bir olaydan More… |
amortisör |
Fr. Otomobillerde veya diğer makinelerde sarsıntı, gürültü gibi şeyleri hafifletmeğe yarayan tertibat. |
amper |
Fr. Elektrik akımında şiddet birimi. |
ampermetre |
Fr. Elektrik akımının şiddetini ölçmeye yarayan âlet. |
ampul |
Fr. İçinde elektrik akımı yardımıyla ışık vermeye yarayan bir iletken bulunan, havası boşaltılmış olan cam şişe. * İçinde sıvı ilâç bulunan, ağzı kızdırılarak kapatılmış küçük şişe. |
amr |
Eski fetva metinlerinde erkeği temsil etmek için kullanılan umumi isimlerden birisi. (Bak: Zeyd-Amer) |
amrus |
(C.: Amâris) Kuzu. * Çok yürütmek istediklerinde yürümeyen davar. |
amrut |
(C.: Amârit) Hırsız. |
ams |
Eskiyip mahvolmak. * Bilirken bilmezlikten gelme. |
amşuş |
Üzerinden üzümü alınmış üzüm salkımı. |
amuc |
Eğri giden ok. |
amucazade |
f. Amca oğlu. |
amud |
Dik, dikine. Sütun, direk. |
amude |
f. Dizi, dizilmiş. |
amuden |
Dik olarak, dikine. Dik surette. |
amudî |
Yukarıdan aşağıya dikey olarak. Direk gibi yukarıdan aşağıya düz ve şakulünde olarak. |
amug |
f. Uzun boylu adam. * Ciddiyet, vakar. |
amuhte |
f. Öğrenmiş. |
amuhte-gâh |
f. Muallimler, öğretmenler. |
amûmet |
Amcalık. |
amûr |
İki diş arasında olan et. |
amur |
(C.: Âmar) Bekâ mânâsına. Ömür. Her kişinin hayât müddeti. |
amürg |
f. Fayda, menfaat, kâr. * Kader, kıymet. * Zahire, meyve. * Esas, hülâsa, özet. * Bir mikdar. |
amürz |
f. Afveden, bağışlayıcı. |
amürzende |
f. Bağışlayan, afveden. |
amürzgâr |
f. Affeden, bağışlayan. Günahları bağışlayan Allah. |
amürziş |
f. Bağışlayış, afvediş. |
amus |
Karanlık. |
amût |
f. Yalçın kayalarda ve yüksek yerlerde yapılmış olan kuş yuvası. |
amut |
Bir kimsenin peşinden ayıbını söylemek. |
amuz |
f. Öğretmek mastarının emir kökü. |
amuzende |
f. Talebe, öğrenci. * Muallim, öğretmen. Öğreten. |
amuziş |
f. Öğrenme. * Öğretme, tedrisat. |
amuzkâr |
(Amuzgâr) f. Muallim. Öğretici. |
amuzkârî |
(Amuzgârî) Öğretmenlik, öğreticilik, muallimlik. |
amyâ |
(Müe.) Kör, a'ma. |
amyant |
Kolayca bükülebilen, ateşe dayanıklı liflerden yapılmış bir çeşit asbest. |
ân |
f. Uzağı gösteren işâret ismi. Şu. Bu. O. * Güzellik câzibesi. Melâhat. Güzellik. * Cemi edâtı. Kelimenin sonuna getirilerek cemi' yapılır. Meselâ: Âlimân - Âlimler. Anân: Onlar. Merdân |
an |
Arabçada harf-i cerrdir. Ekseri ismin, kelimenin başına getirilir. Türkçe karşılığı 'den, dan' diyebiliriz. ◊ En kısa bir zaman. Lahza. Dem. Cüz'i bir zaman. |
an mim amed |
f. Tar: İslâmiyeti ve Türkçeyi öğretmek maksadıyla, devşirilerek toplanan ve Türk köylülerine satılan acemi oğlanlardan, müddetini tamamlayarak Rumeli Ağasının tezkeresiyle ulüfeye More… |
an'anât |
(An'ane. C.) Rivayetler. * Gelenekler, an'aneler, âdetler, örfler. |
an'ane |
'Âdet, örf. * Ağızdan nakledilen söz, haber. * Ist: Bir haberin veya bir hadis-i şerifin 'an filân, an filan' diye râvileri bildirilmek suretiyle olan nakil. * Silsile. |
an'anevî |
An'ane ile alâkalı. |
an'aneviye |
An'aneciler. * An'aneden gelen. |
ânâ |
(Ani. C.) Gece yarısı vakitleri. |
anâ' |
Zahmet, meşakkat, güçlük, zorluk. |
anâbil |
Kaba nesne. |
anâdil |
(Andelib. C.) Bülbüller. |
ânâf |
(Enf. C.) Burunlar. |
anâfet |
Kabalık, sertlik. |
anafor |
Denizde akıntının yanında veya altında, onun ters istikametinde olarak akan su. Akıntı mukabili. |
anâk |
(C.: Ânuk) Dişi keçi yavrusu. * Zahmet, meşakkat. * Karakulak dedikleri hayvan. |
anak |
En zarif, en yakışıklı, en güzel.* Çok ferah, çok sürurlu. |
anakat |
Muvaffakiyetsizlik. Ümidi boşa çıkma. |
anâkib |
(Ankebut. C.) Örümcekler. |
analjezi |
yun.Tıb: Acı hissinin kaybı. |
analoji |
Mant. Benzetme yoluyla sonuç çıkarma. Bilinmeyen bir durum, bir hadise, bir münasebet ve bir varlık hakkında hüküm vermek için bilinen bir benzeri hakkındaki bilgilerden faydalanılarak More… |
anamalcilik |
(Bak: Kapitalizm) |
ânân |
f. (An. C.) Onlar. |
anân |
Bulutlar. * Gökyüzü, semâ. |
anane |
Bir tek bulut. |
anarşi |
yun. Başıboşluk. Din ve nizam tanımamak. Din ve nizam düşmanlığı. Birden başıboş kalmak. |
anarşist |
Anarşi taraftarı. Anarşi ve karışıklık çıkaran. |
anâsir |
(Unsur. C.) Unsurlar. Bir şeyin meydana gelmesine sebeb olan temel esaslar. Elementler. |
anat |
(An. C.) Anlar, zamanlar. |
anatomi |
Canlıların yapısını ve bu yapıyı meydana getiren uzuvları inceleyen ilim dalı. Tıbtaki önemi çok büyüktür. |
anayasa |
(Bak: Teşkilât-ı esâsiye) |
anaz |
Bir büyük kuşun adı. |
anber |
Güzel koku. Adabalığı ve kaşalot denilen büyük balıkların barsaklarında teşekkül eden güzel kokulu madde. * Derisinden kalkan yapılan bir balık. |
anber-bar |
f. Güzel kokulu. Anber kokulu. |
anber-efşan |
f. Anber saçan. |
anber-nisar |
f. Güzel koku yayan. Anber kokulu. |
anber-sirişt |
f. Anber gibi güzel kokulu. |
anber-ter |
f. Güzellerin zülüfleri ve benleri. * Mc: Geceleyin. |
anbera |
İğde yemişi. |
anberî(n) |
Güzel kokulu. Anber kokulu. |
anbes |
(C: Anâbis) Arslan. |
anca |
f. Orası, ora, orada. |
ancec |
(C: Anâcic) Büyük nesne. * Fesliğen adı verilen çiçek. |
ancehaniye |
Kibir, azamet. |
ancehiyye |
Bilmezlik. Büyüklük. Ululuk. |
ancere |
Dudak uzatmak. |
anded |
Ayrılık, firak. |
andel(e) |
Yaşı büyük deve. * Uzun, tavil. * Avazla çağırmak. |
andelib |
Bülbül. Seher kuşu. * Mc: Hz. Resul-u Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi. |
andelibân |
f. Andelibler, bülbüller. |
andem |
Tıb: Kanı durdurmak için kullanılan bir çeşit reçine. |
andezit |
Yanardağ lâvlarının soğumuş kalıntısı. |
âne |
Bir aşiretin bütünlüğü veya işleri veya şerefi. * Dişi ve yabani eşek. * Yabani eşek sürüsü. * Cedi (keçi) burcundan bir kısım yıldızlar. * Kasık kılı. * Apış arası, kasık. ◊ f. More… |
aneban |
Erkek geyik. |
aned |
Cânib ve nâhiyeler. |
anede |
Çok inatçılar. Muannidler. |
anef |
Kabalık (inceliğin zıddıdır). |
anem |
Bir ağaç cinsi ki, kızıl yumuşak budakları olur. |
anen |
Arız olmak. |
anen fe anen |
Zamanla, gittikçe, devamlı. |
anese |
Ünsiyet etmek. Karşılıklı görüşmek, arkadaş olmak, yakınlık göstermek. (Vahşetin zıddı) |
aneşneş |
Uzun boylu. |
anestezi |
yun.Tıb: Bütün vücutta veya vücudun bir kısmında hislerin az veya çok miktarda kaybı. |
anet |
Cimâdan âciz olmak. * Ağaçtan yaptıkları deve ağılı.ANET: (C:Anât) Fâsık. * Diz kılı. * Yaban eşeği sürüsü. * Fırat ırmağı kenarında bir köyün adı. ◊ Günah. Zinâ . * Helâk. |
aneze |
Ucu demirli uzun ağaç, (ki asâdan uzun, süngüden kısa olur.) |
anfe |
Dudak altında biten kıllar. |
angâh |
(Angeh) f. O vakit. Ondan sonra. |
angarya |
yun. Ücretsiz olan iş. Meccanen görülen iş. Baştan savma görülen iş. (Bak: Suhre) |
anglosakson |
Büyük Britanya'da yerleşen Germen ırkından aşiretlerin adı. * Ana dili İngilizce olan şahıs. |
anha minha |
Şundan bundan, şöyle böyle ederek, şu bu, öteberi. |
anhü (anhâ) |
Ondan. (İşaret zamiri). |
anhüm |
Onlardan (mânasına işaret zamiri). |
anhümâ |
Her ikisinden. |
ani |
(C: Anat-Unât) Mütevazi, alçak gönüllü. * Köle * Meşgul. * Iztırab çeken. Muztarib. * İşçi. * Müfettiş. * Tahsildar. (Müennesi: Aniye) ◊ Ansızın, birdenbire. Bir anda. Hemen. |
anîd |
(İnad. dan) Çok inadçı. * Daima suyu akıp iyileşmeyen yara. (Bak: Anud) |
anîde |
Kabile, ehl-i beyt. |
ânif |
Yakında geçen. Pek yakın geçmişte. |
anif |
Sert, kaba. |
ânife |
Gençlik çağının başlangıcı. |
ânifen |
Yukarıda. * Az önce, biraz evvel. |
anik |
Çok nesne. * Devenin ancak dizini çekip yürüyebildiği kumlu yer. ◊ İnce, zarif, güzel. Acaib. ◊ Ense, boynun arkası. |
animizm |
Sosy: Ruhları İlâh sayan batıl bir din. Ruhlar cisimler gibi Allah'ın mahlukudur. Onun emirlerine tâbidir. |
anin |
f. Yağ çıkarmağa mahsus olan yayık. |
anis |
Şişman ve iri deve. * İhtiyar bekâr. * İhtiyar kız. |
anise |
f. Sıkı bağlanmış. * Koyulaşmış, katılaşmış şey. (Kan ve mürekkeb gibi akıcı maddeler.) ◊ Cana yakın kız veya kadın. |
aniye |
(İnâ. C.) Yemek kapları, tabaklar, kap-kacaklar. ◊ Son derece kızgın su. |
aniz |
Iztırablı, muztarib. |
ank |
Kapı, bâb. * Güzel, hoş, gökçek olmak. |
anka |
İsmi olup cismi bilinmeyen bir kuş. Çok büyük olduğu anlatılır. Zümrüd-ü Anka ve Simurg gibi isimlerle de anılır. * Uzun boyunlu kadın. * Arabdan bir kimsenin lakabı. * Zahmet, meşakkat. More… |
ankas |
Erkek tilki yavrusu. |
anke |
Sağlam olan nesne. * Ahmak. |
ankeb |
Erkek örümcek. |
ankebet |
(C.: Anâkıb) Dişi örümcek. |
ankebut |
Örümcek.(Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Ebubekir-i Sıddık (R.A.) ile küffarın tazyikinden kurtulmak için tahassun ettikleri Gar-ı Hira'nın kapısında iki nöbetçi gibi, iki More… |
ankebutiye |
Örümcekler. |
ankur |
Her nesnenin aslı. |
ankût |
Örümcek. Evcil, al kumru. |
annab |
Üzümcü. |
anofel |
yun. Sıtma mikrobunu taşıyan ve aşılayan sivrisinek. |
anonim |
yun. Yapıcısının adı belirtilmeyen eser. * Sermayesi hisselere bölünerek, her ortağın mes'uliyet ve salâhiyeti sermayedeki hissesiyle orantılı bulunan ortaklık, şirket. |
anormal |
Normal olmayan. İfrat veya tefrit hali. |
anot |
yun. Pozitif elektrot. Bir elektrolitte, elektrik akımının içeri girdiği iletken uç. |
ans |
Sağlam, kuvvetli deve. * Yemen tâifesinden bir kabile. * Kız bâliğa olduktan sonra, ailesinin evinde çok durması. |
ansar |
(Bak: Ensar) |
anşet |
(C: Anâşit) Yaramaz. * Uzun. |
ansiklopedi |
yun. Bir sahadaki bilgileri veya bütün bilgileri sistemli veya alfabetik bir şekilde sıralayan eser. |
anter |
(C: Anâtir) Gök sinek. |
antika |
yun. Kıymetli san'at eseri. Eski zamandan kalma eser. |
antikor |
Fr. Vücuda giren hastalık mikroplarını zararsız kılmak için organizmanın bir kanun-u İlahî ile çıkardığı madde. |
antropomorfizm |
Sosy. İnsan şeklinde putlara inanma ve tapma esasına dayanan batıl bir din. |
antût |
Çöl ortasındaki küçük dağ ve tepe. |
anûd |
Muannid. Çok inatçı. |
anûn |
İsyankâr, kavgacı. * Davarların önünde yürüyen davar. |
anve |
Kuvvet, cebr, zorakilik, zorlama, zor. |
anvet |
Kahretmek. * Galip olmak. |
anye |
Güçlük, engel, zorluk, meşakkat. |
anzar |
(Bak: Enzar) |
aposteriori |
Fels: Tecrübe sonunda meydana gelen bilgi ve düşünceyi anlatmak için kullanılan bir sıfat. Meselâ ateşin yakıcı olduğunu denedikten sonra anlarız. Bu bilgi, aposteriori bir bilgidir. |
apriori |
fels. Tecrübeden önce insan aklında varlığı kabul edilen bilgi ve düşünceyi anlatmak için kullanılan bir sıfat. Meselâ: 'Her sayı kendine eşittir' hakikatı hiçbir deneye baş |
apsis |
Fr. Yönlü bir eksen üzerinde bulunan bir noktanın, başlangıç noktasına olan uzaklığının cebirsel değeri. * Bir noktanın, fezadaki yerini tesbite yarıyan ana çizgilerden yatay olanı. |
âr |
Utanma, mahcubiyet. Utanılacak şey. Ayıp. Şiyb. Şerm. Haya. |
âr ü namus |
Utanma, haya ve namus. |
ar'ar |
Dikenli ardıç ağacı, dağ selvisi. * Mc: Güzelin boyu bosu. ◊ Arap diyârında bir yerin adı. * Bir oyun çeşidi. |
ar'are |
Dağ başı. İki burun deliğinin arası. * Servi ağacı. Çocuk oyunundan bir oyun. |
ârâ |
f. Süsleyen. Bezeyen. ◊ Fikirler. Reyler. |
arâ |
Mıntıka, bölge. * Komşuluk. * Avlu. * Çıplaklık. * Geniş, çıplak arazi. |
ârâb |
(İrb ve İrbe. C.) Hacetler. * Uzuvlar. * Akıllar, zekâlar. * Hileler, oyunlar. |
arab |
Ceziret-ül Arab, Şam, Hicaz, Irak, Yemen, Mısır ve Afrika'nın şimâlinde yaşayan geniş bir kavmin adı. |
arâbe |
(C: Arâbât) Keçi veya koyunun memesine geçirilen torba. * Açık saçık konuşma. |
arabe |
(Arben) Yemek yeme. |
arabesk |
Süslemede kullanılan bir çeşit tezyinat. |
arabî |
Arabça, Arab dili. Arab kavmine mensub. |
arabistan |
f. Arap ülkesi. Arapların yaşadığı ülke. |
arabiyyat |
(Arabiyyet. C.) Arapçaya dâir ilimler, kitab veya fikirler. Arap edebiyatı. |
arabiyyet |
Arapça ile ilgili olan (İlim, fikir veya kitap). Arap edebiyatı. |
arac |
f. Dirsek. |
aradîn |
(Bak: Eradîn) |
arafat |
Mekkenin 16 kilometre doğusunda Hacıların arefe günü toplandıkları tepe ve bunun eteğindeki ova. Tepenin diğer bir adı Cebel-ür Rahme (Rahmet dağı)dır. Adem (A.S.) ile Havva anamız More… |
arafet |
(C: Avârif) Atâ, ihsan, hediye. |
arahim |
Büyük olan şey. * Bir cins beyaz büyük mantar. |
arais |
(Arûs. C.) Gelinler. * Güneşler. * Gökler. |
araiz |
(Ariza. C.) Arz olunan meseleler. Küçükten büyüğe yazılan yazılar. |
arak |
Ter, rutubet.* Dağdaki yol. * Çukur. * Deve izleri. * Sıra sıra olan şey. * Zenbil. * Menfaat, sevab, karşılık. * Süt. ◊ Kalabalık, izdiham. |
arak-dar |
f. Terli. |
arakî |
Terle ilgili, tere mensub. |
arakiyye |
Yünden yapılan bir cins külâhtır ki, bilhassa dervişler kullanırlar. |
arakk |
Çok ince. En ince. Ziyâde rakik olan. |
araknak |
f. Terlemiş, terden ıslanmış, ter içinde kalmış. |
arakriz |
f. Terliyen, ter döken. |
ârâm |
f. Durma, dinlenme. * Yerleşme, rahat etme, karar kılma. * Eğlenme. ◊ (İrem. C.) Çölde, sahrada konulan hususi nişan. |
ârâm-bahş |
f. Dinlendirici, dinlendiren, ârâm veren. |
ârâm-cû |
f. Dinlenmek isteyen. |
ârâm-cûyane |
f. Dinlenmek isteyene yakışır şekilde. |
ârâm-gâh |
f. Dinlenilecek yer. |
ârâm-güzin |
f. Dinlenmek için oturan, istirahat eden, dinlenen. |
arâm-rüba |
f. Sıkıntı veren, istirahatı bozan, rahatı kaçıran. |
arâm-saz |
f. Yerleşen, oturan. |
arâm-sûz |
f. Huzuru bozan, rahatsızlık veren. |
ârâmî |
f. Dinlenme, rahat etme. |
ârâmide |
f. Rahat olan, dinlenen, sükûn halinde ve rahatta bulunan. |
ârâmiş |
f. Huzur, rahat. |
aramram |
(Aremrem) Asker çokluğu. * Şiddetli hâl ve iş. |
aran |
f. Dirsek. |
aranik |
Su kuşlarından boynu uzun bir kuş. |
arare |
(C: Arâr) İyi kokulu bir ot. * Şiddet * Kötü ahlâk. * Evin avlusu, ev içi. * Soğuk şiddetli olmak. |
ararot |
Ufak çocuklara yedirilen besleyici bir cins nişasta ki, Amerika'da hasıl olan bir kökten çıkarılır. |
aras |
Yorgunluk, bitkinlik. * Hayranlık. |
arasat |
(Aresât) Mahşer yeri. Haşir ve neşir meydanı. |
araste |
f. Bezenmiş süslenmiş. * Çarşının bir esnafa mahsus kısmı. * Vaktiyle ordu çarşısı, ordugâhta kurulan seyyar çarşı. |
araste-gî |
f. Süslülük, bezenmişlik, ârâstelik. |
arat |
Bölge, mıntıka. * Avlu. |
arayende |
f. Düzen verici, süsleyici. |
arayî |
f. Süsleyicilik. |
arayiş |
f. Süs, zinet. * Süsleme. |
araz |
İşâret, alâmet. * Tesâdüf, rast gelme. * Kaza. Felâket. Zâtî olmayan hâl ve keyfiyet. * Fls. Herhangi bir cevherin varlığı için zaruri olmayan vasıf. Meselâ: Şekerin beyaz rengi şekerin. |
arazan |
Rastgele, tesadüfen, tevafukan. |
arazet |
Genişlik. |
arâzi |
(Arz. C.) Yerler. Ekilen toprak. Ekilen yerler. |
arazî |
Araza âit ve mensub. Araza dâir ve ilgili. |
araziş |
f. Hayır ve iyilik yapma. * Tasaddukta bulunmak. |
arbede |
Cidal, kavga, patırtı. |
arbede-cûyâne |
f. Kavga çıkartmağa yeltenerek. |
arbede-sâzî |
f. Gürültücülük, kavgacılık. |
arc |
Mekke ile Medine arasında bir mevzi. * Deve sürücüsü. |
arca |
(Müz: Arec) Topal ve aksak kişi. * Sırtlan. |
arcele |
Sürü, hayvan topluluğu. * Yayalar cemaati. * At sürüsü. |
ard |
f. Buğday ve diğer tahıllardan öğütülen un. * Buğdayı değirmen taşına akıtan oluk. |
ard-biz |
f. Elek, un eleği. * Elekle un eleyen kişi. |
arda |
Vaktiyle bazı çavuşların elde tuttukları uzun değnek. * Nişan almak için dikilen değnek. ◊ Çıkrıkçı kalemi. |
ardhale |
f. Bulamaç adı verilen yemek. |
ardin |
f. Deneme, imtihan, tecrübe. |
ardiyye |
Ticaret eşyasının saklandığı yer. * Böyle bir yerde saklanan eşya için ödenen ücret. |
ardtûle |
f. Bulamaç denilen yemek. |
are |
Borç olarak alınan veya verilen şey. |
areb |
Şehir ehli olanlar. * Mide fesâdı. ◊ Çok açıkgöz, en akıllı. |
ârec |
f. Dirsek, kolun arka tarafı. |
arec |
Topallık, aksaklık. |
arecan |
Aksak ve topal kişinin yürümesi. |
arefe |
Kurban bayramından bir evvelki gün. |
arekiyye |
Zinâkâr kadın. |
arekrek |
Aceleci, acul. * Kuvvetli büyük deve. |
aremet |
Savurmak için dövülüp toplanmış harman. |
aremide |
f. İstirahat eden, dinlenen. Rahat kişi. |
aremrem |
Kalabalık ordu, çok fazla asker. |
aren |
Davar ayağında olan kuru kemre. * Yarık. * Bir nesne yumuşak olmak. |
arenc |
f. Dirsek. * Gidiş, tarz, usül, metod. |
arende |
f. Birşey getiren kimse. |
areng |
f. Dirsek. * Dert, keder. * Hile, dubârâ. * Tarz, tavır, üslüb. * Vali, hakim. * Zannolunur ki, galiba, öyledir, benzer gibi bir yakınlık ve benzerlik ifâde eder. |
areometre |
yun. Sıvıların yoğunluk derecesini ölçmeye yarayan âlet. Arşimet'in keşfettiği kanuna istinad edilerek yapılan bu alet, içi boş cam bir silindir ile bunun üst kısmındaki dereceli bir More… |
ares |
Hayranlık. |
areste |
f. Süslenmiş, bezenmiş. |
aret |
f. Dirsek. |
arf |
Güzel koku. * Yüksek yer. * Atın yelesi. * Horozun ibiği. ◊ (C: A'râf) Rüzgâr. * El ayasında çıkan çıban. |
arfa |
(Müz: A'raf) Yeleli. * Sırtlan. |
argo |
Fr. Bir meslek veya topluluk sınıfı arasında kullanılan özel söz. * Mc: Serserilerin ve külhanbeylerin kullandığı söz veya deyim. |
argon |
yun. Kim: A sembolü ile gösterilen renksiz, kokusuz ve tatsız bir gaz. Havada % 1 nisbetinde bulunur. |
ârî |
Hind-Avrupa dil ailesinden olan ırk veya kimse. * f. Evet. ◊ Pâk, pislikten uzak. * Hür. |
ârib |
Halis Arap cinsinden olan. |
âric |
(Uruc. dan) Yukarı çıkıp yükselen. Çıkıp inen. Uruc eden. * Topal, aksak, noksan. |
ârif |
(İrfan. dan) Bilen, bilgide ileri olan. Aşinâ, vâkıf. Hakkı, hakkı ile bilen. * Sabırlı ve mütehammil. * Çok düşünmeğe ihtiyaç kalmaksızın, tekellüfsüz gördüğünü bilen ve anlayan. * Zevkî ve More… |
arîf |
Çok irfanlı, çok tanınmış, meşhur âlim. * Bir işten iyi anlayan. |
ârifan |
f. Ermişler. Arifler. |
ârifane |
t. Arife yakışır surette. Bilene yakışır şekilde. İrfan sahibi olarak. |
ariflerin mezaklari |
Ariflerin zevkaldığı yer ve hususlar. |
arig |
f. Kırılma, gücenme. * Kıskançlık, kin, nefret, adavet, düşmanlık. |
arik |
Uykusuz kimse, uykusuz olma halindeki. ◊ Asil haseb ve neseb ehli olan. |
ârim |
İnatçı, kafa tutan. |
arin |
Arslanın yerleşip yataklandığı yer. * Ağaçlar. * Et. |
arinmak |
t. Temizlenmek, pâk olmak. |
arir |
Garip. |
aris |
Gerdek. Hacle. |
ariş |
Samandan yapılan bir çeşit ev. * Çardak, asma çardağı. * Sundurma, takdim ettirme. ◊ f. Anlam, mânâ, kavram, mefhum. |
arişî |
f. Manevî. Mânâ ile ilgili. |
aristatalis |
Yunan feylesofu Aristo. |
aristokrat |
yun. Sınıf farkını kabul eden ülkelerde asil sayılan kimse. Asilzâde sınıfından olan. |
ariye |
(Ariyet) Geri verilmek üzere alınan, iğreti. Bir kimsenin geri almak üzere, karşılıksız olarak başkasının faydalanmasına terk ettiği mal. Kullanılmak üzere alınan emanet mal. |
ariyeten |
İğreti olarak, emâneten mânasında kullanılır. |
ariyy |
(C: Erâri) Davar bağlanan yer ve ip. |
ariyyet |
Ödünç verip almak. |
âriz |
Sonradan olan şey. Bir şeyin zâtına ve hakikatına ait ve lâzım olmayıp başka bir varlıktan bazan vâki ve kaim olan. Takılan. Yapışan. * Bir şeyi arz ve takdim edici olan. * Kalın ve geniş More… |
ariz |
Ardıç ağacı. ◊ Enli, geniş. |
ariz ve amik |
Enine ve boyuna, genişliğine ve derinliğine, tafsilâtlı şekilde. |
âriza |
Sonradan olan, noksanlık. * İsabet eden belâ ve keder. * Bozulma. * Gelip geçici. * Hariçten gelen te'sirle olan. * Bir şeyin olmasına veya görülmesine mâni olan birşey. |
ariza |
Büyük bir kimseye hürmetle yazılan veya verilen şey, istirhamnâme, hediye. |
ârizan |
(Ârız. dan) Geçici olarak. * Tesadüfen, tevafukan, rast gele. ◊ İki yanak. |
arize |
Sâbit olmak. * Kuvvetli ve muhkem olmak. Bahil olmak. |
ârizî |
Zâtî ve irsî olmayıp sonradan hâsıl olan. Zâtî ve esastan olmayıp sonradan zuhur ve taalluk eden. Muvakkat, geçici. |
ark |
Tarla ve bostana su akıtmak için açılan yol, cedvel, hark. ◊ Ulaşmak. |
arka |
Çadıra diktikleri direk. * Duvar içinde kerpiç ve taş arasına konulan ağaç. |
arkan |
Terleme. |
arkeoloji |
(Bak: Atikiyyat) |
arkes |
Cem'etmek, toplamak. |
arkî |
Balık avcısı. |
arkub |
Ökçe siniri. * Yalan ve kötü söz. |
arm |
(Arem) İnatçılık, muannitlik. * Kafa tutma. |
armâ' |
Alaca yılan. |
armador |
İtl. Direk, seren, ip ve yelken gibi şeylerle gemiyi donatan usta. |
arman |
f. Hasret, özleyiş, özleme. * Nedâmet, pişman olma. * Eseflenme, teessüf. * Sıkıntı, rahatsızlık, zahmet. |
armanî |
f. Müteessif, kederli, üzüntülü. Pişman, nâdim. |
armatür |
Lât. Fiz: Kuvvet akımını toplu bir hale koymak için mıknatısın kutupları arasına yerleştirilen demir parçası. * Kondansatördeki iki iletken yüzeyden her biri. |
armaz |
Kurbağa yosunu. |
arnavut |
(Rumca ve Arnavutçadan) Balkan yarımadasının batı tarafında oturan bir kavimdir. Osmanlı devrinde, Kosova, İşkodra, Manastır, Yanya vilâyetleridir. Şimdi müstakil bir devlet olup, Türkçede More… |
arr |
Uyuz hastalığı. |
arra' |
Sıtma tutmak, titremek. |
arrade |
(C: Arrâdât) Küçük bir çeşit mancınık ki, hareket eden tekerlek üzerine konurdu. * Dişi çekirge. |
arraf |
Falcı, kâhin, müneccim. * Hekim. * Göçebe Arab aşiretlerinin örfe vâkıf umumi bilgileri. (Müe: Arrâfe) |
arras |
Gürleyen, şimşek çakan. * şimşekli. |
arre |
Câriye. * Uyuz hastalığı. |
ars |
İki duvar arasında olan duvar. ◊ Şimşekli ve yıldırımlı bulut. |
arş |
Bağ çardağı. * Gölgelik. * Kürsü, taht, yüce makam. En yüksek gök. Allahın kudret ve saltanatının tecelli yeri. (Arş kâinatı kaplar. Allah'ın kudreti ve ilmi de herşeyi kaplar.) * More… |
arş u ferş |
(Arş u zemin) Arş ve yeryüzü. |
arş u kürsî |
(Arş ve Kürsî) Arş ile Kürsî. |
arş ve süllem |
Delil-i Arşî ve Delil-i Süllemî'den kinâyedir. (Bak: Delil). |
arsa |
(C: Arasât) Bina yapılacak boş arazi parçası. Üzerindeki binası yıkılmış veya yapıya tahsis olunmuş yer. |
arşa |
f. Güverte. |
arsat |
Semer ağaçlarına çakılan ağaç mıh. |
arşidük |
Fr. Avusturya ve Macaristan İmparatorluk hanedanı prenslerine verilen ünvandır ve 'Büyük Düka' demektir. Türkçe'de Arşuduka da denmiştir. ARŞİV: Fr. Eski ve tarihçe kıymetli. |
arşin |
f. Bir uzunluk ölçüsü. (68 cm. uzunluk.) Bir kol boyu. Büyük bir adım genişliği. * Zirâ'. |
arşiyân |
f. Arş'ın etrafında tesbih ederek dolaşan melekler. |
ârsiz |
Bî-ar, utanmaz, arsız. |
artal |
Akranlarından ve benzerlerinden çok daha iri yapılı olan. |
artebe |
Burun ucu. ◊ Davul. |
artel |
Yoğun, büyük nesne. |
arten |
Bir ot cinsidir ki, debbağlar onunla gön ve sahtiyan dibâgat ederler. |
arteziyen |
Fr. Burgu gibi bir âletle açılıp su fışkırtılan kuyu. |
arti |
Mat: (+) ile gösterilen toplama işaretinin adıdır. |
arub |
(C: Urub) Erkeğini seven kadın. |
arube |
Fasih, hatasız arabca konuşmak. Bu kelimenin mastarları: Araben, arâbeten, uruben, urubiyyeten diye de okunur. * Cuma günü. |
aruf |
Uzun zaman ıztırab, elem çeken. |
arug |
f. Geğirme. |
arugde |
f. Öfkeli, kızgın. |
arun |
f. İyi vasıflarla meşhur olmuş, güzel huylular. |
arus |
Süslenmiş gelin, güveyi. * Güneş. Gök. * Kim: Kükürt. |
arusan |
(Arüs. C.) f. Gelinler, yeni evlenmiş kızlar. |
arusane |
f. Geline yakışır şekilde. |
arusek |
f. Küçük gelin. * Yeşil ve pembe dalgalı sedef. |
aruz |
Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere etrafındaki nahiye ve köyler. * Edb: Şiirin ahenk ölçülerinden, nazmın vezinlerinden bahseden ilim. Arap, Fars, Türk şiirinde kullanılan vezin ki, More… |
aruz kaliplari |
(Bak: Bahr) |
arv |
Sıtma ve diğer ateşli hastalıklarda gelen ilk titreme. * İş için birinin yanına varma. * Yemişsiz bir çeşit ağaç. |
arvana |
Boz dişi deve. |
arvend |
f. şan, şeref, ululuk, yücelik, azamet. |
arz |
Bir büyüğe bir şeyi hürmetle vermek. Bir işi büyüğüne hürmetle anlatmak. İzâh etmek. Takdim etmek. Bir kimseye bir şeyi izhar etmek. * Kıymetli bir şeyi diğer bir şeyle değiştirmek. * Bir More… |
arz-gah |
f. Bir şey arzetmek için toplanma yeri. |
arz-hane |
f. İstanbuldaki Topkapı sarayında bulunan Hırka-i Şerif odasının dışında kalan aralık oda. |
arz-i cemâl |
f. Güzelliğini göstermek. Arz-ı didar da denir. |
arza |
şiddet. * Kuvvet. |
arzan |
Enine, genişliğine. |
arzanî |
Enine, genişliğine olarak. |
arzî |
(Arziye) Toprağa ait ve müteallik. Yere ait, toprakla alâkalı. * Semavî olmayan. Beşerî olan. ◊ Genişliğine ait. Bir yerin enine ait. |
arzîn |
(Arz. C.) Arzlar. |
arziyat |
Jeoloji. Dünyanın yaradılışı ile tarih boyunca değişen vaziyetlerini tetkik eden ilim. |
arziz |
f. Kurşun, kalay. |
arzu |
Meşhur halk hikâyelerinden olan Arzu ile Kamber hikâyesinin kadın kahramanı. ◊ f. İstek. Dilek. Meyil. Emel. Hahiş. |
arzu-dâr |
f. Hevesli, talebli, istekli, arzulu. |
arzu-mendî |
f. Taleb, istek, arzu, heves. |
arzu-şikesten |
f. Arzunun olamaması, yerine gelmemesi. Hayâl kırıklığı, inkisar-ı hayâl. |
arzuhal |
(Arz-ı hâl) Bir iş için bir makam veya resmi daireye bir iş sahibinin verdiği dilekçe. İstida-nâme. |
as |
Sansar cinsinden siyah kuyruklu, beyaz tüylü kakum denilen bir hayvan, çok kıymetli olan postu için avlanır. ◊ f. Değirmen. (Bak: Asya) ◊ Mersin ağacı. |
aş |
f. Muharrem ayında pişirilen aşure. * Yemek, taam. |
as'ar |
Çok kibirli, mağrur. * Çarpık suratlı, eğri yüzlü, eğri boyunlu. |
as'as |
(C: Asâis) Bir yerin adı. * Kurt, zi'b. * Kirpi. ◊ Kumdan yığılmış tepe. * Fesâd. |
as'âs |
Gece çok gezip dolaşan kimse. * Kurt. |
as'ase |
(Is'as) Yönelme. Arka çevirme. * Gece karanlığı gelmeğe başlamak veya gitmek. * Bulutun yere yakın olması. ◊ Oturak yerin yumuşağı. * Helâk olmak. * Fesâd etmek. |
aş-hane |
f. Aşevi, mutfak. |
aş-kâre |
f. Aşçı. |
aş-pez |
f. Ahçı, aşçı. |
asâ |
(Fiil veya harftir) Ümid veya korku bildirir. |
asa |
f. (Gibi) manasına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Teşbih edatıdır.) ◊ Genişlik. Zuhur, meydana çıkma. Büyük kadeh. ◊ f. Esneme. * Vakar, ciddilik. * Süs, zinet. More… |
aşa |
(C.: Aşâ-Aşvâ) Gece gözlerin görmeyip gündüz görmesi. ◊ (C.: A'şiye) Akşam yemeği. |
asa' |
Yaş olan şey kuruyup katılaşmak. |
asâb |
Geyik, gazâl. |
asab |
Sinir. Damar. |
asabe |
Kuvvet, şiddet. * Bir tek sinir. * Baba tarafından akraba olanlar. * Bir kimseye yardım ve takviye eden akrabası takımı. * Fık: Eshab-ı Feraiz, hisselerini aldıktan sonra geri kalanı, More… |
aşabe |
Yaş otun çok olması. |
asabî |
Sinirli. Öfkeli. |
asabi' |
(Usbu'. C.) Parmaklar. |
asabiyyet |
Sinirlilik. Fart-ı gayret. İmân ve İslâmiyeti, kendi akrabasını, vatanını, din veya milliyetini müdâfaa etmek gayreti. Hamiyyet. |
asabiyyeten |
Asabi olarak. Sâde kendi milliyetini, soyunu sevmekle. |
âsad |
(Esed. C.) Esedler, arslanlar. |
asaf |
Süleyman Peygamberin (A.S.) veziri. Vezir. * Bir ot ismi. |
asafâne |
f. Bir vezire yakışır surette ve hâlde. |
asafir |
(Usfur. C.) Serçe kuşları. |
asagir |
(Asgar. C.) Şeref ve itibar bakımından küçük olanlar. Çok küçük şeyler. |
asagir ü ekâbir |
f. İtibar ve mevkice küçükler ve büyükler. |
asah |
(Bak: Esahh) |
asahib |
(Ashab. C.) Sahibler, sahib olanlar. Ashablar. |
asaib |
Cemaatler, tayfalar. * Başa sarılan sargılar, nesneler. |
aşair |
(Aşiret. C.) Aşiretler. Kabileler. |
asak |
Darlık. * Hurma budağının yaramazı. ◊ Ucuzluk. |
aşak |
Sarmaşık. |
asakir |
(Asker. C.) Askerler. Erler. |
asal |
(Asil. C.) İkindi ve akşam arası mânasına, öğleden geceye kadar olan müddet. * Zamanlar ve vakitler. ◊ (C: Asâl) Davarın kuyruğu devrik olmak. * Bağırsak. ◊ Ahlâk. More… |
asalak |
Başka hayvan veya bitkilerin üstünde yaşayan ve onlara zarar veren hayvan veya bitki. Parazit. * Mc: Başkalarının sırtından geçinen kimse. |
asale |
Zehiri çok tesirli ve korkunç olan yılan. ◊ Bal peteği, petek. |
asalet |
Temiz soyluluk. Soy sop temizliği. Köklülük. * Rüsuh. * Metanet. Necabet. Zâdegânlık. * Kendi işi için bizzat ve kendisi nâmına hareket. * Edb: Yazıda veya sözde bayağı tâbirlerin More… |
asaleten |
Vekil olmayış. Kendi işini kendi namına bizzat kendisi yapmak üzere. Kendi nâmına olmak üzere. |
asaletlû |
Asâletli, soy ve neseb sahibi, necib, asil. * Osmanlı İmparatorluğu zamanında resmi yazışmalarda büyükelçilere, Hristiyan büyüklerine, devlet adamlarına ve prenslerine denirdi. |
asalit |
Koyu, sahin. |
asam |
(İsm. C.) Günahlar. |
aşam |
f. Yiyecek ve içecek. * İçen, içici manasına birleşik kelimeler yapılır. |
aşamidenî |
f. İçilebilen veya yenilebilen. |
asamm |
Sağır. * Sert, katı. * Güç, tahammül edilmez. * Gr: Muzaaf olan fiil. (İkinci veya üçüncü harf-i aslisi şeddeli olan fiil) |
âsân |
f. Kolay. Suhuletli. Yesir. * Bükülmüş ipin her katı. |
âsânî |
Suhulet, kolaylık. |
âsâr |
Öç almalar. İntikamlar. * Eserler. * İzler. Nişanlar. Abideler. * Âdetler. |
asâr |
Kurumayıp daima sulanır çıban. ◊ Fakirlik. * Güçlük. * şiddet. ◊ Yağcı, yağ satıcısı. |
asar |
Vazifeler. * Yükler. * Cürümler. Kabahatler. ◊ Toz. * Sığınak. * Atiyye, hediye. |
asaran |
(Bak: Asrân) |
asare |
Anber ve misk gibi şeylerin kokması. ◊ f. Sayı, hesab. |
asarim |
(Asrâm. C.) Çadır toplulukları. Ayrı ayrı küçük insan grupları. |
asat |
Binâ. |
asatib |
(İstabl. C.) Ahırlar. |
aşavet |
Gündüz görüp, gece görmeyen ve tavukkarası adı verilen göz hastalığı. |
asay |
f. Gibi. (Bak: Asâ) |
aşaya |
(Aşi. C.) Akşamlar, mağribler. |
asayiş |
f. Emniyet, güvenlik, korku ve endişeden uzak hâl. Kanun, nizam hakimiyeti. |
asâyiş-cu |
f. Rahat ve huzur arayan. Asâyiş isteyen. |
asâyiş-perver |
f. Asâyiş taraftarı. Sükûnet, rahat ve huzur isteyen. |
asâyiş-perverâne |
f. Rahat, huzur ve asâyiş taraftarına yakışacak şekilde. |
asb |
Bağlamak. * Sağlam olarak dürmek. * İmâme, sarık. * Yemen'de yapılır bir nevi kumaş. * Firavun atı adı verilen bir deniz canavarının dişisi. * Kurumak. * Kızarmak. * Sarmaşık. * Sargı, More… |
aşb |
(C.: A'şâb) Yaş ot. |
asbab |
(Sabeb. C.) Çukur yerler. |
asbag |
Alnı veya kuyruğunun ucu beyaz olan at. * Kuyruğunun ucu beyaz olan kuş. ◊ (Sıbg. C.) Boyalar. |
asbah |
(Subh. C.) Sabahlar. |
asban |
f. Değirmenci. Değirmen sahibi. |
asbanî |
f. Değirmencilik. |
asbar |
(Sıbr. C.) Akbulutlar. |
asbest |
yun. Oldukça yumuşak ve ateşle hususiyeti değişmeyen lifli bir madde. |
asc |
Gezi topluluğu. |
asced |
Halis, karışıksız altın. |
ascel |
Karnı büyük olan kimse. |
asd |
Cimâ etmek. * Döndürmek. * Bozmak. |
asda |
(Sadâ. C.) Sadâlar, sesler. |
asdaf |
(Sedef. C.) Sedefler. |
asdag |
(Sudg. C.) Tıb: Şakaklar, yüzdeki şakaklar. ◊ Perâkende olmak. |
asdagan |
Tıb: Kollarımızdaki nabız damarları. |
asdak |
(Sıdk. C.) Samimi şeyler. |
asder |
Omuz, menkıb. |
asdika |
Sâdıklar. Sabık ve sadık dostlar. * İçi dışına, sözü işine uygun olanlar. |
aşebe |
Zayıflığından gövdesi kurumuş olan yaşlı kimse. * Büyük azı dişi. * Küçük adam. |
ased |
Cimâ etmek. * İp bükmek. |
asef |
(Asf) Büyük kadeh. * Bir şeyi almak. * Yoldan çıkmak. Zulüm eylemek. Körü körüne gitmek. * Birisini istihdâm eylemek. Irgatlık etmek, tarlada işçilik etmek. * Ölüm. |
asel |
Bal. Şehd. * Tatmak. * Su akarken yüzünde hâsıl olan kabarcık. * Cennette bir su. |
aselan |
Süngü titrediğinden acı çekmek. * Boynunu uzatıp sür'atle gitmek. |
aselbent |
Tıbda ve kokuculukta kullanılan bir reçinedir ve aynı adla anılan ağacın kabuklarının çizilmesiyle elde edilir. |
aselî |
Bal gibi sarı renkte olan. * Yahudilerin ayırdedilmek için, omuzbaşlarına taktıkları sarı kumaş parçası. * Eskiden kullanılan bir kumaş çeşidi. |
aseliyyet |
Bal hâli. |
asellak |
Deve kuşunun erkeği. |
asem |
Kesbetmek. Kazanmak. çalışmak. * Dirsekten itibaren elin kuruyup çolak ve eğri olması. * Ayağın topuktan kuruyup eğilmesi ve aksak olması. |
aşem |
Kuru ekmek. |
aşeme |
Kuru ekmek parçası. * Büyük azı dişi. |
asemm |
Çok sağır. |
asemsem |
Kuvvetli, büyük deve. |
asen |
Tütün, duhan. |
aşen |
Her nesnenin aslı ve kökü. * Sözü kendi kanaatine göre söylemek. |
asenn |
Koltuğu kokan kişi. |
aşennet |
(C.: Aşânit) Yaramaz huylu kimse. |
aşenzer |
Katı, sağlam nesne. |
aser |
Solak kimse, solaklık. |
aserat |
Sürçmeler, yanılmalar. * Ayak kayması. |
aşerat |
(Aşere. C.) On sayıları. |
asere |
Kanat teleklerinden evvel, ucunda olan beyaz telekler. |
aşere |
On. On rakamı. |
ases |
Asâyişin muhafazası için geceleri dolaşan ve şimdiki polis vazifesini gören memurlar. |
asesbaşi |
Osmanlı İmparatorluğunun eski devirlerinde polis müdürü. |
asev |
(Asven) Serkeşlik. Taşkınlık, serserilik. |
aşevi |
Yoksullara parasız olarak yemek yedirilen veya dağıtılan yer, aşhane. * Para ile yemek yenilen yer, lokanta. * Düğün gibi toplantılarda, yemekleri hazırlamak için iğreti mutfak olarak More… |
aşevî |
Akşam, akşam vaktine dair. |
aşevsec |
Büyük karınlı iri deve. |
asevsel |
Azâsı gevşek kimse. |
aşevzen(e) |
Galiz, katı nesne. |
asf |
Zulüm. Haksızlık. * Can çekişme. * Emek çekip kâr kazanma. * Bir tarafa eğilme. * Sür'atle gitme. * Rüzgârın kuvvetle esmesi. * Taze ekin yaprağı.* Ekin taze iken biçme. ◊ More… |
asfad |
(Safed. C.) Suçluların el ve ayaklarına takılan kelepçeler. |
asfaf |
(Saff. C.) Saflar, hatlar. |
asfalt |
yun. Siyah renkte şekilsiz bir bitüm. |
asfar |
Sıfırlar. Boş şeyler. |
asfencah |
Akılsız, ahmak adam. |
asfer |
Sarı, uçuk benizli. Soluk. * Kızıl. * Islık çalan.* Bomboş şey. |
asga |
Öğrenmeğe çok hevesli. * Çarpık suratlı. |
asgar |
En küçük. Daha küçük. |
asgaran |
Kalb ile dil |
asgarî |
En az. En küçük. |
asgün |
Hazar Denizi'ne verilen bir isim. |
ashâb |
(Eshâb) (Sahib. C.) Arkadaş olanlar. Sahip olanlar, kullanma yetkisine sahip kişiler. * Halk, ahali. |
ashame |
Peygamberimizin zamanında Müslümanlığı kabul eden Habeş Necaşisinin ismi. |
ashar |
(Sıhr. C.) Evlenme neticesinde akraba olan erkekler. (Kayınbiraderler, kayınpederler, güveyler.) ◊ Saçı kızıl adam. Kırmızı tüylü hayvan. |
asheb |
Tüyünün üstü kızıl, içi beyaz olan deve. |
âsi |
İsyan eden. Emirlere itâat etmeyen. * Günah işleyen. * Meşru idâreyi tanımayıp baş kaldıran. ◊ Doktor, cerrah, tabib. * f. Kederli, hüzünlü. |
âsî |
Hurma salkımı. |
asi |
Çok isyan eden, çok isyancı. ◊ Uygun, elverişli. |
aşi |
Birşeyden alınıp diğer birşeye aktarılan madde. * Çeşitli tehlikeli hastalıkların önünü almak için aşılanan madde. * Yabani veya cinsi âdi bir ağaca, cinsine yakın diğer iyi bir ağaçtan More… |
âsib |
f. Musibet, belâ, âfet, felâket. * Çarpışma. |
asib |
Dolmuş bağırsak. * Katı nesne, şedid. * Şiddetli sıcak, çok sıcaklık. * Talihsizlik. ◊ Dağ, cebel. * Kuyruğun bittiği yere 'asib-ü zeneb' derler. |
asib-resan |
f. Zarar veren, musibete atan, belâya düşüren, felâkete sevkeden. |
asid |
Başında bir zahmet olup boynunu döndüremeyen ve eğilemeyen, burnundan sümüğü akan deve. |
aside |
Bulamaç adı verilen yemek. |
asif |
(C.: Usefâ) Para ile tutulan işçi, yevmiyeci, gündelikçi. |
asif(e) |
(C.: Asıfât) Şiddetli rüzgâr, sert fırtına. (Bak: Asf) |
asifat |
(Asf. C.) şiddetli rüzgârlar. |
asife |
Buğday ve arpa başağını örten yapraklar. |
aşihe |
f. Kişneme. |
âşik |
Çok fazla seven. Mübtelâ. Birisine tutkun. * Saz şairi. * (Cümledeki yerine göre): Ahbab, hazret, ma'hut, seninki gibi mânâlara gelir. (Müennesi: Aşıka) |
aşîk |
Fazla âşık, çok tutkun. |
âşikan |
(Âşık C.) f. Âşıklar, tutkunlar. |
aşikâr(e) |
f. Belli, meydanda, açık. Bedihi. |
âsil |
(C.: Avâsil-Usûl) Kovandan bal alan kişi. * Yürürken aceleden yele yele yürüyen kimse. |
asil |
Esas. Yedek olmayan. * Köklü. * Edebli, soylu. * Fık: Muamelâtta kendi nâmına hareket eden. * Akşam vakti. * Ölüm, mevt. ◊ (Bak: Asl) |
asil-zade |
f. Sülâlesi ve ailesi görgülü, temiz ve asil olan. |
asilâne |
f. Asil olanlara yakışır şekilde. Asil ve neseb sahibine lâyık. |
asile |
(C.: Asâil) Bir şeyin tamamı, bütünü. * Öğleden sonranın son kısmı, akşam üzeri. * Ölüm, mevt. |
asim |
Kendisini günahlardan men'edip pâk ve ismetli tutan, koruyan, men'eden. ◊ Engel, mâni, muhafaza eden. ◊ Günahkâr. Günah işleyen. |
asima |
Medine şehrinin diğer bir ismi. |
asime |
f. Akılsız, şaşkın, sersem. |
asime-gî |
f. Akılsızlık, şaşkınlık, sersemlik. |
asime-sâr |
f. Kafası karışık. |
âsin |
Pis kokulu. Bozulup kokan su. |
aşina |
f. Mâlumatlı, haberli olan. Arif. Bilgili. Mâlik. Tanıdık. Yabancı olmayan. * Yüzücü. |
aşine |
f. Yumurta. |
âsir |
Bir efsaneyi rivayet eden. ◊ Ayağı kayan. |
asîr |
Üsâre. Özsu. * Bir maddenin sıkılmış suyu. * Suyu alınmak için sıkılmış şey. |
asir |
Ağır. Zor. Güç. Müşkül. Düşvâr. ◊ Karmakarışık. * Bitişik komşu. ◊ (Bak: Asr) |
aşir |
Onda bir. On kısma taksim edilen bir şeyin herbir parçası. * Kur'an-ı Kerimin on cüz'ünden herbiri veya on âyetlik bir parçası. * Dost, yardımcı, yardak. * Koca. * Kabile. * More… |
asir(e) |
Üzüm ve benzeri şeyleri şıra yapmak veya yağını almak için sıkan. |
asîre |
Cibre, posa. |
asire |
Üzerine bir yıl geçtiği hâlde hâmile olmayan dişi deve. ◊ (C.: Asirât) Hayvanın ayağının arasına takılan köstek. |
aşire |
Onuncu. Tâsia'nın altmışta biri. |
aşiren |
Onuncu olarak, onuncu derecede. |
aşiret |
Kabile, oymak, göçebe halinde yaşıyan ekseri bir soydan gelen cemaat. Yakın akraba, âile. |
asistan |
Fr. Profesör veya hekim yardımcısı. |
asit |
Fr. Terkibindeki hidrojenin yerine element alarak tuz meydana gelmesine sebep olan ve mavi turnusolü kırmızıya çevirmek hâsiyetinde hidrojenli birleşik hamız. |
âsitan |
f. Kapı eşiği. * Dergâh. * Tekke. |
âsiven |
f. Şaşkın, sersem, aklı dağınık. |
âsiyâ |
f. Su değirmeni. |
asiyâ-bân |
f. Değirmenci, değirmen sahibi. |
asiyâ-ger |
f. Değirmen yapan, değirmenci. |
asiyâ-seng |
f. Değirmentaşı. |
aşiyan (e) |
f. Kuş yuvası. * Mc: İkâmetgâh. Ev, mesken. |
aşiyan-sâz |
f. Yuva kuran, mesken yapan. |
âsiye |
Kederli, hüzünlü kadın. * Sütun, kolon, direk. * Hz. Musa'yı (A.S.) Nil nehrinden çıkararak büyütüp yetiştiren kadın. Firavunun zevcesinin ismi. |
aşiyy |
Akşam, akşam üzeri. |
ask |
Lâzım olmak, lüzumlu olmak. |
aşk |
(Işk) Çok ziyâde sevgi. Şiddetli muhabbet. Sevdâ. Candan sevme. * İttibâ'. Alâka. |
aska' |
Atların ve kuşların başının ortasında beyazlık olanı. * Kanarya kuşu. |
askâ' |
(Suk. C.) Çeşme duvarlarının bölmeleri.* Bölgeler. |
askabe |
Küçük salkım. |
askalân |
Şam diyârında bir şehrin adı. ('Arûs-üş Şam' da derler.) |
askale |
Serap fazla olmak. |
askar |
Üzüm şırası. |
aşkar |
Koyu kırmızı. * Kırmızı saçlı adam. * Doru at. |
askat |
(Uydurukça kelimedir.) (Bak: Vâhid-i kıyasî) |
aşkbazî |
f. Aşk oyunu. Sever görünmek. Aşk-ı kâzib. |
asker |
(C.: Asakir) Devlet ve memleketin muhafazası için ücretli veya ücretsiz olarak veya kur'a ile toplanarak hazır bulundurulan ve resmi elbise giyen silahlı adamlar topluluğu. Er, leşker, More… |
asker-gâh |
f. Asker kampı, askeriyeye ait kamp. |
askere |
Şiddet. * Asker hazırlamak. |
askerî |
Askere veya askerliğe ait, askere mahsus. |
aşknüma |
f. Aşkını bildiren. Aşkını gösteren. |
aşkû |
'f. Tavan; kat, tabaka. * Gökyüzü. Gök.' |
askul |
(C.: Asâkil) Beyaz, büyük mantar. |
asl |
Temel, esas, kök. Bidâyet. Mebde', dip, hakikat. Hâlis, sâfi. Haseb ve neseb. Soy sop. Zâten, en ziyâde. ◊ Yelmek. Seğirtmek. |
asl ü esas |
Gerçek, doğru. |
asla |
Hiçbir zaman. |
asla' |
Başının tepesinde ve önünde kıl olmayan. * Küçük başlı. |
aslâb |
(Sulb. C.) Sulbler, beller. |
aslâd |
Sert, katı ve düz. (Çakmak taşı hakkında). Ateşsiz. * Cimri, hasis, pinti. |
aslah |
Kulağı hiç işitmeyen. ◊ En sâlih. Daha sâlih. |
aslah tarik |
En selâmetli tarz. En salih usul, yol. |
aslahakellah |
Allah seni ıslâh etsin (meâlinde duâ). |
aslat |
Koyu, sahin. |
asleka |
Serabın fazla olması. |
aslem |
Kulağı kesik olan, kesik kulaklı. |
aslen |
'Kök veya soy bakımından, aslında, esasında; temelden, kökten.' |
aslî |
Asla aid ve müteallik. |
asliyyet |
Asl'ın hususiyeti ve hâli. Hususilik, mümtaziyet, seçkinlik. * Başka şeyler karışmamış olan bir şeyin ilk hali. |
asm |
Sargı. * Kırılmış kemiğe bağlanan ağaç. |
asma |
Elleri veya bacakları eğri olan. |
asmâ |
Ön ayağı beyaz olan dişi koyun. |
asma' |
Uyanık ve gözü açık (adam) * Keskin (kılınç). ◊ Küçük kulaklı. * Zeki kimse. |
asmah |
Çok cesur, pek kahraman. |
asmaî |
Arapların şöhret bulmuş şairi. |
asman |
f. Gökyüzü, sema. |
asman-gûn |
f. Gök mavisi. |
asmane |
f. Dam, tavan, kubbe. |
asmanî |
(C.: Asmâniyân) f. Gökyüzüne, aya, güneşe mensub. * Açık mavi. |
asmanî âhen |
f. Yıldırım. |
asmar |
f. Mersin ağacı. |
asmende |
Şaşkın, alık, dalgın. Hile ile kandıran, hileci. |
asmiha |
(Sımah. C.) Kulak kanalları. |
aşna |
f. Yüzücü. * Yüzme. * Tanıyan, yabancı olmayan. (Bak: Aşina) |
aşna-yan |
(Aşnayî. C.) f. Dostluklar, âşinalıklar, haberdarlıklar. |
aşnab |
f. Yüzen, yüzücü. |
aşnager |
f. Yüzücü. Yüzgeç. |
aşnagerî |
f. Yüzme, yüzücülük. |
asnim |
(Sanem. C.) Putlar. * Sevgililer. |
aspiratör |
Fr. Hava emme cihazı. |
asr |
(Asır) Bir devrelik zaman. * İkindi vakti. * Zamanın bir cüz'ü. * Konuşan kimselerin başkaları ile beraber yaşadığı müddet. * Yüz yıl. * Eskiden bazılarınca kırk, elli veya altmış More… |
aşr |
(Aşir) On. * On adetten birisini almak. On etmek. * Kur'ân-ı Kerim'den on âyet mikdarı kısım. |
asra' |
Zor olan şey. Güç nesne. * Kanatlarının uçlarında beyazlıklar olan tavşancıl kuşu. |
aşra' |
Muharrem ayının onuncu günü. * On aylık vazife. * On aylık hâmile deve. |
asraf |
(Sarf. C.) Masraflar. * Değişiklikler. |
asram |
(Sırm. C.) İnsan toplulukları, insan kümeleri. * Çadır grupları. |
asran |
(Asaran) İki devir. Gece ve gündüz. * İki asır. * Gündüzün zamanı. |
asre |
(C.: Aserât) Ayak kayma, sürçme, yanılma. |
aşrefe |
Bir cins misvak ağacı. |
asrem |
Kulağı sakat, hasta. * Ailesini geçindirmek için sıkıntı çeken (kimse). * Bölük bölük. |
asreman |
Gece, gündüz. |
asrî |
Devre, modaya ve israflı fantaziyelere uyan. Taklitçi. Zamana uygun. Bir devreye, asra âit ve müteallik. |
asris |
f. At koşturulan meydan, hipodrom. |
ass |
Her nesnenin aslı, her şeyin esası. ◊ Katı ve sağlam olmak, berk olmak. ◊ Gece gezip dolaşmak. |
aşş |
Zayıf adam.* Az, kalil. * Kuş yuvası. |
assâb |
İplikçi. |
aşşab |
(Aşşeb. den) Nebatları, bitkileri toplayarak ve misallerini kurutarak her biri üzerinde ilmî incelemeler yapan âlim. |
assâl |
Kovandan bal çıkaran, bal satan, balcı. |
assale |
Arı, bal arısı. * Arı kovanı, kovan. * Petek, bal peteği. |
aşşar |
A'şar tahsildarlığı yapmış olan kimse. Öşürcü, ondalıkçı. |
aşşe |
Yaprağı uzun ve ince olan hurma ağacı. * Zayıf vücutlu, uzun boylu kadın. |
assubay |
Ask: Çavuş, üst çavuş ve başçavuş diye rütbeleri olan, ücret alan ve resmi elbise giyen askerdir. |
ast |
Alt. * Birinin emri altında olan kimse, mâdun. * Askerlikte rütbe veya kıdemce küçük olan asker. |
astan |
f. Eşik, atebe. * Dergâh, tekye. |
astane |
f. Eşik, atebe. * Paytaht. * Mânevi büyüklerin kabri. * Büyük tekke. * Merkez. (Osmanlı İmparatorluğunun merkezi olması münasebetiyle İstanbul manasına da gelir.) |
astar |
(Satr. C.) Yazı satırları. |
aştî |
f. Barışıklık, sulh. |
aştî-hûre |
f. Barış ziyafeti. |
aştî-perver |
f. Barış taraflısı, sulh. |
aştî-perverane |
f. Barış taraftarına yakışacak şekilde. |
aştî-sâz |
f. Sulhsever, sulh taraftarı. Barışsever, barışçı. |
aştî-sâzî |
f. Barışseverlik, sulhseverlik. |
astin |
f. Esvap kolu, yen. |
astin-berçide |
f. Hazırlanan veya hazırlanmış (adam). |
astin-efşan |
f. Yen silken. * Mc: Vazgeçen. |
astin-malide |
f. Hazırlanmış, hazırlanan (adam). |
astine |
f. Yumurta. |
astronom |
yun. Kozmoğrafya âlimi, felekiyat ile uğraşan, gök cisimleri hakkında bilgi edinmeye çalışan. |
aşu |
Kör olmak. Görmemek. * Mc: Görmemezlikten gelmek. |
asûb |
Bey, başbuğ. Hakan. * Arı beyi. (Bak: Ya'sub) |
aşûb |
f. Karıştırıcı, karıştıran mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. |
aşûb-engiz |
f. Karışıklığa medar olan, kargaşalığa sebebiyet veren. |
aşûb-gâh |
f. Gürültülü patırtılı yer. Kargaşalık ve karışıklık yeri. |
asüd |
(Esed. C.) Arslanlar. * Yiğitler. |
asûde |
f. Rahat, huzur içinde. Dinç. Müsterih. Sâkin. * Bir cins helva adı. |
asûde-dil |
f. Başı dinç, huzuru yerinde, gönlü rahat. |
asûde-dilî |
f. Gönül rahatlığı. |
asûde-gî |
f. Huzur, rahat, asayiş. |
asûde-hâl |
f. Hâli rahat, sıkıntısı olmayan. |
asûde-nişin |
f. Rahatça oturan. İstirahat eden. |
asuf |
Hızlı ve çabuk yürüyen. * Çok şiddetli rüzgar. ◊ (Asf. dan) Çok zulüm eden. Çok zâlim. |
asüfte |
(Asügde) f. Ateşle islenmiş. * Hazırlanmış, hazır. |
aşüfte |
f. Sevgiden kendinden geçen. Çıldırırcasına seven. * İffetsiz kadın. |
aşüfte-dil |
f. Gönlü perişan olmuş. |
aşüfte-dimağ |
f. Aklı perişan. |
aşug |
f. Bilinmiyen, meçhul, yabancı. * Serseri. |
asul |
Gururlu, mütekebbir, zâlim kimse. |
asum |
Geçim derdi için çok çalışan kimse. ◊ Obur, açgözlü, arsız. |
aşum |
Bir ot cinsi. |
asuman |
f. Gökyüzü. Semâ. * Felek. |
asumanî |
Beşerî olmayan. Semavî olan. Göğe âit ve müteallik. |
âsûn |
(Asi. C.) İsyan edenler. Günahkârlar. |
âsûr |
(C.: Avâsir) Tuzak, ağ. * Şer. * Şiddet. |
asûr |
Zorluk. Güçlük. ◊ Eğri boyunlu. |
aşure |
(Aşurâ) Arabi aylardan olan Muharrem ayının onuncu günü. Aynı günde çeşitli hububat ve kuruyemişler katılarak yapılan tatlı. |
asûs |
Yalnız yürüyüp, otlayan deve. * Yanından insanlar uzaklaşmayınca kendini sağdırmayan deve. * Av arayan kimse. |
aşv |
Kasdetmek. |
asva |
Sırtlan. * Yaşlı kadın. |
aşva' |
Geceleyin gözü görmeyen kadın veya kız. * Önüne bakmayıp her ne olursa basan deve. |
asvad |
(C.: Asâvid) Büyük emir. |
asvat |
(Savt. C.) Sesler. |
aşve |
Akşam karanlığı. * Akşam yemeği. |
asveb |
(Sâib. den) En doğru ve iyisi. Çok isabetli. |
aşvez |
(C.: Aşâviz) Sağlam yer. * Sağlam ve geçirimsiz yerlerde oluşan göl. * Sağlam, kuvvetli deve. * Çok et. |
asvine |
(Sunvân. C.) Elbise koymaya yarayan dolaplar. Gardroplar. |
asy |
Yaşamak. * Kocamak, ihtiyarlamak. ◊ İsyan, itaatsizlik. |
aşy |
Akşam yemeği. |
asya |
Dünyadaki kıt'aların en büyüğü. * f. Değirmen. (Bak: As) |
asyaf |
(Sayf. C.) Yaz mevsimleri. |
aşyan |
Akşam yemeği yiyen kişi. |
asyar |
Dayanmak. * Sürçmek. |
aşyere |
Dayanmak. Sürçmek. |
aşzan |
Ayağı kesilmiş gibi emekleyerek yürümek. |
at'ata |
Birbiri ardınca çağırmak. * Kavga etmek. |
at'ime |
(Bak: Et'ime) |
ata |
t. Baba veya ecdaddan olan büyük. Önceden gelen. * Aynı soyun büyüğü. ◊ (İtyan. dan) Verdi, veren. Geldi, gelen (mânasına da olur, fiildir). ◊ Verme. Bağışlama. Bahşiş. More… |
ata ender ata |
Lütuf içinde lütuf, ihsan üzerine ihsan. |
ata-bahş |
f. Bahşiş veren. |
atab |
Mahvolma, ölme. |
atabey |
(Atabek) Selçuklular devrinde şehzadelere mürebbilik eden şahıs, lala. |
atad |
İşe yarayan âletlerin takımı. * Büyük kadeh. * Hazırlık. |
ataim |
(Atime. C.) Ocaklar. |
atak(at) |
Azad, izin. |
atal |
(C. A'tâl) Vücudun örtüsüz yeri, bilhassa ense. * Bir kişinin güzelliği. * Vücudun tamamı. * Boyuna asılan gerdanlığı kaybetmek. ◊ (Itl. C.) Koltuk altları. * Yanlar, More… |
atalet |
(Utlet) Boş durma. Tembellik. İşsizlik. Hurma salkımı. |
atalet kanunu |
'Fiz: Duran bir cisim, bir kuvvetin etkisi olmadan hareket edemez; ve hareket hâlindeki bir cisim, bir kuvvetin etkisi olmadan hızını ve yönünü değiştiremez.' |
atam |
(Utum. C.) Yüksek binalar, köşkler, hisarlar. |
atan |
(C.: Atân) Kovası el ile çekilen kuyu. * Kuyunun ve havuzun etrafında deve çekip duracak yer. * Su kenarı. * Kokmak. * Dibâgat etmek. |
atanib |
(İtnâbe. C.) Kısa ipler. * Uzun ipler. Sicimler. * Sâyebanlar. |
atardamar |
Tıb: Kanın, kalbden vücudun her tarafına (akciğerlere de) gitmesine yarayan damar. Şiryan. |
ataş |
Susama. Hararet. |
ataşa |
(Atşân. C.) Susamış olanlar, susuzlar. |
ataşe |
Fr. Elçiliklerde vazifeli memur. |
atavil |
(Atvel. C.) Seçkin kimseler. * Uzun boylular. |
ataya |
(Atiyye. C.) Bahşişler. İhsanlar. Lütuflar. |
atayib |
(Atyeb. C.) En iyiler. Çok hoş olanlar. |
atb |
Hışım etmek. * Fesad. * İkrah olunan, kerih görülen. |
atba |
(Taby. C.) Meme başları, uçları. |
atba' |
(Tıb'. C.) Akarsular, çaylar, dereler, kanallar, sel yatakları. ◊ En pis. |
atbak |
(Tabak. C.) Tabaklar. Kapaklar. |
atbal |
(Tabl. C.) Davullar. |
atban |
Tek ayak üstüne sıçramak. * Davarın üç ayak üstüne yürümesi. |
âtbin |
f. Sözü doğru faziletli kimse. |
atebat |
(Atebe. C.) Eşikler, basamaklar.* İranlıların mukaddes ziyaret yeri. |
atebe |
(C. Atebât) Basamak, eşik. |
ateh |
Bunama, bunaklık. (Ateh getirmiş bir ihtiyar) |
atele |
(C.: Utül) Rende. * Kalın ve büyük asâ. * Fârisi yayı. * Doğurmamış dişi deve. |
ateme |
Gecenin ilk üçte bir bölümü. Yatsı namazı vakti. * İşsizlik, tembellik, atalet, üşengeçlik. * Akşam vaktine kadar hayvanın memesinde bâki kalan süt. |
ater |
Arap kadınlarının misk ve başka güzel şeylerle yoğurup, boyunlarına taktıkları gerdanlık. |
ateş |
f. Odun vs. gibi maddelerin yanmasından hasıl olan hâl. Od, nâr. * Kızgınlık, hararet. * Hiddet, gazab, şiddet. * Hayvanın çevik, hareketli ve oynak olması. * Yangın. * Gözyaşı. * Hastalık. * More… |
ateş-bâr |
f. Ateş yağdıran. |
ateş-bâz |
f. Ateşle oynayan. Hokkabaz. |
ateş-beste |
f. Hâlis altın, kırmızı altın. |
ateş-dân |
f. Mangal, ocak. |
ateş-dide |
f. Ateş görmüş, ateşten geçmiş. * Mc: Büyük ıztırab çekmiş ve tecrübe geçirmiş adam. |
ateş-dil |
f. Sözü dokunaklı olan. * Her gördüğü güzeli seven. * Pek zeki adam. |
ateş-efrûz |
f. Ateş yakan, ateş tutuşturan. |
ateş-efşân |
f. Ateş saçan. |
ateş-engiz |
f. Dağlama aleti. * Mc: Fesatçı, ifsad yapan. |
ateş-fâm |
f. Ateş renkli, kırmızı. |
ateş-gede |
f. Mecûsilerin tapındıkları yer. Mecusi mabedi. |
ateş-gire |
f. Çıra. * Maşa. |
ateş-gûn |
f. Ateş gibi kıpkırmızı. |
ateş-hâr |
f. Keklik. * Merhametsiz, şefkatsiz ve zalim adam. |
ateş-hirâm |
f. Süratle yürüyen, hızlı yürüyen. |
ateş-hulk |
f. Sert tabiatlı, huysuz. |
ateş-kâr |
f. Külhancı. * Mc: Aceleci, kızgın veya merhametsiz adam. |
ateş-mizac |
f. Huysuz, geçimsiz, sert tabiatlı kimse. |
ateş-nâk |
f. Ateşli. |
ateş-nisar |
f. Ateş saçan.* Mc: Çok öfkeli, çok kızgın. |
ateş-nümâ |
f. Ateş gösteren. |
ateş-pâ |
f. Ateş gibi. * Mc: Atik, çevik. |
ateş-pare |
f. Ateş parçası. Ateş gibi. * Mc: Çok zeki, çok akıllı. * Durup dinlenmeyen. |
ateş-paş |
f. Ateş saçan. |
ateş-reng |
f. Ateş renginde, kızıl renkli. |
ateş-suhan |
f. Dokunaklı, kalb kıracak şekilde ağır söz söyliyen. |
ateş-zebân |
f. Ateş dilli. Çok dokunaklı söz veya şiir söyleyen. |
ateş-zede |
f. Yakılmış, yakılan. |
ateş-zen |
f. Ateş yakmak için kullanılan alet, çakmak. |
ateşek |
f. Küçük ateş. * Ateş böceği. * Frengi. * Berk, şimşek. |
ateşî |
'f. Hararetli, ateşli; dokunaklı. * Ateş renginde. * Hiddetli, öfkeli.' |
ateşîn |
f. Ateşli, canlı, ateşten. * Mc: Şiddetli, hiddetli. |
atf |
Bağlama. Bağ. Ekleme. * Meyletme. * Şefkat. Sevgi. * Eğilme. * İkiye bükme. İki kat eyleme. * Çevirme. * Geri döndürme.* Bir kimse üzerine tekrar hamle eylemek. * Gr: Bir kelimeyi diğer bir More… |
atfen |
Birisinin adına. Birisine yükleyerek. |
atfetmek |
Meyletmek. Sevgi beslemek. * Gr: Mânâyı birbirine bağlamak. |
athal |
Kül renginde. |
athar |
(Tâhir. C.) Kadınların aybaşı ve doğumdan çıktıkları zamanlar. ◊ Daha tâhir. En temiz. |
ati |
Önde. Aşağıda. Sonra. Vâki olan. Gelecek zaman. ◊ İnatçı, muannid. Kalın kafalı. |
ati(ye) |
(Utv. dan) İsyan eden, kafa tutan. Asi. Sert başlı, serkeş. |
atid |
Tedarik olunmuş. Hazır ve müheyya. * Günah ve sevabları yazan melek. |
atide |
Elbise sandığı. |
âtif |
(Atf. dan) Yüzünü çeviren, bakan. Meyleden, yönelen. * Bağlaç. * Şefkat edici kimse. Merhametli, müşfik. * Yarış atlarının altıncısı. * Gr: İki kelimeyi birbirine bağlayan harf veya kelime. More… |
atifet |
Koruma, sevgi, Acıma. Şefkat. Esirgeme. * Hüsn-ü zan. Karşılıksız sevgi. |
atifet-kâr |
f. Esirgeyip muhafaza eden, gözetip koruyan. |
atih(e) |
İsyan eden, kafa tutan, âsi olan. |
atik |
(Atika) Esaretten serbest bırakılmış olan. * Soyu temiz. Necib. * Genç kız. * Kadim. İhtiyar. * Yavru kuş. * Eski. * Hz. Ebû Bekir'in (R.A.) bir nâmı. ◊ (C.: Avâtik) Sırtın More… |
âtik(a) |
Azad edilmiş, Serbest bırakılmış kimse. * Yaşlı. * Genç kız.* Temiz soylu. * Eski. * Yavru kuş. |
atikiyyat |
Eski eserler. Eski devirlerden kalma eserleri, - daha ziyade tarih ve san'at bakımından- tetkik eden ilim. Arkeoloji. |
âtil |
(Âtıla) İşlemez. Boş. Tenbel. * Bozulmuş. |
atil |
Para karşılığı tutulan yardımcı, asistan. ◊ Şerli, şerir, yaramaz kişi. |
âtim |
Ölen, mahvolan. |
atim |
t. Ateşli silahların boşaltılması, atılması. * Kurşun menzili, kurşunun gidebildiği, yetiştiği mesâfe. * Silahın bir defa atılması için lâzım gelen barut vesaire. |
atim(e) |
Yavaş, sessiz, ağır. |
atime |
'(C: Atâim) Ateş yakılan ocak; mangal.' |
atir |
(Itr. dan) Güzel kokulu, ıtırlı. * Kokuları seven kimse. |
atire |
Receb ayında keferenin putları için boğazladıkları koyun ki, o puta 'itrâ' derler. |
âtiş |
(Atişe) Susuz, susamış. |
atis |
Şafak. * Aksıran. |
atit |
Gıcırtı. * Ses. |
atiy |
(Utiy) Haddi tecavüz etme. * Çok ihtiyar olma. * Kibirlenme. |
atiye |
Azgın. * Büküp büküp atan. |
atiyen |
Aşağıda. * İlerde, gelecekte. |
atiyyat |
(Atiyye. C.) Hediyeler. İhsanlar. * Büyük bir kimsenin bahşişleri. |
atiyye |
Hediye. Bahşiş. Lütüf ve ihsan. |
atk |
Esiri serbest bırakmak. Köleyi âzat eylemek. (Bak: Itk) ◊ Bulaşmak. * Kurumak. |
atl |
şerir. Sert tabiatlı. Yaramaz. * Şiddetle çekmek. |
atlab |
'(Tâlib. C.) Arayanlar, talibler; bilhassa talebeler.* (Tılb. C.) Kadın peşinde dolaşanlar, zamparalar.' |
atlal |
(Talel. C.) şekiller, biçimler. |
atlas |
İpekten yapılmış kumaş. Üstü ipek, altı pamuk kumaş. * Düz tüysüz. * Büyük harita. * Atlas Okyanusu. ◊ (Talas. C.) Eskitmeler, yıpratmalar. * Eski, aşındırılmış, yıpranmış. |
atle |
(C. Utül) Rende. * Yoğun büyük asâ. * Büyük iğne demiri. Farisî yayı. * Doğurmamış dişi deve. |
atles |
Eski, yırtık, yıpranmış, aşındırılmış. |
atletizm |
yun. Çeviklik, atiklik, kuvvet gibi beden kabiliyetlerini inkişaf ettirmeğe yarayan ve koşu, atlama, ağırlık kaldırma ve atma gibi, tek başına yapılan bedeni çalışmalar. |
atliye |
(Tılâ. C.) Merhemler. |
atm |
Geciktirmek, eğlendirmek. |
atmar |
(Tımr. C.) Paçavralar. Eski, yıpranmış elbiseler. |
atme |
Ateş kaynağı, volkanın tepesindeki lâvın çıktığı yer, krater. |
atnab |
(Tınâb. C.) Çadır ipleri. * Ağaç kökleri. * Tıb:Vücuttaki sinirler. |
atol |
Mercan adası. Mercan iskeletlerinin birikmesiyle meydana gelmiş olan halka biçiminde ve ortasında bir göl bulunan adacık. |
atr |
İyi kokulu şeyler sürünmek. ◊ Depretmek. * Titremek. |
atrab |
Oyunlar. Eğlenceler. Şenlik ve ferahlıklar. |
atraf |
(Tarf ve Taraf. C.) Gözler. * Taraflar. Kenarlar. |
atrak |
(Târık. C.) Gecegelen seyyahlar. |
atrar |
(Turra. C.) Kenarlar, uçlar. |
atras |
(Tırs. C.) Yazılmış sayfalar. |
atreş |
Sağır, işitmeyen. |
atrese |
şiddetle ve zorla almak. * Gadap etmek. |
atruk |
(Tarik. C.) Tarikler, yollar. |
ats |
Aksırık. * Şafak sökme. |
atş |
Susuzluk. Susama. |
atşân |
Susamış, teşne. Susuz. |
atse |
Aksırma, tek aksırık. |
att |
Sözü tekrar tekrar söylemek. |
attar |
(Itr. dan) Güzel koku veya iğne iplik gibi şeyler satan. |
attas |
Devamlı aksıran. |
attat |
Çok bağırıp çağıran, gürültücü adam. |
atûb |
İnatçı, muannid. |
atûd |
(C: Atedân) Bir yaşında ve iyi beslenmiş oğlak. |
atûf |
Çok acıyan, pek merhametli. |
atûfet |
Şefkat. Çok merhametli oluş. |
atûh |
Mâtuh. Bunak. Şuurunu kaybetmiş ihtiyar. |
atûm |
Akşam vaktinin dışında sütünü vermeyen deve. ◊ Su kaplumbağası. |
atûs |
Enfiye, aksırtıcı şey. |
atv |
El ile alıp yiyip içmek. |
atvad |
(Tavd. C.) Dağlar. |
atvak |
(Tavk. C.) Tasmalar. Gerdanlıklar, boyuna takılan mücevherler. * Tâkatler, kuvvetler. * Boyundaki halka çizgiler. |
atvel |
(Tavil. den) Çok uzun. |
atyan |
(Tîn. C.) Çamurlar, balçıklar. |
atyeb |
Pek güzel. Daha güzel. |
atyer |
Çabuk uçan. Derhal kaybolan. |
atyeş |
Gayet tez uçar bir kuş. |
av'ave |
Havlama, köpeğin havlaması. * Mc: Hezeyan, saçma sapan konuşma. |
âvâ' |
Şiddet. * Kıtlık, kaht. |
ava' |
Alçak kimse. * Menazil-i kamerden bir menzildir ve beş yıldızlıdır. |
avabis |
Müdhiş, çetin günler. * Yüzü abûs kimseler. |
avacim |
Dişler. |
avad |
Ud çalan kimse. |
avadanci |
Tar: Osmanlı sarayında bir hademe sınıfı. |
avadi |
(Adiye. C.) Zulmedenler, zâlimler. |
avah |
Eyvah, yazık! gibi teessüf ifâdeleri. * Rızık, kısmet, nasib. (Bak: Evvâh) |
avaid |
(Âide. C.) İratlar, gelirler. Aidat. * Tahsisât. |
avaik |
(Âika. C.) Mânialar. Engeller. Müşküller. * Nuh (A.S.) Kavminin sonradan taptıkları bir put ismi. |
avakib |
(Akibet. C.) Encamlar. Akibetler. Sonlar. |
avakir |
(Akıra. C.) Fakirler, yoksullar. * Kısırlar, verimsiz olanlar. * Kudurmuş olanlar. |
aval |
Fr. Bir ticaret senedine yazılan kefillik. Böyle bir kefalete girişen kimse. ◊ Sersemlik derecesinde saf olma, bönlük. |
avalî |
Büyük ve sayılı kimseler. Büyükler. Yüceler. * Medine etrafındaki semtler. |
avalim |
(Âlem. C.) Âlemler. Cihanlar. |
avam |
Halktan ilmi irfanı kıt olan kimse. Okuyup yazması az olan. Fakirler sınıfından. * Tas: Hakikata tam erememiş, tevhidin derin hakikatlarından haberi olmayan. * Halkın ekseriyeti. |
avam-firib |
f. Halkın hoşuna gidecek tarzda hareket eden, halkı avlıyan, demagog. |
avam-perestane |
f. Avam kimselere yakışır şekilde. * Şiddetli halk taraftarı olan birine yakışır sûrette. |
avam-pesend |
f. Halk tarafından beğenilecek olan şey. |
avamil |
(Amil. C.) Sebepler. * Ayaklar. * Valiler. Hâkimler. * Gr: Arabçada kelime sonlarının okunuşuna te'sir eden hususları öğreten ilim ve ona dâir kitab. * Birgivi Hazretlerinin More… |
avan |
(C.: Uven) Her şeyin orta yaşlısı. * (C.: Avine-Avân) Esir. * Yardımcı, nâsır. ◊ Anlar. Zamanlar. Vakitler. |
avane |
Uzun hurma ağacı. |
avani |
Kapkacak, yemek takımları. * 'Beni koru, hıfzeyle' meâlinde dua. |
avans |
Fr. İlerideki bir alacağa mahsuben önceden verilen para. |
avar |
Ayıp, kusur, eksiklik. Fesad. |
avare |
f. Başıboş, serseri, boş gezen. İşsiz güçsüz. |
avaregî |
f. Avarelik, serserilik, işsiz güçsüzlük, aylaklık. |
avareser |
f. Başıboş. |
avarî |
(Ariyyet. C.) Ödünç verilen şeyler. |
avarif |
Mârifetler. * Arifler. İşten anlar olanlar. * Güzel ahlâk. |
avariz |
Arızalar. Sonradan olan noksanlıklar. * Girinti çıkıntı, noksanlık. * Mânialar. Engeller. * Fevkalâde hallerde ve bilhassa harp sebebi ile geçici olarak alınan vergi. |
avasif |
(Asıta. C.) Sert ve kuvvetli rüzgârlar. Fırtınalar. |
avasim |
(Asıme. C.) Temiz, ismetli kimseler. * Hudut şehirleri. |
avatif |
(Atıfet. C.) Atıfetler. Hediyeler. İhsanlar. |
avatik |
(Atık. C.) Yaşlılar. * Genç kızlar. * Hür ve serbest olanlar. * Yavru kuşlar. |
âvâz |
f. Sadâ, Yüksek ses. * şöhret. |
avaz |
Nefret. İkrah. Bir şeyi kerahetle yapma. Kerahet. |
avaze |
f. Nam, şöhret, ün. Yüksek ses. |
avazil |
(Âzil. C.) Başa kakıcı kimseler. |
avca |
(Müe.) Eğri. Şaşı. * Yay. Kavs. * Arık, zayıf deve. |
avd |
Dönme, geri gelme. Aleyhine veya lehine dönme. |
avdet |
Dönüş, geri gelme, dönme. Rücu'. |
avdetî |
Dönme. * Aslına, Müslümanlığa dönen. |
avemen |
Deve veya at gidişi. * Yüzme. |
aven |
Çok sâkin, en sâkin. |
avend |
f. Sicim, ip.* Senet, delil. * Kapkacak. * Taht, yüksek mertebe. * Satranç oyunu. * Evvel, önce, ilk. |
avene |
Beraber olanlar. Yardım edenler.* Taraftarlar. |
avengân |
f. Asılı, sarkık. * Çengel. * Çivi. |
aver |
'f. Averden 'getirmek' fiilinin emir köküdür, kelime sonuna getirilerek; yapan, eden, olan, veren, götüren gibi manalara sebeb olur.' |
averd |
f. Harp, muhârebe, savaş, cenk. |
averd-gâh |
f. Muharebe meydanı, savaş alanı. |
averde |
f. Getirilmiş nakl olunmuş. |
averdide |
f. Saldırılmış, hücum edilmiş. |
avez |
Fakirlik, yoksulluk. Sıkıntı. |
avhak |
Uzun nesne. * Kara karga. * Büyük kara deve. |
avhec |
Yılan. * Uzun boyunlu. * Dişi deve. |
avi |
Uluyan. Hırlayan. |
avihte |
f. Asılmış şey, asılı nesne. |
avije |
f. Has, hâlis, hakiki, temiz. |
avijgan |
f. Mahremler, yakınlar. * Güzeller, gençler. |
avil |
Yüksek sesle ağlama. Acınma. Feryâd. * Meyletme. |
avind |
f. İlk, evvel, önce. |
avine |
(Evân. C.) Vakitler, zamanlar, anlar. Devirler. |
avineten |
Ara sıra, tesadüfen. |
avişe(n) |
f. Kekik otu. * Sarılma, sıyırarak çıkma. Saldırma. |
aviz |
f. Asılan, asılı bulunan. |
avize |
f. Lamba, fener, gaz veya mumları havi olarak tavana asılan maden veya billurdan süs eşyası. |
avk |
(C: A'vâk) Mâni olma, alıkoyma, durdurma, vazgeçirme, geciktirme. |
avl |
Feryat, sıkıntı sebebi. Acınma. |
avlak |
yun. Dere. Vadi, su cedveli. |
avle |
Bağırma, feryat. |
avn |
Yardım. İmdâd. * Mededkâr. Yardım eden. Yardımcı. Zahir. |
avnî |
Yardıma âit, yardıma dâir. |
avniye |
Serasker Hüseyin Avni Paşa tarafından ilk olarak, daha sonra da Sultan Mecid ve Sultan Aziz zamanında giyilen kolsuz asker kaputu. * Bir nevi yağmurluk. |
avr |
Bir kimseyi kör etme. * A'ver kılma. Bir şeyi alıp götürmek. * Telef etme. * Gözsüzlük. |
avra |
Şaşı. Kör kadın. Tek gözlü. * Mc: Kör fikir. * Çirkin ve kabih söz. * Sâdece dünyayı düşünüp âhireti unutan. |
avrat |
(Averât) (Avret. C.) Kadınlar. * Gizli yerler. * Mahrem zamanlar. |
avret |
Eksik. Gedik. Gizlenmesi lâzım gelen şey. Dinen örtülmesi vâcib olan âzâ, ud yeri. Utanılacak ve hayâ edilecek şey. Erkeklerde göbek ile diz kapağı arasındaki kısım. * Kadın. Zevce. Nikâhlı. More… |
avrupaî |
Avrupalılara ait ve onlarla alâkalı Avrupalılar gibi. |
avrupazâde |
f. Avrupa'dan doğan. Avrupa te'siri ile olan. Avrupalıyı taklid eden. |
avşin |
f. Kekik otu. |
avukat |
Mahkemede ücret mukabilinde taraflardan birinin müdafaasını ve davasını üzerine alan hukukçu. * Mc: Müdafaaya muktedir, çeneli, cerbezeli. |
avunmak |
t. Oyalanmak, kendi kendini eğlendirmek. * İnek vs. nin gebe kalması. |
avva |
Bir yıldız kümesi. |
avvac |
Fildişi satan. Fildişi işçisi. |
avz |
Hâcet. İhtiyaç. Bir şeyin bulunmaması. * Fakir. * Fakirlik, muhtaç olma. ◊ (Avez) (İyâz, meaz, meâze) Sığınma. Sığınak. Melce. Sığınacak yer. |
avzen |
(Zenav) (Kürdçe) Suların biriktiği yer. Havuz, göl. |
ay |
(Bak: Ayât) |
âyâ |
'(Şüphe ve tereddüt bildiren edât; hayret ve taaccüb, soru ile beraber ümid ifâde eder) Acabâ. ' |
ayâ |
Tedavisi mümkün değil, iyileştirilmez. * Kabiliyetsiz, kudretsiz. |
ayal |
(Bak: Iyal) |
ayan |
(İyân) Aşikâr. Belli. Herkesin bilebileceği ve görebileceği. * Çiftçi âletlerinden olan saban okunun bileziği. |
ayar |
Altın ve gümüşten yapılmış şeylerin saflık ve hafiflik derecesi. *Saadete, mutluluğa doğru gitme. |
ayar-dan |
f. Ölçüden anlar, değerbilir. |
ayastafanos |
İstanbul'da Yeşilköy semtinin eski adı. |
âyât |
(Âyet. C.) Âyetler. * Cenab-ı Hakk'ın sıfât ve kudreti hakkında görülen âşikâr deliller, bürhanlar. * Menziller. Mekânlar. |
ayb |
Kusur. Leke. Utandıracak hal. |
ayb-cû |
f. İnsanın ayıplarını araştıran, herkesin ayıbını, noksanını meydana çıkarmak isteyen. |
ayb-gûyî |
f. Dedikoduculuk. |
ayb-nâk |
f. Noksan, kusurlu. |
aybe |
(C.: İyâb) Heybe, deri çanta. |
ayc |
Razı olmamak. * Tasdik edip inanmamak. * Menfaatlenmemek, faydalanmamak. |
aydan |
(Uvd. C.) Uzun hurma ağaçları. |
aydane |
Uzun hurma ağacı. |
ayde |
Yaramaz huylu. |
âyen |
f. Demir. |
âyende |
(C.: Âyendegân) f. Gelen, geçici. |
ayes |
Beyazlık, aklık. |
âyet |
Eser. * Kimsenin inkâr edemiyeceği açık delil. Nişân. Alâmet. İşaret. * Menzil, mekân. * Kur'ân-ı Kerim'deki her bir cümle. Mânen uyanmağa, intibâha sebeb olan hâdise. More… |
ayfe |
Hayret. * Tereddüt. * İğrenmek. |
ayheka |
Neşat, sevinç, neşe, sürur. * Bir kuş adı. |
ayhem |
Katı, sağlam nesne. |
ayhüm |
Ağaç kökü. * Kırmızı sahtiyan. |
ayib |
Dönüp çekilen. Geri dönen. Tövbe eden. |
ayide |
Fayda, menfaat. * Muhabbet, sevgi. |
ayij |
f. Kıvılcım, şerâre. |
ayil(e) |
Ailesi kalabalık olan. * Ailesini besleyen. * Aşırı. * Fakir. * Dengede olmayan terazi. |
âyin |
Merâsim. Usûl. Görenek. Dinî âdâb. Âdet, örf ve kanun. ◊ Gözü değen kişi. Nazarı değen kimse. |
ayin |
Arap alfabesinin onsekizinci ve Osmanlı alfabesinin yirmibirinci harfi olup, ebced hesabında yetmiş sayısına tekabül eder. |
âyin-han |
f. Mevlevihâne ve semâhânelerde sema edilirken, yüksek bir yerde bulunan ve mutribhâne adı verilen mahfilde âyin okuyan kimse. |
ayine |
f. Ayna. Mir'ât. Kendisine tecelli ve aksedeni gösteren veya bildiren şey. (Ayna, ışığı aksettirip gösterdiğinden dolayı esmâ-i İlâhiyeyi de bize gösteren ve Cenab-ı Hakk'ın More… |
ayine-rû |
f. Yüzü ayna gibi parlıyan. |
ayine-saz |
f. Aynacı. |
ayinedar |
f. Ayna tutan. * Eskiden, bir büyük adamın giyinirken aynasını tutmakla vazifeli hizmetçi. * Berber. |
ayir |
Tereddütlü kimse. |
ayis |
(Bak: Sinn-i iyâs) |
ayiş(e) |
Bolluk içinde rahat yaşayan. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) zevcesi ve mü'minlerin vâlidesi, Hz. Ebu Bekir'in (R.A.) kızının bir ismi. |
ayişne |
(Ayişte) f. Casus, ajan. * Dalkavuk. |
ayiz |
(C.: Ayizât) Yeni doğurmuş hayvan. |
ayiz(e) |
Mukabil olarak veren. Karşılık olarak verilmiş. |
ayk |
Nâhiye. * Kenar. * Taife. |
ayka |
Deniz kenarı. * Ev ortası. |
ayke |
Sık koruluk. |
ayle |
Fakirlik. |
aylem |
(C.: Ayâlim) Yumuşak nesne.* Suyu çok olan kuyu. |
ayman |
Süt içmeğe iştihası olan erkek. * Malı gitmiş kişi. |
ayme |
Süt içmeğe iştihası olmak. * Malın iyisi. |
ayn |
(C.: A'yan-A'yun-Uyûn) Göz. * Pınar, kaynak. Çeşme. * Tıpkısı, tâ kendisi. * Zât. * Eşyanın hakikatı. * Kavmin şereflisi. * Diz. * Altın. * Nazar değme. * Casus. * Her şeyin en More… |
ayna |
(C.: În) Gözü güzel ve iri olan. |
aynan |
Akmak, seyelan. |
aynen |
Bir şeyin aslı veya kendisi olarak. Tıpkısına, hiç bir şeyi değiştirmeden, aynı olarak. |
ayniyyat |
(Ayniyye. C.) Kullanılmaya veya harcanmaya elverişli olup taşınabilen ve para eden şeyler. |
ayniyye |
Göz hastalıkları kliniği. * Pahada ağır olan ve taşınabilen şeyler. |
ayniyyet |
Bir şey veya şahsın aynı veya kendisi olması. |
ayr |
(C.: A'yâr) Eşek, himar. * Medine-i Münevvere yakınında bir dağ. * Uzun demir mıh. |
ays |
Cimâ etmek. * Meni denilen su. ◊ Sık ağaçlık yer. Koruluk. ◊ Fesâd ve ifsâd etmek. |
ayş |
Yaşayış, yaşama. Yiyip içme. Zevk u safâ. * Dirilik. Hayat. |
ayş u işret |
Yiyip içme. (Bak: Îş) |
ayş ü nûş |
Yiyip içme. (Bak: Îş) |
ayş u tarab |
Yeme içme, eğlence. |
ayse |
Yumuşak yer. |
ayşe |
Dirilik, hayat, yaşama. |
aysele |
Gözsüz, a'mâ, kör. |
aysum |
Filin dişisi. * Sırtlan. * Büyük deve. * Süsen çiçeği. |
ayşûm |
Nebatattan bir ot. |
ayt |
Uzun boyunlu. |
ayta' |
Uzun boyunlu kadın. * Uzun boyunlu dişi deve. |
aytel |
Uzun boyunlu. |
aytemûs |
(C.: Atâmıs) Bütün vücut organları yerli yerince ve tam olarak yaratılmış olan. |
ayyab |
Kusur görücü, ayıb gören. |
ayyan |
Yorgun. Bitkin. * Ne yapacağını bilmeyen. |
ayyar |
Hırsız. Hileci, dolandırıcı, hilebaz, dessas. * Zeki, kurnaz. |
ayyarî |
f. Dolandırıcılık, hilecilik. |
ayyaş |
Haram içki içen. şarhoş. |
ayyil |
(C.: İyâl) Nafakası lâzım olan kişi.AYYUK: Samanyolunun dâima sağ tarafında olan çok parlak ve uzak bir yıldızın ismi. * Mc: Gökyüzünün pek yüksek yeri. |
ayzan |
Yaban eşeğinin erkeği. |
ayzemûr |
Yük taşıyamıyan büyük ve yaşlı deve. |
az'af |
(Bak: Ez'af) |
aza |
(C.: Uzâ) Kertenkele. |
aza' |
Başa gelen musibete sabretmek. * Bir kimseyi babasına nisbet etmek. |
azab |
Dünyada işlenen suç ve kabahate karşılık olarak âhirette çekilecek ceza. * Eziyet. Büyük sıkıntı. Şiddetli elem. |
azab-engiz |
f. Azab verici, keder verici. |
azad |
f. Serbest. Hür. Kimseye bağlı olmayan. Kölelikten kurtulmuş olan. * Dünya alâkasından kesilmiş. * Serbest fikirli. ◊ Kısa ve sık olarak dikilmiş. |
azade |
f. Bağlardan kurtulmuş. Serbest. Kayıtsız. Hür. Sâlim. Müberrâ. |
azade-dil |
f. Gönlü bir şeye bağlı olmayan. |
azade-gân |
f. (Azâde. C.) Azadeler. Bağımsız, serbest ve hür olanlar. |
azade-gî |
f. Hürlük, âzâdelik, serbestlik. |
azade-hâtir |
f. Başı dinç, gönlü hoş olan. |
azade-hayat |
f. Hayattan kurtulmuş. Ölmüş. |
azadî |
Serbestlik. Hürriyet. * şükür. |
azahî |
(Bak: Adâhi) |
azaim |
(Azime. C.) Mühim ve büyük işler. Kararda kesinlik. ◊ Büyük iş. * Büyük belâlar. Büyük günahlar. ◊ Kötü şeyleri defetmek için yazılan duâlar. |
azal |
(Ezel. C.) Ezeller. Başlangıcı olmayan zamanlar. |
azalil |
(Uzlûle. C.) Yanlışlar, yanılmalar. Doğru olmayanlar. |
azam |
(C: Azamât) Kin, husûmet, adâvet, garaz, fena niyet. * Öfke, hiddet. * Kıskançlık. |
azame |
Eskiden, büyük görünmesi için kadınların bağladıkları arkalık. |
azamet |
Büyüklük. Cenab-ı Hakk'ın büyüklüğü. * Kibirlilik. |
azamim |
(Izmâme. C.) Desteler, kümeler, topluluklar, zümreler. |
azamût |
(Mübalâğa sigası ile) Azamet. Kibriya. Allah'a mahsus olan büyüklük. |
azan |
(Üzn. C.) Kulaklar. |
azar |
f. İncitme. Tâzib. Kırılma. Tekdir. Zulüm. Ukubet. ◊ f. Mart ayı. |
azar-dide |
f. Zulüm görmüş. Küskün. |
azar-mend |
f. İncitilmiş, zulmedilmiş. |
azar-mendî |
f. İncitilmiş, kırılmış olma. |
azar-reside |
f. Zulüm görmüş, kırılmış, incitilmiş. |
azarende |
f. Azarlıyan, tekdir eden. * Kalb kıran, inciten. |
azarî |
f. Muzırlık. Küfürbazlık. * Fenalık görmüş, kalbi kırılmış, incitilmiş olma. |
azariş |
f. İncitme, kalb kırma. |
azarr |
(Zarar. dan) Çok zararlı. |
azaye |
(C.: Izâ-Izâyâ) Kertenkele. |
azaz |
Bir tek lokma. |
azâze |
Kuvvet. * Azamet, büyüklük. * Şiddet. * Azlık. * Gâlip olmak. |
azazil |
Şeytan. (İblisin bir adı) Şerlerin temsilcisi. |
azb |
Tatlı, lâtif, hoş ve şirin olan yiyilecek ve içilecek şey. * Fazla susuzluktan yemek yemeği terketme. * Men'etme. * Feragat. ◊ Kesme. * Isırma. * Azarlama. * Hastalıktan More… |
azba' |
(Zab'. C.) Kolun yukarı kısmı, dirseğin üst tarafı. |
azbe |
(C.: Uzeb-Azebât) Su içinde olan çerçöp. * Her bir şeyin ucu, tarafı. |
azbî |
Güzel ahlâklı. |
azbu |
(Zebu. C.) Sırtlanlar. |
azd |
(Azid, azud) Kolun üst kısmı. * Destek. * Kuvvet, kudret. (Bak: Adud) |
azdad |
(Bak: Ezdâd) |
azde |
f. Boyalı, boyanmış. * Ucu sivri olan bir âletle delinmiş. |
azeb |
Bekâr. Mücerred. Evlenmemiş. Zevcesi olmayan. |
azebe |
Kocası olmayan kadın. |
azeh |
f. Vücutta çıkan siğil. |
azeka |
Alâmet, nişan, işâret. |
azer |
f. Ateş. * Şemsî senenin dokuzuncu ayı. Kasım. Her şemsî ayın dokuzuncu günü. * Mecusilere göre güneşe memur meleğin adı. * Hz. İbrahim'in (A.S.) babasının veya amcasının ismi. |
azer-gûn |
f. Ateş renginde olan, kızıl, kırmızı. * Ay çiçeği. |
azerahş |
f. Yıldırım. |
azerbayigan |
f. Azerbeycan. |
azerd |
Boya, renk. |
azeret |
Yetişip kuvvetlenme. * Kalınlaşma. * Ekinin yetişip tanelerinin çıkması. (Bak: Muâzere) |
azerîler |
Kafkasyanın Azerbeycan bölgesinde yaşamış Türk kavmi. |
azerm |
f. şefkat, merhamet. * Haşmet, büyüklük, azamet. * Haya, utunma. |
azerm-cû |
f. Hayâlı, utangaç. Terbiyeli, nâzik. |
azerperest |
Ateşe tapan, mecûsi. |
azerşeb |
f. Batıl bir inanışa göre ateş içinde yaşadığı sanılan ve semender denilen bir hayvan. * Şimşek, berk. |
azf |
Zâhidlik. Nefsini bir şeyden döndürmek. ◊ Yemek. |
azfar |
(Zufr. C.) Tırnaklar. |
azfendak |
f. Gökkuşağı. |
azgan |
(Zıgn. C.) Kinler, garazlar. |
azgas |
(Bak: Adgas) |
azha |
(Zahve. C.) Su havuzları. Göller. |
azhar |
En zâhir. En açık. Besbelli. Bedihi olan, rûşen. * Bir ibârenin en açık ve kat'i olan mânası. |
azib |
Susuzluktan yem ve yulaf yemeyen yorgun hayvan. ◊ Uzak merâ, otlak ve çayır. |
azide |
f. Ucu sivri bir aletle delinmiş olan. |
azif |
Sazcı, çalgıcı. |
azife |
Yaklaşan. Yaklaşmakta olan. * Kıyamet. |
azig |
f. Nefret, kin, garaz. * İğrenme, tiksinme. |
azihe |
Yalan, iftira. |
azik |
Hoşa giden. |
azil |
Islah edilmesi mümkün olmayan. Muannid, inatçı. ◊ (Bak: Azl) |
âzim |
Bir yere gitmeğe karar veren. Bir iş hakkında kat'i karar ve niyet sahibi. ◊ Dudaklarını yumup susan kişi. |
azîm |
Büyük. Yüce. Çok ileri. ◊ Azimet eden. Gidici. |
azimat |
(Azime. C.) Kıtlık yılları. |
âzime |
Azı dişi. * Kıtlık senesi. |
azime |
(C.: Azâim) Büyük iş, fevkalâde ve çok mühim iş. * Tılsım, efsun, sihir. * Sebat. Verilmiş olan kararda kat'ilik. * Kasdetmek, yemin etmek. |
azimet |
Takvâ ile amel etmek. Allah'ın emirlerini en mükemmel ve eksiksiz yapmağa çalışmak. * Kesin karar vermek. * Yola çıkmak, gitmek. |
âzin |
Kefil. Birinin yerine kefalet eden. * Kapıcı, perdeci. * İzin veren. |
âzîn |
f. Kaide, kanun. * Süs, zinet, güzellik. * Yoğurttan yağ çıkarmak için hususi olarak yapılmış yayık. |
âzîne |
f. Cuma veya bayram günü. |
âzir |
Yara izi. |
âzîr |
f. Iztırab, sıkıntı. Ağrı, sızı. * Azar, tekdir. |
azîr |
Biçilmiş olan ekinin tarlada satılması. |
azir |
Özür dileyen, özrünün afvedilmesini isteyen. * Özür. * Sünnet düğünü. |
âzire |
Hayızlı kadın. |
azire |
(C.: Uzrât) Ön yanı, önü. |
azirra |
(Zarir. C.) Körler, âmâlar, gözleri görmiyenler. |
aziş |
f. Talaş, yonga, ağaç ve tahta kırığı. * Eşik tahtası. |
aziyy |
(C.: Ezavî) Deniz dalgası. |
azîz |
İzzetli. Çok izzetli. Sevgili. Çok nurlu. * Dost. * Şerif. * Nadir. * Dini dünyaya âlet etmeyen. * Sireti temiz. * Ermiş. Mânevi kudret ve kuvvet sahibi. * Mağlup edilmesi mümkün olmayan ve More… |
azizân |
f. Azizler. |
azize |
(Müe.) Aziz olan. * Hristiyanlıkta kadın rahib. Rahibe. |
azk |
Hurma ağacı. * Nişan, alâmet, işâret. ◊ Yarmak. * Sürmek. |
azka |
İri yünlü koyun. |
azl |
Bir şeyi yerinden veya güruhundan veya işinden ayırmak. Birisini işinden veya makamından ayırmak. ◊ (Azel) Levmetmek, kınamak. Azarlamak. |
azla' |
(C.: İzâl) Kırba ağzı. |
azlaf |
(Zılf. C.) Zool: Çatal tırnaklı olan hayvanların tırnakları. Toynaklar. |
azlal |
(Zıll . C.) Gölgeler. |
azlem |
Çok zâlim. Pek zâlim. * Çok karanlık. |
azm |
(Azim) Kasd, niyet. Sağlam ve kat'i karar. Sebât. ◊ Büyüklük, ululuk. * (C: İzâm) Kemik. |
azma(y) |
f. Denemiş. |
azman |
Cins ve nev'inin icabından fazla büyümüş, çok iri. * Melez. İki ayrı cins hayvandan doğma. |
azmayiş |
f. Deneme, sınama, tecrübe. * Tar: Emekdar tirendâzların kullandığı bir çeşit ok. |
azmen |
Pek fazla şeyler içine alabilen. * En çok güvenilen. |
azmend |
f. Haris, açgözlü, tamahkâr, cimri. |
azmî |
Kemikli, kemikten yapılmış. |
azmûde |
f. Tecrübe etmiş olan. Tecrübeli. * Tecrübe olunmuş, denenmiş. |
azmûdegî |
f. Tecrübe, deneme, imtihan. |
azmûn |
f. Tecrübe, deneme, imtihan. |
azoik |
En eski jeolojik zaman. * İçinde fosil bulunmayan toprak. |
azr |
Sünnet etmek. |
azra |
Medine-i Münevvere'nin bir ismi. * Sevgili. Mahbûbe. * Delinmemiş inci. * Üzerinde yürünmemiş kum. Kız olan kız. * Hz. Meryem'in bir vasfı. |
azrail |
Ölüm meleği. |
azrar |
(Zarar. C.) Zararlar, ziyanlar, kayıplar. |
azrec |
Seri, hafif nesne. Vâhid, tek. |
azref |
Çok zarif. Zariflerin zarifi. * Çok zeki. |
azreng |
f. Çok üzüntü, meşakkat, eziyet. * Son derece sert ve katı. |
azûf |
Yiyecek, erzak. Azık. |
azûg |
f. Kir, pas. |
azüg |
f. Hurma lifi. * Ağaç ve asma budantısı. |
azûk |
İçi henüz olmamış fıstık yemişi. |
azûl |
Çok azarlayan, çıkışan, paylıyan. |
azûmet |
Eğlence. Neşeli ve hoşça vakit geçirten şey. |
azûn |
f. Öylece, onun gibi, bunun gibi, böylece. |
azur |
(Azver) f. Açgözlü. Hırslı. Tamahkâr. Cimri. Hasis. |
azurde |
(Bak: Azürde) |
azürde |
f. Azar görmüş, incinmiş, gücenmiş. Kalbi kırılmış, üzülmüş. |
azürde-gî |
f. Gücendirilmiş, incitilmiş olma. |
azürde-hâtir |
f. Gönlü kırılmış, hatırı kırılmış. |
azürde-püşt |
f. Beli bükülmüş ihtiyar.* Yükten sırtı berelenmiş olan hayvan. |
azûz |
Memelerinin delikleri dar olan deve ve koyun. ◊ Isırıcı, ısıran. |
azv |
İftira. Birisine bir şey isnad etme. Nisbet etme. |
azva |
(Zav ve Zû. C.) Parıltılar, ışıklar, aydınlıklar. |
azver |
(Bak: Azûr) |
azviyat |
(Azv. C.) Yalanlar, iftiralar. |
azy |
Bir kimseyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etme. |
azyak |
Daha dar, en dar. |
azz |
Galib olmak. * Çok yağmur yağmak. ◊ (Add) Isırmak. Dişlemek. ◊ şiddet. |
azza' |
Şiddet ve kıtlık yılı. |
azze |
Aziz ve şânı büyük olsun, büyük ve aziz oldu (meâlinde). |
azze ensâruh |
Yardımı çok olsun. (Bu tabir, padişahlara ait dua yerinde olup eski fermanlarda geçer.) |
azze ve celle |
Aziz ve Celâl olsun, oldu... (meâlinde, Cenab-ı Hakkın isminden sonra hürmet maksadı ile söylenir.) |
azzet |
Geyik buzağısı. |
bâ |
Arabçaya göre harfinin okunuşu. Ebced hesabında iki sayısını ifade eder. Mektup ve eski evraklarda Receb ayına işarettir. |
ba' |
Kulaç. * Erişme. * Yetme. * Kuvvet, kudret, beceriklilik. * şeref, kerem. * Vergili, verimli olma. |
ba'c |
Karına dürtmek, karın yarmak. |
ba'd |
Zaman zarfıdır ve te'hir ifade eder. * Helâk olmak mânâsına mastardır. |
ba'de |
Sonra. |
ba'de bu'din |
Hayli zaman geçtikten sonra, neden sonra. |
ba'dehâ, ba'dehû |
Bundan sonra. Ondan sonra. |
ba'dehum |
Onlardan sonra. |
ba'del eda |
(Ba'de-l edâ) Yapıldıktan sonra. |
ba'del harb |
(Ba'de-l harb) Muharebeden, harpten sonra. |
ba'del ifa |
(Ba'de-l ifâ) Yapıldıktan, ifâ edildikten sonra. |
ba'del mevt |
(Ba'de-l mevt) Ölümden sonra. |
ba'del milad |
(Ba'de-l milâd) Milâddan sonra. Tarih başlangıcı kabul ettikleri seneden sonra. |
ba'del musâlaha |
(Ba'de-l musâlaha) Musâlahadan, barıştan sonra. |
ba'del mütâlaa |
(Ba'de-l mütâlaa) Mütâlaa ettikten sonra, okuduktan sonra. |
ba'del yevm |
(Ba'de-l yevm) Bugünden sonra. |
ba'dema |
(Minba'd, fimâba'd) Ondan sonra. Bundan sonra. Bundan böyle. |
ba'detteşekkül |
(Ba'de-t teşekkül) Teşekkül ettikten sonra, oluştuktan sonra. |
ba'deza |
(Ba'dezin) Bundan sonra. |
ba'dezzeval |
(Ba'de-z zevâl) Zevalden sonra, sona erdikten sonra. |
ba'dezzuhr |
(Ba'de-z zuhr) Öğleden sonra. |
ba'l |
(C.: Buûl) Cahiliyet devrine mahsus bir put. Güneş Tanrısı. * Karıkocadan herbiri. * Yılda bir kez yağmur yağan yüksek yer. * Hayret. * Zaaf, zayıflık. |
ba'le |
Erkeğin karısı, zevce. |
ba's |
Gönderme, gönderilme. * Cenab-ı Hakk'ın peygamber göndermesi. * Diriliş. Yeniden diriltme. İhyâ. * Uykudan uyandırma. |
ba's-i enbiya |
f. Peygamberlerin gönderilmesi. |
ba'seret |
Dikkatle teftiş etme. * Keşif ve istihrac etme. * Perâkende edip dağıtma. * İnkılâb. Karıştırma. Bulandırma. * Meydana çıkma. * Kirli leke. |
ba'z |
Bir şeyin bir kısmı. Bir parça. Bâzısı. Biraz. |
ba'ziyet |
Bazılarına âit oluş. Herkese âit olmama. Herkesle alâkalı olmama. Bir şeyin bir kısmı ve bir miktarı. |
ba-dad |
f. Adaletli, âdil, sâdık, doğru. |
ba-hem |
f. Birlikte. Beraber. (Arabçadaki 'Maa' mânasına) |
bâ-hired |
f. Akıllı, zeki. |
ba-reng |
f. Renkli. |
ba-saman |
f. Varlıklı, zengin. * Düzenli, tertipli, düzgün. |
bâ-vücud ki |
f. Bununla beraber, böyle iken. |
baad |
Helâk olmak. |
baas |
(Bak: Ba's) |
bâb |
Kapı. * Kısım. * Mevzu. * Fasıl. Bölüm. Parça. Kitab. * Hususi madde. * Sığınacak yer. * İş. * Şekil. * Tövbe. ◊ f. Lâyık, uygun, münasib, elverişli. * Hayır, uğur. |
bab harci |
Mahkemelerde kadıların, naiblerin, mal ve mukataa kalemlerinde bulunan memurların aldıkları bir nevi harç. |
bâb-i hâne |
f. Hırsızların yeri. * Fuhuşhane. * Tembeller yurdu. |
babacan |
Biraz kalender davranışlı, cana yakın. |
babayan |
(Baba. C.) f. Tarikat babaları, şeyhleri. Bektaşi şeyhleri. |
babayiğit |
Yetişmiş delikanlı, tam bedenî kuvvetini almış genç. Cesur, yiğit. |
babet |
f. Bent, fırka. * Münasip bir şey. Taalluk, münasebet, alâka, ilişki. |
babeyn |
İki kapı. * Mc: Dünya ve âhiret. |
bâbil |
Asurlular devrinde Irak'ta kurulan şehirlerden biri. Bağdat'ın aşağı tarafında bulunan ve büyücülüğünden dolayı, eski edebiyatımızda 'Çeh-i Bâbil' olarak yer alan ve More… |
bâbil kulesi |
'Tevrat'ın rivayetine göre Hz. Nuh'un (A.S.) oğulları tarafından gökyüzüne ulaşmak için yaptırılmış büyük bir kuledir. Rabbimiz bu kulede çalışmakta olanların dillerini More… |
babük |
Ahmak, sersem adam. |
babur |
(Zahirüddin Muhammed) Hindistan'da büyük Müslüman Türk devletinin kurucusu ve Timur'un beşinci göbekten torunudur. Fergana Emiri olan babası Ömer Şeyh'in ölümünden sonra tahta More… |
babur-name |
f. Bâbur Şah'ın Vekayi ismindeki meşhur hatıra kitabı. |
babzen |
f. Ağaçtan veya demirden yapılmış olan kebap şişi. |
bâc |
f. Vergi. * Kudretli hükümdarın zayıf olan hükümdardan aldığı vergi. * Eskiden halktan alınan öşür veya haraç ve gümrük vergisi. * Renk. * Çeşit. |
bâc-bân |
f. Geçiş vergisi tahsildarı. Bac toplayan memur. |
bâc-gir |
f. Vergi toplayan kimse. Vergi toplama memuru. |
bâc-güzar |
f. Vergi veren, haraç veren. * Geçiş parasına tâbi. |
baceng |
f. Baca. * Ufak pencere. Tepe penceresi. |
bâd |
f. 'Olsun, ola, olaydı' mânasına gelir ve kelimelerin sonuna getirilir. Meselâ: Aferin bâd - Aferin olsun. Çok yaşa. Afiyet bâd - Afiyet olsun. ◊ f. Yel. Rüzgâr. |
bad' |
Kesmek. Yarmak. * Suya kanmak. |
bad'a |
(C.: Bida') Et parçası. |
bad-ban |
f. Yelken. * Gemi sereni. |
bad-baz |
f. Yelpaze. |
bad-bedest |
f. Elinde avucunda birşey bulunmayan. İflas etmiş. |
bad-ber |
f. Uçurtma. * Daima kendini methettiği halde elinden bir iş gelmiyen kimse. |
bad-biz |
f. Yelpaze. |
bad-dar |
f. Mağrur, kibirli. * Divane, deli. * İri vücut, şişman. * Hiç bir işle alâkası bulunmayan kişi. |
bad-efra(h) |
f. Mücazât, ceza. * Bir çeşit fırıldak. |
bad-gân |
f. Bekçi, gözetici, gözeten. * Hazinedar. |
bad-gâne |
f. Kafesli pencere. |
bad-gerd |
f. Kasırga. |
bad-gîr |
f. Vantilatör. * Baca. * Semaver ve nargilenin başlığı. |
bad-herze |
f. Büyü, sihirbazlık. * Letâfet, güzellik. |
bâd-i şimalî |
f. Kuzey rüzgârı. * Nefes, soluk. * Ah sesi, ah çekme. * Allah'ın inâyeti. * Medih. * Söz. * Büyüklük taslama, kibirlilik. * şarap. |
bad-nüma |
f. Rüzgârın esme istikametini gösteren âlet. * Fırıldak. |
bad-pa(y) |
f. Ayağı çabuk olan (at ve sâire). |
bad-per |
f. Kağıttan yapılmış olan uçurtma. * Hodbin, kendini beğenen ve öven kimse. * Kamçı topacı. |
bad-peyma |
f. Başıboş, boş gezen, âvâre, serseri. |
bad-reftar |
f. Rüzgâr gibi hızlı yürüyen. Çabuk ve hızlı koşan, sür'atli. |
bad-sene |
f. Kibirli, mağrur. Büyüklük taslıyan. * Kötü niyetli. |
bad-ser |
f. Mağrur, kibirli. * Serkeş, isyânkar, âsi. * Taassub ehli, mutaassıb. |
bad-seyr |
f. Hızlı yürüyen, rüzgâr gibi koşan, ayağına çabuk. |
bad-süvar |
f. Koşu atı, hızlı yürüyen at. * Hızlı giden atlı. |
bad-zehr |
f. Panzehir. |
bad-zen |
f. Yelpâze. |
badam |
f. Badem. |
badame |
f. İpek kurdu. * Zincir halkası. * Et beni. * Nazarlık. * Süslü şey. * Eski hırka. |
badaş |
f. Mükâfat. |
badd |
Az az akmak. * Nazik deri. |
bâde |
f. şarap, içki. Kadeh. |
bâde-i ikbal |
İkbal şarabı. Yüksek mevkide bulunmanın verdiği geçici neşe ve keyif. |
bâdekeş |
İçki içen. |
bademcik |
Tıb: Boğazın iki tarafında, badem biçimindeki bezler. |
baden |
Semiz, iri gövdeli kimse. |
bâdî |
Rüzgâra ait. * Muvakkat. Geçici. |
badi |
Sebeb. İllet. Mûcib. Vesile. * Zâhir ve âşikâr olan. * Halkeden. Hâlık. Yaratan. ◊ f. Geçici. * Havaya veya rüzgâra âit. |
badi' |
Deniz içinde olan ada. * Et. * Deri. |
badia |
Derisini ve etini yarıp kanatmış olan, fakat kanı çıkmayıp akmayan baş yarası. |
badih |
(Bâdihe) Beklenmedik ziyaret. * Erkek ziyaretçi. * Birden bire gelen ilham. * Ansızın, âniden. |
badile |
(C.: Bâdil) Koltukla meme arasında olan et. |
badin |
Şişman, bedeni büyük, iri vücutlu. |
badinc |
f. Hindistan cevizi. |
badincan |
f. Patlıcan. |
badir |
Hemen yapmak isteyen. * Birdenbire vuku bulan. * Dolunay. * Büyümüş (çocuk). * Olgun (meyva). |
badire |
Birdenbire meydana gelen hâl. Felâket. Musibet. * Kabahat. * Birden, zahmetsizce söylenen söz. * Kılıcın, namlunun veya her çeşit nebatın ucu. * Zor geçit. |
bâdiye |
f. Kır. Ova. * Sahrâ. Çöl. |
badk |
Tükürmek. |
bâf |
f. Dokuyan, dokuyucu mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. |
bağ |
f. Büyük bahçe. Bostan. * Üzüm asmaları bulunan yer. * Üzüm asması. |
bag-ban |
f. Bahçıvan, bağcı. Bahçe bekçisi. |
bag-banî |
f. Bahçıvanlık, bağcılık. Bağ bekçiliği. |
bag-çe |
f. Bahçe. |
bag-van |
f. Bahçıvan, bağcı. |
bag-zar |
f. Bağlık yer, bağ, bostan. |
bagaj |
Fr. Yolcu eşyası. * Yolcu eşyası koymaya mahsus yer, yolcu eşyası vagonu. |
bagal |
(C.: Bigâl) Katır. ◊ f. Koltuk. |
bagan |
f. Bahçeler. Bostanlar. |
bagar |
'Bir yakıcı hastalıktır ki devede vâki olur; suyu içip kanmaz ve sonunda ondan helâk olur.' |
bagare |
Şiddetle yağan yağmur. |
bagat |
(Bağ. C.) Bağlar, üzüm bağları. |
bagaya |
(Bagiyy. C.) Fahişeler. |
bagbaga |
Evmek, acele. |
bagda' |
şiddetli nefret, hiç sevmemek. |
bağdadî |
Bağdad şehrine mensub. Bağdad ahalisinden olan. Bağdadlı. * Dar, ensiz tahta pervazlarından yapılmış ve üstü sıvanmış bölme veya tavan. |
bagel |
f. Ilık su. Sıcak ve soğuk olmayan, harareti ikisinin arasındaki bir ısıda olan su. |
baggal |
(Bagl. dan) Katırcı. |
bagi |
İsteyen. * Zâlim. * İsyan etmiş. Asi. Yoldan sapmış. * Fık: İmâm-ı Adile âsi olan. |
bagilik |
Serkeşlik, âsilik. |
bağistan |
f. Bağlık ve bahçelik yer. |
bagiyane |
f. Allah'a isyan edenlere ve âsilere yakışır surette. * Zâlimlere yakışır şekilde. |
bagiyy |
(C.: Begâyâ) Haddini tecavüz eden. * Zina edici, zâni. |
bagiz |
(Bugz. dan) Herkese nefret eden, buğzeden. Hiç kimseyi sevmeyen. Tiksinen. ◊ Adavet olunmuş, düşmanlık yapılmış. |
bagl |
Katır, ester. |
bagle |
Dişi katır. |
bagsa' |
Tüyü siyahlı beyazlı olan ve yer yer de benler bulunan koyun. |
bagşe |
(C.: Buguş) Çisenti yağmurdan biraz fazlaca olan yağmur. |
bagt |
Ansızlık. Ansızdan gafil iken gelmek. |
bagteten |
Ansızın. Füc'eten. Birdenbire. Apansız. |
bagy |
Azgınlık. Zulüm, İsyan. * İstemek, talep etmek. * Haddini tecâvüz etmek. * Yaranın şişmesi. * (Yağmur) şiddetle yağmak. |
bagza |
şiddetli nefret, hiç sevmeme. |
bah |
şehvet. |
bah' |
Helâk etme. |
bâha |
Ev ortası. |
bâhâ |
Suyun derin yeri. * Açık meydanlık. Alan. * Bir evin çevresindeki kapalı avlu veya bahçe. |
bahâ |
Güzellik. Zariflik. * Zinet. * İzzet. * Bir şeye alışıp ünsiyet etmek. ◊ f. Kıymet. Değer. Bedel. Pahâ. |
baha-dar |
f. Pahalı değerli, kıymetli. |
bahadir |
f. Kahraman. Cesur. Yiğit. Dilâver. |
bahadirane |
f. Yiğitçesine, kahramana yakışır surette. |
bahadirî |
f. Yiğitlik, bahadırlık, kahramanlık. |
bahaim |
(Bak: Bahayim) |
bahak |
Göz patlama veya patlatma. |
bahal |
Malını kimseye vermeyip saklamak. |
bahandat |
Gövdeli, besili kadın. |
bahane |
f. Vesile. Sebeb. * Yalandan özür. * Kusur. Noksan. * Garaz. |
bahane-cû |
f. Bahane arayan, fırsat kollayan. |
bahar |
Güzellik. * Güzel. * Papatya. * Ölçek. * Put, sanem. * Atılmış pamuk. * Tarçın, karanfil ve karabiber gibi güzel kokulu ve ısıtıcı tohumlar ki, bazı yiyecek ve içeceklere de karıştırılır. * More… |
baharat |
Karanfil, tarçın, karabiber gibi sert kokulu şeyler. |
baharet |
Üstünlük, seçkinlik. ◊ Galip olmak. |
baharî |
İlkbahara âit. İlkbaharla ilgili. |
baharistan |
f. İlkbaharın hüküm sürdüğü zaman. * Yeşil ve çiçekli yer. * Molla Câmi'nin eseri. |
bahariyye |
Edb: Birini övmek için yazılan ve bahar tasviriyle başlayan kaside. * Tar: Yeniçeri ağasından itibaren padişah tarafından Yeniçeri kâtibiyle ocak ağalarına verilen baharlık. |
bahas |
Deve tırnağı. * Ayak eti. * Parmak diplerinin ayak tarafındaki etleri. * Gözün üstünde veya altında beliren yumruca et. |
bahatir |
(Bühter. C.) Kısa boylu kadınlar, bodur kimseler. |
bahayim |
(Behaim) (Behime. C.) Suriye'de bir sıradağ ismi. * Canavarlar. * Dört ayaklı hayvanlar. |
bahbah |
Şâdlık, şenlik. ◊ İyi iyi demek. |
bahbaha |
Devenin kükreyip ses çıkarması. * Çıtırdama. Mışıldama. * Deve çağırmak. ◊ Boğazdan boğuk ses çıkartmak. |
bahdele |
İşte çabukluk gösterme. * Eğilme, kırılma. (Kürek kemiği için). |
bahe |
f. Kaplumbağa. |
bahek |
f. İşkence, eziyet. |
bahh |
Ses kesilmek, boğaz kısılmak. |
bahha' |
Sesi kesilmiş olan kadın. (Müz: Ebahh) |
bahhal |
(Buhl. dan) Çok bahil, çok tamahkâr, pek cimri. Çok alçak adam. |
bahhar |
(Bahr. den) Gemici, denizci. |
bahhas |
(Bahs. den) Çok bahseden, bahsetmeyi seven. |
bahî |
şehvete dâir. şehvetle ilgili. |
bahice |
Ses, savt, sadâ. |
bahik |
Tek gözü kör olan adam. |
bahika |
Görmiyen, kör (göz). |
bahil |
Avâre, başıboş, serseri. * Yularsız deve. Deyneği olmayan çoban. |
bahîl |
Hasis. Cimri. Tamahkâr. Hayırlı işlere malını (varsa bile) harcamayan. |
bahîlân |
f. Bahiller, cimriler, tamâhkârlar. |
bahile |
Arap kabilelerinden birinin ismi. * Dul kadın. |
bâhir |
Aşikâr. Açık. Belirli. Apaçık. * Güzel. * Meşhur, namdar. * Galip. ◊ Yalancı. Ahmak, serseri adam. * Kırmızı kan. |
bahir |
(Bak: Bahr) |
bâhire |
Dikenli ağaç. * Çok koşan cins bir deve. ◊ Vapur. Gemi. |
bahire |
Kulağı kesik deve. |
bâhis |
Anlatan. Bahseden. Araştıran. Araştırıcı. * Bir şeye dâir bilgileri içine alan. Bir mes'eleye dair beyanatı ihtiva eden. |
bahit |
Baht ve ikbalden vasıftır. Tâlii yaver olan adama denir. (Kamus'tan) |
bâhiz |
Güçsüz, âciz. Meşakkatli. |
bâhiza |
Musibet. Belâ. |
bahka' |
Gözü çıkmış. |
bahl |
Cimrilik. |
bahr |
(C.: Bihâr - Ebhâr - Ebhur - Buhur) Deniz. * Âlim. Çok bilen. * Büyük göl veya nehir. * Yarmak, yırtmak. * Çok yürüyen at. * İyi kimse. * Deve hastalığı. * Aruzda aslî bir vezinle ondan More… |
bahre |
Arz, belde. |
bahren |
Denizden. Deniz yolu ile. |
bahreyn |
İki deniz. (Basra Körfezi ile Hind Denizi veya Karadenizle Akdeniz. Yahut da Akdenizle Hind Denizi) * Basra Körfezi'nde bulunan bir devlettir. 1971 yılında İngilterenin körfezden More… |
bahrî |
Denize âit, denize mensup, denizle alâkalı. |
bahriye |
Donanma ile ilgili işler. Devletin donanma ve deniz askerleri. |
bahriyyun |
Gemiciler ve kaptanlar gibi deniz işlerini bilen kimseler. |
bahs |
Kazmak. * Ayırmak. * Saçmak. * Birşey hakkında etrafiyle söz söyleyip hakikatı araştırma. Konuşulan şey. * Teftiş. * Söz münazarası, muaraza, mübahese. * Bir mevzû hakkında tafsilât, More… |
bahş |
f. Bağış. Verme. İhsan. |
bahsan |
f. Bozuk, soluk. * Salına salına yürüyen. * Kıyafeti bozuk, pejmürde. |
bahşayende |
f. Bağışlayıcı, afvedici. |
bahşayiş |
f. Bağışlayış. İhsan. İhsan etmek. Afv. Atiyye. |
bahşende |
f. Bağışlayan, ihsan eden. Afveden. |
bahsere |
Dağıtma. * Gizli bir şeyi aşikâr yapma, meydana çıkarma. * Kesilerek tane tane olma. |
bahset |
f. Uykuda ağırlık basma. * Uyurken olan horultu. |
bahsî |
(Bahs. den) Bahisle ilgili, bahse ait. |
bahşiş |
f. Lütfedip verilen para. Fazladan, iyilik olsun diye verilen. İhsan. Hediye, mükâfat. |
bahşûde |
f. Bağışlanmış, verilmiş. * Afvedilmiş. |
baht |
f. Kader. Tâli. Uğur. Alın yazısı. Kısmet. İkbal. * Saadet. Lezzet. ◊ Öz. Hâlis. Saf. Sade. |
baht-aver |
f. Talihli, şanslı, bahtlı. |
bahtak |
f. Evvelce savaşlarda başa giyilen demirden yapılmış başlık. Miğfer. |
bahte |
Semiz, besili koyun. * Burulmuş üç yaşında koç. |
bahtek |
f. Uykuda iken ağırlık basma. * Fena tâlih, küçük şans. |
bahterî |
Salına salına yürüyen, yürüyüşü güzel olan adam. * Mağrur, kibirli. Kendini beğenmiş. |
bahtiyar |
f. Bahtlı, talihli, mes'ud, mutlu, şanslı. |
bahtiyarane |
f. Bahtiyarcasına, mutlucasına, mesut olana yakışacak şekilde. |
bahtiyarî |
f. Bahtiyarlık, saadetlilik, mutluluk. * İran'da bulunan şöhretli bir kavim. |
bahur |
Çok sıcak. Çok sıcaklık. |
bahûr |
Sıcakta yerden yükselen buhar. * Tütsü. Yakılarak güzel kokular elde edilen ot ve sâir şey. |
bahûrdân |
f. İçinde tütsü yakılan kap. |
bahusus |
Hususiyle. En çok. Hele. |
bahuzûr |
Huzur ile. Huzuru ile. |
bahv |
Hurmanın yaş olanı. |
bahye |
f. Dikiş, teyel. |
bahye-zen |
f. Terzi, dikiş diken, dikişçi. |
bahz |
Sıkıntılı olma, can sıkma. * Yük ağır gelip hayvanı çökertme. * Bir adamı çenesinden, sakalından tutup çekme. |
bahzec |
Yaban sığırının buzağısı. |
baid |
(Bu'd. dan) Uzak. Irak. * Umulmadık. |
baika |
(C.: Bevâik) Belâ, felâket, musibet. |
baim |
Heykel, put, sanem. * Bön adam, câhil kimse. |
bain |
Dibi geniş olan bostan kuyusu. Geniş dipli kuyu. (Bak: Bâyin) |
bair |
Şaşkın, şaşırmış. Perişan durumlu. ◊ Erkek deve. |
baire |
Sürülmemiş, ekilmemiş, sert toprak. |
bais |
(Ba's. dan) Gönderen. Sebeb olan. İcab ettiren. * Yeniden yaratan. Ölüleri tekrar dirilten. ◊ Fakir. * Şiddet ve zahmete uğramış kimse. |
baj |
f. Haraç. Gümrük parası. |
baj-bân |
f. Haraççı, gümrükçü. |
bâk |
f. Korku, havf, çekinme, sakınma. |
bak' |
Geniş olmak, büyük olmak. |
bak'â |
Siyah beyaz alacalı koyun. * Belde ismi. * Ucuzluk ve biraz kıtlık olan yıl. |
bâka |
Tutam, demet, deste. * Tere ve sebzevat destesi. |
bakalorya |
Fr. Lise tahsilinden sonra imtihan neticesi kazanılan olgunluk. Olgunluk imtihanı ve diploması. |
bakan |
(Bak: Nâzır) |
bakar |
(C.: Bukur-Bikar) Öküz. Dana. Sığır.Bakr, yarmak demek olduğundan, bu hayvan dahi toprağı sürüp yarmak için kullanılması itibariyle bu isim verilmiştir. |
bakar-perest |
f. Öküzü mâbut yapan. Öküz ve emsalini put yapıp ona ibâdet eden sapkınlar. Ehl-i dalâlet. |
bakara |
İnek. Dişi sığır. |
bakara sûresi |
Kur'an-ı Kerim'in 2. Sûresi |
bakaya |
Artıklar, fazlalıklar. * Aks: Son yoklamaları yapıldıktan sonra istenildiklerinde gelmeyen veya gelip de kıtalarına varmadan savuşanlar. |
bakbak |
Çok söyleyici. Çok konuşan. |
bakbaka |
Desti ve bardaktan çıkan ses. |
bâki |
Ebedî, dâimî. Sonu gelmez. Ölmez. * Sonsuz. * Cenab-ı Hak. * Artan. Geri kalan. * Bundan başka. |
bâkî |
Ağlayan. |
bâki' |
Geniş, vâsi. |
bakî' |
(C.: Buk'ân) Medine şehrinde bir makbere yeri. |
bakia |
Dert, belâ, musibet. |
bakil |
Sakalı belirmiş kişi. |
bâkir |
Tâze. El sürülmemiş. Bozulmamış. * Erken. |
bakir |
Çobanları ile beraber olan sığır sürüsü. * Geniş. * Aslan.* Göz damarı. * Hz. Hüseyn'in (R.A.) torunu İmâm-ı Bâkır'ın bir lâkabı. |
bakîr |
Yensiz gömlek. * Sığır sürüsü. * Karnı yavrusundan dolayı yarılan deve. |
bâkire |
Kız. Kızlığı izale edilmemiş. * El sürülmemiş. |
bâkiyâne |
f. Bâki olana yakışır surette. Ebediyyete yakışır şekilde. Sonsuzca. ◊ f. Ağlayarak. |
bâkiyât |
Bakiler. Devam edenler. Geri kalanlar. |
bakiyye |
Artık. Geri kalan. Artan. |
bakka |
Sivrisinek. * Tahtabiti. |
bakkal |
Sebzevât satıcı. |
bakkar |
Sığır çobanı, sığırtmaç. |
bakl |
(C.: Bükûl) Tere ve sebzevatın her birisi. * Sakal bitmek ve diş çıkmak mânâsına mastardır. |
bakla' |
Bakla. * şahtere dedikleri ota ' baklat-ül melik' derler. * Semizotu denilen bitki. |
bakr |
Açmak. * Genişletmek. |
bakteri |
Fr. Basit, çekirdeksiz, bölünerek çoğalan tek hücreli canlılara verilen addır. Çeşitli şekilleri vardır. Kürevî (coccus), çubuk şeklinde (basil), virgül şeklinde (vibriyon), burmalı. |
bakteriyoloji |
yun. Bakterilerin ve umumiyetle mikropların biçimlerini, hususiyetlerini inceleyen bilim. |
bakûre |
Sığır sürüsü. * Budala. Fayda ile zararı birbirinden ayırt edemeyen. ◊ Turfanda yemiş. * Evvel yetişen. |
bakva |
Bâkilik, ebedilik, sonsuzluk. |
baky |
Bakmak, nazar. * Muntazır olup yol gözlemek. |
bâl |
f. Kanat. * Kol, pazu. * Kol, cenah.* Üst, yukarı. * Boybos, endam. |
bal-güşâ |
f. Kanat açan, uçan. |
bal-şikeste |
f. Kanadı kırık. |
bâlâ |
f. Yüksek. Yukarı. Yüce. Yüksek kat. |
bâlâ-bülend |
f. Uzun boylu. |
bâlâdest |
f. Galip, eli üstün. |
bâlâdestî |
f. El üstünlüğü, galibiyet. * Zulüm. |
bâlâhân |
f. Birşeyi ifrat derecede yüksek gösteren. |
bâlâhâne |
f. Çatı, evin en üst tarafı. Tavan arası. |
bâlâhânî |
f. Bir şeyi aşırı derecede yüksek gösterme, abartma, şişirme. |
bâlâhimmet |
f. Himmeti fazla olan kimse. |
bâlâkamet |
f. Yüksek boy. * Yüksek şeref. |
balam |
Sığır. |
balanişin |
f. Üstte, yukarıda oturan. |
balapervaz |
Yüksekten uçan. * Kendini olduğundan yüksek makamda gösterip gururlanan. |
balapervazane |
Yüksekten uçar gibi. * Çok yüksek rütbelilere yakışır şekilde. |
balapûş |
f. Palto, pardesü, manto gibi üste giyilen eşya. |
balarev |
f. Yüksekten giden. |
balast |
'ing. Demir yollarında traverslerin altına; şoselerde ise düzeltilmiş toprak üzerine döşenen taş parçaları.' |
balater |
f. Pek yüksek, daha yüksek. |
balgam |
Solunum yolları tarafından salgılanan ve ağızdan dışarı atılan sümük, irin ve kan karışımı maddedir. * Eskiden bedende bulunduğu sanılan dört unsurdan biri. (Bak: Ahlât) |
bali |
Eski, köhne. |
balide |
f. Gelişmiş, uzamış, büyümüş. |
bâliğ |
(Bâliğa) Yetişmiş. Olgun yaşına gelmiş. Aklı kemal bulmuş, erişmiş, varmış. ◊ f. Boynuzdan yapılan kadeh. |
bâliga |
Koyun ve keçi ayağı. |
balimez |
16. ve 17. yy. larda Osmanlılar tarafından kara ve deniz savaşlarında kullanılan uzun menzilli top. (Bak: Balyemez) |
balin |
f. Yastık. Koltuk. İskemle yerine kullanılan yuvarlak yastık. |
balina |
Denizde yaşıyan ve yaklaşık olarak 20 ilâ 35 metre kadar uzunlukta olan memeli hayvan. |
baliş |
f. Yastık. * Altın. * Nakit. |
balistik |
yun. Merminin ateşlendikten sonra hedefe varıncaya kadar uğradığı te'sirleri tedkik edip inceleyen ilim dalı. |
baliye |
Zayıf ve çürümüş olan şey. |
balkan |
Doğu Avrupada batıdan doğuya uzanan dağ sırası. |
balkanlar |
(Balkan Yarımadası) Yugoslavya'nın büyük kısmı ile Arnavutluk, Bulgaristan, Yunanistan ve Trakya'yı içine alan yarımada. |
balkar |
Kafkasya Türkleri'nin Kıpçak kolundan olan bir boy. |
balon |
Fr. Hava veya hafif gazlarla doldurulan küre. Bugünkü uçaklar balonculuğun geliştirilmesiyle elde edilmiştir. Zeplin adı verilen güdümlü balonlar hava ulaşımında ve savaşta kullanılmıştır. More… |
balotaj |
Fr. Bir seçimde herhangi bir adayın, oyların ekseriyetini alamaması hali. |
bâlû |
f. Ana baba bir olan kardeş. * Siğil, sivilce. |
bâlûat |
Su dökecek çukur. * Lağım kuyusu. |
balûde |
f. Boy atmış, büyümüş. |
balvane |
f. Dağ kırlangıcı. * Darı kuşu. |
balyemez |
Osmanlıların bir zamanlar kullandıkları uzun menzilli toplar. |
balyoz |
Fr. Vaktiyle Avrupa devletlerinin büyükelçi ve büyük konsoloslarıyla, general ve amiral gibi kişilerine verilen bir ünvandır. * (Yunancadan) Kazık çakmak, büyük taşları kırmak için More… |
balzen |
f. Kanat vuran. Uçan. |
bam |
Dam. * Çatı. * Kubbe. * Kemer * Sakf. * Sabah vakti. * Telli sazlarda en kalın tel. |
bam-gah |
f. Seher vakti. * Seher vaktinde. |
bamdad(an) |
f. Sabah, sabahleyin, seher vakti. Tan yeri. |
bamdadî |
f. Seher vakti, erken. |
bame |
f. Sakalı gür olan. * Sık, uzun ve kaba olan sakal. |
ban |
Dam, çatı. * Sorgun ağacı. Bey söğüdü. * yun. Sevgilinin boyu. Farsçada kelime sonuna gelerek, Türkçedeki 'ci, cu' ekleri yerini tutan mânâda kullanılır. Meselâ: Bağban - Bağcı. |
banbu |
(Malezya dilinden) Sıcak ve yağışlı bölgelerde yaşıyan bir bitki cinsi. Buğday ailesinden olup ikiyüzden fazla çeşiti vardır. |
bandira |
İtl. Geminin hangi devlete ait olduğnu gösteren bayrak. |
bando |
Askeri mızıka takımı. |
baneva |
f. Zengin, mal, mülk sahibi. * Meşhur, şöhret bulmuş, ünlü, namdar. |
bang |
f. Ses, sadâ, haykırma, bir ağızdan alkış. |
bang-i nemaz |
f. Ezan. |
bani |
Kurucu. Yapan. Yapıcı. Yaptırıcı. Binâ eden. |
banker |
Fr. Çok zengin kimse. Büyük sarraf. |
banket |
Bir otomobili uçtan uca kaplayan ve tek parçadan ibaret olan oturacak yer. * Karayollarında asfaltın her iki yanındaki balastlı kısım. |
bankinot |
(Banknot) ing. Kâğıt para. |
bankiz |
Kutub bölgelerinde deniz suyunun donmasıyla meydana gelen buzların tamamı. Bunlar ençok Kuzey Buz Denizinde görülürler. |
banliyö |
Fr. Bir şehrin yakın çevresinde bulunan mahalle ve yerleşme yerleri. |
bant |
(Band) Fr. Ensiz, uzun zarf. |
bânû |
f. Kadın, hatun, hanım. * Gelin. * Gülsuyu gibi şeylerin şişeleri. |
banûc |
f. Salıncak. |
banyol |
'Bu kelime; zindan, hapishâne mânâlarında kullanılırdı. Buraya katiller, hırsızlar ve beylik esirlerin satışa yaramıyanları konurdu.' |
bâr |
f. Ek olup 'saçan, yağdıran, döken, ışık veren' gibi mânâda kelimeler teşkil edilir. Meselâ: Ateşbâr - Ateş saçan. Ateş yağdıran. ◊ f. Yük. Zahmet. Eziyet. Sıkıntı. |
bar-ber |
f. Hamal, yük taşıyan kimse. |
bar-berdar |
f. Sabırlı, tahammüllü. * Yük kaldıran. * Hamal. |
bar-dar |
f. Yüklenmiş, yüklü. * Gebe olan. |
bar-hane |
f. Yük yeri, yüklük. * Yolcu eşyası indirilecek ve saklanacak yer. |
bar-keş |
f. Hamal, yük taşıyan. * Mütehammil, tahammül eden, sabırlı. |
bar-mend |
f. Yemiş veren, yemişli ağaç. |
bar-name |
f. Eşya, yük pusulası. |
bar-senc |
f. Yük tartan, dirhem. |
bar-ver |
f. Yemiş veren, meyvedar, verimli, meyve verici. * Mc: Faydalı, faydayı mucib, iyi netice veren. Yararlı. |
baraj |
Fr. Bir akarsuyun akışına mâni olmak için yapılan set. |
baraka |
İtl. Temelsiz küçük yapı. |
baraklit |
(Bak: Faraklit) |
bârân |
f. Yağmur. Rahmet. |
bârân ü tegerg |
Yağmur ve dolu. |
bârân-riz |
f. Yağmur saçan, yağmur döken. |
bârânî |
f. Çivit mavisi renginde, Osmanlılar zamanında Selânik'te dokunan bir cins çuha. Yeniçeri ve Acemi oğlanlarına aralık ve ocak (erbain) aylarında verilen yağmurluk bârâniden yapılırdı. More… |
baras |
Tedavi edilmesi mümkün olmayan ve vücutta beyaz lekeler meydana getiren bir hastalık. |
barbakan |
Fr. Emniyetle ateş etmek için sur duvarlarında açılan dar mazgal deliği. Kale kapılarının savunması için yapılan tahkimat. |
barbar |
Lât. Eski Yunan, Roma ve daha sonra Hristiyanlara göre kendi kavimleri dışında kalan herkes. * Vahşi, ilkel. |
barbarlik |
Medeniyetsizlik, vahşilik. |
barbut altini |
Tanzimattan önce Osmanlılarda kullanılan bir çeşit altın sikke. Yüzlük Mecidiye altını kıymetinde ve ayarında, iki kırat ağırlığında idi. |
bare |
f. At. * Zülf. * Kal'a, kale. * Def'a, kerre. |
barekallah |
Allah mübarek etti. Allah mübarek etsin. Hayırlı ve bereketli olsun. |
barekte |
Sen mübarek ve bereketli eyledin (meâlinde dua). |
barem |
Fr. Devlet memurlarının aylıklarını tasnif ve tanzim eden, miktarlarını gösteren sistem veya cetvel. |
barende |
f. Yağdıran, yağdırıcı. |
bargâh |
f. İzinle girilecek yer. Padişah divanhanesi. * Huzur-u Rabb-il Âlemin. Dua edilen yer. |
bargam |
Levreğe benzer bir cins balık. |
bargir |
Yük taşıyan. * Beygir. |
barha |
f. Def'alarca, zaman zaman, sık sık, devamlı olarak. |
bari |
(Farsça. Bârû) Etrafı surlarla çevrilmiş yer. ◊ f. Hususu ile. Hele. Hiç olmazsa. Bir def'a. |
bari' |
Bir kalıptan döker gibi, düzgün, tertipli ve güzel yaratan. ◊ Tam üstün. Mükemmel. |
baria |
Yakınlarından üstün vasıflı. Emsalinden üstün. Tam ve mükemmel. |
barid |
Soğuk, bürudetli. * Mc: Hoş olmayan. |
baridane |
f. Soğukça. |
barih |
(C.: Bevârih) Samyeli adı verilen sıcak ve şiddetli bir çeşit rüzgâr. |
bariha |
Dünkü gece, evvelki günün gecesi. * Dünkü gün, dün. |
barik |
Şimşek. Işık. Şimşekli bulut. Yıldırım parıltısı. |
barîk |
f. İnce. Nârin. Dakik. |
barik-bîn |
f. İnce gören, dikkatle inceleyen, bir şeyi iyice gözden geçiren. |
barik-nüma |
f. Işıklı. Parlak. |
bârika |
(C: Berâik) Üzerine biraz yağ dökülmüş olan süt. * (C.: Bevârık) Parıltı. Parıldayan. |
barikat |
Fr. Bir yolu kapamak üzere, ele geçirilen her türlü eşyadan faydalanılarak meydana getirilen engel. |
barimetre |
Fr. Gürültünün şiddetini ölçmeğe yarıyan âlet. |
barimetri |
Fr. Beden ölçümü yardımıyla hayvanların ağırlığını tayin etme. |
bâriş |
f. Yağmur. * Sağnak. |
bariya |
(C.: Bevâri) Hasır. |
bariyy |
(C.: Bevâri) Kaba hasır. |
bariz |
Doğan. Zâhir ve âşikar. Meydanda olan. Belli. Açıkça. |
barograf |
yun. Hava basıncını ölçen bir alet. (Bu alet vasıtasıyla bir yerin yüksekliği de ölçülür.) |
barok |
Klâsik Rönesans devrinden sonra başlayan bir mimari ve süsleme tarzı. |
barometre |
Fr. Hava basıncını gösterir âlet. |
baroskop |
Fr. Cisimler üzerine havanın yaptığı basıncı gösteren âlet. |
barotaksi |
Fr. Bazı tek hücreli canlıların basınca göre hareketleri. |
baroterapi |
Fr. Bazı hastalıkların basınçlı hava ile tedavisi. |
barr |
(C.: Berere) İyilik ve ihsan edici, muhsin. |
bârû |
f. Kale duvarı, tabyanın gezinti yeri, hisar burnu, sur. * Sığınak, siper. |
barut |
yun. Güherçile ile kükürt ve kömürden mürekkeb, alev alıcı bir maddedir ki, toz halinde olup, umumiyetle ateşli silahlarda ve taş kırmak gibi işlerde kullanılır. * Mc: Çabuk kızan, şiddet ve More… |
baryum |
yun. Kim: 'Ba' sembolü ile gösterilen bir element. |
baş |
t. Reis, birinci, evvel. Başlıca, en mühim. |
bas' |
Cem' etmek, toplamak. |
basair |
(Basiret. C.) Basiretler. İbretli görüşler. Deliller. İbretler. Hüccet ve bürhanlar. Gözler. * Kalb duyguları. |
basal |
Bot: Soğan ve benzeri gibi kökler. |
basala |
Tıb: Vücudun her hangi bir yerinde yaradılıştan olan kabartı. |
başalti |
t. Gemilerin baş tarafında tayfa ve er koğuşları. * Yağlı güreşlerde baş'ın altındaki derece. |
başam |
f. Perde, örtü. |
başame |
f. Kadınların örtündükleri yaşmak. Tülbent, başörtüsü. |
basar |
(C.: Ebsâr) Görme duygusu. * Kalble hissetme. Kalb gözü. * Gözün görmesi. * İdrak. Fikir. * İlm-i Kelâm'da: Kendi şânına lâyık bir vecih ile Cenab-ı Hakk'ın 'görme. |
basaret |
(Bak: Besaret) |
basarî |
(Basar. dan) Görüşle ilgili olan, görmeye ait. |
basarik |
Çulha tezgâhının ayaklığı. * Piyano ayaklığı gibi çifte ayaklık. |
basbasa |
Dalkavukların nefret edilecek hâlleri, tabasbusları, yaltaklanması. * Köpeğin, kuyruğunu sallayarak sokulması. |
başbuğ |
t. Osmanlı devrinde başıbozuk veya akıncı kuvvetlerinin kumandanı. * Lider. |
başe |
f. Atmaca kuşu. |
başed |
f. Olur, ola... |
başeng |
f. Tohumluk olmak için saklanan sarı, iri hıyar, salatalık. * Asma üzerindeki üzüm salkımı. |
başgûn |
f. Uğursuz. * Ters, başaşağı. |
basi' |
(C.: Busu') Ter. |
basia |
Çok kırmızı dudak. |
başibozuk |
t. Bir harp çıktığında orduya süvari veya piyade olarak katılan gönüllü asker. Başıbozuk tâbiri, gelişigüzel ve intizamsız idare tarzına da alem olmuştur. Bir zamanlar bu tâbir, asker More… |
basik |
Gövde damarı. (Dirsek içinde bulunan üç damarın aşağısında olandır.) ◊ Eli açık. Cömert. Dolup taşan. ◊ Yükselmiş. Uzamış. Çıkmış. |
başik |
(C.: Bevâşık) Atmaca denilen kuş. |
basika |
Beyaz ve sâfi bulut. * Âfet, dâhiye. * Makbul bir cins sarı hurma. ◊ Su ile tamamen dolu olan kuyu. |
basil |
Kahraman, cesur, yiğit kimse. * Fena, sert, kırıcı, kötü söz. * Haram olan şey. * Güzel olmayan, çirkin kimse. ◊ Fr. İnce, uzun bir bakteri çeşidi. |
basile |
Bir nevi soğan. Bir soğan çeşidi. |
basim |
(Uydurma bir kelimedir) Matbaacılık. Tab'etme sanatı. ◊ (Besm. den) Güleryüzlü, şen kimse. |
basin |
Uydurma bir kelime olup 'matbuat' yerine kullanılır. Gazete, mecmua gibi belli zamanlarda çıkan matbuatın hepsi. |
basinç |
(Bak: Tazyik) |
basine |
Ekincilerin sabanı. * Sanat ehlinin âletleri. * Kaba çuval. |
bâsir |
Gören. Dikkatli ve göz kuvveti ile gören. |
basir |
Basiret sâhibi ve anlayışlı olan. Hakikatları anlayan. En iyi ve en çok anlayışlı. Kalb gözü ile gören. * İt, köpek, kelp. ◊ Kararmış. * Ekşi yüzlü ve katı yürekli kimse. |
başir |
Müjdeci, müjde veren. * Mutlu, mesut. |
basirane |
f. Görerek. Bilerek. Basiret sahibine yakışır halde. |
basiret |
Hakikatı kalbiyle hissedip anlama. Kalbde eşyanın hakikatlarını bilen kuvve-i kudsiyye. Ferâset. İm'ân-ı dikkat. * İbret alınacak hidâyet sebepleri. Beyyine. Hüccet. * Bir evin iki More… |
basiret-kâr |
f. Basiretli, ferâsetli, önceden gören. |
bâsit |
Açan. Yayan. Serici. * Ferahlık veren. * Dilediği kulunun rızkını genişlendiren Allah (C. C.). * Mücerred olup, mürekkep ve müellef olmayan. * Tıb: Bir uzvu uzatıp açan adele. |
basit |
Kıymetsiz. * Geniş * Yaygın olan. * Mücerred ve münferid olup, mürekkeb ve müellef olmayan. * Neş'eli. Güleryüzlü. Düz, arızasız, engelsiz. * Edb: Aruz vezinlerinden biri. |
basit kesir |
Sûreti (payı), mahrecinden (paydasından) küçük kesir. 2/5 gibi. |
basita |
Uzak yer. |
basite |
Yükseklik ölçen yayvan güneş saati. * Döşeme minder. * Düz yer. |
başkent |
t. Başşehir. Bir devletin idare merkezi olan şehir. Devlet merkezi. Payitaht. |
baski |
t. Basıp sıkacak, tazyik edecek şey. Sıkı tazyik. * Basan, ağırlık veren şey. * Kalıp, damga. * Bir eserin yeni basılışlarının her seferi. * Bir basmanın bir def'ada basılan miktarının More… |
baskin |
t. Ağır, sakil. * Basıp geçen, galip, üstün. * Ansızın, birdenbire hücum. |
başkirdistan |
Rusya'da halkı Türk olan bir bölge. |
baskül |
Fr. Büyük ağırlıkları, küçük bir ağırlık yardımıyla tartmayı sağlamak üzere birkaç kaldıracın uygun bir tarzda birleştirilmesiyle meydana getirilmiş âlet. |
başmak |
Eskiden kullanılan bir çeşit ayakkabı. |
basra |
Yumuşak küfki taşı. (Bu sebepten Basra şehri, 'Basra' diye isimlendirilmiştir.) |
basriyyun |
Milâdi 8. yy. da Basra'da yaşamış lisaniyat âlimlerinden bir grup. |
bast |
Genişlemek, açmak, yaymak. * Bir şeye el uzatmak. * Sevindirmek. * Bir mecliste haya sebebiyle olan sıkılmanın gitmesiyle açılmak. * Özür kabul etmek. * Kaplamak. * Tas: Allahın cemâl. |
bastân |
f. Tarih. * Mazi, geçmiş zaman. * Eski. |
bastân-şinâs |
f. Geçmiş zaman, tarih. |
baştina |
Osmanlı İmparatorluğu zamanında Balkanların bazı yerlerinde devlet arazisinden tapu ve miras suretiyle geçen tarla. |
bâsûr |
(C.: Bevâsir) Tıb: Mayasıl. Kalın bağırsakta ve makadın etrafındaki siyah kan damarlarının şişmesi ve bazen iltihablanması sebebiyle, makadın içinde ve dışında meydana gelen memeler yüzünden More… |
bâşûre |
(C.: Bevâşir) Yeni yetişmiş, turfanda olan nesne. |
bataet |
Tenbellik, yavaşlık. Ağırlık. |
batalese |
Ptolemeos soyundan gelen hükümdarlar. |
batalet |
Avarelik. İşsizlik. * Boş şeyler söylemek. * Bahadırlık. Cesurluk. Cesâret. |
batanet |
Oburluk, çok yiyicilik. * Şişmanlık. |
batar |
Çok kibirlenme, gururlanma. * Haksızlık etme. Başkasının hakkını çiğneme. * Çok sevinme. |
batarika |
(Batrik. C.) Patrikler. |
batarya |
İtl. Elektrik elde etmek için hazırlanmış şişeler takımı. * Aks: Bir subayın emrine verilen belli sayıdaki ağır silâhlarla bunların hizmetinde bulunan insan, hayvan ve malzemenin hepsine More… |
batere |
f. Tef. |
bath |
(C.: Bitah) İçinde kum ve çakıl taşları olan geniş su akıntısı.* Yüz üzeri düşme. * Serilip yatan adamın boyu. * Bırakma. |
batha |
Çakıllı, taşlı büyük dere. * Dağ arasındaki dere. * Mekke-i Mükerreme'nin eski bir ismi. * Kamışlık ve sazlık yer. |
batî |
Ağır hareketli. Ağır. Yavaştan. |
batih |
Zengin. Gani. Mâldâr. * Geniş yer. |
batiha |
(C.: Batâyih) Kamışlı ve sazlı dere. |
batik |
Keskin. |
batıl |
Hakikatsız, hurafe. Hak ve doğru olmayan, yalan. Şartlarını yapmamakla kabul olmayan ibadet ve muâmele. |
bâtin |
İç, dâhilî. Gizli. İçyüz. Sır, esrar. Künh ve zâtı itibarı ile gizli. (Zıddı: Zâhir'dir) (Bak: Batn) |
batin |
Uzak yer. * Şişman. |
bâtinen |
İçinden olarak. Dâhilen, içyüzünde. |
batinî |
İçe ait olan. Dış görünüşe ve zâhire dâir olmayan. Bâtına mensub ve müteallik. Dâhili ve manevi meselelere âit. * Tas: Bâtiniyyeden olan. |
batir |
Hayvanları nallayan kimse. ◊ f. Turna kuşu. |
batir(e) |
(C.: Bevâtir) Keskin kılıç. |
batiş |
(Batş. dan) Sertlikle, şiddetle hareket eden. Güçlü. |
batiye |
Büyük çanak. |
batman |
Eski ağırlık ölçülerinden olup, iki okkadan sekiz okkaya kadar yeryer değişir. Ekseriya altı okkadır. Bu, hâlen kullanılan sekiz kilo kadardır. |
batn |
İç, karın, insanın içi. Mide. * Soy, nesil. * Birbirlerine hısımlığı pek yakın olmayan küçük kabile. |
batnen ba'de batnin |
Nesilden nesile, soydan soya. |
batş |
Şiddetle tutup kapma. Kuvvet. Şiddet. * Hastalık geçtikten sonraki zayıflık. |
batt |
Kaz. * Kaz şeklinde yapılmış olan sürahi, su kabı. |
battal |
Boş. Hükümsüz. * İşsiz. * Metrûk. Kullanılmaz. olan. * Bâtıl. Mensuh ve mefsuh. * Faydasız. * Pek büyük. Hantal. |
battaliye |
(Battal. dan) Eskiden, işi bitmiş olan resmi kağıtların konduğu torbaya denirdi. |
baûda |
(Baûza) Sivrisinek. Sinek. |
baver |
f. Sağlam. Pek doğru. * Tasdik, inanma. Razı olma. |
bay |
f. Bey. Mir. Emir. Zengin. |
bay u geda |
Zengin ve fakir. |
bayeste |
f. Lüzumlu, gerekli, zaruri. |
baygan |
f. Muhafız, koruyucu, bekçi. |
bayi' |
Satıcı. Mal satan. |
bayice |
(C.: Bevâyic) Belâ, mihnet, zahmet, âfet, dâhiye. |
bâyiiyye |
Eskiden pazar kurulan yerlere gönderilen mevad ve eşyadan gümrük ihtisab vergisinin haricinde alınan ikinci vergi. |
bâyika |
(C.: Bevâyık) Belâ ve şer olan şey, dâhiye. |
bayin |
(Beyn. den) Aralayıcı. Ayıran. Ayırıcı. |
bayindir |
Mamur, şenlikli. * Bir Oğuz oymağının ve Akkoyunlu hanedânının ismi. |
bayir |
Sürülmemiş, açılmamış, sert, ham toprak. ◊ Az inişli yer. Fazla yokuş olmayan yer. |
bâyiste |
f. Zaruri, lâzım, gerekli. |
bayiz |
(Beyzâ. dan) Yumurtlayıcı, yumurtlayan. |
baykal |
Asya Türk ülkelerinde bulunan yaban kısrağı. |
baykar |
Çulha, bez ve kumaş dokuyan. |
baykara |
Helâk olma, mahvolma. * Böbürlene böbürlene sallanarak yürüme. * Malı çok olma. * Yırtıcı bir kuş. |
bayrak |
Devletin belirli alâmetlerini hâvi ve belirli renklerde kare veya dikdörtgen şeklinde yapılmış olan bez. Sancak, alem. |
bayrakdar |
f. Alemdar, bayrak taşıyan asker. * Bir kabile veya cemaatın başı, reisi. |
bayram |
Bir dinde mübarek addolunan gün. |
bayramiyye |
Hacı Bayram-ı Veli tarafından 14. yüzyılın sonlarında Ankara'da kurulan bir tarikattır. |
baysungur |
Şahin cinsinden olan yırtıcı bir kuş. |
baytar |
Hayvan tedavicisi, veteriner. |
baytara |
Hayvan hekimliği, baytarlık. |
bayzar |
Sövme, sövüp sayma. * Rahmin başlangıcındaki et parçası. |
bâz |
f. Doğan. Yırtıcı kuş. Av kuşu. * Açık. * Ayırma. Temyiz etme. * İniş. |
baz |
f. Yeniden, tekrar oynatan, oynayan, geri ve arka tarafa doğru... gibi manalara gelir. Kelimenin sonuna veya baş tarafına getirilerek kullanılan bir 'ek' dir. Meselâ: Ateşbâz - |
bâz-ban |
f. Kuşçu. Doğancı. |
bâz-dâr |
f. Kuşçu, avcı, doğancı. |
baz-geşt |
f. Geri dönme. * Pişmanlık, pişman olma, nedamet. * Gerileme. Çöküş. |
baz-güşa |
f. İnsandaki ayırdetme kuvveti. |
bazak |
Üzüm sıkıntısı. (Kaynatıp koyarlar ve köpüklenir.) |
bazar |
f. Alış-veriş. Ahz ü itâ. * Alış-veriş yeri. Pazar. Üstü açık yer ki, hergün veya belirli günlerde herkes satacağını oraya çıkarıp pazarlıkla veya açık artırmayla satar. * Fiat More… |
bâzek |
f. Küçük doğan (kuş). |
bazende |
f. Oynıyan, oynayıcı. |
bazende-zeban |
f. Boş boğaz, geveze, çok konuşan. |
bâzergân |
f. Tüccar, alış veriş eden esnaf. * Bezirgan.* Ağa makamındaki yahudilere verilen isim. |
bâzerganî |
f. Tüccarlık, tâcirlik. |
bazgûn(e) |
f. Uğursuz. * Ters, başaşağı. |
bâzi |
Beğenmeyen, ehemmiyet vermeyen. * Küfürbaz. ◊ f. Oyun. Eğlence. |
bazia |
Tıb: Derisi kopmak üzere olan yara. |
bâziçe |
f. Oyuncak, eğlence. Mel'abe. |
bâzig |
Ortak, şerik. |
bazigâh |
f. Eğlence yeri, oyun yeri. |
bazigede |
f. Oyun yeri, eğlence yeri. |
baziger |
f. Oynayan, rakseden, köçek. |
bazigûş |
f. Lâtifeci, şakacı, şen kimse. |
bazih |
Büyük. Âli. Yüce. |
bazihane |
f. Oyun yeri, eğlence yeri. |
bazik |
Zeki. Anlayışlı. * Üzümün sıkılmış suyu. |
bazil |
(C.: Büzül-Bevâzil) Sekiz dokuz yaşında olan deve. * Devenin, önce biten dişi. * Şey. * Kan akan baş yarığına 'şecce-i bâzile' denir. ◊ (Bezil. den) Bol bol veren, More… |
bazile |
Tıb: Göğüs veya karnın içinde husule gelen gaz veya su şişlerinin mahfazasını delmeye mahsus ve boru içinde mahfuz bir mil. |
bazir |
Ekici, eken.* Dedikodu yapan, laf taşıyan. Geveze. |
bazirgân |
Eskiden Musevi tüccarlar hakkında kullanılan bir tabirdi. |
bazmande |
f. Kafasız, ahmak, kabiliyetsiz. * Durmuş, geri kalmış. |
bazoka |
(Bazuka) Tanklara karşı kullanılan bir çeşit silâhtır. Soba borusuna benzer, omuza konarak nişan alınıp ateşlenir. |
bazpes |
f. Tekrar, yeniden. * Geri. |
bâzu |
f. Kolun omuz ile dirsek arasında kalan kısmı, pazu. Adud. * Mc: Güç, kuvvet ve istidat. |
bâzubend |
f. Pazvand. Kola bağlanan duâlı kağıt. |
bâzudirâz |
f. Kolu uzun olan. * Nüfuzlu, sözü geçer. * Müdahaleci. * Zâlim, zulmeden. |
be |
f. Kelime başına getirilerek, Türkçedeki: 'de, da, den, dan, ile, için' mânalarında kullanılır. |
be'r |
Kuyu kazmak.BER' : (Berâ, Bur', Bürü') Yaratmak. Halketmek. * Hastanın iyileşmesi. Sağlamlık. |
be's |
Azab, şiddet. Korku. * Zarar, ziyan. * Zorluk, meşakkat, zahmet. * Fenalık. (Arapçada: 'Savaşta şiddetli harekette bulunmak veya sıkıntı ve fakirlikten fenâ durumda olmak'. |
be'sa |
Fakirlik, muhtaçlık ve benzerleri. |
be-câ |
f. Yerinde. Yerine. Uygun. Münâsib. |
be-didar |
f. Görünür olmak, kendini göstermek. Meşhur. Namdar. |
be-duş |
f. Omuza, omuzda. |
be-gün |
f. (Bak: Bikün tevbe) |
be-hem |
f. Hep. Beraber. Toplu. Bir yerde. Hep bir yere. (Bak: Bâhem) |
be-kavl |
f. Sözüne göre, dediğine göre. |
be-kef |
f. Elde, avuçta olan. |
be-leb |
f. Dudakta. |
be-nam |
f. Meşhur. Namlı. Mütemayiz. Seçkin. Mâlum bir isimle tesmiye edilen. |
be-şart-i anki |
f. Bu şartla ki. Şu şartla ki. |
be-ser |
f. Baş üzerine. |
be-ser ü çeşm |
f. Başgöz üstüne. |
be-ser ü pâ |
f. Baştan ayağa. |
be-tekrar |
f. Tekrar ile. |
beban |
Tarz, yol, üslup, metod. |
bebga |
Papağan. |
bebr |
f. Kaplana benzer, ondan daha büyükçe ve pek yırtıcı bir canavar ki, Hindistanda ve Afrikada bulunur. Saldırdığı zaman derisindeki tüyleri kabarıp korkunç bir manzara arzeder. Arslanı bile More… |
becâ |
f. Yerinde, münasip, lâyık, uygun, şâyeste. |
becâ nâ-becâ |
f. Yerli yersiz. |
beca' |
Geniş, bol. |
becayiş |
f. Değişme. Trampa. Birini verip ötekini alma. |
becayiş-i mekânî |
f. Yer değiştirme. Mekân değişikliği. |
becbac |
Semiz, besili. * Zayıf kimse. |
becbece |
Çocuk avutmak için yapılan tuhaf hareketler, gürültü. |
becc |
Yarmak. * Vurmak. |
bece |
Çıban, arpacık, sivilce. |
beçe |
(C.: Beçegân) f. İnsan veya hayvan yavrusu. |
beçe-dar |
f. Yavrusu olan, çocuğu olan. * Gebe, hâmile. |
beçe-gân |
(Beçe. C.) f. Çocuklar, yavrular. |
beçek |
f. Bir nevi kesici alet. * Küçük silah. |
becel |
Şaşma, tuhafına gitme. * Yalan, iftira. |
becer |
Göbeğin çıkıp şişmesi. * Suyu içip kanmayan koyun. |
becidd |
f. Ciddi, gerçek, hakikat. * Cidden, gerçekten. |
becil |
Büyük, itibarlı, muhterem, hatırı sayılan kimse. * Şişman. |
becir |
Birçok. |
becra' |
Yüksek yer, yüksek tepe. * Göbeği çıkmış kadın. |
becrec |
Sığır buzağısı. |
becrem |
(C.: Becârim) Belâ ve zahmet, dâhiye. |
bed |
f. Fenâ. Kötü. Çirkin. Yaramaz. şer. şeni'. |
bed' |
(C.: Ebdâ-Büdü') İslâm içinde kazılan kuyu. * Evvel, ibtidâ, başlangıç. * Hisse, nasip. * Başlama, başlayış, ilk. |
bed'en |
Başlangıçta. İlk önce, ilkin. |
bed'et |
Başlangıç. |
bed-agaz |
f. Başlangıcı fena, kötü. Kötü bir şekilde başlanmış. |
bed-ahd |
f. Ahdinde, sözünde durmayan, vefasız. |
bed-ahlak |
f. Ahlâkı ve huyu kötü olan kimse. |
bed-âhû |
f. Karakteri bozuk, huyu kötü. |
bed-amel |
f. Hareketi ve işi fenâ olan. |
bed-âmuz |
f. Kötülük, fenalık öğrenmiş. * Fenalık, kötülük öğreten. |
bed-asl |
f. Aslı kötü, soyu fena. |
bed-bu |
f. Fena kokulu, pis kokan. |
bed-buk |
f. Hâin, korkak. |
bed-çeşm |
f. Nazarı değen, haset kimse. |
bed-cins |
f. Cinsi bozuk. |
bed-cu |
f. Kötülük arayan. Kötülük düşünen. |
bed-dil |
f. Korkak, yüreksiz. |
bed-dua |
(Bedduâ) f. Bir kimsenin kötülüğü için duâ. Kötü duâ. |
bed-eda |
f. Terbiyesiz, nezâketsiz ve kaba olan kimse. |
bed-endam |
f. Endâmı bozuk, biçimsiz, çarpık. |
bed-endiş |
f. Kötü fikir sahibi, fena düşünen. |
bed-fercam |
f. Sonu kötü. Sonu korkulu ve lânetlenmiş olan. Akibeti fena. |
bed-fial |
f. Yaptığı işleri kötü olan. |
bed-gû |
f. Fitnekâr, dedikoducu. |
bed-hah |
f. Fenalık isteyen. Herkesin kötülüğünü isteyen. Kötülük isteyen. |
bed-hal |
f. Kötü ahlâklı. Kötü huylu. Hâli düşkün. Fakir olan. |
bed-hu(y) |
f. Huysuz. Bed huylu, kötü huylu. * Kötü huy. |
bed-kâr |
f. Kötü iş yapan. Fena hareketli kimse. Fiil ve ameli kabih olan. |
bed-lika |
f. Çirkin yüzlü, kötü yüzlü. |
bed-mihr |
f. İyilik etmiyen, insâniyetsiz. |
bed-nigah |
f. Kötü bakışlı. |
bed-rah |
f. Kötü yola sapan. |
bed-ram |
f. Lâtif, hoş, yakışıklı, süslü. * Sert başlı at. * Dâima, devamlı. |
bed-reftar |
f. Gidişi ve hareketi fenâ olan. |
bed-reg |
f. Huysuz, aslı kötü olan hayvan veya insan. |
bed-reng |
f. Açıkla koyu arasında kirli bir renk. |
bed-sigal |
f. Kötü düşünceli, herkes hakkında kötü söyliyen. |
bed-siyret |
f. Ahlâksız. Ahlâkı ve huyu kötü olan. |
bed-ter |
f. Çok kötü, daha kötü, beter. |
bed-tiynet |
f. Yaradılışı, fıtratı, tabiatı fena ve kötü olan, soyu bozuk, bayağı adam. |
bed-üslûb |
'f. Üslûbu fena; tavrı, gidişi kötü.' |
bed-zeban |
f. Kötü söz söyliyen, hicveden. Ağzı pis, ağzı bozuk. * Kötü dil. |
beda |
(Bedâat) Hayret verici, yenilik ve iyiliklerde üstünlük. Acib ve garib olma. Yeni zuhur etme. |
beda' |
Fikir, rey. * Çöle çıkmak. |
bedâd |
Gözükme, zahir olmak. * Sayış, sayma. * Fırka. * Savaşacak akran. * Nasib, hisse, pay. |
bedâdân |
Eyerin iki yanı. |
bedah |
(C.: Büduh) Geniş yer. |
bedahat |
(Bedihî. C.) Delil ve isbata ihtiyacı olmayan şekilde âşikâr olan şeyler. |
bedahet |
Açıklık. Zâhir delil. Belli, açık, aşikâr. * Birdenbire, hazırlıksız söz söyleme. * Atın yürümesi. * Her şeyin evveli, öncesi. |
bedaheten |
Birdenbire, aniden, ansızın. Düşünmeksizin. Açık ve zâhir olarak. |
bedal |
Değişme, değiştirme, mübadele. Trampa. |
bedan |
(Bed. C.) Kötüler, fenalar. Yaramazlar. * Çirkinler. |
bedanet |
Yağlı, besili olma. Semizlik. |
bedarf |
Muayyen bir gayenin gerçekleşmesi için zaruri olan veyâ zaruri görülen muayyen kalitede bir mal veya meta miktarıdır. |
bedava |
f. Parasız, meccanen, karşılıksız. * Mc: Çok ucuz. (Meselâ: Bunu bu fiata bedava almışsın, cümlesinde olduğu gibi.) |
bedave(t) |
Çölde oturmak, Bedevilik. (Bak: Bedeviyet) |
bedayi' |
(Bedi'-Bedia. C.) Yeni ihdâs olunmuş, görülmedik şeyler. Bedi'alar. ◊ (Bidâa. C.) Sermayeler, anamallar. |
bedbaht |
f. Bahtsız, talihsiz, bahtı kara. |
bedbin |
f. Kötü görüşlü. Ümidsiz. Her şeyin fena cihetini görmek isteyen. Bed ve fena görüp, beğenmez, istihsan etmez olan. |
bedbinâne |
f. Kötümser şekilde. Ümitsizce, bedbincesine. |
bedbinî |
f. Bedbinlik, kötümserlik, ümitsizlik, fenâ görürlük. |
bedda' |
Gövdeli, şişman kadın. |
beddal |
Bakkal. |
bedde |
Derman, takat, güç, kuvvet. |
bede' |
Başlayış. Başlama. Bir şeyi başkasından evvel işlemek. |
beded |
İki uyluk arasının geniş olması. |
bedel |
(C.: Bedelât) Elde ve ayakta olan zahmet ve ağrı. * Karşılık. Bir şeyin yerine verilen ve yerini tutan şey. İvaz. * Başkasının adına hacca giden. * Gr: Söz esnâsında bir şeyi sıfatı veya More… |
bedelen |
Mukabilinde, karşılığında, yerine. |
bedeleyn |
İvazlı akidlerde iki tarafın yüklendikleri karşılık. |
beden |
(C.: Ebdân) Gövde, vücut, ten.* Vücudun kol, bacak ve baş gibi ayrıca kısımlarından başka diğer merkezi kısmı. * Ağacın dal ve budaktan başka olan kısmı, kütük. * Kale bedeni. |
bedene |
(C.: Büdün) Kurbanlık deve. |
bedenen |
Vücutça. Beden ile. |
beder |
f. Hariç. Dışarı. Taşra. |
bedergah |
f. Kapıya çıkma. * Tar: Çeşitli hizmetlerde kullanılmak üzere, acemi ocağına ve ocak dışına verilen acemilerin, Yeniçeri Ocağı'na kayıt edilmeleri. |
bedestan |
f. Değerli, kıymetli kumaşlar, silâhlar ve mücevherler vs. alış-verişine mahsus üstü örtülü ve mahfuz çarşı. |
bedevî |
Çölde yaşayan. Göçebe. Medeni olmayan ve şehir hayatı yaşamıyan. * Seyyid Ahmed-i Bedevî nâmındaki büyük bir zâtın tarikatı ve onun mensubu olan. (Bak: Ahmed-i Bedevî) |
bedeviyane |
f. Bedevilere uygun şekilde, çölde yaşayanlar gibi. |
bedeviyet |
(Bedâvet) Göçer hayatı yaşayış. Göçebelik. Bedevilik. |
bedg |
Bulaşmak. |
bedh |
Vurmak, darp. * Âcizlik. * Aşikâre olmak, aleniyyet, açıklık. ◊ Ansızdan olmak. |
bedi' |
(Bedia) Eşi, benzeri olmayan. Hayret verici güzellikte olan. * Garib. Acib. * Benzeri olmayan şeyleri vücuda getiren. Kimseye benzemeyen. İcad edici olan. * Hâlık ve Hallak-ı Cihan olan. * More… |
bedia |
Nâdide ve güzel, yeni icad edilmiş şey. Beğenilen ve takdir edilen çok yeni şey. |
bedid |
Büyük sahra, geniş çöl. ◊ Su az az akmak. |
bedih |
Şanı, şerefi yüce, yüksek ve büyük olan. |
bedihe |
Birdenbire ve düşünmeden söylenilen güzel söz. Hazırcevaplık. * Başlangıç. |
bedihe-gû |
f. Güzel ve hoş söz söyleyen. Tatlı söz söylemeye alışık olan kimse. |
bedihî |
Aşikâr, belli ve açık olma. * Ansızın zuhur eden. * Delil ve isbata muhtaç olmayacak derecede açıklık. |
bedihiyyet |
Açıklık. Kolayca anlaşılır ve görülür olmak. |
bedîî |
Bedi' ve güzel olan. Ebedî ve güzel olan. İlahî ve güzel eserlere müteallik bulunan. |
bedîî kiraet |
Mantıki kıraet şartlarına riâyet ettikten başka rikkat mevkiinde sesini indirmek, şiddet makamında yükseltmek -acemi aktör tavrı takınmaksızın- mevzuu ses ve işaretle canlandırmaktır. |
bedil |
Bir şeyin mukabili, karşılığı. * Tutuşulan bir bahiste yenilen veya aldananın vereceği şey. * (C.: Ebdâl) Sâlih kişi. |
bediy |
Çok âşikâr, göze çarpan. * Çölde sahrada oturan. |
bedligam |
f. Serkeş at, gem almaz at.* İsyan eden, âsi, serkeş, söz dinlemiyen kimse. * Bedevi, çöl adamı. |
bedmaye |
f. Ahlâksız. * Soysuz. Sütü bozuk. |
bedmest |
f. Kendinden geçmiş derecede sarhoş. |
bednam |
f. Kötü tanınmış, adı kötüye çıkmış olan. |
bednihad |
f. Kötü huylu. |
bedpesend |
f. Kötülüğü beğenen, kötülüğü öven, medheden. * Güç beğenir, müşkülpesend. |
bedpeyman |
f. Verdiği sözde durmayan. Sözünün eri olmayan. Sözünü tutmayan. |
bedr |
(Bedir) Dolunay. Ayın en parlak olduğu hâli. * Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere arasında bir yer ismi. * Bir şeyin tamam olması. * Sibâk ve sür'ât etmek. * Bir işin ansızın More… |
bedraka |
f. Delil. Kılavuz. Mürşid. * Allah yolu. |
bedre |
(C.: Bider) Kuzu veya oğlak derisi. * İçi altun dolu olan kese. * Onbin dirhem. |
bedreka |
(Bak: Bedraka) |
bedrî |
Bedr'e ait ve onunla alâkalı. * Erkek ismidir. (Müennesi: Bedriye) |
bedruc |
Bir ot cinsidir ve bazı yerlerde tere-i Horasani diye isimlendirilir. |
bedud |
Suyu az olan kuyu. |
beduh |
Eski yazıda mektub zarfları üzerine yazılması ve zarfa basılan mühüre kazdırılması mûtad ve aslı meçhul bir sözdür. |
bedv |
Zihinde bir şeyin peyda olması. Bir şey zâhir olma. * Başlama. * Sahraya çıkma. |
bedzehre |
f. Korkak, yüreksiz, ödlek kimse. |
befm |
f. Keder, tasa, iç sıkıntısı, üzüntü. |
befş |
f. Azamet, büyüklük, heybet, debdebe. |
beftere |
f. Avcılar tarafından kullanılan ve hususi olarak alıştırılmış kuş. |
begaya |
Askerin ön karakol takımı. |
begaye |
Talep etmek, istemek. |
begayet |
f. Son derece. Pek ziyâde. |
begend |
f. Yuva. * Kümes, folluk. |
begnek |
f. Kuyruğu kesik hayvan. |
begonya |
Fr. Etli ve güzel renkli yaprakları olan bir süs bitkisi. |
begter |
f. Eskiden kullanılan zırhlı elbise. |
beha |
Gökçek olmak, şirin ve lâtif olmak. ◊ (Bak: Bahâ) |
behacet |
Güzellik. Güzel yüzlü olma. |
behak |
İnsanın derisinde pul pul beyazlık ve alaca bir renk peyda eden bir çeşik hastalık. |
behamin |
f. Bahar mevsimi. |
behanet |
Nefesi iyi ve lâtif olan kadın. |
behas |
Susama. |
behatt |
Sütlaç, süt lapası. |
behbehan |
Papağan, tûti kuşu. |
behbehî |
Etli ve gövdeli, kişi. Bahadır, yiğit, kahraman. |
behbud |
f. Sağlık, sıhhat, sağlamlık, iyilik. |
behc |
Her zaman neşeli olma. Birisini şâd ve mesrur etme, sevindirme. * Güzellik, hüsn. |
behcet |
Sevinç. Güleryüzlülük. Güzellik, şirinlik. |
behdel |
Sırtlan yavrusu. * Erkeğin memelerinin büyük olması. |
behem-ber-âmeden |
f. Toplanmak, cem olmak, birikme. * Mc: Kızmak, sinirlenmek, asabileşmek, müteessir olmak. ('Behemâmeden' de denir.) |
behemehal |
f. İster istemez. Mutlaka. Her halde. |
behemzede |
f. Topluluğu dağıtmış, cemiyeti bozmuş. |
beher |
f. Her, her bir, herbirisine. |
beher-hal |
f. Mutlaka, her hâlde. |
behet |
f. Sütlaç. Süt lapası. * Pirinç unu ile pişirilen ve Me'muniye adı verilen helva. |
behetta |
Pirinç çorbası. * Sütlü pirinç yemeği. |
behi |
Şirin, lâtif, gökçek. (Bak: Behiye) |
behic |
Güleryüzlü. Güzel. Şen. Şâduman olan. |
behice |
Şen, güzel. Güler yüzlü kadın. |
behim |
Düz siyah şey. * Alacasız hayvan. * Dik, pürüzsüz ses. ◊ (Behime) Dört ayaklı hayvan. |
behimât |
Hayvanlar. |
behime |
(Bak: Behim) |
behimî |
Hayvanca, hayvana mahsus ve müteallik. Hayvanlık. |
behimiyyet |
Hayvanlık, canlı olmakla beraber akılsız oluş. |
behin |
(Bak: Bihin)BEHİR(E): Nefesi sıkışıp çok soluyan kimse. Nefesdarlığı olan. * Göğüsdarlığı hastalığı sebebiyle solumaktan yol yürüyemiyen kimse. |
behişt |
f. Cennet. Ahirette iyi kulların gideceği mükâfat yeri. Adn. Firdevs. |
behişt-hirâm |
f. Cennete gitmiş. |
behişt-nişin |
f. Cennette oturan. |
behişt-zâr |
f. Cennet gibi yer. |
behiştî |
f. Behiştle ilgili, cennetlik. |
behite |
İftira etmek. * Kabile ismi. |
behiye |
Güzel. |
behkele |
Nârin vücutlu kız, sevgili. |
behken(e) |
Nârin güzel ve gösterişli vücudu olan kimse. |
behkeşe |
Emir ve işde çabukluk, bir işi acele yapma. |
behl |
'Az şey; az su. * Lânet, nefret, istememe.' |
behle |
(Behli) f. Yırtıcı kuşlarla uğraşanların giydiği eldiven. |
behlel |
Abes, boş boşuna. Batıl, beyhude. |
behlül |
Çok gülen, çok gülücü. * Hayır sahibi, çok iyi adam. * Hârun-ür Reşid'in kardeşinin adı olup meczûbâne ve hikmetli hareketleriyle meşhur olmuştur. |
behm |
Çok siyah olan şey. Rengi başka renkle karışık olmayan nesne. |
behman |
f. Filân, filânca. |
behmar |
f. Çok, ziyade, fazla. |
behme |
'(C.: Bühüm, bihâm; Cem'ul Cem: Bihâmât) Kuzu. Oğlak. Buzağı. * Keçi otu.' |
behnan (e) |
Güler yüzlü, iyi huylu ve devamlı olarak gülen kimse. |
behnane |
f. Beyaz pide. * Maymun. |
behne |
Yumuşak yer. |
behneke |
Etli, büyük, şişman kadın. |
behnes |
Çirkin, sakil ve kaba olan adam. |
behr |
Nasip. * Galip olmak. * Nefesi tutulmak. * Ümidin boşa çıkması. * Felâket, musibet. * Uzaklık, mesafe. |
behra |
f. Ondan dolayı, ona binaen, onun için. |
behram |
f. Eskiden bir İran padişahının adı. * Bir pehlivan ismi. * Merih yıldızı. |
behrame |
f. Yeşil elbise. |
behramec |
Çiçeği kokulu bir nevi söğüt ağacı. * Her renkte olan leylâk çiçeği. |
behramen |
f. Bir çeşit kırmızı yakut. * Kadınların kullandıkları allık. * İpekten dokunan güzel bir kumaş. * Kırmızı gül, asfur çiçeği. |
behre |
f. Nasib, pay, hisse. * Tez tez solumak. * Vasat, orta. |
behreber |
f. şerik, ortak. |
behreberî |
f. Ortaklık, şeriklik. |
behrec |
Eksik veya ayarı bozulmuş para. * Arzuya, isteğe bırakılmış şey, iş. * Faydasız, işe yaramaz olan şey. |
behredar |
Hisseli. Nimetlenmiş. Faydalanmış. |
behrek |
f. Yaralardan çıkan iltihap. * Çok çalışmaktan dolayı el ve ayak derilerinin sertleşmesi, nasırlaşması. |
behrem |
Kırmızı gül. * Kısa boylu kimse. |
behreme |
Saç ve sakalın kınayla boyanması. * Çiçeğin göz alıcı ve câzib olan güzellik ve parlaklığı. * Hindlilerin ibadeti. ◊ f. Burgu, matkab. |
behremend |
f. Nasibi olan, hissedar. * Bilen, anlayan. |
behrever |
f. Hisse ve nasibini almış, payını zimmetine geçirmiş. |
behreyab |
f. Nasibi olan, hissesi olan. |
behs |
Neşe ve güleryüzle karşılama. * Kahraman, yiğit, mert adam. * Cür'etkârlık. |
behş |
Muki otunun yaşı. * Kara yüz. |
behsale |
(C.: Behâsile) Etli, kısa boylu, tıknaz kadın. |
behsus |
Az miktar, az şey. |
beht |
Yalan söylemek. * Ansızın bir şeyi almak. * Tenbellik galebe etmek. * Şaşkınlık. Hayranlık. |
behtere |
Yalan söyleme. |
behur |
Tütsü. (Dilimizde buhur şeklinde kullanılır) |
behut |
(C.: Bühüt) İşitenleri şaşkına uğratan iftira, yalan. |
behv |
(Behve) Misafir odası. * Yer altında hayvan ağılı. (Bu iki mananın cem'i Ebhâ-Bühüvv şeklindedir) * Geniş meydan, yer. * Göğüsün içi, boğazdan mideye kadar olan aralık. * Rahim ile More… |
behvet |
Sofa. * Çardak. * Odaların önüne yapılan oda. |
behz |
Benû Selim kavminden bir cemaatin adı. * İleri itme. * Şiddetle göğse vurma. |
behzere |
(C.: Behâzere) Semiz davar. |
behzet |
Ağırlaştırmak, meşakkatli yapmak. * Zebûn etmek. |
beis |
(Be's) Zarar. Kuvvet ve şiddet. Zahmet. Zor. Fenâ. Bed. |
bejendî |
f. Geçim darlığı. Maişet derdi. |
bejman |
f. Yırtık, dökük, pejmürde, dağınık. * Hüzünlü, kederli, üzgün, yaslı. |
bek' |
Birbiri ardınca şiddetle vurmak. * Karşılayıp istikbâl etmek. ◊ (C.: Bilkâ) Sütü az olan davar. |
beka |
Devamlılık. Evvelki hâl üzere kalma. Dâim ve sâbit olma. |
bekale |
Yağla karışmış keş. * Karıştırmak. |
bekam |
f. İsteğine, meramına kavuşan, nail olan. Arzu ettiğine erişen. Mesut, bahtiyar. |
bekamet |
Dilsizlik, dili olmamaklık. |
bekâr |
Hiç evlenmemiş, zevcesi olmayan adam. * Taşralı olup, büyük bir şehirde bir işle meşgul olarak, ailesiz yaşayan adam. (Bak: Tecerrüd, Mücahede) |
bekâret |
Kızlık. Erkek görmemiş kızın hali. |
bekaya |
Geride kalanlar, bakiyeler. * Maliye işlerinde tahsil olunmayan gelir, meblağ. |
bekbeke |
Depretmek, tahrik. |
bekil |
Yakışıklı delikanlı, genç. |
bekile |
Yağla karışmış keş. |
bekim |
Dilsiz adam. |
bekk |
Bir şeyi kakmak. |
bekkâîn |
(Bükâ. dan) Ağlayanlar. |
bekke |
Mekke-i Mükerreme'nin eski ismi. * Bir yerde toplanmak. Bir yere cem'olmak. * İzdihamlık, kalabalık. |
bekl |
Karıştırmak, halt. |
bekr |
Genç erkek deve. (Müe: Bekre) |
bekre |
Kuyu ve benzerlerinde kullanılan makara, çıkrık, çark. * Mafsallarda bulunan makara şeklindeki kemik. |
bekrî |
Erken. Sabah. * İçkiye çok düşkün. Sarhoş. |
bektaş |
f. Akrân. Eş. Arkadaş. |
bektaşî |
Hacı Bektaş-ı Veli tarikatına mensub olan kimse. |
bektaşiyân |
f. Bektâşiler. Yeniçeriler. |
bekûrî |
İlk evlat, ilk doğan çocuk. |
bekûriyyet |
İlk evlâtlık. |
beküsiste |
f. Kopuk, kopmuş. Düşük, düşmüş. Gevşek, çözük. |
bel |
t. Geminin orta kısmı. * Bedenin ortası. Göğüs ile karnın arası. * Yüksek dağın iki zirvesi arasındaki kavisli kısmı veya alçakça olan geçit ve boğazı. ◊ Bilâkis, belki, More… |
bel' |
Yutma. Emme. * Belirsiz etme. Ortadan kaldırma. |
bel'ak |
Yaşlı, zayıf. * Bir hurma cinsi. |
bel'am |
Terbiyesiz, açgözlü, obur. * Hz. Musa (A.S.) hakkında, yalan ve fena söyleyerek Beni-İsrail'i kandıran Bel'am bin Baura adında birinin adı. |
bel'ame |
Yutmak. |
bel'as |
Büyük karınlı dişi deve. |
bela |
Evet. |
belâ |
(C.: Belâyâ) Afet. Sıkıntı. Tasa, kaygı. Musibet. Mücazat. İmtihan. Dâhiye. * Yaramaz nesne. |
belâ-dide |
f. Belâ görmüş, belâya çatmış. |
belâ-ender-belâ |
f. Belâ üstüne belâ. Zahmet içinde zahmet. |
bela-zede |
f. Belaya uğramış, başına musibet gelmiş olan. |
belabil |
(Belbâl - Belbele. C.) Vesveseler. Kederler. Tasalar. * (Bülbül. C.) Bülbüller. Andelibler. |
belad(e) |
Kötü kimse. Müzevir, günahkâr. Fena ve kötü şey. |
beladet |
Ahmaklık, sersemlik, kalınkafalılık. Budalalık. |
beladir |
f. Kadınların kullandıkları altun, gümüş, zümrüt, yakut, elmas gibi süs eşyası. * Belâyı def etmek için verilen sadaka. |
belâg |
Eriştirme, yetiştirme. * Maksada uyan güzel ifâde. Kâfi gelme, kifâyet. |
belâgat |
Hitâbettiği kimselere göre uygun, tam yerinde, düzgün ve hakikatlı güzel söz söyleme san'atı. |
belâgat-füruş |
f. Belâgat taslıyan. |
belâgat-perdâz |
f. Düzgün konuşabilen, iyi söz söyliyebilen. |
belah |
Büyüklenmek, kibir. |
belaha |
Yetişmemiş hurma koruğu. * Kurumak, yebs. * Yormak. |
belahet |
Ahmaklık. Düşüncesizlik. Ne yaptığını iyi bilmemek. |
belak |
Ayakları alacalı at. |
belâkeş |
f. Belâ çeken. Sıkıntı içinde olan. |
belakik |
(Bülükka. C.) Sahralar, çöller. Düzovalar. |
belal |
Islaklık. Islatış. Su gibi ıslatan. |
belarek |
f. İyi su verilmiş kılıç, çelik. * Ok temreni, ok mahfazası. |
belat |
Döşenmiş taş. * Düzyer. * Köy adı. |
belaya |
(Belâ. C.) Musibetler. Afetler. Beliyyeler. Belâlar. |
belbal |
(Belbele) Vesvese. Tasa. Telâş. Yürek yanması. Iztırab. * Tehyic ve tahrik eylemek. |
belbed |
Akılsız ve ahmak kimse ki, ne ettiğini bilmez. |
belbel |
Tasa, kaygı. Yürek yanması. |
belbele |
(C.: Belâbil) Vesvese vermek, gamkin etmek, kuruntu vermek. |
belbûs |
f. Bir nevi haşhaş. * Yabani soğan. Dağ soğanı, sarmısak. |
belca' |
Kaşları arası açık olan kadın. (Müz: Eblec) |
beldah |
Kişinin kendini yere vurması. |
beldaran |
Geçit yerleri muhafızlarının adı. Tanzimattan sonra bunlara zaptiye denmiştir. İkinci Meşrutiyetten beri jandarma olarak adlandırılırlar. |
belde |
Memleket, şehir. * Büyük köy. * Yer, arz. * Göğüs, sadır. * İki kaş arasında kıl olmayıp açık olması. |
belec |
Zâhir ve rûşen olmak. Gözükmek. |
beled |
(Belde. C.) Beldeler. Memleketler. |
beled sûresi |
(El-beled) Kur'an-ı Kerim'de 90. sure olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. |
beledî |
(Beled. den) şehir veya kasaba ahalisinden olan, şehirli. * Şehir ve kasabaya ait. * Belediye İdaresine mensub. * Mahallî, yerli. |
belediye |
Bir şehir veya kasabanın temizliği, bayındırlığı ve nizamiyle ilgilenen daire. |
beleh |
Sersemlik, bönlük, ahmaklık, budalalık. |
belel |
Yaşlık, rutubet, ıslaklık. * Zafer, galibiyet.* Mihnet, keder, üzüntü. * Mücadele, kavga. * Hastalıkdan iyileşen. * Düşkünlük. |
belem |
Üzerinden yol geçen tepe. |
belemun |
Çakır dikeni. |
belendah |
Bodur, şişman kimse. |
belendî |
Enli. |
belensem |
Katran. |
beles |
İncire benzer bir yemiştir ve Yemen'de çok olur. |
beleş |
(Arabça bilâşey'den galattır) Ücretsiz, bedava. |
belet |
Kesilmek, inkıtâ. |
belge |
(Bak: Vesika) |
belgin |
Belâ, zahmet, dâhiye. |
belh |
Bazan, sivâ (gayri) manasını ifâde eder. |
belhâ |
Gönlü kibirli olan kadın. |
belha' |
Bir gözüne sürme çekip, diğer gözünü unutan ve gömleğini ters giyen akılsız kadın. |
belham |
Çiftçilikte kullanılan saban. Çift sürmeğe yarayan âlet. ◊ Nalbant. Baytar. |
beli |
f. Evet. |
belid |
(Belâdet. den) Ahmak, sersem, bön, budala. |
beliğ |
Edb: Belâgatli kimse. Meramını tamamen, noksansız ve güzel sözlerle anlatmağa muktedir olan. * Kâfi derecede olan. Yeter olan. |
beligane |
f. Beliğcesine, düzgün ve fasih olarak. |
belil |
Islanmış olan şey. * Serin ve yağmurlu rüzgâr. |
belinograf |
Fr. Telefon hatlarıyla fotoğraf, şekil ve yazıyı uzak mesafeye nakleden cihaz. |
belita |
Kamış kap. |
beliyyat |
(Beliyye. C.) Felâketler. * Gamlar. Kederler. |
beliyye |
(C.: Beliyyât) Belâ. Müşkilât. Musibet. Âfet. Tasa. Keder. |
belk |
Kapı açmak. * Ak ile kara alaca olma. * Büyük terazi. |
belka' |
Tenha çöl. Harap ve boş yer. * Yazı. * Yalan yere yemin etmek. * Su, süt gibi boğaz ıslatan şeyler. * Bir hurma cinsi. ◊ Alaca. Alaca bacaklı olan at. |
belkaa |
Şam vilâyetinde bir yerin adı. * Kara ile ak alaca nesne. * Parlak nesne. |
belki |
Umulur, ihtimal, olabilir. * Hattâ. * Kat'iyyetle. Dahi. Şüphesiz. |
bell |
Yaş etmek. Islatmak. * Ulaştırmak. * Hastanın sağlamlaşması. |
bellet |
(C.: Bilel) Cisimlerin yüzeyinde olan yaşlık, ıslaklık. |
belma |
f. Faydasız, faydası olmayan. İri ve kaba şey. |
belsek |
Elbise değdiğinde yapışıp ayrılmayan bir ot. |
belt |
Kesmek. |
belta' |
Her hususta hazakati ve feraseti olan. |
beltah |
Kişi nefsini yere vurmak. |
beltem |
Akılsız kimse. * Peltek adam. |
belû |
(Bel'. den) Çok yiyici, obur. |
belul |
Kurtulma. Hastalıkdan, marazdan kurtulma. Halâs olma. |
belûs |
f. Tevazu, mahviyet. Hileci. Hile, yalan, dolan. |
belût |
Bot: Meşe ağacı. * Meşe ağacının meyvesi olan palamut. |
belv |
(Belvâ) Dert, çile. Musibet. Zahmet. * İmtihan, tecrübe. |
belvaz |
f. Çıkıntı. Duvardan dışarı doğru çıkan direğin ucu. |
belve |
Belâ. |
bely |
Mahvolmak. * Belirsiz olmak. |
belyad |
f. Nakışsız, sade kostüm. |
belzi |
Muhkem, güçlü, sağlam deve. |
bem |
Bazı sıfatlara katılarak mübalağa beyan eder. |
bembeyaz |
Her tarafı beyaz, çok beyaz. |
ben |
(Bak: Ene) t. Pks: Şuurlu kişiliğimiz. |
ben-van |
f. Harman, tarla, ekin bekçisi. |
benadik |
(Bunduk. C.) Yuvarlak kurşunlar. * Fındıklar. |
benadir |
(Bender. C.) Ticaret yerleri. Ticareti işlek limanlar. |
benam |
Parmak ucu. |
benan |
Parmak uçları. Parmaklar. |
benane |
(C: Benân-Benânât) Parmak başı. |
benât |
(Bint. C.) Kızlar. * Bebekler. |
benaver |
f. İri, büyük çıban. Kan çıbanı. |
benbel |
f. Ekşi şey. * Ekşi elma. |
benc |
Türkçede 'benek' adı verilen bir ot cinsidir ve tohumuna 'bezr-ül benec' derler. |
bencil |
t. (Bak: Hodbin, Hodgâm) |
bencileyin |
t. Benim gibi. |
bend |
f. Bağlanan. Bağlanmış. * Bağ. Boğum. Mafsal. * Su bendi. Baraj. * Gam. Gussa. * Mekir. * Hile. * Mülâhaza. Fıkra. Madde. * Aldatmak.* Birisini emri altına almak, bendetmek. * Edb: Baştan More… |
bend-rûg |
f. Tarla ve bostan kenarlarına suyun akıntısını kesip havuz gibi birikmesi için yapılan setli çukur. |
bende |
f. Bağlanmış olan. Köle. Esir. Hizmetçi. Hizmetkâr. Kul. |
bende-zade |
f. Köle çocuğu. * Mc: Çocuğunu onun kölesi yerinde tutup mütevâzi muâmelede bulunan. |
bendegâne |
Hizmetçi gibi. Bağlanmışçasına. |
bendegî |
Kölelik. Hizmetçilik. * Ubudiyyet, kulluk. |
bendeka |
Hiddetle bakma, sert bakış. * Bir şeyi fındık kadar ufak yapma. |
bendene |
f. Esvabın, giyilecek şeylerin bazı yerlerine dikilen düğme, kopça. |
bendenüvaz |
f. Kölesini iltifatlandıran, adamını taltif eden. |
bendeperver |
f. Köle besleyici, adam besleyici. |
bender |
(C.: Benâdir) Ticaret yeri, işlek ticaret iskelesi, büyük iskele. |
benderek |
f. Küçük iskele. * Boğaz ve liman ağızlarında yapılan küçük kale. Mendirek. |
bendergâh |
f. İşlek iskele, liman, şehir. |
benderz |
f. Çuvaldız. |
bendeyan |
Hizmetçiler. Kullar. * Mensuplar. |
bendide |
f. Esir, köle. * Bağlı, bağlanmış. |
bendime |
f. Elbise yakasına ve kollarına açılan küçük delik. * Düğme, ilik. |
bendiş |
f. Altın ve gümüş üzerine işlenilen nakış. |
bene |
f. İnce urgan, ip. |
benefş(î) |
f. Menekşe rengi, mor renk. |
benefşe |
f. Menekşe denilen güzel kokulu, küçük çiçek. * Mor. |
benefşe-gûn |
f. Menekşe renkli, mor renkli. Gökyüzü. |
benefşe-zâr |
f. Menekşe tarlası, menekşe bahçesi, menekşelik. |
benefsec |
Menekşe. |
benek |
f. Atlas zemin üzerine sırma işlemeli bir çeşit kumaş. |
benes |
Kötülükden, fenalıkdan ve iyi olmayan şeylerden çekinme ve kaçınma. |
benevre |
f. Temel, esas, asıl. |
beng |
f. Bir bitki ve tohumu ki, afyon gibi uyuşturan, keyf verici olarak da kullanılan bir madde. Esrar. * Atlas üzerine işlenmiş sırma işlemeli bir çeşit kumaş. * Küçük çitlenbik. |
bengah |
f. Keçeden yapılmış olan Türkmen evi.* Âmirlere ve büyük rütbeli şahıslara ait çadır. |
bengere |
f. Çocukları uyutmak için, çocuğu uyutan kişi tarafından söylenen ninni. |
bengî |
f. Beng tiryakisi, esrarkeş. |
benî |
Oğullar, evlâtlar, çocuklar. (Aslı: Benûn-Benîn) |
benî âdem |
Âdem oğlu. İnsan. Âdem oğulları. |
benî beşer |
İnsanlar. |
benî isrâil |
İsrâil oğulları. Yahudiler. Yahudi. |
benî ümeyye |
Emeviler. |
benika |
(C.: Benâyık) Elbisenin koltukaltı parçası. |
benimsemek |
t. Sahip çıkmak, bir şey hakkında benimdir iddiasında bulunmak. Kabullenmek. |
benîn |
(İbn. C.) Oğullar, erkek çocuklar. * Akıllı, temkinli, tedbirli kimse. |
beniyye |
Kâbe-i Muazzama. |
benk |
Her nesnenin aslı. |
benna |
Mimar, usta, kalfa. Her türlü bina yapan. Yapıcı. |
benna-gûş |
f. Kulağın aşağı sarkan yumuşak kısmı ki, küpe asılan yerdir. |
benne |
(C.: Binân) Güzel, hoş koku. |
bens |
Tehir etmek, geciktirmek. |
benş |
Tenbellik. İhmâl. |
benû |
Oğullar. |
benû(h) |
f. Yığın, küme, demet. |
benûn |
(Benîn) (İbn. C.) Oğullar. Zâdeler. Veledler. |
benzol |
Benzin ve toluen karışımı bir akaryakıt. |
bepga |
f. Papağan. |
ber |
f. Üzere, üzerine, yukarı mânasına (ve Arabçadaki 'Alâ' yerine edat-ı isti'lâdır) * Göğüs, sine, bağır, sadır. * Fayda. * Hamil. * Hıfz. * Yan. * Taraf. * Nâkil. Götürücü. * More… |
ber-akis |
f. Aksine, zıddına, tersine. |
ber-aver |
f. Yemiş ağacı. |
ber-belend |
f. Çok yüksek yer veya rütbe. |
ber-bend |
f. Ufak çocuğu annesinin sırtına bağlamağa yarıyan göğüs kuşağı. |
ber-ca |
f. Yerinde, münâsib. |
ber-dûş |
f. Omuzda, omuz üzerinde. |
ber-endaz |
f. Bir yana atan. Yukarı kaldırıp atan. |
ber-heva |
f. Kaybolmuş, havaya gitmiş. |
ber-kemal |
f. Mükemmel. |
ber-mûcib |
f. Gereğince, icabına göre. |
ber-sabik |
f. Eskisi gibi. |
ber-vech |
f. Olduğu gibi, aynen. |
ber-vech-i ati |
f. Gelecek tarz üzere. Aşağıdaki gibi. |
ber-vech-i mûtad |
f. Adet olduğu gibi. |
ber-vech-i zir |
f. Aşağıdaki gibi. Gelecekte görüleceği üzere. |
bera' |
Her ayın ilk ve son günü. |
beraa |
(Beria, Berua) İlim ve fazilet ve cemalde üstünlük (manasına fiil kökü.) |
berâat |
Haşmet, metanet. İlim ve şecaatta, güzel vasıflarda emsâlinden üstünlük. Hüsn ve cemâlde tam olmak,emsâlinden üstün olmak. |
beraber |
f. Birlikte bulunan. * Müsavi, eşit. * Bir hizada olan. * Refakat, birlik. |
beraberî |
f. Eşitlik, müsavilik, beraberlik. |
beracim |
(Bürcume. C.) Boğumlar, mafsallar. |
berâet |
Temize çıkma. Temizlik, münezzehiyet. Bulaşık ve giriftâr olmama. Âri olma. * Huk.:Bir davânın neticesinde suçsuz olduğu anlaşılma. (Bak: Ber') |
beragis |
(Bürgus. C.) Pireler. |
berah |
Açık işlenmiş yer. * Zâil olmak. * Ağaçsız arazi. ◊ şiddet. Ezâ ve meşakkat. |
berahide |
f. Yola çıkarılmış, gönderilmiş. |
berahihte |
f. Daha ziyade silâh hakkında kullanılan bir tâbirdir. Çıkarılmış, çekilmiş mânâlarına gelir. |
berahime |
Berehmenler. Bâtıl ve sapkın Hind ve Mecûsi dinindekilerin reisleri. |
berahin |
(Bürhan. C.) Deliller. Şâhidler. Bürhanlar. |
berail |
Horozun, güvercinin ve diğer kuşların boynunda çarpık bitmiş olan yelek. |
berak |
(C.: Berkân) Göz kamaşmak. * Bir yaşındaki kuzu. |
berarende |
f. Üste getiren, üzerine çıkaran. |
berari |
(Berriyye. C.) Sahralar, çöller. Geniş kumluklar. |
beras |
Leke hastalığı. |
beraş |
Ekseri yüzde olan küçük kara noktalar. |
berasin |
(Bürsün. C.) Yırtıcı hayvanların pençeleri. |
berat |
Nişân. Rütbe. İmtiyaz ve taltif için verilen resmi kâğıt. |
beratil |
(Birtîl. C.) Hediyeler, rüşvetler. |
beraverde |
f. İltimas ile korunarak ileri çekilmiş adam. * Seçilmiş, ayrılmış şey. * Yükseğe kaldırılmış. |
berây |
f. İçin, dolayı, binâen. (Arabçadaki 'Li, li ecli' yerinde bir tâbirdir.) |
beraya |
(Beriye. C.) Halk. Bütün mahlûkat. * Halkın kılıç kullanabilenleri ve vergi hârici tutulan müslüman kısmı. |
beraz |
Az olan şey, kalil. |
berazik |
Bölük, cemaat. |
berbad |
f. Harap. Kötü. Virâne. Bozuk. Perişan. Telef ve helâk olmuş. |
berbar(e) |
f. Evin dam kısmında bulunan oda. * Çardak. * Kemeriye. * Tahtaboş. Damın düz bir kısmı ki, en çok çamaşır sermeye yarar ve çinko ile döşelidir. |
berbekan |
Arapların giydiği bir elbise cinsi. |
berber |
f. Tıraş eden, saç kesen. * Afrika'nın kuzeyindeki bir kavim. |
berbere |
Kızgınlık ânında söylenip çağırmak bağırmak. |
berced |
Kalın kilim. * Halı. |
berceste |
f. Sağlam ve lâtif. * Seçme. * Edb: Zahmetsizce hatıra geliveren ve fakat çok kıymetli olan söz. |
berçide |
f. Devşirilmiş, toplanmış. |
berçin |
f. Toplayıcı. |
bercis |
Müşteri denilen gezegen. * Bol sütü olan deve. |
berd |
Soğuk. Soğukluk. Soğutmak. Noksan hararet. * Ölmek. * Soğuk su ile gusletmek. * Uyumak. * Sabit olmak. * Zayıf olmak. * Bir şeyi eğelemek. * Sürme çekmek. * Söğmek. * Tutya, çinko. |
berdaht |
f. Pürüzünü giderme. Pürüzsüz yapma. * Cilâlama, parlatma. * Düzleme, düzeltme. |
berdar |
f. Asılmış, yukarı kaldırılmış.* Tutucu. İtaat edici ve ettirici. * Meyveli. Meyve verici olan. |
berdaşte |
f. Yükseğe kaldırılmış, yukarı çıkarılmış. |
berde |
Tıb: Mide dolgunluğu. |
berdec |
Sürmek. (Farisîden muarrebtir). |
berdegi |
f. Esirlik, esaret, kölelik. |
berdeng |
f. Çöl ortasında yer alan küçük dağ ve tepe. |
berdevam |
f. Devam üzere. Devamlı sürüp giden. |
berdi |
Hasır yapımında kullanılan bir ot cinsi. |
berdis |
Habis kişi, pis kimse. |
berdiyy |
Suriye'de bulunan iki nehrin, bir köyün ve Hicaz'da da bir dağın adı. |
bere |
t. Tıb: Ezilme veya kılcal damarların kopması sonunda kanın, dokular içinde birikmesi ve bundan dolayı meydana gelen morluk. ◊ Fr. Sipersiz ve yumuşak olan bir çeşit başlık. More… |
bere'te |
Sen yarattın (meâlinde fiil). (Bak: Ber') |
bered |
Daha ziyade fırtınalı havalarda yağan dolu. |
berede |
Dolu. * Çok yemekten midenin dolması. |
berehmen |
(Berhemen) f. Puta tapan. Ateşperestlerin bilginleri ile puta tapan kimselerin papazları. |
berehne |
f. Çıplak. |
berehnegî |
f. Çıplaklık. |
berehrehe |
Güzel, nâzik kadın. |
berekât |
(Bereket. C.) Bereketler. Bolluklar. |
bereket |
Bolluk. Çokluk. Feyiz. Cenab-ı Hakk'ın lütfu, ihsanı. Uğurluluk. Meymenet, saadet. |
berem |
f. Asma ve kabak çardağı. * Üzüm çubuklarının altına konulan çatal şeklindeki ağaç. Herek. ◊ (C.: Ebrâm) Kumar oyununa dâhil olmayan. |
berencen |
f. Kadın bileziği. |
berend |
f. Nakışı olmayan ipek kumaş. * Keskin olan hançer, kılıç, pala v.b. âletler. * Kılıcın suyu. |
berendahte |
f. Yükseğe çıkarılmış, üste çıkarılmış. Yükseğe kaldırılmış. |
berere |
(Bârr ve Berr. C.) Dindar ve temiz kimseler. Takvâ ehli olan, her çeşit günahlardan sakınanlar. Çok hayır sahibi kimseler. |
berestûk |
Kırlangıç denilen deniz balığı. |
berevât |
(Berat. C.) Eskiden bir kimseye nişan, rütbe veya imtiyaz verildiğini bildiren fermanlar. |
bereze |
(Bak: Bürüz) |
berf |
f. Kar. |
berf-âb |
f. Karlı soğuk su. Kar suyu. |
berf-âlud |
f. Kar içinde, kara batmış. |
berf-dâr |
f. Karlı. |
berf-nak |
f. Kış yaz devamlı karlı olan yer. |
berfend |
f. Asker, nefer, er. * Güzel ve hoş söz. * Derin yer. |
berfin |
f. Kar ile ilgili, kardan. |
berfûk |
f. Şeftali yemişi. |
berfûz |
f. Ağzın dış kenarı, dudakların çevresi. |
berg |
f. Sed, bend.BERG: f. Yaprak. * Azık. * Azm, kasd. * Hazırlık. Mal, mülk. * İntizam-ı hal. * Serencam. |
berg-riz |
f. Yaprak döken. Sonbahar, güz. |
bergab |
f. Su bendi. Suyun biriktirildiği yer. Baraj. |
bergal |
(C.: Beragil) Sırtlan eniği. |
bergaman |
f. Ejder. Büyük yılan. |
bergamot |
Turunçgillerden bir ağaç ve bu ağacın meyvesi. Meyvenin kabuğundan güzel kokulu bir esans da çıkarılır. |
bergaş |
(C.: Berâgiş) Sivrisinek. * Tahta biti. |
bergaşte |
f. Yüz çevirmiş. |
bergerde |
f. Hatırda tutulmuş, ezberlenmiş, hıfzedilmiş. |
bergeşide |
f. Sıyrılmış, çekilmiş. * Tartılmış. |
bergeşte |
f. Tersine dönmüş. Yüz çevirmiş. Mâkûs. |
bergeşte-hâl |
f. İşi bozulmuş, geçimi güçleşmiş, düşkün. |
bergriften |
f. Ayırmak. Kaldırmak. Gidermek. |
bergüzar |
f. Hatırlatmak için armağan, hediye vermek. |
bergüzide |
f. Seçkin. Seçilmiş. |
berh |
f. Balık, semek. * Parça, kısım, hisse, nasib. * Su birikintisi. * Şimşek, berk. * Yaş olan odunun, yanarken çıkardığı yaşlık. ◊ şiddet, eziyet, meşakkat, zorluk, zahmet. |
berhabe |
Minder. Döşek, yatak. * Aynı döşek veya yatakda beraber yatılan kimse. |
berhâne |
f. Eskiyip harap olmuş konak. |
berhast(e) |
f. Ayaklanmış, kalkmış. |
berhava |
(Berhevâ) f. Boş, faydasız. * Havaya uçurulmuş. Havaya gitmiş. |
berhay |
Yaramaz, haylaz. |
berhayat |
f. Yaşayan. Hayat üzere olan. |
berhe |
Müddet, an, zaman. |
berhem |
f. Karışık, çapraşık. * Toplu, birlikte, berâber. |
berhem-zede |
f. Karmakarışık, altı üstüne getirilmiş. |
berhem-zen |
f. Karmakarışık eden, altını üstüne getiren. |
berhem-zened |
f. Birbirine çarpıyor. Beraber çarpıyor. Birlikte çalışıyor. |
berheme |
Gözünü kıpırdatmadan bir şeye bakıp durmak. |
berhemen |
(C.: Berhemûn) Hakîm. * Efsun okuyucu. |
berhihte |
f. Silâh çekilmiş, hamle edilmiş. |
berhiz |
f. Atılan, kalkan, sıçrayan. Zorbalık eden. |
berhûd |
f. Saçmasapan söz, mânasız söz. |
berhudar |
f. Selâmette. Mükâfata erişen. Nasibli. |
berhûh |
f. Sabun. |
berhûn |
f. Çember, daire, ortası boş olan yuvarlak nesne. * Hisar, varoş, duvar veya bostan kenarlarına ve tarla aralarına çalıçırpı ve diken ile yapılan çit. * Küçük ev, oda, hücre. |
berhûr |
f. Pay, nasib, hisse. |
berhûz |
f. Torba, dağarcık. |
berî |
(Berâet. den) Kurtulmuş. Temiz. Kayıt ve hüküm altında olmayan. Zimmeti bulunmayan adam. Hiçbir karışıklık, kusur ve noksanı olmayan. Hastalıktan sâlim olan. (Bak: Ber') |
beria |
Akılda güzellik, zekâda ve kıyasette emsalinden üstün olan. (Bak: Beraa) |
beriberi |
(Seylanca) Asya'nın güneydoğusu ile Okyanusya, Senegal ve Brezilya'nın yerli halklarında görülen ve B vitamini eksikliğinde vücuda gelen bir hastalık. |
bericen |
f. İçerisinde ekmek pişirilen ocak veya fırın. |
berid |
Postacı. Haberci. Elçi. * Sürücü. * Dört fersah mesâfe. |
berig |
f. Set, bent. |
berik |
Yıldırayıcı, çok parlak nesne. (Mübâlağası: Berrak) * Parıltı, ışık, ziya. |
berike |
Yırtmak. Paralamak. * Un helvası. |
berilyum |
yun. Zümrüt gibi bazı taşların bileşiminde bulunan bir elementtir. (Be) sembolü ile gösterilir. |
berim |
Siyah ve beyaz ipliklerden meydana getirilen ip. * Cemaat. * Etsiz yemek. |
berin |
f. Pek yüksek, en yüce. * Yarık, yırtık, delik. |
berisa' |
Halk, insan topluluğu. |
berit |
(C.: Berâyıt) Halk, beriyye. |
beriyye |
Halk. Mahlûk. İnsan. * Sahra. Çöl. * Kır. |
berj |
f. Kuvvetli kasırga. Su girdabı. |
berk |
Şimşek çakması. Parlama.* Yıldırım. * Zinetlenme, süslenme. * Tas: Tecelli-i İlâhiye ile kurbiyyete mazhariyyet. * Ahmak olmak. ◊ (C.: Bürük) Göğüs, sadr. * Çok çöken deve. |
berk-asa |
f. şimşek gibi parlak. |
berk-efşan |
f. şimşek saçan. |
berk-endaz |
f. Parlayıcı, parıldayıcı.BERKENDE: f. Koparılmış, sökülmüş, kökünden çıkarılıp atılmış. |
berka' |
(C.: Berkavât) Yüksek yer. * Taşlı balçık. ◊ (Bak: Burku) |
berkaa |
Dört ayak üstüne durmak. |
berkan |
f. Tüyü kıvırcık olan kuzu postu veya kürkü. ◊ Parıldama. * Volkan. |
berkarar |
Kararlı. Yerleşmiş. Devamlı. |
berkaş(a) |
Nakşetmek, nakışlamak. |
berkata |
Birbirine yakın olan adım. |
berkenar |
f. Hâşiye. Kenara yazılan yazı. Kenarda. |
berkeşide |
f. Kınından çıkarılmış, sıyırılmış, çıkarılmış.* Mc: İlerletilmiş, çekilip meydana getirilmiş. BERKİYYE: Şimşek gibi. Şimşeğe âit. Elektrik. Telgraf. |
berki' |
Yedinci kat gök. |
berku' |
Yüz örtüsü. Peçe. |
berkuk |
Şeftali, kayısı, zerdali. |
berm |
f. Hıfzetme, hatırda tutma, ezberleme. |
bermah(e) |
f. Burgu, matkab. |
bermal |
f. Zirve, dağ tepesi. Dağın üstü, en yüksek yeri. |
bermu'tad |
f. Her zamanki gibi. Âdet olduğu üzere, alışıldığı gibi. |
bermurad |
f. Emeline kavuşan, arzusu yerine gelen, dileğine eren. |
berna |
f. Delikanlı, yiğit, genç. |
bername |
f. Mektub başlığı. * Zarfın üzerindeki adres. * Fihrist. |
bernik |
Su aygırı. |
berniş |
f. Romatizma ağrısı, mafsal sancısı. * Karın ağrısı, sancısı. |
berniye |
(C.: Berâni) Büyük küp. * Küçük horoz. * Bir hurma cinsi. |
bernûn |
f. İnce tül. Çok ince ipek kumaş. |
berpa |
f. Ayakta, ayak üzerinde, dik. |
berr |
(C.: Ebrâr) Va'dinde sâdık. Sözünde duran. Muhsin. Keremkâr. * Nimetleri herkese, umuma ihsan eden. * Gerçeklik, sıdk. * Susuz, kuru yerler. * Toprak. Yeryüzü, yer. |
berrade |
Suyu soğutmaya ait kap, buzdolabı, karlık. * Bardak asacak yer. |
berrah |
Sahra, çöl. * Zeval, sona ermek. * Gitmek, zehab. |
berrak |
Nurlu, pek parlak. * Bulanık olmayan, duru, açık, saf. |
berran |
f. Kesen, kesici, keskin. |
berranî |
(Berr. den) Sahra ve kıra ait. Yabani. * Hâricî, zâhirî. * Şer'î hükümlere uymayan. |
berrat |
Bıçkı. * Törpü. |
berren |
Karadan, kara yoluyla. |
berrî |
Toprağa ait, kara ile ilgili. |
berriye |
Toprağa âit. * Çöl. Beyaban. Sahra. * Kara askeri. Piyade. |
berrûd |
Tül ağacı. |
berrüste |
f. Karpuz, kavun, kabak, çimen gibi dalbudak salıp da yükselmiyen nebat. * Mc: Alçak, edepsiz, rezil kimse. |
bers |
(C.: Bürâs-Ebrâs) Çukur, yumuşak yer. |
berş |
f. Afyon şurubu, keten yaprağı ile yapılan bir nevi sarhoş edici mâcun. * Arzu, gönül isteği. |
berşa' |
Uzun boylu, iri gövdeli ahmak kimse. |
bersak |
Sevinmek, sürur ve ferah. |
berşak |
Ok atmak. |
berşan |
f. Ümmet. Bir peygamberin tebliğ ettiği dine ve kitaba iman eden cemaat. |
berşem |
f. Kederin belli oluşu. * Dikkatli nazar. |
berser-zeden |
f. Başa kakmak, azarlamak. |
bertal |
Rüşvet almak. |
bertam |
Dudağı kalın adam. |
bertame |
Gadaptan müntefih olmak, hiddetlenmek. |
bertaraf |
f. Bir tarafa atılan, bir yana atılmış, ortadan çıkmış, zâil olmuş. |
bertarum |
f. Kubbe üzerinde. Dam üstünde. |
berter |
f. Daha yüksek, daha üstte, âlâ. |
bertih |
Aşırma. |
bertil |
(C.: Beratil) Uzun taş. * Uzun, sağlam demir. |
berûd |
Soğutucu. * Göze çekilen sürme. |
berûmend |
f. Faydalı, verimli. * Ter ü taze. * Nasibli, hisseli. |
berûmendî |
f. Faydalı, menfaatli olma. |
berûz |
Zâhir olmak, zuhur etmek, görünmek. ◊ f. Kavga, savaş, muhârebe. |
bervar(e) |
f. Sayfiye. * Havadar köşk, mesken. * Evin küçük, arka kapısı. |
bervaze |
f. Gezinti için hazırlanan yemek. |
berz |
f. Ziraat, ekim. |
berz-gar |
f. Ekinci. |
berzah |
İki âlemin arası. Kabir. Dünya ile âhiret arası. * Perde. * Sıkıntılı yer. * İki yer arasındaki geçit. * Mani'a, engel, (Bak: Sırat köprüsü). Ölen insanların ruhları kıyamete kadar More… |
berze |
f. İpekli kumaş * Yakışıklı, nâzik. * Ekin, zirâat. * Dal, budak. * Letâfet, zerâfet. |
berze-gav |
f. Tarla sürecek öküz, çift öküzü. |
berzede |
f. Toplanılmış, biriktirilmiş, bir araya getirilmiş. |
berzen |
f. Sahra, çöl. * Sokak, cadde. Mahalle. Köşebaşı. |
bes |
f. Kâfi. Yeter. Yetişir. (Allah bes, gayri heves) |
besa |
(Arnavutça) Arnavut yemini. * Kan güden hasımlar arasında yeminle akdolunan anlaşma. |
besâ |
f. Pek çok, hayli miktarda, nice nice. |
besa' |
Yumuşak yer. * Benî Selim vilayetinde bir yerin adı. ◊ Ülfet, alışma, ünsiyet. |
beşaat |
Kabahat, suç. * Yiyecek ve içeceklerdeki acılık. |
beşahe |
Çirkinlik. |
besait |
(Basit. C.) Basit şeyler. Mürekkeb ve memzuç olmayanlar. |
beşale |
Harislik, hırslı olma. |
besalet |
Yiğitlik. Bahadırlık. Yürek sağlamlığı. |
beşam |
Hicaz'da yetişen bir cins ağaçtır ki, hoş kokuludur ve dallarından misvak yapılır. |
besamet |
Güler yüzlülük. Mütebessimiyet. |
beşanika |
Boşnaklar. |
beşarat |
(Beşaret. C.) Beşaretler. (Bak: Beşaret) |
besare |
f. Sofa, salon. Divanhâne. |
beşare |
(C.: Beşâir) Hüsn, güzellik, cemâl. |
besâre-nişin |
f. Sofada oturan, uşak, hâdim, hizmetçi. |
besaret |
Göz açıklığı. Dikkatle bakış. |
beşaret |
(Doğrusu Bişârettir) Müjde. Sevindirici haber. Hayırlı haber. * Müjdeye verilen ihsan. * Yeni çıkan acib şey. |
beşaş |
(Beşeş, beşüş) Açık yüzlü. Güler yüzlü. |
besasa |
Göz, ayn. |
beşâşet |
Güler yüzlülük. * Tazelik. |
besat |
(Bisât) Düz. * Döşenmiş. * Geniş. * Yayvan kab. * Düz açık yer. |
besatet |
Basitlik. Düzgünlük. Sadelik. Düzlük. * Dilde düzgünlük. |
besatin |
(Bostan. C.) Bostanlar. |
besbas |
f. Saçmasapan, manâsız söz. |
besbase |
Bir ağaç adı. |
besbele |
Bakla. |
besbes |
(C.: Besâbis) Herze. Mânasız, saçma sözler. |
besbese |
Bir nesneyi yaş etmek, bir şeyi ıslatmak. * Çok çabuk yürüme. Hızlı yürüme. ◊ Haberi yaymak. * İşini halka bildirmek. |
beşe |
f. Atmaca kuşu. |
besek |
(Besdek) f. Esneme. * Harman yerinde toplanılarak demet yapılan arpa ve buğdaylar. |
beşel |
'f. İki kimsenin birbiriyle tutuşması. İki şeyin birbirine sarılması. * Beşelîden masdarından emir ki; asıl, sarıl, mânâlarına gelir.' ◊ Hırslı kişi. Haris kimse. |
beşem |
f. Kederli, hüzünlü, yaslı. * Hazmı güç olan şey. |
besen |
şirin, lâtif, gökçek, hüsn. |
beşen |
f. Uzun boy. * Beden, cisim. * Taraf, uç, kenar. |
beşenc |
f. Yüz güzelliği, parlaklığı. |
besend(e) |
f. Kâfi, kifayet eder, tamam, yeter, yetişir. |
beşer |
(Beşere) İnsan derisinin dış yüzleri. * İnsan. Âdem. |
beşerî |
İnsana ve insanın fıtrî hallerine mensub ve müteallik. İnsanla ilgili. |
beşeriyyet |
İnsanın tab' ve hilkati ve fıtrî halleri. İnsanlık. |
besfayic |
Bir ot kökü ki, içinde fıstığa benzer bir yemişi olur. |
beşg |
'f. Dolu; kar; çiy, şebnem. * Naz, cilve, işve.' |
beşgen |
(Bak: Muhammes) |
besgûy |
f. Geveze. Çok konuşan. |
besî |
f. Çokluk, fazlalık, ziyadelik. * Birçok. |
beşi' |
'Tadı fena olan çirkin şey; acı, ekşi.' |
besic |
f. Hazırlık. Sefer hazırlığı, yol hazırlığı. * Yol ve sefer azığı, harçlığı. |
besil |
Çirkin yüzlü. |
besile |
Kap içinde kalmış içki artığı. |
besim |
(Besm. den) Güleryüzlü kimse. |
besin |
t. Zihayat varlıkların yaşama, gelişme ve çalışmaları için gerekli olan çeşitli gıda maddeleri. |
besir |
Ziyade, çok, birçok. |
beşir |
Müjdeli haber veren. Müjde getiren. * Güler yüzlü. Hub. Cemil. * Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir vasfı. |
besise |
Bir çeşit yemek. * Yağ ve undan yapılan bir çeşit bulamaç. * Ayrılık, nifak, iftira, ihtilaf. |
beşişe |
Açık yüzlü olmak. |
besit(a) |
(C.: Besâit) Döşenmiş nesne, yer yüzü. * Yalnız tek. * Geniş yer. |
besk |
Tükürmek. * Uzamak. * Büyümek. ◊ Yırtmak. * Yarmak ve ayırmak. |
beşk |
Yalan söylemek. * İşleri yaramaz olmak. * Deve, sür'atle gitmek. * Elbise dikmek. |
beskele |
f. Kapı sürgüsü, kapı mandalı. |
besl |
Helâk etmek. * Men'etmek.* Çirkin yüzlü olmak. * Helâl ve haram. |
besm |
Tebessüm etmek. |
beşm |
'f. Kırağı; çiy. Şebnem. * Taberistan ile Rey arasında havası çok soğuk olan bir mevki. * Dinsiz, mezhebsiz.' ◊ Çok yemekten dolayı midenin dolması. |
besman |
f. Bir muahededen, bir anlaşmadan sonra rehin olarak bırakılan şey. Kapora. |
beşme |
f. Her çubuğu ayrı ayrı beş renkte olan yollu kumaş. * İşlenmemiş ham deri. * Göz ilâcı. |
besmele-hân |
f. Besmele çeken. |
besne |
Yumuşak yer. |
besniyye |
Alçak ve yumuşak yerde biten buğday. * Şam diyarında belli bir yerde yetişen buğdaya da derler. |
besr |
Yüz ekşitmek. * Talep etmek, istemek. * Acele etmek. Hamlık atmak. ◊ (Besere) (C.: Besûr) Vücutta çıkan bir çeşit ufak sivilce. ◊ Çok, kesir. |
beşr |
Eski fetva metinlerinde erkeği temsil eden isimlerden biri. (Bak: Zeyd) |
besrik |
(Bisrik) Hafif ve hızlı yürüyüşlü bir cins hecin devesi. |
bess |
İçindekini açığa vurmak. * Neşretmek, yaymak. * Ayırmak. * Dert, keder. * Merak. ◊ Parça parça olmak, dağılıp serpilmek. |
beşş |
Açık yüzlü olmak. |
beşşak |
Yalancı, kezzab. |
bessam |
Güler yüzlü olan adam. Çok gülen kimse. |
bessase |
Mekke-i Mükerreme. |
best |
Döşemek.* Yaymak, neşr. ◊ f. Düğüm. |
besta |
Uzunluk, bolluk, genişlik. Yaygın olmak. |
bestak |
Hizmetçi, hâdim. |
beste |
f. Bağlanmış, bitiştirilmiş, bağlı. * Kapalı. Tutucu. Donmuş. * Bir nevi ipek kumaş. * Gr: 'Besten' fiilinin ism-i mef'ulüdür. Kelimelerin başına veya sonuna getirilerek More… |
beste-dehân |
f. Dili bağlı. Ağzı kapalı, susan, sükût eden. |
beste-dem |
f. Nefesi tutulmuş. |
beste-gî |
f. Bağlılık. Kapalılık. |
beste-leb |
f. Dudağı kapalı. |
beste-rahim |
f. Çocuk doğuramayan, kısır kadın. |
beştek |
(Beştük) f. Zarf. Vazo. Kap. Kâse. Çiniden yapılmış saksı. |
besûr |
(Besr. C.) Siğiller, sivilceler, küçük çıbanlar. |
besûs |
Okşadıkça süt veren deve. |
beşûş |
(Bak: Beşaş) |
beşûşâne |
f. Güler yüzlüce. Hoş olarak. |
besv |
Yüz ekşitmek. |
beşyûn |
f. Semiz, besili, yağlı. |
bet |
Çehre rengi, beniz. ◊ f. (Bak: Bed) |
bet' |
Boynu uzun olmak. * Aşikâre ve zâhir olmak. Açık ve görünür olmak. |
beta' |
İkamet. Bir yerde oturma. |
betain |
Astarlar.* Yatak yüzleri. |
betal(e) |
Bahâdır, yiğit, kahraman. |
betalet |
(Bak: Batalet) |
betan |
(C.: Bitnân) Çukur yer. |
betane |
Büyük karınlı olmak. |
betar |
Çok fazla sevinmek. * Hayret. * Dehşet. * Tekebbürlenmek, gururlanmak. |
betare |
Eksiklik, noksanlık. |
betat |
Azık. Bir yolculukta gereken öteberi. * Ev eşyası. * Kesin, kat'i. |
betatron |
yun. Fiz: Elektronları hızlandıran elektromanyetik bir âlet. |
beter |
(Bed-ter'in muhaffefi) Daha kötü, daha fena. |
beti' |
Eğlenici, eğlenen. |
betiha |
(C.: Bitâh-Betâyih) Ufak taşlı büyük dere. * Kamışlık ve sazlık yer. |
betik |
Kat'etmek, kesmek. * Yapışıp bir şeyi çekmek. |
betil |
Hz. İsa'nın (A.S.) anası olan Hz. Meryem'in lâkabı. * Salkımları sarkmış ağaç. * Nehirlerdeki akıntılar. * Ağacın gövdesinden veya ana ağaçdan ayrılıp başka kök salan fidan. |
betile |
(C.: Betâil) Hurma fidanı. |
betin |
Büyük karınlı. Şişman. * Irak, baid, uzak. ◊ Yalnız midesini düşünen kimse. |
betk |
Kesmek, kat'etmek. * Yapışıp bir şeyi çekmek. |
betkiş |
f. Atılacak okların içine konulup omuza asılan mahfaza. Ok mahfazası, okluk. |
betl |
Kesmek, kat'etmek. |
betle |
Kesilmiş, maktû. |
betonarme |
Fr. İskeleti demir çubuklardan yapılmış olan beton. |
betr |
Kat', kesme. * Hatalı, eksik bırakma. |
betra |
(Müz: Ebter) Çocuğu olmayan. Kısır. * Kuyruğu kesik dişi hayvan. |
betre |
Dişi eşek. |
bett |
(C.: Betût) Kesmek, kat'. * Kilim. |
bettâr |
Çok kesen, fazla keskin. |
bettat |
Kilim satıcı. * Kesici. |
bette |
Kat'i. * Kesilmiş, ayrılmış, maktu'. * Tiftikten şal. |
better |
f. (Bed-ter) Daha kötü. Çok fena. |
betûk |
f. Yuvarlak tabla, bakkal tablası ve sepeti. ◊ Çok keskin. |
betûl |
(Betâl) Erkekten kaçınan nâmuslu kadın. * Hz. Fatımatüzzehra ve Hz. Meryem'in sıfatı. |
betv |
Durmak, ikamet. |
betyab |
f. Mihnet, keder, dert, gam, kaygı, elem. |
betyar(e) |
f. şeytan, ifrit. * Düşman, adüvv. * Görülmesi istenilmeyen şey.BE'V: Fahirlenmek, büyüklenmek, kibirlenmek. |
bev |
Deve yavrusunun derisi. (Bunu samanla doldurup anasına gösterirler. tâ ki sağılmaktan kaçmasın diye.) BEV: Geri çekmek. * Lâyık olmak. * İkrar etmek. |
bev' |
Kulaç, kulaçlama. * Sataşma, musallat olma. * Kuytu yer. |
beva' |
Benzer, beraber, eş, denk. * Hazır etmek. * Doğrulanmak. * Nüzul etmek, inmek. |
bevabet |
Kapıcılık, kapı bekçiliği. |
bevabî |
Kapıcılık, kapı bekçiliği. |
bevadi |
(Bâdiye. C.) Bâdiyeler, sahralar, çöller. |
bevadir |
(Bâdire. C.) Bâdireler, olagelen hâdiseler. |
bevah |
Aşikâr, meydanda, belli. Herkesin gözleri önünde. |
bevahe |
(Bûhe. C.) Dişi baykuşlar. * Çakır doğan kuşları. * Ahmak, ebleh adamlar. |
bevahen |
Belli olarak, âşikar. |
bevahid |
Musibetler, felâketler, âfetler, belâlar. |
bevaik |
(Bâika. C.) Belâlar, musibetler, felâketler, âfetler. |
bevaki |
(Bâki, Bâkiye. C.) Bâkiler, kalanlar, daim olanlar. |
bevani |
Kaburga kemikleri. * Deve ayakları. |
bevar |
Mahvolma, çürüme, yok olma. * Kadının kocaya varmayıp evde kalması. |
bevari |
(Bâriyye. C.) Hasırlar, ince kumaştan örülmüş hasırlar. |
bevarid |
(Bârid. C.) Soğutulmuş yemekler. * Omuzlarda boyun arasında, gerdanın yanında veya kulaklar arasında ve ensede olan etler. * Sakat şeyler. |
bevarih |
(Bârih. C.) Şiddetli sıcaklar ve şiddetli rüzgârlar ki, adına Samyeli denir. |
bevarik |
(Bârika. C.) Şimşek ve yıldırım parıltıları. * Parıltılar, gözleri kamaştırıcı olan şeyler. |
bevas |
f. Sıkıntı, keder, mihnet, elem, dert, kaygı, gam. * Yokluk. |
bevaşe |
Çiftçilerin harman savurmakda kullandıkları çatal şeklindeki tahta kürek, yaba. |
bevasir |
(Bâsur. C.) Mayasıllar, basurlar. |
bevatil |
(Bâtıl. C.) Batıllar, hurafeler. Hak olmayanlar, sahteler. |
bevatin |
(Bâtın. C.) Gizli ve kapalı şeyler. Aşikâr olmayan şeyler. (Zıddı: Zevahir'dir.) |
bevatir |
(Bâtire. C.) Keskin, çok kesen kılıçlar. |
bevb |
Menetmek. |
bevbat |
Sahra, çöl, geniş kumluk araziler. |
bevc |
Berk, şimşek. * Yorulma. * Bağırma, haykırma. |
bevç |
Azamet, büyüklük, heybet. Gösteriş, ihtişam. * Zinet, süs, debdebe. |
bevd |
Kuyu. |
beve' |
Geri çekmek. * İkrar etmek. * Lâyık olmak. |
bevg |
Üstünlük, galibiyet, galib gelme. |
bevga |
Yumuşak toprak. |
bevh |
'Musibete, belâya uğrama; felâket gelmesi. Kederlenme. * Gizli şeyin, sırrın açığa çıkması.' ◊ Lânet etme, beddua etme, söğme. * Haberli olma. * Düşünme. ◊ More… |
beviş |
f. Tahmin, farzetme. |
bevj |
f. Şiddetli kasırga, su çevrintisi, girdap. |
bevk |
Fenalık, düşmanlık, keder ve belâ meydana getirme. * Musibet, felâket. * İzinsiz ve habersiz olarak bir yere aniden çıkagelme. * Çalıp çırpma. * Yalan söz. * Boşboğaz (adam). * Şiddetli More… |
bevka' |
Kargaşalık, karışıklık. |
bevl |
Sidik, idrar. |
bevle |
Çok işeyen adam. * Kız çocuğu. |
bevliye |
Tıb: İdrar yolları ve böbrek hastalıkları. Bu hastalıkların teşhis ve tedavisiyle uğraşan tıp dalı. (Üroloji) |
bevn |
İki şey arasındaki mesafe. Uzaklık. * Fazilet, meziyet. ◊ f. Nasib, pay, hisse. |
bevne |
Küçük kız çocuğu. |
bevr |
Helâk olma. Yok olma. * Sınama, deneme. * Alış-veriş sıkıntısı. * Sürülmemiş yer. |
bevs |
Acele, ileri geçme, ileri gitme. * Bıktırıncaya kadar israr etme. * Bir kimseden kaçıp gizlenme. * Bir şeyin rengi. ◊ Öpmek. (Farisîden muarrebdir.) ◊ Bahsetmek. |
bevş |
Her biri bir yerden gelmiş olan bir bölük cemaat. ◊ f. Çalım, gösteriş, debdebe, ihtişam. |
bevt |
Zengin iken fakir düşme. Düşkünlük. |
bevva |
Hindistan cevizi. |
bevvab |
Kapıcı. * Menedici. |
bevvaban |
(Bevvâb. C.) Kapıcılar. |
bevvabîn |
(Bevvâb. C.) Kapıcılar. |
bevval |
Çok bevl eden, aşırı derecede işeyen. |
bevvan |
(C.: Büven-Ebvine) Çadır direği. |
bevvee |
Hazırladı, yerleştirdi, sâhib kıldı (meâlinde fiil). |
bevz |
Devamlı oturuş. Daimi oturma. * Çillerin kaybolmasından sonra yüzün güzelleşmesi. |
bevz(ek) |
f. Rutubetten dolayı yiyecek ve giyeceklerde meydana gelen yeşil renkte küf. * Ağacın, kök kısmına yakın olan yerleri. * Eşek arısı. |
bey' |
Satmak. * Fık: Bir malı diğer bir mal ile değiştirmek. |
bey' u şira |
Alım-satım. Alış-veriş. (Bak: Bey') |
bey' u şirâ |
Alım-satım. Alış-veriş. |
bey'at |
(Bak: Biat) |
bey-gâh |
f. Pazar yeri, pazar. |
beya |
f. Dolu, dolmuş. * Kapı, girilecek yer. |
beyaban |
f. Çöl. Sahra. * İmar olunmamış arazi. * Kır. |
beyad |
Mahvolma, yok olma, hiç olma. |
beyadika |
(Beyâzıka) (Beydak ve Beyzak. C.) Küçük yapılı, bodur boylu ve çabuk yürüşlü adamlar, paytaklar. * Satranç oyununda paytaklar, piyadeler. |
beyadir |
Harmanlar. |
beyah |
(C.: Büyâh) Küçük balık. |
beyan |
'İzah. Açıklama. Anlatma. Açık söyleme. * Öğretme. * Fesahat ve belâgat. * Edb: Belâgat ilminin hakikat, mecaz, kinâye, teşbih, istiâre gibi bahislerini öğreten kısmı. (Bak: Belâgat) * More… |
beyanat |
(Beyan. C.) Nutuklar, izahlar, açıklamalar, beyanlar. |
beyanname |
f. Durumu yazı ile bildiren açıklama. |
beyare |
f. Kısa boylu ve bodur olarak yerde yetişen nebat, meyve ve sebze. Kavun, karpuz, kabak...gibi. |
beyariş |
f. Çare. Tedbir. Deva, derman. İlâç, tiryak. |
beyat |
Geceleyin çalışma, geceyi işle geçirme. |
beyavar |
f. Meşguliyet, meşgul olma, uğraşma, iş. |
beyaz |
Aklık, beyazlık. * Aydınlık. * Yumurta akı. * Müsveddenin temize çekilmesi. |
beyazî |
Aklık, beyazlık. * Uzunluğuna açılan yazma kitap. * Sığır dili. |
beyd |
Helâk olmak. * Gayr, diğer. |
beyda |
Tehlikeli mevki. * Sahra, çöl. * Medine ile Mekke arasında bulunan düz bir yer. |
beydah |
f. Sert başlı, haşarı at. |
beydaha |
İri ve şişmanca kadın. |
beydak |
Piyade dedikleri nesne. (Satranç âletlerindendir.) |
beydane |
(C.: Beydânât) Yabani dişi eşek. |
beyde |
Gr: 'Enne' lâfzı gibi, 'şu kadar var ki, lâkin' mânâsında istisna edatlarındandır. |
beyder |
f. Ekin harmanı. * Doğru lügat. |
beyderî |
Harmancı. |
beydûdet |
Mahviyet, hiçlik, yok olma. |
beygar(e) |
f. Tekdir, azarlama, çıkışma. Sövme. |
beyhan |
Sır saklamıyan, aklında ve kalbinde olanları söyleyen kimse. Boşboğaz. |
beyhoş |
f. (Bihûş) Şaşkın. Akılsız. Deli. Serseri. |
beyhûc |
Höyük. (Tarlada ve bostanda dikerler.) |
beyhûde |
f. Boşuna. Boş yere. Faydasız. |
beyhuşt |
f. Kökünden çıkarılmış, dibinden koparılmış olan şey. |
beyin |
t. Kafatasının en büyük kısmını kaplayan, kalınca ve dayanıklı üç zarla örtülmüş olan bir sinir merkezidir. Yumuşak ve beyazımsı bir kitle olan beyin, duygu ve bilgi merkezidir. Ak ve boz More… |
beyincik |
Art kafa çukurunda beyin kökünün üst arka kısmında bulunan merkezi sinir sisteminin bir organıdır. Mühim bir görevi, hareketlerimizin âhenk içinde olmasını sağlamaktır. |
beyit |
(Bak: Beyt) |
beykara |
Kişinin başını sallayarak sür'atle gitmesi. |
beykem |
f. Oda, salon, sofa. * Kasr, köşk. |
beykur |
Sığır. |
beylek |
f. Ferman, emir. Hüccet, vesika. |
beylem |
Rende. * Kazma.* Açılmamış pamuk kozası. |
beylerbeyi |
Tar: Sancak beylerinin başı. Osmanlı eyalet umumi valisi. |
beyn |
Arası, arasında, aralık. İki şeyin arası. İkisinin ortası. Firkat. Ayrılık. * Burnu ve ayakları uzun karga. |
beynamaz |
(Bak: Bînamaz) |
beyne beyne |
İkisinin ortası. İkisinin arasında. Mücerred. Ne iyi, ne kötü. |
beynehüma |
İkisi arasında. |
beynelmilel |
(Beyn-el milel) Milletler arası. Milletler arasında. International. |
beyniye |
Tecvidde: Harfler okunurken sesin mükemmelen akıp akmama arasında olması, kalın ile yumuşak arası okunması. Bu durumda okunan harfler şunlardır. (Râ, mim, ayn, nun, lâm.) |
beynûnet |
Fâsıla, iki şey arasındaki mesafe, aralık. * Fark, ihtilaf, muhalefet. Zıddiyet, anlaşmazlık, terslik. * Ayrılmak, firkat. |
beyr |
Helâk olmak. * Bâtıl olmak. |
beyrem |
(C.: Beyârim) Marangoz rendesi. * Uzun ve sert taş.* Bir yeri kazmakta kullanılan kazma âleti. |
beysan |
Şam hududunda bir yerin adı. |
beyt |
Ev, oda,hane. * Geceyi bir işle geçirmek. * Edb: İki satırlık manzume. |
beytar |
Nalbant. * Baytar, veteriner. Hayvan hastalıkları hekimi. ◊ Yarılmak. |
beytara |
Yarılmak. * Hayvan hekimliği, baytarlık. |
beytaşî |
(Bak: Bektaşî) |
beytullah |
Kâbe, câmi, mescid gibi ibadet edilen yer. |
beytûtet |
(Beyt. den) Gece kalma, geceleme. * Ayırmak, teferruk. * Gece baskın yapmak. |
beyû |
f. Gelin. |
beyûg |
f. Gelin. |
beyûganî |
f. Düğün. |
beyûn |
Dip tarafı geniş olan kuyu, bostan kuyusu. ◊ f. Afyon. |
beyûs |
f. Arzu, istek, taleb. * Ümit. * Tamah. * Alçak gönüllülük. Mütevazilik. |
beyuz |
Yumurtlayan tavuk. |
beyya' |
(Bey'. den) Dellal. * Alıp satan kimseler. * Perâkende olarak satış yapan küçük tüccar. |
beyyab |
Saka, sucu. |
beyyahe |
Balık ağı. |
beyyin(e) |
Aşikâr. Açıklanmış. Gün gibi vâzih delil. * Müteaddit noktaları beyan eden ve açıklayan.* Şâhid. İsbat vasıtası. Kavi bürhan. |
beyyinat |
(Beyyine. C.) Beyyineler. Bürhanlar. |
beyyine sûresi |
Kur'an-ı Kerim'in 98. suresi olup 'Kayyime, Münfekkin, Beriyye, Lemyekün' Sûresi gibi isimlerle de söylenir. |
beyyinen |
Vâzıhan, aşikâr olarak, alenen, açık olarak. |
beyz |
(C.: Büyuz) Yumurta. * Kuşun yumurtlaması. * Hayvanların bilhassa atın ayaklarında çıkan yumurta iriliğindeki şişler. |
beyza |
(Müe.) Parlak. Beyaz. Sefid. * Afet, dâhiye, belâ, musibet. ◊ Yumurta. * Demir başlık. * İnsanın hayası. Husye. |
beyza' |
(C.: Biyâz) Kasaba, köy. * Güzel yüzlü kadın. (Müz: Ebyaz) |
beyzade |
Osmanlı Sultanlarının oğulları. * Bey oğlu. Babası reis veya âmir olan. * Soylu, asil, necib. |
beyzah |
İri yapılı, etine dolgun, şişmanca adam. |
beyzan |
Beyazlar, aklar. |
beyzar(e) |
Geveze, çok konuşan. |
beyzare |
Büyük ve uzun sopa. |
beyzavî |
(Beyzî) Yumurta gibi. Yumurtaya benzer şekil. |
beza |
Konuşmada açık saçıklık. * Hayasızlık, utanmazlık. |
bezaat |
Sermaye. |
bezadî |
Mavimsi bir cins değerli taş. Küçük yakut. |
bezaga |
f. Kertenkele, keler. ◊ Ortaklık, şirket. |
bezah |
Büyüklenmek. Kibir, gurur. |
bezane |
f. Esici. Esen rüzgâr. |
bezazet |
Perişanlık, pejmürdelik. Kıyafetin düzgün ve intizamlı olmayışı. ◊ Bezcilik. Manifaturacılık. |
bezbaz |
f. Hindistan cevizinin kabuğu. |
bezbeze |
Galibiyet, zafer, galebe, üstünlük. * Sıkılma, daralma. * Kısmet, nasib, pay. Hisse. ◊ şiddetle sarsma, depretme. * Sür'atli yürüme. Kaçma. |
beze |
f. Kabahat, suç, hata. Günah. ◊ Miskin, zavallı. ◊ Bez. |
bezec |
(C.: Bezecât) Boyun çekmek. * Laf vurmak. * Kuzu, hamel. |
bezek |
Zinet, süs, debdebe, gösteriş. |
bezekâr |
f. Suçlu, günahkâr. |
bezekârî |
f. Suçluluk, günahkârlık. |
bezer |
Gevezelik, boşboğazlık, çok konuşmaklık. |
bezesten |
f. Değerli eşyanın satıldığı kapalıçarşı. |
bezeven |
Sıçramak. |
bezg |
Yarmak, şakk. * Neşter vurmak. |
bezha' |
Göğsü dışarı çıkıp arkası içeri giren kadın. |
bezi' |
Uslu, akıllı, zarif çocuk. * Zarif. |
bezie |
Çirkin, kabih. Otsuz yer. |
bezim |
Kuvvetli, güçlü kişi. * Hiddet ve kızgınlığını belli etmeyip soğukkanlı olarak hareket eden kişi. ◊ Boncuk dizilen iplik. |
bezir |
Ekilecek tohum, tane. * Keten tohumundan çıkarılan bir yağ. Bu yağ, yağlıboya yapmakta kullanılır. ◊ Geveze, fazla konuşan. |
bezirgan |
(Bâzâr-gân) f. Tacir, tüccar, alışveriş eden esnaf. Efendi ve ağa yerine Yahudiler için söylenen ünvandır. |
beziyy |
Hayâsız, utanmaz kimse. |
bezk |
Tükürmek. |
bezl |
Bol. Bol bol verme. Esirgemeden vermek. |
bezla' |
Kavi, sağlam, muhkem. * İyi fikir. |
bezle |
f. Lâtife, hoşa giden kibar ve nâzik söz. Şaka tarzında söylenen söz. * Ahenk ile okunan şiir. |
bezle-bâz |
f. Şakacı, lâtifeci. |
bezm |
Yayın kirişini çekip, sonra salıverme. * Bir şeyi diş ucuyla ısırma. ◊ f. Sohbet meclisi. Muhabbet yeri. Yiyip içme, îş u nûş. Meclis. |
bezme |
f. Muhabbet ve sohbet meclisinin bir köşesi. ◊ Gündüzleyin yenilen bir öğün yemek. |
bezmgâh |
f. Eğlence yeri. |
bezr |
Tohum. Keten tohumu. Mercimek, bakla, arpa gibi taneli tohum. ◊ f. Ziraat, ekim. |
bezr-ger |
f. Çiftçi, ekinci. Tohum serpen. |
bezr-kâr |
f. Ekinci, çiftçi. Tohum saçan. |
bezre |
Koltuk kılının az olması. Yüzük halkası. |
bezreka |
(Bak: Bedraka) |
bezv |
Et çok olmak. * Ağaçlar sık bitmek. ◊ Beraberlik. * Denk, eşit, misil. |
bezyûn |
Altın işlemesi atlas ki, adına sündüs denilir. * İnce kumaş. |
bezz |
Keten veya pamuktan mamul dokuma. ◊ Galip olmak. |
bezzaz |
Bez satan. Manifaturacı.* Muhaddislerden bir zatın nâmı. |
bezzazistan |
f. Esnaf çarşısı. Bedestan. |
bezze |
Hor ve hakir olmak. |
bî |
f. Kelimenin başına getirilerek o kelime menfi yapılır.Misâlleri için, 'BİA' kelimesinden sonraki kelimelere bakınız. |
bi |
f. İstek bildirmek için emir sigasının başına getirilr. |
bi'r |
Kuyu. |
bi'r-i zemzem |
f. Zemzem kuyusu. |
bi'se |
Ne fena, ne kötü, ne çirkin mânâlarına gelir. Ve birleşik kelimeler yapılır. |
bi'set |
Gönderilme. |
bî-ab |
f. Susuz, kuru. * Donuk. * Rezil, utanmaz, hayasız. |
bî-bidaat |
f. Sermayesiz. |
bî-bünyad |
f. Esassız, temelsiz. |
bî-ca |
f. Yersiz. |
bî-can |
f. Ruhsuz, cansız. |
bî-çare |
f. Çaresiz. Zavallı. Şaşkın. |
bî-çaregân |
f. Zavallılar. Biçareler. |
bî-çaregî |
f. Zavallılık, biçarelik. |
bî-çarevâr |
f. Zavallı gibi, biçare gibi. |
bî-ciğer |
f. Korkak, ciğersiz, yüreksiz. |
bî-çûn |
f. Emsalsiz, eşsiz, ortaksız, benzersiz. * Sebep sorulmaz. (Allah C.C.) |
bî-dadger |
f. Gaddar, zâlim, hain. |
bî-dadgerî |
f. Gaddarlık, hainlik, zâlimlik. |
bî-dil |
f. Ürkek, korkak. * Âşık. * Kalbsiz, gönülsüz. * Nüktesiz. |
bî-dimağ |
f. Kafasız, akılsız. |
bî-din |
f. Dinsiz. * Merhametsiz, acımasız. |
bî-direng |
f. Durmıyan, oyalanmayan, eğlenmeyen, çabuk. |
bî-diriğ |
f. Esirgemeyen, elinden geleni yapan. * Esirgenmeyen. |
bî-duht |
f. Kızı olmıyan. * Zühre Yıldızı. |
bî-gah |
f. Vakitsiz, zamansız. |
bî-gânegî |
f. Yabancılık. |
bî-garez |
f. Garezsiz. * Taraf tutmıyan, tarafsız. |
bî-gayat |
(Bi-gaye. C.) f. Sonu olmayanlar, sonsuzlar. |
bî-geran |
f. Sınırsız. |
bî-gişş |
f. Hilesiz, safi, karışıksız. * Samimi. |
bî-güman |
f. şeksiz, şüphesiz. |
bî-haber |
f. Habersiz, bilgisiz. |
bî-hanüman |
f. Çoluk çocuksuz, yersiz yurtsuz. |
bî-har |
f. Dikensiz. |
bî-hareket |
f. Kımıldamıyan, hareketsiz. |
bî-hasil |
f. Ebedî, sonsuz, nihayetsiz, bâki. * Verimsiz, faydasız. |
bî-hemal |
f. Benzersiz, eşsiz. |
bî-hemta |
f. Eşsiz. Dengi olmayan. Benzersiz. |
bî-hengam |
f. Vakitsiz, zamansız. |
bî-hesab |
f. Sayısız, hesapsız. |
bî-hod |
f. Çılgın, kendinden geçmiş olan, ne yaptığının farkında olmayan. * Bayılmış. |
bî-hude |
f. Boşuna, beyhude, boşu boşuna. |
bî-huzur |
f. Rahatsız, huzursuz, tedirgin. |
bî-insaf |
f. Acımasız, insafsız. |
bî-intiha |
f. Sonsuz, nihâyetsiz. |
bî-irtiyab |
f. Şüphesiz. |
bî-kâr |
f. Kârsız, işsiz kimse. Bekâr kişi. (Bekârlık, bikârların kârıdır. İşârât) |
bî-keran |
(Bî-girân) f. Sınırsız, sonsuz. * Kenarsız. * Hesabsız. |
bî-kiyas |
f. Kıyassız, ölçüsüz. |
bî-kusur |
f. Eksiksiz, kusursuz, tam, mükemmel. |
bî-meal |
f. Hükümsüz, mânasız, saçmasapan söz. |
bî-mecal |
f. Mecalsiz, halsiz, dermansız, zayıf. |
bî-mekân |
f. Mekânsız, yersiz, yurtsuz. * Serseri. |
bî-mer |
f. Sayısız, hesapsız. |
bî-mihr |
f. Sevgisiz, şefkatsiz. |
bî-nam |
f. İsimsiz, nâmsız. |
bî-nasib |
f. Nasibsiz, tâlihsiz. |
bî-naz |
f. Naz etmeden Nazsız. |
bî-nazir |
f. Benzeri olmayan. Nasirsiz. |
bî-nemek |
f. Lezzetsiz, tatsız, tuzsuz. |
bî-neng |
f. Rezil, namussuz. |
bî-neva |
f. Zavallı, nasibsiz, muhtaç, çaresiz. |
bî-nihaye |
f. Sonsuz, nihayetsiz, ebedi, bâki, tükenmez. |
bî-niyazî |
f. Zenginlik. |
bî-nukat |
f. Ebced hesabında noktasız harfler. (Bak: Mühmel) |
bî-payan |
f. Sonsuz. Payansız. |
bî-perva |
f. Korkusuz. Pervasız. |
bî-râhe |
f. Çıkmaz sokak. Sapa yer, yolu bulunmayan yer. |
bî-reng |
f.Renksiz . Taslak halinde resim. |
bî-reyb |
f. şüphesiz, şeksiz. |
bî-ruyî |
f. Yüzsüzlük, edebsizlik, hayâsızlık. |
bî-sâman |
f. Sermayesiz, parasız. |
bî-sebeb |
f. Sebepsiz, boşuna, yok yere. |
bi-şek |
f. Şüphesiz, şeksiz. |
bî-ser |
f. Başsız. |
bi-şerm |
f. Utanmaz. |
bî-sud |
f. Faydasız, boş, neticesiz. |
bî-sükûn |
f. Sükûn bulmaz, durmaz, hareketli. |
bi-şumar |
f. Sayısız, pek çok. |
bî-tabî |
f. Halsizlik, tâkatsizlik, bîtablık. |
bî-tail |
f. Menfaatsiz, faydasız. İşe yaramaz, boşuna. |
bî-vare |
f. Âciz, fakir, miskin, zavallı, kimsesiz, garib. |
bî-vaye |
f. Mahrum, nasipsiz. |
bî-vefa |
f. Vefasız, dönek. |
bî-zar |
f. Bıkmış, usanmış, fütur getirmiş.* Bezginlik. |
bî-zer |
f. Altınsız.* Cimri, hasis, pinti. |
bî-zeval |
f. Zevâlsiz, sona ermez, bitmez, tükenmez. |
bia |
(C: Biyâ) Kilise. |
bias |
Deprenmek, ıztırab. |
biat |
Bağlılığını, itimadını bildirmek. Birisinin hakemliğini veya hükümdarlığını kabul etmek. El tutarak bağlılığını alenen izhar etmek. Bağlılığını tazelemek. * Rey vermek. |
biberon |
Fr. Emzik. |
bibi |
Hala, babanın kızkardeşi. |
bibliyograf |
yun. Kitaplar üzerinde geniş bilgisi olan kişi. |
bibliyografya |
yun. Kitaplar hakkında bilgi. Belirli mevzular üzerindeki neşriyatın tamamı. |
biblo |
Fr. Salonlarda, masaların ve rafların üzerine süs için konan vazo gibi küçük eşya. |
bicad |
Hz. Abdullah'ın lâkabı. * Çizgili olarak yol yol dokunmuş aba, kilim, halı. ◊ f. Yakuttan daha az değerli kırmızı bir taş. * Kırmızı dudak. |
bicade |
Alaca boncuk. |
bical |
Büyük gövdeli şey. Azîm. Cesîm. |
bicişk |
f. Bilgin, hakîm. * Serçe kuşu. |
biçişk |
f. Doktor, hekim. |
biçiz |
f. Pek küçük ve değersiz şey. |
biçrek |
f. Kandırılıp aldatılarak kendisiyle daima alay edilen kimse. |
bicrit |
Temiz, hâlis şey. |
bicu |
( Custen: Aramak) mastarının emir köküne 'bi' eklenerek yapılmıştır. Ara, bul mânasında emirdir. |
bicû |
(Custen: Aramak) mastarının emir köküne 'bi' eklenerek yapılmıştır. Ara, bul meâlinde emirdir. |
bid |
f. Söğüt ağacı. ◊ Yok olma. |
bid' |
'Birden dokuza kadar veya üçten ona; yahut da onikiden yirmiye kadar olan sayılar. Birkaç. * Gecenin bir kısmı.' ◊ (Bıd'a) Geceden bir kısım. * Üçten ona ve More… |
bid'at |
(Bid'a) Sonradan çıkarılan âdetler. * Fık: Dinin aslında olmadığı hâlde, din namına sonradan çıkmış olan adetler. |
bid'iyyat |
(Bid'a. C.) Bid'alar. (Bak: Bid'a) |
bida' |
(Bid'at. C.) Bid'atlar. Sonradan meydana çıkan şeyler. (Bak: Bid'at) |
bidaa |
(Bidâat) Sermaye, ana para. * Tahsil olunmuş ilim. |
bidaa(t) |
Bilgi. * Sermaye. |
bidada |
Derinin nazik ve yumuşak olması. |
bidah |
f. Sert başlı, huysuz at, aygır. |
bidal |
Bir şeyi başka diğer bir şeyle değiştirme, tırampa etme. |
bidanet |
Semizlik, besililik, yoğunluk. |
bîdar |
f. Uykusuz, uyumayan. Uyanık. |
bîdar-baht |
f. Mutlu. |
bîdar-dil |
f. Uyanık, aydın. |
bidare |
f. Tutkun, âşık, düşkün. |
bidâyet |
Başlangıç. İlk önce. Evvel ve ibtida. İlk olarak. |
bidâyeten |
İlk olarak. |
bidde |
Derman, tâkat, güç, kuvvet. |
bîdevlet |
f. Mutsuz, zavallı. |
bidh |
Geniş ova. |
bidişgan |
Sarmaşık otu. |
bidistan |
f. Söğütlük. |
bidre |
Ağaç kurdu. |
bidrûd |
f. Sağlık, salimlik, selâmet. |
bie |
Yurt, konak. |
biet |
Bir menzile konma. * Hal, durum, nitelik, keyfiyet. |
biga' |
Zina etmek. |
bigal |
(Bagl. C.) Katırlar, esterler. ◊ f. Kargı, mızrak. |
bigye |
Azgınlık. * Sıçramak. |
bigza |
şiddetli nefret. Hiç sevmeyiş. |
bih |
O, onu, ona, ondan, onunla mânâlarına gelir. ◊ f. Menba, kaynak. * Temel, asıl, kök. ◊ f. Yeğ, iyi. * Ayva. |
bih-güzin |
f. Sarraf. * Bir şeyin en güzelini seçen. |
bih-ken |
f. Kökünden çıkaran, kök söken. |
bihah(e) |
Ses kısıklığı. |
bihak |
Gözsüz etmek, kör etmek. ◊ Erkek kurt. |
biham |
Dolu, memlû. |
bihan |
(Bih. C.) f. İyiler, iyi adamlar. |
bihar |
(Bahr. C.) Denizler. Deryalar. * Mc: İlmi çok olan âlimler. |
bîhaste |
f. Şaşkın. Yorgun. Aciz. |
bihbud |
f. Sağlam, sıhhi vücud, iyi, sağ. |
bihi |
f. Ayva. |
bihim |
O, onları, onlara, onlardan, onlarla mânâlarına gelir ve zamirdir. |
bihima |
O ikisi, o ikisine, o ikisinden, o ikisiyle mânâlarına gelir ve zamirdir. |
bihin(e) |
f. En iyi, pek iyi, seçkin. * Hallaç. |
bihnane |
f. Beyaz ve has ekmek. |
bihr |
Ağız kokusu. |
bihram |
f. Savm, oruç. |
bihred |
Akıllı kimse. |
bihrit |
Mücerred ve hâlis nesne. |
bihte |
f. Kalburdan geçirilmiş, elenmiş. |
bihter(ek) |
f. En iyi, daha iyi. |
bihterek |
f. Farslılarca, 120 senede bir def'a 13 ay kabul edilen yılın ismi. |
bihterî |
f. Üstünlük, en iyi ve üstün olma. |
bihterîn |
f. Pek iyi, en iyi. |
bije |
f. Safi, halis, katıksız, sade, sırf. * Hususiyle. |
bijeng |
f. Kapı anahtarı, miftah. |
bika |
(Buka. C.) Topraklar, memleketler, ülkeler. ◊ Mercimek. |
bika' |
(Buk'a. C.) Ülkeler, memleketler. Topraklar, yerler. |
bikle |
Fıtrat, yaradılış, tabiat. * Kılık, kıyafet. Şekil, biçim. |
bikr |
(Bikir) Bozulmamış. Temiz. * Bekâr. El sürülmemiş. * Her şeyin evveli. * Eşi benzeri görülmemiş, misli sebkat etmemiş her amel ve vaziyet. |
bikr-i fikir |
f. İlk olarak söylenen fikir. |
bil'asale |
Bizzat. Kendisi. Eli ile. Başkasını vâsıta etmeden. Asâleti ile. |
bil'ayan |
Açık olarak. Meydanda olarak. |
bilâ |
Olmayarak, sahib olmıyan '...sız,...siz' mânâları yerine kullanılan edattır. Kelimenin başına getirilerek menfi mânâ hasıl olur. |
bilâ-addin |
f. Sayısız. Adetsiz. |
bilabil |
Elem, keder, tasa, dert, gam. * Telâş. |
bilâd |
(Belde. C.) Beldeler. Diyarlar. Memleketler. Şehirler. |
bilade |
f. Müzevvir, fâsid, fesatçı, ispiyon eden. |
bilakis |
Aksine. Tersine. Zıddına. |
bilal |
Siyah ve beyaz, yâni kara ile ak olmak. (Bak: Belal) |
bilanço |
ing. Ticarî bir müessesenin muayyen bir devre sonunda alacak verecek durumunu göstermek üzere meydana getirdiği cetvel. * Mc: Herhangi bir işte belirli bir müddet sonundaki iyi ve kötü More… |
bilaz |
Kaçkın kimse. * Yemeği doyana kadar yiyen. * Kısa boylu adam. |
bilbedahe |
Açıktan. Aşikâr olarak. Meydanda olarak. Besbelli. |
bilcümle |
Bütün, hepsi. Umumiyetle. |
bildem |
Göğüs önü. * Boğaz. * Akılsız kimse. |
bilek |
f. Çatal temrenli bir nevi ok. |
bilfarz |
Olduğunu kabul ederek. Farzolarak. |
bilfiil |
Sırf kendisi. Kendi çalışması ile. Başkası karışmadan. |
bilgin |
Musibet, belâ, felâket, âfet. |
bilhads |
Hads ile. Son derece bir sür'at-i intikal ile. (Bak: Hads) |
bilhadsissâdik |
Doğru bir hads ile. (Bak: Hads) |
bilinç |
t. Pks: İnsanın kendi varlığından ve kendine tesir eden çevresinde meydana gelen hadise ve değişikliklerin, bilgisine sahip olması hali. Şuurun dereceleri vardır. Meselâ: Düşünüyorum. |
bilinemezcilik |
(Bak: Lâedriye) |
bilirkişi |
(Bak: Ehl-i vukuf) |
bilistihkak |
Lâyıkıyla, liyakatı olarak. Hakkıyla. Haklı olarak. |
bilittifak |
İttifak ile. Beraberce, birlikte, elbirliğiyle. |
bilkasd |
Kasd ile, düşünerek. Bilerek. |
bilkülliye |
Tamamı ile. Büsbütün. Bütün ile. Tamamen. |
bilkuvve |
Fiil mertebesine varmadan. Tasavvurda, tasavvurî olarak. Düşünce halinde. Kabiliyet ve istidat ile. |
bill |
Mübah olan şey. |
billahi |
Allah'a, Allah'tan. * (Yemin) maksadı ile söylenir. |
bille |
Yaşlık, ıslaklık. Çiy dedikleri rutubet ki sabah vakitlerinde olur. |
billit |
Akıllı, hâzık ve mâhir kimse. |
billiz |
Kısa boylu adam. * Şişman kadın. |
billur |
Şeffaf, parlak taş, elmas gibi kıymetli. Cam gibi parlayan. |
bilmukabele |
Karşılıklı. Karşılık olarak. Mukabil olarak. |
bilmüşahede |
Görmek suretiyle, görerek. |
bilsam |
f. Zâtülcenb, akciğer zarı iltihabı. |
bilv |
Belâ. * Zahmet. * Tecrübe, imtihan. |
bilvasita |
Vâsıta ile. Birisinin vâsıta olması, aracılığı ile. * Edb: Terci' ve terkib-i bentleri teşkil eden parçaları birbirine bağlayan beyit.(Bak: Musarra') |
bilyakîn |
Bir şeyi şeksiz ve şüphesiz olarak itikad-ı kavi ve sahih ile bilmek, derk etmek. (Bak: Yakin) |
bilye |
(C.: Belâya) Belâ, * Zahmet. * Tecrübe, imtihan. |
bim |
f. Korku, havf. * Tehlike. |
bim ü ümid |
Korku ve ümid. |
bim-nak |
f. Korkmuş. |
bimanend |
Eşsiz, nazirsiz. |
bimar |
(C.: Bimârân) f. Mariz, hasta, alil. |
bimare |
f. Hasta, alil. * Muharebeler veya akınlar esnasında ele geçirilen kadın esirlerin ayrıldıkları sınıflardan birinin adı. |
bimarhane |
Tımarhane. Akıl hastahanesi. |
bimaristan |
f. Tımarhane. * Hastahane. |
bîn |
f. Kelime sonuna ilâve ile 'gören, görücü' mânalarına gelir. |
bina |
f. Gören, görücü. * Göz. |
bina emini |
İnşaatı kontrol eden. |
bina' |
(C.: Ebniye) Yapı, ev. Yapma, kurma. * Gr: Müteaddi, lâzım, meçhul, mütavaat gibi fiillerin esasını mevzu yapan kitab. |
bina-dil |
f. Basiretli. Kalbi hakikatı kavrayan. |
binaberin |
f. Bunun üzerine, bu sebebe binâen, bundan dolayı. |
binâen |
...den dolayı, bu sebepten. Mebni ve müstenid olarak. Dayanarak. |
binâenalâhaza |
Bundan dolayı. Buna binaen. |
binâenaleyh |
Bunun üzerine, ondan dolayı. |
binaguş |
f. Kulak tozu. * Kulak memesi. |
binavend |
f. Mâni, engel. |
binbaşi |
'Ask: Bin kişiye yakın olan bir tabur askere kumanda eden subay; yarbayın bir alt, yüzbaşının bir üst derecesidir.' |
binc |
Her nesnenin aslı ve kökü. |
bincişk |
f. Şerçe kuşu. |
binefsihi |
Bizzat, kendisi, kendisi ile. |
binek |
f. Gözbebeği, hadeka. |
binende |
f. Görücü, gören. * Tedbirli, ilerisini düşünen, akıllı. |
binevend |
f. Mâni, engel. |
bingildak |
Yeni doğmuş olan çocuğun kafasının üst tarafı. Bu kısım yumuşaktır. |
binî |
f. Burun. (İnsan ve deniz için kullanılır.) * Dağ tepesi. * Zirve, uç nokta. * Yayın ele alınan kısmının ucu. * Görürlük, görmeklik. |
biniş |
f. Basiret, görüş, görme kabiliyeti. * Mülâkat. |
binnetice |
Neticede, netice olarak. |
binnihaye |
Sonuna kadar. Sonsuz. |
binniyet |
Kastederek. Niyetle. |
binsar |
(Binsır) Serçe parmakla orta parmak arasındaki parmak. Yüzük parmağı. |
bint |
Kız. Kızı. 'Fâtıma bint-i Resûl-i Ekrem (A.S.M.): Resûl-i Ekrem'in (A.S.M.) kızı Fâtıma (R.A.)' |
bir gûna |
Hiçbir suretle. Bir suretle. Bir türlü. |
bir'is |
Sütlü deve. |
bira |
(Felemenkçe) İçinde alkol bulunan ve bu sebeple haram olan bir cins içki. |
birabbi |
Rabbimle, Rabbime. |
birad |
f. İhtiyar, pir. Dermansız, güçsüz kimse. |
birader |
(Berâder) f. Kardeş. |
biraderane |
f. Dostça, kardeşçe. |
biraderî |
f. Kardeşle ilgili. Kardeşlik. |
biraderzade |
f. Kardeş oğlu. (Yeğen: Kızkardeşin oğludur.) |
birak |
Cennet merkeplerinden bir bineğin adı. |
biran(e) |
f. Viran, harab, yıkık, dökük, eski. |
biranda |
Alm. Savaş gemilerinde, askerlerin yattığı asılı yatak. |
biraste |
f. Budanmış ağaç. Fazla dalları kesilmiş ağaç. |
biraz |
Karşı karşıya kavga etme. Savaşa atılma. |
birbas |
Derin kuyu. |
bircis |
Sütlü Deve. Müşteri yıldızı. |
bire'sihi |
Kendi başına, bizzat. |
birig |
f. Üzüm salkımı. |
birinc |
f. Bir hububat cinsi olan pirinç. * Pilav. * Pirinç madeni. |
birişte |
f. Kızartılmış. |
birkaş |
(C.: Berâkış) Serçeye benzer bir küçük kuşun adı. |
birkîl |
Tüfek. * Zemberek adı verilen bir savaş aleti. |
birleme |
(Bak: Tevhid) |
birnas |
Derin kuyu. |
birnis |
f. At kestanesi. |
birr |
Temizlik. * Günahtan çekinmek. * Takvâ. * İn'âm ve ihsan etme. * Amel-i sâlih, iyi amel. * Koyunu sevketmek. * Gönül, kalb. * Tilki yavrusu. * Fâre. |
birs |
Pamuk. |
birsa' |
Uzun boylu, semiz. |
birsam |
(Hallüsinasyon) Akıl hastalarının, gerçekten var olmayan bir şeyi varmış gibi yanlış idrak etmeleri halidir. Meselâ karınlarında veya başlarının içinde yılan bulunduğunu söylemeleri yahut More… |
birşam |
Hiddetli nazar, kızgın bakış. |
birtil |
(C.: Berâtıl) Rüşvet. * Meşru olmayarak, kanunen bir iş gördürmek için vazifeli olan kimseye rüşvet olarak verilen şey ki, para vesair menfaatlardır. |
birun |
f. Dışarı, hârici, dış. * Fazla. |
birunane |
Haddini aşarak. Haddini tecavüz ederek. |
biruz |
f. Değersiz, zümrüte benzer yeşil renkte bir taş. |
biryan |
f. Kebabın bir nev'i. Piran. Pürân. |
birzevn |
(C.: Berâzin) Semer vurdukları at. (Farisîde 'esb-i palanî' derler) |
birzin |
Ağaç maşrapa. |
biş |
f. Artık, ziyade. Bıldırcın otu denilen zehirli bir ot. |
biş-baha |
f. Pahalı, fiatı yüksek, değerli, kıymetli. |
biş-ter |
f. Daha çok, daha fazla. |
bişar |
f. Esir, kul, köle. Harpte teslim alınan kimse. * Altın, gümüş kakmalı işlemeler. * Takatsiz, dermansız, halsiz. |
bişaret |
(Bak: Beşâret) |
bisat |
(C.: Büsüt) Döşek. * Döşeme, kilim, minder. |
bişe |
f. Orman, meşelik. |
biser(e) |
f. Atmaca cinsinden, zaganos denilen bir nevi avcı kuşu. |
bişî |
f. Fazlalık. |
bişing |
f. Balyoz. Kazma. Küskü. Burgu. |
bisinoz |
yun. Pamuk işçilerinde görünen, pamuk tozlarının sebebiyet verdiği bir akciğer hastalığı. |
bişir |
Talâkat, güzel yüzlülük. |
bişkel |
f. Elem, keder, gam, tasa, kasavet. * Orak şeklinde ağaç anahtar. * Kıvırcık saç. |
bişkufe |
f. Kusma, istifra. * Çiçek. |
bişkuh |
f. İktidarlı. Kuvvet sahibi. Muhterem ve saygıdeğer kimse. |
bişkul |
f. Becerikli, çevik. * İhtiyatlı, tedbirli. * Akıllı. * Kuvvet sahibi. |
bismark |
(Bak: Prens Bismark) |
bismihi |
Onun adı ile, onun namına. * Allah'ın adıyla. |
bismil |
f. Boğazlanmış, kesilmiş. |
bismil-gâh |
f. Hayvan kesilen yer, salhâne. |
bismil-şüde |
f. Boğazlanmış, kesilmiş. |
bismillah |
Allah namına, Allah için, Allah'ın adı ve izni ile. |
bişpul |
f. Pejmurde, perişan, dağınık. |
bisr |
Vücudu sivilceli olan kişi. |
bişr |
Sevinç eseri. |
bisre |
Sivilce, siğil. |
bissüyûf |
Kılıçlarla ve kuvvet ile. |
bist |
(C.: Ebsât-Büsât) Yavrusu yanında olan dişi deve. * Salıverilmiş, bırakılmış olan şey. ◊ f. Yirmi. (20) |
bistah |
f. Küstah, hayâsız, edepsiz, arsız, utanmaz adam. |
bistam |
f. Kıymetli bir cins taş olan mercan. |
biştam |
f. Sığıntı, parazit, asalak. |
bistar |
f. Çarpık, eğri. Gevşek. |
bister |
f. Yatak, döşek. |
bistuh |
f. Beceriksiz, âciz. zayıf, cılız kimse. |
bistüm |
Yirminci. |
bisyar |
f. Ziyade, çok , fazla. |
bisyarî |
f. Çokluk. |
bît |
Kut. Gıda. |
bit(e) |
Bir gece yiyecek yemek. |
bita |
Ağır davranma, gevşek davranma, gecikme. |
bita' |
Bal şerbeti. |
bitain |
Astar. (Bak: Betâin) |
bitaka |
Küçük parça. (Üzerinde kumaşın fiatını yazıp kumaş içine koyarlar.) ◊ (C.: Batâik) Varaka, pusla kâğıdı. |
bitan |
Deve kolanı. Karnı tok kimse. |
bitane |
Gizlenilen hâl. Gizli şey. Herkesin görüp bilmesi istenilmeyen ve aşikâr olmayan şey. * Mahrem, sırdaş. * Astar. * Bir şehrin ortası, merkezi. ◊ (C.: Betâyin) Çarşaf. * Kaftan More… |
bite(t) |
Geceleme, gece kalma. |
bitevî |
(Biteviye) t. Sürekli, durmadan. * Bütün yekpare. |
bitke |
Kesinti. * Kesilen bir nesnenin ufak parçaları, cüz'leri. |
bitlab |
f. Hurma çiçeğinin tomurcuğu. |
bitn |
Zengin. * Bodur. * Obur. * Şaşkın. * Yalnız kendi nefsini düşünen. |
bitna |
Malın, paranın ve servetin ziyadeliğinden doğan sürur, sevinç. * Mide dolgunluğu. |
bitr |
Bir şeyin boş yere zâyi olması. * İnkâr etmek. |
bitrik |
(C: Betârika) Reis. * Emir. * Çavuş. |
bitta |
Yağ koydukları bardak. |
bittahrik |
Hareket ettirerek, oynatarak. * Kışkırtarak, teşvik ederek. |
bittasavvur |
Tasavvur ile, niyet ederek, düşünerek. (Bak: Tasavvur) |
bittedric |
Yavaş yavaş. |
bittih |
Karpuz. Kavun. |
bitüm |
Yerin altında bulunup sıvı ve sarımtırak veyahut katı ve kara bir durum ve renkte olan maddedir ki, asfalt yol yapılırken kullanılır. |
bityar(e) |
f. Elem, keder, tasa, sıkıntı. |
biûza |
Sivrisinek. |
biv |
f. Güve. |
bivan |
Çadır direği. |
bivar |
f. 'Onbin' sayısı. |
bivaz |
f. Yarasa kuşu. Muvâfakat, kabul. |
bive |
f. Dul kadın, kocasız kadın. |
bivegî |
f. Dulluk. Kocasız kadının hâli. |
biya' |
(Bia. C.) Kiliseler. |
biyaet |
(C.: Biyâât) Satılık mal. |
biyah |
(C.: Büyâh) Ufak balık. |
biyan |
Gece. Gece ile gelen belâ. |
biyocoğrafya |
yun. Nebat ve hayvanların yer yüzünde dağılışını ve sebebelerini tetkik eden ilim kolu. Hayatî Coğrafya. Biyojeografi. |
biyoelektrik |
Canlı varlıkların vücutlarında yaratılmış olan elektrik. (Bu elektriğin varlığı, hususi âletlerle anlaşılır) |
biyofizik |
Canlıların bünyelerindeki hâdiselerin fizikî cephesini inceleyen ilim kolu. |
biyoğrafi |
Şahısların hayatlarını mevzu edinen yazı çeşitlerine verilen isim. |
biyokimya |
Canlıların kimya ile ilgili yapılarını, tepkilerini, belirtilerini inceleyen bilim dalıdır. 19. Asırda başlatılan bu çalışmalarla proteinler, vitaminler, hormonlar anlaşılır duruma gelindi. More… |
biyolog |
Biyoloji ilmiyle uğraşan âlim. |
biyonik |
Canlıların, yaşadıkları muhit içinde değişen şartlara uygun nasıl hareket ettiklerini inceleyerek canlıları model almak suretiyle benzer hareketleri yapabilecek makinelerin yapılması işiyle More… |
biyoterapi |
Tıb: Bazı hastalıkların tedavisinde canlı varlıklardan faydalanma usûlü. |
biyt |
Kuvvet. |
biyz |
(Bîd) Parlak ve beyaz. |
biza' |
Birisine kaba muamelede bulunma. * Faydasız, boş yaramaz söz. |
bizare |
f. Desise, hile, tuzak. |
bizâtihi |
Kendi kendine, aslında, kendiliğinden, esasında, kendisi, yalnızca zâtından, aslından. |
bizaz |
(Bak: Bezazet) |
bizişk |
f. Tabib, hekim, doktor. |
bizişkî |
f. Doktorluk, hekimlik, cerrahlık. |
bizlah |
Geveze, boşboğaz, çenesi düşük. |
bizle |
Gündelik elbise. ◊ f. Lâtife, şaka. |
bizr |
(C.: Büzûr) Sebzevât. * Kuru ot tohumu. ◊ Beyhûde, boşu boşuna. ◊ Heder olmak. |
bizz |
Açmak, feth. |
blöf |
ing. Karşısındakini yanıltmak veya yıldırmak için aslı olmayan şeyleri gerçekmiş gibi göstermek. |
blok |
Fr. Birbirine bitişik yapılar. * Büyük ve ağır yığın. * Resim kağıtları saklanan karton kap. |
bobin |
Fr. Tel veya iplik sarılmaya mahsus silindir şeklinde makara. |
bodur |
Enine göre boyu kısa ve tıknaz olan. |
bombardiman |
Fr. Bomba, top gibi ağır silahlarla yapılan hücum. |
bön |
Budala, ahmak, saf. |
bonkör |
Fr. Hulus-i kalb. Kalb temizliği. İyilik. |
bono |
İtl. Ticaret senedi. Muayyen bir va'denin sonunda belirli bir paranın belli bir kimseye ödeneceğini bildiren senet. |
bora |
yun. Birdenbire çıkan fırtına. Pek şiddetli rüzgâr. |
borç |
Geri verilmek niyetiyle ihtiyaç sahiplerine verilen para. Müslümanlıkta faizle borç vermek haramdır, günahtır. Borcunu ödiyemiyecek durumda onların borçlarını bağışlamak veya sonraya More… |
bornuz |
Başlıklı ve kollu hamam havlusu. |
borsa |
(Ticarette) Vasıfları belli ölçülere uyan yani standartlaştırılabilen malların örnekleri üzerinden alım satımının yapıldığı devlet kontrolü altında teşkilâtlanmış pazar yeri. |
bostan |
(Bustan) f. Ağacı, çiçeği, yeşilliği çok olan yer, kokulu yer. Sebze bahçesi. * Kavun, karpuz. |
bostan-i hudâ |
f. Huda'nın, Allah'ın bostanı meâlinde olup, İlâhî güzellikleri ve tecelli-i İlâhînin aksettiği yer mânâsında kullanılır. 'Vahidiyet mertebesi' diye de söylenmiştir. |
botanik |
Bitkileri inceleyen biyoloji ilmi. (Bak: Biyoloji) |
boykot |
'(Boykotaj) Fr. Bir şahıs veya devlete karşı alış-verişi, münasebetleri kesmek. Bir ülkeyi, bir topluluğu veya bir şahsı zarara sokmak maksadıyla onunla her türlü ilgiyi kesme. * Bir More… |
boylam |
t. Yer yüzünde bir yerin başlangıç dairesine olan uzaklığının açı cinsinden değeri. (Bak: Tul) |
bozkir |
Yağışlı mevsimler de yeşeren ot cinsinden bitkilerin ve bazı bodur ağaçların yetişebildiği yarı kurak yer. |
bozok |
Bugünkü Yozgat vilâyetimizin Osmanlılar devrindeki adı. |
bronş |
yun. Tıb: Nefes borusunun akciğerlere giden iki kolundan her birinin adı. |
bu' |
Bir şeyi kucaklayıp çekmek. |
bu'bab |
Cemaat, topluluk. |
bü'bü' |
Her nesnenin aslı. * İzzet, kerem. * Zeyrek akıllı, zarif kişi. * Hâkim, seyyid. * Gözbebeği. * Mc: Çok kıymetli ve değerli olan şey. |
bu'd |
(C.: Eb'ad) Uzaklık. Baid olma. * Aralık. * Geo: Bir cismin uzunluk, genişlik ve derinliği. |
bu'dan |
(Baid. C.) Uzaklar, ırak yerler. |
bu'kuke |
İzdiham, kalabalık. |
bu're |
Çukur. * Çölde çukur tarzında yapılan ocak. |
bü's |
Güçlük, zorluk. * Fakirlik. |
bu'susa |
Küçük canavar. |
bu'sut |
Derenin ortası. |
bu(y) |
f. Koku, râyiha. |
buak |
Şiddetli sel. * Şiddetli ses, sadâ. Haykırış. * Birden bire, ansızın gelen yağmur. |
büak |
Yağmuru şiddetle yağan bulut. |
bubürd(ek) |
f. Andelib, bülbül. |
büc |
f. Keçi. |
büç |
f. Avurt. Ağzın iç tarafı. |
bücal |
f. Ateş koru. * Kömür. |
bücbûha |
Bir yerin orta kısmı. Orta yer. |
bücc |
Kuş yavrusu. |
bücdet |
İlim, bilgi. |
büceyr |
Ashab. Etba'. |
bücr |
Şaşılacak, taaccüb edilecek şey. * Şer, kötü, iyi olmayan. |
bücriyy(e) |
Musibet, belâ, felâket, âfet. |
bücud |
Bir yerde mukim olma, oturma. İkamet. |
bücûl |
f. Tıb: Topuk kemiği. Aşık kemiği. |
bud |
f. Varlık. |
büd |
f. Sâhip. * Maşa. |
bud u nebud |
f. Var-yok. * Oldu-olmadı. |
büdad |
Nasip, hisse, pay. * Nihayet, son. |
büdae |
Her şeyin öncesi, evveli. |
budala |
Zekâca geri, salak. |
büdbüdek |
f. İbibik kuşu, çavuş kuşu, hüdhüd. |
büdd |
Uzaklaşma. Birbirinden uzak düşme. * Perâkende etmek, dağıtmak. Put, sanem. * Firak. * Tâkat, kudret. |
büdde |
Nasib, hisse, pay. * Nihayet, son. |
budeî |
f. (Hindistan'da) Buda Dininden olan. |
budene |
f. Bıldırcın kuşu. |
budha |
Sâha. Avlu, meydan. |
büdn |
Yoğun gövdeli ve şişman olmak. |
budu' |
Can sıkılması. * İdrak etme, anlama. |
büduh |
Yürümek, meşy. * Esmâullahdan bir isim. (Vedud mânâsına) |
büdün |
(Bedene. C.) Kurbanlık develer. |
büdur |
İleri geçme, hızla geçme. |
büdüv |
Görünür hâle gelme. Aşikâr olma. Zâhir hâle gelme. |
büfe |
Fr. İçinde sofra takımı konulan dolap. * Davetlileri ağırlamak için çeşitli yiyecek ve içeceklerin hazır bulundurulduğu masa. * İstasyon lokantası. * Sigara, kibrit, gazete, sandviç v.s. More… |
bug |
f. Elde omuzda, kucakta taşınmak üzere hazırlanmış eşya çıkını. |
büga' |
İstemek, talep etmek. |
bugas |
Leşle beslenen kuşlar, leş yiyen kuşlar. |
bügas |
(C.: Bügasât-Ebgıse) Ufak, küçük kuşlar. |
bügase |
Ufak kuş. |
bugat |
(Bâgî. C.) Haksızlık edenler, âsiler, serkeş kimseler. |
bügeyg |
Koyun. * Besili erkek geyik. * Semiz keçi. * Bir yerin adı. |
bugra |
f. Turna kuşu veya turna kuşu sürüsünün önünde uçan turna horozu. |
bügur |
Düşmek, sukut. |
bügye |
İstenen ve kasdedilen şey. |
buğz |
Sevmeme. Birisi hakkında gizli ve kalbi düşmanlık hissetme. Kin, husûmet. |
buh |
Zeker.* Nefis. |
büh |
'Baykuşa benzer bir kuştur, ondan küçüktür. Dişisine büvâhâ derler; ahmak, akılsız kimseyi ona benzetirler. * Puhu.' |
buh(e) |
Erkek baykuş. * Çakır doğan. |
buhala' |
(Bahil. C.) Tamahkârlar, cimriler. |
buhar |
Suyun buğu haline gelmiş şekli. * Seyyal, lâtif cisim. |
bühar |
Deniz balıklarından bir beyaz balık. |
büharise |
Altın ve gümüşten üç kıntar veya üçyüz rıtıl. |
bühat |
Bühtan edici, iftiracı. |
buhayre |
Göl. Küçük deniz. |
buhbuha |
Saha. Alan, orta yer. |
bühbuha |
Bir yerin ortası, orta yer. |
buhha |
Boğaz kısılmak. |
bühhüt |
Haramzâde, piç. |
buhl |
Bahillik, eli dar olma, cimrilik, tamahkârlık, pintilik. |
buhle |
f. Semizotu. |
bühlul |
Güzel yüzlü. |
bühmâ |
Dikenli ağaç. |
bühme |
(C.: Bühüm) Cemaat, topluluk.* Leşker. * Bahâdır, kahraman. |
buhnuk |
Kadınların başlarına örtüp iki uçlarını çenesi altına bağladıkları bez. (Türkçe 'destâr' derler) |
bühr |
Galip olmak. * Yürümekten nefesini tez tez verip solumak. |
buhran |
Sıkıntı. Darlık. Nöbet. Kriz. Hastalığın ağır zamanı. * Bir işin tehlikeli ve karışık hâl alması. |
bühre |
Geniş yer, büyük mekân. * Kesik kesik soluyuş. * Dere içindeki sazlık ve çayırlık. |
bühsul |
İri gövdeli kimse. |
buht |
Arabî ile Acemîden doğmuş develer. ◊ f. Veled, oğul, mahdum. |
büht |
İftira, isnad edilen yalan. * Bir seyyarenin bir günlük hareketi. |
bühtan |
İftira. Birisine yalandan bir şey isnad etme. Birisini suçlu gösterme. * Dalgınlık. * Medhûş ve mütehayyir olma. |
buhtec |
Pişmiş. |
buhter |
Her şeyin esası, aslı. * Kısa boylu. |
buhtiyye |
Melez dişi develer. |
buhtu(r) |
f. Ra'd, gök gürültüsü. |
bühtür(e) |
Bodur, kısa boylu. |
buhu |
Mütevazi bir şekilde hakkını isteme. |
buhuh |
Ses kısıklığı. |
buhul |
Tamahkârlık, cimrilik. |
buhur |
(Bahr. C.) Denizler. ◊ Tütsü. (Bak: Bahur) |
bühur |
Işıklı, nurlu, aydınlık. ◊ Büyük emir. |
buhur-dân |
f. Tütsülük. |
bühüt |
(Behût. C.) İşitenleri hayrete düşürecek kadar olan iftira ve yalanlar. |
bühüvv |
(Behv. C.) Misafirlere mahsus odalar. * Hayvanlar için yerin altına yapılmış ahırlar. |
bujene |
f. Tomurcuk. * Henüz açılmamış çiçek. |
büjhan |
f. Gıpta etme, imrenme. |
büjmeje |
f. Kaya keleri, kertenkele. |
büjul |
'f. Aşık kemiği; topuk kemiği.' |
buk |
Düdük. Boru. |
buk'a |
Yer parçası, ülke. * Boş ve ıssız yer. * Sağlam ve büyük bina. * Benek leke. |
bükâ |
Ağlama. |
bükâ-âlûd |
f. Ağlatıcı, gözyaşı döktürücü. |
bükâ-engiz |
f. Ağlatıcı. Gözyaşı döktürücü. |
bukalemun |
f. Bulunduğu yerin rengine giren, fare büyüklüğünde, böcek yiyen bir hayvan. * Mc: Sık sık fikir ve kanaat veya meslek değiştiren. |
bükât |
Ağlayanlar. |
buket |
Fr. Çiçek demeti. |
bukkarî |
Musibet, belâ, âfet, felâket. |
bükmâ |
(Ebkem. C.) Dilsizler. Ebkemler. |
bükre |
Erken. Sabah vakti. |
bükse |
Kiremit parçası. * Saksı. |
bukta |
Perişan, pejmurde, dağınık, dökük saçık. * Cemaat, güruh, topluluk, kalabalık. |
büky |
Ağlayıcılar, ağlıyanlar. |
bukya |
Sonsuzluk, bâkilik, ebedilik. |
bül'a |
Değirmen taşının tane dökülecek yeri. |
bül'um |
Gırtlak, hançere. |
bül-game |
f. Herşeye hevesli olan. |
bülâg |
f. Pınar, çeşme. |
bülâlet |
Islaklık, nemlilik, yaşlık. |
bülbül |
(C: Belâbil) Andelib. Güzel öten bir nevi kuş. |
bülbülan |
(Bülbül. C.) Bülbüller. Andelibler. |
bülbüle |
(C.: Belâbil) Emzikli bardak. |
bülbülveş |
Bülbül gibi. |
bülcet |
Genişlik, vüsat.* İki kaş arasında olan açıklık. |
büldan |
(Belde ve Beled. C.) Beldeler, şehirler, iller, memleketler. |
bülega |
(Belig. C.) Beliğ olanlar, Belâgat sâhipleri. Belâgat ilmi mütehassısları. Edebiyatçılar. |
bülehniye |
Maişet genişliği. * Gani olmak, zenginleşmek. |
bülend |
f. Yüksek, büyük. |
bülend-âvâz |
f. Haykırma, yüksek ses. |
bülend-himmet |
f. İyi çalışır. |
bülend-pâye |
f. Rütbesi yüksek, pâyesi bülend olan. |
bülendî |
f. Yükseklik, yücelik. |
bülga |
Maaşa yetecek nesne. |
bülgat |
Geçinmeye kâfi gelecek kadar olan şey. |
bülheves |
f. Heves ve isteği çok, maymun iştahlı. |
bülka |
Kısa boylu. * Bir kuşun adı. |
bülkut |
(C.: Belâki) Bir hurma cinsi. * Ot ve su olmayan harap ve boş yer. * Yalan yere yemin etmek. |
büllet |
(C.: Bilâl) Hurmanın ıslanıp yaş olması. |
büls |
İçine incir koyulan kilimden dokunmuş büyük çuval. |
bülsün |
Mercimek mesabesinde hububattan bir habbe. (Bâzı yerde mercimek de derler.) |
bülten |
Fr. Halka bilgi veren, özet olarak yazılmış resmi yazı. * Bir müessesenin, kurumun faaliyetlerini tanıtan ve belli zaman aralıklarıyla yayınlanan mevkute. |
büluc |
Zâhir olmak, gözükmek. Parlamak, ruşen olmak. |
bülud |
Mukim olmak, ikamet etmek, oturmak. * Köhne olmak, eskimek. * Meclise geç gelmek. |
büluğ |
Erginlik. Olgunluk. Çocukluk devresini tamamlayıp ergenliğe geçiş. Ergenliğe ulaşan genç, namaz kılmak ve oruç tutmak gibi farzlarla mükellef (yükümlü) olur. * Yaklaşıp çatma. |
büluh |
Beceriksiz, âciz. * İşe yaramama, yorgun ve bitkin olma. |
bulvar |
Fr. Geniş ve ağaçlı cadde. |
bum |
f. Yer, toprak, zemin, memleket, yurt.* Huy, haslet, tabiat. * Sürülmemiş tarla, arazi. |
büm |
(C.: Ebvam) Baykuş. |
bum(e) |
f. Zool: Baykuş. |
bumbar |
f. Koyun ve benzeri gibi hayvanların kalın bağırsağı. * İçine kıyma, pirinç vs. doldurulmuş bağırsakla yapılan bir cins yemek. |
bumehen |
(Bumehin) f. Deprem, zelzele, yer sarsıntısı. * Koyun bağırsağı. |
bun |
f. Nihâyet, dip. * Kolay, suhûletli. * Rahim. * Temizlenmiş olan koyun bağırsağı. |
bün |
Temel, esas, kök, netice, son. ◊ Meziyyet, üstünlük. |
bündad |
f. Temel. Binanın esası. * Destek, payanda. Duvar, set. |
bündar |
f. Zengin, asil ve kibirli kişi. |
bunduk |
Yuvarlak küçük taşlar. * Yuvarlak küçük kurşun. * Fındık. |
bünduka |
(C.: Bünduk, Benâdik) Fındık tanesi. * Kemankere taşı. Küçük yuvarlak taş. |
büniyye |
(C.: Büniyyat) Her nesnenin aslı ve yaratılması, fıtrat. * Sazan balığı. * Meçhul yol. |
bünlad |
f. Destek, payanda, duvar, set. * Temel. Esas, bina. |
bünn |
Yemen kahvesi. |
bünud |
(Bend. C.) Büyük bayraklar, sancaklar. |
bünüvvet |
Evlâtlık, oğulluk. |
bünyad |
f. Temel, esas. Yapı, binâ. |
bünyamin |
Yakup Aleyhisselâm'ın en küçük oğlu. |
bünyan |
Yapı. Bina. Duvar. Esas. Yapı yapmak. |
bünye |
Bir şeyin vücut yapısı. Vücut, beden. Fıtrat. * Şekil, tarz, sûret. |
bünye-hîz |
f. Vücudu canlandıran, bünyeyi kaldıran. |
bur |
Hayırsız kişi. * Ekine elverişli olmayan tarla. ◊ f. Fıstıkî renk. * Sülün. * Doru at. |
bur' |
(Bak: Ber') |
bür' |
(Büru') Hastanın iyileşmeğe başlaması. * Kurtulmak. * Fazilette ve bilgide üstünlük. (Bak: Ber') |
bür'um |
Açılmamış gonca çiçek. |
bür'ûme |
(C.: Bür'um - Berâim) Açılmamış tomurcuk gonca çiçek.* Gül gılafı. |
bura |
(Bak: Bevr) |
büra |
Kamıştan yapılan hasır. |
büra' |
Ağaç yongası. Törpüden çıkan talaş. |
bürabe |
Kalem yongası, törpüden çıkan talaş. |
bürad |
Soğuk. |
bürade |
Eğeden çıkan talaş ki, 'bürâde-i zeheb, bürâde-i fizza ve bürâde-i hadid' denir. |
buraha |
şiddet. Ezâ ve meşakkat. |
burak |
'Binek. Cennet'e mahsus bir binek vâsıtası.(Kelimenin kökü; (Berk) dir. Burak'ın Hadis-i Şerife göre ta'rifi: 'Merkepten büyük, katırdan küçük hacimde bir dâbbe |
büraka |
Bütün gün yüzünü süsleyen kadın. * Yemek sırasında bir kimseye kızıp, yemeği kimseye vermeyip yalnız yiyen kadın. |
büram |
Kene dedikleri böcek. |
büraye |
Yontulan ağaçtan çıkan yonga. |
bürbur |
Bulgur. (Buğdaydan yapılır.) |
burc |
Muayyen bir şekil ve sûrete benzeyen sâbit yıldız kümesi. * Tek hisar kule, kale çıkıntısı. * Dünyaya göre güneşin döndüğü yerin onikide bir kadarı. |
bürc |
(C.: Bürûc-Ebrac) Hisar. * Yıldız. |
burcas |
Hedef. Yüksek bir yerde bulunan nişangâh. |
bürcas |
Havada ağaç başında olan nişan. |
bürceme |
(C: Berâcem) Parmak boğumu. |
bürcüd |
Arap elbiselerinden bir nevi kalın elbise. |
bürd |
f. Bilmece, bulmaca. |
bürda |
Tıb: Sıtma hastalığı. |
bürdbar |
f. Ağırbaşlı. Sabırlı, mütehammil, uysal, tahammüllü kimse. |
bürdbarî |
f. Ağırbaşlılık, sabırlılık. |
bürde |
Hırka. Üstten giyilen libas, elbise. |
bürdek |
f. Küçük bilmece. |
bürdî |
Hurmanın iyisi. |
büre |
(C.: Bürât-Bürâ-Bürin) Deve burnuna takılan halkalar. * Bilezik gibi olan halkaların her birisi. |
büreha |
Şiddetli azab. Sıkıntı. |
bürehne |
f. Açık, yalın çıplak. |
bürehne-gî |
f. Çıplaklık. |
bürehne-ser |
f. Başı açık. |
büresa' |
Nâs mânâsına kullanılan bir isim. |
bürgur |
Buzağı. |
bürgus |
(C.: Beragis) Pire. |
burhan |
(Bak: Bürhan) |
bürhan |
Delil, hüccet, isbat vasıtası. |
bürhe |
Zaman, an, müddet. |
bürhin |
Zahmet, güçlük, zorluk. |
bürhun |
f. Duvar. Kemer. * Çember, daire. * Hâne, ev ve kale kapısı. * Mâni, engel, çit. Avlu. |
bürid |
Oniki mil. |
büride |
f. Kesilmiş., |
büride-ser |
f. Başı kesik. |
bürin |
f. Dilim (Daha çok meyveler için kullanılır.) |
buriya |
f. Hasır. |
burjuva |
Fr. Orta halli olup, ne çok zengin ve ne de çok fakir olan halk. Eskiden Avrupa'da köylü ve asilzade olmayıp şehirde yaşayan halka denirdi. Kendi başına işi ve malı olan, ücretle More… |
bürka |
(C.: Birak) Taşlık yer. |
bürka' |
Kadınların örtündükleri yaşmak, peçe. |
bürkan |
Yanardağ, volkan, lavlar saçan dağ. |
burkat |
Sanem, heykel, put. |
bürke |
Martı. * Kurbağa. * Havuz. * Küçük göl. |
burku' |
(Berku') Kadınların yüz örtüsü, peçe. * Kâbe örtüsü. * Yedinci kat gök. |
bürme |
(C.: Birem-Birâm) Çömlek yapımında kullanılan yumuşak taş. * Çömlek. * Baş örtüsü. |
bürna(h) |
f. Yiğit, delikanlı, genç. |
bürnak |
f. Delikanlı, yiğit, genç. |
bürnüs |
(C.: Berânis) Bir uzun takke. (İbtidâ-i İslâm'da ruhbanlar giyerlerdi.) |
bürokrasi |
Fr. Hükûmet dairelerinde aşırı kırtasiyecilik, muamele çokluğu. İşlerin yürütülmesinde şekilciliğin ve idarî işlemlerin ağır basması hâli. Devlet görevlilerinden meydana gelen zümre veya More… |
bürokrat |
Fr. Memur sınıfından olan. * Devlet işlerinde muamelelerde şekle aşırı ehemmiyet veren. |
bürr |
Buğday. |
bürran |
f. Keskin, kesici. |
burs |
Fr. Devlet veya bazı müessese yahut şahıslarca tahsil veya ilmî tetkik için gerekli masraflara kullanmak üzere verilen para. |
bürs |
Ardıç ağacının meyvesi. |
bürsan |
f. Ejderha, büyük yılan. |
bürsün |
(C.: Berâsin) İnsan eli. * Vahşi hayvanların pençesi. * Develere vurulan bir nevi damga. |
bürsute |
Tehlikeli yer. |
bürt |
Nebat şekeri. Zelil, aşağılık kimse. * Balta. |
bürtule |
(C.: Bürtul) Kalpak dedikleri keçe takke. * Rüşvet. |
büru' |
Fazilet, ilim ve iyilikte benzerlerine olan üstünlük. * (Hasta) iyiliğe yüz tutma. |
buruc |
(Burc. C.) Burçlar, hisarlar, kuleler. (Bak: Büruc) |
büruc |
(Burc. C.) Burç, aslında âşikar şey mânasına gelir. Her bakanın gözüne çarpacak şeklide zâhir olan yüksek köşk mânasına da kullanılmıştır. |
büruc suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 85. suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. |
bürûd |
Berd, soğuk. * İşten soğuma, bıkma. |
bürudet |
Soğukluk. Soğuk olmak. Hararetsizlik. * Mc: Münasebetteki soğukluk. Münaferet. Muhasama. |
bürufe |
f. Mendil. * Sarık. * Kuşak, bel kuşağı. Forma. |
büruk |
Un helvası, undan yapılan bir nevi helva. * Büyük oğlu varken evlenen kadın. * Deve çökmek (mânâsına mastardır.) ◊ Bir şeyin şakıması, parlaması. * (Berk. C.) Berkler, More… |
burut |
Bıyık. |
büruz |
Zâhir olma, belirme, meydana çıkma. Çıkmak. |
burzag |
Şişmanca, etine dolgun delikanlı. * Delikanlılık çağındaki neşe. |
bürzea |
(C.: Berâzi) Yuna dedikleri keçe ki, eyer altına koyarlar, teğelti de derler. |
bürzu' |
Dolu, dolmuş, mümteli. |
bus |
f. 'Öpen' mânasına gelerek birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Damen-bus - Etek öpen. |
büş |
f. At yelesi. * Kahkül. * Noksan, eksik. |
busa |
Bir gemi cinsi. |
busak |
Ağız suyu. |
büsak |
Tükürmek. |
busat |
(Bisat. C.) Bisatlar, döşekler, kilimler, minderler, keçe yaygıları. |
buse |
f. Öpme. |
buse-câ |
f. Öpecek yer. |
buse-çin |
f. Öpücük alan, öpücük toplayan. |
buse-gâh |
f. Öpülecek yer. |
buse-zen |
f. Öpen, öpücü. |
büsed |
Kırmızı boncuk. * Mercan. |
busende |
f. Öpen, öpücü. |
buseyla' |
Pazu dedikleri ot. |
buside |
f. Öpülmüş. |
busiden |
f. Öpmek. |
bûsiş |
f. Şapırtılı öpüş. |
büşiy |
Fakir ve evlâdı çok olan kimse. |
büsle |
Efsuncuya verilen ücret. |
büslet |
Nam, şöhret, ün, şan. |
büşra |
Müjde. Sevinçli, hayırlı haber. * İncil'in bir ismi. |
büsre |
Herşeyin ucu ve başı. * Herşeyin tâzesi. * Genç kız veya oğlan. * Hurma koruğu. * Biraz büyümüş olan ekşi ot. |
büssed |
Mercan taşı. |
büstah |
f. Edebsiz, küstah, utanmaz. |
bustan |
f. Çiçek ve gül kokularının çok olduğu yer, bahçe. |
bustan-bân |
f. Bahçıvan. |
büste |
f. Fındık. |
büstûka |
(C.: Besâtik) Küçük küp. Küpçük. |
büsuk |
Bir kimsenin, akranına üstün olması. * Ağacın uzaması. * Uzunluk. |
büsul |
Beddua, lânet. |
busula |
Pusula. |
büsut |
Cömertlik, civanmertlik. El açıklığı. |
büsûta |
Genişlik. * Tekellüfsüzlük. |
butakat |
(C.: Bevatık) Pota dedikleri kap ki içinde maden eritirler. |
bütçe |
Fr. Devletin veya diğer kuruluşların yıllık gelir ve giderlerini (sarfiyat ve varidatlarını) gösteren ve bunlarla ilgili harcamaları tayin eden hesap işleri. |
büteka |
(C.: Bevâtık) Pota dedikleri âlettir ve kuyumcular içinde altın ve gümüş eritirler. |
büteyra |
Sonunda evlâdı kalmayan. * Vitir namazını bir rekat kılmak. * Şems, güneş. * Sabah. |
butha |
İyi huy, güzel haslet. Müsbet alışkanlık. |
buthan |
Medine-i Münevvere'de bir derenin adı. |
butin |
Menazil-i Kamer'den üç yıldız. |
bütlal |
f. şaşa kalan, hayret eden, hayran olan. |
butlan |
Haksızlık. Bâtıl olma. Boş ve abes olmak. Hak olmamak. |
butm |
Çitlenbik ağacı. (Yemişine 'habbet-ül hadar' derler.) |
bütperest |
f. Putu mâbut ittihaz eden. Heykellere ibâdet eden. (Bak: Putperest) |
bütşiken |
f. Put kıran. |
butu' |
Geç kalma, gecikme. |
bütu' |
Uzaklaşma. * Kesilme. |
butul |
Çürüklük, boşluk, beyhudelik. |
bütul |
Bâtıl olmak. |
butule |
Çok kahraman ve bahadır olmak. |
butun |
(Batn. C.) Batınlar, karınlar, kucaklar. * Nesiller, soylar. |
bütun |
(Batn. C.) Batınlar, karınlar, kucaklar. * Soylar, nesiller. |
butv |
Eğlenmek, geç gelmek. |
buuc |
Karında olan yaralar. |
buule |
Kadın eş, zevce. |
buulet |
Zevciyet. Karıkocalık. * İmtinâ ve red ve muhalefet etmek. |
büüre |
Çukur kazmak. * Çukur. |
buus |
Sefalet. Yokluk içinde olma. |
büvan |
(C: Ebvine) Çadır direği, direk. |
buy |
f. Koku. * Ümit, umma. * Sevgi, muhabbet. * Tamah.* Huy. Tabiat. * Kısmet, pay, nasib. |
bûy-dar |
f. Kokulu. |
buy-perest |
f. Av köpeği. |
bûya |
Güzel kokulu. |
bûyahya |
Azrail (A.S.) |
bûyçe |
f. Sarmaşık (nebat) |
buye |
Özleme, hasret. |
buyiden |
f. Koklamak, koku almak. |
buyrultu |
t. Sadrazam, kaptan-ı derya, vezir, beylerbeyi gibi devlet erkânının yazılı emirleri. |
büyü |
Cin gibi manevî varlıklar aracılığı ile insan veya başka varlıklar üzerinde etki meydana getirme işi. Dinimiz büyücülerin şerrinden, kötülüklerinden Allah'a sığınmamızı emreder. More… |
büyu' |
(Bey'. C.) Satışlar. Satın almalar. |
büyud |
Yok olma, hiç olma, in'idam. |
büyüklenmek |
t. Kendini büyük görmek, büyüklük taslamak. (Kötü huylardan biridir, günahtır.) |
büyun |
Geniş ve derin kuyu. * Mıntıkalar, bölgeler, yerler. |
büyût |
(Beyt. C.) Beytler, evler. |
büyûtât |
(Büyût. C.) Asilzâde aileleri. * Asil kimseler, soylu kişiler. * Ev kümeleri. |
büyûz |
(Beyz. C.) Yumurtalar. |
büz |
Harap yer.* Fâsid nesne. * Helâk. ◊ f. Keçi. |
büz-ban |
f. Keçi çobanı. |
büza' |
Kibar, zarif. |
büzaa |
Kibarlık, incelik, zerafet. |
buzak |
Tükrük. (Ağızda 'buzak', ağızdan çıksa 'rıyk' denir.) |
büzak |
Salye, tükrük. |
büzare |
Üst dudakta fazlalık olarak sarkık deri olması. |
büzbûn |
Altıda bir, südüs. |
büzgale |
f. Keçi yavrusu, oğlak. |
büziçe |
f. Oğlak. Küçük, yavru keçi. |
buzine |
Maymun. |
büzm |
Kesin karar ve tahammül. * Sertlik, kuvvet. * Doğru rey. |
büzr |
Herkesin sözünü dinleyen. Dinleyici. |
buzra |
Üst dudağın ortasından dışarı taşan et parçası. |
büzû' |
Doğmak, tulû' etmek. |
büzul |
Yarılmak, inşikak. |
büzur |
(Bezr. C.) Tohumlar, çekirdekler. |
büzürg |
(C.: Büzürgân) f. Cesim, kebir, azîm, büyük, ulu. * Reis, baş, başkan, şef. * Türk musikisinde bir mürekkep makamın adı. |
büzürg-sal |
f. İhtiyar, yaşlı. |
büzürg-var |
f. Büyük, saygıdeğer, ulu (kimse). |
büzürgân |
(Büzürg. C.) Büyükler, azimler, cesimler, ulular. |
büzürgâne |
f. Büyük, ulu bir kimseye yakışacak sûrette. |
büzürgî |
f. Azîm olmak. Büyüklük. Ululuk. |
büzürgmeniş |
f. Yüksek fikirli, fikirleri değerli olan. |
büzuzet |
Perişanlık, kıyafetsizlik, pejmürdelik, bezazet. |
büzzaka |
Kabuksuz sümüklü böcek. |
c |
Arabî ayların kısaltmalarında Cemaziyel Evvel ayının kısaltılmış hali. |
ç |
Osmanlı alfabesinin yedinci harfi olup, ebced hesabında 'cim' harfi gibi üç sayısının karşılıdır. |
câ |
f. Yer. Mekân. Mevki. |
ca'ab |
Bileyci. |
ca'am |
Tama' etmek. |
ca'b |
Kazmak. * Atmak. |
ca'be |
Ok torbası, sadak. |
ca'ber(e) |
(C.: Ceâbir) Kısa boylu kimse. |
ca'ca' |
(C.: Ceâci) Taşsız yer. * Zindan. |
ca'caa |
Değirmen sesi. * İsteklerde zorluk vermek. * Devenin çökermesi. * Çökmüş deveyi kaldırmak. |
ca'cere |
(C.: Ceâcir) Hamurdan çeşitli şekiller yapıp, pekmez içinde pişirip yerler. |
ca'l |
'Yaratmak, halk. * Almak. * İş işlemek. Yapmak. * Bu kelime Kur'ân-ı Kerim'de onüç vecihle kullanılmıştır |
ca'le |
(C.: Cüul) Küçük hurma ağacı. |
ca'lî |
Uydurma, samimi olmayan, sahte, düzme ve taklid. |
ca'liyyat |
Yapmacık hareketler, sahte, düzme hâller. |
ca'liyyet |
Yapmacık (olmak.) |
ca'ma |
Yaşlı deve. |
ca'mus |
(C.: Ceâmis) Pis, necis. |
ca'r |
Yırtıcı kuşların pisliği. |
ca's |
Pis, necis. |
ca'sûs |
(C.: Ceâsis) Kötü huylu, kısa boylu. |
ca'v |
Deve ve koyun tersini toplamak. |
ca'z |
Yoğun, kalın nesne. |
ca'zerî |
Kısa boylu, galiz, sitemkâr kimse. |
caadet |
Etli, semiz ve kıllı kişi. * Su kenarında biter bir ot. * Bir kabile adı. ◊ Kıvırcıklık. |
caar |
Sırtlan. |
çaba |
Cehd. Gayret, herhangi bir işi yapmak için harcanan güç. |
cabe |
Bir cevap. |
cabeca |
f. Yer yer. Ara sıra. Yerden yere. Bazı yerlerde. |
cabet |
Cevap vermek. |
câbi |
(Cibâyet. den) Eskiden Evkaf gelirlerini ve zekâtları toplayan tahsildar. |
câbir |
Cebredici, zorla yaptıran.* Galib gelen. * Şefkatsiz, merhametsiz. * Tekebbür ve taazzüm eden. * Aziz ve kavi olan. * Tıb: Kırıkçı, çıkıkçı. * Cebir ilminin ilk kurucusu olan müslüman âlimi. More… |
cabiye |
(C.: Cevâbi) Cemaat. * İçinde su toplanan büyük havuz. * Şam diyarında bir şehir adı. |
cablus |
f. Dalkavukluk, yaltaklanma. * Dalkavukluk eden, yaltaklanan. |
cablusî |
f. Dalkavukluk, yaltaklanıcılık. |
çabük |
f. Çabuk, seri, aceleli, hızlı, tez, hafif. |
çabük-hirâmân |
f. Sür'atli yürüyen. Çabuk yürüyen. |
çabük-rev |
f. Çabukça giden. |
çaçaron |
İtl. Çok konuşan, çenesi düşük, geveze. |
çaçele |
f. Postal, ayakkabı, çarık, pabuç. |
cadd |
(Câdde) Ciddi, çalışkan, azimli.CA'D: Kıvırcık saç, şa're. |
cadde |
Geniş, işlek, büyük yol. Anayol. şah-rah. |
cadi |
Avrupa'da putperestlik çağından beri gelen bir inanca göre, şeytanın gücünü kullanarak büyü yolu ile insanlara kötülük eden, felâketler getiren kadın. Bu bâtıl inanç yüzünden birçok More… |
cadib(e) |
Kusur görücü. Başkalarının noksan taraflarını gören. |
cadil |
Gürbüz, kuvvetli, kavi, metin. |
cadis(e) |
Viran, harap, yıkık. * Çorak, kurak, işlenmemiş, ekilmemiş toprak, gelir getirmeyen boş arazi. |
cadu |
f. Büyücü, cadı. * Hortlak, gulyabani. * Acuze, çirkin kocakarı. * Çok güzel söz. |
cadu-fenn |
f. Büyücü, sihirbaz. |
cadu-ger |
f. Büyücü, sihirbaz. |
cadu-suhen |
f. Sihirlercesine söz söyleyen.CA'F: Atmak, yere vurmak. |
cafî |
Cefa eden, eziyet veren. |
cafil |
Yürürken çabuk olan kimse. |
cafûn |
Karpuz. |
çağatay |
Cengiz Han'ın oğlu Çağatay Han'ın ismine nisbetle Mâvera-ün Nehr taraflarında oturan Doğu Türklerine ve edebî lisan olarak kullandıkları Doğu Türkçesine verilen isimdir. |
çağdaş |
(Bak: Asrî) |
cager |
f. Kuş kursağı. |
çağla |
(Çağala) Badem, erik, kayısı gibi yemişlerin yenebilen ham meyvesi. |
çağlar |
Kayalara veya setlere çarparak, yerden köpürerek düşen su. Şelâle, çağlayan. |
çağz |
f. Kurbağa. * Korku, havf. * Kapandığı halde hâlâ içinde cerahat bulunan yara. * Ah ü fizar. İnilti. |
cah |
(Câhe) f. Makam, mansıb. Kadr, itibar. |
çâh |
(Çeh) f. Kuyu. Çukur. |
cahan |
Yediği fayda etmeyip geç büyüyen çocuk. |
cahar |
Kuyunun içinin geniş olması. |
cahb |
(C.: Echibe) Ebücehil karpuzu. * Korkudan dolayı kederli olmak. |
cahcah |
(C.: Cehâcih) Ulu, şerif kişi. |
cahcaha |
Gönlünde olan sırrını gizlemek. * Çağırmak. * Su sesi. |
cahd |
Bile bile inkâr etme. |
cahdel |
Semiz. |
cahdem |
(C.: Cehâdim) Ekin tarlası. |
cahder |
Kısa boylu. |
cahf |
Tekebbürlenmek, kibirlenmek, gururlanmak. ◊ Övünme, fahr. * şeref. |
cahfel |
Dudakları kalın olan kimse. * Asker. * Zenginlik. |
cahfele |
(C.: Cehâfil) At dudağı. |
cahh |
Ayakları uzun, yeşil çekirge.* Adamın beli bükülüp eğilmek. |
cahî |
(Cahiye) Aşikar, aleni, açık, meydanda ve herkesin gözleri önünde olan. |
cahid |
Mânen, kavlen, kalemen ve maddeten cihad eden. Mücâhid olan. Din düşmanı ile elinden geldiği kadar mânen, kavlen, kalemen ve maddeten cenkeden, vuruşan. Mümkün olduğu kadar gayretle çalışan. More… |
cahif |
Uykusunda dişini öttürmek. * Çok fazla hafiflik üzerine olmak. * Nefis, ruh. * İnsanın karnından çıkan ses. * Kısa. * Çok asker. ◊ Kişinin kendi yanında olan şeylerin More… |
cahil |
Tecrübesiz. Bilgisiz. Genç. Toy. * Allah'ı unutmuş olan. Gafil. |
cahilane |
f. Câhillikle, câhilce, câhil kimseye yakışır şekilde. |
cahile |
(C.: Cevâhil) Değirmen çarkı. |
cahim |
Şiddetli ve kat kat birbiri üzerine yanan ateş. Çukur yerde yanan ateş. * Cehennem'in bir tabakası. ◊ Çok sıcak yer. |
cahimî |
Cehennem gibi. |
cahiyen |
Aşikâr olarak, alenen. |
câhiz |
Asıl ismi Amr İbn-ül Bahr olan ve gözünün hadekası çıkık olduğu için bu isimle anılan büyük bir Arab edibi. * Patlak gözlü adam. |
cahiz |
Cesur, cesaretli, yiğit. |
cahl |
Çekirge gibi bir büyük arı. * Büyük kırba. * Ters yuvarlayan bir böcek. |
cahma' |
Gözleri büyük ve çok kırmızı olan kadın. |
cahme |
Nazar değdiren göz. * Kat kat ve şiddetli yanan ateş. |
cahmeriş |
(C.: Cehâmir) Çok yaşlı kadın. * Eşek sıpası. |
cahre |
Şiddet ve kıtlık yılı. * Yemek. |
cahreme |
Darlık. * Kötü ahlâk. |
cahş |
(C.: Cihaş-Cuhşâ) Eşek sıpası. * Kolan eşeğinin erkeği. |
cahşe |
Eşek sıpasının dişisi. * Çobanın eline dolayıp eğerdiği ip. |
cahsuk |
f. Orak. |
cahûd |
(Cahd. dan) İsrarla inkâr eden. Muannidce, isnat edilen bir sözü kabul etmeyen. * Yahudi. |
cahûf |
Mağrur, kibirli, kendini beğenmiş. |
cahzem |
Gözleri büyük olan kimse. |
caibe |
(C.: Cevâib) Halkın ağzında gezen haber. |
cail |
Yapan, bir şey veren, kılan. * Yaratıcı. (Bak: Ca'l) ◊ Cevelân eden. Yerinde durmayıp hareket eden. |
cair |
Mâni, engel. * Eğri. * Çok, kesîr. * Eziyet eden. Cevreden. Zulmeden. |
caiz |
Mümkün, olur, olabilir. * Fık: Yapılması sahih ve mübah olan herhangi bir fiil veya akit. |
caize |
(Cevaz. dan) (C.: Cevaiz) Azık, yol yiyeceği. * Hediye, armağan, bahşiş. * Edb: Eskiden takdim olunan medhiyeli bir şiire veya bir san'at eserine karşılık olarak verilen para, hediye ve More… |
çak |
f. Yarık, çatlak, yırtmaç. * Kılıç, bıçak gibi şeylerin sesleri. * Sabah vakti beyazlığı. * Küçük pencere. * Hazır. Amâde. ◊ f. İyi, güzel, sıhhatli, şişman. |
caka |
(Argo) Gösteriş, çalım. Caka, mal mülk, giyim, kuşam, yahut hareket davranış yoluyla olabilir. İslâm'da gösterişin her şekli haram ve günahtır. Bugün bazı kimseler ve aileler gösteriş More… |
çakacak |
f. Silahlı çatışmadan çıkan ses. |
çakaloz |
Çakıltaşı atan bir nevi küçük top. |
çakçak |
Parça parça, yırtık pırtık. * Kılıç ve emsâli şeylerin sesleri. |
çâker |
f. Kul, köle. |
çâkerâne |
f. Kölecesine, köle gibi. |
çâkerî |
f. Abd'e, köleye ait. * Kölelik. Kulluk, abdlik, esirlik, cariyelik. |
çakmakli |
Ağızdan dolan ve tetik yerinde bir cins çakmakla ateş alan eski tüfek çeşitlerinden biri. |
çakşir |
İnce kumaştan yapılan uzun bir çeşit şalvar. * Kuşların ayağındaki tüy. |
çakuç |
f. Çekiç. |
câl |
Akıl. * Rey. * Kuyu duvarı. |
çal |
İsimlere önden eklenip, onun daima hareket edip oynamakta olduğuna işaret ve delâlet eder. Meselâ: Çal-at - Durduğu yerde de hareket eden at. * Bir şeyi şiddetle kapmaya delâlet eder. |
cal' |
(Câli') Terbiyesiz. Kötü konuşan. |
cal(i) |
f. Tuzak, ağ. * Misvak ağacı. |
çala |
İsimlerden önce kullanılarak, devam ve şiddetli ve pervasız kullanılmasını bildirir. Meselâ: Çalakalem - Çabuk ve gelişigüzel ve ilmi olmayan yazı yazmak. |
çalab |
t. İlâh. Mâbud. Cenâb-ı Hak, Rab. |
çalak |
f. Yerinde durmayan, çabuk, oynak. Dâima çalışan. Her bir hareketi çabuk olan. * Akıl ve ferâseti açık. |
çalakî |
f. Çeviklik, süratlilik, tezlik. |
çalbus |
f. Dalkavuk, yaltakçı. |
çalçene |
t. Durmayıp konuşan, geveze. |
cale |
f. Nehrin bir kenarından diğer kenarına geçebilmek için ağaçtan, sazdan veya şişirilmiş tulumlardan yapılan sal. |
cali' |
Açık-saçık kadın. Hayasız kadın. * Utanmaz, utanması kıt olan adam. |
calib |
Çekici. Celbedici. Kendi tarafına çekip getirici olan. |
calif |
Deri soyan, kabuk soyan. |
calife |
Deri ile eti birlikte koparan yara. |
çâlik |
f. Çelik çomak oyunu. |
çalim |
Tavır, eda. * Kılıcın keskin tarafı, ağzı. |
calinos |
(Kalinos) yun. İlk devirlerde yaşamış olan bir Yunan Filozofunun adı. |
calis |
(C.: Cüllâs) Oturan, oturucu, cülûs eden. Tahta çıkan. |
çâliş |
f. Savaşta düşmana karşı gurur ve naz ile yürüme. * Mukabil, karşı durma. * Savaş, muharebe, harp, ceng, mücadele. * Birleşme. |
caliz |
f. Sebze bahçesi, bostan. Kavun karpuz tarlası. |
calût |
(Bak: Yûşâ A.S.) |
cam |
f. Cam, şişe, bardak, sırça. |
çam |
f. Eğrilme, bükülme. * Salınma. |
cam-i zerrin |
f. Altın kadeh. * Tas: Allah âşıkının kalbi. * Bir kasaba adı. * Bir şarab adı. |
came |
f. Evde giyilen bol elbise. Elbise, çamaşır. Sevb, libas. |
çâme |
f. şiir ve gazel. Manzume. |
came-gî |
f. Hâdim ve hizmetçilere verilen ücret ve elbise parası. * Tüfek fitili. * Elbiselik kumaş.* Hizmetkâr, hademe, hâdim. |
çâme-gûy |
f. Şair. |
camedar |
f. Elbiseyi muhafaza eden kimse. * Vestiyer. |
camehab |
f. Yatak. |
camekân |
f. Elbise soyunulacak yer. * Camlık. |
cameşuy |
(C.: Câmeşuyân) f. Çamaşırcı, çamaşır yıkayan. |
camger |
f. Cam yapan sanatkâr, camcı ustası. |
camgûl |
f. Külhanbeyi. |
camhane |
f. Cam fabrikası. |
cami |
'İslâm mâbedi. İbadet yeri olan bina. * Cem'edici, toplayıcı, içine alan. * Cem'etmiş, toplamış bulunan, hâvi ve muhit olan. * Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtu Vesselâm bütün evvel More… |
camî |
(Molla Camî) Hic: 817-898 Büyük bir İslâm müellifidir. Asıl adı: Abdurrahman'dır. Yüze yakın eser vermiştir. |
camia |
Topluluk. Birlik. Kütle. * Dâr-ül fünûn. |
camid |
(Câmide) Ruhsuz, sert, katı madde. Cansız. |
camih |
Başı sert hayvan. |
camil |
Çobanla olan deve sürüsü. |
camis |
Cansız, camid. * Letâfeti gitmiş olan elbise. |
camit |
Eski ve Ortaçağlarda Giresun ile Samsun arasında kalan dağlık mıntıkaya verilen ad. Osmanlılar zamanında bu kelime Canik olarak kullanılmıştır. |
çamulari |
Himalaya dağlarına bağlı bir dağ silsilesi. |
camus |
Su sığırı. Manda. Kömüş. |
can |
f. Yaşayış. Diride olan kudret, kuvvet. Hayat cevheri. |
can-aferin |
f. Yaratıcı. |
can-azar |
f. Can yakan, can inciten, eziyet veren. Acı çektiren. |
can-bahş |
f. Hayat bağışlayan, can veren. Sevgili. Cenâb-ı Hak. Allah. |
can-efşan |
f. Bir dâvâ uğrunda canını veren, canını feda eden. |
can-fersa |
f. Can dayanamıyacak derecede. |
can-geza |
f. Ruh sıkıcı, can sıkıcı. Tehlikeli olan, öldürücü. |
can-gîr |
f. Can sıkıcı, ruh sıkıcı. |
can-güzar |
f. Cana dokunan, candan geçer olan. |
can-nisar |
f. Canını harcayan, canını fedâ eden. |
can-şiken |
f. Azrâil (A.S.) |
can-sitan |
f. Can çıkarıcı, ruh alıcı. İnsana bela olan. Güzel. |
cana |
f. Ey sevgili! Ey can! |
canan |
f. Sevgili, güzel, sâhib-i cemâl. * Canlar, ruhlar. |
canavar |
f. Can alıcı, kahredici. * Vahşi, yırtıcı hayvan. Kurt. |
canbaz |
(C.: Canbazan) Can ile oynayan, canını tehlikeye koyan, canbaz. * Hayvan alış-verişi ile uğraşan kimse. * Aldatan, hilekâr, hile yapan. * Eskiden atlı fedai asker. |
canbeleb |
Ölecek halde, canı dudakta. |
candade |
f. Bir şeye candan bağlanmış. Can vermiş, candan bağlanan. |
candane |
f. Tepe ile alın arasındaki yer, bıngıldak. Beyin. |
candar |
f. Diri, canlı, zihayat, ziruh. * Silâhlı kimse. * Muhafız, koruyucu, emniyet memuru. * Yol yiyeceği, azık. |
cane |
f. Silah. |
çane |
f. Çene. |
canfeza |
Gönüle ferahlık veren, can artıran. * Ayın 23. gününe verilen ad.CAN-GÂH: f. Can evi. * Can azaltıcı. |
canhiraş |
f. Dayanamıyacak derecede acı ve keder veren. |
cani |
'Cinayet işlemiş olan. Birisini öldürmüş veya yaralamış bulunan. Caniler nasıl haksız yere insanı öldürüyorlar ve onların hayatlarına son veriyorlarsa; kâfirler, inkârcılar, dinsizler More… |
canî |
f. Candan sevilen. |
canib |
f.Yan, yön. Cihet, taraf. Yüksek taraf. |
canibeyn |
İki taraf, iki cânib, iki yan. |
canih(a) |
(Cünha. dan) Suç işlemiş, mücrim, cinayet işleyen. |
caniha |
Bir tarafa meyleden veya bir cenahı tutan. * Göğüs altındaki iyeği. |
canişin |
Birinin yerine geçen, birinin yerine vekâlet eden. Vekil. |
cankurtaran |
t. Ölüm tehlikesinde olanları kurtarmak için kullanılan vasıta. * Hasta ve yaralıları hastahaneye taşıyan otomobil. Ambulans. |
cann |
Ateşten mahlûk cinlerin babası olan. * Bir beyaz yılan cinsi. * Cin taifesi. İnsanlardan evvel yaratılan bir nevi mahlûklar, cinler. (Bak: Cinn) |
canperver |
f. Kalbi ferahlandıran. Ruha hoş gelen. |
canrüba |
f. Gönül alan, gönül kapan dilber. |
canşikâf |
f. Can yaralayıcı, can yırtıcı. |
canşikâr |
f. Öldürücü. * Mc: Can avlayan veya öldüren. Sevgili, mahbub. |
cansiper |
(Cansupâr): f. Canını feda eden. |
cansiperane |
f. Canını feda edercesine. |
cansuz |
f. Can yakıcı, yürek tutuşturan. |
çap |
f. Basma, baskı, tab. |
çapar |
Postacı. |
çapkun |
Seri ve yorulmaz neviden iyi bir at cinsi. |
çaplus |
f. Dalkavuk, yaltakçı. |
çapûl |
f. Yağma, saldırı. |
çapûlcu |
Düşman toprağına atla hücum edip yağma eden. Akıncı, yağmacı. |
câr |
Kadınların, elbisenin üstünde örtündükleri çarşaf. (Bak: Çarşaf) ◊ Çeken, sürükleyen. * Komşu. * Medet eden, yardımcı. * Müşteri. |
car |
Faydasız bağırıp çağırmayı ve gevezeliği ifade eder ve ekseriya mükerrer kullanılır. |
çâr |
f. Dört. Cihâr. |
çar |
(Slavca) Eski Rus İmaparatorlarının ünvanları. * Bulgar kralı. |
çar naçar |
f. İster istemez, mecburiyetle. |
çar u yek |
Dörtte bir. |
çâr-bâliş(t) |
f. Evvelce padişahların ve makamca büyük olanların üzerlerine oturdukları dört katlı şilte. * Dört unsur. |
çar-deh |
f. Ondört. |
çar-gâh |
'f. Dört taraf ki, bunlar; şark, garb, şimal, cenub'dur. * Dünya, küre-i arz, cihan. * Türk musikisinde bir makam adıdır.' |
çar-guşe |
f. Dört köşe. Dört taraf. Dört yön. |
çar-şeb |
f. Cilbab, ferace, çarşaf. |
çar-şenbih |
f. Haftanın dördüncü günü. Çarşamba günü. |
çar-tak |
f. Çardak. * Dört köşe çadır. |
çar-yarî |
f. Çar-yâra ait. Sünnîlik. |
çar-yek |
f. Çeyrek, dörtte bir. * Saatin dörtte biri, onbeş dakika. * Mecidiye denilen gümüş sikkenin dörtte biri ki, beş kuruşluk bir gümüş sikkedir. |
çar-zeban |
f. Geveze, çenesi düşük, lüzumsuz olarak konuşan. |
çâre |
f. Neticeye varmak üzere maniaları kaldırmak için tutulması icabeden çıkar yol. Kurtuluş yolu. Tedbir, yardım, yol. * Hile. * Bir def'a. * Ayrılık. |
çâre-cu |
f. Çâre arıyan. |
çâre-sâz |
f. Çâre bulan. |
çarh |
Çark, tekerlek. * Felek, gök, sema. * Ok yayı. * Elbisede yaka. * Tef.* Devreden, dönen. * Çakır doğan. * Talih. |
çarha |
f. Ordunun ilerisinde bulunan askerlerin yaptıkları tâlim. * Çıkrık gibi dönen yuvarlakça bir cins dolap. |
cari |
Akan, akıcı. * Geçmekte olan. * İnsanlar arasında mer'i ve muteber ve mütedavil olan. |
çariçe |
(Slavca) Rus İmparatoriçesinin nâmı. |
carif |
Yıkıp harap etmek. |
carih |
Yaralayan. Yara açan. * Cerheden, çürüten. * Avcı hayvan. |
cariha |
(Müe.) Yaralayan. * Kol, ayak gibi her bir vücud azâsı. |
carim |
Cürüm ve kabahat sahibi. Suçlu. * Ailesinin maişetini kazanan. * Kesen. * Hurma toplayan. |
carin |
Aşınmış ve eskimiş bez.* Belirsiz yol. * Yılan yavrusu. |
caris |
Yaygaracı, geveze, terbiyesiz, güldürücü. Çala çaldıran. |
çariyar |
(Bak: Çaryâr) |
cariye |
Geçer olan, akıcı olan. Seyreden giden. * Güneş, şems. * Gemi. * Cenab-ı Hakk'ın in'âm eylediği rızık ve nimet. * Genç ve iyi hizmet eden kadın. Muharebede İslâm düşmanlarından More… |
çark |
f. (Çarh-Çerh) Dönen pervaneli tekerlek. * Vapur, değirmen ve dolap çarkı. * Bir makinenin dönen tekerleği, çok zaman bu tekerlek makineyi çalıştırır. Her çeşit tekerlekli makine. * Dönerek More… |
çarmih |
'f. (Çar: Dört; Mıh: Çivi) Salib. Suçluyu haça germek için kurulmuş, haç şeklinde darağacı. * Geminin direkleri başından aşağıya inen kalın ipler.' |
çarpa |
f. Eşek, deve, koyun v.s. gibi dört ayaklı hayvanlar. |
carr |
Çeken, çekici. Sürükleyici. * Harf-ı cer. |
carre |
Komşu kadını. * Yularından çekilen deve. |
çarşaf |
Yatağın üstüne serilen veya yorgana kaplanan bez örtü. * Kadınların kullandığı baştan örtülen, pelerinli eteklikli sokak elbisesi. |
carşeb |
f. Çarşaf, cilbab. |
çarsu |
f. Dört taraf. Dört tarafı olan şey. * Çarşı, pazar. |
çarta(re) |
f. Dünya, âlem, küre-i arz. * Dört unsur. * Dört teli olan kemençe. |
carû(b) |
f. Süpürge. |
çârub |
f. Süpürge. |
cârûb-zen |
f. Süpürücü, çöpçü. |
çârub-zen |
f. Süpürücü. |
carud |
Nasrani rüesasından olup Şam'ın da reislerindendi. Kitablarında Hz. Peygamber'in (A.S.M.) vasıflarını görüp imân edenlerdendir. Asr-ı Saâdetten önce yaşamıştır. |
çaruğ |
f. Çarık. |
çarüm |
f. Dördüncü. |
carûr |
Sel arkı. |
carûre |
Kapı ökçesinin yeri. |
çaş |
f. Tahıl yığını, hububat. |
caselik |
Katolik. Başpiskopos, başpapaz, büyük papaz, patrik. |
casim |
Şam diyarında bir köyün adı. |
casir |
(Cesaret. den) Cesaret eden, cesur, cesaretli. |
caşiriyye |
Kuşluk vakti yenen yemek. Kuşluk yemeği. |
çaşit |
Casus. |
casiye |
Diz çökmüş.* Topluluk, cemaat. * Yığın, taş yığını. |
câsiye suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 45. sûresi olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur. Şeriat, Dehir Suresi de denir. |
caslik |
(Cesâlik) Nasrâniler hakîmi. * Çokluk, kesret. |
çaşni |
Çeşni, lezzet, tad. Yemeğin tadına bakmak için ağza alınan miktar, tadımlık. |
cass |
Alçı taşı. * Kireç. |
cassas |
Sıvacı, kireççi. |
cast |
f. Üzüm teknesi. Üzümün sıkıldığı yer. |
çaşt |
f. Kuşluk yemeği. * Kuşluk vakti. |
casûm |
Korkulu rü'ya, kâbus. |
casus |
(C.: Cevâsis) Hafiye. Gizli sırları haber veren. Kendi asıl şahsiyetini gizleyip, kendini iyi şahsiyet şeklinde göstererek ve gizli yollarla bir devletin askeri, siyasi ve mâli durumlarına More… |
caub |
Kısa adam. |
çavele |
f. Güzel renkli bir cins gül. * Eğri büğrü, yamuk. |
cavers |
Buğdaylar arasında biten bir cins sarı darı. |
câvid |
(Câvidân, câvidâne, câvidânî) f. Sermedî, sonu olmayan, sonsuz, dâimî, lâyemut. |
câvidâne |
f. Câvidân, ebedi, sonsuza âit, sonsuza müteallik. |
cây |
f. Yer, makam, mevki. |
cay-baş |
f. İkâmet yeri, oda, ev. Yurt, mekân, mesken. |
cay-gâh |
f. Mevki, makam, rütbe. * Yer, mekân. |
cay-gir |
f. Yerleşen, yer tutan, yerleşmiş. |
cay-mend |
f. Yerinden kalkmayan, üşenen, tenbel. Rahatını bozmayan. |
cay-nişin |
f. Yer tutan. Birinin yerine geçen. |
cayi' |
'(C.: Ciya') Aç, acıkmış; aç olan.' |
cayid |
Cömert, sahi. |
cayîfe |
Karın içine geçmiş olan yara. |
cayiha |
Şiddet. * Kıtlık. * Yemişe gelen âfet. |
cayir |
Cevir ve cefâ eden. Eziyet veren. |
caymak |
t. Vazgeçmek. Sözünden dönmek. |
cazgir |
Yağlı güreşlerde pehlivanları seyircilere takdim edip dualarını okuyarak onları meydana çıkaran kimse. |
cazi |
Ayaklarını dikip parmakları üzerine oturan kişi. |
cazi' |
Üzüm çardağının üzerinde enine konulan, üzerine de üzüm çubukları serilen ağaç. |
cazib |
Çekici, cazibeli. * Hoş görünüşlü olup dikkati çeken. |
cazibe |
Çekme kuvveti. * Mc: Letafet zamanı. Hüsn-ü cemal. |
cazibe kanunu |
'Madde âleminde geçerli olan Cenab-ı Hakk'ın tekvini bir kanunudur. Bu kanuna göre iki madde birbirini aralarındaki mesafe ile ters orantılı; kütle ve miktarlarıyla orantılı olarak More… |
cazibedar |
f. Çekici, câzibeli. |
cazim |
Kat'i karar veren. * Gr: Cezmedici, cezmeden. Arabça bir kelimenin başına gelen bazı harfler o kelimenin sonunu sâkin okutur, o harfe de 'câzim' denir. Meselâ 'Lem More… |
caziye |
Doğurduktan sonra sütü azalmaya başlayan hayvan. |
cazû |
f. Cadı. Büyücü, sihirbaz. |
cazz |
Semiz,iri gövdeli adam. |
çe |
f. Küçültme edatı olap bu mânâ ile Farsça isimlere eklenir. ◊ (Bak: Çi) |
ce'b |
Kesbetmek, elde etmek, kazanmak. * Yaban eşeğinin büyüğü. * Kırmızı toprak boya. * Göbek. |
ce'cee |
Geri durdurmak. * Deveyi suya çağırmak. * Eşek boncuğu denilen bir boncuk. |
ce'f |
Düşmek. |
ce'r (cuâr) |
Tazarru etmek, yalvarmak. * Çağırmak. |
ce's |
Korkutmak, tahvif. |
ce've |
(C.: Cââ-Cevâ) Çömlek. * Örtü. |
ce'vet |
Kıtlık. * Bir şeyin üzerine örtülen. * Üzerine tencere konulan örtü. * Çömlek. |
ce'y |
Isırmak. |
ceb' |
(C.: Cebeât) Kızıl mantar.* (C.: Ecbu) Nakir dedikleri ağzı dar kap ki, içine su koyarlar. * Tehir etmek, sonraya bırakmak. |
cebabire |
Cebrediciler. Mütekebbirler. Zâlimler. |
cebae |
Üstünde birşey düzeltilen ağaç. |
ceban |
Korkak, ürkek. |
cebanet |
Korkaklık, ürkeklik. Korkulmayacak şeylerden bile korkmak. (Bak: Sırat-ı müstakim) |
cebb |
Bir kimsenin zekerini ve hayasını kesip hadım etmek. * Devenin hörgücünü kesmek.* Kökünden kesmek. |
cebban |
(C.: Cebâbin) Peynirci. |
cebban(e) |
Sahrâ. Bayram namazını kılacak yer. * Mezarlık. |
cebbar |
'(Sıfat-ı İlahiyedendir) İstediğini mutlak yapan, dilediğine muktedir olan. Büyüklük, azamet ve kudret sahibi. İmar eden Cenab-ı Hak. Kullarını ıslah edip tevbeye götüren Allah Teâlâ More… |
cebbarane |
Cebbarcasına. Cebbar olana yakışacak tarzda. |
cebbarî |
Cebbara mensub, cebbarlık, cebredicilik. Cebbarlık eden. |
cebceb |
Çok hasta deve yavrusu. |
cebe |
Zincir veya halkadan örme zırh. Cevşen. |
cebe' |
Kuyu içinden çıkan toprak ki, etrafına öbek öbek dökerler. |
cebe-pûş |
f. Zırh giyen. |
cebeci |
f. Eski Osmanlı İmparatorluğunun ordusunun zırhlı sınıfına mensub nefer. |
cebel |
Dağ, yüksek tepe. * Mc: Bir kavmin meşhuru ve büyüğü, âlim ve fâzıl kimse. |
cebelistan |
f. Dağlık, dağlık yer. |
ceberut |
Azametin daha dâimîsi ve bâtınîsi. Büyüklük. Hâkimlik. Kudret, celadet. Fart-ı kibir ve azamet. |
cebha' |
Büyük alınlı kadın. |
cebhane |
f. Barut, kurşun, gülle, top, tüfek ve benzerleri gibi levazımat-ı harbiye ve bunların bulunduğu yer. |
cebhe |
Yüz, ön taraf. Harp sahası. Muharebe edilen yer. * Alın. * Bir binanın veya o cinsten bir şeyin ön tarafı. * Gökteki ayın menzillerinden birisinin ismi olup arslan suretinin cephesidir, dört More… |
cebin |
(Cebân) Korkak. Cesaretsiz. * Alın. |
cebin-sâ(y) |
f. Alın sürücü, alın süren. |
cebir |
Zabtetmek. Zor. Kuvvet. * Bir şeyi ıslah ve tamir etmek, düzeltmek. * Bâtıl bir fırka. *Mat.: Harflerle yapılan hesab. * Tıb: Fevkalâde ameliyat, kırık kemiği sarıp bütünlemek. Kırık veya More… |
cebire |
Çıkık veya kırık olan bir uzva sarılan tahtalar. ◊ f. Halkın bir işe hazırlık yapması. |
cebl |
İhtira, ibda. Yoktan yaratma. |
cebrail |
(Cebril, Cibril) Cenab-ı Hakk'ın emirlerini Peygamberlere (A.S.) bildiren büyük melek. Peygamberimiz Resul-i Ekrem'e (A.S.M.) Kur'ân-ı Azimüşşân'ı vahiyle getiren melek More… |
cebre |
Kemik sarmakta kullanılan ağaç. * Tahta parçaları. |
cebren |
Zorla. Cebir ve kuvvet istimali ile. Kuvvet kullanarak. |
cebrî |
Zorla icra olunan, rızası olmadan zorla yaptırılan. * Cebriye fırkasından olan. |
cebriye |
Cüz'i irâdeyi inkâr edenlerin bâtıl mezhebi. |
cebub |
Sağlam yer. Muhkem. * Yeryüzü. * Katı ve galiz yer. |
cebz |
Çekmek, cezb. |
çeç |
f. Hububat elenen kalbur. * Harman savurmakta kullanılan yaba. |
çeçek |
f. Gül. Çiçek. * Gönül. * Çiçek hastalığı. * Vücutda çıkan ben. |
ced' |
Burun, kulak, el kesmek. * Hapsetmek. |
ced'a |
Kestikten sonra geri kalan nesne. * Hapsetmek. |
ceda |
Bol yağmur, rahmet. * Hediye, ihsan. İn'âm. * Avantaj, kazanç. |
ceda' |
Kıtlık ve şiddet senesi. |
cedale(t) |
Yer. Arz. Dünya. * Hurma koruğu, ham hurma. |
cedavi |
f. Hizmetçi aylığı. |
cedavil |
(Cedvel. C.) Cedveller. * Su yolları. * Listeler. |
cedaye |
Geyik. |
cedb |
Kısırlık. * Kusur. |
cedced |
Pek düz yer. |
cedd |
Babanın babası veya ananın babası. * Büyüklük, azimlik. * Kat'edip geçmek. * Tâli'li olmak. * Kesmek. |
cedda' |
Küçük memeli kadın. * Susuz çöl. |
ceddat |
(Cedde. C.) Nineler. Büyük anneler, anneanneler, babaanneler. |
cedde |
(C.: Ceddât) Büyük vâlide. Annâne, nine. * Yeni olmak. |
ceded |
Yassı, düz yer. |
cedef |
(C.: Ecdâf) Makbere, kabir, mezar. * Yemen diyarından gelir bir otun adı. (Bir kimse bu otu yese su içmeye muhtaç olmaz.) |
cedel |
Konuşmada kavga etme. Niza. Hakkı bulmak için olmayıp, galib görünmek için çekişme. (Diyalektik) * Man: Meşhur veya müsellem mukaddemelerden terekküb eden kıyastır. |
cedel-gâh |
f. Çekişme yeri. * Mc: Dünya. |
cedelî |
Tartışmaya, münakaşaya ait. Münakaşacı. Tartışmacı. |
cedeme |
(C.: Cüdem) Yaramaz dişi koyun. * Kısa boylu erkek. |
cederî |
Vücutta çıkan çiçek hastalığı. |
cedes |
Kabir, mezar. |
cedgare |
f. Reyler, tedbirler, çeşit çeşit yol. |
cedh |
Bir şeyi başka bir şeyle karıştırmak. * Sütü su ile karıştırmak. |
cedi |
Güneş medarının oniki burcundan birisi. Oğlak burcu. (Güneşin cenuba doğru inişinin en aşağı derecesini bildirir.) * Keçinin erkek yavrusu, erkek oğlak. |
cedib |
Kıtlık olan yer. |
cedid |
Yeni, kullanılmamış. |
cedidan |
Gece ile gündüz. * Yenilenen iki şey. Yenilenenler. |
cedil |
Devenin boynuna taktıkları ip. |
cedile |
Kabile. * Nâhiye. * Kuş kafesi. |
cedir |
Lâyık, münasib, uygun. * Nihâyet, son. * Etrafı duvarlı yer. |
cediyye |
(C.: Cedâyâ) Gövdeye yapışan kan. |
cedl |
Yaratmak, halk. * Kuvvet. * Sağlam bükmek. * Azâ, organ, uzuv. |
cedr |
(Cidr) Duvar. Hâil, perde, zar. * Bir ot adı. |
cedûd |
(C.: Cedâyid-Cüdüd) Sütü çekilmiş koyun. |
cedva |
Bol yağmur, rahmet. * Armağan hediye. |
cedvar |
Nebâtattan zerâvende benzer bir ottur ve mâcun yapılır. |
cedvel |
Liste. * Su kanalı. Kanal. * Doğru, düz çizgiler çizmeğe mahsus âlet. |
cedy |
(C.: Cidâ-Ecd) Oğlak. * Burç adı. |
cedye |
(C. Cedâyât) Eyer altına konulan keçe. |
ceey |
Su içmesi için deveyi çağırmak. |
cef' |
Kenara çerçöp atmak. * Zâyi ve bâtıl olmak. * Koparmak. * Bir kabı eğip içindekini dökmek. |
cefa |
Eziyet. Sıkıntı. Zulüm. * Bir şey yerinde durmayıp bir tarafa ayrılmak. |
cefa ender cefa |
Cefa içinde cefa. Azab içinde azab veya ayrılık. |
cefa-dide |
f. Cefa çekmiş, cefa görmüş. |
cefa-keş |
f. Eziyete dayanan, cefa çeken, acıya katlanan. |
cefa-pişe |
f. Gaddar, cebbar, zâlim. * Sevgili, mâşuk, sevilen. |
cefaf |
Kuru olma, kuruma. |
cefakar |
f. Eziyet eden, cefa eden. * Halk arasında: Eziyet çeken, cefa çekmiş mânalarında da kullanılır. |
cefale |
İnsan topluluğu. |
cefaset |
Hazımsızlık ıztırabı, sindirim zorluğu. |
cefcaf |
f. Hayâsız, ahlâksız kadın. |
cefcef |
Yüce, yüksek yer. * Katı yel. |
ceff |
Kurumak. |
ceffah |
Mütekebbir kimse, gururlu kişi. |
ceffar |
(Cefr. den) Cifirci. Cifir yapan kimse. |
ceffe |
Kalabalık, kütle. * Kalabalığın verdiği uğultu. |
ceffet |
Cemaat, topluluk, çok adet. |
cefh |
Fahirlenmek, mütekebbirlenmek, gururlanmak, kibirlenmek. |
cefif |
Kuru, kurumuş. |
cefir |
Ok koyulan kap, mahfaza. |
cefl |
Yağmuru yağmış bulut. |
cefla |
Umumi ziyafet. |
cefn |
Göz kapağı. * Asma çubuğu. * Bıçak ve kılıç kını. |
cefnak |
Gözleri büyük, rengi sarıya yakın bir kuşun adı. |
cefne |
(C.: Cifân) Su kabı, tekne, teşt. Büyük çanak. |
cefr |
Dört aylık keçi oğlağı. * Geniş ve örülmemiş kuyu. (Bak: Cifr) |
cefv |
Kaba muâmele. |
cefve |
Cefa, azar. |
cefvet |
Nezaketsizlik, kabalık, saygısızlık. |
çeh |
f. Kılıç, bıçak ve hançer gibi âletlerin kını, kılıfı. ◊ f. Kuyu, çukur. |
cehabize |
Hakikatlerden, gerçeklerden haberi olanlar. |
cehad |
Nimet az olmak. * Ot uzamayıp kalmak. * Su az olmak. ◊ Sağlam, katı yer. |
cehadet |
Tezlik, acelecilik. |
cehalet |
Bilmezlik, nâdanlık, ilimden ve her nevi müsbet mâlûmatdan habersiz olma. Cahillik. |
ceham |
Yağmur vermeyen bulut. |
cehamet (cühumet) |
Yüz pörtümek, donuk yüzlü olmak. |
cehan |
f. Cihân, dünya, küre-i arz, arz. * Sıçrayan, fırlayan, acele ve çabuk hareket eden. |
çehan |
f. Damlıyan, damlayıcı. |
çehâr |
f. Dört, erbaa. |
çehâr-deh |
f. Ondört. |
çehâr-gâne |
f. Dört unsur. |
çehâr-pâ |
f. Dört ayaklı hayvan. |
ceharet |
Sesin yüksek olması. Ses yüksekliği. |
çeharüm |
f. Dördüncü. |
cehbez |
(C.: Cehâbize) Basiretli, ileri görüşlü kimse. |
cehcehe |
Çağırmak. * Irak etmek, uzaklaştırmak. |
cehd |
Fazla çalışma. Güç ve kuvvetini sarfetme. İnsanın nefsine hâkim olması. * Azim, gayret, fedakârlık.* Takat. |
cehele |
(Cahil. C.) Câhiller. İlimden mahrum olanlar. Bilmeyenler. Nâdanlar. |
cehemiyye |
Cebriye'den Cehm bin Safvan mezhebi üzere 'Cennet ve Cehennem fânidir, iman mârifettir ve ikrar değildir' diyen bir tâife. |
cehende |
f. Fırlıyan, sıçrayan. * Sıçramış, fırlamış. |
cehende-gî |
f. Fırlayış, sıçrayış. |
cehennem |
'Allah yerine, tabiat, madde, sebepler vb. yaratılmış şeyleri ilâh kabul eden; Allah'a kul olacaklarına, arzularına ve heveslerine, başka insanlara ve mahlukata kul olanların More… |
cehennem-nümun |
f. Cehennem gibi çok azab verici. |
ceher |
Gündüzleyin bir şeyi görememek. (O kimseye 'echer' derler) |
cehir |
(Cehr. den) (C.: Cüherâ) Yüksek sesle, bağırarak ve açık olarak söylenen. * Güzel, dikkate değer. |
cehiş |
Halktan uzak olan. |
cehiz |
Karnından çocuk düşüren. |
cehl |
Câhillik, bilmemezlik, ilimden mahrum olmaklık, nâdanlık, tecrübesizlik, gençlik. |
cehlistan |
f. Cehâlet âlemi. Cahilliğin olduğu yer. |
cehr |
Görünmek, zâhir olmak. * Açıktan ve yüksek sesle olan söylemek veya okumak. * Tecvid'de: Harf hareke ile okunduğu zaman, mahreçte aralık kalmıyarak nefesin akmayıp, küllisi. |
cehre |
Açıkta ve belli olan şeyler. * Pamuk ve ipek sarılan masura. |
çehre |
f. Vech, yüz, surat. * Mc: Surat asmak, dargınlık. * Görünüş, şekil, zahir. |
çehre-nümud |
f.Yüzünü gösteren, yüz gösterici. |
çehre-perdaz |
f. Ressam. |
cehren |
Açıktan, alenen. |
cehret |
Görünmek, zahir olmak. |
cehreten |
Aşikâr sûrette, aleni bir şekilde, açıktan açığa. |
cehrî |
Aleni ve yüksek sesle vâki olan şey. |
cehş (cühüş) |
Medet edişmek. Başka kimseye sığınıp arkalanmak. |
cehûd |
Cıfıt, yahudi. |
cehûf |
Kuyudan suyu alıp yukarı çekmeye mahsus kova. |
cehûl |
Pek çok câhil. |
cehûlâne |
Pek câhilcesine. |
cehûş |
Oğlan, sabi. |
cehva' |
Açık. |
cehve |
İnsanın dübür yeri. |
cehvere |
Zâhir olmak, görünmek. |
cehyer |
Dişi ayı. |
cehzam |
Başı büyük, yuvarlak yüzlü kişi. * Esed, arslan. |
çek |
Çekoslovakya, Bohemya ahalisinden olan ve Çek'ce konuşan kavim ki, Osmanlı metinlerinde 'çeh' diye geçer. |
çekan |
f. Damlamış, damlıyan. |
çeki |
Odun gibi ağır cisimleri tartmada kullanılan 250 kiloluk ağırlık ölçüsü. |
çekide |
f. Gürz ve topuz gibi eski zamanlarda kullanılan savaş âletleri. * Damlamış. |
çekimser |
t. Taraf tutmayan. |
çekre |
f. Küçük su damlası. Su serpintisi. |
cel'ab |
Medine yakınında bir dağ. * Gözü çok iyi görmek. |
cel'abe |
Çok kuvvetli dişi deve. |
cel'ad |
Yoğun gövdeli şişman, kaba kimse. |
celâ |
Parlak, ruşen. Zâhir, açık. |
celâ' |
Gurbete düşmek, memleketinden ayrı olmak. Şehrinden ve meskeninden çıkmak. * Başkalarını çıkarmak. * Açık haber. * Ruşen olmak, parlamak. |
cela'la' |
Kirpi. |
celab |
f. Salkım küpe. |
celabib |
(Cilbâb. C.) Kadının bütün vücudunu örten ve dıştan giyilip bol olan çarşaf nevi. Yaşmaklar. Baş ve yüz örtüleri, ferâceler. (Bak: Tesettür) |
celacil |
(Cülcül. C.) Küçük çanlar, ufak çıngıraklar. |
celadet |
Yiğitlik. Bahadırlık. Kuvvet ve şiddetlilik. Muhkemlik. Salâbet, metânet. |
celafet |
Kabalık, yontulmamışlık. |
celah |
Başın iki tarafından saçın dökülmesi. * Devenin ağaç yemesi. |
celahiz |
Kaba, ağır. |
celail |
(Celile. C.) Celiller, büyük olanlar, yüceler. |
celal |
(Celâlet) Nihâyet derecede büyüklük. Azamet. Hiddetlilik, hışım. |
celalî |
Celal ismine dâir. İlâhi ve celale müteallik. Celal adlı kimselerle alâkalı olan. * Hicri XI. Asırdan önce Anadolu'da baş gösteren eşkiyaya verilen ad. * Sultan Celaleddin Melikşah More… |
celalli |
Çok çabuk kızan kimse. |
celaze |
Sazların perdeleri. |
celb |
Kendi tarafına çekmek. Çekmek, götürmek. |
celbiz |
f. Kement, ilmik. * Gammâz, koğucu, ara bozucu. |
celbname |
f. Mahkemeye çağırma kağıdı, celb kağıdı. |
celbû |
f. Nâneye benzer bir ot, sebze. |
celbûb |
f. Sarmaşık (bitkisi.) |
celca' |
Boynuzsuz koyun. |
celcele |
Çan sesi. * Gök gürültüsü. * Depretmek. * Gitmek. |
celcelutiye |
'Peygamberimizin Resul-i Ekremin (A.S.M.) derslerine istinâden, aslı cifir ve ebced hesâbı ile alâkalı olarak Hz. Ali (R.A.) tarafından te'lif edilen Süryânice bir kasidedir. Esas More… |
celd |
Lügat mânası, deri üzerine vurmaktır. * Fık: Muhsen olmayan mükellef zâni veya zâniyenin muayyen uzuvlarına vech-i mahsus üzere değnek veya kamçı ile vurmaktır. Bu ceza, mücrimin cildi yani More… |
celda |
Sür'at. Çabukluk. * şecaat. |
celde |
Fık: Suç işleyen birisine kamçı veya değnekle bir vuruş. |
cele |
Başın ön tarafının saçı dökülmek. |
çele-çepe |
f. Sağa sola. |
celeb |
Kesilecek hayvanları ve bilhassa koyun sürüsünü celbederek kasaplara satan tacir. * Tar: İstanbul sarayında ilk işe başlamış olan acemi. ◊ f. Fahişe. Orospu. * Çan. |
çelebi |
Efendi, kibar kimse. * Mevlâna postnişinine verilen ünvan. * Çelebi, Sultan Mehmed devrine kadar padişah oğullarına verilen ünvan idi. * Mevlânâ soyundan gelenlerle, mevlevilerin büyüklerine More… |
celece |
(C.: Cülec) Kafa, baş. |
celed |
Sütü ve yavrusu olmayan büyük deve. * Muhkem yer. * Samanla doldurulup anası önüne koyulan buzağı derisi. |
celef |
Yerden balçık küremek ve gidermek. |
celem |
Koyun kırkmakta kullanılan büyük makasın herbir yüzü. |
celenfea |
Şişman karınlı büyük deve. |
çelenk |
f. Eskiden kadınların süs için başlarına taktıkları mücevher veya madenlerden yapılmış sorguç. Halka şeklinde çiçek veya yapraklı dal demeti. |
celenza |
Arkası üstüne yatıp ayaklarını kaldıran kişi. |
celesat |
(Celse. C.) Meclisler, celseler. |
celevat |
(Cilve. C.) Cilveler. Hüsn-ü zuhûrlar. |
celevla' |
Mekân ismi. |
celh |
Doldurmak, dolu olmak. |
celhe |
(C.: Cülâhet) Gidermek. Yerinden ayırmak. * Nâhiye. |
celi |
Parlak, açık, âşikâr, meydanda. * Kur'an harfleri ile yazılan bir çeşit yazı. |
celib |
Satmak için bir yerden toplanılan şeyler. * Esir, köle, cariye. Satılık esir. |
celid |
Fazla celâdetli, bahadır. * Rutûbetli, kırağı, çiğ. * Buz. |
celil |
Celâlet ve celâdet sâhibi. Azîm, mertebesi yüksek. |
çelipa |
f. Haç, put, sanem. * Eğik ve kıvrık çizgi. |
celis |
Ekseri bir yerde oturan. Arkadaş. Birlikte oturan. ◊ Galiz, kaba nesne. Büyük ve sağlam olan şey. |
celiyyat |
(Celi. C.) Aşikâr, açık, aleni, meydandaki şeyler. |
cell |
(C.: Cülûl) Yerden birşey toplamak. * Gemi yelkeni.* Yaşlı olmak. * Kadr ve mertebesi büyük olmak. * Celil, büyük, ulu. |
cellad |
İdama mahkûm olanları idam etmeğe vazifeli olan adam. * Mc: Merhametsiz. |
cellale |
Necaset yiyen sığır. |
celle |
Celil oldu, celil olsun meâlinde ve Celle Celâluhu diye, Allah İsm-i Celali işitildiği veya anıldığı anda, tâzim makamında söylenir. ◊ Deve ve koyun tersi. * Az olarak insan More… |
celm |
Kesmek, kat'etmek. * Ululuk, büyüklük. |
celmed |
Kaya. Taş. |
celse |
Bir meclis veya mahkeme hey'etinin toplanmalarından tâtile kadar olan müzakere müddeti. |
celu |
f. Şakacı, lâtifeci kimse. * Kebap şişi. |
celvet |
Yerini, yurdunu terketme. * Tas: Abdin fenâfillah olup halvetten ayrılması. |
celvetiye |
Eskiden mevcud bir tarikat ismi. |
celz |
Seyretmek. |
cem |
Hükümdar, melik, şah. * Hz.Süleyman'ın (A.S.) nâmı. * İskender'in bir ismi. |
çem |
f. Naz ve eda ile salınarak yürüme. * Ziynetli, süslü, düzgün. * Cürüm, kabahat, suç. * Taam, yemek. * Mâna. * Kazanılmış, toplanılmış. |
cem' |
(C.: Cümu) Hurmanın iyi olmayanı. Farklı şeyleri bir yere getirmek mânasına mastar. * Az olarak cemaat için isim olur. * Toplama. Bir yere getirme, biriktirme. Yığma. * Gr: Arabçada (ve More… |
cem'an |
Bir yere toplamak suretiyle, toplanmış olarak. |
cem'are |
Galiz, kaba nesne. Yüksek taşlar. * Kabile ismi. * Küçük kuş. |
cem'î |
(Cem'. den) Cemiyete mahsus, cemiyetle alâkalı. |
cem'iyyat |
(Cemiyet. C.) Cemiyetler. |
cem'iyyet |
(Cemiyet) Topluluk, birlik. Hey'et. * Bir yere cem' olma. * Mânevi birlik teşkil eden cemaat. |
cem'iyyetgâh |
f. Toplantı yeri, toplanılacak yer. |
cemaat |
Topluluk. Bir yere toplanmış insanlar. Takım, bölük. * Fık: Bir imama uyup namaz kılan müslümanların heyeti. Bir mezhebe tâbi bir heyet teşkil eden ahali. * Aralarındaki münasebetleri din, More… |
cemad |
Cansız ve kurumuş olmak. * Yağmur yağmayan yer. * Sütü olmayan deve. * Donmuş, katı cisim. |
cemadat |
Katı cisimler, cansızlar. |
cemadî |
f. Ruhu olmayan, cansız madde. Câmid cisim. |
cemaet |
Her nesnenin şahsı ve cüssesi. |
cemahir |
(Cumhur. C.) Cumhuriyetler. |
cemal |
Yüz güzelliği. Fertteki güzellik. * Cenâb-ı Hakk'ın lütuf ve ihsânı ile tecellisi. * Hak ile söylenen doğru söz. * Hüsün. |
cemalullah |
Allah'ın cemâli.CEMAM: Rahat olmak. Dinlenip yorgunluğu gidermek. İstirahat etmek. |
cemamih (cemûh) |
Başı sert, yavuz at. |
cemaş |
Kadın ile oynaşan kişi. |
cemaziyel ahir |
Arabi ayların altıncısıdır. (Arabi aylar: Muharrem, Safer, Rabiyy-ül-evvel, Rabiyy-ül-âhir, Cemaziyel-evvel, Cemaziyel-ahir, Receb, şaban, Ramazan, şevval, Zilkade, Zilhicce'dir) |
cemaziyel evvel |
Arabi ayların beşincisidir. * Bir kişinin mazisi, geçmişi. |
çember |
(Bak: Çenber) |
cemceme |
Sözü gizli söyleme, harfleri tâne tâne söyleyip açık beyan edememe. |
cemd |
Donmak. |
cemder |
f. Bir cins bıçak veya kama. |
cemed |
Dondurmak. * Buz, kar. |
cemedî |
(Cemed. den) Buz gibi, çok soğuk, bârid. |
cemel |
Erkek deve. İbil. |
cemen |
f. Çardak. |
çemen |
Yeşil ve kısa otlarla kaplı yer, çimen. Ağaç ve çiçekleri olan yeşillik, çayır. * Pastırmaya konulan bir çeşit ot. |
çemenistan |
f. Bahçe, çimenlik. |
çemenzar |
f. Yeşillik, çayır. |
cemerat |
(Cemre. C.) Cemreler. Şubat ayında azar azar artan sıcaklıklar. |
cemh |
Sür'at yapmak, hız yapmak. * Huruç etmek, çıkmak. ◊ Gururlanmak, kibirlenmek. |
cemi' |
Cümle, hep, bütün. * Gr: Çokluk bildiren kelime. Çoğul. |
cemian |
Bütün, hep. |
cemil |
Güzel. * Cenab-ı Hakk'ın isimlerinden biri. |
cemile |
Hoşa gitmek için yapılan hareket. |
cemilekâr |
f. İyilik sever, güzel ahlâk ve huy sâhibi olan. |
cemir |
Zaman, dehr. |
cemiş |
Saçı yolunmuş. * Ot bitmeyen yer. |
ceml |
Yağ eritmek. |
cemm |
Çokluk. Mecmu. * Kuyuda biriken su. * Hırs ve tama ile mal biriktirmek. |
cemma |
Boynuzsuz koyun. |
cemmal |
Deveci, deve süren, deve sürücüsü. |
cemmaz |
Hızlı giden. |
cemmaz-süvar |
f. Hızlı giden bineğe binen kimse. |
cemr |
İnsanların bir araya toplanması. * Atın sıçrayarak yürümesi. * Ateş ve küçük taş vermek. * Bir kimseyi def etmek, kovmak. |
cemra |
Kuvvetli dişi deve. |
cemre |
(C.: Cimâr) Şiddetli karanlık. * Ateşli kömür parçası, kor. * İlkbaharda suya, yere, havaya düştüğü söylenen sıcaklık. * Hacıların Mina Vâdisinde şeytan taşlamaları. |
cemreviyye |
Divân şairleri tarafından bayramlar, baharlar gibi cemre sebebiyle, muasır olan büyük makamlı ve rütbeli kişiler için yazılan şiirler. |
cemş |
Saçı yolmak veya traş etmek. * Gizli ses. * Parmaklarının uçları ile çekmek. * Gazel söylemek. * Oynaşmak. |
cemşasb |
f. Hz. Süleyman Peygamber. (A.S.) |
cemum |
Yorga at. * Yürürken eşinen at. |
cena |
Yemiş toplamak. * Cem'etmek, toplamak. |
cena' |
Arka yumruluğu. Kamburluk. |
cenab |
Büyüklük ifade etmek için, hürmet maksadı ile söylenir. Cenab-ı Hak, Cenab-ı Resül-i Kibriya (A.S.M.)... gibi. ◊ (C.: Ecnibe) Evin etrafı, çevresi. * Cânib. * Nâhiye. |
cenabet |
Pis. Gusletmesi lâzım gelen kimse. * Uzaklık. |
cenadif |
Şişman, kısa boylu kimse. |
cenah |
Kanat, taraf, kısım. |
cenaheyn |
(Cenah. dan) İki kanat, iki yan, iki cenah. * İki hususiyetli. |
cenaib |
(Cenayib) (Cenibe. C.) Yedek hayvanlar, yedek binekler. |
cenan |
Gönül. Ruh. Kalb. Can. |
cenanî |
Kalbe âit ve müteallik olan. Kalben duyulan. (Arabça müfred, birinci şahıs sigası ile 'kalbim' mânasınadır.) |
cenaze |
(C.: Cenâiz) İnsan ölüsü. |
cenb |
Yan taraf. Koltuk altının aşağısı. * Def'etmek, kovmak. * Müştak olmak. * Bir yere gitmek için bir yere inmek. * Birisinin sevdiğinden dolayı kararsız ve muztarib bulunmak. * Büyük ve More… |
çenber |
f. Daire, def ve kalbur gibi şeylerin tahtadan olan dairesi. * Fıçı ve tekerlek gibi şeylere takviye edip, dağılmalarını önlemek için etrafını çevirecek tarzda geçirilen demir veya tahta More… |
cenbî |
Yan tarafa âit. |
cenbiyye |
Arapların kullandıkları bir cins eğri kamadır ki, yan taraflarına takarlar. |
cencene |
Sözü burun içinden söylemek, genizden konuşmak. |
çend |
f. Kaç tâne? Ne kadar? * Birkaç. Üç-beş gibi adet. * Herhangi bir şeyin yüzde biri. |
çendan |
f. Gerçi, her ne kadar. O kadar. Pek o kadar. |
cendel |
Nehirlerde bulunan ve büyükçe olan kaya. |
cendere |
yun. Tazyik. Baskı, basınç. * Dar dere, boğaz. * Kalın oklava. * Çamaşır ütülemeye mahsus iki ağaç üstüvaneden ibaret alet. * Mc: Sıkı ve dar yer. |
çendî |
f. Bir müddet, biraz. |
çendin |
f. Kaç, kadar, ne kadar, bu kadar. |
ceneb |
Susuzluktan böğrü ciğere yapışmak. |
çeneb |
f. Sünnet. |
cenedil |
(C.: Cenâdil) Taşlı yer. * Yuvarlak taş. |
cenef |
Hata ve cehilden dolayı haktan meyletmek. * Zulmetmek. |
cenen |
Mezar, kabir.CENG (CENK): f. Top, tüfek ile harbetmek. Muharebe. Kavga. Harb. Savaş. |
çeng |
f. Pençe. * El. * Çalgı âletlerinden bir saz çeşidi. * Eğri büğrü. |
ceng-azmüde |
f. Savaş tecrübesi olan kişi. |
ceng-cû |
f. Kavgacı, dövüşçü, cenkçi. |
çengar |
f. Yengeç. * Bakır pasından yapılan yeşil boya. |
cengaver |
(C.: Cengâverân ) f. Cenkçi. Yiğit olan. Kahraman. İyi harbeden. |
cengel |
f. Orman. Ağaç topluluğu. |
çengel |
f. Pençe. * Bir şey asmağa yarayan alet. * Orman, ağaçlık yer. |
cengelistan |
f. Sık ağaçlık, orman, sazlık yer. |
çengi |
Zil ve kaşık vurarak oynayan dansöz ve rakkase ki, ekseriyetle çingene kızlarındandır. |
cengiz |
(Temuçin) Moğol Devleti'nin hükümdarlığını yapmıştır. İslâmî medeniyetleri ve kıymetleri tahribeden zâlim ve müstebid bir hükümdar olarak tarihe geçen bir kimsedir. Milâdi 1229'da More… |
cengiziyan |
f. Cengiz soyundan gelenler, bunlara tâbi olan kimseler. |
cenh |
Kuşun kanadını vurması. |
cenî |
Devşirilmiş, koparılmış olan. Meyve toplanması ve alınması. |
cenib |
Garip. * Hurmanın iyisi. |
cenibe |
(C.: Cenâib) Yedek hayvanı. |
cenin |
(Cenne. den) Ana karnındaki harekete başlıyan çocuk. * Gizli ve mestur, saklı olan şey. |
ceniver |
f. Sırat köprüsü. |
cenk |
(Bak: Ceng) |
cenn |
(Cünün) Bir şeyi setretmek, gizlemek. * Ana karnındaki cenin, gizli olmak. |
cennân |
Bahçıvan. |
cennât |
(Cennet. C.) Cennetler. |
cennetmekân |
Yeri cennet olası, makamı cennet olan meâlinde olup, vefat eden makbul ve sâlih kimselere hürmeten söylenir. |
cennur |
Arpa ve buğday döğdükleri yer. |
centilmen |
ing. Kibar erkek, çelebi, görgülü kişi. |
cenub |
Güney. Şimalin zıddı olan taraf. |
cenubî |
Cenuba âit, güney tarafında, cenûba dair ve müteallik. |
çep |
f. Sol, yanlış, falso. |
çep şüden |
f. Solak olmak. * Mc: Doğruluktan yüz çevirmek. |
çep ü rast |
Sağ ve sol. |
çep-endaz |
f. Hileci,hilekâr, hile yapan kişi. |
çepel |
Kirli, bulaşık, karışık, çamurlu. |
çeper |
Cidar, duvar. |
cephane |
(Aslı: Cebehane'dir) Barut vesair yanıcı maddelerin konulup, muhafaza edildiği yer. * Yanıcı maddeler levazımı. |
cer |
f. Yarık, çatlak. |
cer' |
Suyu yudumlayarak içme. |
cer'a |
Kumlu, otsuz yer. |
çera |
f. Niçin, niye böyle? * Mer'a. Otlak. |
cera' |
Suyu sora sora içmek. |
cera'kuk (cera'kik) |
Ekşi yoğurt. |
çera-zar |
f. Otlak, çayır. |
cerab |
Torba, dağarcık. |
cerad |
Çekirge. * Mc: Yağmacılar gürûhu. |
cerade |
(C.: Cerâd) Çekirge. |
çerag |
f. Işık. kandil. Lâmba. Mum. * Kutlu, mutlu. * Otlak. Mer'a. * Otlama. * Tekaüd. * Talebe. |
çerag-çeşm |
f. Evlat, çocuk, veled, insan yavrusu. |
çeragan |
f. Etrafı aydınlatma, şenlik. Kandil donanması, çırağan. |
cerahat |
Yaradan akan irin. Yaralı vücudda toplanan kandaki küreyvât-ı beyzâdan (ak yuvarlardan) mürekkeb kan. Yaradan akan beyaz akıcı cisim. |
cerahor |
Tar: Osmanlılarda ordu hizmetlerinde kullanılan Hıristiyanlara verilen isim. |
ceraid |
(Ceride. C.) Cerideler. Gazeteler. |
ceraim |
(Cerime. C.) Cerimler, suçlar, kabahatlar, cinayetler. |
çerakise |
(Çerkes. C.) Çerkesler. Kafkasyada yerli bir kabilenin adı. |
ceram |
Hurma çekirdeği. * Kuru hurma. |
çeram |
f. Otlak. |
cerame |
Gövdeli olmak. Vücudu iri olmak. * Cesâmet. |
ceramika |
Musul yakınında Acem asıllı bir kavmin adı. |
ceraye |
Vakıf tarafından verilen erzak ve yiyecek. |
cerayet |
Câriyelik hâli. |
cerazet |
Oburluk. |
çerb |
f. Besili, semiz, yağlı. * Muvafık, münasib, uygun. * Temayüz, imtiyaz. Diğerlerinden fazla ve üstün olma. |
çerb-ahur |
f. İçinde yemi bol olan ahır. * Bolluk içinde yaşıyan kimse. |
çerb-dest |
f. Eli işe yatkın. Sür'atli, eli çabuk. |
çerb-pehlu |
f. Besili, semiz, gövdeli, yağlı. |
cerba |
Uyuz kadın. |
cerban |
Uyuz hastalığına tutulmuş olan, uyuz. |
cerbeya |
Mağrib ile şimâl arasında esen yel. |
cerbeze |
Aldatıcı sözlerle kurnazlık etme. Fazla sözlerle aldatıcılık. Haklı ve haksız sözlerle hakikatı gizleme. |
çerbî |
f. Tatlılık, yumuşaklık. |
cerbiyye |
Uyuz böcekleri. |
cercar |
Yaban maydanozu. |
cercer |
(C.: Cerâcir) Kağnı. |
cercere |
Deve sesi. |
cercis |
(A.S.) - (Circis) Taberi tarihine göre İsâ Aleyhisselâmdan sonra gelmiş ve Filistinde yaşamış ve onun şeriatı ile amel etmiş olan bir peygamberdir. |
cerd |
Elbisesini çıkarma, elbisesinden soyma, çıplak hâle getirme. * Ot ve ağaç yetişmeyen yer. |
cerda |
Mahrum, çıplak. * Tüysüz, dazlak. * Çorak, verimsiz toprak, arazi. * Karıştırılmamış. |
cerdahl |
Büyük gövdeli deve. * İnsanların her işine itiraz eden. |
cerdak(a) |
(C.: Cerâdik) Yufka ekmeği. |
cerea |
(C.: Cere') Ot bitmeyen kumlu yer. |
cereb |
Uyuz hastalığı, uyuzluk. |
cereb-nak |
f. Uyuz hastalığına tutulmuş kimse, uyuz kişi. |
cerec |
Yüzüğün, parmağa geniş olması. * Taşlı, sert yer. * Muztarib. Iztırab ve acı çeken. |
cerece |
Büyük, geniş yol. * Ulu yol. |
cered |
f. Yaralı, mecrûh. ◊ Çıplak olma. |
ceref |
Bir kimsenin, kederden dolayı tükrüğünü yutkunup durması. |
cerem |
Ayrılmak. * Günâh. Cinâyet. * Hurma toplarken yere düşenleri yemek. |
cerenfeş |
Yanları etli ve büyük olan kişi. |
cereng |
f. Kılıç veya topuzun çarpmasından çıkan ses. Zil veya çan sesi. |
ceres |
Çan. * Zindan, hapis yeri. * Hayvanın boynuna asılan çıngırak. |
cereş |
Bir şeyi iri dövme, iri öğütme. |
çeres |
f. Zindan, hapishane. * Zulüm, işkence. * Mer'a, otlak. * Üzüm teknesi. |
ceres-dar |
f. Çıngırak taşıyan, çıngıraklı. |
cerevhak |
İplik yumağı. |
cereyân |
'Akma, akış, gidiş. Hareket. Akıntı. Gezme. Mürûr. Vuku, vâki olma. * Mc: Aynı fikir ve gaye etrafında toplananların meydana getirdikleri faaliyet ve hareket. Bu hareket; dinî, fikrî More… |
cerez |
Davarın art sinirinde olan bir hastalık. |
cerez (cürüz) |
Suyu kesik olan. * Otsuz yer. |
cerf |
Ahzetmek, almak. * Yıkmak, harap etmek. * Yerden bel veya kürekle bir şey atmak. |
cergand |
f. Bumbar dolması denen bir yemek çeşiti. * Işık. Işık konacak yer. |
cerge |
f. Bir mevki'de bulunan insan topluluğu. |
cerh |
Yara. * Baş ve yüzden başka uzuvlardan birisini yaralamak. * Bir kimseye söğmek. Taan etmek. Sözle gönül incitmek. * Birisinin fikrini çürütüp kabul etmemek. * Şahid, yalancı ve fâsık More… |
çerh |
f. Çark. Dolap. * Felek. Talih. * Dingil üzerine dönen. * Gök. * Def. * Zenberek. * Mancınık. * Elbise yakası. * Ok yayı. * Çakır gözlü doğan kuşu. |
cerha |
Yaralı, yaralanmış. |
cerhetmek |
Yaralamak. Herhangi bir meseleyi hak ve hakikatle çürütmek. Yanlış veya yalanını bulup hurafe ve bâtıl olduğunu isbât edip herhangi bir kimsenin veya cereyanın fikrini kabul etmemek. |
çerhiden |
f. Kendi etrafında dönmek. |
ceri' |
(Cür'et. den) Cesur, yiğit, delikanlı, gözü pek, cesaretli, yılmayan. |
cerib |
İmparatorluk zamanında Arabistan ülkelerinde kullanılan takriben 216 litrelik bir hacim ölçüsü. * Dönüm. * Eni ve boyu 60 arşın olan arazi ölçüsü. ◊ Uyuz hastalığına tutulan. More… |
cerid |
(C.: Cerâyid) Hurma budağı. * Yaprağı dökülmüş olan hurma ağacı. |
cerid(e) |
Çorak ve verimsiz yer. |
ceride |
Gazete. * Resmi dâirenin büyük hesablarının kaydedildiği defter. ◊ f. Yalnız, tenhâ. |
cerih |
(Cerh. den) Mecruh. Yaralanmış, yaralı. |
ceriha |
Yara. Çürüklük. |
ceriha-dâr |
f. Cerihalı, yaralı. |
cerim |
Kabahatli, câni, suç işlemiş. * (C.: Cirâm) Kuru hurma. * Hurma çekirdeği. |
cerime |
Suçludan alınan para cezası, cereme. * Günah, zenb, suç. |
cerin |
(C.: Ecrân-Ecrine-Cürün) Hurma kurutma yeri. |
cerir |
(C.: Cürür) Devenin boynuna taktıkları ip. |
cerire |
Kabahat, suç. |
ceriş |
İri bulgur. * İri dövülmüş tuz. |
ceriz |
Tasalı kimse. Hüzünlü, kederli olan kişi. |
çerkes |
Kafkas kavimlerinden biri. * Bu kavme mensub olan kimse. |
cerm |
(C.: Cürüm) Bir cins Arap sandalı. * Kat'. Kesme. * Günahkâr olma, günah işleme. * Koyun kırkma. * Sıcak, sıcaklık. |
çerm |
f. Hayvan ve insan derisi. Post. |
cermen |
Germen, Alman. |
cermüze |
f. Sefer ve misafirlik. |
cerr |
Kendine doğru çekmek. Çekmek. Cezb. * Para almak. * Uçurum. * Kale hendeği. |
cerrah |
Yarayı açıp tedavi eden, ameliyat yapan. Operatör. |
cerrahhâne |
Osmanlılarda ordu için cerrah yetiştiren müessese. Yüksek dereceli okul. |
cerrahî |
Tıpta operatörlük. * Ameliyatla ilgili. |
cerrar |
Cer yapan, para toplayan. * Yavaş yavaş giden asker alayı veya ordusu. Harp âletleri ile cihazlanmış ordu. * Desti satıcısı. * Ağır ağır giden. * Traktör. |
cerrare |
Sarı renkte küçük ve zehirli akrep. |
cerre |
(C.: Cürr-Cirar) Topraktan yapılan desti ve bardak. * Ağaçtan yaptıkları su kabı. |
cerre çikma |
Eski zamanda medrese talebelerinin, mübarek üç aylar olan Receb, Şaban ve Ramazanda köylere dağılıp halka, ahaliye dini nasihatlarda bulunmak, namaz kıldırmak veya müezzinlik etmek suretiyle More… |
cerş |
Bir şeyin kabuğunu soyma, bir şeyi kazıma. |
cers (cirs) |
Gizli ses. * Arının ağaçtan ve çiçeklerden emmesi. * Bir miktar zaman. |
cerur |
Çok miktar yemek. |
ceruz |
Obur, çok yiyen. |
cerv |
Küçük meyve. * Vahşi hayvan yavrusu. Enik. |
cervel |
Taş. |
cery |
Suyun ve diğer sıvıların akması. Cereyan. |
cerz |
Kat', kesme. * Yok etme, mevcudiyetini kaldırma. * Katletme, öldürme. |
cerze |
(C.: Cürüz) Yaş ot bağı. |
ceş |
f. Mavi boncuk. |
çeş |
f. 'Deneyen, sınayan, tadına bakan' mânâsına gelerek kelimelere eklenir. |
cesa |
Bir kimsenin elinin, çalışmaktan dolayı iri ve katı olması. |
ceşa' |
Çok hırslı olmak. |
cesale |
Çokluk, kesret. |
cesamet |
İrilik. Büyük olma, cesim olma. |
çeşan |
f. Topuz, gürz. |
cesaret |
Cesurluk, yiğitlik, korkusuzluk. |
cesaset |
Tecessüs, casusluk. Merak. |
cescas |
Kılı çok olan. * Bir otun adı. |
cesed |
Ten, gövde, vücut, beden. Ruhsuz vücud. |
çeşende |
f. Tadıcı, tadan, tadına bakan. |
ceşer |
Davarı otlamaya çıkarmak. |
ceşib |
Kaba ve galiz nesne. |
çeşide |
f. Tadmış. Tadılmış olan. |
çeşiden |
f. Lezzetine bakmak. Tadmak. |
cesim |
İri vücudlu. * Kebir. Ehemmiyetli. Büyük. |
ceşir |
Büyük çuval. * Ev önünde davar yürüyecek yer. ◊ Kir. |
ceşiş |
Bulgur. |
cesis(e) |
Hurma ağacının yeni çıkan budağı. (Fesîl-ün-nahl derler). |
ceşişe |
Bulgur yemeği. |
cesk |
f. Mihnet, keder, elem, gam, tasa. * Musibet, belâ, âfet, felâket. |
cesl |
Kıllı kimse. * Çok nesne, kesir. |
cesle |
Kara karınca. |
cesm |
Devam etmek, mülâzemet. |
ceşm |
Meşakkatli iş buyurmak, zor bir iş söylemek. |
çeşm |
f. Göz. Ayn. Dide. |
çeşm-aşina |
f. Göz aşinalığı olan, tanıdık. |
çeşm-aviz |
f. Yüz örtüsü, peçe. |
çeşm-dar |
f. Bekliyen, gözliyen. |
çeşm-deride |
f. Sıkılmaz, utanmaz, arsız. |
çeşman |
(Çeşm. C.) Çeşmler, gözler. |
ceşn |
f. Ziyafet, şölen. * Îd, bayram. |
çeşn |
(Çeşen) f. Bayram, îd. * Düğün. * Ziyafet, şölen. |
çespan |
Lâyık, uygun, münasib, muvafık, yakışır. |
çespide |
f. Lâyık, uygun münasib, muvafık, yakışır. |
cesr(e) |
Büyük deve. |
cess |
Koparmak. * Bal mumu. * İçinde arının kanadı ve gövdesi karışmış olan şey. ◊ Araştırma, tahkik etme, soruşturma. * El ile yoklama. * Yapışmak. |
ceşş |
Dövmek. * Kırmak. * Vurmak, darp. * Bir nesneyi pâk etmek, temizlemek. |
cessame |
Sefer yapmamış kişi. Seyahat etmemiş kimse. |
cessas |
Gizli şeyleri araştıran, gizli şeylere merak eden. Tecessüs sâhibi. ◊ Kireç ile bina yapan. Badanacı. |
cessase |
Kruvazör, harp gemisi. |
cest |
f. Sıçrayış, atlayış. |
cestan |
f. Atlıyan, sıçrayan. |
ceste |
f. Azar azar, bir parça. * Sıçrayış, atlayış. Hatve. |
ceste ceste |
Azar azar, parça parça, kısım kısım. |
cesten |
f. Atlamak, sıçramak. Kaçmak, kurtulmak. Atılmak. |
cesur(e) |
(Cesâret. den) Cesaretli, yiğit. |
cesurâne |
f. Yiğitçesine, cesaretli olarak, yüreklice, cesaretle. |
çete |
Bölük, birlik, takım. Bir reisin idaresi altında bulunan birlik. * Asker bölüğü, müfreze. * Çapulcu ve akıncı takımı. |
çetin |
Sert. * İnatçı, dik başlı. * Zor, güç. |
çetr |
f. Gece. * Gölgelik, çadır, şemsiye. |
çetu |
f. Perde, örtü. |
çetuk |
f. Serçe kuşu. |
cev |
f. Arpa. |
cev'a |
Bir kere acıkmak. |
cev'an |
(Cu'. dan) Acıkmış, aç, midesi boş. |
cev-be-cev |
f. Azar azar. |
ceva' |
Geniş. * Hasta. * Kokmuş su. * Aşktan, gamdan veya tasadan dolayı kalbin yanması. |
cevab |
Sorulan şeye söz veya yazıyla verilen karşılık. * Kabul etmemek. Reddetmek. * (Câbiye. C.) Havuzlar. |
cevabat |
(Cevâb. C.) Cevablar. Sorulan sorulara verilen karşılıklar. Mukabil sözler. |
cevaben |
Karşılık ve cevap olarak. |
cevabî |
Karşılık, cevap. * (Câbi. C.) Tahsildarlar, câbiler. |
cevad |
(Cevvad) Çok çok ihsan eden. Çok cömert. |
cevadd |
(Câdde. C.) Caddeler, büyük ve işler yollar, tarikler. |
cevahir |
(Cevher. C.) Cevherler. Çok kıymet verilen ve az bulunan şeyler, çok kıymetli mâden veya taşlar. * Mc: Çok kıymetli söz veya faydalı yazılar. |
cevaib |
Halk arasında gezen haberler. |
cevaiz |
(Câize. C.) Câizeler, verilen bahşişler, armağanlar. |
cevâmi' |
Toplu olan şeyler. * Câmi'ler. Mescidler. |
cevamid |
(Câmid. C.) Cansız, donmuş şeyler. |
cevamis |
(Câmus. C.) Camuslar, mandalar, kömüşler, su sığırları. |
cevanib |
(Cânib. C.) Cânibler, yanlar, taraflar. |
cevanib-i erbaa |
Dört taraf. |
cevari |
(Câriye. C.) Akıcı ve câri olanlar. * Hizmetçi kızlar. * Câriyeler, kadınlar. |
cevarih |
El, ayak gibi vücud azaları. |
cevasis |
(Casus. C.) Casuslar. Gizli şeyleri araştıranlar. Gizlilikleri öğrenip bilenler. |
cevaz |
Müsaadeli. Ruhsat, izin. Câiz olma. * Yol, tarik ve meslek. |
cevazinc |
Nilüfer çiçeği. |
cevb |
Kesmek. * Yırtmak. * Mesafe almak. |
cevca' |
Uzun ayaklı adam. |
cevcem |
Kızıl gül, verd-i ahmer. |
cevder |
f. Öküz. |
cevdet |
İyilik. Güzellik. Kusursuzluk. * Bir kimsenin, başkasının işini güzelce ve kusursuz olarak yapması. * Cömertlik. * Susuz olma. |
cevebe |
(C.: Cüveb) Bulut aralığı. * Dağ aralığı. |
cevef |
Bolluk. |
cevelân |
Dolaşma. Kaynama. Yerinde durmayıp gezme. |
cevelângâh |
Gezip dolaşılan yer. Cevelân yeri. Tâlim meydanı. |
cevf |
Boşluk. Oyuk. Çukur. İç boşluğu. * Orta, yarı. * Kof. |
çevgan |
f. Cirit oyunlarında atlıların birbirlerine attıkları değnek. * Baston, ucu eğri değnek. |
cevh |
Ulaşmak. * Bittih-i şamî denilen karpuz. ◊ Akmak. * Koparmak. |
cevhan |
Hurma kuruttukları yer. |
cevher |
Bir şeyin özü, esası. * Kıymetli taş. * Çelik üzerindeki nakış. * Edb: Noktalı harf. * Yalnız noktalı harflerin ebcedîsi hesab edilerek yazılan manzum tarih. * Harflerin noktası. * Fls: More… |
cevher-dâr |
f. Elmaslı. * Noktalı harf. Meselâ: Cim, şın harfleri gibi. * Eskiden kullanılmış tüfeklerden birinin ismi. * Siyah ve beyaz dalgalı, benekli kılıç. |
cevhere |
Bir, tek cevher. |
cevi |
Aşk galebesinden gelen şiddet ve hiddet, gam ve gussadan, müzahemeden gelen bir hastalık, maraz. * Kokmuş su. ◊ f. Akarsu, nehir, dere, çay. |
çevik |
t. Tez hareketli. Oynak. Çabuk hareket edebilen. |
çevik çalak |
Tez, hareketli, çalışan. Yerinde durmayıp hareket eden. |
cevin(e) |
f. Arpadan yapılmış şey. Arpa unu. |
cevir |
(Cevr) Cefa, eziyet, sıkıntı, üzüntü. Zulüm. * Tas: Tarikat adamının ruhen ilerlemesine mâni olan şey. |
cevl |
Tavaf etme. |
cevlan |
Şam'da bir dağ. |
cevle |
Dönmek. |
cevn |
Ak, ebyaz, beyaz. * Kara, esved. (Ezdattandır) |
cevreb |
(C.: Cevârib, Cevâribe) Çorap. |
cevs |
Bir şeyi arayıp istemek. ◊ Kaba, büyük nesne. |
cevş |
(C.: Cevâşin) Demir gömlek. * Göğüs. * Orta. |
cevsak |
Kasr, köşk, konak. |
cevse |
Köşk, kasr, konak. |
cevsek |
f. Düğme. |
cevşen |
Zırh. |
cevşen-pûş |
f. Zırhlı, zırh giyen. |
cevşir(e) |
f. Arpa çorbası. * Çulha. |
cevv |
Yer ile gök arası. Gök boşluğu. Fezâ. * Ev veya odanın içi. |
cevvad |
(Bak: Cevâd) |
cevval |
Dâim hareket hâlinde olan. |
cevvaz |
Malı toplayıp hayır ve tasadduk etmeyen kimse. |
cevvî |
Gök boşluğuna âit. Cevve dâir. |
cevz |
(C.: Ecvâz-Cevzât) Ceviz. * Her nesnenin ortası. |
cevz (cevzân) |
Malı toplayıp kimseye hayır ve sadaka etmemek. * Sallana sallana yürümek. |
cevza |
Astr: İkizler burcu. Gökyüzünün kuzey yarım küresinde yer alan iki tane parlak yıldızlı bir burcdur. Güneş, mayıs ayında bu burca girer. |
cevzak |
f. Kederlenme, elemlenme. |
cevzeka |
(C.: Cevzek-Cevâzik) Pamuk kozağı. |
cevzekî |
Koza satıcısı. |
cevzel |
(C.: Cevâzil) Güvercin yavrusu. * İğne deliği. |
cevzenic |
Cevizli helva. |
cevzine |
Cevizli helva. |
cey'e |
Gelmek. |
ceya' |
Yağmur. |
ceyar |
Gadaptan ve açlıktan dolayı göğüste olan hararet. |
ceyb |
(C.: Cüyûb) Cep. Gömleğin (yarığı) açıklığı. * Yaka. * Kalb.* Geo: Sinüs. |
ceyd |
(C.: Ecyed) Uzun boylu olmak. |
ceyder |
Kısa boylu. |
ceyeşan |
Kaynamak. * Hışm etmek. |
ceyl |
(C.: Ecyâl) İnsan topluluğu, zümre, kavim. * Nesil, batın, kuşak. * Yengeç. |
ceylan |
Geyik çeşidinden küçük, ince bacaklı, pek hafif ve çok koşucu bir kara hayvanı, gazâl. |
çeyrek |
f. Dörtte bir (Bak: Çâr-yek) |
ceyş |
Asker, ordu. En az dörtyüz nefer süvari ve piyadeden müteşekkil bir askeri kıt'a. * Dolup taşmak. * Ses, sadâ. |
ceyvad |
f. İttika', günahtan sakınma. |
ceyyid |
İyi, güzel, hoş. Saf. |
ceyz |
Döndürmek. * Dar etmek. |
cez |
f. Cezire, ada. Her tarafı su ile çevrilmiş olan kara parçası. |
cez' |
Ağaç kökü, ağaçların alt kısımları. ◊ Dereyi enine kesmek. |
cez'(a) |
Damarlı akik. Göz boncuğu adı verilen, kara alaca ve kıymetli bir süs taşıdır. |
cez'a |
Az nesne. |
ceza |
Karşılık, mukabil, ivaz. Cürüm veya günâh işleyenlere verilen azab. * Gr: Şart cümlelerinde ikinci kısım. (Bak: Şart) |
ceza' |
(C.: Cezeân-Cizâ') Altı veya dokuz aylık koyun. (Kurban olması caizdir). * İki yaşına girmiş koyun. * Arslan, esed. * Hayvana yulaf vermeyip hapsetmek. ◊ Hüzünle ağlayıp More… |
cezaen |
Cezâ olarak. |
cezair |
(Cezâyir) (Cezire. C.) Cezireler, adalar. * Kuzey Afrikada Fas ile Tunus arasında olan ülke ve bu ülkenin merkezi olan şehir. |
cezalet |
'Rekâketsiz ifade. * Güzellik. * Müdebbirlik, akıllılık. * Azim, büyük. * Edb: Kelimeler, ince veya sert söylenişlerine göre; elfâz-ı cezle veya elfâz-ı rakika diye ikiye ayrılır. More… |
cezaze |
Ekin biçmek. * Hurma kesmek. * Kıl ve yün kırkmak. |
cezb |
Kendine doğru çekme. * İçme. |
cezbe |
Tas: Meczubiyet, istiğrak. Allah'ı hatırlayıp Allah sevgisi ile kendinden geçer bir hale gelme. |
cezbe-eda |
f. Cezbeli olmak. Çekici olmak |
cezbedar |
f. Cezbeli, çekici. |
cezbetmek |
Çekmek, ikna etmek, sevdirmek. |
cezea |
(C.: Cezaât-Cizâ) Beş yaşına girmiş deve. * İki yaşına girmiş koyun. * Üç yaşına girmiş sığır ve at. |
cezeb |
Adamın ağzında tükrüğü kesilmek. * Hayvanın sütü az olmak. |
cezebat |
(Cezbe. C.) Cezbeler. (Bak: Cezbe) |
cezel |
Yoğun ve kuru odun ağacı. * Kesmek, kat'. ◊ (C.: Cezlan) şâd olmak. |
cezer |
Havuç. * Aslanın yediği et. |
cezf |
Kesmek. * Sürmek. * Evmek. |
cezf (cüzâf) |
Bir şeyi ölçmeden tartmadan almak. |
cezh |
Hediye, atâ, bahşiş vermek. |
cezia |
(C.: Cezâyi) Koyun sürüsü. |
cezil |
Bol. Çok. * Edb: Peltek ve bozuk olmayan kelime. |
cezim |
(Bak: Cezm) |
cezir |
(Bak: Cezr) |
cezire |
Ada. Dört tarafı su ile çevrilmiş toprak parçası.(Üç tarafı su ile çevrili kara parçasına yarımada denir.) |
cezl |
Kalın odun. Tomruk. * Sağlam. Metin. * Güzel ve muhkem fikir. * Rekik olmayıp doğru ve dürüst olan söz veya kelime. * Kâmil, dirayet sahibi, akıllı ve olgun adam. |
cezlan |
Saadetli, mutlu, sevinçli. |
cezm |
(Cezim) Kat'î karar. Yemin. Kararlaştırmak. * Kesmek. * Niyet. Tahmin. Takdir. * İlzam. * İcâbe. * Gr: Arabçada kelime sonundaki harfi sâkin okumak. Kur'ân-ı Kerim okurken harfleri More… |
cezm (cizm) |
Her nesnenin aslı. * Ağacın kökü. * Kesmek, kat'. |
cezma |
Kulağı kesik koyun. * Kulağı delik koyun. |
cezme |
Kamçı. * Ağaç parçası. * İp parçası. ◊ Bir kere yemek. |
cezmen |
Kestirip atmak sûretiyle. |
cezmî |
Kat'î niyet ve karara ait. Cezm. |
cezr |
Kök, asıl, temel. Bünyâd. * Kesmek. *Mat.: Kendi misline darbolunmakla (çarpılmakla) bir sayı meydana getiren rakam (Kare kök). Üç, dokuzun cezri'dir. Dokuz, üçün meczuru'dur. More… |
cezre |
Kasaplık koyun, keçi gibi davar. * Semiz koyun. |
cezrî |
Köklü. Kat'î. Köke âit ve müteallik. |
cezu' |
Çok sızlanan, kıvranan, feryad eden. Allah'tan gayrısından imdad bekleyen. |
cezur |
(C.: Cüzür) Boğazlanacak deve. Hem erkeğe hem dişiye denir. (Boğazlanacak yere meczer derler. Boğazlayan kimseye cezzar derler.) |
cezz |
Kesmek, biçmek. |
cezzab |
Fazla çekici olan. Cezub. Çok cezbeden. |
cezzaf |
Ağ ile balık tutan balıkçı. |
cezzar |
Zâlim. Gaddar. Kanlı. * Deve kasabı. |
çi |
(Çe) f. Ne? Nasıl? (Soru edatı) * Taaccüb ve hayret yerinde de kullanılır. |
ci'zare |
Kısa boylu tıknaz kimse. |
çi-gune |
f. Nasıl, ne çeşit, ne türlü. |
cial |
(C.: Cüul) Ocaktan çömlek ve tencere gibi sıcak şeyleri tutup indirmekte kullanılan bez. |
ciale (ca'yile) |
Rüşvet. |
ciar |
Ucunu bir kazığa bağlayıp bir ucunu da beline bağlayıp kuyuya inilen ip. |
ciba |
Toplanmış, birikmiş su. ◊ f. Odun. |
cibab |
Car dedikleri kaftan. * Ağaç aşılamak. (Ekseri hurma ağacında kullanılır.) |
cibah |
(Cebhe. C.) Cebheler, alınlar. |
cibal |
(Cebel. C.) Dağlar. |
cibave |
Toplamak. Cem'etmek. |
cibayat |
(Cibâyet. C.) Vergi, câbilikler, gelir toplamalar. |
cibayet |
Vergilerin, devlet gelirlerinin tahsili. * Büyük vakıfların ayrı vazifeliler tarafından idare edilen kısımları. |
cibill |
(C.: Cibillât) Yaratılmak. * İnsanlardan bir grup. |
cibillen kesira |
Çok insanlar. |
cibillet |
Huy, fıtrat, yaradılış, tabiat, cibilliyet. |
cibillî |
Cibilliyet. Yaratılıştan olan. Asıl maya, huy, tabiat, tıynet. |
ciblet |
Yaratılmak. |
cibr |
Az-çok, zorla olgunlaşmak, kemal bulmak. |
cibrîl |
Cebrâil, Ruhül Kudüs. Cenâb-ı Hakdan (C.C.) Peygamberimize (A.S.M.) vahiy getiren melek. |
cibs |
Kansız, hissiz. Hayırsız, alçak kimse. * Alçı taşı, kireç. |
cibt |
Put, sanem, salib. |
cibve |
Toplamak. Cem'etmek. |
cid |
Gerdan. Süslemeye lâyık boyun. Güzel boyun. |
cidad |
Hurma kesecek vakit. |
cidal |
Sözle mücadele. Ateşli konuşma. Niza. * Muharebe. Cenk. Kavga. |
cidalcu |
f. Harpçi. Kavgacı. |
cidale |
(Bak: Cedalet) |
cidar |
Duvar. * İki yeri birbirinden ayıran zar, perde. |
cidd |
Çalışmak. Ciddiyetle yapmak. |
cidden |
Şaka olmayarak. Gerçekten. Ciddi olarak. |
ciddî |
Gerçek. Hakikat. * Ağırbaşlı, hâlleri sakin olan kişi. * Mühim. |
ciddiyat |
Hakiki sözler. Ciddiyetler. |
ciddiyet |
Ciddîlik. * Ağırbaşlılık, sakin hâllilik. * Ehemmiyet. |
cide |
Batı Karadeniz bölgesinde Kastamonu vilâyetine bağlı bir ilçe.CİF: ing. Bir malın fiyatına, nakliye ve sigorta ücretinin de katılmış olduğunu gösteren bir kısaltma. |
çide |
f. Devşirilmiş, toplanmış. |
cifan |
(Cefne. C.) Çanaklar. |
cifar |
(Cefr. C.) Geniş kuyular. |
cife |
Kokmuş et, ölü hayvan, leş. |
cife-gâh |
f. Leş ile, lâşe ile dolu olan yer.* Mc: Dünya. |
çifitlik |
Yahudilik, Yahudi cinsiyet ve mezhebi. * Münâfıklık. |
cifne |
(C.: Cifnân) On kişi doyabilecek kadar büyük çanak ve büyük tas. * Bağ çubuğu. |
cifr |
(Cefr) Harflere verilen sayı kıymeti ile, geleceğe veya geçen hâdiselere, ibarelerden tarih veya isme dâir işaretler çıkarmak ilmidir. (Bak: Ebced, İlm-i Cifir) |
ciğer |
f. Ciğer. Bağır. * Keder, sıkıntı, elem. * Avaz. |
ciğer-dâr |
f. Yürekli, ciğerli, cesâretli. |
ciğer-der |
f. Ciğer söken, ciğer parçalıyan. |
ciğer-dûz |
f. Ciğeri delip geçen. |
ciğer-fürûş |
f. Ciğerci, ciğer satan. |
ciğer-gûşe |
f. Evlât, yavru. * Sevgili. Mâşuk. |
ciğer-hûn |
f. Ciğeri kanlı. Çok acıklı. |
ciğer-pâre |
f. Sevgili yavru, evlâd. |
ciğer-şükâf |
f. Ciğer parçalayan. Çok acı veren. |
ciğer-sûz |
f. Çok acı. Ciğer yakar derecesindeki teessür. |
çiğir |
t. Yeni açılan patika yolu. * Ayak izi ile karlı yerde açılan yol. * Başkalarının da uyabileceği yeni bir tarz ve yol. * Çığın açtığı iz, yol. |
cihad |
(Cehd. den) Düşman ile muharebe. İlim ve imanla, sözle, fiile, mal ve canla bütün kuvvetini sarf etmek. |
cihadî |
(Cihadiyye) Cihada mensub, savaş işleriyle alâkalı. * II. Sultan Mahmud devrinde harp masraflarına mukabil olmak üzere kesilmiş olan sikke. |
cihan |
f. Dünya, kâinat, âlem. |
cihan-ârâ |
f. Cihanı süsliyen, dünyayı bezeyen. |
cihan-bân |
f. Cihanın bekçisi, dünyanın koruyucusu olan. Allah. Hükümdar. |
cihan-bin |
f. Dünyayı, cihanı gören. Allah. * Göz. |
cihan-cu(y) |
f. Dünyaya hâkim olmaya çalışan sultan, hükümdar. |
cihan-değer |
f. Cihan kıymetinde. Çok kıymetli. |
cihan-dide |
f. Cihanı görmüş. Tecrübeli. * Meşhur, nâmdar. |
cihan-efruz |
f. Cihanı, dünyayı aydınlatan. |
cihan-gerd |
f. Dünyayı dolaşan, cihanı gezen. |
cihan-gir |
f. Meşhur, cihanı zabteden, fâtih. |
cihan-nevred |
f. Cihanı gezen, dünyayı dolaşan. |
cihan-nüma |
f. Dünyayı gösteren harita veya coğrafya. * Çatının üzerinde her tarafa nezareti olan açık taraça. * Meşhur Türk Âlimi Kâtib Çelebi'nin 1654 (Hicri: 1065) tarihinde çizdiği Asya. |
cihan-pesend |
f. Cihana meydan okuyan. |
cihan-sâlâr |
f. Cihanın başkanı, büyüğü ve kumandanı olan, padişah. |
cihan-sitan |
f. Cihanı zapteden. Padişah, hükümdar. |
cihan-şümûl |
f. Cihan vüs'atinde, dünya çapında, cihanı alâkadar eden. Dünyayı kaplayan. |
cihan-sûz |
f. Cihanı yakan, güneş. * Mc: Çok zulmeden. |
cihaniyan |
f. Dünya ahalisi olan insanlar. |
cihar |
(Cehr. den) Sesle, sadâ ile ve alenen söyleme ve okuma. ◊ f. (Bak: Çâr) |
çihar |
f. Dört. (Bak: Çâr) |
cihar-i yar-i güzin |
f. Dört halife: Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali (R.Anhüm) |
ciharen |
(Cehr. den) Alenen, açık olarak. |
cihas |
Kalabalık, müzâhame. |
cihât |
(Cihet. C.) Cihetler, taraflar, yönler. |
cihât-i sitte |
Altı cihet. Altı taraf. (İleri, geri, sağ, sol, yukarı, aşağı taraflar.) |
cihaz |
Âlet ve edevat.* Gelinin lüzumlu şeyleri. Çeyiz. * Cenazenin kaldırılması için lâzım olan eşya. |
cihazat |
(Cehâzât) (Cihâz. C.) Cihazlar, maddî manevî âletler, lüzumlu edevat. |
cihet |
(C: Cihât) Yan, yön, taraf. * Sebeb, mucib. * Vesile, bahane. * Evkafça olan vazife, maaş. * Yer, mahâl, semt. |
çihil |
f. Kırk (sayı). * Mc: Çok, ziyade, fazla. |
cihnam |
Derin kuyu. |
cihre |
(C.: Cihar-Echâr) Bir kimseye sığınmak. |
cil |
Cemaat, insan güruhu. Millet. Boy, aşiret, kuşak. |
çil |
(Çihil-Çehl) f. Kırk. * Mc: Çok. |
cilâ |
Parlaklık, parlatma, perdaht, lostura. |
cilahik |
Eskiden kemankere ile ve şimdi de tüfek ile atılan yuvarlak nesne. |
cilanger |
f. Çilingir. |
cilas |
Beraber oturma. |
cilaz |
Kamçının ucuna bağlanan kayış. ◊ Toz, gubâr. |
cilbab |
Kadın feracesi. Çarşaf. (Bak: Celâbib, Tesettür) |
cilbend |
Büyük cüzdan. Evrak koymaya mahsus birçok gözlere ayrılmış cüzdan şeklinde çanta ki, koltuk altına alınır. |
cild |
Deri. * Meşin. * Kitab kabı. * (Masdar olarak) Kitabın dikilip kap geçirilmesi. * Bir büyük kitabın bölündüğü kısımların her biri. |
cild-ger |
f. Ciltçi, mücellit. |
cildiyye |
Cilt hastalıkları bölümü. |
çile |
f. Eziyet. Sıkıntı. * İplik. * Yay kirişi. * Tas: Dervişlerin kapalı bir yere çekilerek ibadetle geçirdikleri kırk gün. |
çilekeş |
Çile çekmiş. Çile dolduran, dert çeken. |
cilen ba'de cilin |
Devirden devire, asırdan asıra. |
cilf |
Boş küp.* Kırılmış, ufanmış köpek esfeli. Arı kovanı. * Kuru ekmek parçası. Kuru ekmek kenarı. * Yüzülüp karnı çıkmış ve başı ile ayağı kesilmiş koyun. * Her nesnenin parçası. * Hoyrat, More… |
cilfe |
Kalem yongası. |
cilhabe |
Büyük olan şey, kebîr. |
cill |
Ekin biçildikten sonra yerde kalan sap ki, 'anız' derler. |
cille |
Büyük, ulu nesne. Kebîr ve azîm. |
çille |
Farsça (40) rakamını gösteren (Çihille) kelimesinin telaffuzunda aldığı şekildir. Daha çok (Çile) şeklinde söylenir. (Bak: Çile) |
cillevez |
İnce kabuklu, uzunca fındık. * Köknar. |
cilm(e) |
Üzüm çubuğundan kestikleri değnek. |
cilnar |
(Cüllenâr) Gülnar. Nar çiçeği. |
cilse |
Bir çeşit vurmak. |
cilt |
(Bak: Cild) |
cilvah |
Geniş ve dolu olan deve. |
cilvaz |
(C.: Celâvize) Kethudâ. Reis. |
cilve |
Esmâ-i İlâhînin tecellisi. * Tecelli. * Güzellere yakışır duruş ve davranış. Dilberâne hareket. Naz ve edâ. Hoşa giden görünüş. |
cilvegâh |
(Cilve-geh) f. Cilve edilecek yer, cilve yeri. |
cilveger |
f. Cilve ve naz eden. Cilveli. * Tecelli eden. |
cilvekâr |
f. Cilveli. Nâzenin. |
cilvekünân |
f. Cilve yaparak. |
cilvenümâ |
f. Cilve yapan, cilve gösteren, cilve eden. |
cilvesaz |
f. Cilveli. Nazlı. Gönül alan. |
cilvezet |
Mâni olmak. Men'etmek. |
cilz |
Süngü demiri. * Kamçının ucundan tuttukları yer. |
cilze |
(C.: Cilzâ) Sert ve sağlam yer. |
cim |
( harfinin arapça adı olup ebced hesabında üç sayısının karşılığıdır. ◊ Gulamperest olan kimse. |
çim |
f. Rutubetten hasıl olan yosun.* Kesilmiş çimenli yerler. |
cima' |
Cinsi münâsebet. Çiftleşmek. * Zamm etmek. |
çimaci |
Vapurda ve iskelede çımayı atıp tutmak vazifesiyle görevli tayfa. |
cimah |
Binicisi zabtedemediğinden, atın serkeş olup binicisini istememesi. |
cimal |
(Cemel. C.) Erkek develer. |
cimam |
Kuyu içinde suyun toplanması ve çoğalması. |
cimar |
Toplu kabile. * Süvari alayı. |
cimnastik |
yun. Vücud organlarını alıştırıp kuvvetlendirmek için yapılan idman. Beden terbiyesi. |
cimri |
f. Hasis, varyemez, pinti. Elindeki mal veya parayı harcayamıyan ve türlü sıkıntılara katlanarak daha çok biriktirmeye çalışan kimse. Cimrilik, müsriflik (savurganlık) gibi İslâmda kötü huy More… |
cimse |
Rengi gökrek kızıllığa yakın kıymetli bir taş. |
cin |
(Bak: Cinn) |
çin |
f. 'Derleyen, toplayan' mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. ◊ f. Büklüm. * Çatıklık. Buruşukluk. Kıvrım. |
cinab |
Hayvanlara vurulan damga ve nişan. |
cinaî |
(Cinâiyye) Cinayetle alâkalı. |
cinan |
(Cennet. C.) Cennetler. |
cinare |
Esterâbâd ile Cürcân arasına derler. |
cinas |
Benzeyiş, münâsebet. * Edb: Birçok mânâya gelebilen söz, imalı, telmihli söz. telâffuzu bir, mânası ayrı olan kelimelerin bir sözde bulunması. Bunu yapmaya 'tecnis' denir, o More… |
cinayat |
(Cinayet. C.) Büyük cezâları gerektiren suçlar. Cinayetler. |
cinayet |
Adam öldürmek, katl. (Bak: Câni) |
cinayet-kâr |
f. Cinayet işleyen. |
cinaze |
Tabut. İçine cenaze konulan sandık. |
cincin(e) |
(C: Cenâcin) Göğüs kemiği. |
çine |
f. Kuş yemi. |
çinende |
f. Devşiren, toplayan, toplayıcı. |
cinh |
Gece karanlığı. |
cinn |
Bir cins ateşten yaratılmış olup, dünyanın insandan sonra en mühim sekenesidir. |
cinn sûresi |
Kur'ân-ı Kerim'in 72. sûresi olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur. |
cinnet |
Delilik. |
cinnî |
Cinn taifesinden olan. |
cins |
Nevi'. Boy, soy, kavim, kabile. Aynı çeşitten olmak. |
cinsî |
Cinsle ilgili, cinsle alâkalı. ◊ Zırh yapıcı. |
cinsiyet |
Bir kavim ve kabileye mensub olma. * Bir cins ile alâkalı olma. |
cinun (cinan) |
Gece karanlık olmak. |
cinzab |
Yaban havucu. |
çipil |
Gözleri ağrılı ve kirpikleri dökülmüş kimse. * Çepel. |
cir |
f. Aşağı, alt. * Eldiven, kayış vs. gibi şeyler yapılabilen tabaklanmış deri. |
cir'et |
(Cer'et- Cür'et) Bahadırlık, kahramanlık, şecaat. * İkdâm etmek. |
cirab |
(C.: Ecribe-Cireb Cerbân) Dağarcık. |
çirag |
f. Fitil, kandil, mum, lâmba. * Çırak. * Talebe, öğrenci, şakird. * Tekaüd, emekli, emekliye ayrılmış olan kişi. |
ciraha |
(C.: Cirâh-Cirâhât) Yara. |
ciran |
(C.: Cürün) Devenin boynunun önünde boğazlanacak yerinden boğazı çukuruna kadar olan yer. ◊ Komşular. * Müşteriler. |
ciranta |
yun. Poliçeyi, senedi devir ve havale eden şahıs. ◊ yun. Bir senedi ciro eden kimse. |
cirar |
(Cerre. C.) Toprak testiler. |
ciraye |
Suyun ve diğer sıvıların durmadan akıp gitmeleri. |
cirban |
Yaka. |
cirbet |
Ekinlik, mezra. |
circir |
Maydanoz. |
circis |
Mühür yapılan mum. * Toprak. * Küçük üvez. ◊ (Bak: Cercis) |
cire |
f. Çırak, uşak ve hizmetçilere verilen yevmiye, yemek ve para. |
çire |
f. Mâhir, maharetli, becerikli. * Bahadır, kahraman, yiğit, cesur. ◊ f. Niçin? Çerâ? |
çire-dest |
f. Becerikli, eli işe yatkın olan. |
çiregî |
f. Bahadırlık, kahramanlık, yiğitlik. * Ustalık. Mâhirlik. |
ciret |
Komşuluk. |
cirf |
Büyük nesne. |
cirî |
Yılan balığı. (Fâriside mermahi derler.) |
ciris |
Sazan balığı. |
ciriş |
Ceset. |
cirit |
Düşmana atılmak üzere yapılmış ucu demirli, sert tahtadan kısa mızrak. Sulh zamanlarında talim mahiyetinde yapılan karşılaşmalara cirit oyunu denirdi. Türklerin makbul bir sporu idi. |
ciriyya |
Tabiat, mizac, fıtrat, yaradılış. * Huy, haslet.Adet, alışkanlık. |
çirk |
Kir, pas, pislik, murdarlık, necaset. * Yarada olan irin ve kan. |
çirk-âb |
f. Pis su. |
çirkâf |
f. Çirkef. Pis su. Pis. * Terbiyesiz. Edebsiz. |
çirkin |
f. Güzel olmıyan. * Çok kirli. * Kanlı, irinli çıban veya yara. |
cirm |
Vücud, ten, cüsse, hacim, büyüklük. * Cansız cisim. * Yıldız. |
cirman |
Organlarla birlikte vücut. |
ciro |
ing. Bir senet veya havalenin alacaklı tarafından diğeri namına çevrilmesiyle üzerine buna dair şerh verilmesi. |
cirre |
Devenin karnından çıkarıp çiğnediği geviş. * Yapağı denilen yün. |
cirriyye |
Kursak. |
cirs |
Temel, kök, menşe, kaynak, menba. |
cirşab |
Hasta olduktan sonra zayıflayıp gövdede çıban çıkmak. |
cirsam |
Divanelik, delilik. * Öldürücü zehir. * Zatülcenb. |
ciryal |
Altının kırmızılığı. * Bir cins kırmızı boya. * Temiz renk. * Şarap. |
cirye |
Suyun akması ve şırıldaması. * Cereyan. |
cisad |
Kan. Safran. |
çisan |
f. Ne gibi? Nasıl? |
cisim |
(Cism) Varlığı bilinen, hayyiz olan, mekânı, ciheti, uzunluğu, genişliği ve derinliği olan şey. |
cismanî |
(Cismaniye) Bedene mensub, vücutla alâkalı. * Mânevi ve ruhani karşılığı. Maddi ve cisimli olmak. |
cismen |
Cisim itibariyle, cisim olarak. Vücutça, bedence. |
cisr |
(C.: Cüsûr-Ecsür) Köprü. Ağaçtan olan köprü. |
çistan |
f. Bilmece. |
civan |
f. Cevan. Taze. Genç. |
civanan |
(Civân. C.) f. Gençler. |
civanî |
f. Gençlik. |
civanmerd |
Sözünde sağlam. İyilik sever. Kahraman. |
civar |
Çevre, yöre, etraf. * Yakın yer, yakın komşu. |
civariyyet |
Komşuluk, yakınlık, aynı civarda oluş. |
civata |
Arkası iri başlı ve ucu somun geçmek üzere yivli vida. Başlıca potrelleri, demir ve tahtaları birbirine bağlamaya yarar. |
cive |
f. Civa. (Hg) |
civelek |
Tar: Yeniçeri Ocağı'nda bulunan ve aşçıbaşı maiyetinde yaver gibi kullanılan gençler. * Canlı, hareketli ve neş'eli deve yavrusu veya genç. |
ciya' |
(Câyi'. C.) Karınları acıkmış olanlar, açlar. |
ciyadet |
Tazelik, yenilik. * İyilik, güzellik. |
ciyef |
(Cife. C.) Lâşeler, leşler. Cifeler. |
ciyet |
Bozulmuş, değişmiş olan su. Bir yere toplanıp birikmiş olan su. |
çiz |
f. Şey. Nesne. |
ciz' |
Ağaç kütüğü. Ağaç kökü. Kuru direk. Hurma ağacının kökü. Hurma ağacı. * Çatı örtüsünde kullanılan ağaçlar. (Bak: Hanin-i ciz') ◊ Derenin dar ve kısık yeri. |
cizal |
Hurma toplama. |
cizaret |
Deve kasaplığı. |
cize |
Dere kenarı. |
cizfe |
Küçük sürü. |
cizirman |
'Hurma yaprağının aslı; yâni dibi ki, yaprağı dökülünce ağaçta kalır.' |
cizl |
(C.: Cüzul-Eczâl) Büyük odun ağacının kökü, tomruk. |
cizle |
Bir büyük yığın hurma. |
cizme |
Deve sürüsü. * Koyun sürüsü. |
cizmir |
Ağaç kütüğü. |
cizn |
Kök. * Ağaç kütüğü. |
cizye |
Vergi. Haraç. Müslümanların fethettikleri yerlerde, müslüman olmayanlardan alınan ve devlet teminatı altında bulunmanın karşılığı olan vergi. (Bak: Haraç) |
cizyedâr |
f. Cizye adı verilen vergiyi toplıyan memur, cizyeci. |
coğrafya |
'Yeryüzünün şimdiki hâlini çeşitli cihetlerden inceleyen ilim. Bölümlerinden olan Fizikî Coğrafyada: Karalarla denizlerin durumları ve iklimleri; İktisadî Coğrafyada: Toprak mahsulleri. |
çolpa |
f. Bir ayağı sakat olan. * Yürürken ilk defa sol ayağını atan. * Mc: Beceriksiz. Eli yakışıksız. |
cömert |
Eli açık, ikramcı, kerem sahibi. |
çömez |
Medresede talebeye ve müderrise hizmet ederek ilim öğrenen kimse. Talebe yamağı. |
conta |
Birbirinin üzerine kapanan iki madeni parça arasında, açıklık kalmamasını te'min etmek için konulan karton, kösele, lâstik vs. şey. |
cop |
Polis ve polis görevlisi askerlerin taşıdığı, kauçuktan yapılma sopa. |
çopra |
Balık kılçığı. * Sık çalılık veya sazlık. * Uzunca boylu olan tatlı su balığı. |
cu |
f. Custen fiilinin emir kökü. Gelecek misâlde olduğu gibi birleşik kelimeler yapılır. ◊ f. Akarsu, ırmak, nehir, çay. |
çü |
f. (Teşbih ve tâlil edatı) Gibi. * Dikkat. * Ahenk. |
cu' |
Açlık. |
cu'an |
(Cu'. dan) Aç olarak, acıkmış olarak. |
cu'bub |
(C: Ceâbib) Fitil ucu. * Çirkin ve kısa boylu adam. |
cu'bus |
Ebleh, ahmak. |
cü'cü' |
Gemi göğsü. Kuş göğsü. |
cu'l |
Ücret, mukabil, karşılık. * Ayak kirası. * Padişahın etbâından aldığı mal. |
cu'mus |
Pis, necis. |
cü'ne |
Hokka. |
cu'şum |
Galiz, kısa boylu adam. |
cu'şuş |
(C.: Ceâşiş) Kötü huylu, kısa boylu. |
cü'şuş |
Göğüs. Sadır. |
cü'zer |
(C.: Câzer) Geyik buzağısı. * Yaban sığırının buzağısı. |
çub |
f. Ağaç değnek, sopa. * Çöp. |
cüba' |
Korkak. |
cübab |
Devenin sütünün üstüne gelen köpüğü. |
çuban |
f. Çoban, sığırtmaç. |
cübar |
Ziyan olmak. Heder olmak. * Üçüncü gün. |
cübb |
Kuyu. * Küp. Kulpsuz desti. * Vaktiyle zindan gibi kullanılan çukur, susuz kuyu. |
cübbe |
(C: Cübeb) Şeâir-i İslamiyeden olup, giyilmesi sünnet olan dış kıyafetini teşkil eden, bilhassa namazda giyilen uzun ve bolca bir libas. |
cübcübe |
(C.: Cebâcib) Korkutmak. * Yağ koymağa mahsus deri zenbil ve büyük desti. * Çok su. * Erimiş yağ. |
cübcübiyye |
İşkembe yemeği. (Onu pişirip satana işkembeci mânâsına 'cübcübî' derler.) |
çube |
f. Oklava. |
çubek |
f. Değnek, sopa. Davul tokmağı. |
cüble |
Hörgüç. |
cübn |
(Cübün) Ürkeklik. Korkaklık. Korkak olmak. * Peynir. |
cübne |
Korkaklık. |
cübnî |
Peynirci. * Peynir hâlinde olan şey. |
cübu' |
Tehir etmek, sonraya bırakmak. * Yönelmek, rücu etmek. |
cübüll |
(C: Cübüllât) Yaratılmak, hilkat. * Kesir, çok. |
cübün |
Peynir. * (Cebin. C.) Alınlar. |
cuce |
f. Civciv. |
cud |
Cömertlik. Sahilik. Eli açık olmak. Muhtaçların vaziyetlerini, durumlarını bildirmeğe meydan vermeksizin lütuf ve ihsanda bulunma hâleti. Mücahede-i diniye ve neşr-i hakaik-ı Kur'aniye More… |
cud u kerem |
Cömertlik, eli açıklık. |
cud u sehavet |
Cömertlik ve eli açıklık, sahilik. |
cüda |
f. Ayrılık. Ayrılmış. |
cüda' |
Ölüm. Mevt. * Hayvana muzır olan otlak, çayır. |
cüdad |
Çulha yumağı. * Eski kaftan. * Küçük ağaç. |
cüdat |
(Câdi. C.) Dilenciler, sâiller. |
cüdayi |
f. İftirak, ayrılık. |
cüdcüd |
(C.: Cedâcid) Orak kuşu derler bir büyük böcek ki yaz aylarında öter. |
cüdd |
Cem'etmek, toplamak. * Yol üstünde olan kuyu. |
cüddet |
(C.: Cüded) Dağ arasındaki yol. * Şekil, tarz, işaret. * Çizgi. |
cüded |
Dağ yolları. Yol gibi olan izler. * Bir rengi diğer renkten ayıran çizgi. |
cüdera' |
(Cedir. C.) Yakışanlar. Lâyık olanlar, liyâkat sahibi olanlar. |
cüdere |
(C: Cüder) Ur dedikleri yumru. (İnsan bedeninde çıkar) |
cüderî |
Kabarcık denilen hastalık. * Çiçek hastalığı. |
cudi |
Hz. Nuh'un (A.S.) tufandan sonra gemisi ile sahile çıktığı dağın ismi. * Şırnak İlinin 6 kilometre güneydoğusunda bulunan bir dağın adı. |
cüdran |
(Cedr. C.) Duvarlar. |
cüdube |
Kıtlık. |
cüdür |
(Cidâr. C.) İnce deriler, zarlar. * Duvarlar, setler. |
cüfaen |
Beyhude, boşuboşuna, faydasız yere. |
cüfaf |
Kurumuş. |
cüfafe |
Dağılmış kuru ot. |
cüfal |
Selin kenara attığı çör çöp. * Davarın yünü ve kılı çok olmak. * Kıllı kimse. * Bol. |
cüfale |
Su kenarında olan çörçöp. |
cüff |
İçi boş olan şey. Kof. * Dimağa işlemiş olan baş yarığı. * Hurma çiçeğinin kabuğu. * Cemaat, topluluk. * Yarısı kesilip kova olmuş olan çürük ve eski kırba. |
cüfre |
Bir şeyin ortası. Mezar. * Boşluk. Çukur. * Göğsün içerisi. Sadır. |
cüft |
f. Tek olmayan. Eşi olan. Çift. |
cüfte |
f. Benzer, eş, denk, müsavi. * İnsan veya hayvan sağrıs. * Hayvan çiftesi. |
cüfur |
Zayıf olmak. |
cug |
f. Öküz boyunduruğu. |
çug |
f. Su arkı. * Boyunduruk. |
cugd |
Baykuş. |
çuhadar |
Ayak hizmetinde bulunan çuha elbiseli yahut çuhadan olan perdenin haricinde emre hazır bulunan hademe. |
cuhaf |
Zarar ve ziyân edici, zarar verici nesne, muzır. * Çok yemekten şişip ishal olmak. * Ölmek, mevt. |
cühal |
Zehir. |
cuhale |
İğne deliği. |
cuham |
İnsanı zayıflatan ve gözleri irinleten bir hastalık. |
cühd |
Kuvvet, tâkat. |
cuhdub |
(C.: Cehâdib) Ayakları uzun, yeşil çekirge. |
cühela |
(Câhil. C.) Cehele, cühhâl. Cahiller. Bilgisizler. |
cühera |
(Câhir. C.) Yüksek sesle açık olarak söylenenler. |
cuhfe |
Medine yakınında bir yerin adıdır ve Şam ehli orada ihram giyerler. |
cühhal |
(Câhil. C.) Bilgisizler, câhiller. |
cuhr |
Yer deliği. |
cühud |
Bilerek inkâr etmek. Bildiği hâlde yanlış söylemek. * Peygamberimiz Resul-i Ekremi (A.S.M.) bildikleri ve mukaddes kitablarında O'nun evsâfını okudukları hâlde inkâr eden Yahudiler. More… |
cuhuz |
Çıkmak, huruç. |
cul |
(C.: Ecvâl) Akıl. * Rey. * Kuyu duvarı. Aşağısından yukarısına kadar kuyunun taraflarından her bir tarafı. ◊ f. Çaylak. |
cülab |
Gülsuyu, cüllâb. * İshal veren şerbet, müshil. |
culah |
f. Örümcek, ankebut. * Çulha, yâni dokuyucu, nessâc. |
cülahek |
f. Örümcek, ankebut. * Küçük dokumacı. |
cülal |
(Celil) Ulu, büyük nesne, azim. |
cülale |
Büyük dişi deve. |
cülazî |
Kocaman ve kuvvetli. İriyarı. * Hâdim, hademe, hizmetkâr. * Kilise veya manastır uşağı. * Papaz veya keşiş. |
cülb (cilb) |
Su olmayan bulut. |
cülban |
Burçak dedikleri hububat cinsi. |
cülbe |
Yara iyi olduğunda üstünde olan ince deri. |
cülcül |
(C.: Celâcil) Ufak çıngırak, küçük çan. |
cülcülân |
Susam. |
cülesa |
(Celis. C.) Beraber oturanlar. |
cülhab |
Dere, vâdi. |
cülhub |
Dizleri büyük olan kadın. |
cüll |
(C.: Cilâl-Ecille) Çul. * Gül. * Her nesnenin büyüğü ve muazzamı. |
cülla |
(C.: Cilel) Büyük emir. |
cüllab |
f. Cülâb, gülsuyu. |
cüllah |
Çok sel. |
cüllas |
(Câlis. C.) Cülus edenler, oturanlar. |
cülle |
Hurma koydukları kap. * Hurma yükü. |
cülmud |
Kaya. |
cülmüd |
Sesi çok çıkan ve kuvvetli olan kimse. |
cülüban |
Sahtiyandan yapılan dağarcığa benzer bir kap. |
cülube |
Başka yerden satmaya getirilen şey. |
cülud |
(Cild. C.) Ciltler, hayvan derileri. |
cülul |
Kişinin, yerinden başka yere çıkması. |
cülünbak |
Diş gıcırtısı. * Kapı gıcırtısı. |
cülus |
Oturuş. Oturma. * Padişahın taht'a oturması. |
cülusiyye |
Taht'a çıkan hükümdarlar veya padişâhlar için yazılmış yazı veya söylenmiş şiir. * Hükümdarın tahta çıktığı ilk gün verdiği bahşiş. |
cülza |
Sağlam deve. |
cum'a |
Toplanma. * Perşembeden sonraki gün. Müslümanların kudsî tâtil günü olup, o güne mahsus namazla mükelleftirler. Memur ve işçilerin cuma namazı vakti serbest bırakılmamaları din hürriyetine More… |
cum'a sûresi |
Kur'an-ı Kerim'in 62. ve Medine-i Münevvere'de nâzil olan sûresi. |
cum'at |
(Cum'a. C.) Perşembeden sonra gelen günler. Cum'alar. |
cüma' |
Toplamak. Cem'etmek. |
cümâde |
Arabi ayların beşinci ve altıncısının adı. |
cümah |
Kibirlenmek. |
cümale |
(C.: Cümâlât) Gemi urganı. |
cümame |
(C.: Cümâm) Yuvarlak inci. Kıymetli taş. Gümüşlü boncuk. Büyük inci tanesi. Gümüşten yapılıp dizilen inci gibi toplar. |
cüman |
İri inci. |
cümane |
Tek inci. |
cümase |
Soğuk, berd. |
cümaz |
Gümüşlü boncuk. |
cümbüş |
(Bak: Cünbiş) |
cümcüme |
(C.: Cemâcim) Baş kemiği, kafatası. * Ağaç çanak. * Arabdan bir kabile. |
cümd |
(C.: Cümâd-Ecmâd) Yüce, sağlam mekân. ◊ Taş. |
cumeat |
(Cum'a. C.) Perşembeden sonra gelen günler. Cum'alar. |
cümel |
(Cümle. C.) Cümleler. Birden fazla anlama gelen sözler. Mecmular. (Bak: Cümmel) |
cumhur |
Halk topluluğu. Hey'et, takım. Aynı kararı veya hükmü kabul edenler. * Âlimlerin çoğu, ekseriyeti. * Seçimle idare edilen devlet. * Bir yere toplanmış kum, toprak. |
cumhur reisi |
Cumhuriyetle idâre olunan memleketlerde Devlet Reisi. |
cümhure |
İçi boş kemik. |
cumhuriyet |
Devlet reisi, millet veya Millet Meclisleri tarafından seçilen hükümet şekli. Demokraside temsili hükûmet şekli. Halkın hür olarak seçtiği temsilciler (Millet vekilleri ve senatörler) More… |
cumhuriyet-perver |
f. Cumhuriyetçi, cumhurcu. |
cümle |
Hep, bütün, tam. * Gr: Tam mânâyı ifade eden, kaideye uygun söz. |
cümle kapisi |
Sarayın büyük kapısı. * Dış kapı. |
cümle şirân-i cihân |
f. Cihânın bütün arslanları. |
cümle-i fiiliye |
f. Fiil ile başlayan arabça cümle. Fiil cümlesi. |
cümle-i ismiye |
f. İsimle başlayan arabça cümle. İsim cümlesi. |
cümleten |
Bütün, hep, kâffeten, cemian, hep birden. |
cümma' |
Bir araya gelerek toplanmış şey, küme. |
cümmah |
Temrensiz, ucu yuvarlak ok. (Oğlancıklar onunla ok atmayı öğrenirlerdi) |
cümmar |
Hurma yağı denilen beyaz bir maddedir ve hurma ağacının başından çıkar ve araplar onu yerler. |
cümmel |
(Cümel) Harflerin, sayı kıymetine göre hesaplanması. Ebced. (Bak: Ebced) * Bir kaç urganın birleştirilmesinden meydana gelmiş olan çok kalın gemi halatı. |
cümmet |
Suyun biriktiği yer. * Başta toplanan saç. * Omuzlara inen saç. |
cümmeyz |
İncire benzer bir yemişin adı. |
cümre |
Süvari alayı, bin atlı cemaat. |
cümse |
Hurma koruğu. |
cumu' |
Toplanmalar. Cemi'ler. |
cumuat |
(Cum'a. C.) Perşembe gününden sonra gelen günler. Cum'alar. |
cümud |
Donuk. Katı. Sert. * Mc: Gayretsiz. * Soğukluk. |
cümudiye |
Büyük buz dağ. Glâsiye. Buzul. Aysberg. |
cümum |
Suyu çok olan kuyu. * Su kuyuda çok olmak (mânâsına mastardır). |
cümûs |
Donmak. |
cümza |
Seri davar. |
cümzan |
Hurma nevilerinden bir hurma. |
cümze |
Toplanmış hurma. |
çun |
f. (Tâlil edatı) Ne zaman ki, çünkü, şu sebepten ki, gibi, şâyet, zirâ, nasıl, niçin, çerâ.. den beri mânalarına gelir. |
çün |
f. Gibi. * Zira, çünki, madem ki. * Nasıl, nice. |
cun (cuni) |
Karnı ve kanadı kara olan bağırtlak kuşu cinsinden bir kuş. |
çun ü çira |
f. Nasıl ve niçin. |
cünabe |
f. İkiz çocuk. |
cünaf |
Kuruluk. |
cünah |
Bir şeyi basıp meylettiren sıklet demek olup, harec, sıkıntı ve alel-ıtlak ism-i vebal mânasına da gelir ki, 'günah' kelimesinin aslı budur. |
çunan |
f. Öyle böyle. |
çünan |
f. Böyle. Bu şekilde. Bunun gibi. |
cünbân |
f. 'kımıldanan, kımıldatan, sallanan, oynayan, oynatan, hareket eden' mânâlarına gelir ve sıfatlar yapar. Dünbâle-cünbân: Kuyruk sallayan. |
çünbek |
f. Atlama, sıçrama. |
cünbide |
f. Sallanmış, kımıldanmış, hareket etmiş. |
cünbiş |
f. Kımıldanma, hareket. * Zevk, eğlence, cünbüş. |
cünbiş-geh |
f. Cünbüş yeri, eğlence yeri. |
cünbüde |
Kümbet, kubbe. |
cünbuh |
Kalın, uzun ve yüksek nesne. * Büyük bit. |
cünbüş |
Zevk, eğlence. * Hareket, kımıldanma. * Uta benzer bir çalgı. (Doğrusu: Cünbiş'tir). |
cünbüz |
Kemer, kubbe, kümbet. |
cünd |
Er, asker. Ordu. * Bir kimsenin yardımcıları. * Şehir. |
cündeb |
(Cündüb) Bir nevi çekirge. * Mc: Yağmacı. |
cündî |
Süvâri, sipâhi, ata iyi binen, binici. |
cündüb |
(C.: Cenâdib) Bir nevi çekirge. |
cünduh |
Büyük çekirge. |
cûne |
(C.: Cuven) Attarların kutusu ve tablası. |
cüneyd |
Küçük asker. Askercik. |
cünh |
Koruma, esirgeme, himâye ve muhafaza etme. |
cünha |
Suç, kabahat. Te'dib cezâsına müstahak olanın suçu. |
çunin |
f. Böyle. |
çünki |
f. Zira, şundan dolayı ki, şuna binaen ki, şu sebebden ki. |
cünnab |
Bitişik olan iki yemiş. |
cünnar |
Çınar. |
cünnet |
Örtü, kadın başörtüsü. * Yağan. * Kalkan. |
cünu' |
Yüzü üstüne düşürmek. |
cünüb |
Cenabetlik. Şer'an yıkanıp temizlenmeye mecburiyet hâli. * Irak, uzak, baid. |
cünud |
(Cünd. C.) Askerler. Ordu. |
cünuh |
Yöneliş, meyil. |
cünun |
Delilik, cinnet. Delirmek. * Çok olmak. * Otun uzaması. |
cur |
Belde ismi. |
cur'a |
Tek yudum. Bir içimlik. Bir yudumluk. |
cür'a |
Bir yudumluk su. İçim, yudum. |
cür'a-riz |
f. Damla damla döken.* Bir çeşit ibrik. |
cur'aten |
Bir yudumluk. |
cür'et |
Yiğitlik, cesaret. Korkmayarak ileri atılmak. |
cür'et-yâb |
f. Cesur, cesaretli, yiğit, delikanlı, atılgan, gözüpek, cür'etkâr. |
cür'etkâr |
f. Cesur, cesaretli, yiğit, delikanlı, atılgan, gözüpek. |
cürade |
Soyulmuş nesne. |
cüraf |
Sel yolu. Selin aktığı mecrası. |
cürah |
Yara. |
cürahüm |
İri gövdeli davar. |
cüraşe |
Tuz döğülürken etrafına düşen iri parçalar. |
cüraz |
Polat. Demir. ◊ Keskin. |
cürbüz |
İnsanlar arasında fesâdçılık yapan gaddâr kişi. |
cürce |
(C.: Cürâc) Heybeye benzer bir kap. |
cürcur |
Deve başı. |
cürd |
Tüysüz, kılsız. * Cilt hastası (deve). * Tüyleri kısa olan (at). * Bitki örtüsü olmayan (arazi). * Piyâdesiz (süvâri). |
cürdan |
At ve eşek zekeri. |
cürde |
Çorak bölge. * Çıplak vücut. * Atlı asker. |
cürde askeri |
Eskiden hacca giden kafilelerin muhafızlığını yapan asker. |
cürez |
(C: Cirzân) Tarla faresi. |
cürf |
Dere kenarında selin, dibini yalayıp oymuş olduğu bıçık üzerinde kalan toprak veya çamur çıkıntısıdır ki, her an için yıkılıp çökmeğe hazır bir vaziyette bulunur.* Estiyan adı verilen bir ot. More… |
cürfüş |
Yanları etli olan şişman kimse. |
curh |
(Curha) Yara. Yaralama. |
cürh |
(C.: Cüruh) Yara. |
cürha |
Birtek yara. * şehadette yani şahidlikte bir tek hükümsüzlük sebebi. |
cürhüm |
Yemende bir kabile. |
cürm |
(Cürüm) Kabahat, kusur. Hatâ. İsyan. Günah. Kanun hilâfına hareket. |
cürm-nak |
f. Suçlu, kabahatli. |
cürmane |
f. Ceza, mücâzat. |
cürmuk |
(C.: Cerâmik) Çizme. |
cürmuz |
Küçük havuz. |
cürn (cerin) |
(C: Cüren) Hurma kurutulan ve harman yapılan yer. |
curnal |
(Bak: Jurnal) |
cürre |
Cesur, cesaretli, cür'etkâr, cür'et-yâb, yiğit, delikanlı, gözüpek, atılgan. * Uçan her çeşit kuşun erkeği. * Bir zira' miktarı ağaç. |
cürre-baz |
f. Atmaca kuşu. * Erkek şahin veya akdoğan. * Hızla uçan ok. |
cürş |
Yemen diyarında bir yerin adı. * Başı tırnakla taramak. |
cürşu' |
Büyük karınlı deve. |
cürsum |
(C: Cerâsim) Her nesnenin aslı. |
cürsume |
(Cürsâm) Kök, asıl, temel. Bir tohumun özü. İlk hücrelik. * Gırtlak kapağı. * Karınca yuvası. |
cürsun |
Üzerine binâ yapmak için duvardan dışarı uzattıkları ağaç. |
cürub |
Beddualar, bed ve kötü dualar, fenâ sözler. |
cürüf |
Uçurum, yar. |
cüruh |
(Cürh. C.) Yaralar. |
cürum |
Sıcak, çukur yer. |
cürûn |
Bezin eskimesi. * Yumuşak olmak. * Bir nesne aşınmak. * Alışkanlık, itiyat. |
cürüz |
Verimsiz çorak yer. |
cürvaz |
Karnı büyük olan kişi. |
cüryaz |
(C: Cerâyız) Karnı büyük olan. |
cürz |
(C: Cirzan) Köstebek. |
cürzum |
(C: Cürâzim) Çok yiyen kişi. |
cuş |
f. Coşmak, kaynamak. Taşmak. Deprenmek. |
cuş u huruş |
f. Kaynayıp taşma. Neş'e ve âhenk. Coşup taşma. |
cûş-aver |
f. Coşturucu, coşmaya sebep olucu. |
cüşa' |
Çok yemekten dolayı genirmek. |
cüsacis |
Büyük deve. * Kılların veya otların sık ve çok olup birbirine karışması. |
cuşacuş |
f. Çok coşkun, taşkın. Pek coşkun ve taşkın bir sûrette. |
cüsad |
Karın ağrısı. |
cûşak |
f. Kaynama. |
cüsal |
Tarla kuşu. |
cüsale |
Sonbaharda dökülen yapraklar. |
cüsam |
Büyük, geniş. Eni fazla olan. ◊ Uykuda gelen ağırlık, kâbus. |
cuşan |
f. Coşup kaynayan. |
cüşem |
Deve göğsü. |
cüses |
(Cüsse. C.) Cüsseler, gövdeler, bedenler, cisimler, kalıplar, cesetler. |
cüseym |
Cisimcik. Küçük cisim. |
cüseymat |
(Cüseym. C.) Küçük cisimler, cisimcikler. |
cuşide |
f. Coşmuş, kaynamış. |
cuşir(e) |
f. Dokumacı. |
cuşiş |
f. Kaynama, coşma. |
cüsman |
Organlarla birlikte vücudun tamamı. * Her nesnenin cismi ve cesedi. |
cüşre |
Öksürük. * Göğüs sertliği. |
cüsse |
Gövde, kalıp, beden. |
cüsse-dâr |
f. İri yapılı, cüsseli kimse, irikıyım kişi. |
cüst |
f. Araştırma, arama. |
çüst |
f. Çevik, çabuk hareketli. Seri-ül-hareke. * Dar, sıkı. * Muntazam, mükemmel, düzgün. Yakışıklı. |
cüst ü cu |
Arayıp sorma, araştırma, arama. |
çüstî |
f. Atiklik, çeviklik, çabukluk. |
cüsu |
Diz üstünde çökmek. |
cüsu' |
Tamahkârlık, pintilik, harislik, cimrilik. |
cüşu' |
Durmak, kıyam. * Huruç etmek, çıkmak. * Hafif yay. |
cüsum |
Kuşun, uyuması vaktinde göğsünü yere koyup çömelmesi. Çömelip oturmak. * Uykuda gelen ağırlık. Kâbus. * Oturmak. ◊ (Cisim. C.) Cisimler. Ecsam. |
cüşüm |
Kısa boylu, tıknaz kimse. |
cüsur |
(Cisr. C.) Köprüler. |
cüşur |
Sabah yerinin ağarması. |
cüsüvv |
Kurumak, yebs. * Donmak, cümud. |
cüsve |
Bir yere biriktirilmiş taş. |
cüsy |
Diz üstüne çökmek. |
cuudet |
Kıvırcıklık. |
cuur |
Hurmanın gayet yaramazı, iyi olmayanı. |
cüvad |
Susamak. |
cüval |
f. Çuval. |
çuvaldiz |
Çuval ve ona benzer çul vs. dikmeye mahsus büyük iğne. |
cüvalik |
(C.: Cevâlik) Çuval. |
cüvan |
(Bak: Civân) |
cüvar |
(Civâr) Yakınlık. Komşuluk. * Himâyet, korumak. * Riâyet. * Süt emen deve yavrusu. * Karga sesi. * Öküz avazı. |
cüveyre |
Küçük câriye, câriyecik. |
cüvvet |
Kırba yaması. * Bir parça yer. * Siyaha yakın boz renk. * Demir pası. |
cuy |
f. Nehir, akarsu, ırmak, dere, çay. |
cuy-çe |
f. Küçük ırmak. |
cuya(n) |
f. Arayan, arayıcı. |
cuybar |
f. Akarsu, nehir, dere, çay, ırmak. * Irmak kenarı. |
cuyem |
f. (Cüsten, aramak mastarından 'arıyorum, ararım' mânasınadır.) (Bak: Cû) |
cuyende |
f. Arayıcı, araştırıcı, isteyen. |
cüyud |
(Cid. C.) Gerdanlar, boyunlar. |
cüyuş |
(Ceyş. C.) Ceyşler, askerler, neferler, erler. Ordular. |
cüz |
Kısım, parça. Bir şeyin bir parçası. * Kitab forması. * Küllün mukabili. * Kur'ân-ı Kerim'in otuzda bir parçası. * Kanaat. İktifâ eylemek. * Düğümü sağlam yapmak. Bir şeyi More… |
cüz'i |
Azdan olan. Parçaya âit olan. Biraz. Pek az. Kıymetsiz. Mühim olmayan. Esasa ait olmayan. Cüz'e âit olan. Külli olmayan. |
cüz'iyyat |
Cüz'î olan şeyler. Ufak tefek şeyler. Mânası düşünüldüğünde zihinde ortaklık kabul etmeyen şeyler. Mânası başka şeylere şâmil olmayanlar. |
cüz'iyyet |
Azlık, cüz'î oluş. |
cüzae |
Bıçak sapı. |
cüzaf |
Götürü pazar. |
cüzam |
(Cüzzam) Hansel basilinin (mikrobunun) sebep olduğu bulaşıcı bir deri hastalığı. |
cüzame |
Hasaddan sonra ekinden bâki kalan ekin. |
cüzare |
Devenin etrafı (ayakları ve başı gibi.) |
cüzaz |
Kesilmiş ve parçalanmış olan şey. |
cüzaze |
(C.: Cüzâzât) Pâre pâre etmek, ayırmak, kesmek. Ağaçtan yemiş düşürmek. ◊ Bez kırpıntısı. |
cüzbend |
Bir çeşit cüzzam hastalığı. * Ciltçi. |
cüzeyr |
Kök dalı, ince kök. |
cüzeyre |
Küçük ada, adacık. Etrafı su ile çevrili küçük kara parçası. |
cüzhan |
f. Kur'ân-ı Kerim cüzlerini okuyan kimse. |
cüzur |
(Cezr. C.) Kökler. |
cüzve |
(Cezve-Cizve) (C: Cezey-Cizey) Kalın ağaç parçası. * Ateş közü. |
cüzzam |
(Bak: Cüzam) |
cüzzet |
Kaftan. |
dâ' |
(C: Edvâ) Maraz, hastalık. * Meşakkat, zahmet. |
da' |
Arabçada 'bırak' mânasına emirdir. Meselâ: ◊ Def'etmek, kovmak. Terketmek. |
da' mâ keder |
Keder veren şeyi bırak. |
da'at |
Horluk, zelillik. |
da'bel |
Kurbağa yumurtası. * Güçlü, kuvvetli deve. |
da'ca' |
Gözü çok siyah ve büyük olan kadın. (müz: Edac) |
da'cele |
Gitmekte ve gelmekte tereddütlü olmak. |
da'd |
Husumet, düşmanlık. |
da'da |
Aklı ve fikri olmayan kişi. * Her nesnenin zayıfı. |
da'da' |
Güzel dur mânasına gelir ve düşecek ve dayanacak yerde söylenir. |
da'daa |
Koyunu ve keçiyi çıkarıp sürmek. * Sallamak. * Bir kimseye 'güzel dur' demek. * Miktarı çok olsun diye depretip çevirmek ve doldurmak. ◊ Yakmak. Yıkmak. * Hor ve zelil More… |
da'fak |
Bol ve geniş olan şey. Vâsi. |
da'k |
Ovmak. * Bir şeyi yumuşatmak. |
da'ke |
Deve sürüsü. |
da'kese |
Mecusiler oyunundan bir oyun. ('destibend' de derler.) |
da'l |
İçmek, şirb. |
da's |
Cimâ etmek. * Süngü ile vurmak. * Az olan nesne ve eser. ◊ Titremek. * Zayıf olmak, zayıflamak. |
da'sa |
Güneşten çok ısınan yumuşak, çukur yer. ◊ Yumuşak yer. |
da'sere |
Yıkmak. |
da'şere |
Yıkmak. |
da'vâ |
Takib edilen fikir, iddia. * Bir kimsenin hakkını aramak üzere mahkemeye müracaat etmesi. * Hakkı olanın iddia etmesi. Kendini haklı görüp veya zannedip üstün fikirlilik iddia etmek. * More… |
da'vat |
(Duâ. C.) Duâlar, niyazlar, çağırışlar. (Bak: Ed'iye) |
da'vet |
Çağırma. Ziyafet. Duâ. * Bir fikri kabul ettirmek için deliller söylemek. |
da'z |
Def'etmek, kovmak. * Nikâh etmek. ◊ Noksanlaştırmak. ◊ Cimâ etmek. |
daa |
Telef etmek, ziyan etmek. |
daac |
Gözün çok siyah ve büyük olması. |
daak |
Davarın ayağıyla kazılmış yer. |
daar (daâre) |
Fısk. * Kapmak. * Yaramazlık. |
dab |
f. şan ve şeref, haysiyet. |
dabar (dibâr) |
(C: Debabir) Cemaat, topluluk. |
dabb |
(C.: Dıbâb-Edubb) Keler, kertenkele. * Yaraya merhem sürmek. * Akmak. * Süt sağmak. * Yere yapışmak. * Dudakta olan bir hastalık (çatlayıp kan akar). * Hurma çiçeği. |
dâbbe |
Yürüyen mahluk. Debelenen. |
dabbe |
(C.: Dıbâb) Dişi kertenkele. * Kapıya koyulan yassı enli demir. |
dâbbe-süvâr |
f. Hayvana binen, binici. |
dabentî |
Güçlü, kuvvetli kimse. |
dabgam |
Arslan, esed. |
dabh |
'Atların koşu esnasındaki nefeslerinin sesleridir ki, sahil denilen kişnemek değil, yemi ve sahibini gördüğü zaman yaptığı gibi hamhame denilen sesi de değil; hızlı nefes sesi olan bir More… |
dabi |
Kül, ramâd. |
dabi' |
Yere yapışan, yere yapışıcı. |
dabib |
Akmak. Seyelân etmek. |
dabie |
Kişinin çoluk çocuğu. |
dabik |
Bir yerin adı. |
dabir |
Arka, kök, nihâyet. Son, âhir. * Bir nişandan geçen ok. |
dabire |
Askerin bozulması. |
dabk |
Kendisiyle kuş avlanan bir nesne. |
dabn |
Dar nesne. |
dabr |
Cemaat. * Yaban cevizi. * Sıçramak. |
dabrak |
şişman ve etli olmak. |
dabs |
Mesrur ve mütekebbir olmak. Sevinçli ve kibirli olma hâli. ◊ Ahlâkı kötü ve korkak olmak. * Anlaması, idrâki az olmak. ◊ (C.: Ezbâs) El ile tutmak. |
dabsem |
Arslan, esed. |
dabt |
Hıfzetmek. * Cem'etmek, toplamak. |
dabuka |
Pis. Necis. |
dabure |
Yer yüzünde gezen hayvanât. |
dabv |
Pişirmek. * Tağyir etmek, değiştirmek. |
dac |
Çağırmak. |
dac' (ducu') |
Yan tarafını yere koyup yatmak. |
dacc |
Hacıların hizmetkârı ve devecileri. * Hacılar ile birlikte giden, fakat, hac maksudu olmayan bezirgân. |
dacce |
Bir kere çağırmak ve inlemek. |
dacem |
Eğrilik. |
daci' |
İşlerinde kısaltan. * Yatak arkadaşı. |
dacia |
Çok fazla bulut. |
dacic |
Çağırış. * Sesi yükseltmek. |
dacin |
(C.: Devâcin) Evi öğrenmiş olan davar. |
dacir |
Gamkin ve gönlü dar kimse. * Bağırgan dişi deve. * Kederlenmek, hüzünlenmek muztarib olmak. |
dacnan |
Tehame vilâyetinde bir dağ. |
dacr(e) |
Darlık, kalbin sıkıntılı olması. |
dacuc |
Çağıran. * İnleyen. * Sağarken incinen ve inleyen dişi deve. |
dâd |
f. Adâlet. Hak, doğruluk. * İnsaf. * Vergi, ihsan, atiyye. * Ömür. * Sızlanma. |
dad |
Osmanlı alfabesinin onyedinci harfidir. * Ebced hesabında sekizyüz sayısına karşı gelir. ◊ Oyun, lehv. ◊ Doldurmak. |
dâd u sited |
Alış veriş. |
dâd-âver |
f. Doğru, adaletli. |
dâd-bahş |
f. Hakkı yerine getiren, adaletli. |
dâd-ger |
f. Doğru, insaflı. |
dâd-res |
f. Yardımcı, yardıma yetişen. |
dada |
f. Halayık. Çocuk bakıcı. Dadı. |
dadan |
Kesmez kılıç. * Fakir, muhtaç kişi. |
dadar |
f. Allah (C.C.) * Adaletli, âdil, doğru olan hükümdar. |
dadaş |
Delikanlı, babayiğit kimse. * Erkek kardeş. |
dâde |
f. Verilmiş, vergi. |
dâden |
f. Vermek. |
dâdender |
f. Erkek üvey kardeş. |
dâder |
f. Karındaş, kardeş, birâder. |
dâder-ender |
f. Üvey kardeş. |
dâdgâh |
Adliye. Hak yeri, adâlet yeri. |
dadh |
Yemen baklası. |
dâdhah |
f. Adalet isteyen. |
dâdistan |
f. Bir işte ortak olma. * Bir işe razı olma. |
dâdrad |
f. Allah (C.C.), Cenab-ı Hak. |
daele (duule) |
Zayıf ve ince olmak. * Hor ve zayıf olmak. |
daf' |
Necis, pis. |
dafadi |
Kurbağa. |
dafate |
Ayağa giydikleri bir cins pabuç. * Kişinin aklı ve reyi zayıf olmak. * Bir oyun çeşidi. |
dafef |
Çoluk çocuğun fazla oluşu. * Şiddet. * Darlık. * Hâcet. * Acele etmek. |
dafen |
Kısa boylu, ahmak adam. * İri gövdeli ahmak kimse. |
dafended |
şişman, ahmak adam. |
daff |
Dar, zıyk. |
daffat |
Devesini kiraya veren deveci. |
daffata |
Metâ ve kumaş götüren deve. * Çokluk, cemaat. |
daffe |
Yan, taraf. |
dafi' |
Def'eden, menedici. Ortadan engeli kaldıran. * Cenâb-ı Hak. (C.C.) |
dafia |
Def eden, muhafaza eden. |
dafik |
Atılarak dökülen. Su ve emsali gibi akarak dökülen. |
dafit |
Ahmak. |
dafn |
Ayakla tekme vurmak ve atmak. |
dafr |
Saçı ve ona benzer şeyleri enlice örmek ve dokumak. * Vakarla yürümek. * Def'etmek, kovmak. |
dafuf |
Sütü çok olan davar. |
dafv |
Tamam olmak. * Malın çok olması. |
dâg |
f. Yanık yarası. * İnsan veya hayvan vücuduna kızgın demirle vurulan damga. |
dag-zen |
f. Damga vuran, nişan koyan. * Kalb kıran, gönül kıran. |
dagal |
f. Hile. * Geçmez akçe, kalp para. * Hileci, hile yapan, dolandırıcı. * Çerçöp. |
dagal-bâz |
f. Hileci. |
dagas |
Çok yemekten dolayı midenin dolması. |
dagb |
Harislik, hırslı oluş. * Ovmak. |
dagbus |
(C.: Dagabis) Küçük hıyar. * Sirkeyle ve zeytin yağıyla yenen bir ot. |
dagdaga |
Dişi olmayan kadın. * Kurdun et yemesi. * Yemeği iki çene arasında geve geve yemek. |
dağdağa |
Gürültü. Iztırab. Boş yere telâş ve zorluklar. * Tereddüt etmek, karar verememek. * Gıcıklamak. |
dağdar |
f. Pek acıklı, üzüntülü. * Gönlü yaralı. * Kızgın demirle nişan vurulu. Damgalı. (Milletimde ihtilâf u tefrika endişesi Kûşe-i kabrimde hattâ bi-karar eyler beni, İttihadken savlet-i More… |
dagf |
Almak. |
dagfasa |
Semizlik, şişmanlık, besililik, etlilik. * Bol geniş nesne. |
dagi |
(Bak: Tâgi) |
dagi(yye) |
Azgın, başkaldıran, isyan eden, âsi, anarşist. |
dagib |
Tavşan sesi. |
dagîga |
Sıvı hamur. |
dagisa |
(C: Devâgıs) Diz üstünde hareket eden yuvarlakça kemik. * Sâfi su. |
dağistan |
f. Dağlık yer. * Kafkasya'nın kuzeydoğusunda ve Hazer Denizi'nin batı kıyılarında bulunan bir bölgedir ki, eskiden buraya Albanya denirdi. |
dagit |
Yanında bir kuyu daha olduğundan suyu çekilip kokan kuyu. |
dağit |
Emin. * Nâzır, bakan. * Şiddet veren. * Üzüm toplamada kullanılan âlet. |
dagm |
Isırmak. |
dagma' |
Yüzünün rengi siyaha yakın olan dişi koyun. |
dagmire |
Karıştırmak, halt. |
dagn |
Meyletmek, yönelmek. * Kin tutmak. |
dagr |
Şiddetle def'etmek. * Bir yere girmek. |
dagre |
Bir şeyi kapıp almak. |
dags |
(C.: Adgas) Rüyâ karışıklığı. * Karışık olmak. |
dagş |
Hücum etmek. |
dagt |
Zahmet. Meşakkat. * Bir şeyi bir yere zorla sıkıştırmak. Sıkışmak. |
dagul |
f. Dolandırıcı, hileci, hile yapan. |
dagv |
Kedi veya tilki çağırmak. |
dağvari |
f. Dağ gibi, dağ cesametinde. Dağ büyüklüğünde. Dağa benzer surette. |
dagve |
(C.: Degavât-Degayât) Huyu yaramaz olmak, hulku çirkin olmak. |
dagz |
Yutmak. * Defetmek. * İğrenmek. * Cimâ etmek. |
dah |
f. Hizmetçi, uşak, cariye. * On (10). Aşer. * Korkak. Alçak, aşağılık, âdi kimse. |
daha' |
Kaba kuşluk vakti. |
dahal |
Aldatmak, mekretmek. |
dahâmet |
İrilik, kocamanlık, kabalık, vücutça büyük olmaklık. * Tıb: Hipertrophie. |
dahamis |
Bahadır, kahraman. * Karayağız, iri yapılı adam. |
dahas |
Davarın tırnağında olan bir verem. ◊ Kaypancak nesne. |
dahaya |
(Dahiyye. C.) Kurbanlık hayvanlar. |
dahb |
Bir şeyi ateşte kızdırıp pişirmek. |
dahc |
Gizlemek, örtmek. |
dahd |
Kahretmek. |
dahdah |
(C.: Dahazıh) Arzu, istek. ◊ Küçük adımlı kimse. ◊ Kısa boylu adam. |
dahdaha |
Yorulmak, yorultmak. * Yavaşlamak. * Muti etmek, emre itaat ettirmek. * Hor etmek. ◊ Suyun dökülüp saçılması. * Serabın uzaktan su gibi görünüp parlaması. |
dahdar |
Beyaz bez. |
dahh |
Yer altında bir şey gizlemek. ◊ Bevlin uzaması. |
dahhak |
Çok gülen. Çok gülücü. * İran'da eski tarihte yaşamış çok zâlim bir hükümdarın adı. |
dahhas |
(C.: Dehâhis) Toprak içinde kaybolup bulunmayan küçük bir böcek. |
dahi |
Eşine ender rastlanır, hârikulâde zekâ, fatanet ve hikmet sâhibi. |
dahik |
Gülen, gülücü. |
dahike |
(C.: Davâhık) Gülme ânında çıkan dört dişin birisi. ◊ (C.: Davâhik) Azı dişlerinden her biri. |
dâhil |
İçeri. İç. İçinde. İçeri girmiş. |
dahil |
(Bak: Dahl-Dehal) Girmek, karışmak. Dokunmak. Taarruz etmek, müdâhale eylemek. ◊ Hayrette kalan kimse. |
dahîl |
Yabancı, sığınan, sığınmış. Muhacir. * Birisinin içyüzü, niyet ve mezhebi. Dâhil ve içerde. Birisinin bütün gizli ve sırlı işlerine vâkıf olan dost ve hemdemi. * Evvelâ alâkasız olup sonradan More… |
dahile |
(C.: Devâhil) Bir şeyin içi, içyüzü. |
dahilek |
Yalvarırım, sana sığınırım, sana güvenirim (meâlinde.) |
dahilen |
İçten, içerden, dâhilden. |
dahiliye naziri |
İçişleri Bakanı. |
dahim |
(Dahâmet. den) Yoğun ve fazla koyu olan. Kalın olan. ◊ f. Nasib ve rızık. ◊ (Dâhim) f. Taç. |
dahine |
(C.Devâhin) Duman çıkan baca. |
dahir |
(C.: Dehâyir) Toplanılmış veya gömülmüş mal. ◊ Dere, vâdi. * Dağ başı. |
dahis |
Müfsid, arayı bozan. * Koyun yüzerken deri ile etin arasına elini sokan. * Bir meşhur atın adı. ◊ Hayvanların tırnak diplerindeki et parçası. Dolama hastalığı. ◊ Kokmuş, More… |
dâhiye |
Hârikulâde zekâ ve fetanet sahibi. * Âfet, belâ, musibet. Kazâ. Emr-i azîm. Büyük iş ve hâdise. |
dahiye |
Nâhiye. |
dahiyye |
Kurbanlık hayvan. |
dahk |
Tere yağı. * Bal. * Kar. * Ağzı yarılmış olan çiçek tomurcuğu. ◊ Irak, uzak, baid. * Atmak. |
dahl |
Karışma, girme. * Nüfuz, te'sir. * Vâridat. * İrâd. İtiraz, ta'riz. * Ayıp, töhmet. ◊ Bir nesne az olmak. ◊ Az miktar su. |
dahl (duhl) |
(C.: Dihâl-Edhâl-Dahlân) Pencere. * Çukur yer. |
dahm |
Şiddetle def'etmek. * Cemaatın kuvvetli olması. ◊ İri, büyük, kocaman, cüsseli, kalın. |
dahme |
f. Mezar, kabir. türbe. * Donanma geceleri atılan hava fişeği. |
dahmes |
Sirke tulumu. * Her nesnenin karası. |
dahn |
Fesâd. * Bulanıklık. |
dahna |
Boz renkli. |
dahr |
Alçalma. Küçülme. Hor ve hakir olma. ◊ Kaplumbağa. * Dağbaşı. |
dahr (duhur) |
Sürmek. * Irak etmek, uzaklaştırmak. * Horluk. |
dahrece |
(Dıhrâc) Yuvarlamak. |
dahs |
Koyunun derisiyle eti arasına yüzmek için elini sokmak. * Fesad, ifsâd. ◊ Sözünü fesâhatle açık bir şekilde söylemek. ◊ Ön dişler ile ısırmak. ◊ Ayağıyla tepinmek. |
dahten |
f. Bilmek. |
dahuk |
Geniş yol. |
dahul |
Geyik tuzağı. * Canavar tuzağı. |
dahül |
f. Bostan korkuluğu. |
dahv |
Zâhir olmak, görünmek. ◊ Atmak, ramy. |
dahve |
İlk kuşluk vakti. Güneşin ufukta ilk yükselip yayılmaya başladığı an. |
dahy |
(Dahv) Yayıp döşemek. * Deve kuşu yumurtası. (Bak: Udhiy) (968 hicri tarihinde vefat eden Ahter-i Kebir lugatının Müellifi, Kur'an-ı Kerimdeki bu kelimeden dünyanın bir elips şeklinde, More… |
dahya' |
(C.: Duhâ) Hayız görmez kadın. * Ağaç ismi. ◊ Rûşen, parlak ve nurlu nesne. |
dahye |
Kuşluk vaktinde kesilen koyun. |
dai |
Dua eden, duacı. * Sebep. * Davet eden. Muktazi. (Meselâ: Yemek yemek, iştihadan gelen bir lezzet, bir iştiyaktır. Onu yemeğe sevk eder. Buna dai denir.) Resul-ü Ekrem'in (A.S.M.) bir More… |
dâib |
Âdet ve usulünde devam eden. (Bak: De'b) |
dâibeyn |
Âdet ve usulünde devam eden iki şey. |
dail |
İçen. Şârib. * Mahvolan. * Zaif. ◊ Arık, zayıf, küçük hacimli. |
daim |
Devam eden. (Daimî, daima, daimen şeklinde de söylenir.) |
daima |
(Devam. dan) Her vakit, bir düziye, daimî suretde. |
daimî |
(Devam. dan) Sürekli, devamlı. |
dain |
(Dâyin) Ödünç veren, borca veren. * Alacaklı. İkraz eden. ◊ (C.: Daân) Yünlü olan koyun. ◊ Asıl. * Mâden. * Doğruluk. |
dair |
Devreden. Dolaşan. Dönen. Bir şeyin etrafını kuşatan. * Belli bir şey hakkında olan. Alâkalı, müteallik. |
daire |
Resmi hükümet makamlarından her biri. * Yazıhane. * Büyük bir idare adamının makamı. * Ev veya apartman katı. * Bir manevi te'sirin hükmü geçtiği mahal. * Sınır içi. * Büro, büyük ev, More… |
dairevî |
Daire şeklinde. Daire gibi. |
dairezen |
Mehter takımında def çalan. |
daiyan |
(Dâi. C.) Dua edenler, duacılar. |
dâiye |
İnsanı bir şeye candan bağlamağa sürükleyen iç duygusu. * Mücib ve sebep. * Bâis olan husus, vakit ve zamanın bir hâleti. * Arzu, hırs. * Dava. * Bahane. |
daiyy |
Şu kimseye derler ki, bir kişi ona 'oğlumdur' demiş olsun. |
dak'a |
Toprak. |
daka' |
Varmak. Ulaşmak. * Buluşmak. ◊ Fakirlik. |
dakaik |
(Dakayık) (Dakik. C.) İncelikler. Anlaşılması çok dikkat isteyen incelikler. Çok ince. Anlaşılması dikkat isteyen keyfiyetler. |
dakaik-aşina |
f. İlmî incelikleri bilen, anlaşılması ve tefhimi müşkül, yüksek ve ince ilmî mes'elelere vâkıf olan. |
dakaik-i fenniye |
f. İlmî incelikler. Fennin ince ve güç anlaşılan noktaları. |
dakaik-i umur |
f. Üzerinde gayet dikkatle durulması lâzım gelen işlerin ince ve mühim noktaları. |
dakal |
Hurmanın iyi olmayan cinsi. * Gemi oku. * Boya. |
dakdak |
(C.: Dakâdık) Kısa boylu ve katı yürüyen kişi. |
dakdaka |
Davarın tırnağının taşa dokunup ses çıkarması. |
dakdake |
Tez tez yürümek, hızlı yürümek. |
dakik |
(Ekseri mânevi mânalar için) Pek ince. Nâzik. Ufak. |
dakika |
(C.: Dakaik) Zaman mikyası olarak bir saatin bölündüğü altmış parçadan beheri. Altmış saniyelik zaman. * İnce fikir, mülâhaza, nükte. * Daire dereceleriyle başka ölçülerde her derecenin More… |
dakika-bin |
f. İncelikleri bilen, ince noktaları gören. |
dakis |
Bir kimsenin aksırdığında ağzından saçılan tükrük. |
dakk |
Vurmak. * Çekmek. Çok yemekten dolayı vücudun ağırlaşması. * Kapı çalma. |
dakm |
Kırmak, kesr. |
dakr |
Vurmak, darb. |
dakva(n) |
Sütü çok içtiğinden dolayı bedeni ağırlaşan kuzu. |
dal |
Ağacın ilk verdiği kol. * Kur'ân hattiyle yazılan () harfinin okunuşu (Ebcedi değeri dörttür.) Noktasız olduğundan 'dâl-i mühmele' de denir. ◊ Semiz avrat. Şişman More… |
dal' |
Meyl. Eğrilik. Kuvvet. * Ağır yük götürmek. |
dal(l) |
Kur'ân ve imân yolundan sapan. Dalâlete giden, azan. * Azdırıcı, sapkın. * Şaşkın. |
dalaa |
Kuvvet. * Eğrilik. * Şiddet. |
dalal |
Sapıklık. * Sapmak. Doğrudan, imân ve İslâmiyyet yolundan sapmak. |
dalalet |
İman ve İslâmiyetten ayrılmak. Azmak. Hak ve hakikatten, İslâmiyet yolundan sapmak. Allah'a isyankâr olmak. * Şaşkınlık. |
dalaletpişe |
Sapıklığı tâkibeden. Sapıklığa giden. İslâmiyetten başka yol tâkib eden. |
daldal(e) |
Taşlı sert yer. |
dalgakiran |
t. Bir limandaki tekneleri dalgaların te'sirinden muhafaza etmek için denizde yapılan set. |
dalgiç |
t. Mercan, inci ve saire avlamak veya denizin dibine düşmüş olan şeyleri çıkarmak için denizin dibine dalmaya alışık adam. |
dali' |
Kavi, kuvvetli. * Muhkem, sağlam, sert. * Eğri. |
dalif |
(C.: Düllef) Nişandan öteye düşen ok. * Ağır yük getirip adımlarını birbirine yakın atan adam. |
dalil |
Sert, sağlam, muhkem yer. * Yolu azmış kişi. |
daliye |
(C.: Devâli) Hayvanla döndürülüp su çekilen dolap. (Suyun döndürdüğü dolaba 'nâurâ' derler.) |
dalkavuk |
t. Eline maddî menfaatler, para vesaire geçirmek için yaltakçılık ve soytarılık edip kendi vakar ve haysiyetini muhafaza etmeyen adam. |
dall |
Delil olan, delâlet eden. Yol gösterici. * Bildiren. ◊ Azan. Azıcı, azdırıcı. Dalalette olan. |
dalle |
Evini bilmeyip başka yere giden davar. |
dallîn |
(Dâllûn) Sapkınlar. Müslümanlıktan ayrılanlar. Kur'an hakikatlerinden ayrılıp sapanlar. |
dalliyet |
Delil oluş. İsbata vâsıta olmak. |
dâm |
f. Tuzak. ağ, hile. |
dam' |
(C.: Dümu-Edmu) Helâk olmak. * Göz yaşı. |
dâm-i ankebut |
f. Örümcek ağı. Örümcek tuzağı. |
dama |
Deniz, bahr. |
damacana |
Su veya başka sıvıları taşımaya mahsus dar ağızlı, şişkin gövdeli çoğu hasırla sarılı veya sepetli büyük şişe. |
damar |
t. İstidad. Huy, tabiat, inat. * İnsan bedeninde kanın dolaştığı yollar, şiryan. * Irk. * Toprağın içindeki maden filizleri ve su tabakası. * Damar veya köke benzeyip bir cismin her tarafına More… |
damd |
Yaranın üstüne bez bağlamak, merhem sürmek. |
damecmec |
Katı, şedid. * Uzun boylu bahil kimse. |
damed |
Hışım etmek, öfkelenmek, hiddetlenmek, kızmak. |
dâmen |
f. Etek. Kenar. Taraf. Zeyl. Elbise veya dağ eteği. |
damen-bus |
f. Etek öpen. |
damen-gir |
f. Eteğe yapışan, etek tutan. * Dâvacı, hasım, şikâyetçi. |
damen-keş |
f. Feragat eden, eteğini çeken. |
damene |
f. Dağ eteği, dağın çevresi. |
damenî |
f. Eteklik. * Kadın başörtüsü. |
damga |
Bir şeyin üzerine işaret veya alâmet koymak. * İşaret vurulan âlet. Mühür. |
damga-i vahdet |
f. Birlik damgası. Cenab-ı Hakkın birliğini gösteren delil. |
damhar |
Mütekebbir, kibirli, terbiyesiz kimse. |
damia |
Yavaş olarak ve damla damla kan sızdıran yara. |
damic |
Karanlık. |
damiğa |
Dimağa işlemiş olan baş yarığı. (Bak: Amme) |
damik |
(C.: Devâmik) Belâ, musibet, dâhiye. Meşakkat, zahmet. |
damime |
(C.: Damâyim) Sonradan yapıştırılmış şey. |
damin |
Kefil olan, tazminat veren. Ödeyen. |
damine |
Köyde olan hurma. |
damir |
(C.: Damâr) Kalb. * Niyyet. ◊ Zayıf, ince. |
damise |
Örten, setreden. Defneden. |
damiye |
Tıb: Kanı akan yara. |
damiz |
Hayvan üretmeye mahsus dam. Hayvan yetiştirilecek ahır. |
damm |
Yapıştırmak. * Düşürmek. |
dammad |
Hastalara efsun okuyan kimse. |
damping |
ing. Bir pazarı elde etmek veya bir malı elden çıkartabilmek için benzerlerinden çok düşük fiyatla satma. |
damz |
Susmak, sükut etmek. |
damzer |
(C.: Damazir) Sütü az olan deve. * Sağlam ve sert yer. * Şişman kadın. |
dan |
Arabca, Farsça veya bazı Türkçe kelimelerin sonuna takılarak, âlet ismi veya sıfat yapılır. Meselâ: Ateş-dan - Mangal. Cüz-dan - Cüz kabı, çanta. ◊ f. Tane. |
dânâ |
f. Bilgili, bilen, malûmatlı, âlim. |
dânâyî |
f. Âlimlik, bilicilik. |
dane |
(Diyn. den) 'İtaat etti. İtaatli oldu, boyun eğdi, aziz oldu' mânasında fiil. ◊ f. Tohum, çekirdek. * Kurşun, gülle, tâne. |
danende |
f. Bilgin, bilen, Haberli. |
dang |
f. Bir dirhemin altıda biri. |
dani' |
Hor, zelil. |
danik |
(C.: Devânik) Bir dirhemin altıda biri ve iki kırât ağırlığı. (Her kırat beş arpa ağırlığıdır.) * Zayıf düşkün davar. ◊ Bir dirhemin dörtte biri. * Mangır. ◊ Nezle. |
dâniş |
f. Bilgi, ilim. Biliş. |
dâniş-ger |
f. Alim, bilgin. |
danişî |
Alim, bilgin, bilgili. |
danişmend |
(C.: Dânişmendân) f. Bilgili, ilimli. * Tanzimattan evvel, kadıların yanında stajyer olarak çalışan kimseler için kullanılan bir tâbirdi. |
daniştay |
(Bak: Şurâ-yı devlet) |
danisten |
f. Bilmek. |
daniye |
Yakında olan. |
dank |
(Dunuk) Darlık, dıyk. |
danka' |
Dar, sıkıntı. Zararlı, zarara sebeb olan. |
dantela |
Fr. Tentene. Her nevi iplikle örülen, bir kumaşın kenarına işlenen türlü biçimde ince örgü, dantel. |
danu' |
Evlâdı çok olmak. |
danv |
Oğul ve kız, veled. |
dâr |
f. Sâhib, mâlik, tutan (mânasındadır.) Meselâ: Bayrakdâr - Bayrak tutan. ◊ Yer, mekân, konak. |
dâr ü gir |
Kavga, savaş, muharebe, harp, ceng. |
dar' |
(C.: Durâ-Duru) Davar emziği.DAR' - Men'etmek, engel olmak. * Ansızın haberli olmak. * Eğrilik. |
dar'a' |
Başı siyah, gövdesi beyaz olan davar. (Müz: Edrâ.) |
dar-baz |
f. Canbaz. |
dâr-i beka |
f. Âhiret. Bâki olan yer. |
dâr-i cinan |
f. Cennet yurtları. Cennetler. |
dâr-i dünya |
f. Bu dünya memleketi. Dünya. (Dâr-ı fenâ da denir.) |
dar-ül kütüb |
f. Kütübhâne, kitab evi. |
dara |
f. Eski Fars hükümdarlarından dokuzuncusu Keykubat'ın bir ismi. * Hükümdar. * Cenab-ı Hakk'ın bir ismi. |
dara' |
Zayıf. Zelil, hakir. * Muti, itâat eden, boyun eğen. ◊ Düz yer. * Birbirine girmiş olan sık bitmiş ağaçlar. |
daraa |
Tevazu etmek, alçak gönüllü olmak. * Emre uymak, muti olmak. * Zayıf ve zelil olmak. |
darab |
Koyu beyaz bal. |
daraban |
Vurma, vuruş. Çarpış, çarpıntı, çarpma. |
darabât |
(Darbe. C.) Vuruşlar. Çarpmalar. Vurmalar. |
darabine |
Kapı bekçileri. |
darafe |
Çokluk, kesret. |
darağaci |
t. İdama mahkûm olanların asıldıkları sehpa. |
daragim |
(Dırgam. C.) Arslanlar, esedler, dırgamlar. |
daraka |
(C.: Derk- Edrâk-Dırâk) Deriden yapılmış olan kalkan. * Gırtlağın hançereyi meydana getiren kıkırdaklarından kalkan şeklinde olanı. |
darame |
Ucu ateşli kuru ot ve odun. |
darare |
Gözsüzlük. |
daras |
Ekşi yemekten dolayı dişin kamaşması. |
darat |
f. Debdebe, tantana, şan, gösteriş, çalım. |
daravet |
Adet, alışıklık, alışkanlık. |
darayî |
f. Sahib, mâlik olma. * Hüküm sürme, hâkimiyet kurma. * Bir nevi kumaş. |
darb |
(C.: Durub-Edrub) Vurmak, vuruş, çarpmak. * Beyan etmek. * Seyretmek. * Nev, cins. * Benzer, nazir. * Eti hafif olan. ◊ (C.: Dürub) Kapı, bâb. * Büyük, geniş sokak. * Dâr-ı More… |
darb-zen |
f. Mâdeni levhalar üzerine kabartma olarak nakışlar işleyen. * Kale döven. |
darbam |
f. Direk, kiriş. |
darbe |
(C.: Darabât) Vuruş, vurma, çarpma. * Musibet, belâ, âfet, felâket. |
darbeha |
Başını aşağı eğmek. * Muti olmak, itaat etmek, söz dinlemek. |
darbele |
Bir yürüme çeşidi. * Davul çalmak. |
darben |
Döğerek, vurarak. * Çarparak. |
darbhane |
Para basılan yer. |
darbîz |
Rutubetli tarla, sulak yer. |
darbum |
Bizanslılar zamanında Eskişehir'in ismi. |
darc |
Yarmak, şakk. |
dare |
f. Vazife, görev, ödev. |
darende |
f. Saklayan, tutan. * Ulaştıran, vâsıl eden, kavuşturan, getiren. |
dareyn |
Her iki dünya. İki yurd. İki yer. |
darh |
Def'etmek, kovmak. Reddetmek. * Yer kazmak. |
darî |
Ot ve yem satan kişi. * Evinden çıkmayan kimse. |
dari' |
Hurma dikeni. Acı ve dikenli bir ağaç. ◊ Adımı geniş olan kişi. |
darib |
(Darb. dan) Sütünü sağan kimseye vuran dişi deve. * Ağaçlı yer. * Karanlık gece. * Vurucu, vuran. Darbeden, çarpan. Döven. |
daribe |
Tabiat. * Kılıçla vurulmuş. * Eğrilmiş yün. |
daric |
Katı, şedid, şiddetli. |
darice |
Ay ve güneş ağılı. (Farsçada 'hâle' denir.) |
darih |
Kabir. Mezar. |
darim |
Yanmış nesne. * Dövülmemiş harman. * Odun ufağı. ◊ Aç. * Tavşancıl yavrusu. |
darin |
Bir yerin adı. |
darir |
(C.: Edirrâ) Kör, a'mâ. * Nefis. * Cismin bakiyyesi. * İri vücutlu fakir kişi. |
daris |
(Dürus. dan) Yıkılmış, mahvolmuş. ◊ Çetin huylu kimse. |
dariş |
Siyaha boyanmış kara deri. |
darit |
Yellenen, yellenici. |
dariyye |
f. Divan şairlerinin, dünyevi makamca büyük olanların yaptırdıkları köşk ve konaklara dair yazdıkları manzume. |
darm |
Şiddetli açlık. Oburluk. * Ateşin yakması. |
darr |
Süt, leben. * Nüzul. * Hayır ve amel çokluğu. ◊ Zararlı, zararı olan. ◊ Zarar, ziyan. |
darra |
Şiddet, mihnet. Belâ. Naks. Ziyan. Sıkıntı. Kötürümlük. |
darrab |
Akça kesici, dârp edici, para basan. |
darre |
Bir miktar süt. |
dars |
Dişiyle tutup ısırmak. |
dart |
Yellenmek. * Tez olmak. |
daru |
f. İlâç, deva, tiryak. |
daru-berd |
f. Debdebe, ihtişam. |
daru-hane |
f. İlâç satılan yer, eczahane. |
darül harb |
(Dâr-ül harb) Harp yeri. |
darül islam |
(Dâr-ül İslâm) İslâmiyet merkezi. Müslümanların hâkim olduğu yer. |
darzem |
Sütü az deve. * Çok ısırıcı olan yılan. |
darzeme |
Çok ısırmak. |
dâs |
f. Orak. * Tuzak. * Sedef otu. |
daş |
İsimlerin sonlarına eklenerek eşlik, refakat ve ortaklık bildirir. Meselâ: Arka-daş - Refik. |
dasar |
(Dâstâr) f. Tellal, simsar. |
dasdasa |
Depretmek, tahrik. |
dase |
f. Orak. |
dâsitân |
(Dâstân) f. Destan, sergüzeşt. Geçmiş hâdiseleri anlatan nesir veya nazım halinde yazı. * Şöhret. |
daşte |
f. Köhne, harab olmuş, eskimiş, yıpranmış. * Mâlik olmuş. |
daşten |
f. Tutmak, elde etmek, mâlik olmak, zimmetine geçirmek. * Zabtetmek, gasbetmek, almak. * Görüp gözetlemek. * Eskimek, yıpranmak, harab olmak, köhneleşmek. |
dav' |
Kaymağı alınmış sığır sütünden yapılmış ekşi yoğurt ve ayran. ◊ Hoş kokular kokmak. Depretmek.DAV': Şule, ziya, ışık. |
dava vekili |
Baro teşkilatının olmadığı yerlerde kanunî izin ile vekil sıfatı kazanan ve dava takibine salâhiyeti olan kişi. |
davaci |
t. Dava açan. |
davahi |
Memleket köşeleri. |
davat |
Devenin başında olan verem. |
davban |
Güçlü, büyük deve. |
davc |
(C.: Edvâc) İki şeyin birbirine eğilip ulaşması. |
davda' |
Meş'ale. * İnsan sesleri. |
dâver |
Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) bir ismidir. * Âdil, insaflı ve doğru olan hükümdar, vezir veya hâkim. |
dâverâne |
f. Doğruluk ve adaleti seven bir büyüğe yakışacak tarzda. * Hâkim ve vezirle alâkalı olan. |
dâverî |
f. Hâkimlik, hükümdarlık. * Mahkeme ve dâvâ. * Kötü ile iyiyi birbirinden ayırt etme. * Kavga, mücadele. |
davita |
Havuzun dibinde olan balçık. * Çöküklük. * Suyu çok olduğundan elde durmayan sıvı hamur. |
daviye |
Otsuz çöl. |
davkaa |
şişman ve ahmak olan kimse. |
davlumbaz |
Çarkları yandan olan vapurlarda çarkların döndükleri yerleri örtmek için vapurun iki tarafında bulunan iki büyük yarım daire. |
davmeran |
Fesleğen denilen iyi kokulu çiçek. |
davr |
Ziyan etmek, zarara girmek. |
davta |
Fakir.* Gövdeli, cesim. |
davudî |
Hz. Davud'un (A.S.) sesini andıran kalın gür ses. |
davve |
Ses, sadâ. |
davvî |
Yurt tutmak. |
davy |
Arıklık. * Zayıflık. |
davz |
Zulmetmek, zulüm yapmak. * Çiğnemek. |
daye |
Çocuk hizmetçisi. Çocuğa süt veren. Dadı. Mürebbi. |
dayet |
Yan, taraf, cenb. |
dayf |
(C.: Ezyâf-Zuyuf-Zayfân) Misafir. * Meyletmek, yönelmek. |
dayfen (dayfân) |
Misafiriyle gelen kişi. |
daygam |
Arslan, esed. * Isırmak. |
dayi |
Tunus ve Cezayir'in, Osmanlı idaresinde bulunduğu sıralarda buraları Osmanlılara tâbi olarak idare eden kimselere verilen ünvan. * Annenin erkek kardeşi. |
dayib |
İtaat eden, vakarlı ve ciddi kişi. |
dayiban |
Gece ile gündüz. |
dayic |
Kovayla kuyudan su çekip havuza boşaltan kimse. |
dayin |
Borç veren. Alacaklı. Ödünç para veren. (Bak: Dâin). |
dayine |
(C.: Davâyin) Dişi koyun. |
dayis |
(C.: Dâsse) Hırsız. |
daym |
Zulüm. Sıkıntı. İhtiyaç. |
dayyik |
Pek dar. |
de'b |
Bir işde devam ve iltizamla emek çekip çalışmak. * Adet, usul, tarz, kaide. * Şân. * Emir. * Kâr. * Tardeylemek. |
de'da |
Her ayın son günü. * Şaban'ın son günü. * Çok karanlık gece. |
de'l |
Aldatmak. * Ahdi bozmak, sözü tutmamak. |
de'lan |
Ağır yük getirmiş hayvanın yab yab yürümesi. |
de's |
Yemek. |
de'sa |
Câriye. |
de'z |
Boğmak. * Bir şeyi doldurmak. |
deaim |
(Dıâme. C.) Destekler, payandalar, direkler. |
deavi |
(Davâ. C.) Dâvalar, mes'eleler. |
deb' |
Yumuşak yer. * Kuvvetle basmak. ◊ Vurmak, darb. |
debabic |
(Dibâc. C.) Dallı, çiçekli ipek kumaşlar. |
debabis |
(Debbus. C.) Topuzlar. |
debabud |
İki ırgaçla dokunan bir bez cinsi. |
debar |
Mahvolmak. Helâk olmak. |
debat |
(C. Debâ) Uçmayan çekirge. |
debb |
Hareket etmek. * Ağır ağır yürümek. |
debbabe |
Kale duvarlarını oymaya yarayan bir savaş aleti. Tank. |
debbağ |
Derileri sepileyip meşin, sahtiyan, kösele vesaire yapan. |
debbe |
(C.: Debbât) Matara dedikleri su kabı. * Yağ. Bal ve macun koyacak kaplar. |
debbus |
(C.: Debâbis) Topuz. |
debdab |
f. şan, şöhret. Azamet, haşmet, cesamet. |
debdebe |
Gürültü, patırtı. Gösteri için yapılan gürültü. Tantana. Haşmet. |
deber |
Savaşırken askerin bozulması, bozguna uğraması. |
debeş |
Evin esası. |
debh |
Belini büküp eğildiğinde, başını öne doğru fazlaca eğmek. |
debib |
Yürümek. * Harekete geçmek. |
debir |
f. Müsteşar. * Kâtib, yazıcı. |
debistan |
f. Mekteb, okul. |
debkel |
Bir araya toplanmış mal. * Derisi kalın, çirkin kimse. |
debl |
Küçük eşek. * Toplamak, cem'etmek. * Islah etmek. |
debr |
(C.: Dübur) Oğul kız topluluğu. * Bal arısı. |
debre |
(C.: Deberât-Dibâr-Edbür) Savaşırken askerin bozulması. * Bir evlek yer. * Vaktinden sonra gelmek. |
debretmek |
t. (Tepretmek) Kımıldatmak, harekete getirmek, oynatmak. |
debş |
Çekirgenin ot yemesi. |
debs (dibâs) |
Dibekde buğday döğmek. |
debsa' |
Çok fazla kırmızı olduğundan, siyah gibi görünen şey. |
debub |
Semizlik ve şişmanlığından dolayı yürüyemeyen deve. |
debur |
Batı rüzgârı. * Fırak, ayrılık. * Halef etmek. |
debus |
f. Topuz. |
decac |
(C.: Dücüc) Tavuk. * Horoz, tavuk ve piliç cinsi. |
decace |
(Dücâce, dicâce) Tavuk. |
decc |
Tavuğu çağırmak. |
deccal |
Hakkı bâtıl, bâtılı hak olarak gösteren. (Deccal'ın Cennet dediği Cehennem gibi, Cehennem dediği de Cennet gibi olacağı rivâyet edilir. |
decdece |
Tavuğa 'bilibili' diye seslenmek. |
dececan |
Ağırca, yab yab yürümek. |
decen |
Çok yağmur. |
decl |
'Örtmek. * Devenin katranlanması. * Karıştırmak, yalan söylemek. Hakkı bâtıl; bâtılı hak diye göstermek. Anarşi çıkarmak. * Bâtılı hak gösteren. * Mübâlâgalı fâili; Deccaldır.' More… |
decn |
Bol yağmur, rahmet. * Havanın bulutlu olması. * Bir yerde mukim olma. Bir yerde oturma. |
decran |
Neşeli, sevinçli, bahtiyar kimse. |
decucat |
Ayakları kısacık dişi deve. |
decv |
Nikâh. * Çok karanlık, zulmet. |
decye |
(C.: Dücâ) Karanlık, zulmet. |
dedektif |
Fr. Hususi araştırma yapan, tâkib ve tarassudda bulunan polis. |
deeb |
Âdet, usul, kaide, an'ane. |
def' |
Ortadan kaldırmak, Öteye itmek. * Mâni' olmak. Savmak. Savunmak. * Himaye etmek. * Fık: Bir dâvayı müdafaa için başka bir dâva açmak. |
def'a |
Bir kerre. |
def'aten |
Hemen, birdenbire âni olarak. Beklenmedik anda. Bir def'ada. |
def'ateyn |
İki kere, iki defa. |
def'î |
Hemen, bir anda. |
defa |
Boynuz ve kanat uzunluğu. * Bir şeyin eğilip ikiye bükülmesi. |
defaat |
Kerreler, def'alar. Müteaddid. |
defadi' |
(Dıfda. C.) Kurbağalar. |
defain |
(Define. C.) Defineler. |
defatir |
(Defter. C.) Defterler. Not yazmağa mahsus kâğıttan beyaz kitablar. |
defenni |
Alaca renkli bir cins elbise. |
defer |
Koltuk kokusu gibi olan pis koku. * Yemeğe kurt düşmesi. |
deff |
Yan, cenb. * Kolay. |
deffe |
Yan, yüz. * Kitab cildinin iki tarafından herbiri. |
defi' |
Kızgın olan nesne. |
defif |
Ağır ağır gitmek. * Kuşun, ayakları yerde iken kanatlarını salıp hareket ettirmesi. |
defin |
(Defn. den) Medfun, defnedilmiş, toprağa konulmuş, gömülmüş, gömülü. |
define |
Para veya altın gibi eskiden saklanmış şeylerin bulunduğu yer. * Kıymetli eşya. Kıymeti ve değeri yüksek olan şeyler veya kimse. |
defk |
Atmak. Dökmek. |
deflasyon |
Fr. Paranın piyasada azalmasıyla satın alma gücünün artması. |
defn |
Gömmek, gömülmek. Cenazenin mezara gömülmesi. |
defr |
Kokmak. |
defter |
(C.: Defâtir) (Yunanca iki kanatlı manasına gelen bir kelimeden alınmıştır). Not yazmağa, ders için veya ticari hesablara mahsus kağıttan beyaz kitab. Pusula. * Liste. |
defterdar |
Defter tutan. Devletin gelir ve masraflarını tutan vazifeli memur. Eskiden Maliye Nâzırı bu nam ile anılırdı. Bir vilayetin maliye işlerine bakan memur. |
defterdarlik |
Eskiden maliye bakanlığı. * Şimdi vilâyetlerin mali işlerine bakan daire. |
defva |
Boyu uzun ağaç. Uzun boyunlu keçi.* Boynu uzun olan kadın. |
dega |
f. Hile, habislik, dolandırıcılık. * Hilekâr, dolandırıcı, habis. * Kalp para, bozuk akçe. |
deh |
f. İyi hoş. Lâtif, güzel. * Tabur. * Saf. ◊ f. On (10), aşer. |
deh-sal |
f. Gezegen, seyyare, yıldız. |
deh-sale |
f. On yaşında. On yıllık. |
deh-yek |
f. Öşr, onda bir. |
deha |
Çok akıllılık. Zekiliğin ve anlayışlılığın son derecesi. İleri görüşlülük, geniş ve çok güzel fikir sâhibi olmak. ◊ Yaymak, döşemek. |
dehadar |
f. Uyanıklık, zeki ve çok akıllı oluş. |
dehaet |
Dahilik, dehâ sahibi olma. Zekilikte, anlayışlılıkta çok yüksek olma. |
dehak |
Kırmak, kesmek. * Acı çektirmek, azap etmek. |
dehakîn |
(Dihkan. C.) Köy ağaları. * Köylüler, çiftçiler. |
dehal |
Aldatmak, mekir ve hile etmek. |
dehalet |
Sığınmak, aman dilemek, medet, yardım isteyiş. |
dehaliz |
(Dehliz. C.) Dehlizler, holler, koridorlar. |
dehan |
(Dıhen- Dahen) f. Ağız, Fem. |
dehane |
f. Küp, testi, fırın ve bunlara benzer şeylerin ağzı. |
dehangüşa |
f. Söyliyen, açılmış ağız, konuşan ağız. |
dehar |
f. Mağara, dağ mağarası. Kovuk. Çatlak. |
deharir |
Zamânın şiddetleri. |
deharis |
Belâ. Şiddet. |
dehaz |
f. Feryat, figan. Bağırıp çağırma. Yüksek sadâ ile medet isteme. |
dehbel |
Yemekte lokmanın büyük olması. * Bir kuş adı. |
dehdak |
Kesmek. Kat'. |
dehdan (dehdehân) |
Develerin bir yere toplanması. |
dehdehe |
Yuvarlamak, döndürmek. |
dehdehî |
f. Hâlis altun. |
dehen |
f. Ağız. |
dehhaşe |
Çok fazla derecede korkunç, dehşet verici. |
dehişt |
f. İttifak, ittihad, birlik. * Bir tarzda hareket, aynı şekilde hareket. |
dehkel |
Zahmet, meşakkat. * şiddetli ve meşakkatli zaman.DEHKEM Â: Yaşlı adam. İhtiyar adam. |
dehl |
Zamandan bir saat. * Azca nesne. |
dehles |
Kısa boylu kimse. |
dehliz |
(C.: Dehâliz) Hol, koridor. Ev ile kapı arası. |
dehm |
(C.: Dühum) Ansızdan gelmek. * Çok fazla miktarda asker. * Çok adet, kesret. |
dehma |
Belâ. Zahmet * Çömlek. * Çok adet, kesret, sayı çokluğu. * Kadim, eski. * Halis kırmızı koyun. * Koyu kızıl. |
dehmak |
Kesmek, kat'. |
dehme |
Yumuşak yemek. |
dehmece |
İhtiyar kişinin ayağında köstek var gibi yab yab yürümesi. |
dehmeka |
Yumuşak ve güzel yemek. * Her nesnenin yumuşağı. |
dehmus |
Cömert kişi. Kerim kimse. |
dehn |
Değnekle vurmak. * Yağmurun, yeri ıslatması. * Bir şeyi yağlamak. * Bir kimseye münâfıkane muâmele etmek. |
dehna |
Ova, sahrâ. Çöl, geniş veya susuz ova. * Bir yer ismi. |
dehnec |
Zümrüt gibi bir kıymetli taş. |
dehr |
Zaman, çok uzun zaman, ebedi. * Bin yıllık zaman. * Dünya. |
dehr suresi |
Kur'ân-ı Kerim'in 76. suresi olup Sure-i İnsan, Ebrar, Emşac, Hel Etâ Suresi de denir. |
dehre |
f. (Dahra) Testere gibi dişli ve eğri budama âleti. Bağ budamak için kullanılan testere gibi dişli olan bıçak. |
dehrî |
Dehr ve zamana dair ve müteallik. DEHRİYE - Devre ait. Zamana dair ve müteallik. * Âlemin ezelî ve ebedîliğini iddia edip âhirete inanmıyan münkir ve imansız bir fırka. |
dehriyyun |
(Dehrî. C.) Dehriye fırkasından olanlar.DEHS (Dehâs) - İçine ayak batan yumuşak yer. |
dehş |
f. Bulanıklık, karanlık. Zulümat. * Bir işe başlama. |
dehş(e) |
Tenbel olmak. |
dehşet |
Korkup kaçılacak şey. Ürkmek, şaşmak. Korku ve telâş içinde olmak. |
dehşet-efşan |
f. Korkunç, korku ve dehşet saçan, ürkütücü. |
dehşet-engiz |
f. Çok dehşet verici. Çok korkutucu. |
dehüm |
f. Onuncu. |
dehun |
f. Hatırlama, ezber okuma. |
dehver |
Cem'etmek, toplamak. * Lokmayı büyük yapmak. |
dehy (dehâ) |
Kişinin fikir ve ferâsetinin isabetli ve doğru olması. |
dehya |
Te'kid için 'Dahiye' lâfzına sıfat yapılır. 'Dâhiye-i dehya' gibi. |
dejenere |
Fr. Bozulma, soysuzlaşma. |
dek |
t. Edat olup zaman ve mekân için kullanılır. 'Hatta, tâ, kadar' mânalarına gelir. Meselâ: Akşama dek çalıştım. ◊ f. Desise, hile, dolandırıcılık. * Sâil, dilenci. |
dek-baz |
f. Hileci, hilekâr, oyuncu, aldatıcı. |
deka' |
(C.: Dükk-Dükük-Dekâvât) Hörgücü arkasına düşmüş dişi deve.* Kaygan yer. |
dekaik |
(Bak: Dakaik) |
dekakin |
(Dükkân. C.) Dükkânlar. |
dekametre |
yun. On metrelik uzunluk birimi. |
dekan |
Lât. Üniversitelerde bir fakültenin başkanı. |
dekar |
Lât. Bin metrekarelik ölçü birimi. |
dekdak |
(C.: Dekâdik) Kum yığını. |
dekdeke |
Yerin deprenmesi. * Sancıma. * Def etme, kovma. |
dekele |
Sıvı balçık. Kuvvetleriyle gururlanıp sultanın emrine uymayan kavim. |
dekik |
Tam bir yıl. |
dekk |
(C.: Dekeke) Vurmak. * Dökmek. * Parça parça etmek. Delil. |
dekke |
Ufalanmak. Pâre pâre olmak. * Vurmak, döğmek. * Seki, sofa. |
dekken |
Hurdahaş olmak, yerle bir olma, ufalanmak, parça, parça olmak. |
dekor |
Fr. Süs. Bir sahneyi mütenasib bir nizamla süslemek. |
dekoratör |
Fr. Dekor ve dekorasyon yapan sanatkâr. |
dekovil |
Fr. Ray aralığı 60 cm. yahut daha az olan küçük demiryolu. |
del'as (del'ak) |
Büyük, kuvvetli deve. |
delab |
(Dülâb) (C.: Degâlib) Bâzısı su ile ve bâsızı da hayvan ile döndürülen su çekmeğe mahsus çark. |
delail |
(Delil. C.) Deliller. Bürhanlar. İsbât vasıtaları. |
delak |
Sansar. |
delal |
Cilve, naz, işve. İnsana güzel ve sevimli görünecek hâl, durum. |
delalat |
(Delâlet. C.) Delâletler, alâmet olmalar,yol göstermeler, kılavuzluklar. |
delalet |
Delil olmak. Yol göstermek. Kılavuzluk. Doğru yolu bulmakta insanlara yardım etmek. * İşaret. |
delas |
Yumuşak ve berrak şey. |
deldel |
(Deldâl) Deprenmek. |
dele |
(C.: Delâ) Kova. |
delec |
Gecenin evvelinden gitmek. |
delef |
Tekaddüm etmek, ileri geçmek. Önde bulunmak. |
delehmes |
Arslan. * Bahâdır, kahraman. * Çeri. * Kuvvetli kişi. * Çok karanlık olan gece. |
deles |
Karanlık. * Yaz sonunda yapraklanır bir ot. * Bir şeyi gizlemek. |
delh |
Heder olmak, boşa ve faydasız olarak gitmek. |
deli' |
Âsan yol, kolay olan yol. |
delif |
Yavaş yürümek. |
delik |
Hurma ve yağdan yapılan bir yemek. * Oğmaç aşı. * Rüzgârın yerden savurup tozuttuğu toprak. ◊ f. Gül tohumu. |
delil |
Kılavuz. Doğru yolu gösteren. Meçhûlü keşfetmekte ve malumun sıhhatını isbat etmekte vasıta ve âlet ittihaz olunan husus. * Beyyine. Bürhan. |
delk |
f. Eski ve yamalı elbise. Dervişlerin giydikleri eski aba. * Kılıcı kınından çıkarmak. ◊ Oğuşturmak. El sürtmek. Oğmak. |
dell (dilâl) |
Naz. * Hey'et. * Güzel ahlâk. |
dellak |
(Delk. den) Hamamlarda müşterileri keseleyip yıkayan kimse, tellâk. |
dellal |
İlân edici. Yüksek sesle bildiren. * Müşterileri çeken. Davet eden. * Hakka davet eden. |
dels |
Karanlık, zulmet. * Bir şeyi saklamak, gizlemek. * Sonbaharda yapraklanan bir ot çeşiti. |
delta |
yun. Nehirlerin taşıdığı toprakların (alüvyonları) akarsuyun, denize veya göle döküldüğü yerde yığılmasıyla meydana gelen kısım. |
deluk |
Dişleri kırılmış ve kütelmiş olan yaşlı deve. * Kınından çıkması kolay olan kılıç. |
delv |
(Delve) Kova. Su koyulan ve kuyudan su çekilen bakraç. * Oniki burçtan birinin adı. |
delz |
Vurmak, darb. |
dem |
f. Nefes. Soluk. * Ağız. * Nazar. * An, vakit, saat. * Koku. * Kibir, gurur. * Âli, yüksek. * Körük. ◊ Kan. |
dem vurmak |
t. Bir şeyden gelişigüzel bahsetmek. |
dem' |
Göz yaşı. Sürurdan veya keder sebebiyle ağlama neticesi gelen göz yaşı. |
dem'a |
Bir damla göz yaşı. |
dem'a-riz |
f. Ağlıyan, gözyaşı döken. |
dem'an |
İçi iyice dolmuş olan. Ağız ağıza dolu kap. |
dem-beste |
f. Sesi soluğu kesilmiş, susmuş. |
dem-güzar |
f. Yaşayan, vakit geçiren. |
dem-keş |
f. Nefes çeken, soluk çeken. * Devamlı öten bir güvercin cinsi. * Kaval, ney gibi çalgıları devamlı üfürenler. * Bazı kuşların, kübbül gibi uzun uzun ötenleri. * Şarap içen. |
dem-keşide |
f. Kafadar, arkadaş. |
dem-saz |
f. Arkadaş, refik, hem-dem, dost. Sırdaş. |
dem-sazî |
f. Dostluk, arkadaşlık. Sırdaşlık. |
dema |
f. Her zaman. Vaktâki. * Soluk. Nefes. Hastalık sebebiyle tez tez solumak. * Ürpermek. * Dem. An. |
demadem |
f. Zaman zaman. An be an. Sık sık. Her vakit. |
demagog |
yun. Demagoji yapan kimse. |
demagoji |
yun. Halkı kendi menfaati için okşama siyâseti. Halkın hoşuna gidecek sözlerle insanların sevgisini kazanarak kendi maksadını elde etmeğe çalışmak. Halk avcılığı. Cerbeze. |
demak |
Tipi (Kış gününde rüzgârın karı her tarafa savurmasıdır.) |
demal |
Ters. * Ekşimiş hurma. |
demame |
Çirkinlik. |
deman |
f. Heyecanlı. Hiddetli, hiddete kapılmış. * Vakit, zaman. An. * Bağırıp çağırma, feryat, figân. * Heybetli, güçlü, kuvvetli, azametli, cesim. * Kükremiş. |
deman(i) |
Ters, terslik. |
demankeş |
f. Zaman, müddet, vakit, an. |
demar |
f. Helâk, mahv, telef, ölüm, mevt. |
demar-âver |
f. İntikam alan, müntakim. Helâk eden. |
dembedem |
f. Bazan. Vakit vakit. Arasıra. |
demc |
Dühul etmek, girmek. * Mestur olmak, örtünmek. |
demcele |
(C.: Demâcil) Şişman kadın. * Huyu, hilkati güzel, iyi kadın. |
demdem |
Yüce, yüksek yer. |
demdeme |
f. Hiddetli söz. Avâz. Hoşa gitmeyen sesler. * Sinek vızıltısı. * Öğütmek. Sürte sürte ezmek. * Azab vermek, eziyet etmek. * Hile. * Davul. * şöhret, nam, ün. |
deme |
f. Ateş körüğü. |
demekmek |
Katı, şedid. * Çok kuvvetli kimse. |
demendan |
f. Cehennem. * Ateş, nar. |
demende |
f. Saldırıp kükreyen. * Üfleyen. |
demes |
(C.: Dimâs) Yumuşak kumlu yer. |
demeşk (dimeşk) |
Şam şehri. * Yürüğen kuvvetli, seri deve. |
demevî |
Kana dâir, kana mensub ve müteallik. * Mc: Asabi, sinirli. Kanın çokluğu sebebi ile hâsıl olan mizaç. |
demg |
Başı, dimağa erişinceye kadar yarmak. Dimağa vurmak. * Güneşin sıcaklığı dimağa tesir etmek. |
demim(e) |
Çirkin ve kısa boylu kimse. |
demk |
Hız. Sür'at. |
deml |
Yeri terslemek. * Yara, cerh. |
demles |
Kaba, galiz nesne. |
demma' |
Mütekebbir gönüllü, gururlu kimse. |
demne |
f. Fırın ve ocak bacası. |
demode |
Fr. Modası geçmiş, kimse kullanmaz hâle gelmiş olan. |
demokrasi |
'yun. (Demos: Halk; Kratia: İdare, iktidar) Halk iktidarına dayanan hükümet şekli. Devlet iktidarını elinde bulunduranların, halkın çoğunluğunun iradesiyle seçildiği hükümet şeklidir. |
demokrat |
Demokrasi taraftarı. |
demokratik |
Fr. Demokrasiye uygun. |
demrag |
Çok kırmızı olan. |
dems |
Örtmek. Defnetmek, gömmek. |
demşinas |
f. Hikmetli davranan, akıllı. |
demuk |
Sür'atli, seri, hızlı. |
demy |
Kan, dem. |
den' |
Horluk, zelillik. |
dena' |
Arkanın yumru olması, kamburluk. |
denaet |
Alçaklık, çok fena hareket. Zillet, kötü mizac. * Asılsızlık, aslı olmamak. |
denaet-kârâne |
f. Alçakçasına, alçakça. |
denanir |
(Dinar. C.) Dinarlar. |
denaset |
Kirlilik, paslılık, temiz olmayışlılık. |
denavet |
Yakın olmak, yakınlık. |
denaya |
(Bak: Deniyyât) |
dendane |
f. Diş tanesi. * Çark vesaire dişi. |
dendene |
f. Mırıltı, homurdanma. Ağır ağır, dudak kıpırtısıyla, yavaş yavaş söylenen söz. |
denef |
İyileşmeyen hastalık. |
denen |
Bir kişinin belinin bükülüp eğri olması. * Kolları çok kısa olmak. * Hayvanların ayakları kısa ve göğüsleri yere yakın olması. |
denes |
(C.: Ednâs) Kir, pas, pislik, murdarlık, necaset. |
deney |
(Bak: Tecrübe) |
deng |
f. Hayran, şaşkın, şaşmış olan, ahmak, ebleh, bön, sersem. * İki katı maddenin tokuşmasından hasıl olan ses. * Pergel noktası. |
deni |
(C.: Deniyyât) Soysuz, alçak, ahlâksız. * Dünyaya âit, fâni ve geçici. * Yakın, karib. |
deni' |
Hor, zelil. |
denie |
Eksik, noksan, nakise. |
denis |
Kirli, paslı. |
deniyyat |
(Denâya) (Denî. C.) Ahlâksızlıklar, aşağılık şeyler. |
deniyye |
Kaftan düğmesi, elbise düğmesi. |
denn |
(C.: Denân) Küp. |
depresyon |
Fr. Maddi veya manevi çöküntü. İç sıkıntısı. |
der-akab |
f. Hemen, derhâl, çabuk, arkasından, akabinde. |
der-amed |
f. Gelir. |
der-an |
f. Derhâl, o anda, hemen. |
der-ban |
f. Kapıcı, kapıya bakan. |
der-bar |
f. Ev kapısı. |
der-beder |
f. Serseri, kapı kapı dolaşan. * Dağınık, perişan. |
der-bend |
f. Dağda ve tepede zahmetlerle geçilen yer, dar geçit, boğaz. Hudut. Kale. * Anahtarsız kapı. |
der-best(e) |
f. Kapalı kapı. * Kapanmış susmuş. |
der-hast |
f. Arzu, taleb, istek, dilek. * Dilekçe, istida. |
der-kâr |
f. Mâlum, âşikâre olan. * İçinde olan. İçte bulunan. |
der-kemin |
f. Pusu bekleyen, pusuda olan. |
der-niyam |
f. Kınına sokulmuş, kınında, kılıfta. |
der-saadet |
f. Saadet kapısı. İstanbul'un eski ismi. |
dera |
f. Çan, çıngırak. |
derahim |
(Dirhem. C.) Dirhemler. Okkanın dörtyüzde birleri. * Akçeler, paralar. |
derahis |
Şiddetler. |
derare |
Deyyus. Karısının kötü hâllerini görmemezlikten gelen kişi. |
derari |
f. (Dürrî. C.) Parlak yıldızlar. * Renkli şeyler. |
deraz |
f. Uzun, tavil. |
derb |
(Dürb) Bir şeyi âdet edinmek. * Dadanmak, alışmak. * Haslet, cür'et. * Tecrübe etmek. * Denemek. |
derc |
İçine almak. Katmak. * Kitaba koymak. * Nakışlı kâğıt üzerine yazılan yazı. * Hattatın yazılmış kâğıt tomarı. |
dercan |
f. Can içinde. |
dercan etmek |
Can içine almak, hayatını ona vermek. |
derçin resmi |
Kesilen hayvanlardan alınan bir cins vergi. |
derd |
f. Tasa, keder, kaygı. * Hastalık, illet. |
derd-aşina |
f. Dert görmüş, mihnet görmüş kişi. |
derda |
f. Yazık! Vah vah! |
derdab |
Sadâ, ses. |
derdak |
(C.: Derâdik) Küçük çocuklar. * Her şeyin küçüğü. |
derdar |
Servi ağacından bir sınıf. |
derdebis |
Belâ. * Zahmet. * Boncuk. * Yaşlı kişi. |
derdmend |
f. Tasalı, kaygılı, dertli. |
derdnak |
f. Dertli, kederli, kaygılı, tasalı. |
derdur |
Su çevriği, girdab. * Derin çukur yer. |
derebeyi |
Ortaçağda kendi arazisi içindeki insanlara istedikleri gibi hükmeden, devamlı olarak birbirleriyle savaşan geniş toprak sahiplerinden her biri. * Mc: Asi, zorba. |
derecat |
(Derece. C.) Dereceler, basamaklar, kademeler, yükseklikler, mertebeler. |
derece |
(C.: Derecât) Yukarıya çıkacak basamak. * Dairenin bölündüğü dilim. 360 kısmın beheri ki, açıları ölçmeye yarar. * Termometrenin bölündüğü kısımların beheri. Mertebe, paye. * Miktar, rütbe. More… |
dered |
Ağızda diş olmamak. |
derek |
Urgan ucuna eklenip, kovanın kulpuna bağlanan ip parçası (urgan suya değmesin diye) * Kiriş uçlarında olan halka (yayın başlarına geçirirler.) |
dereka |
(C.: Deruk) Sığır derisinden yapılan kalkan. |
derekât |
Aşağılık dereceleri. En aşağı mertebeler. |
dereke |
Aşağı inen basamak. Aşağı mertebe. * Sıfırın altındaki derece. Düşüklük. |
derekî |
Gerileme. |
derem |
Baldır etli olduğundan dolayı topuğun görünmeyip belirsiz olması ve sâir kemiklerin etlilikten belirmeyip örtülmesi. * Ağızdan dişlerin dökülüp yerini et bürüyüp belirsiz olması. * Davarın More… |
derem-güzin |
f. Sarraf. |
derem-sera |
f. Para basılan yer. |
dereman |
Kişinin adımlarının birbirine yakın olması. (O kimseye 'dârim' derler). |
deren |
Kir, vesah. |
derende |
f. Yırtan, yırtıcı. |
derer |
Kasdetmek. |
deres |
Nişanın belirsiz olması. * Kaftanın eskimesi. * Evin köhne olması. |
dergâh |
(Der-geh) f. Cenab-ı Hakk'a ibadet edilen yer. * Büyük bir huzura girilecek kapı. Kapı. Padişahların kapısı. * Şeyhlerin tekkesi. |
dergiş |
f. İzdiham, çok kalabalık. * Bir zerdali cinsi. |
derh |
Men etmek, engel olmak. |
derhal |
f. şimdi, hemen, bu anda, vakit kaybetmeden. |
derhem |
f. Karışık, karmakarışık. * Muztarib, sıkıntılı, ıztırab çeken. * İncinme. |
derhişte |
f. Cömertlik, sehavet. |
derhor |
f. Lâyık, münasib, uygun, yakışır, derhuş, sezâ, şâyeste. (Derhurd da denir.) |
derhuş |
f. Derhor, lâyık, münasip, muvafık, uygun, yakışır, şayeste. |
deri |
f. Farsçanın sahihi, fasih olanı. (Kapı demek olan 'der' ismi Farsça olduğu halde Arapça sayılarak müennesi 'deriyye' yapılmıştır.) * Havası hoş ve lâtif. Yeşilliği bol More… |
deriçe |
f. Küçük kapı, oyma kapı. Pencere. |
deride |
f. Yırtık, yırtılmış. |
derir |
Yürügen davar. |
deris |
(C.: Dirsân) Eski kaftan, eski elbise. |
deriyye |
Avcıların gizlenip av gözledikleri yer. |
derk |
En aşağı kat, her şeyin dibi. Aşağı inen basamak. * Anlamak. |
derkaa |
Kaçmak, firar. |
derketmek |
Bir şeyin en esasını, dibini öğrenmek, iyice anlamak. |
derma' |
Topuğu belli olmayan, şişman kadın. * Tavşan. * Kırmızı yapraklı bir acı ot. |
derman |
f. İlâç, tiryak. * Çare-i necat, kurtuluş sebebi. * Tâkat, güç, kuvvet. |
dermande |
(C.: Dermândegân) f. Âciz, beceriksiz, biçare, zavallı. |
dermek |
Çok beyaz olan un. * Beyaz ekmek. |
dermeyan |
(Der-miyân) f. Ortada olan şey, arada. |
dermeyan etmek |
Anlatmak, söylemek, iddia ve defi'de bulunmak. Beyân. İleri sürmek. |
dernek |
Eğlence için yapılan toplanma. * Düğün. * Cemiyetler kanununa göre kurulmuş cemiyet. |
derpey |
f. Hemen, ardı sıra. |
derpiş |
f. Önde olan, göz önünde bulunan. |
derr |
İyi iş. İyilik. Mahz-ı hayır. * Zat, kimse. Hod. Nefs. Bir kimsenin zâtı. * Yüzün tazeliğinin, teravetinin hastalıktan dolayı gitmesinden sonra, iyi olup düzelmesi. |
derrace |
Eskiden kullanılan bir çeşit harb âletidir ki, üstü sığır derisi ile örtülü olup, tekerlekleri içinde dönerdi. * Bisiklet. |
derrak |
(Derk. den) Çok dikkatli olan, çabuk anlayan, anlayışlı, müdrik. |
derrar |
Yün eğerdikleri iğ. |
ders |
Tenbih, tâlimat, vazife. Bir şeyi öğrenmek için muallim veya o işi iyi bilen birisinden azar azar alınan vazife. * Akıl. |
ders-han |
f. Ders okuyan, talebe, öğrenci. |
dersec |
Mercimek. |
dershane |
f. Sınıf, ders verilen yer, ders yeri. |
deruc |
Hızlı esen rüzgâr, fırtına. |
deruhde |
f. Üstüne almak. Kendini vazifeli bilmek. * Üzerine alınan iş. |
derun |
f. İç taraf. Dâhil. * Kalb. |
derunî |
f. Gönülden, içten. |
derva(h) |
f. Şaşkın, şaşırmış olan, hayran. * Başaşağı asılmış. * Lâzım, zaruri, lüzumu olan, gerekli. |
dervah |
f. Hastalıktan yeni kurtulan, iyice kendisine gelemeyen kimse. * Sağlam, metin, muhkem. * Doğru, asıl, gerçek. * Yiğitlik, cesaret, cesur olmak, şecaat. * Ayıp, utanma. * Sertlik, kabalık. More… |
dervaze |
f. Kapı. Şehir. Şehir kapısı, kale kapısı. |
derviş |
f. Gayet mütevazi ve kanaatkâr olan. * Kimsesiz, fakir. * Mâneviyâtla gönlü zengin olan fakir. * Mürid veya şeyh. |
dervişân |
(Derviş. C.) f. Dervişler. |
dervişâne |
f. Dervişe yakışır halde, saflık ve kalenderlikle. Müstağni ve fakir bir surette. |
dery |
Bilmek. |
derya |
f. Deniz, bahr. |
derya-bend |
f. Liman. * Tersane. |
derya-neverd |
f. Denizde dolaşan, denizde gezen. |
derya-nuş |
f. Çok fazla içki içen. |
deryab |
f. Akıllı, anlayışlı, müdrik. |
deryaçe |
f. Göl, küçük deniz. |
deryan |
Bilmek, ilim. |
deryaniye |
Hörgücü ikiden fazla olan sığır nevi. |
deryuz |
f. Dilencilik. |
derzen |
f. İğne. |
des |
f. Eş, eşit, müsâvi, benzer, denk. |
des' |
Def'etmek kovmak. * Ağız dolusu kusmak. |
desais |
(Desise. C.) Vesveseler, desiseler. Gizli hileler. |
desak |
Bir kabın dolduktan sonra taşıp dökülmesi. |
desatir |
(Düstur. C.) Düsturlar, kaideler. |
desem |
(C.: Düsum) Yağ. * Uyuz. |
desen |
Fr. Eşyanın, rengini göstermeden, yalnız şeklinin bir satıh üzerine çizilmişi. * Bir kumaşı süsleyen şekiller. |
desfan |
(C.: Desâfi) Bir şeye tâlip olan kişi. |
desi' |
İki omuz arasında boyun battığı yer. |
desia |
Atâ, bahşiş, hediye. * Huy, hulk, tabiat. |
desik |
Dolu nesne. |
desimetre |
Fr. Metrenin onda birine eşit uzunluk birimi. |
desis |
(C.: Desâyis) Gizlenmiş, gizli. |
desise |
Gizli hile, oyun. |
deşişe |
Bulgur. |
desisekâr |
f. Hileci, hile yapan. |
desisekârâne |
f. Hilekârcasına. Desise ve hile edene yakışır surette. |
deskere |
f. Şehir ve kasaba, il ve ilçe. * Hasta insan, eşya vs. taşımaya yarayan tahta. ◊ (C.: Desâkir) Dağ başında olan harab kale. * Küçük köy. |
desma |
Siyah olan nesne. |
desmere |
(C.: Desâmire) Dağ başında olan harap yıkık kale. |
deşne |
f. Hançer. |
despot |
yun. Rum piskoposu. * Eskiden Bizanslı ve Balkanlı derebeyi. |
desr |
(C.: Dusur) Bürünmek, örtünmek. * Çok olan mal. ◊ Def'etmek, kovmak. |
dess |
Yavaş yağan yağmur. * Acıtıcı derecede dövmek. * Def'etmek. ◊ Gizlenmek. * Örtmek. |
dessas |
Çok aldatıcı, çok desiseci. |
desse |
Toprak içinde gömülüp yatan bir nevi yılan. |
dest |
f. El, yed. * Mc: Kudret, fayda, nusret, galebe. * Düstur. * Tasallut. * İkmâl. * Âlî makam. Meclisin şerefli yeri. ◊ (C.: Düsut) Dört bucaklı yastık ve elbise. * Hile. |
deşt |
f. Bozkır, çöl, sahra. Kumluk ve nebatsız geniş arazi. |
dest ü pâ(y) |
El ve ayak. |
dest-alay |
f. Bulaşık el, bulaşmış el. |
dest-be-dest |
f. Elden ele, el ele. * Peşin satış. * Birbirine bitişik olan. |
dest-beste |
f. El bağlamış, eli bağlı. |
dest-bürd |
f. Kuvvet, kudret. * Üstünlük, zafer, muvaffakiyet. |
dest-bus |
f. El öpme. |
dest-diraz |
f. El uzatan, zulmeden. * Sarkıntılık etme, el uzatma. |
dest-gâh |
f. İş yeri, tezgâh. * İktidar, servet, kuvvet. |
dest-gir |
f. Muavenet. Arka olmak. Tutucu, yardımcı, muin. Zahir. |
dest-güşa |
f. Avuç açan el açan. |
dest-güzar |
f. İmdada yetişen, yardım eden, yardımcı. |
dest-huş |
f. Oyuncak. |
dest-i gaybî |
f. Görünmez el, inâyet-i İlâhi. * Mc: Allah'ın yardımı. |
dest-i rast |
Sağ el, sağ taraf. |
dest-keş |
f. Gözleri görmeyen bir kimseyi ellerinden tutup dolaştıran. * Kazanç. Kâr. * Yay gibi elde kolaylıkla idare olunabilen şey. * Dilenci. * Bir işten vazgeçen. |
dest-mal |
f. Elbezi. |
dest-maye |
f. Sermaye, elde olan şey. |
dest-muze |
f. Armağan, hediye. |
dest-pak |
f. Fakir, fukara. * Mendil. * Dindar. |
dest-renc |
f. El emeği. El ile yapılan iş. * Ücret, kazanç, kâr. |
dest-res |
f. İsteğine ulaşan, elini yetiştiren. * Kudret, zenginlik, iktidar. |
dest-suze |
f. Nişanlı kız. |
dest-vane |
f. Savaşta giyilen demirden yapılmış eldiven. * Kadınların kollarına taktıkları süs eşyası, bilezik. * Meclisin baş kısmı. |
dest-var(e) |
f. Çoban değneği. Baston. * El bileziği. * Ele benzer, el gibi, el kadar. |
dest-yar |
f. Yardımcı, muin. Arka. |
dest-yarî |
f. Yardım, muavenet. |
dest-zen |
f. Tutunma. * El uzatma. |
destak |
Şarabın beyazlığı ve dökülmesi. |
destan |
f. (Dest. C.) Eller. * Hikâyeler, masallar. * Hile, tezvir, mekir. * Meşhur Zâloğlu Rüstem'in babasının nâmı. |
destar |
f. Sarık, imâme, başa sarılan tülbent. |
destar-çe |
f. Mendil. |
destarbend |
f. Sarık saran, sarıklı. |
deste |
f. Tutam, bağ, demet, kabza. * Muin, mededkâr. * Süpürge. * Küstah. |
deste-çub |
f. Sopa, değnek. |
deste-dad |
f. El veren, yardım eden. |
deste-dad-i teslim |
f. Teslim elini veren, itaat eden, uyan. |
destec |
Desti. * Kola takılan bilezik. |
destek |
f. Bir şeyin yıkılıp devrilmemesi için, o şeye vurulan payanda, dayanak. * Küçük el. * Yün ve pamuk gibi şeyleri eğirmeye yarıyan âlet. |
desti |
f. Testi. |
destine |
f. Bilezik, el bileziği. |
destroyer |
ing. Çok sür'atli giden küçük savaş gemisi, torpido muhribi. |
destur |
f. İzin, müsaade. Şerlilerden kurtulmak için söylenen söz. * Allah'ın inayeti. |
destur (düstur) |
Asıl. * Kanun. * Vezir-i azam, baş vezir. |
detektif |
(Bak: Dedektif) |
determinant |
Fr. Denklemlerin çözümlerini rahatlıkla bulmaya yarayan matematiksel tablo. |
dev |
şeytan, ifrit, cin.DE'V: Aldatmak, hud'a. |
deva |
İlâç, çare. Hastalığın iyi olmasına sebeb olan gıda. |
deva-saz |
f. Çâre bulan, ilâç tertip eden. |
devabb |
(Dabbe. C.) Binek hayvanları. Hayvanlar. * Yürüyenler. |
devac |
f. Üste örtünecek şey. Yorgan. |
devadar |
f. Devâlı, devâ verici, iyileştiren. |
devahi |
(Dâhiye. C.) Büyük belâler. Afetler. Kazâlar. * Çok üstün zekâ sahipleri. |
devahil |
(Dâhile. C.) İçler, batınlar. |
devahin |
(Dâhine. C.) Duman çıkaran bacalar. |
devai |
(Dâiye. C.) Batından, içten gelen bir duyguyu teşvik edici hâlât. |
devaî |
(Devâiye) İlâç cinsinden. İlâca âit ve müteallik. Devaya dâir. |
devair |
(Dâire. C.) Daireler. Resmî işlerin görüldüğü yerler. |
devalüasyon |
Fr. Paranın değerinin düşürülmesi. |
devam |
Bir halde bulunma, sürekli olma, daimîlik. * Bir işe veya bir memuriyete gidip gelme. * Sebat. |
devan |
f. Hızlı yürüyen, koşan, seğirten. |
devanik |
(Dânık. C.) Bir dirhemin dörtde birleri. |
devar |
Baş dönmesi hastalığı. |
devari' |
(Dır. C.) Zırhlar. Zırhlılar. Zırhlı gemiler. |
devat |
(C.: Devâyât) Divit. |
devavin |
(Divân. C.) Divânlar, eski şairlerin şiirlerini topladıkları kitablar. |
devb |
Kötü hâl. |
devbel |
Bir karar üzere durup büyümeyen küçük eşek. |
devdat |
Çocukların oyun oynadığı yer. |
devderî |
Kısa boylu cariye. |
devende |
f. Seyyah. Seyahat eden, gezen, dolaşan. |
deveran |
Dönüş, dolaşmak. Tedavül. Yerinde durmamak. Devretmek. |
devf |
Suda ıslamak. * Irak etmek, uzaklaştırmak. * Misk ezmek. |
devh |
Hor, hakir olmak. Hor, hakir etmek. * Kahretmek. |
devha |
(C.: Devah-Devâyih) Büyük ağaç. |
devir |
(Devr) (C: Edvâr) Nakil. Birisinin uhdesinden diğerinin uhdesine geçirmek. * Bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. Geçmiş dersleri hatırlama. * Bir şeyin çevresinde dolaşmak. Dönme. * More… |
devir dairesi |
Denizde geminin çeşitli hızla ve muhtelif dümen açısı ile çizdiği dâire. |
devirli |
Fiz: Müsavi zaman aralıkları ile tekrarlanan hareket. Periyodik. |
deviye |
Otsuz sahrâ. Otu olmayan çöl |
deviyy |
Nerden geldiği anlaşılamayan sesler, gürültüler, patırtılar. |
devk |
Döğmek. * Karışmak. |
devke (deveke) |
Karışmak, ihtilât. |
devkes |
Arslan. * Çok adet, çok miktar. |
devle (düvle) |
Devlet kelimesinin Arapça tabirlerde geçen bir şekli. * İki asker muharebe ettiklerinde birinin diğerine galip olması. |
devlet |
Sınırları belli olan bir memleketin sahibi olan insanların kurduğu siyasî, hukukî, idarî mahiyetteki merkezî teşkilât. |
devlet ü ikbal |
Ulviyet ve iyi tâlih. |
devlet-abadî |
f. Hindistan'ın Devlet-âbâd şehrinde imal edilen ve güzel san'atlarda kullanılan bir çeşit kâğıt. |
devlethane |
f. Ev, köşk, konak. |
devletli (devletlü) |
f. Eskiden vezir ve müşir gibi büyük rütbeli kimselere verilen bir ünvan. |
devletlü necâbetlü |
Osmanlılar zamanında şehzâdeler için kullanılan bir tabirdir. |
devletlü re'fetlü |
Eskiden seraskerler için kullanılan ünvan. |
devletlü semâhatlü |
Zamanında Şeyh-ül İslâmlara verilen bir ünvan. |
devr |
f. Casus, hafiye. ◊ (Bak: Devir) |
devr-han |
f. Kur'an-ı Kerim'i devamlı okuyup devreden kişi. |
devrak |
Şarap ölçeği. |
devran |
Devir, felek, zaman, deveran, dünya. |
devranî |
Deverana âit ve müteallik. |
devre |
(C.: Devrât) Dönüş dönme, dönem. * Birkaç yıldan meydana gelen zaman süresi. * Elektrik devresi. Üzerinden elektrik akımı geçmekte olan bir iletken yolun tamamı. |
devriy |
(Devriyye) Geceleri gezen kol takımı, gezici karakol. * Bülbül, karatavuk, sığırcık ve bu gibi kuşların dahil olduğu sınıf. |
devriyye |
Osmanlı İmparatorluğu devrinde ilmiye sınıfına mahsus bir pâye. |
devs |
Ziynet etmek, süslemek. * Bir şeyi ayağı ile basıp çiğnemek. |
devş |
Fâsid olmak. |
devsere |
Büyük, semiz, kuvvetli deve. |
devv |
Otsuz çöl. |
devvar |
Durmayıp dönen, devreden. Devredip gezen. * Gerdân. * Kâbe-i Muazzama'nın bir adı. * Haremden alıp beraber tavaf edilen taş. |
devvare |
Geo: Daireler çizmeye yarayan bir âlet, pergel. |
deyabüz |
İki ırgaçla dokunan bez. |
deyacir |
(Deycür. C.) Karanlıklar, zulümatlar. |
deybub |
Koğucu, dedikoducu. |
deycuc |
(C.: Deyâcic) Karanlık, zulmet. |
deycur |
(C.: Deyâcir) Karanlık. |
deydan |
Edep. * Âdet. |
deyden |
Edep. * Âdet. |
deydenet |
Âdet, usul. |
deydenun |
Toplamak. * Haslet, huy, âdet. * Oyun. |
deyh |
(C.: Diyeha) Hor ve rezil olmak. |
deyku' |
Katı, şedid. |
deylem |
Karıncaların ve kenelerin toplandığı yer. * Belâ. * Zahmet. * Düşman. * Türaç kuşunun erkeği. * Cemaat. * Bir kabile adıdır ve ehline 'Deylemî' derler. |
deymas |
(C.: Deyâmis) Hamam. * Alçak zemin. |
deymum |
Devamlı, berkarar, zevalsiz. |
deymumet |
Daimlik, devam, dâimiyet. |
deymumî |
Devamlılık, devam, dâimiyet. |
deyn |
Borç. Verilmesi lâzım gelen şey. * Fık: Zimmetinde sâbit olan şey. |
deyr |
(C.: Edyâr) Kilise, manastır. * Âlem-i insaniyet, insanlık âlemi. |
deyranî |
Manastır adamı. |
deyrhane |
f. Kilise, manastır. |
deysak |
(C.: Deyâsik) Uzun yol. * Beyaz olan şey. |
deysan |
Cömertlik. |
deysem |
Köpekten olmuş kurt eniği. * Sultan böreği denilen kırmızı çiçekli bir ot. |
deyseme |
İnci. |
deyyan |
Herkesin hesabını ve hakkını en iyi bilen ve veren. Hâk Teâla. Kahhar. Hâsib. Hâkim. Kadir. Râi. Cenâb-ı Hak. |
deyyar |
Bir kimse. Ehad. * Yurt sahibi birisi. * Manastır sahibi. |
deyyas |
Kaba, galiz olan kimse. |
deyyus |
Derare. Karısının kötü hâllerine göz yuman ve ses çıkarmayan adam. |
di |
f. Dün, dünkü gün, bugünden bir evvelki gün. |
di'bil |
Belâ. * Meşakkat, güçlük. |
di'dan |
Devenin çok yelmesi. * Bir şeyi örtmek. |
di'f |
(C.: Ez'âf) Her nesnenin bir misli miktarı. |
di'îl |
Ölüme yakın olan hasta deve. * Kurbağa yumurtası. |
di'îs |
Süngü ile çok vuran kimse. |
di'liye |
Deve kuşunun dişisi. |
di's |
Kum. * Kumdan yığılmaş yumuşak tepe. |
di've |
Nesep dâvâsı etmek. * Yalan dâvâ etmek. |
di'zabe |
Kısa boylu ve eti çok olan kimse. |
dia |
Rahat. |
diabe |
Davet. |
diae |
Şehadet parmağı. |
diam(et) |
Binaya vurulan destek, direk, payanda. * İleri gelen, makamca yüksek olan baş başkan, reis, şef. |
diame |
(C.: Diam-Deâyim) Evin direği. * Ulu, şerif kişi, seyyid. |
diayet |
Dâvet. |
dib'an |
(C.: Dabâin-Dıbâ) Erkek sırtlan. |
dibabe |
Yumuşak nesne. |
dibac |
(C.: Debâbic) Atlas dedikleri kıymetli ipek bez. |
dibace |
f. Mukaddeme, başlangıç, önsöz. |
dibagat |
Tabaklama. Deriyi kullanılır ve temiz hale koyma işi. |
dibare |
(C.: Dibâr) Bir evlek yer. |
dibatr |
Katı nesne. |
dibbîc |
Bir, ehad. |
dibbîh |
Bir, ehad. |
dibg |
Dibâgat etmek. Arınıp pâk olmak. |
dibk |
'Bürc dedikleri nesne ki ağaçta biter; yazda ve kışta bitmez. * Ağaç posası.' |
dibl |
Belâ ve zahmet. |
dibne |
Gülmek. * Maymun sesi. |
dibr |
Çokluk. |
dibre |
Çokluk. |
dibs (dibis) |
Pekmez. Hurma pekmezi. Bal. * Çok cemaat. |
dibsa' (debsâ) |
Dişi çekirge. |
dicac |
Ummanda yetişen büyük bir dikenli ağacın suyudur ve sabun gibi kiri izâle eder. |
dida' |
Devenin şiddetle yelmesi ve sıçraması. * Ay sonu. |
didaktik |
yun. Mevzuu, hikmet ve nasihattan ibaret olan söz. Öğretici. |
didar |
f. Mülâkat, görüş. * Görünme. * Yüz. Çehre. * Görüş kuvveti, göz. * Açık, meydanda. |
didd |
(C.: Ezdad) Mugâyir, aykırı. * Düşman. * Nazir, misil, benzer. |
dide |
f. Göz, ayn, çeşm. * Görmek. * Gözcü. * Göz bebeği. * Göz ucu. |
dif |
(C.: Edfâ) Çok hararet. * Derin duvar. * Deveden gelen fayda, menfaat. |
difaf |
Hazırlandırmak. |
difda' |
(C.: Defâdı') Kurbağa. |
difdi' (difda') |
(C.: Dafâdi) Kurbağa. |
diffe |
Irmak ve kuyu kenarı. |
difl |
Zakkum ağacı. * Katran. Zift. |
difla |
Ağu ağacı denen ve çok acı olan nesne. |
difnas |
Akılsız, ahmak kimse. (Müe: Difnes) Dig: f. Topraktan yapılmış tencere, çömlek. |
diger |
f. Başka, diğer, öteki. |
diger-bâr |
f. Başka zaman, başka defa. |
diger-bin |
f. Başka kişilerin faydaları için fedakârlıkta bulunan kişi. |
diger-gun |
f. Değişmiş, başkalaşmış, bozuk. |
diger-kâm |
f. Başkalarını düşünen. |
diger-ruz |
f. Diğer gün, başka gün. |
digs |
(C.: Edgas) Yaş ve kuru karışık bir tutam ot. * Te'vili sahih olmayan karışık rüya. |
dih |
f. 'Veren, verici' mânalarına gelir ve kelimelerle birleşir. Meselâ: Ârâm-dih - Rahatlık veren. ◊ f. Köy, karye. * On sayısı. ◊ (C.: Diha) Hurma salkımı. |
dih-dar |
f. Köy ağası. |
dih-gan |
f. Ekinci, çiftçi, köylü. |
dih-hüda |
f. Köy kâhyâsı, köy ağası. |
dihak |
Dolu bardak. |
diham |
(Dahm. C.) Kalın ve iri olan şeyler. |
dihan |
Kırmızı deri, sahtiyan. * (Dühn. C.) Vücuda sürünülecek yağlar. |
dihas |
Çok, kesir. * Eskimeye yakın olan. |
dihat |
(Dih. C.) f. Köyler, karyeler. |
dihçe |
f. Küçük köy. * Çiftçi, köylü. |
dihda |
Yuvarlamak. Döndürmek. |
dihh |
Güneş, şems. |
dihi |
Köyle ilgili, köylü, köye mensub. |
dihim |
f. Taç. |
dihiş |
f. Verme, veriş, bağışlama, ihsan, atiyye. |
dihk |
Gülme. |
dihk-âver |
f. Güldüren, güldürücü. |
dihkan (dühkan) |
(C: Dehâkin) Sipâhi. * Köy kethüdâsı. * Emirlerin tasarrufunda kuvvetli olan, sözü geçen adam. * Bezirgân. * Acem fellahlarının maslahatgüzarı. |
dihl |
Kısa boylu, tıknaz kimse. |
dihlas |
Arslan. * Yavuz, bahâdır, kahraman, çeri kimse. |
dihle |
Bir kişinin her işine karışan has adamı. |
dihliz |
(C.: Dehâliz) Ev ile kapı arası. |
dihrac |
(Dahrece) Yuvarlama. |
dihris |
(C.: Dehâris) Terzilerin kullandığı tiriz denen cisim. |
dihvenne |
Habis kimse. * Semiz kısa boylu, tıknaz kişi. |
dihye |
Sahabeden bir zâtın adı. (R.A.) |
diîn |
Asıl. * Maden. |
dîk |
Darlık, sıkıntı. Gam. Kalbe sıkıntı veren. |
dik |
Horoz. |
dikak |
Herşeyin ufalmışı, incesi, kırıntısı. * Şirden adı verilen bağırsak. |
dikîs |
Akılsız kadın. |
dikk |
Yufka gibi ince olan şey. * Bir nevi sıtma. |
dikka |
(C.: Dükuk) Rüzgârın savurduğu toprak. * Uzaklaşmış olan şey. |
dikkat |
İncelik, dakik oluş. Ehemmiyet ve kıymet verme. |
dikrar |
(C.: Dekârir) Koğucu, dedikoducu. * Belâ. Zahmet. * Yalan söz. * Fuhşiyât. |
dikta |
Lât. Diktatörlerin davranışları. * Hiç ses çıkarmadan yerine getirilecek emir. |
diktatör |
Fr. Mevcut kanunları çiğneyerek, örf ve adalet esaslarına aykırı olarak, devleti keyfine göre idare eden devlet adamı. Müstebid. |
dikte |
Fr. Başkası tarafından yazılmak üzere söyleyip yazdırma. * Karşı koymayacak olan birisine, aşırı arzu ve isteklerini bildirip kabul ettirme. |
dil |
f. Gönül, kalb, niyet. * Cesâret, yürek. * Mandıra, ağıl. |
dil' |
Karpuz veya kavun dilimi. * Tıb: Kaburga kemiği. * Geo: Dik kenar. Kenar. |
dil-âgâh |
f. Kalbi uyanık. Akıllı, bilgili, görgülü. Gönül anlar. |
dil-ârâ(y) |
f. Kalbi süsleyen, gönlü zinetlendiren. |
dil-ârâm |
f. Gönül eğlendirici, kalbe rahatlık veren. Gönül okşayan. |
dil-âsâ |
f. Gönlü rahatlandıran, avutan. |
dil-aşub |
f. Kalbi sıkan, yüreğe sıkıntı veren, gönle eza veren. * Kalbi meftun eden güzel. |
dil-asude |
f. Kalbi rahat. |
dil-âver |
f. Yiğit. Cesaretli. Yürekli. * Gönül alıcı. |
dil-aviz |
f. Câzib, çekici, gönle asılan. Gönlü asılı tutan, dilber. |
dil-azad |
f. Gönlü rahat, gönlü bir şeyle ilgili olmıyan. |
dil-azar |
f. Gönlü inciten, hatır kıran. |
dil-azurde |
f. İncinmiş. Gönlü, kalbi kırılmış. |
dil-baz |
f. Güzel konuşan. Sözü ve işi hoş olan. Gönül eğlendiren. |
dil-bend |
f. Gönül bağlıyan, seven. |
dil-ber |
f. Gönül alan, kalbi çeken. Güzel, dilber. |
dil-beste |
f. Kalbi bağlı, âşık. |
dil-cu(y) |
f. Gönül çeken, gönül arıyan. |
dil-dade |
f. Gönül vermiş, âşık. |
dil-dar |
f. Kalbi hükmü altında tutan. Sevgili, mâşuk. |
dil-duz |
f. Kalbe batan, gönül delen. |
dil-düzd |
f. Gönül çalan. |
dil-efruz |
(Dilfiruz) f. Kalbi yakan, gönül parlatıcı. |
dil-ferah |
f. Sevinçli, gönlü rahat. |
dil-figar |
f. Gönlü yaralı, âşık. |
dil-firib |
f. Gönlü aldatan, câzibeli. |
dil-germ |
f. Öfkelenmiş hiddetlenmiş, gönlü kızmış. |
dil-gir |
f. Kalbe sıkıntı veren gönül tutan. * Gücenmiş olan, kırgın. |
dil-güşa |
f. İç açan, gönül açan, kalbe ferah veren. * Türk musikisinde bir mürekkeb makam. |
dil-hah |
f. Gönül talebi, gönül arzusu. |
dil-harab |
f. Gönlü yıkılmış, gönlü kırılmış. |
dil-hiraş |
f. Yürek parçalıyan, tırmalıyan. |
dil-hun |
f. Kalbi yaralı, yüreği kanlı. Mükedder, mağmum. |
dil-hurrem |
f. Neş'eli, gönlü sevinçli. |
dil-huş |
f. Yüreği rahat, gönlü hoş. |
dil-keş |
f. Gönlü çeken, kalbi cezbedici. |
dil-kub |
f. Gönül zedeliyen, vuran. |
dil-mürde |
f. Duygusuz, kalbi ölmüş. |
dil-nişin |
f.Gönlüde yer tutan. Lâtif, hoş. |
dil-riş |
f. Dertli, kalbi yaralı, gönlü yaralı. |
dil-rüba |
f. Gönül alan, gönül kapan. |
dil-şad |
f. Sevinmiş. Kalbi hoş olmuş. |
dil-saz |
f. Gönül yapan. |
dil-şikaf |
f. Yürekleri delen, çok acıklı, dokunaklı. |
dil-şiken |
f. Can sıkıcı, kalb kırıcı. |
dil-şikeste |
f. Kalbi kırık, gönlü kırılmış olan. |
dil-sir |
f. Gözü gönlü tok. |
dil-sitan |
f. Gönül alan. |
dil-şüde |
f. Gönlü gitmiş. Âşık. |
dil-şüküfte |
f. Gönlü açılmış, ferahlamış. |
dil-teng |
f. Sıkıntılı, kederli, gönlü darda olan. |
dil-tengî |
f. Gönlü darlığı, iç sıkıntısı. |
dil-teşne |
f. Kalbi susamış. Gönlü çok istekli, çok özlemiş. |
dilahis |
Leşker, asker. Çeri başı. |
dilalet |
Kılavuzluk etmek. * Nazlanma. İşve. * Üstünlük, galebe. |
dilamis |
Yumuşak ve berrak olan şey. |
dilas |
(C.: Düles) Hızlı, seri. |
dilas (delis) |
Yumuşak ve berrak olan nesne. |
dildil |
f. Iztırab, acı, elem, sıkıntı, azab. İnilti. |
dile |
f. Dil, gönül, kalb yürek. * Gönül sahibi. |
dilekçe |
(Bak: İstida) |
dilhas (dülâhis) |
Arslan. Çeri kimse. |
dilir |
(C.: Dilirân ) Bahadır, cesur, cesaretli, yiğit, yürekli. |
dilirân |
(Dilir. C.) Bahadırlar, cesurlar, cesaretliler, yiğitler, yürekliler. |
dilirâne |
f. Mertçesine, yiğitçesine, bahadırcasına. |
dilirî |
f. Mertlik, yiğitlik, yüreklilik. |
dilüviyum |
Jeo: Nehirlerin en eski alüvyonlarına verilen isim. |
dim |
f. Yüz, yanak, çehre, surat. |
dima |
f. (Bak: Demâ) |
dima' |
Göz yaşı akan yerlerin izi. ◊ (Dem. C.) Kanlar. |
dimad |
Yara üstüne yapılan yakı ve bağlanan bez. |
dimağ |
Beyin. Kafanın içi. (Bak: Kalb) |
dimam |
Çocukların yüzlerine sürülen ilâç. * Sevap. |
dimar |
Cehalet devrinde Arabistanda bir sanem (put) ismi. * Bir daha sâhibinin eline geçmesi ümid edilmeyen zâil olmuş mal. * Sonraya bırakılan vâde. Müddeti hudutsuz borç. * Gizli. ◊ More… |
dimase |
Yumuşak. * Asanlık, kolaylık. |
dime |
(C.: Diyem) Gündüz veya gecenin üçte biri miktarı ile tam gün kadar sürebilen, gürleme ve yıldırımı, olmayan yağmur. |
dimen |
Süprüntülükler. Mezbele. Gübre. Fışkı. |
dimişk |
Şam şehri. Suriye'nin başkenti. ◊ (Bak: Dimişk) |
dimişkî |
Şam şehriyle alâkalı. Şam'a ait ve müteallik. * Şam'da yapılan ve güzel san'atlarda kullanılan bir nevi kâğıt. |
dimkis |
İbrişim. |
dimmet |
Deve ve koyun tersi. |
dimn |
Deve ve koyun tersi.* Selin getirdiği çörçöp. ◊ Her nesnenin arası. * Koltuk. |
dimne |
(C.: Dimen) Ters. * Duvar temeli. * Kin, düşmanlık. * Süprüntülük. ◊ f. Tilki. |
dims |
Duvar temeli. |
din |
Ceza, ivaz. * İman ve amel mevzuu olarak insanlara Cenab-ı Hak tarafından teklif olunan Hak ve hakikat kanunlarının hey'et-i mecmuasıdır. ◊ (Dyne) Fr. Fiz: Bir gramlık bir More… |
dina |
İzdihamlık, kalabalık, çokluk. |
dinak |
İri gövdeli, şişman kadın. |
dinamik |
yun. Cisimlerin hareketleriyle bunları meydana getiren sebebler arasındaki alâkayı araştıran mekanik ilminin bir kolu. * Hareket eden, durup dinlenmek bilmeyen, hareketli. * Fls: Sâbitin More… |
dinamo |
yun. Hareketi elektrik akımına çevirmeye mahsus âlet. |
dinan |
Küpler. |
dinar |
Lât. Eskiden kullanılan altın ve sikkeli para. |
dindar |
f. Dinî kaidelere hakkıyla riayet eden, dininin emirlerini yerine getiren, mütedeyyin. |
dindarane |
Dindar bir kimseye yakışacak tarzda. |
dinen |
Din bakımından, diyanet noktasından, dince. |
dinkas |
İfsad etmek, bozmak. |
dinn(e) |
Bahillik. |
dinnabe |
Kısa boylu kimse. |
dinname |
Kısa boylu. |
dinneme |
Kısa boylu. |
dinperver |
f. Sağlam dindar, dine hizmet eden. Salabet-i diniye sâhibi. |
dintar |
Çok yaşamış kertenkele. |
dinya |
Emmi oğlu, amca oğlu. |
diplomat |
yun. Memleket hakkında siyasi söz sâhibi. Dış meseleler hakkında milletlerarası işlerle uğraşan siyaset adamı. * Becerikli, söz söyliyebilen. |
dir' |
(C.: Dırâ'- Duru') Cevşen. Cenkte, muharebede giyilen zırh. ◊ Zırh, demirden gömlek. * Kadın gömleği. |
dir-baz |
f. Uzun zaman, uzun müddet, uzun. |
dirab |
Erkek dişiye aşmak. * Küçük dağlar. |
dirahş |
f. Nur, ziya, parıltı, parlama, ışık. |
dirahşan |
f. Parlak. Parıldayan. Parlaklık. Münevver, ziyâdar. ◊ f. Parlıyan, parlak. |
dirahşende |
f. Işıklı, nurlu, ışıldayan, parıldayan. |
diraht |
f. Ağaç. Şecer. |
dirak |
(Daraka. C.) Deriden mâmul kalkanlar. ◊ Tâbi olmaklık, itaat etmeklik. |
diram |
Ateşin alevlenmesi. * Ateşin alevi. * Odun parçası, tahta parçası (tezcek ateş tutuşup alevlenir.) |
diran |
(Dâr. C.) Evler, hâneler. |
dirar |
Ziyân yetiştirmek. |
dirase |
Kitab okumak. * Elbiseyi eskitmek. * Gizli yol. * Harmanda buğday döğmek. * Uyuz olan deveyi katranlamak. |
dirayet |
Zekâ, bilgi. Kuvvetli tecrübe sahibi olmak. * Fetanet. Temkin ve tecrübeye dayanan akıl. |
dirayetkâr |
f. Bilgili, dirâyetli, kavrayışlı. |
dirayetli |
Kavrayışlı, zeki, bilgili, anlayışlı. |
diraz |
f. Uzun. |
diraz-dest |
f. El uzatan. El uzunluğu. |
dirazî |
f. Uzunluk. |
dirdih |
Yaşlı, pir, ihtiyar kişi. |
dirdim |
Ağzında dişleri kırılmış ve kütelmiş yaşlı deve. |
direfs |
İpek. * Katı, sağlam nesne. * Büyük iri yapılı adam. * Büyük deve. |
direfş |
f. Alem, bayrak, sancak. |
direktif |
Fr. Üst makamlardan, tutulacak yol üzerine verilen emirlerin tümü, hepsi. Talimat, emir. Nasıl, ne şekil olacağına çalışacağına dair emir. |
direktuvar |
Fr. Fransız ihtilâlinin üçüncü yılında Konvansiyon'un yerine geçen idare şekli. |
direm |
(Dirhem) f. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Şimdiki üç gram ağırlık. Okka denen eski ağırlık ölçüsünün (1/400) kadarıdır. Şer'an, orta büyüklükte yetmiş tane arpa ağırlığı. * More… |
direm-sera |
f. Darbhâne, para basılan yer. |
direng |
f. Gecikme, yavaşlık, teenni, teahhur. * Dinlenme, karar, istirahat, aram. |
direv |
f. Ekin biçme, hasat. |
direv-ger |
f. Ekin biçen, orakçı. |
dirga |
Sıvı, balçık. |
dirgam |
(C.: Darâgım) Arslan, esed, gazanfer, şir, leys, haydar. |
dirha |
Süngü ile oynadıkları halka. |
dirham |
(C.: Derâhim) Kuruş. |
dirhami |
Bir dirhem. |
dirhem |
(Bak: Direm) |
dirhevs |
Katı, şiddetli nesne, şedid. |
diriğ |
f. Men'etmek, korumak, esirgemek. * Eyvâh, yazık. |
diriga |
f. Yazık, eyvahlar olsun! |
dirin(e) |
f. Eski, kadim. |
diritnot |
(Diritnavt) ing. Büyük harp gemisi. |
dirkite |
Acem diyarında bir oyun adıdır. (Bir yere gelip raks ederler.) |
dirr |
Avret üzerine avret almak, evli iken bir daha evlenmek. |
dirre |
(C.: Direr) Sütün çokluğu. * Sütün akanı. * Turra. * Kırbaç. |
dirriz |
Bahil kimse. * Kısa boylu, âdi kadın. |
dirs |
(C.: Derâsa-Edrâs) Kertenkele, fare ve kedi gibi hayvanların eniği. ◊ Azı dişi. * Katı, muhkem yer. * Az yağmur. * Kötü huy. |
dirv(e) |
Av öğrenmiş olan köpek yavrusu. * Dağ ağaçlarından pelit ağacına benzer bir ağaç. |
dirvas |
Büyük deve. * Boynu kalın olan adam. * Arslan. * Köpek ve devenin sütü. |
diryak |
Tiryâk, ilâç. |
dirz |
(C.: Duruz) Dünya nimetleri. * Lezzet. |
disam |
Şişe ağzına konulan tıpa. * Yaraya bağlanan bez. * Kulak içine sokulan şey. * Yarık ve delik tıkamada kullanılan tıkaç. |
disar |
(C.: Düsür) Üste giyilen kaftan, elbise. * Yatak çarşafı. * Arapçada elbise demek olduğu hâlde Osmanlıcada yalnız Farsça kaidesi ile yapılan sıfat terkiblerinde ziyadelik, çokluk, bolluk More… |
dise |
f. Kişi, şahıs, zât, fert. |
disiplin |
Fr. Uyulması lâzım gelen kaide ve yasaklar. * Nizam ve intizam te'mini için zihnî, ahlâkî, ruhî, cismanî tâlim ve terbiye. |
diskalifiye |
Fr. Müsabaka dışı bırakılmış. |
div |
f. Dev. * İblis, şeytan. * Cinn, ifrit. |
div-bad |
f. Şiddetli rüzgâr, kasırga, fırtına. * Divanelik, delilik, cinnet. |
div-beçe |
f. Deve yavrusu. |
div-came |
f. Eskiden savaşlarda giyilen kaplan veya arslan postekisi. |
div-çe |
f. Sülük. * Kadın tuzluğu adı verilen bir bitki çeşiti. * Ağaç kurdu, güve. * Arka kaşağısı. |
divan |
Eskiden yaşamış şâirlerin şiirlerinin toplandığı kitap. * Büyük meclis. Büyük ve idâre işlerine bakan bilgili, nüfuzlu kimselerin toplandıkları yer. |
divan durmak |
Huzurda hazır olarak beklemek. |
divan-i hümâyun |
'f. Halkın dâva ve şikâyetlerinin dinlenip halledildiği, devlet meselelerinin görüldüğü padişah huzuru. Bu mecliste; sadrazam, şeyh-ül İslâm, kazaskerler, defterdarlar ve sair büyük More… |
divançe |
f. Kafiye itibariyle harf sırası tertibiyle yapılan küçük şiir mecmuası. |
divane |
f. Deli. Aklı başında olmayan. |
divane-gî |
f. Delilik, divânelik. |
divane-rev |
f. Çılgın, delicesine davranan. |
divanhane |
f. Odalar arasındaki büyük salon. Büyük ev. Divan kurulacak büyük oda. Saraylarda odalar hâricinde olan büyük salon. |
divar |
f. Duvar. |
divâr-ger |
f. Duvarcı. |
dive |
f. İpek böceği. |
divek |
f. Ağaç kurdu, güve. |
diver |
f. Ev sahibi. |
divit |
Yazı yazmak için kullanılan hokka ve kalemi bir arada ihtiva eden mahfaza. |
diya |
Helak olmak, telef olmak. |
diyaf |
Bir mevzi. |
diyanet |
Dindarlık. Dinin hükümlerine riâyet ve muktezasınca amel etmek. Din emirlerinin hüsn-ü ihtiyar ile tatbiki. Din işleri. |
diyar |
(Dâr. C.) Memleket. |
diyar-i gurbet |
f. Gurbet diyarı. Yabancı memleket. |
diyar-i rum |
f. Eskiden Osmanlı ülkesindeki Anadolu. |
diyas(e) |
Ekini davar ayağı ile bastırıp çiğnetmek. * Kılıcı ruşen etmek, kılıcı parlatmak. |
diyat |
(Diyet. C.) Diyetler. (Bak: Diyet) |
diyeke |
(Dîk. C.) Dîkler, horozlar. |
diyer |
(Dâr. C.) Dârlar, hâneler, evler. |
diyet |
Kan bedeli. Yaralanan veya öldürülen bir kimse için en yakın vârisine ödenmesi şer'an hükmolunan para veya mal. Can pahası. * Para, değer. Kıymet. ◊ Tar: Almanya'yı More… |
diyk |
(Bak: Dîk) |
diz |
f. Kal'a, sur. |
diz(e) |
f. Levn, renk. |
diza |
Noksanlaştırmak. * Eziyet vermek. * Ezâ etmek. * Hor ve hakir etmek. |
dizçek |
Dizleri muhafaza etmek için muharebelerde kullanılan bir nevi zırh. |
dizdar |
f. Kale muhafızı, kale ağası. |
doğa |
(Bak: Tabiat) |
doğa ötesi |
(Bak: Metafizik) |
doğma |
yun. Fikir, rey. * Fls: Kat'i olarak ileri sürülen fikir. |
doğmatizm |
(Bak: Nassiye) |
dok |
ing. Gemi tamir veya inşasında kullanılan üstü örtülü havuz. * Ticari eşya için rıhtımlarda yapılan büyük depo. |
doktrin |
yun. Hatt-ı hareket. Hareket tarzı. Düstur, tarik. Re'y. * Fls: Bir sistem meydana getiren fikir ve kanaatlerin hepsi. Bir felsefe veya edebiyat okulunun fikirlerinin tümü. |
dolap |
(C.: Devâlib) Kuyudan su çıkarıp bahçeleri sulamaya mahsus döner makine. * Her çeşit döner çark, çıkrık. * İçine eşya vesaire konulan raflı veya rafsız göz. * Eskiden selâmlık ile harem More… |
dolunay |
t. Ayın yuvarlağına karşı gelen yarım küre yüzeyinin tamamıyla aydınlık görünmesi hâli. Ayın 14 veya 15 nci günleri. * Bedir. |
domaniç |
Kambur. Tümsekli, fırlak. |
dominyon |
ing. Büyük Britanya İmparatorluğu'nun, anavatanla aynı hakları olan deniz aşırı parçalarından beherine verilen isim. |
dönüm |
919 m2 lik eski bir arazi ölçüsü. |
dost |
(C.: Dostân) f. Sevilen insan, muhib, yâr. * Erkek veya kadın sevgili, mâşuk, mahbub, mâşuka, mahbube. * Hakiki dost ve âşıkların ve âriflerin âşık oldukları Allah. |
dostan |
(Dost. C.) Dostlar. |
dostane |
f. Dostça, dostlukla. |
dostî |
f. Dostluk. |
döviz |
Fr. Yabancı devlet parası. * Yabancı ülkelerde ecnebi paralarla ödenecek olan poliçe, çek gibi senetler. |
doz |
Kim: Bir maddenin bir karışıma girmesi gereken muayyen miktarı. * Tıb: Bir hastaya bir defada veya bir günde verilecek ilâç miktarı. * Ölçü, miktar. |
dram |
yun. Korkunç ve kanlı tiyatro piyesi. * Müthiş bir vakıa. Musibet, felâket. Heyecan uyandıran hâdise veya hareket. |
dramatik |
yun. Drama benzer. Heyecan verici, acıklı. * Temsil yapılmak üzere yazılan heyecan verici veya acıklı tiyatro eseri. Acıklı olanına Trajedi, gülünç olanına da Komedi denir. |
du' |
(C.: Ezvâ-Zayân) Erkek baykuş. |
dü'bub |
Zayıf nesne. * Çirkin huylu, kısa boylu kimse. * Kolay yol. * Uzun at. * Karınca nevinden bir nev. * Hububattan bir cins. |
dü'bus |
Ahmak. |
du'ce |
Gözün büyük ve siyah olması. |
du'k |
Zayıf adam. |
dü'lul |
(C.: Dâlil) Belâ, zahmet, dâhiye. |
du'ma |
Ulu yol. |
du'mus |
(C.: Deâmis) Rengi siyaha benzer bir küçük su canavarı. |
du'şuka |
Bir böcek cinsidir ve sahrâlarda olur. |
dü'sur |
(C.: Deâsir) Yıkılmış havuz. |
dü-bâlâ |
f. İki kat. |
dü-dide |
f. İki göz. |
dü-dilî |
f. Tereddüt, kararsızlık, neticeye varamamak. |
dü-gane |
f. İki adet, iki tane, ikiz. Çift. |
dü-giti |
f. İki âlem. Dünya ve âhiret. |
dü-muy |
f. Saçına sakalına kır düşmüş adam. |
dü-nim(e) |
f. İki parça, ikiye yarılmış, bölünmüş ikiye ayrılmış. |
dü-şah(i) |
f. Çatal ağaç. * Tomruk. * Eskiden suçlunun boynuna takılan çatal ağaç. |
dü-vazdeh |
f. Oniki. |
dü-vist |
f. İki yüz. |
dü-vüm(in) |
f. İkinci, saniyen. |
dü-zeban |
f. İki dilli. |
dua |
Allah'a (C.C.) karşı rağbet, niyaz, yalvarış, tazarru. * Salât, namaz. * Cenab-ı Hak'tan hayır ve rahmet dilemek. Allah'ın rızâsını, hidayet ve istikamete muvaffakiyyeti More… |
düabe |
Lâtife etme, şaka yapmak. * Oyun. |
duâgû |
(Duâhân) f. Duâ okuyan. Duâ eden. |
duat |
(Dâî. C.) Duâ edenler. Allah'a yalvaranlar. * Dâvet edenler. |
duban |
Duman. |
dübar |
Çarşamba günü. |
dübar(e) |
f. İki kat, çift kat, kat kat, katmerleşme. |
dübb |
Ayı. |
dübba' |
Kabak. |
dübbe |
Yol, tarik. |
dübeyt |
f. İki beyitten müteşekkil rübainin diğer ismi. |
düble |
Beyaz helva parçası. * Büyük lokma. |
dübr |
(Dübür) Kıç, mak'ad, süfre. * Bir işin nihayeti, sonu. * Bir şeyin arkası, gerisi. |
dübse |
Siyaha benzeyen kırmızılık. |
dübsiyy |
Kumruya benzer bir kuş. |
dubu' |
Yapışmak. |
dübul |
Su arkı. |
düca |
Zulmet, karanlık. |
dücac |
Galebe ile çağrışmak. * İnlemek. * Aldatmak, kandırmak. |
dücace |
(Bak: Decace) |
dücale |
Katran. |
dûçar |
f. Yakalanmış. Çatmış. Mübtelâ. * Ulaşmış. |
dücce |
Fazla karanlık, ziyade zulmet. |
düci |
(Dücye. C.) Karanlıklar, zulümat. |
dücme |
Karanlık, zulmet. |
dücne |
(C.: Dücen-Dücenât) Kapalı hava, karanlık. |
ducret |
Sıkıntı, gönül darlığı, zahmet. Zaruret. |
ducret-ver |
f. Sıkıntılı. |
dücüc |
(Decâc. C.) Tavuklar. Tavuk, horoz ve piliç cinsleri. |
dücun |
Bulutun göğü bürüyüp örtmesi. |
dücünne |
(C.: Dücünnât) Bulut kat kat olma. * Karanlık, zulmet. * Yağmur yağma. |
dücye |
(C.: Dücâ) Bal arısının kovanı. * Avcılar kümesi. * Zulmet, karanlık. |
dud |
f. Duman, sis. Tütün. * Elem, gam, keder, tasa. ◊ Kurt, böcek. |
dud-alud |
f. Dumanlı. |
dûd-hâne |
f. Kabile, silsile, hânedan, soysop. |
dude |
f. Kavim, kabile, aşiret, ocak, aile. * İs'inden mürekkeb yapılan çıra. ◊ Kurtcağız, küçük solucan, böcek. |
düden |
Coğ: Yerin altında akan suların oyup meydana getirdiği derin kuyu. |
dudhar |
f. Kelebek. * Aşçı, yemek pişiren kimse. * Külhancı. |
dudman |
f. Hanedân, sülâle, akarib, aile, kabile, kavim, aşiret. |
dudu |
(Tuti) Dudu kuşu, papağan. ◊ Hanım, kadın, hatun. |
düello |
İtl. Hakareti tamir için iki kişi arasında hususan Avrupa'da ve şâhitler önünde yapılan silâhlı çarpışma. |
düf |
(C.: Düfuf) Def. |
düf'a |
(C.: Difâ) Çok çabuk akan su. |
düfak |
Bir şeyin dolu olması. |
düffa' |
Büyük sel. |
düfn |
Gömülmüş kuyu. |
düfuk |
Atılmak. * Dökülmek. |
dug |
f. Ayran. |
duga |
Akılsız kadın. |
duga' |
Kedi miyavlaması. * Tilki sesi. * Zelil, hakaret görmüş kimsenin sesi. |
dugab |
Tavşan sesi. |
dugaga |
Ahmak, akılsız kişi. |
dugata |
Eğri bir ağaç cinsi. |
dugd |
f. Gelin, yeni evlenmiş kız. |
dugmeran |
Kara, esved. |
dugmus |
(C.: Degâmis) Rengi siyaha yakın küçük bir su canavarı. |
dugn |
Karanlık, zulmet. |
dugta |
şiddet. * Meşakkat, zorluk. |
duh |
f. Çorak, otsuz ve çıplak arazi. * Tüysüz, çıplak yüz ve baş. Köse ve dazlak. * Yapraksız ve meyvasız ağaç. * Hasırotu. ◊ f. Kız, kerime, duhter. * Havai fişek. * Hasır otu, More… |
duha |
Kuşluk vakti. * Güneş. * Vuzuh ve beyan. * Kur'ân-ı Kerim'in 93. Suresinin adı. Vedduhâ da denir. |
duhala |
(Dahil. C.) Yabancılar. Muhacirler. Sığınanlar. Dahilde olanlar. |
duhan |
Duman. Tütün. * Kur'an-ı Kerim'in 44. suresinin adı. * Mc: Gaflet ve dalâlet dumanı ki, hakikatların görünmesine mâni olur. Arap lisanında galib olan şerre, duhan tesmiye ederler. More… |
duhas |
Denizlerde çok olan büyük bir canavar. (Arkasıyla, boğulan kimselere yardım edip kurtarır, 'dülfin' de derler.) |
dühat |
Akıllılar. Akılda çok ileri olanlar. Dehâ sâhibi. Son derece anlayışlı ve zekâ sahibi olanlar. |
dühdün |
Bâtıl nesne. |
dühdür |
Bâtıl nesne. |
duhh |
Tütün. |
duhl |
(C.: Dehâhil) Ufak kuşlar. |
dühme |
Siyahlık, karalık. |
duhmesan |
Kara yağız, iri yapılı adam. * Akılsız adam. |
duhn |
Darı. |
dühn |
Ot, yemiş veya çiçekten çıkarılan yağ. |
duhne |
Tohum tânesi, tek tâne. * Darı. |
dühriyy |
Yaşlı, ihtiyar, müsinn. |
duhruce |
(C.: Dehâric) Yellengen böceğinin yuvarladığı ters. * Deve kuşunun yavrusu. |
duhseman |
Kara yağız, iri vücutlu adam. |
duht |
f. Kız, kerime. |
duht-ender |
f. Üvey kız. * Eskiden kadın esirlerinin bir cinsi. |
duhte |
f. Sağılmış. * İğne ile dikilmiş. |
duhter |
f. Kız. |
duhtere |
f. Bekârlık, kızlık. |
duhterî |
f. Kızlık, bekârlık. |
duhuk |
Doğurduktan sonra rahmi çıkan dişi deve. |
duhul |
İçeri girme. İçeri dahil oluş. |
dühül |
f. Davul. |
duhul ü huruc |
İçeri girip çıkma. |
duhuliye |
Eskiden, satılmak üzere şehir ve kasabalara getirilen her cins ticaret malından alınan vergi. * Bir yere girmek için verilen para. |
duhur |
Zillet, zelillik, hakirlik, aşağılık. Adilik. ◊ Def'etme, çıkarma, kovma, uzaklaştırma. |
dühûr |
Devirler, zamanlar. Dünyalar. |
duhus |
Bâtıl olmak. |
duhye |
Kuşluk vakti kesilen kurban. |
duka |
Eskiden Avrupa'ca pek yüksek bir asalet ünvanı idi. |
düka' |
Deve öksürüğü. |
dukak |
(C.: Dekâyık) İnce nesne. * Un. * Zor, güç. |
dükas |
Uyuklamak. |
dükne |
Siyâha benzer bir renk. |
dülake |
Davar emziğinde kalan süt bakiyesi. |
dülbe |
(C.: Düleb) Çınar ağacı. |
dülbent |
f. Tülbent. |
dülce |
(Delce) Gece vakti bir yere gitmek. |
düldül |
Fahr-i Kâinat (A.S.M.) Efendimize mahsus bir katır ki, sonradan Hz. Ali (R.A.) Efendimize bahş buyurulmuştur. |
dülfin |
Denize düşenlere yardım edip, onları kurtaran bir balık. |
dülke |
Küçük bir canavar. |
dull |
Helak.DUM (Devâm): Sâbit ve sâkin olmak. |
dülu' |
Huruç etmek, çıkmak. |
düluk |
Batma, güneş batması. |
düm |
f. Kuyruk. |
düm-büride |
f. Kuyruğu kesik. |
düm-çe |
f. Kısa kuyruk, kuyrukçuk. |
düma |
(Dümye. C.) Suretler. Küçük putçuklar. |
düma' |
Hastalık veya ihtiyarlık sebebiyle gözden akan yaş. * Bahar günlerinde üzüm çubuğundan akan su. |
dümac |
Çok sağlam nesne. * Gizli örtülü olan şey. |
düman |
Yemişin çürüklü olması. * Ekine su düşüp, kesilmek. |
dümasir |
(Demser) İnişi yumuşak olan yer. * Etli, büyük deve. |
dümdar |
f. Askerlikte arttaki emniyeti te'minle vazifeli, geriden gelen ve askeri tâkib eden birlik. Ordunun geriden emniyet kuvveti. * Mc: Son zamanlarda gelen büyük evliyâullah. |
dümel (dümmel) |
Tıb: Büyük kan çıbanı. |
dümlüc |
Doğan kuşu. * Kan alacak yer. |
dümluk |
Yassı, yuvarlak taş. |
dümlus |
Berrak, yumuşak nesne. |
dümme |
Arap oyunlarından bir oyun ismi. * Yol, tarik. |
dumr |
Zayıflık. * Hafiflik. |
dumu' |
(Dem'. C.) Göz yaşları. |
dümu' |
(Dem'. C.) Gözyaşları. |
dümuk |
Ansızın duhul etmek, birdenbire girmek. |
dumur |
Bir uzvun maddi veya mânevi kabiliyetinin körelmesi. Gıdasızlıktan dolayı bir uzvun kuruyup kalması. Helâk. Körelmek. * Bir yere izinsiz gitmek. ◊ Büyüyüp gelişememek. More… |
dümur |
Destursuz olarak eve girmek. |
dümus |
Geceleyin çok karanlık olmak. |
dumuz |
Susma, sükut. |
dümye |
(C.: Dümâ) Oyun. * Ağaçtan yapılmış nakışlı suret. Sanem. |
dûn |
Aşağı, alçak. Kolay. Zayıf. Gölgeli. Aşağılık. Altta, aşağıda. ◊ Gayrı, diğer, maadâ. |
dûn-perver |
f. Kötü kimseleri koruyan, alçak kişileri muhafaza edip onların ilerlemelerine yardımcı olan. |
dunak |
Nezle. |
dünb(e) |
f. Kuyruk. |
dünbal(e) |
f. Kuyruk. |
dünbek |
f. Bekçi davulu. * Dümbelek. |
dune |
Hastalık. |
dünu' |
Horluk, hakirlik. |
dünüvv |
Ulaşmak, yakın olmak. |
dünya |
(Müz: Ednâ) (Denâet veya dünüvv. den) En yakın, en aşağı. |
dünyadâr |
f. Dünya işleriyle uğraşan, mal ve mülk sahibi olan. Dünya hayatına fazla meyilli olan. |
dünyalik |
t. Zenginlik, para ve mal. |
dünyaperest |
f. Dünyaya tapacak derecede ehemmiyet verip âhiretini düşünmeyen. Maddiyatı çok seven. |
dünyevî |
(Dünyeviye) Bu âleme mensub ve müteallik. Dünyaya âit ve dünya ile alâkalı. |
dür |
(Bak: Dürr) |
dur ü diraz |
Uzun uzadıya. |
dur-baş |
f. 'Uzak ol!' anlamına gelen bir emir. * Değnek, sopa, âsa. |
dur-bin |
f. Uzak gören. Uzağı gösteren âlet. |
dur-binî |
f. İlerisini görürlük, uzağı görmeklik. |
dür-dane |
f. İnci tanesi. * Mc: Çok güzel ve sevimli çocuk. |
dur-dest |
f. Ulaşılması zor şey, erişilmesi güç şey. Uzak, uzun. |
dur-endiş |
f. Önceden görüp düşünen. Tedbirli. Her şeyin ilerisini evvelden mülâhaza eden. İlerisini düşünen. |
dur-nüma(y) |
f. Uzağı gösteren. |
dur-nüvis |
f. Uzağı yazan. Telgraf. |
dura-dur |
f. Uzaktan uzağa. Uzak uzak. Uzun uzadıya. |
durah |
Gökte melâike kâbesi olan beyt-il mâmur. |
dürahis |
Katı nesne. * Gövdesi etli olan insan veya hayvan. |
düramih |
Yürürken sallanan kişi. |
durat |
Yellenme. |
dürb |
(Bak: Derb) |
durbe |
Âdet, haslet. * Cür'et. * Tecrübe. |
dürbe |
Âdet. Haslet. * Cür'et ve mümareset. Tecrübe. |
dürbîn |
Uzaktan gören, dürbün. |
durc |
İçine inci ve altın konulan küçük hokka. |
dürc(e) |
Kutu, kutucuk, küçük kutu. * Mücevherat kutusu. * Hokka gibi olan ağız, biçimli ağız. |
dürd(e) |
f. Tortu, çöküntü, posa, işe yaramayan kısım. |
dürdakis |
Başla boyun arasında olan kemik. |
dürdî |
f. Çöküntü, tortu. |
dürdür |
Dişin kök yeri. * Çocukların dişlerinin çıkıp bittiği yer. |
dure |
Hakir ve şânı küçük olan adam. |
dürece |
Süllem, merdiven. * Bağırtlak kuşu. (Kanatlarının içi siyah ve dışı boz olan bir kuş.) |
dürer |
(Dürr. C.) f. Büyük inciler. |
dürhamin |
Belâ. Zahmet, meşakkat. |
durî |
f. Uzaklık. |
durit |
Kovmak, def etmek. |
dürnuk |
(C.: Derânik) Bir cins döşek. |
durr |
Zayıflık. Hâli yaramaz olmak. |
dürr |
(Dürdâne, dürre) f. İnci. İnci tanesi. |
dürr-efşan |
f. İnci serpen. Söylediği sözler inci olan ağız. |
dürr-i cân |
f. Canın incisi. Çok sevgili. |
dürr-i misâl |
f. Misâlin incisi. İnci misâlinde, misâlin parlağı. |
dürr-i yetim |
f. Sadef içinde tek olan inci. * Mc: Hz. Peygamber Muhammed (A.S.M.) |
dürrace |
(C.: Derrâc) Türac denilen kuş. |
dürrae |
(C.: Derâri) Ferâce, kaftan, elbise. |
dürrat |
(Dürre. C.) Büyük, iri inci taneleri. |
durre |
(C.: Dür-Dürrât-Dürer) İnci. |
dürre-i beyzâ |
f. Parlak, büyük inci. |
dürrî |
Dürr'e mensub, inci ile ilgili. |
dürşe |
Hâcet, ihtiyaç. |
duru' |
(Dır. C.) Savaşda giyilen zırhlar, cevşenler, çelik elbiseler. ◊ Uzak, ırak, baid. |
düru' |
(Dır'. C.) Zırh gömlekler. |
durub |
(Darb. C.) Döğmeler, vurmalar, darblar. |
düruc |
Dürmek. * Geçmek. * Koymak. |
dürud |
f. Dua, medih, tahiyye, selâm. * Ekin biçme. * Yontmuş ağaç, kereste. |
dürug |
f. Yalan, Doğru olmayan söz. |
dürug-zen |
f. Yalancı. |
dürur |
İnmek. * Akmak, seyelân. |
durus |
Kuyu örülen taş. |
dürus |
(Ders. C.) Dersler. * Müfret olarak bir şeyin eseri mahv ve müzmahil olmak. |
dürüst |
f. Sıhhati yerinde, sağ, sahih, salim. * Doğru, hatasız. * Bütün, tam. |
dürüşt |
f. Katı, kalın, yağun. * Kaba, sert. |
dürüstî |
f. Doğruluk, düzgünlük, sağlamlık. |
dürüştî |
f. Kabalık, sertlik, katılık, kalınlık, yoğunluk. |
dürye |
Bilmek. |
dürzi |
(C.: Düruz) Suriye'nin güneyi ile Ürdün ve İsrâil'de yaşayan ve sonradan Araplaşmış olan bir kavimdir. Arapça konuşurlar. Dalâlet fırkalarından en bâtıl yolda olan bir fırkadır. More… |
dûş |
f. Omuz. Ketif. * Dün gece. * Âlem-i menâm, rüya âlemi. * Mütesadif ve mütelâki olan. |
düş |
f. (Bak: Dûş) |
dûş azmak |
Rüyâda iken kirlenmek, ihtilâm olmak. |
duşab |
f. Hurma ve üzüm pekmezi. Pekmez. |
düşab |
f. Pekmez. |
düşenbih |
f. Haftanın ikinci günü, pazartesi. |
düşeş |
f. İki altılık. Tavla zarında iki defa altı gelmesi. |
düşin(e) |
f. Dün gece. |
duşize |
(C.: Duşizegân) f. Kız, bâkire. El değmemiş. |
düsme |
Toz bulaşmış olan nesne. * Adi, alçak kimse. |
düşnam |
f. Sövme, sövüp sayma, ta'n. |
düsse |
Arap çocukları arasında meşhur olan bir oyun. ◊ Başa soğuk geçmek. |
düstur |
f. Umumi kaide. Kanun, nizam. * Örnek, nümune * Üslub. İzin, müsaade. * Mu'teber ve mu'temed kimse. * Destur. |
düsum |
(Desem. C.) Yağlar. |
düsur |
Mahvolma. Eseri kalmama. Ortadan kalkma. Nişanı belirsiz olma. * Kaftan eskime. * Ev köhne olma. |
düsür |
(Disar. C.) Perçinler, halatlar, kenetler. Geminin tahtalarını birbirine bağlayan rabıtalar. ◊ (Disar. C.) Üste giyilen kaftanlar, elbiseler. * Yatak çarşafları. |
düşvar |
f. Müşkil. Güç. Zor. |
düşvar-ger |
f. Dağ. |
düşvarî |
f. Zorluk, güçlük, suubet. |
duud(e) |
Nezle olmak. |
duva |
Baykuş sesi. |
düvab |
İşi birbirine ulaştırmak. |
düval |
f. Tasma, kayış. |
düvam |
Sabit ve sakin olmak. |
düvar |
Baş çevrilme. |
düvel |
(Devlet. C.) Devletler. |
düvel-i muazzama |
f. Büyük devletler. Düvel-i muazzama-i İslâmiyye gibi. |
düvel-i müttefika |
f. İttifak etmiş, birlik olmuş, birleşmiş devletler. |
düvelî |
(Düveliyye) Devletlerle alâkalı. |
düvuk |
Ahmaklık, hamâkat. |
düvvac |
Hâkimlerin giydiği bol kaftan. * Yorgan. * Tac. |
düvvame |
Çocukların çevirerek oynadığı bir fırıldak. |
düyun |
(Deyn. C.) Borçlar. |
düyunat |
(Düyun. C.) Borçlar. |
duz |
f. Dikici, diken, dikmiş. |
duzah |
f. Cehennem. Tamu. * Mc: Keder. Külfet. |
duzah-mekân |
f. Makamı Cehennem olan kâfir, münâfık. |
duzahî |
f. Cehennem'e mahsus, cehennemî, zebani. |
düzd |
(C.: Düzdân) f. Sârık, hırsız. |
düzdan |
(Düzd. C.) f. Hırsızlar, sürrak. |
düzdâne |
f. Hırsız gibi, hırsıza yakışır şekilde, hırsızca. |
düzdî |
f. Hırsızlık, sirkat. |
düzeç |
(Uydurma bir kelimedir.) (Bak: Tesviye âleti) |
düzenbaz |
Hile yapan, aldatıcı. |
duzene |
f. Sivrisinek, arı gibi haşeratın iğnesi. |
düzine |
On iki parçadan ibaret takım. |
düzlem |
(Uydurma bir kelimedir.) (Bak: Müstevi) |
düztaban |
t. Tıb: Ayak tabanı düz olan kimse. Böyle kişiler çabuk yorulurlar ve hızlı yürüyemezler. |
e'ba |
Yükler, hamuleler, çuvallar. |
e'cam |
(Acem. C.) Arab olmayanlar. Güzel arabi bilmeyenler. Güzel ve fasih konuşamıyanlar. * Acemiler. |
e'cube |
(Bak: U'cube) |
e'rac |
Anadan doğma topal, aksak. |
e'vam |
(Bak: A'vam) |
e'zar |
Özürler. Kusurlar. Bahaneler. |
eâcib |
(U'cube. C.) Çok tuhaf ve acaib, şaşılacak şeyler. |
eacim |
(Acem. C.) Yabancılar, Arap olmayanlar. İranlılar. |
eadi |
(Adüv. C.) Düşmanlar. Hasımlar. |
eali |
(A'lâ. C.) İtibarı ve şerefi yüksek zâtlar. İyiler. Günahtan sakınan temiz ve sâlih amel sâhibi kimseler. |
eamm |
Pek şumullü, daha umumi ve geniş. |
earib |
(A'rabî. C.) Çölde yaşayan, göçebe Arablar. |
eariz |
(Aruz. C.) Aruzlar, şiir vezinlerinden bahseden ses kalıpları. Şiirde beytin birinci mısraının son kısımları. |
earr |
Hörgücü küçük deve. |
easir |
(İ'sâr. C.) Şiddetli fırtınalar, kasırgalar. |
eâzim |
(A'zam. C.) İleri gelen büyükler. Büyük adamlar. |
eazz |
Galip. * Daha aziz, daha şerefli, en şerefli, azizler. |
eb |
(Ebâ, Ebu, Ebi) Baba, peder. Ced. |
eb'ad |
Çok uzak, en uzak, daha uzak. |
eb'âd |
(Bu'd. C.) Mesafeler, uzaklıklar. |
ebab |
Bir yere gitmek için hazır olmak. |
ebabil |
Dağ kırlangıcı. Kuş sürüsü. Sürüler, bölükler. |
ebadid |
Müteferrik, dağınık. |
ebaet |
(C.: Abâ) Kamışlık yer. * Kamış. |
ebahh |
Sesi kısık olan kimse. Avazı tutkun kişi. (Müe: Buhhâ) |
ebahir |
Kuş kanadının üçüncü mertebede olan yelekleri. |
ebaid |
(Eb'ad. C.) Yakın olmayan (hısım ve akraba.) * En uzak yerler. |
ebalis |
(Ebâlise) (İblis. C.) İblisler, şeytanlar. |
ebarik |
Balçıklı, kumlu yer. * (Ebrak. C.) Alaca atlar. ◊ (İbrik. C.) Su kapları, ibrikler. |
ebatih |
(Ebtah. C.) Kumlu dereler ve ırmaklar. |
ebatil |
(Ubtule. C.) Beyhude, bâtıl, hurâfe, mantıksız, hakikatsız şeyler. ◊ Böğürler, yanlar. |
ebazer |
(Bak: Ebu Zerr-i Gıffarî) |
ebazir |
(Ebzâr. C.) Yemeklere katılan baharatlar, kurumuş kekikler. |
ebb |
(C.: Abâb) Kuru ot. Taze ot. * Mer'a, otlak, çayır. * Kavga etmek veya bir yerden gitmek için hazırlanmak. |
ebbal |
Deve çobanı. |
ebbale |
Bir yüklük odun. * Bir kısım halk. Cemaat. Cemiyet. |
ebbar |
İğneci. İğne yapan veya satan kimse. |
ebbaz |
Kaçma, ürkme. * Sıçrayıp atlayan karınca. |
ebced |
Arabça Eski Sâmi alfabesindeki harf sırasının sayı değerine göre tertiplenmesinden meydana gelen birinci kelime. Bu tertip İbrâni ve Süryâni Alfabesindeki harfleri içine alır. İbâredeki More… |
ebcedhan |
f. Ebced okuyan. Mektebe yeni başlayan, acemi. |
ebcel |
Cüssesi büyük olan iri yapılı adam. * Atta ve devede bulunan bir damar. (İnsanda o damara, 'ırk-ı ekhal' derler.) |
ebda' |
(Bedi'. den) En bedi. Ziyade bedi' ve güzel. Daha çok dikkati çeken. |
ebdal |
(Bedil veya Bedel. C.) Evliyâdan, ziyâde nuraniyyet kazanmış olanlar. |
ebdan |
f. Kavim, aşiret, kabile. * Şayeste, lâyık, münâsib, muvafık, uygun. ◊ (Beden. C.) Bedenler. Tenler. |
ebecc |
Patlak gözlü adam. |
ebed |
Ebedîlik. Zevalsizlik. Sonu olmamak. |
ebedd |
Gövdeli, iri cüsseli kimse. İki uyluğunun arası geniş ve etli olan kimse. |
ebeden |
(Ebedâ) Devamlı olarak. Kat'â ve aslâ. Hiçbir vakit. |
ebedgâh |
f. Kabir, mezar. |
ebedhane |
f. Kabir, mezar. |
ebedî |
Sonsuza ve ebediyete âit. Ebediyete dâir ve müteallik. |
ebediyyen |
Ebedî olarak, ilel-ebed. * Hiç bir vakit, hiç bir zaman. |
ebelet |
Çok yemekten gelen ağırlık, hazımsızlık. |
eben |
Töhmetli, kabahatli kişi. * Adâvet, düşmanlık. |
eber |
Hurmanın budaklanması ve ıslah edilmesi. * Akrep sokması. |
eberr |
Çok faziletli, şerefli. Çok sâdık ve dindar. Çok iyilik sever. * Şenlikten uzak, bedevi. |
ebes |
Çok süt içmekten dolayı midede ve karında meydana gelen şiş. |
ebeveyn |
Ana ile baba. (Eb ile ümm.) |
ebgaz |
Çok fazla buğzedilen, hiç sevilmeyen, nefret edilen. |
ebh |
Unutulan şeyi hatırlatmak. |
ebhak |
Bir gözlü. |
ebhal |
(Buhl. den) En hasis, çok cimri, daha tamahkâr. * Büyük gözlü. |
ebhar |
Nefesi ve ağzı fena kokan adam. |
ebhâr |
(Bahr. C.) Bahirler, deryalar, denizler. |
ebhas |
Gözlerinin üstünde veya altında bir miktar yumruca et parçası olan kişi. |
ebhekan |
Kuzu kulağı adı verilen ot. |
ebhel |
Ardıç ağacının yemişi. * Ardıç ağacının bir nevi |
ebhem |
Söz söylemeye muktedir olmayan. Konuşmaya iktidarı bulunmayan adam. |
ebher |
En bâhir, en âşikâr. En parlak, daha çok zâhir. * Temiz kanı yürekten bedene dağıtan büyük bir damar. |
ebhire |
(Buhâr. C.) Dumanlar, buğular. |
ebhur |
(Ebhar) (Bahr. C.) Denizler, bahrlar. ◊ (Bahur. C.) Buharlar. Buğular. |
ebi |
(Bak: Ebu) |
ebib |
İri taneli yağmur. |
ebih |
Yüzünden örtüyü kaldırmayan tesettürlü kadın. |
ebil |
Devenin hâllerinden anlıyan kimse. ◊ Nasârâ rahibi ve ekâbiri. |
ebiye |
İmtinâ edici, çekinen kadın. |
ebka |
Ağlattı (mânasında mâzi fiili. Bak: İbkâ) |
ebka' |
Alaca karga. |
ebkâr |
(Bikr. C.) Bekârlar. * Mc: Evvelce kimsenin söylemediği sözler. |
ebkem |
(Bükm. den) Dilsiz. Konuşamıyan. |
ebkem ü lâl |
Cevapsız bırakmak. Susmak. Dilsiz gibi sükût etmek. |
ebkemî |
f. Dilsizlik, dili olmamak. |
ebkemiyet |
Dilsizlik. Konuşamamazlık. |
eblad |
Eser. |
eblağ |
En beliğ. Daha beliğ. Daha fasih. Çok beliğ. |
eblak |
Rengârenk. * Alaca bulaca. * Alacalı at. |
eblak-süvar |
f. Alaca ata binmiş kişi. * Mc: Savaşçı, cenkçi yiğit. |
eblec |
Açık kaşlı. * Mc: Nurlu, parlak, vuzuhlu. |
ebled |
Ebleh, ahmak, bön. Söylenilen şeylere aklı hemen taalluk etmeyen kimse. * Açık kaşlı. * Şişman gövdeli kişi. |
ebleh |
Ahmak. Bön. Budala. |
eblehâne |
f. Ahmakçasına. Eblehçesine. |
eblehî |
f. Ahmaklık, saflık, bönlük. |
eblehiyyet |
Ahmaklık, eblehlik, bönlük, salaklık, saflık, kalın kafalılık. |
eblek |
f. Alacalı renk. |
eblem |
Kalın dudaklı adam. |
eblim |
Bal, asel. |
ebluç |
f. Ezilmiş tozşekeri. Nebat şekeri. |
ebluk |
f. Münafık, iki yüzlü adam. * Şarlatan. |
ebnâ |
(İbn. C.) Oğullar. Çocuklar. Veledler. Ferzendeler. |
ebniye |
(Bina. C.) Binalar. Yapılar. |
ebr |
Ürkmek. Kaçmak. ◊ f. Bulut. |
ebrac |
Burçlar, kaleler. |
ebrah |
Zor olmak, güç olmak. |
ebrak |
Fazlaca parıltılı. * Taşlı, kumlu, balçıklı yer. * Alaca renkli at. * İki renkli lekeli bir şey. |
ebrâr |
(Berr. C.) Özü sözü doğru olanlar, hamiyetliler. Sâdıklar. İyiler. |
ebras |
İnsanın rengini degiştiren alaca ve miskin eden çok fena bir maddi hastalık ismi. |
ebrec |
Gözünün akı çok olan güzel gözlü kimse. |
ebred |
(Berd. den) Çok soğuk. |
ebrek |
En bereketli. |
ebrencen |
f. Bilezik. Kadınların kollarına taktıkları altından mâmul zinet eşyası. |
ebreş |
Alaca benekli at. * Kırmızı ve beyazdan meydana gelen alaca renk. |
ebresim |
İbrişim. |
ebresimî |
İbrişimci. |
ebric |
Yayık adı verilen ve yoğurttan yağ çıkarılan nesne. |
ebrkâr |
f. Şaşkın, sersem, ne yapacağını bilmeyen adam. |
ebru |
f. Kaş. * Bir nevi dalgalı kumaş ve kâgıt ismi. |
ebruferah |
f. Güler yüzlü. |
ebruvân |
f. Kaşlar. |
ebs |
Sütü çok içmekten dolayı karnı şişmek. |
ebsar |
(Basar. C.) Gözler. Dikkat sahipleri. Görücüler. |
ebtah |
(C.: Ebâtih) Kumlu ırmak ve dere. |
ebtal |
(C.: Ebâtil) İnsanın böğrü. * En boş. Boşuboşuna. Çok bâtıl. ◊ (Battâl. C.) Yiğitler, cesurlar, döğüşken erler. |
ebter |
Kuyruğu kesik hayvan. * Sonunda oğlu ve kızı kalmayan insan. * Ölümünden sonra adı hatırlanıp anılacak hayrı ve ihsanı kalmayan kişi. * Eksik, tamamlanmamış. |
ebtine |
(Bâtın. C.) Çukur yer, kuytu yer. |
ebu |
Peder, baba, ata, eb. |
ebu ca'fer |
Sinek. |
ebu cabir |
Ekmek. |
ebu cemil |
Tere otu. |
ebu davud |
(Bak: Kütüb-ü Sitte) |
ebu eyyub |
Deve, cemel. |
ebu halid |
Köpek, kelb. * Canavar. |
ebu hanife |
(Bak: İmam-ı A'zam) |
ebu humeyd |
Ayı denilen canavar. |
ebu ikrime |
Güvercin kuşu. |
ebu kalemun |
Bir nevi kumaş ki, göze türlü türlü görünür. Bâzıları 'gülistân-ı kemhâ' derler. |
ebu kays |
Çakal. |
ebu nafi' |
Sirke. |
ebu sabir |
Tuz, milh. |
ebu süfyan |
(Mil: 597 - 653) Kureyş kabilesinin bir kolu olan Beni Ümeyyenin Reisi ve Hz. Muâviyenin (R.A.) babası. |
ebu süleyman |
Horoz. |
ebu za'fel |
Fil. |
ebu ziyad |
Eşek, hımar. |
ebu zübab |
Fâre. |
ebu zür'a |
Domuz, hınzır. |
ebuk |
Kaçmış köle. |
ebûü |
İkrar ederim, sığınırım, itiraf ederim, tövbe ederim mânasına fiildir. |
ebva' |
Medine-i Münevvere'ye bağlı olup, Mekke-i Mükerreme yolunda bir köyün adıdır. Medine'ye yirmiüç mil uzaklıktadır. Köyün üstünde dik ve kuru bir dağın adı da Ebvâ'dır. Bu köy More… |
ebvâb |
(Bab. C.) Kapılar. * Kısımlar. Bahisler. Parçalar. |
ebyan |
Cömert, eli açık, muhtaçlara ve yoksullara yardım eden kimse. * Yemekten tiksinen kişi. |
ebyat |
(Beyt. C.) Beyitler. İki mısradan müteşekkil kısımlar. |
ebyaz |
Beyaz. Akça. Parlak. Daha parlak. Sefid olan. |
ebz |
Ürkme, korkma. Kaçma, kaçış. * Aniden, birdenbire ölmek. |
ebza |
Göğsü çıkık. |
ebzah |
Göğsü çıkık. |
ebzar |
(Bezr. C.) Yemeklere konulan baharat. |
ebzer |
Üst dudağında sarkık derisi olan. |
ebzün |
Küvet, banyo. * İçinde yıkanılabilinen küçük havuz. |
ecahil |
(Echel. C.) En cahil, daha bilgisiz olanlar. |
ecamire |
Taifeler, kabileler, kavimler. |
ecanib |
(Ecnebi. C.) Ecnebiler. Yabancılar. |
ecbe |
Alnı geniş olan adam. |
ecc |
(C.: İcâc) Devekuşu seğirtmek. |
ecce |
(C.: İcâc) Sıcak fazla olmak. * Karışmak. |
ecda' |
Burnu kesik olan kimse. * Kulağı, eli ve dudağı kesik kimse. |
ecdad |
(Cedd. C.) Dedeler. Babalar. Büyük babalar. |
ecdas |
(Cedes. C.) Kabirler. Mezarlar. |
ecdel |
(C.: Ecâdil) Çakır doğan kuşu. |
ecder |
(Cedir. den) Daha büyük. Pek münasib. |
ecebe |
Büyük alınlı. Alnı geniş olan kimse. |
ecel |
Her mahlukun ve canlının Allah tarafından takdir edilen ölüm vakti. Âhirete göç etmek. * İleride olacağı şüphesiz olan. * Allah'ın takdir ettiği ömür. |
ecel-i müsemma |
f. Muayyen bir zamana kadar, Allah'ın takdir ettiği ölüm. |
eceliyyet |
Sonradan vukuu şüphesiz olan hâdise. |
ecell |
(Celil. den.) Çok güzel. çok büyük. En üstün. Çok celil. ◊ Evet, neam, belî. |
ecem |
(C.: Acâm) Çok fazla sıcak. |
eceme |
(C.: Acâm-Ecemât - Ecem-Ücüm) Meşelik. * Kamışlık. |
ecemm |
Mızraksız adam. * Boynuzsuz koyun. * Etli kemik. * Bacasız ev. |
ecen |
Suyun tadı ve rengi değişik olmak. |
ecerran |
İns ve cinn. |
eceşş |
Gür sesli. |
ecfan |
(Cefn. C.) Göz kapakları. * Asma çubukları. * Kirpikler. |
echam |
Gözü büyük ve kırmızı olan. * (Müe: Cahmâ) |
echel |
Çok câhil. Çok bilgisiz. En câhil. |
echeliyyet |
Çok bilgisizlik. Çok câhil oluş. |
ecic |
Ateş parlaması. |
ecil |
İşini geriye bırakan, geciktiren. * Geciktirilen, geriye bırakılan şey. * Bir yerde birikip toplanmış su. |
ecille |
(Celil. C.) Fazilet, ilim ve rütbe itibariyle daha yüksek olanlar. Büyükler. |
ecim |
Bir şeye çok devam etmekten usanç gelme. * Suyun necis olup bozulması. * Birini istemediği hâle koymak. |
ecinne |
(Cenin C.) Ceninler. Ana karnındaki çocuklar. |
ecinnî |
Cin taifesinden bir fert. (Bak: Cinn) |
ecir |
Ücretle çalışan, nefsini kiraya veren. Gündelikçi. ◊ (Bak: Ecr) |
ecirlik |
t. Ücretle çalışma, hizmetkârlık. |
ecirnâ |
(İcâret. den) Bizi hıfzeyle, muhafaza eyle (meâlinde.) |
ecirni |
(İcâret. den) Beni hıfzeyle, beni koru (meâlinde). |
ecl |
İllet, sebeb, cihet. İçin, dolayı... den. Arabçada 'Li' ilâve ederek kullanılır. Meselâ: Li-eclillâh - Allah için, Allah rızası için. |
ecla |
Pek âşikâr, pek belli. Pek parlak, ziyade güzel. * Başında kıl bitmeyen kel. |
ecla' |
Dudakları kısa olup dişlerini tamamen örtmeyen. |
eclad |
(Cild. C.) Hayvan derileri. |
eclah |
Devenin veya üstü düz olan arabaların üzerlerine yapılan ufak kulübe. * Başı kel olan adam. |
eclec |
Yumru ve geniş alınlı. |
eclef |
(Cilf. den) Çok edepsiz, pek hayasız. |
eclel |
Ulu ve büyük kimse. * Azam. |
ecliyet |
Cihetiyet, sebebiyet. Sebeb oluş. |
ecma |
Üstü açık ev. |
ecma' |
En toplu. Birikmiş. Ziyade birleşmiş. |
ecmain |
Hepsi, cümlesi. |
ecmal |
(Cemel. C.) Develer. * Cümleler. * Yekünler. |
ecmat |
(Ecme. C.) Ormanlar, sık ağaçlı yerler. |
ecme |
(C.: Ücem-Ecmât) Orman, sık ağaçlı yer. |
ecmel |
(Cemil. den) Çok güzel, en yakışıklı. Daha güzel. |
ecnab |
(Cenb. C.) Yanlar. Yan taraflar. |
ecnad |
(Cünd. C.) Cündler, askerler, erler, neferler, taburlar. |
ecnâs |
(Cins. C.) Çeşitler, neviler, türler. |
ecneb |
Muti ve münkad olmayan. İtaatkâr olmayan. * Garib, yabancı, ecnebi. *Sert başlı at. |
ecnebi |
Yabancı. Garip. Alışmamış. Başka milletten olan. |
ecnebiyyet |
Ecnebilik, yabancılık, gariblik. |
ecnef |
Haktan, doğruluktan, adaletten uzaklaşan, ayrılan adam. * Beli eğri, kambur olan adam. |
ecniha |
(Cenah. C.) Kanatlar. Cenahlar. Taraflar. |
ecr |
(C.: Ücur) Bir iş, bir hizmet mukabilinde verilen şey. * Ahirete aid mükâfat, hayır ceza. * Ücret, mukabil, karşılık. Sevab. * Tıb: Kırılan bir uzvun sarılması. |
ecra' |
(C.: Ecâri) Bir şey yetişmeyen kumlu yer. |
ecram |
(Cirm. C.) Ruhsuz büyük varlıklar. Cirmler. Yıldızlar. |
ecras |
(Ceres. C.) Büyük çıngıraklar, çanlar. |
ecreb |
Uyuz hayvan veya insan. |
ecred |
Tüysüz adam, köse. Genç. * Çorak, otsuz yer. Bir şey yetişmeyen arazi. * Tüyü yumuşak ve kısa olan at. |
ecribe |
(Cirâb. C.) Dağarcıklar, meşin veya bezden yapılmış olan çantalar. |
ecsad |
(Cesed. C.) Cesedler. Cisimler. Tenler. Vücudlar. |
ecsam |
(Cisim. C.) Cisimler. |
ecsel |
Karnı büyük olan kişi. |
ecsem |
Cesim, pek iri, gövdesi büyük olan. İri yarı kişi. |
ecuc |
Işık veren, parlayan. Parlak nesne. * Suyun tuzlu ve acı olması. |
ecüme |
Havuz. |
ecvad |
(Cevad. C.) Sahiler. Cömertler. Eli açıklar. |
ecvaf |
(Cevf. C.) İçler. Kovuklar. |
ecved |
En cömert. En sahi. Daha iyi. |
ecvef |
Ortası boş. Kof. * Mc: Boş kafalı. Çok cahil. * Gr: Ortasında harf-i illet sayılan elif, vav, yâ harfleri bulunan fiil kökü. |
ecvibe |
(Cevab. C.) Cevaplar. |
ecyad |
(Cîd. C.) Uzun boyunlar. |
ecyaf |
(Cife. C.) Kokmuş etler. Cifeler. |
ecyal |
(Cîl. C.) Soylar. Tâifeler. Kavimler. Nesiller. |
ecyed |
Uzun boyunlu (adam.) |
ecyem |
Gözü büyük ve kırmızı olan. (Müe: Ceymâ) |
eczâ |
(Cüz. C.) Eczacılıkta kullanılan çeşitli maddeler. * Ciltlenmemiş kitab ve saire. * Cüz'ler, parçalar, kısımlar. * Bir kimyevi terkible vücuda gelip yanma hassası gibi böyle bir kuvvet More… |
eczahane |
f. Eczacı dükkanı. Ecza dolabı. İlaç satılan mağaza. |
eczal |
(Cizl. C.) Ağaç kökleri, tomrukları. |
eczeb |
Suyu geçirmeyen sağlam zemin. |
eczem |
(Cüzâm. dan) Cüzamlı, miskinlik illetine uğramış olan. * Parmakları veya eli kesik olan adam. ◊ Burnu kesilmiş. |
ed'ac |
Gözleri kara renkte ve büyükçe olan. * Pek siyah şey. |
ed'iye |
(Duâ. C.) Duâlar. |
edâ' |
Yerine getirmek. Ödemek. Borcunu vermek. Vazifesini yapmak. * Tarz. Üslub. * Şive. * Tekebbür. * Fık: Namazı vaktinde kılmağa 'Eda' ve vakit geçtikten sonra kılınan namaza da More… |
edakk |
En dakik, pek ince, çok mühim. |
edall |
(Bak: Adall) |
edâmallah |
Allah (C.C.) dâimî eylesin (mealinde duâ.) |
edani |
(Ednâ. C.) Ednâlar, en deniler, en alçaklar. Alçak, pek bayağı ve aşağılık kimseler. |
edat |
Sebep. Âlet. Avadanlık. * Gr: Kendi başına mâna ifade etmeyip, kelime veya fiillerle birlikte mâna ifade eden kelime veya harf. İsim ile fiilden gayri kelime. |
edb |
Ziyafet verip, halka yemek yedirmek. |
edbar |
(Dübür ve Dübr. C.) Ard ve arka taraflar. Herhangi bir şeyin sonları ve akibetleri. |
edbes |
Rengi ne kızıl, ne siyah olan hayvan. |
edd |
(C.: Üdüd) Kuvvet. * Yetişmek. * Ric'at etmek. |
eddai |
Mâlum bir duâcı. Duâcınız. Hayrınızı isteyen meâlinde imza yerine yazılan bir tâbir. |
edeb |
'Terbiye. Kavlen, fiilen insanlara lütuf ile muamele etmek. Güzel ahlâk. Usluluk. Hayâ. * Ist: Sünnet-i Resul'e (A.S.M.) uygun hareket etmek. * Utanılacak şeylerden insanı koruyan. |
edebî |
Edebe dâir. Güzel söylenmiş yazı. Edebiyata âit. Ehl-i edebe, terbiyeli, ahlâklı ve edebli olanlara dâir ve edebe mensup ve müteallik. |
edebiyat |
Düşünce, duygu veya herhangi bir hakikatı veya herhangi bir fikri yazı veya sözle, manzum veya nesir halinde güzel şekilde ifâde san'atı. Bu san'atla uğraşan ilim kolu. * Edebiyata More… |
edebiyat yapmak |
Mc: Güzel ve uzun uzun sözlerle mevzu dışına çıkarak konuşmak. |
edebiyyun |
Edebiyatçılar. Edebiyatla uğraşanlar. |
edeme |
Derinin iç yüzü. (Dış yüzüne 'beşere' derler.) |
edevat |
(Edat. C.) Aletler. Takımlar, parçalar. * Gr. Fiil veya isimlere eklenen küçük kelime veya harfler. Edatlar. |
edeyan |
f. Çok koşan hayvan. |
edfa |
(Edfâk) Beli kamburlaşıp bükülmüş kimse. * Uzun boynuzlu keçi. * Kanadı uzun kuş. |
edfer |
İğrenilen, tiksinilen, nefret edilen şey. |
edgam |
Yüzü ve dudaklarının etrafı siyah olup, sâir bedeni başka renk olan at. |
edhak |
Daha uzak, daha ırak. |
edhan |
(Dühn. C.) Sürülecek güzel kokulu yağlar. |
edhar |
Eb'ad ve erzel kimse. |
edhem |
(C.: Dühem-Edâhim) Karayağız at. |
edhine |
(Duhân. C.) Duhanlar, dumanlar, sisler. * Tütünler. |
edi |
Küçük ve şerir (adam). * Küçük kap. |
edib |
Edebiyatçı. Güzel ve san'atlı söz söyleyen veya yazan. * Edebli, terbiyeli. |
edibâne |
f. Edibe yakışır, terbiyeli bir surette. Edebiyatçı gibi. |
edille |
(Delil. C.) Deliller, işaretler. Alâmetler. Rehberler. İsbat vasıtaları. |
edim |
Sahtiyan, tabaklanmış deri. * Satıh, yüz, zemin. |
edimme |
Derinin ikinci tabakası. |
ediyye |
Az, kalil. |
edken |
Bulanık, * Rengi siyaha yakın olan. |
edlem |
Karayağız, siyah adam. * Kara eşek. * Uzun yanaklı. * Uzun boylu. |
edm |
Üns tutmak. * İttifak etmek, birleşmek. * Islâh etmek. |
edmas |
'Kaşlarının üç kısmı ince ve dipleri kalın; başının kılları ise az olan kimse.' |
edmen |
f. Hâlis ve katıksız misk. |
edmiga |
(Dimağ. C.) Beyinler, dimağlar. |
edmu' |
Göz yaşları. Aberat. |
edna |
Pek aşağı, en alçak. Pek az, pek cüz'i. * Çok yakın. |
ednanî |
(Denâvet. den) Beni yaklaştırdı (meâlindedir.) |
ednas |
(Denes. C.) Pislikler, necisler, kirler. * En aşağılar, âdi ve bayağı kişiler. |
ednef |
Burnu kısa olan adam. |
ednik |
Çengel. |
edra' |
Vücudu beyaz, başı siyah olan at. * Hecin. |
edred |
Dişsiz, dişi çıkmamış veya dökülmüş kimse. |
edrem |
Topukları etli kimse (ki, topuğu etten belli olmaz.) * Dişleri dökük adam. * Düz şey. ◊ f. Eğerin altına konulan keçe. |
edreng |
f. Sıkıntı, içdarlığı. Musibet, belâ, felâket, âfet. |
edsak |
Ağzı büyük olan adam. |
edsem |
Çok yağlı (şey.) |
edser |
Gaflette bulunan, gafil adam. |
edv |
Aldatmak, hud'a. |
edva |
(Da'. C.) İlletler, hastalıklar. |
edvar |
(Devr. C.) Devirler, zamanlar. |
edvek |
Devenin, misvak ağacını yemesi. * Bir yerde sâkin olmak. * Yaranın veremi sakin olmak. |
edveş |
Gözü dumanlı adam. |
edviye |
(Devâ. C.) İlâçlar, devâlar. |
edyak |
(Dîk. C.) Dîkler, horozlar. |
edyan |
(Din. C.) Dinler. |
edyar |
(Deyr. C.) Manastırlar, kilisler. Hıristiyanların ibadethâneleri. |
ef'a |
Engerek yılanı. * Mc: Fena huylu, tabiatı kötü olan adam. |
ef'âl |
(Fiil. C.) Fiiller, işler, ameller. |
ef'ide |
(Fuâd. C.) Kalbler. Gönüller. |
efadil |
(Efâzıl) Faziletliler, iyiliksever ve temiz kimseler. |
efahim |
(Efhâm. C.) Büyük zatlar. Pek büyük, muhterem kimseler. |
efahis |
(Ufhus. C.) Taşların aralarında veya kayalıkta bulunan kuş yuvaları. |
efai |
(Ef'a. C.) Engerek yılanları. |
efaik |
(Efike. C.) Yalanlar, dolanlar, düzme sözler. İftiralar. |
efaim |
Vâsi olmak, geniş olmak, bol olmak. |
efakil |
(Efkel. C.) Titrekler, titreyenler. |
efanin |
(Üfnûn. C.) Değişiklikler. * İşler, şartlar, hâller. * Sarmaşık gibi birbirine sarılmış sık ağaç dalları. |
efarit |
(İfrit. C.) İfrit gibi, ifrite benzer adamlar. Hilekârlar, kurnazlar, cüretliler. * Pek hain cinler. * Şeytanlar, iblisler. |
efatih |
Mantar ve ona benzer bitkiler. |
efavic |
(Efvâc. C.) Bölükler, takımlar, kısımlar. |
efavik |
(Fuvâk. C.) Hıçkırıklar. |
efaviye |
Yemeklere konulan kokulu baharat. |
efayik |
(Efike. C.) Uydurma, düzme, asılsız, yalan sözler. İftiralar. |
efâzil |
(Efdal. C.) Fâzıllar, faziletliler. Mümtaz ve çok bilgili kimseler. |
efda' |
Eli ve ayağı eğrilmiş. |
efdah |
(Fadih. den) Çok rezil, daha rezil. |
efdal |
(Fazl. C.) Ziyadeler, fazlalar, çoklar. * İhsanlar, ikramlar, iyilikler, meziyetler, hünerler. ◊ Daha faziletli, daha lâyık, daha iyi. |
efdalan |
Emn ile adâlet. |
efdaliyet |
Faziletçe üstünlük. Fazileti, iyiliği ziyâde olmak. |
efder |
(Evder) f. Amca. Babanın erkek kardeşleri. * Yeğen. Amca, hala, teyze çocukları. |
efek |
Sarfetmek, harcamak. |
efekk |
Zayıflıktan dolayı omuzu mafsaldan ayrılmış olan kimse. |
efektif |
Fr. Nakit para, elde bulunan para. |
efell |
Güdük kılıç. |
efendi |
(Rumcadan) Sahib, mâlik, mevlâ. Ağa. Şer'î hâkim, kadı, molla. |
eferr |
Çok koşan, pek çok kaçan. |
effaf |
Çok of! çeken. Sıkıntılı, muztarib ve kederli kimse. Elemli, gamlı, tasalı adam. |
effak |
(İfk. den) Çok iftira eden, çok yalan isnad eden kişi. ◊ Ticaret için bütün dünyayı dolaşıp gezen tüccar adam. |
efgan |
f. Acı ile bağırıp çağırmalar. Feryatlar ve istimdat. |
efgar |
(Figâr) f. Yaralı, kötürüm, sakat, cerih. |
efgen |
(Figen) f. Düşüren, yere atan, yıkan, yere atıcı, düşürücü, yıkıcı. |
efgende |
f. Yere atılmış, düşürülmüş. Yıkılmış, yıkık. Bozulmuş, tahrib edilmiş. * Biçare, zavallı, düşkün. |
efham |
(Fahim. den) Çok büyük, pek büyük. ◊ Anlayışlar, zihinler, anlamalar. |
efhas |
(Fahs. C.) Her şeyin içleri, boşlukları. |
efhaz |
(Fahz. C.) Akrabalar, yakın hısımlar. |
efhem |
Anlayışlı, kolay anlayan. |
efid |
(Eftid) f. Medhedici, öven, sena eden. * Hayret edilecek, şaşılacak, taaccüb edilecek şey. |
efih |
Bir adamın beynine vurmak. |
efik |
Dibâgatı tamam olmamış deri. |
efika |
Fenâ, hoş olmayan, çirkin ve kötü şey. |
efike |
(C.: Efâik) Yalan, dolan, iftira. |
efil(e) |
(C. Afâl-Efâil) Genç küçük deve. |
efin |
Çürük ceviz. * Zayıf fikirli ahmak kimse. |
efjûl |
f. Kandırma. * Kışkırtma, tahrik etme. * Dağınık, perâkende. |
efk |
(Ufuk) Yalan söyleme. * Kaçmak. Bir işten sapmak. ◊ Çok fazla atâ ve ihsan etmek. * Gitmek, zehab. |
efkam |
Eğri. |
efkar |
Pek fakir, çok fakir. |
efkâr |
(Fikir. C.) Fikirler. Düşünceler. |
efkel |
(C.: Efâkil) Titremek. |
efl |
Gurub etmek, batmak. |
eflah |
Çok felah bulan, kurtulan, selâmete çıkan. Taleb ettiği şeye, arzusuna vasıl olan. |
eflak |
Osmanlı İmparatorluğu zamanında, Romanya'yı meydana getiren asıl ülke |
eflâk |
(Felek. C.) Felekler, gökler. Dünyalar, âlemler. Asumanlar. |
eflatun |
Plâton. (M.Ö. 429 - 347) Aristo'nun üstadı, Sokrat'ın talebesi, eski Yunan filozofudur. |
eflatunî |
Leylakî ile ergüvanî arasında, hafif mor karışık renk. |
eflatuniye |
Eflâtuna göre olan felsefe, düşünüş (Plâtonizm). Çok ileri veya parlak devir. |
eflec |
(Felc. den) Seyrek, sık olmayan diş. Bazıları dökülmüş olan diş. * Geniş omuzlu, kollarının arası açık olan adam. * Nüzul hastalığına tutulmuş olan kimse. |
efles |
Çok müflis, iflâs etmiş, züğürt. |
eflud |
Yetişkin, gürbüz (çocuk). |
efn |
Noksan etmek. İçmek. * Sağmak. * Davarın sütü az olmak. |
efnad |
(Fened. C.) Bunaklar, yaşlarının ilerlemesinden bunamış olanlar. |
efnan |
(Fen. C.) Neviler, çeşitler. * (Fenen. den) İnce dallar. * Üslublar, şubeler. |
efniye |
(Finâ. C.) Avlular. |
efra' |
İşi gücü olmayan adam. Boş dolaşan kişi. * Kuruntulu, vesveseli adam. * Başının saçı tamam olan kimse. (Müe: Für'â) |
efrad |
(Ferd. C.) Fertler. Askerler. |
efrah |
Ferahlamalar. İç açılmaları. Sevinmeler. |
efrahte |
f. Yukarı kaldırılmış, yükseltilmiş, yükselmiş. |
efrak |
Ayrılmış. * Çatal ibikli horoz. |
efran |
Neş'eli, keyifli, sevinçli olan kimse. Mesrur. |
efras |
(Fers. C.) Atlar. Beygirler. |
efraşte |
f. Yükseltilmiş, yukarı kaldırılmış. |
efraz |
f. Kaldırma. Yükseltme. Yüksek. Yukarı. Bülend. |
efrenc |
(Fr. Franc. dan) Bu kelime, Ortaçağda teşekkül ederek, o sıralarda Frankların ve bilhassa Charlemagne'in hükmü altında bulunanlara ve zamanla genişleyerek bütün Avrupalılara denmiştir. More… |
efrend |
f. Debdebe, gösteriş, süs, bezek. |
efrez |
Arkası kambur gibi olan (adam.) |
efrug |
f. şu'le, nur, ziya, ışık. |
efruhte |
f. Şu'lelenmiş, parlamış, ziyalanmış, nurlanmış, ışıklanmış, aydınlanmış. * Yanmış, tutuşmuş. |
efruşe |
f. Un helvası. |
efruz |
f. (Efruhten: Tutuşturmak, ziyalandırmak mastarının emir kökü) Şule. Aydınlatıcı. Parıltı. |
efsa |
f. Sihirbaz. Efsuncu. İnsanı teshir edici. |
efsah |
Daha fasih. En fasih. Pek çok güzel ifade. |
efsak |
En fâsık, çok edepsiz. |
efsal |
(Fesl. C.) Alçak, âdi ve aşağılık kişiler. |
efşal |
(Feşil. C.) Korkaklar, cesaretsizler. |
efşan |
f. Dağıtan, saçan, serpen. |
efsane |
Masal. Uydurulmuş yalan hikâye. |
efsane-cuyî |
f. Masal, efsane arayıcılık. |
efsane-perdaz |
f. Hikâye yazan, masal uyduran, meddah, romancı. |
efsar |
f. Yular. |
efşar |
f. Çimdikleme. * Sıkılmış, sıkma (meyve suyu gibi.) |
efşe |
f. Bulgur. |
efsed |
Pek fena, çok bozuk, fazlaca kötü. |
efser |
f. Tâc. Padişah tâcı. |
efsun |
f. Sihir, büyü, üfürük. Sihirbazların tuzağı. Hile ile yapılan kötü işler. |
efsunger |
f. Büyücü, sihir yapan. Efsun yapan kimse. |
efsürde |
f. Soluk, donmuş, hissizleşmiş. |
efşürde |
f. Sıkılmış, posası çıkartılmış (şey.) |
efsürde-dil |
f. Kalbi hissizleşmiş. Donuk gibi olmuş kalb. |
efsürde-dimag |
f. Beyni donmuş. * Mc: Kabiliyetsiz. |
efsürde-mizac |
f. Kanı soğuk, soğuk kanlı, mizâcı soğuk adam. |
efşüre |
f. Lübb, hülasa, öz, usâre. |
efsus |
f. Yazık! Hay! Eyvah! gibi bir teessür edatı. |
eftah |
Parmaklarının boğumu yassı ve yumuşak olan. * Tırnaklarının boğumları yumuşak olan kuş. ◊ Yassı burunlu. |
eftan |
f. Düşerek. Düşen. |
eftar |
(Fitr. C.) Baş ile şehâdet parmaklarının araları. |
eftel |
(C. Fütul) Ön ayaklarının arası geniş olan at. |
efuk |
Gezi ufanmış ok. |
efur |
Sıçrayıp seğirtme. |
efvac |
(Fevc. C.) Cemaatler, takımlar, kısımlar, bölükler, grublar. |
efvaf |
Nâzik, ince kumaşlar. |
efvag |
Ağzı büyük olan adam. |
efvah |
Menfezler, ağızlar, delikler. * Mc: Yemeğe lezzet için konan baharat. |
efvahî |
f. Avam sözü, halk kelâmı, ehemmiyetsiz. |
efveh |
Ağzı büyük ve ön dişleri uzun olan adam. |
efvek |
Yalancı, yalan söyleyen. |
efyal |
(Fil. C.) Filler. |
efyun |
f. Haşhaştan çıkarılan uyutucu madde. Afyon. |
efyun-keş |
f. Afyon kullanmaya alışmış olan. Afyon tiryakisi. |
efza |
f. (Sonlarına eklenen kelimelere) Artıran, çoğaltan mânasını verir. Meselâ: Hayret-efzâ - Hayret verici, hayret artıran. |
efza' |
(Fezâ. C.) Korku ile bağırıp çağırmalar. ◊ Şiddetli, katı, eşed. |
efzar |
f. Ayakkabı, kundura. * Gemi yelkeni. * Yemeklere koku ve tad vermesi için konulan baharat. * San'atkârların kullandıkları san'at âletleri. |
efzayiş |
f. Artma, çoğalma, tezayüd, tekessür. |
efzûd |
f. Çoğalan, artan, tekessür eden, tezayüd eden. |
efzun |
f. Fazla, çok ziyade. |
efzunî |
f. Kesret, çokluk, fazlalık, ziyadelik. |
efzunter |
f. Daha fazla, daha çok. |
egalit |
(Uglute. C.) İnsanı yanıltacak hatalı sözler, yanlış kelâmlar. |
egamm |
Saçları yüzüne ve ensesine sarkan ve çok olan kimse. |
egani |
(Ugniyye. C.) Nağmeler, şarkılar, türküler, âhenkler. |
egann |
Sözü burnu içinden söyleyen, burnundan konuşan. * Otlu dere. |
egare |
f. Kandırma, kışkırtma, teşvik etme. |
egarib |
Firak anı, ayrılış zamanı. Savaş ânı. |
egarr |
Çok parlak ve kıymetli. Beyaz şey. * İşi güzel ve hatırlı olan kimse, aziz ve şerefli. |
egbiya |
(Gabi. den) Gabiler. Akılsızlar. Anlayışı kıt olanlar. |
egdiye |
(Gıdâ. C.) Gıdalar. |
eğe |
Maden vesaire yontmaya mahsus ince dişli âlet. Törpü. |
eğerçi |
(Eğerçend) f. ...ise de, her ne kadar, ...olsa da. |
eglak |
(Galak. C.) Kilitler, kilitli şeyler. Mc: Anlaşılması zor olan ifadeler. |
eglal |
(Gull. C.) Halkalar. Kelepçeler. Mahkemenin cezaya müstehak kılıp mahkum ettiği kimselerin boyun ve ayaklarına vurulan zincirler. * (Galel. C.) Ağaçlar arasında korulukta akan sular. |
egleb |
(Bak: Ağleb) |
egmak |
(Bak: A'mak) |
egmis |
(Gams. dan) Batır, daldır (meâlinde). |
egnam |
Koyunlar. |
egniş |
f. İnşa etme, bina yapma. Yapı meydana getirme. |
egniya |
(Gani. C.) Zenginler. |
ego |
Lât. Ben. Ene. |
egoist |
Bencil, hodpesent, hodbin, kendini beğenmiş, menfaatperest. |
egoizm |
Fr. Bencillik. Kendi menfaatını ön plâna alma. Her işi ve davranışta kendini düşünme. Bencillik, hem ahlâk, hem de dinde reddedilen kötü bir huydur. Bencillikten kurtulmanın çaresi, İslâm More… |
egosantrizm |
Fr. Pks: Benmerkezcilik. Zihnî gelişmenin ilk çocukluk safhası. Bebek büyüyüp kendi varlığı ile başka varlıkları ayırmaya başladığı zamanlarda kendine has bir düşünce tarzı ile düşünür. Sanki More… |
egraz |
(Garaz. C.) Garazlar. |
egsan |
(Bak: Ağsân) |
egşiye |
(Bak: Ağşiye) |
egtaşa |
Karartı. |
egtiye |
(Bak: Ağtiye) |
egul |
f. Hiddet ve öfke ile yan yan bakma. |
egval |
(Gul. C.) Büyük felâketler, âfetler, musibetler, belâlar. * şeytanlar. * Gulyabaniler. |
egvar |
(Gavr. C.) Dipler, çukurlar, kuyular. Sonlar, uçlar. |
egzost |
ing. İçten yanmalı motorlarda yanmış akaryakıt gazı. Bu gazın boşaltılması tertibatı. |
ehabb |
Çok sevgili. En sevgili. |
ehacc |
Pek katı, çok sert şey. |
ehacî |
(Uhcüvve. C.) Bilmeceler, bulmacalar, yanıltmacalar. |
ehad |
Bir. Tek. İnfiradla muttasıf sıfât-ı kâmileyi cami' olan. (Bak: Ehadiyyet) |
ehadd |
(Hadd. den) Çok keskin. |
ehadid |
(Bak: Ahadid) |
ehadis |
Hadisler. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) sözleri, hareketleri ve emirlerini bildiren hakikatler. (Bak: Hadis) |
ehadü hüma |
Onlardan biri. Her ikisinden biri. |
ehaff |
Çok hafif. |
ehakk |
Daha haklı, pek haklı. Daha doğrusu. En hakiki. |
ehali |
(Ehl. C.) Bir memleket, şehir, kasaba köy veya semt veyahut da mahallede yerleşip oturanlar. * Avam, halk umum. |
ehamm |
Yakın. * Kara, esved. |
ehann |
Genzinden konuşan kimse, hımhım. |
ehasin |
Pek güzel, en güzel olan şeyler. |
ehass |
Daha hususi, daha yakın, daha hâlis. Hususi. Ziyade hâs.(Eamm'ın zıddıdır.) ◊ Daha uyanık. Daha hassas. ◊ En hasis. En bayağı. ◊ Saçı dökülmüş kişi. |
ehatt |
En ucuz, daha ucuz. * Daha cilâlı. |
ehaveyn |
İki kardeş. |
ehbar |
(Habr. C.) Âlimler. Yahudi âlimleri. * Sürurlu anlar. |
ehdâb |
(Hüdb. C.) Kirpikler. |
ehdaf |
(Hedef. C.) Hedefler, nişan alınan yerler. * Yüksek yerler. * Meramlar, talebler, arzular, istekler, gayeler, maksadlar, kasıtlar. |
ehdak |
(Bak: Ahdâk) |
ehdam |
İnce belli. |
ehdeb |
Kirpikleri sık ve uzun olan adam. |
ehder |
Sarkık dudaklı. |
ehemm |
Çok mühim olma, daha mühim. Çok kıymetli, çok lüzumlu. |
ehemmiyet |
Mühim olma, ağırlık, değerlilik, dikkate değer olma, dikkat ve ihtimam, kıymet, nazar-ı dikkati çekme. |
ehevat |
(Uht. C.) Kız kardeşler. * Kadın arkadaşlar. * Benzer şeyler. |
ehibba |
(Habib. C.) Habibler, dostlar, sevgililer. |
ehil |
(Bak: Ehl) |
ehilla |
Dostlar, kardeşler. (Bak: Ahillâ) |
ehille |
(Hilâl. C.) Hilâller. Yeni hilâl şeklinde olanlar. |
ehir |
(Bak: Ahîr) |
ehl |
(Ehil) Yabancı olmayan, alışık olduğumuz. * Dost, sahip, mensup. Evlâd, iyal. Kavm, müteallikat. Usta, muktedir ve becerikli anlamıyla ehil ve ehliyet İslâmiyette önemli bir husustur. More… |
ehl-i hak |
f. İmân, İslâmiyet ve Hak yolunda olan. Hak mezhebde olan. Hakka, hakikata vâsıl olmuş olan. |
ehl-i hâl |
f. Hâlden anlayıp, duruma göre idâre eden kimse. İlâhi tecellilere ve mânevi feyze mazhar olan. |
ehl-i hibre |
f. Ehl-i vukuf. Bilirkişi. Meselenin künhüne vâkıf mütehassıs zât. |
ehl-i ilhad |
f. Doğru meslek ve dinden, Hak yolundan çıkıp bâtıl yola sapan, imansızlar, dinsizler. |
ehl-i keşf |
f. Perdeli olan ve zâhir hislerle bilinmeyen hakikatları, Cenab-ı Hak'kın lütf u ihsanı ile bilen veliler. |
ehl-i rum |
f. Osmanlı. Eskiden Anadolu'da yaşayanların bir ismi. Çünkü Osmanlılar Romalıların (Rumların) çok bulunduğu memleketlerini fethedip yerleştiler. |
ehl-i salib |
f. Bayrağında salib (haç) bulunanlar. Hristiyanlar. * Osmanlılardan 209 sene evvelki tarihte Haçlı Seferlerine katılan Hristiyan Ordusu. |
ehl-i sekr |
f. Aklı ile hareket edemeyip hissi ve zevki ile hareket eden, sarhoş. * Tas: İlâhî bir tecelli ile istiğrak halinde olanın kendinden geçmesi hali. |
ehl-i sevahil |
f. Sahilde, deniz veya göl kenarında yaşayanlar. |
ehl-i şuhud |
f. Kâinatta tevhid delillerini aynen seyreden, İlâhi ve gizli sırlarını Hakkın izni ile gören şuhud ehli. Veli. * Görecek derecede kat'i kanaat sâhibi olan enbiyâ ve evliyalar. |
ehl-i sûk |
f. Çarşı halkı, esnaf. |
ehl-i sünnet |
f. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) söz ve hareketlerine şüphesiz, kat'i ve sağlam delillerle uyan. Sahabe ve onlara tâbi' olanların mezhebi ve o mezhepte olan. Bunların More… |
ehleb |
Kuyruğu kıllı olan at. |
ehlen ve sehlen |
Hoş geldiniz, safâ geldiniz (meâlinde söylenir.) |
ehlî |
Munis, alışık. Yabancı olmayan. Kendisi ile ünsiyet edilen. |
ehliyyet |
Yeterlik. Bir işin ehli olduğuna dâir vesika. İktidar. Liyâkat. İstihkak. Meharet ve mensubiyet. |
ehlullah |
Allah'a itaat edip, O'nun sevgisi ile O'na yaklaşmış olan Veli. Allah'ın sevgisine mazhar olan Evliya. |
ehme |
f. Eksik, nâkıs noksan. * Bulunuş. |
ehname |
f. Aşk, muhabbet, sevda. * Kendine çekidüzen verme. |
ehram |
Mısır'da Firavunların piramit şeklindeki mezarları. |
ehramen |
f. şeytan, iblis. * Dev. |
ehras |
Dilsiz. (Bak: Ahras) |
ehre |
Büyük ağızlı. |
ehred |
Yırtık şey. (Üstbaş hakkında kullanılır.) |
ehriman |
(Ehrimen, Ehremen) f. Ateşperestlerin şer ilâhının ismi. Bâtıl bir ilâh ismi. |
ehsa |
Şaşmış, şaşa kalmış, hayret etmiş ve taaccübüne gitmiş olan kimse. |
ehşa |
Karındaki iç uzuvlar. Karında olan. |
ehsâs |
(Hiss. C.) Hisler, duygular. |
ehtat |
Bir bölük cemaat. |
ehtem |
Ön dişi gedik olan. |
ehun |
f. Toprakta meydana gelen delik, yarık. |
ehva |
(Heva. C.) Nefsin istek ve arzuları. Muhabbetler. Hahişler. * Kasdetmek. * Atmak. ◊ (Havvâ. dan) Siyah. Kararmış olan. |
ehval |
(Hevl. C.) Korkular. Korkulacak hâller. Fenalıklar. |
ehvar |
f. Şaşkın, şaşırmış kimse. Alık, sersem adam. |
ehvec |
En muhtaç, pek muhtaç. (Bak: Ahvec) ◊ Uzun boylu ahmak adam. |
ehvek |
Ahmak kimse. |
ehvel |
Korkunç nesne. |
ehven |
Daha aşağı. Daha ucuz. Bayağı. Adi. * Zararı az olan. En zararsız. |
ehveniyet |
Ucuzluk, ehvenlik, daha hafif, daha zararsızlık. |
ehver |
f. Sevgili, mâşuk. |
ehya |
(Bak: Ahyâ) ◊ Ucuzluk. |
ehyan |
(Hîn. C.) Zamanlar. (Bak: Ahyân) |
ehyeb |
Daha heybetli, daha büyük. |
ehyef |
İnce belli ve yakışıklı genç. * Çelimli at. |
ehyemin |
(Heyeman. C.) Âşık olmalar, şaşkınlıklar. |
ehyun |
Örümcek, ankebut. |
ehza' |
Ok mahfazası içinde sona kalan ok. |
ehzab |
(Bak: Ahzab) |
eimme |
(İmam. C.) İmamlar. (Bak: İmam) |
einne |
(İnân. C.) Yularlar. Dizginler. |
eizze |
(Aziz. C.) Azizler. |
ejah |
f. Vücutta ve bilhassa ellerde çıkan ufak urlar, siğil, sivilce. |
ejder |
(Ejderha) f. Büyük canavar. Büyük yılan. |
ejgan |
(Ejgehân) f. Tenbel, miskin, iş yapmaktan hoşlanmayan. |
ejhan |
f. Tenbel. |
ejir |
f. Akıllı, uyanık, açık göz. |
ekabb |
İnce belli. |
ekâbir |
(Ekber. C.) En büyükler. Pek büyükler. Devlet ricali. Rütbece büyük olanlar. |
ekadih |
(Kıdh. C.) Kıdhlar, oklar. |
ekahi |
(Ukhuvan. C.) Papatyalar, papatya çiçekleri. |
ekalim |
(İklim. C.) İklimler, memleketler, mıntıkalar. |
ekall |
Daha az, en az, pek az. En küçük. (Bak: Akall) |
ekalliyet |
(Akalliyet) Bir hükümetin tebaiyyeti altında yaşayan, yabancı din ve milliyete mensub olup, ekseriyeti teşkil etmeyen halk. Azlık. Azınlık. |
ekam |
(Ekme. C.) Tepeler, bayırlar. |
ekanim |
(Uknum. C.) Asıllar, rükünler, zatlar. |
ekarib |
Akrabalar. Yakın hısımlar. |
ekarim |
(Kerim. C.) Kerem sâhibi olanlar. |
ekasi |
(Aksâ. C.) En uzaklar, pek uzaklar. |
ekasim |
(Aksam. C.) Aksamlar, paylar, kısmetler. |
ekasir |
(Akser. C.) En kısalar, pek kısalar. |
ekasire |
(Kisrâ. C.) Kisralar, şahlar. Eski Acem padişahları. |
ekasis |
(Kıssa. C.) Kıssalar, ibretli hikâye ve dersler. |
ekati |
(Kati. C.) Sürüler, koyun sürüleri. |
ekavil |
(Akvâl. C.) Kaviller, sözler. |
ekazib |
Yalanlar, kizbler, yalan ve uydurma sözler, asılsız kelâmlar. |
ekazz |
Yeleksiz ok. |
ekba' |
(Kibâ. C.) Süprüntüler. |
ekbad |
(Kebed ve Kebid. C.) Kebedler, ciğerler. |
ekber |
Daha büyük, en büyük. |
ekbes |
Alnı yumru ve başı büyük kimse. |
ekdâr |
(Keder. C.) Kederler, acılar, üzüntüler. |
ekdâr ü âlâm |
Kederler, acılar. |
ekdas |
(Küds. C.) Küdsler. Hurmalar. |
ekder |
Bulanık. * Bozrenkli. |
ekele |
(Âkil. C.) Çok yiyenler, oburlar, pisboğazlar. |
ekeme |
Bayır, yüksekte olan taşlık tepe. |
ekerat |
Ziraat ve imar için, sahiblerinin rençberlere verdikleri arazi. |
ekess |
Ufak dişli, küt dişli. |
ekfa' |
(Küfv. C.) Eşler, benzerler, denkler, eşitler, uygunlar, müsaviler, muadiller. |
ekfal |
(Bak: Akfâl) |
ekfan |
(Kefen. C.) Kefenler, ölülerin sarıldıkları bezler. |
ekhal |
(Kühl. C.) Göze çekilen sürmeler. |
ekheb |
Gök renkli, mavi renkli. |
ekhel |
Gözü sürmeli.* Baş ve gövde damarı. |
ekid(e) |
Sağlam, metin, muhkem. * Sarih, kesin, açık, kat'i, muhakkak. Kuvvetli, te'kidli. |
ekiden |
Metin, muhkem ve sağlam şekilde. * Açık ve kesin olarak. Sarahaten ve kat'iyyen. * Mükerreren, tekrar olarak. |
ekile |
Yenmiş, yenilmiş yemek. |
ekinoks |
Fr. Altı aylık fasılalarla gece ve gündüzün eşit oluşu. |
ekir |
(C.: Ekere) Ekinci. |
ekkaf |
Eğerci, semerci. |
ekkal |
Çok yeyici, obur. |
ekke |
Pek sıcak gün. |
ekl |
Yemek yeme. |
ekl ü şürb |
Yeyip içme. |
ekle |
Bir kere doyana kadar yemek. |
eklef |
Yüzü çilli olan adam. * Koyu renkli arslan. |
eklektizm |
yun. Fls: Birbirinden farklı görüşlerin bazı ortak taraflarını bulup uzlaştırıcı bir görüş ileri sürme. |
ekliptik |
Güneşin dünya etrafında yapmış olduğu zahirî hareketinde çiziyor gibi göründüğü yol. |
ekmam |
(Kimm. C.) Tomurcuklar. Ağaç çiçeklerinin kapçıkları. ◊ (Kümm. C.) Elbisenin kolları, yenleri, kol ağızları. |
ekme |
(C.: Ekemât-Üküm) Yüksek yer. |
ekmeh |
Anadan doğma kör. * Tepe,bayır, yüksek yer. |
ekmehiyyet |
Ekmehlik, anadan doğma körlük. |
ekmel |
Mükemmel, en kâmil, eksiği olmayan, en mükemmel. |
ekmelâne |
Ekmel olana yakışacak şekilde. |
ekmeliyyet |
Pek mükemmel ve kusursuz olanın hâli. Kusursuzluk, mükemmellik, noksansızlık, eksiksizlik. |
eknan |
(Kinân. C.) Mahfazalar, perdeler. * Evler, odalar, hücreler. Çadırlar. |
eknun |
f. şimdi, el'an, hâlâ. |
ekol |
(Fr. Ecole) Fikir üzerinde işleyen bir nevi mekteb. * Bir üstadın talebeleri. Bir üstadın mesleği, tarzı. |
ekoloji |
yun. Canlı varlıklarla çevreleri arasındaki münasebetleri araştıran biyoloji kolu. |
ekonomi |
yun. İktisad. Tutum. Geliri gideri hesaplıyarak lüzumsuz masrafı bırakıp artırmağa çalışmak. |
ekra' |
(Bak: Ker') |
ekrad |
Kürdler. |
ekram |
Küçük burunlu. * Küçük boylu. |
ekran |
Üzerine bir cismin hayalinin aksettirildiği saydam olmayan düz satıh. |
ekreh |
Çok iğrenç, en kerih. |
ekrem |
Çok cömert, daha kerim, en kerim. |
ekremane |
Ekremce, ekrem olana yakışacak şekilde. Çok elaçıklığıyle, cömertlikle. |
ekremiyyet |
Ekremlik, ekrem olma hâli. |
eksa |
Üstüste pek çok giyinen (adam.) |
eksantrik |
Lât. Merkezden uzakta kurulmuş. *Mat.: İç içe olduğu hâlde merkezleri ayrı olan daireler. * Müstesna, taaccüb edilip şaşılacak, hayret verici. |
ekşef |
Açık nesne. * Savaşta kalkanı olmayan kimse. |
ekseh |
Aksak kimse. |
ekselans |
Fr. Eskiden bakanlar, elçiler ve cumhurbaşkanları için kullanılan bir ünvan. |
eksem |
Büyük karınlı, şişman adam. |
ekşem |
Doğuştan kusurlu olan. Burnu, kulağı kesik veya noksan doğan (adam). * Pars denilen vahşi hayvan. |
ekser |
Pek fazla. Daha çok. Kesrette olan. En çok. |
ekseri |
f. Çoğu zaman, çok defa, ekseriyetle. |
ekseriya |
(Ekseriyya) Pek çok zaman, en ziyade, sık sık, ekseriyet üzere, alel-ekser. |
ekseriyet |
(Ekseriyyet) En büyük kısım, çokluk.* Bir topluluk ve hey'etin yarısından fazlası. * Bir mecliste üyelerin verdikleri rey'lerin büyük kısmı ve bunların üstünlüğü. |
ekseriyet-i mutlaka |
f. Yarımın bir fazlasıyla elde edilen ekseriyet, mutlak ekseriyet. |
ekseriyetle |
Daha ziydesiyle. Çoklukla. |
eksibe |
(Kesib. C.) Büyük çöllerde ve sahralarda, rüzgârın biriktirdikleri kum yığınları. |
eksiyye |
f. Boza. |
eksper |
Fr. Uzun tecrübe neticesi bir sahada ihtisas kazanan, meleke sahibi olan kimse. |
ekspres |
ing. Seyahatı esnasında ancak büyük duraklarda duran ve çok hızlı giden vasıta. |
ektad |
Cemaatler, topluluklar, kalabalıklar, bölükler, takımlar. * Misaller, temsiller, örnekler. |
ektaf |
(Ketif. C.) Omuzlar. Omuz kemikleri, kürek kemikleri. |
ektar |
(Keter. C.) Haysiyetler, onurlar, şerefler, şanlar, ünvanlar, soylar. Nesebler, dereceler, mertebeler. |
ektem |
Çok sır saklayan, esrar gizleyen kimse. * Büyük karınlı ve şişman olan adam. |
ekul |
(Ekl. den) Çok fazla yiyen, obur, pisboğaz. |
ekulâne |
f. Oburcasına. |
ekulî |
Oburluk. |
ekulü |
Ben derim, ben söylüyorum (meâlinde.) |
ekulü kemâ kâle |
Onun söylediği gibi söylerim (meâlinde.) |
ekva |
Daha kuvvetli, en kuvvetli. |
ekva' |
Eli eğri olan. |
ekvab |
Küpler, kadehler. Sırçalar. |
ekvah |
(Kûh. C.) Kamıştan yapılan penceresiz ufak kulübeler. |
ekvan |
(Kevn. C.) Alemler. Mahluklar. Varlıklar. Oluşlar. |
ekvar |
(Küvâre. C.) Petek. Arı kovanları. |
ekvas |
(Kevs. C.) Yaşmaklar. |
ekvator |
Fr. Hatt-ı istivâ. Dünyayı kuzey ve güney diye müsavi iki yarım küreye ayırarak, ikisinin arasından geçtiği farzedilen çember şeklindeki büyük çizgi. * Yer yuvarlağının tam ortasında More… |
ekvaz |
(Kûz. C.) Kâseler, bardaklar, kadehller. |
ekyal |
(Keyl. C.) Keyller, kileler, hububat ölçüleri, ölçekler. |
ekyas |
(Kis. C.) Kisler, para keseleri. Torbalar. * (Keys. C.) Akıllı kimseler. |
ekyes |
Pek kiyâsetli, zeki, zekâvetli kişi. Mâhir, maharetli, becerikli adam. |
ekzeb |
Büyük iftira, büyük yalan, uydurma. |
ekzef |
(Kazf. den) Çok iftira eden. Başkası hakkında çok aleyhde yalan söyleyen. |
el'as |
Gök dudaklı. |
el-ihsan ale-l ihsan |
İhsan üzerine ihsan, lütuf üzerine lütuf. |
elâ |
Arabçada söze başlarken kullanılır. İstiftah harfi tâbir edilir. Beş vecih üzere bulunur. 1 - Tevbih ve tenbih, 2 - İnkâr, 3 - İstifham-ı anin-nefiy, 4 - Arz, 5 - Teşvik ve rağbet ettirme. |
ela' |
Görünüşü güzel, tadı acı olan bir ağaç. |
elass |
Sık dişli. * Çenesi kulaklarına yakın olup boynu kısa olan. |
elastik |
Fr. Esnek, toplanıp çekilir, uzayıp kısalan. |
elastikiyyet |
Fr. Esneklik. Elâstiklik. |
elb |
Sürmek. Reddetmek. * Cem'etmek, toplamak. |
elbab |
(Lübb. C.) Akıllar. |
elbette |
(Te'kid edâtı) Kat'i veya kat'iye yakın hükümlerde kullanılır. Yazılı sözlerde daha çok 'elbet' şeklinde geçer. |
elbürz |
f. Kafkas sıradağlarının en yükseği. * Hakkında türlü türlü hurafeler ve masallar anlatılan Kaf Dağı. * Uzun boylu ve yakışıklı kimse. |
elcezire |
Mezopotamya. Dicle ve Fırat nehirleri arasında bulunan yerin adı. Bugün Irak'ın toprakları arasındadır. |
elcime |
(Licâm. C.) Hayvanların ağızlarına takılan gemler. |
eledd |
Sert çarpışan kimse. Metin. * Hakkı kabul etmeyen, inatçı adam. |
elektroliz |
Fiz: Birleşik bir cismi elektrik vasıtasıyla elemanlarına ayırma işi. |
elektron |
yun. Atomda negatif yüklü zerrecik. (Bak: Delil-i inayet) |
elem |
Ağrı. Acı. Keder. Sancı. Dert. Gam. Kaygı. |
elem-zede |
f. Acılı. Kederli. Dertli. |
eleman |
(Lât. Element) Unsur. Bileşik bir şeyi meydana getiren basit şeylerden biri. Bir bütünün parçaları. |
elemzede-gân |
(Elemzede. C.) f. Elemliler, kederliler, dertliler. |
elendes |
şiddetli savaş eden kimse. |
eleng |
f. Sur, duvar, siper. * Kale ve istihkâm askeri. |
eles |
Hâinlik yapmak. Hıyanet etmek. * Mecnun olmak. |
elest |
Rabbiniz değil miyim? (meâlinde olan âyet-i kerimenin kısaltılmış işaretidir.) (Bak: Bezm-i elest, Kalubelâ) |
elet |
Noksanlaştırmak. Eksiltmek. * Hapsetmek. * Yemin vermek. |
elett |
Dişi kökünden çıkıp düşmüş olan kişi. |
elezz |
(Leziz. den) Çok lezzetli, en leziz. |
elf |
1000 Bin sayısının ismi. Bin adet şey vermek ve ünsiyet eylemek (mânâlarına gelir). |
elfaf |
Lifler. Lif lif. Sarmaş dolaş. * Cemaatler, taifeler. |
elfaz |
(Lafz. C.) Lafızlar. Sözler. Lügatlar. |
elfirak |
Ayrılma, ayrılık sözü. |
elfiye (elfiyye) |
Edb: Bin beyitli kaside. |
elga |
Dolaşık. * Boynuzluluk. |
elgaf |
Sık otlar ve ağaçlar. |
elgaz |
(Lügaz. C.) Lügazlar. Bilmeceler, bulmacalar, yanıltmacalar. |
elgibta |
Gıpta olunur, gıpta ederim. |
elh |
İbadet. |
elha |
Malâyâni ve boş konuşan. * Dizlerinden biri diğerinden büyük olan deve. * Karnı sarkık olan. (Müennesi: Lahva) |
elhaf |
Kirli, pis. |
elhal |
şimdi, hâlâ, henüz, şimdiki hâlde. |
elhan |
(Lahn. C.) Lâhnlar, nağmeler, besteler, ezgiler. |
elhasil |
Hasılı, sözün özü, kelâmın lübbü, neticesi, kısası, kısacası. Hülasa-i kelâm, netice-i kelâm, filcümle. |
elhaz |
(Lahz. C.) Göz ucu ile bakışlar. |
elibab |
Durdurmak. Lâzım olmak. |
elibba' |
(Lebib. C.) Akıllılar, kâmiller, kemalât sahipleri, olgun kimseler. |
elif |
Birinci harf-i hecânın adı. (Bak: Ebced) * (Ülfet. den) Bütün harflerle ülfet edebildiği için böyle isimlendirilmiştir. Ebcedî değeri de bire delâlet eder. ◊ Munis, sahip, More… |
elil |
İnlemek, enin. |
elim |
(Elime) Acı veren, acıtan, ağrıtan. Çok şiddetli ağrı veren. |
elips |
Fr. Odaklar adı verilen sabit iki noktasından uzaklıkları toplamı sabit olan noktaların gösterdiği kapalı eğridir. Eğri ve kapalı bir geometrik şekildir. Karşılıklı iki tarafından genişlemiş More… |
eliyy |
Çok yemin eden adam. |
eliz |
f. Sıçrama. * Çifte, tekme. |
elkab |
(Lakab. C.) Lakablar, namlar. Rütbe ve makam sahiblerinin derecelerine göre söylenen ve çok zaman hürmet ifâde eden isimler. |
elken |
Dilinde tutukluk olan, kekeme, peltek. |
elkissa |
Sözün kısası, sözden anlaşıldığına göre, hülâsa. |
ell |
Hastanın inlemesi. * Harbe ile vurmak. * Sürmek. Sâfi. * Sür'at etmek, hız yapmak. |
elleys |
Mutlak hiçlik. Adem-i sırf. |
ellezi |
Mânası kendinden sonra gelen cümle ile tamamlanan bir kelimedir. (Bak: Mevsule) |
elma |
Karamtıl dudaklı. * Çok koyu gölge. |
elma' |
(Elmaî) Çok zeki, zekâveti kuvvetli, idrak derecesi üstün olan kimse. |
elmah(i) |
Her gördüğü şeyi araştırmağa ve tedkik etmeğe meraklı olan kişi. |
elmas |
Çok kıymetli, beyaz, şeffaf mâden. Cevher. Kıymetli taş. (En saf karbondur.) ◊ Küçük kaşlı olan. |
elmaz |
Yalnız üst dudağı beyaz olup, burnu bile ak olmayan at. |
elsa' |
Sık dişli. * Sin telâffuz edecek yerde sâ telâffuz eden. Râ yerine yâ telâffuz eden (meselâ 'er' diyecek yerde 'ey' demek gibi.) |
elsen |
Fasih ve düzgün konuşan. |
elsine |
(Lisan. C.) Diller. Lisanlar. |
elt |
Noksanlaştırmak. Hapsetmek. * Yemin vermek. |
elta' |
Boz dudaklı. Dişlerinin rengi değişmiş olan. |
eltaf |
(Lutf. C.) Lütuflar, iyi muameleler, iyilikler, iyilikseverlikler. Nezaketler, nazik davranmalar. Okşamalar. ◊ Daha lâtif. Daha hoş. Çok lâtif. |
elti |
t. İki kardeş zevcelerinin her birine nisbetle diğeri. Bir kadının kaynının zevcesi. |
eluf |
Ülfeti fazla, herkesle konuşup görüşmeye alışık olan kimse. |
eluh |
Kasem, and, yemin. |
eluk |
Sefir, büyük elçi. |
eluke |
Risalet. |
elule |
Semiz, besili koyun. |
elvah |
(Levha. C.) Levhalar. Tablolar. |
elvan |
(Levn. C.) Renkler. Muhtelif görünüşler. |
elve |
Yemin etmek, kasem. |
elveda |
Allah'a emânet olun. Allah'a ısmarladık (yerine söylenen bir ta'birdir). |
elves |
Zayıf kimse. * Ahmak kimse. |
elviye |
(Livâ. C.) Livâlar, sancaklar, bayraklar. |
elyaf |
(Lif. C.) Lifler. |
elyak |
Daha münâsib. Daha lâyık. |
elye |
(C.: Eleyât) Koyun kuyruğu. * Başparmağın ve dizin aşağı yanlarında olan kabaca etler. |
elyel |
Çok karanlık gece. |
elyes |
Bahadır, yiğit. |
elyevm |
Bugün. Hâlâ. (Bak: Yevm) |
elzem |
Daha lâzım. Çok lâzım. Ziyade mucib. * Küçük parmaklı. |
elzemiyyet |
Pek lüzumlu ve gerekli olan bir şeyin hâli. Son derecede lüzum, gereklilik. |
em |
Soru sorma mânasında atıf edatıdır. İstifham elifi mânasına da gelir. 'Yahut, belki, yoksa' kelimeleriyle tercüme edilebilir. |
em'â |
(Miâ. C.) Bağırsaklar. |
em'ak |
(Meak. C.) Göz pınarları. |
em'at |
Gövdesinde kılı olmayan kimse. * Tüyü dökülen kurda 'zi'b-i em'at' derler. |
em'az |
(C.: Emâız) Sert, sağlam, taşlı yer. |
emacid |
(Emced. C.) Emcedler, en şanlılar, en şerefliler, eşrefler, en fazla haysiyet ve onur sahibi olan kimseler. |
emak |
Uzun, tavil. |
emâkin |
(Mekân. C.) Yerler. Mekânlar. |
emale |
(Bak: İmâle) |
emalic |
(Ümluc. C.) Fidanlar, yapraklar, uzun yapraklı otlar. |
emalis |
(İmlis'e'. C.) Otsuz ve susuz sahralar, çöller. |
emam |
Bir şeyin ön tarafı. |
eman |
Korkusuzluk. * Af ve yardım dileme. Eminlik. (Bak: Aman) |
eman-hah |
f. Eman isteyen, eman diliyen, aman diyen. |
emanat |
(Emanet. C.) Emanetler. |
emanet |
Eminlik. İstikamet üzere bulunmak. * Birisine koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için teslim edilen şey. Birisine bir şeyi koruması için bırakma. Emniyet edilip More… |
emanetdar |
f. Kendisine birşey emanet edilen kimse, emanetçi. |
emanetdarî |
f. Emanetçilik. |
emaneten |
Emanet yoluyla, emanet olarak. * Bir resmî daire tarafından bizzat, ihale şeklinde ve iltizam suretiyle olmayarak. |
emani |
Emniyetler. Niyetler, gayeler, istekler. Arzular, dilekler. * f. Eminlik, korkusuzluk. |
emarat |
Emareler, nişanlar, işaretler, ip uçları. |
emare |
Alâmet, işaret, nişan, iz, ip ucu, belirti. |
emaret |
Emirlik. Bir emir veya bey veya prensin idaresinde olan memleket. |
emarid |
(Emred. C.) Bıyıkları terlememiş gençler. |
emasil |
(Emsel. C.) Benzerler, eşler, akranlar, müsaviler. * İtibarlı kimseler. |
emazir |
(Mezir. C.) Kuvvetli ve azamet sahibi olanlar. |
embel |
Kılıcı ve silahı olmayan. * Eyer üstünde doğru oturamayan. * Boynu eğri olan. |
emcad |
(Mecid. C.) şeref, onur ve haysiyet sahibleri. |
emced |
(Mecid. den) Pek büyük, daha büyük, şerefi şânı çok olan. |
emcer |
Karnı büyük kimse. |
emdeş |
Elinin sinirlerinde rahâvet olup eti az olan kimse. |
eme |
(C.: İmâ-İmât) Câriye, kadın köle. ◊ Unutmak, nisyân. * İkrar etmek. |
emed |
Son, nihayet. Gayet. Encam, intihâ. |
emedd |
(Medd. den) Daha uzun, pek uzun, daha tavil. |
emek-dar |
f. Emeği geçmiş, kıdem ve mükafâta hak kazanmış memur, hizmetçi. Eski ve sadık hizmetçi. |
emel |
Ricâ, ümid, şiddetli istek. Ummak. * Gaye. |
emene |
Emn, emniyet, eminlik. |
emere |
(C.: İmer) Çöllerde taştan belirlemek için yapılan alâmetler. |
emerr |
Pek acı. |
emess |
Çok fazla temâs eden, dokunan. En çok messeden. |
emgaz |
Kırmızı, kızıl nesne, ahmer. * Aşkar at. * Koyunu sağdıklarında süt ile birlikte kan çıksa 'emgazeti'ş şât' derler. |
emhak |
Donuk beyaz. |
emhal |
(Mehl. C.) Mehiller, mühletler, vâdeler, zamanlar, bir iş veya vazifenin yapılması için verilen fazla zamanlar. |
emhar |
(Mehr. C.) Mehrler, nikâh bedelleri. Zevceynin ayrılmaları halinde kadına verilecek olan ve nikâhta kararlaştırılan para ve sair eşyalar. * (Mühür. C.) Taylar, at yavruları. |
emihe |
Koyunlarda meydana gelen uyuzluk. |
emime |
Bir cins ot. * Demirci çekici. |
emin |
Kalbinde korku ve endişesi olmayıp rahatta olan. Korkusuz. * Kendisinden korkulmayan. * Kendine inanılan. İtimat edilen. * İnanan, güvenen. * Çok iyi bilen, şüphe etmeyen. |
emir |
Emredici olan. Seyyid. Şerif. Bir memleketin, bir aşiretin veya kabilenin reisi. * Büyük ve meşhur bir soydan gelen. * Hz.Peygamber'in (A.S.M.) soyundan gelen. * Zengin. ◊ More… |
emirane |
f. Emredene yakışır bir surette. Emir gibi. |
emirber |
f. Subayların kıt'a ve daire dışında emirlerinde bulunan erler. |
emirkulu |
Aldığı emri yapmağa mecbur olan, verilen emri yerine getirmekle görevli kimse. |
emirname |
f. Âmirin emri yazılı olan kağıt. Üst makamdan verilen emir kağıdı. |
emkine |
(Mekân. C.) Mekânlar, hâneler, evler, mahaller, mevkiler, yerler. |
emla' |
(Mele'. C.) Topluluklar, mele'ler, cemaatler, cemiyetler, bölükler, kalabalıklar. |
emlah |
(Melih. den) Pek melih, en melâhatli, çok güzel. ◊ (Milh. C.) Tuzlar. |
emlak |
(Mülk. C.) Mülkler. İnsanın tasarrufunda bulunan yerler. * Melekler. |
emled |
En genç, çok körpe ve nazik vücut veya dal (Müennesi: Meldâ) |
emles |
Avuç içi gibi düz ve yumuşak olan. |
emlet |
Mülk etmek. Çiftlendirmek, tezvic. |
emm |
Kasdetmek. |
emmâ |
(Şart edâtıdır) 'Lâkin, ancak şu kadar var ki' meâlinde. |
emmare |
Emreden. Zorlayan. Cebreden. |
emn |
Eminlik. Korkusuzluk. Emniyet. Bir şeye itimad etmek. İnsanda doğruluk ve imandan ileri gelen yüksek bir meleke ve kabiliyet. Rahatlık. |
emn ü âsâyiş |
Eminlik ve rahatlık, korkusuzluk, tehlikesizlik, güvenlik. |
emn ü emân |
Korkusuzluk ve emniyet hâli. |
emn ü emânet |
Emniyet ve eminlik. |
emniyet |
(Emniyyet) - Eminlik, emin olma hâli, korkusuzluk, tehlikesizlik. * İtimad, güvenme, inanma. * Polis ve zabıta teşkilâtı. |
emr |
İş buyurma. * Buyurulan şey. * Madde, husus, hâdise. |
emran |
(Mern. C.) Kürkler, mernler, hayvan derileri, postları. |
emraz |
(Maraz. C.) Hastalıklar. Marazlar. |
emre |
Ak gözlü, beyaz gözlü. |
emred |
Henüz tüyü bitmemiş, sakalı gelmemiş olan genç. |
emreş |
şerli, kötü kimse. |
emret |
Kaşının kılı dökülmüş kimse. * Yeleksiz ok. |
emrî |
(Emriye) Emirle ilgili, emre ait. |
ems |
Dünkü gün. |
emşac |
(Meşc. C.) Nutfenin vasfı. Karışık. Dağınık. |
emsah |
Yürürken uylukların birbirine sürtmesi. |
emşak |
Yürürken uylukların birbirine sürtmesi |
emsal |
(Misâl. C.) Denk. Benzer. Yaşları birbiriyle aynı olanlar. *Mat.: Kat sayı. * (Mesel. C.) Kıssalar, hikâyeler, romanlar, masallar, destanlar. |
emsar |
(Mısr. C.) Büyük şehirler, beldeler, memleketler, kasabalar. |
emsel |
(Misil. C.) İmtisale şayan olan. Tam benzer. Efdal, ekrem ve eşref olan. |
emsen |
Bevlin akması. |
emsile |
(Misâl. C.) Misaller. Örnekler. * Arapçada fiil tasrifini gösteren kitap. |
emsiye |
(Mesâ. C.) Akşamlar, akşam vakitleri. Günün son zamanları. |
emt |
Yüksek yer. Küçücük tepecikler. * Doldurma. |
emtar |
(Matar. C.) Yağmurlar. |
emten |
Pek metin, çok dayanıklı, en sağlam, fazlaca muhkem. |
emtia |
(Meta'. C.) Ticaret malları. |
emumiyye |
Analık. |
emun |
Kuvvetli, dayanıklı deve. |
emvâc |
(Mevc. C..) Dalgalar. |
emvah |
(Ma'. C.) Sular. |
emval |
(Mal. C.) Mallar. |
emvat |
(Meyyit. C.) Meyyitler. Ölüler. |
emya(n) |
f. Para kesesi, içine para konulan torba, çanta. |
emyal |
(Mil. C.) Miller. (Bak: Mil) |
emyus |
Anason dedikleri ot. * Kendisinden tuz meydana getirilen taş ki, Türkçe ona 'tuz taşı' derler. |
emza |
Çok te'sirli olan, çok müessir. * Hükmü çok geçen. * Kat'i, şüphesiz. |
emzah |
Yürürken uylukları birbirine sürüyüş. |
emzer |
Katı gönüllü, katı kalbli kimse. ◊ Karnı büyük olan, şişman. |
emzice |
(Mezc. den) Mizaclar, tabiatlar, huylar, meşrebler. |
en'am |
Deve, sığır, koyun gibi hayvanlar. * Kur'ân-ı Kerimin altıncı Suresinin adı ve bir kısım Kur'ân âyetlerinden ve Surelerinden müteşekkil dua kitabı. |
en'amte |
Sen nimet verdin, in'âm ettin (meâlinde). |
en'üm |
(Ni'met. C.) Nimetler, iyilikler, lütuflar, ihsanlar. * Medine-i Münevverede bir mevki ismi. |
ena |
Ermek, idrak. * Saat. |
ena' |
Eğlenmek. |
enabib |
(Ünbube. C.) Kamış gibi boğum, boğum olan şeyler. İçi boş olan fen âletleri, borular. |
enabik |
(İnbik. C.) İnbikler. |
enacil |
(İncil. C.) İnciller. |
enadid |
Perişan, saçılmış, dağılmış, pejmürde şeyler. Perakende. |
enaet |
Acele etmeyip teenni üzere olmak. Yavaş hareket. |
enafis |
(Enfes. C.) En nefis olan şeyler. |
enahid |
f. Venüs gezegeni. Zühre seyyaresi. |
enak |
Ferahlı, sürurlu, neş'eli, sevinçli. |
enam |
Halk. Bütün mahlukat. |
enamil |
(Enmele. den) Parmak uçları. |
enaniyet |
(Enâniyyet) Benlik. Kendine güvenmek, gurur. Hodbinlik. Sadece kendine taraftarlık. Her yaptığı işi kendinden bilmek. |
enar |
f. Nar meyvesi. |
enase |
Demirin yumuşak olması. |
enasi |
(Enâsiye) (İnsan. C.) İnsanlar. * Basar, göz. |
enasiya |
Bir mürekkeb ilâç. |
enb |
Horlamak, tahkir etmek. Ayıplamak. |
enbahun |
f. Sağlam, metin, muhkem, tahkim edilmiş yer. * Hisar, kale. |
enban(e) |
f. Yiyecek çantası, heybe. Dağarcık adı verilen deri çanta. |
enbar |
f. Yığın, dolu, küme. * Gübre. Ekinlere, kuvvet vermesi için dökülen eski fışkı, hayvan tersi. ◊ (Nibr. C.) Anbarlar, nibrler. İçinde çeşitli mallar saklanan kapalı mahfaza, More… |
enbaşte |
f. Yıkılmış, dağılmış. * Tıkanmış. |
enbaz |
(Nebez. C.) Namlar, lâkablar, takma adlar, soyadları. ◊ f. Ortak, şerik, eş. |
enbazî |
f. Şeriklik, ortaklık. |
enbel |
En şerefli. |
enber |
Kadın tuzluğu adı verilen ufacık kara yemiş. |
enberut |
f. Armut. |
enbeste |
f. Koyulaşmış, katılaşmış, sıvılığını kaybetmiş. * Uyuşmuş, miskinleşmiş insan. |
enbeste-dem |
f. Miskin, uyuşuk kişi. Tenbel, gayretsiz kimse. |
enbir |
f. Yaş ve kuru çamur. |
enbire |
f. Üzeri toprakla sıvalı olan damlarda sıvanın altına konulan çalı, saz, talaş gibi şeyler. |
enbiya |
(Nebi. C.) Nebiler. |
enbiya suresi |
Kur'ân-ı Kerim'in 21.suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. |
enbub |
f. Minder, döşek, yatak. Döşeme. |
enbude |
f. İstif edilmiş, katlanmış, nizamlanmış, nizama konmuş, devşirilmiş. |
enbuh |
f. Ziyade, çok, kalabalık. * Çokluk, ziyadelik, cemaat, izdiham. * Meclis, kurultay. * Kalın, yoğun. * Duvarın yıkılıp dökülmesi. |
enbür |
f. Ateş veya ocağı karıştırmağa mahsus âlet. |
enbüre |
f. Dere, çay. * Tüyü dökülmüş olan hayvan. * Dolap beygiri. * İşkembe. |
enbuşe |
Patates gibi yerden çıkarılan şeyler. * Ağaç kökleri. |
enbûy |
f. Koklama, koku alma. |
enbuzen |
f. Asıl, esas, madde. |
encad |
(Necd. C.) Yüksek yerler, yüce mekânlar. |
encâm |
Son, nihayet, netice. |
encas |
(Necis. C.) Pisler. Necis şeyler. |
encere |
Gemi lengeri. |
encin |
f. Tane tane, ufak ufak, parça parça. * Sıvacı. |
encir(e) |
f. İncir meyvesi. |
encuh |
(Encug) f. Kıvrım. * Buruşmuş, solmuş meyve. |
encüm |
(Necm. C.) Yıldızlar. Necmler. |
encümen |
f. Cemiyet. şura. Meclis. Komisyon. |
encümen-gâh |
f. Cemiyet, meclis. |
end-bend |
f. Utanmış, mahcub. * Boğum boğum, kısım kısım, parça parça. |
enda' |
Yüksek, yüce, âlâ. * (Nedâ. C.) Nedâlar, çiğler, şebnemler. |
endad |
(Nidd. C.) Benzerler. Emsâller. * Misiller. şerikler, eşler. |
endad ü ezdad |
Benzerler ve zıtlar. |
endaht |
(Endâhten. den) f. Atmak. İlka etmek. * Silâh boşaltmak. |
endahte |
f. Terkedilmiş, bir tarafa atılmış. Bırakılmış. |
endam |
f. Beden. Vücud. * Vücudun tenasübü. Vücudun görünüşü. * Letafet. İntizam ve üslub. |
endamî |
f. Vücuda uygun, bedene münasib, biçimli. |
endar |
f. Baştan geçen bir olay, vakıa, sergüzeşt, hikâye, kıssa. |
endave |
f. Sıvacı malası. * Şikâyet. |
endayiş |
f. Yaldızlama, sıvama. |
endayişger |
f. Yaldızcı, sıvacı. |
endaz |
f. Atan, atmış, atıcı mânasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dehşet-endaz - Dehşet verici, korkutucu. |
endaze |
f. Ölçü, mikyas. * Arşının bez, basma vesâire ölçmeğe mahsus küçük cinsi. (60 cm.dir) * Tahmin, takdir. * Derece, mertebe. * Mc: Hesap. |
endek |
f. Az, kalil. * Yaşı küçük, küçük yaşlı. |
endeme |
f. Mazideki sıkıntıları hatırlama, geçmişdeki ıztırabları tahattur etme. |
ender |
(Nâdir. den) Çok az, pek az bulunan, daha nâdir. * (C.: Enâdir) Harman yeri. ◊ (Zarfiyet edatıdır) f. İçinde. Derununda. Dahilinde. |
enderez |
f. Nasihat, öğüt, vasiyet. * Mektub. |
enderî |
Kalın ip, halat. * Şam yakınında bir köyün adı. * Bir dağ adı. |
enderun |
İç, dâhil. * Kalb, içyüz, gönül. * Vaktiyle Osmanlı Sarayının iç teşkilâtı. |
endiş |
Düşünen, mülâhaza eden, ölçülü davranan mânasında sıfat terkiblerinde kullanılır. Meselâ: Akibet-endiş - Her işin sonunu düşünen. |
endişe |
f. Korku. Düşünce. Merak, keder, kuruntu. |
endişnak |
f. Endişeli, kederli, meyus, sıkıntılı, düşünceli. |
endiye |
(Neda. C.) Çiyler, şebnemler. |
enduh |
(Endüh) - f. Keder, elem, gam, gussa, kaygı, sıkıntı, ıztırab, üzüntü. |
enduh-güsar |
f. Kederi yok eden. Gamı, sıkıntıyı gideren. |
enduh-nâk |
f. Kederli, sıkıntılı, gamlı, üzüntülü. |
enduhte |
f. Biriktirmiş, biriktirilmiş. Kazanmış, kazanılmış, Hazırlanmış. * Ödenmiş. |
endüstri |
Fr. Sanayi, imalât, sanatlar. Hammaddeyi mâmul eşya hâline getirme. Bu da ikiye ayrılır. 1- Küçük sanay: Ev ve atölyelerde basit âlet ve makinelerle eşya imalâtıdır. 2- Büyük sanayi: Su. |
enduz |
f. Kazanan, elde eden, biriktiren, toplıyan mânalarına gelir ve kelimeleri sıfat yapar. |
ene |
Ben. * Gr: Birinci şahıs zamiri. (Bak: Enaniyet) |
enerji |
Fr. Kuvvet. Güç. Fiziki kuvvet. * Gücünü harcama isteği ve iktidarı. |
enes |
Üns mânasına kullanılır ve vahşetin zıddıdır. |
enf |
Burun. Koku ve teneffüse mahsus âzâ. * Bir şeyin ucu veya evveli veya en şiddetlisi. * Bir şeyin sivri yeri. * Bir şeyin en şerefli olan yeri. |
enfa' |
Daha nâfi. Daha menfaatli. Pek faydalı. |
enfal |
Ganimetler. Düşmandan alınan mallar. |
enfal suresi |
Kur'ân-ı Kerim'in 8. suresidir. |
enfar |
(Nefir. C.) Cemaatler, topluluklar, cemiyetler. Halk, ahali, kalabalıklar, izdihamlar. |
enfas |
(Nefes. C.) Nefesler. Soluklar. * Ruhlar. Canlar. * Cevherler. * Duâlar. |
enfes |
Daha hoş. Çok hoş. Daha iyi. Pek nefis. |
enfez |
En nüfuzlu, daha tesirli. |
enfî |
Burunla ilgili. |
enfiye |
Buruna çekilen çürütülmüş tütün tozu. |
enflasyon |
Fr. Piyasaya gerektiğinden fazla kâğıt para çıkartmaktan dolayı paranın değeri düşüp fiyatların yükselmesi. |
enfüs |
(Nefs. C.) Nefsler, ruhlar, canlar. Yaşayanlar. |
enfüsî |
Bir kimseye mahsus görüş ve düşünüş. Nefse, kendi hayatına aid, dâhile aid. (Subjektif) (Objektifin zıddı) |
engam |
f. Vakit, zaman, an. Mevsim. (Aslı: Encam'dır.) |
engame |
f. Topluluk, cemaat, kalabalık, izdiham. Toplanma yeri, meclis. * Muharebe yeri, ceng meydanı. * Oyuncular derneği. |
engar |
f. Sanma, zan, tasavvur. şüphelenme. * Tamamlanmayan, eksik kalan iş. |
engare |
f. Tamamlanmayan, eksik kalan iş, nakış veya taslak. * Hikâye, efsâne, roman, kıssa. * Başdan geçen bir olayı tekrarlama. * Hesap defteri. * Utanarak geri geri çekilme. |
engaz |
f. San'atkârların kullandıkları san'at âletleri. |
engel |
f. İlik, düğme. * Sözü sohbeti çekilmeyen kaba kimse. ◊ t. (Bak: Mâni') |
engihte |
f. Yükseltilmiş, karıştırılmış, oynatılmış, koparılmış. |
engişt |
f. Kömür. |
engiştal |
f. Hasta ve zayıf kimse. Dermansız, bî-derman kişi. |
engiz |
f. Koparan, karıştıran, tahrib eden. |
engübin |
f. Bal. |
engüj |
f. Filcilerin fili idare etmekte kullandıkları ucu eğriltilmiş demir karga burnu. |
engûr |
f. Üzüm. |
engûrek |
f. Gözbebeği. |
engürus |
Macar. * Macaristan. |
engüşt |
f. Parmak. |
engüşt haiden |
f. Yok farzetmek, bir an için olmadığını kabul etmek. * Mahvetmek. * Parmakla göstermek. |
engüştane |
f. Dikiş yüksüğü. |
engüşte |
f. Ekincilerin harman savurdukları âlet, yaba. |
enha |
(Nahv. C.) Nahvlar, taraflar, canibler, cihetler, yanlar. * Yollar, tarikler. |
enhar |
(Nehr. C.) Nehirler, çaylar, ırmaklar. (Bak: Enhür) |
enhas |
En uğursuz, pek uğursuz. Eş'em. |
enhür |
(Nehr. C.) Nehirler, ırmaklar, çaylar, akarsular. (Bak: Enhar) |
enid |
Ham. * Henüz olmamış çığ nesne. * Değişik olmak. |
enik(a) |
Güzel, ince. Latif şey. Ahsen. |
enin |
Acı ve sızıdan inleyiş. |
enindâr |
f. İnleyen, enin eden. |
enir |
Çirkin huy, fena tabiat, kötü mizac. |
enis(e) |
'(Üns. den) Dost, arkadaş, ünsiyet edilmiş olan. Alışılmış, kendisi ile ülfet edilmiş olan. Sevgili. * Sulu ve ağaçlı yerlerde bulunan ve sesi gayet hoş bir kuş. Çeşitli nağmelerde More… |
enisan |
f. Boş ve mânasız yalan söz. |
enise |
f. Donmuş, pekişmiş şey. ◊ Ateş, nar, od. |
enişe |
f. Hafiye, gizli polis. * Casus. Gizli haberler öğrenerek veya sırları çözerek düşmanlara haber veren kimse. * Dalkavuk, yaltakçı. |
enisun |
Türkçede hafifleterek 'anason' derler. |
enit |
Hased etmek. |
enka |
Daha temiz, en pâk. |
enkad |
Bir alaca kuşun adı. |
enkal |
İşkence âletleri. Bukağılar, kayıt ve kelepçeler. * Nefsin cismani alâkalara ve bedeni lezzetlere bağlanıp kalması. |
enkas |
En noksan, çok noksan, pek eksik. |
enkaz |
Yıkıntı, yıkılmış şeyin artıkları. Harabenin parçaları. |
enkeb |
Omuzunda yük olduğu için eğilip yürüyen. * Yanında oku ve yayı olmayan kişi. |
enker |
(Neker. den) Çok kötü, çok nefret edilen. Menfur. Müstekreh. |
enma |
(Nümuv. den) En çok, en ziyade bereketli ve büyümüş olmak. |
enmar |
(Nimr. C.) Nimrler, kaplanlar. |
enmas |
Kaşının kılları az olan kişi. |
enmele |
(C.: Enâmil) Parmak ucu. |
enmuzec |
Nümune, misâl, örnek. |
ennane |
Çok inleyen ve çok şikâyetçi olan kadın. |
enne |
Gr: Kat'iyyet bildirir ve kelimenin başına getirilir. (Bak: İnne) ◊ Çok inleyen. |
ensa |
(Nesy. C.) Unutmalar, nesyler. |
ensab |
(Nasb. C.) Dikili taşlar. Müşriklerin, yanında kurban kestikleri putlar. ◊ (Neseb. C.) Soylar, nesebler. Baba tarafından hısımlar. ◊ Doğru boynuzlu. |
ensac |
(Nesc. C.) Nesicler. (Bak: Nesc) |
ensaf |
(İnsaf. dan) Daha insaflı, çok acıyan, en merhametli. ◊ (Nısf. C.) Nısıflar, yarımlar. |
ensal |
(Nesl. C.) Nesiller. Soylar. Zürriyetler. Sülâleler. |
ensar |
(Nâsır. C.) Yardımcılar. Müdâfiler. * Peygamberimiz Resul-ü Ekrem (A.S.M.) Mekke'den Medine'ye hicretinde Onun mücadelesine iştirak edip ona yardımcı, müdâfi, muhafız vaziyetini More… |
enşat |
Kovası, bir defa çekmekte çıkan, dibi yakın kuyu. |
enseb |
En lâyık, çok münasib, tam yerinde. |
entak |
(Nutk. dan) Çok güzel söz söyliyen, çok iyi nutuk veren. |
ente |
Sen. (Bak: Şahıs zamiri) |
entellektüel |
Fr. (Bak: Münevver) Aydın. Akıl ve zihinle ilgili. |
enteresan |
Fr. Alâka çekici, dikkate lâyık, nazarı celbedici. Câlib-i dikkat. |
enterne |
Fr. Belirli bir yerde oturmağa mecbur edilen yahut gözaltına alınan kimse. |
entimem |
yun. Man: Mantıkta kısaltılmış kıyas şekli. Öncül veya had denilen ve bilinen kaziyelerden biri söylenmeden sonuca varmak. Örnek: (Orucu bozdu, o halde 61 gün keffareten oruç tutması. |
entrika |
İtl. Hile, gizli tedbir ve dolap. |
enuk |
Kartal kuşu. |
enük |
Kurşun. |
enuşa |
f. Mecusi mezhebi. * Sevinç, sürur, neş'e. * Adalet, âdillik, doğruluk, hakdan ayrılmamaklık. |
enuşe |
f. Hoş, mes'ut, saadetli. * Genç padişah. * şarab, içki. |
enva' |
(Nev'. C.) Neviler, çeşitler, türler. |
envah |
(Nevh. C.) Nevhler, ölmüş olan bir kişinin arkasından ağlayan kadınlar, matem tutan hanımlar, ağıt yakanlar. |
envar |
(Nur. C.) Nurlar, ışıklar, aydınlıklar. Maddi veya mânevi karanlıktan kurtarmaya vâsıta olanlar. |
envek |
(C.: Nevkâ) Ahmak. |
enver |
En nurlu, daha nurlu, çok parlak. |
enyab |
Çenenin yan tarafındaki kesici veya azı dişleri. |
enza' |
Kılsız, tüysüz kimse. |
enzad |
(Nazad. C.) Şanlı, şerefli, namlı ve tertibli kimseler. * Toprak tabakaları. |
enzal |
(Nezl ve Nizil. C.) Soysuzlar, alçaklar, âdi ve aşağılık adamlar. |
enzam |
Balıkların karınlarında peydâ olan yumurta dizileri. |
enzar |
(Nazar. C.) Bakışlar, görüşler. Seyr. |
epik |
Fr. Mevzuu kahramanca olan yazıların frenkçe ismi. |
epsan |
f. Bileği taşı. |
epürnak |
f. Delikanlı, genç yiğit, bahadır. |
er |
f. Eğer, şâyet, ise, olsa, olur ise... mânalarına gelir. ◊ Erken, geç değil. |
er'an |
Ahmak, bön, salak, ebleh. * Deli, çılgın. * Şaşkın, şaşırmış, taaccüb etmiş. * Uzun boylu, akılsız kişi. * Leşker. * Dağ. (Müe: Ra'nâ) |
er'as |
Zayıflığından veya yorulduğundan dolayı yab yab yürüyen kişi. |
er'ef |
Daha rauf, çok şefkatli. |
er'es |
Başı büyük, kocakafa. |
erabet |
Akıllı, zeyrek ve uslu olma. |
eracif |
Uydurma, yalan sözler. (Bak: Recefe) |
eracif ve ekâzib |
Yalan ve uydurma sözler. |
eracih |
(Urcuha. C.) Salıncaklar. |
eraciz |
(Ürcuze. C.) Mısraları kafiyeli, kısa vezinli şiirler, kasideler. |
eradîn |
(Arz. C.) Yerler. Arzlar, dünyalar. |
erahh |
Tırnağı yassı ve geniş olan hayvan. |
eraik |
(Erike. C.) Tahtlar. Koltuklar. |
erak |
Uykusuzluk. |
erakk |
Çok ince, ziyade rakik, ince ve yumuşak. |
eramil(e) |
(Ermele. C.) Bekârlar. Dul kadınlar. Kocaları ölmüş veya boşanmış kadınlar. |
eranib |
(Ernebe. C.) Burun uçları. ◊ (Erneb. C.) Tavşanlar. |
eras |
Başı büyük olan kimse. |
erass |
Sık dişli. |
eravend |
f. şevk, arzu, istek, taleb. * şan, nam, şöhret, meşhur olma. |
erayis |
(Eris. C.) Çiftçiler, ekinciler. |
erazil |
(Erzel. C.) Reziller, namussuzlar, yüzsüzler. |
erbaa |
Dört. |
erbab |
(Rab. C.) Sahipler. * Rabler, Terbiyeciler. * Bâtıl ilâhlar. * Türkçede diğer bir mânası: Maharet sahibi, elinden iyi iş çıkan kimse. Bir işin ehli. ◊ f. Ulu, ulvi, âlâ. * Reis |
erbab-i garaz |
f. Garaz sahibleri, kötü niyetliler. |
erbah |
(Ribh. C.) Ribhler, faydalar, kazançlar, kârlar, gelirler. * Faizler. |
erbain |
Kırk. Kırk gün devam eden kara kış. |
erbaiyyet |
Dört olmak. |
erbaş |
Ask: Subay ve assubayların dışında kalan rütbeli asker. |
erbaun |
Kırk sayısı. |
erbed |
Boz renkli. |
erc |
f. Kıymet, kadr, değer. * Gergedan. ◊ Uzunluğuna yapılan ev. |
erca |
Çok rica edilen, pek fazla taleb edilen, çok istenilen. ◊ (Recâ. C.) Taraflar, yönler, cihetler. |
ercaf |
(C.: Eracif) Yalan haber. |
ercah |
Daha üstün, daha râcih. |
ercal |
(Ricl. C.) Ayaklar. |
ercan |
Fars diyarında bir yerin adı. |
ercel |
Büyük ayaklı kişi. * Ayakları siğilli olan at. |
ercen |
Dübüründe zahmeti olan deve. |
ercil |
bot. Ceviz-i hindi. Hindistan cevizi. |
erciye |
Arkaya, sonraya bırakılan şey. |
ercmendî |
f. Haysiyetli, şerefli, itibarlı, muhterem. |
ercül |
(Ricl. C.) Ricller, ayaklar. |
ercümend |
f. Muhterem, şerefli. Muazzez. |
ercüvan |
Erguvan çiçeği. * Kırmızı kadife. * Kırmızı şey. |
ercuze |
(Bak: Kaside-i Ercuze) |
erd |
f. Öfke, kahır, kızgınlık, hiddet. * Un. |
erd-şir |
f. Eski İran hükümdarlarından bazılarının adıdır. |
erda |
Ağaç kurdu. |
erde |
Çürük nesne. |
erdeb |
Bir ağırlık ölçüsüdür. Arab ülkelerinde kullanılır. Miktarı, İstanbul kilesiyle dokuz kileyi karşıladığı gibi, kullanıldığı mahalle göre de değişir. ◊ f. Muharebe, ceng, cidâl, More… |
erdem |
Usta gemici. |
erden |
Bir nevi kumaş. |
erdiye |
(Rıdâ. C.) Baş örtüleri. |
ereb |
Hâcet, ihtiyaç. San'at. |
erec |
Güzel ve hoş koku. Misk ü anber ve ıtır gibi şeylerin güzel kokusu. |
ereda |
(C.: Erad-Erâdât) Ağaç kurdu. Güve. |
erek |
Misvak ağacını çok yediğinden dolayı devenin karnı incinmek. |
eren |
t. Yetişen. Ermiş. Veli. ◊ Sevinmek, sürur. |
erendan |
f. 'Hâşâ' mânasına inkâr ifade eden bir kelimedir. |
erendiz |
Müşteri gezegeni. Jüpiter yıldızı. |
eres |
Çiftçilik, çiftçi olma. |
erett |
Peltek adam, kekeme kimse. |
erfa' |
Daha yüksek, çok ulvi, en yüce. |
erfak |
En ziyade yumuşak. * Arkadaş, refik olmaya en çok lâyık, elyak. |
erfeş |
Nefsî isteklerine düşkün olan. * Kulakları uzun ve kaba (adam). |
erga(b) |
(Ergav) f. Irmak, dere, çay, nehir, akarsu. * Su akıtmak için açılan yol, ark. |
ergad |
Maişetçe daha ferahlık. Geniş maişet. |
ergal |
Sünnet olmamış kişi. |
ergan |
Söz dinlemek. |
ergande |
f. Hırslı, öfkeli. * İçkiye düşkün olan sarhoş. |
ergavan |
Bir kırmızı çiçek. Ercüvân denilen kırmızı çiçekli ağaç. |
ergen |
(Bâliğ) Çocukluk çağından gençlik çağına geçmiş olan, aklı ermeğe başlamış, bâliğ.Erginlik çağına gelen müslüman genç, namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek gibi Allah'ın farz kıldığı More… |
ergide |
f. Hiddetlenmiş, kızmış, öfkelenmiş, asabileşmiş. |
ergide-nigâh |
f. Öfkeli, hiddetli bakış. |
ergimek |
(Bak: Zeveban etmek) |
ergun |
f. Sert başlı at. Hızlı ve oynak olarak giden at. |
ergüvan |
Güzel ve parlak kızıl renkli bir çiçek. (Garbda ercuvan denilir.) |
erha |
(Rehâ. C.) El değirmenleri. |
erhab |
Vâsi, geniş, açık. |
erham |
(Rahim. C.) Döl yatakları, rahimler. * Yakın hısımlar, akrabalar. ◊ En rahim, en merhametli, en çok şefkatli. ◊ Başı beyaz olan at. |
erhas |
(Rahis. den) Pek ucuz. |
eric |
Güzel koku. Misk, anber ve ıtır gibi hoş ve lâtif olan şeylerin kokusu. |
erid |
Besili, semiz. |
erih |
Râyiha-i tayyibe. Temiz ve güzel koku. |
erike |
Taht. Padişahın tahtı. * Oturulacak yer. Koltuk. |
erike-ârâ |
f. Tahtı güzelleştiren, süsleyen (Padişah.) |
erike-nişin |
f. Tahtta oturan. |
erike-pirâ |
f. Tahtı süsleyen, pâdişah. |
eris |
f. Zeki, akıllı, uyanık, zeyrek, uslu. |
eriş |
Sakatlanan bir uzuv için yaralayandan alınan şer'i diyet. * Satıldıktan sonra kusuru ve noksanları belli olan malın, kıymetinden bunun için indirilen miktar. ◊ f. Bilek. * More… |
eris(î) |
Çiftçi, çift süren, ekinci. |
erk |
Kuvvet, kudret, güç, iktidar, nüfuz. ◊ Tıb: Uykusuzluk hastalığı. |
erka |
Ziyade yükselen. Çok yükselen. |
erkab |
Boynu kalın olan adam veya arslan. |
erkaban |
Uzun boyunlu. |
erkah |
(Rükh. C.) Rükhler, sığınılacak yerler, sığınaklar, siperler. |
erkam |
Rakamlar. Sayı işaretleri. * Yazılar. ◊ (C.: Erâkım) Alaca yılan. |
erkan |
Sarılık denilen bir hastalık çeşidi. * Ekini ifsâd eden âfet. |
erkân |
(Rükn. C.) Rükünler. Esaslar. Temeller. İleri gelen kimseler. |
erkaş |
(C.: Erakiş) Siyahlı-beyazlı alaca yılan. |
erkat(a) |
(C.: Erâkıt) Aklı karalı alaca yılan. * Yer yer beyazlığı olan her kara nesne. |
erke |
Misvak ağacı. Bu ağaç sıcak memleketlerde ve bilhassa Yemende yetişir. |
erkeb |
Büyük dizli. Dizleri büyük olan kimse. * Bir dizi diğerinden büyük olan deve. |
erm |
Bükmek. |
ermagan |
f. Armağan, hediye. Bir kimseye bir işteki muvaffakiyetinden dolayı verilen hediye. |
ermah |
(Remh. C.) Remhler, darbeler, vuruşlar. * (Rumh. C.) Rumhlar, süngüler, mızraklar. |
ermam |
(Rimme. C.) Çürük kemikler. |
erman |
f. Arzu, istek, taleb. * Pişmanlık, pişman olmak, nedamet. |
erman-hâr |
f. Pişman olan, nedamet eden. |
ermas |
Eski ve köhne nesne. * (Remes. C.) Sallar. ◊ Gözü çapaklı kişi. |
ermed |
Kül rengi, gri. Boz renkli nesne. * Gözü ağrıyan adam. |
ermeda |
Ateş külü. |
ermel |
(C.: Erâmil) Ayakları siyah olan koyun. * Kadını olmayan erkek. |
ermele |
(C.: Erâmil) Erkeği olmayan kadın. |
ermida' |
Kül. |
ermiye |
(Remi. C.) Remiler, kasırga bulutları ki, bu bulutlardan dolu yağar. |
ermun |
f. Gündelikçiye verilen peşin ücret. |
erneb |
Tavşan. * Kadın ziynetlerinden biri. * İri fare. |
ernebe |
(C.: Eranib) Burun ucu. |
errac |
Fesatçı, müzevir, yalancı adam, sahtekâr. |
erre |
f. Tahta kesecek dişli âlet, bıçkı. (Küçüğüne verilen testere ismi bundan gelir.) |
erre-hâne |
f. Bıçkı yeri, hızar. |
erre-keş |
f. Bıçkıcı. |
errezzak |
Bütün rızıkları ve faydalanacak şeyleri yaratan ve ihsan eden Allah (C.C.) |
ers |
f. Gözyaşı. ◊ Ekmek. |
erş |
Fesat, niza, ihtilaf, rüşvet. * Fışkırmak. * Tırmalamak. * Fık: Yaralanan veya kesilen bir uzuvdan dolayı verilmesi lâzım gelen diyet. |
ersad |
(Rasad. C.) Rasadlar, gözlemler, gözetlemeler, gözlemeler. |
ersah |
Uylukları etsiz, zayıf (adam). * Kurt. |
erşah |
Cin fikirli adam. |
erşed |
Her hali daha iyi olan. * Doğru yola diğerlerinden daha yakın olan. |
ersem |
Üst dudağı beyaz olan at. |
erşem |
Yemeğin kokusundan iştahı gelep karnı acıkan (adam). * Vücuduna iğne batırıp çivit ile şekil veya resim yapan adam. |
ersen |
f. Meclis, kongre, cemiyet. |
ersusa |
Şeair-i İslâmiyeden olan ve Osmanlı İmparatorluğu zamanında kullanılan kavuk, büyük sarık. |
erta |
Bir ağaç cinsidir ve yaprağıyla debbağlar sahtiyan boyarlar. |
ertel |
Peltek adam. |
erume |
(C.: Erum) Kök, anakök. Asıl, menba. * Ağacın ve boynuzun kökleri. |
erva' |
Çok güzel olan genç. * Son derece yiğit, cesur ve bahadır adam. * Korkmak. |
ervah |
Halk içinde yürürken at üzerindeymiş gibi görünen uzun boylu kimse. * Adımları birbirine yakın olan. ◊ (Ruh. C.) Ruhlar. Canlar. |
ervak |
(Revk. C.) Revkler, perdeler, örtüler. * Çadırlar, muvakkat olarak bezden yapılan odalar. ◊ Sâfi nesne. * Uzun dişli adam. |
ervam |
(Rumi. C.) Romalılar, Roma imparatorluğu halkından olanlar, rumlar. * Rumiler, Arap diyarının haricinde bulunanlar. |
erveb |
Yoğurt. |
ervec |
Halk içinde çok geçen şey. |
ervenan |
Dik ses, sadâ. * Iztırablı, sıkıntılı, üzüntülü gün. |
ervend |
f. Tecrübe, deneme, sınama. * şeref, şan, şöhret, nam ve itibar, haysiyet. |
eryaf |
(Rif. C.) Verimli, mamur, düz ve ekini bol olan yerler. |
erz |
f. Kıymet, baha, değer. Kadir ve itibar. |
erzak |
(Rızık. C) Rızıklar. Azıklar. Yiyecek içecek maddeler. İhtiyaçlar. Maddi, mânevi muhtaç olduğumuz şeyler. |
erzal |
(Rezil. C.) Reziller. Kepâzeler. Herkesten hakaret ve nefret görenler. |
erzan |
f. Ucuz, değeri düşük, pahalı olmayan. * Lâyık, münâsib, muvafık, elyâk, şâyân, müstehak, uygun, yerinde. |
erzanî |
f. Ucuzluk. * Lâyıklık, liyakat, münasiblik, muvafakat, uygunluk. |
erzaniş |
f. Hayır ve iyilikler. |
erze |
f. Samanlı sıva çamuru. * Çamdan çıkarılan zift. ◊ Çam ağacı. |
erze-ger |
f. Sıvacı. |
erzel |
Daha rezil. Çok fena. Pek kötü. En rezil. |
erzen |
Kendisinden sopa ve baston yapılan bir cins sağlam ağaç. * Şam darısı denen beyaz ve iri cins darı. |
erzenîn |
f. Darı ekmeği. |
erzide |
f. Pahası kesilmiş, kıymeti kararlaştırılmış, değeri belli edilmiş olan şey. |
erziz |
f. Kalay. |
es |
Koyuna iys iys demek. |
es'ab |
(Sa'b. dan) Pek zor, çok zor. |
es'abî |
Gayet güzel ve beyaz göz. |
es'ad |
Daha mes'ud, en bahtiyar. Daha said olan. En mes'ud. |
es'al |
Dişinin yanında zâid bir diş daha biten kimse. |
eş'al |
Kuyruğu beyaz olan at. |
es'ar |
(Sı'r. C.) Narhlar. Satılan şeylerin bilinen ve değişmeyen fiatları. ◊ (Su'r. C.) Yiyecek içecek artığı. |
eş'ar |
(C.: Eşâir) En iyi şâir. * Kılı çok olan kimse. * Davarın tırnağı çevresinde olan kıl. ◊ (Şa'r. C.) Kıllar. Tüyler. Tüycükler. * (Şiir. C.) Şiirler, manzum ve güzel More… |
eş'arî |
Eş'arî mezhebi veya o mezhepte olan. Asıl adı Eb-ul Hasan-ül-Eş'arî olan İmam-ı Eş'arî, Ehl-i Sünnet itikadını âyetlere, hadislere göre izah ve şerh ederek tesbit etmiştir. More… |
eş'as |
Saçı dağınık olan. * Saçı dökülmüş kişi. |
es'elüke |
Senden isterim (meâlinde). |
eş'em |
(C: Eşâim) En uğursuz, pek şom. |
es'ile |
(Sual. C.) Sualler. Bir şey istemeler. Sorular. |
eş'iya |
(A.S.) Beni-İsrail peygamberlerindendir. (M.Ö. 759-700) tarihlerine kadar Beni-İsrail arasında peygamberlik yapmış, birçok mucizeler göstermiştir. Zamanının padişahı tarafından takib More… |
esa |
Merhem, tiryak, ilâç. |
eşa |
(C.: Âşâ) Hurma ağacının küçüğü. |
esa' |
Atmak. |
esabe |
(C.: Esâib) Bir nevi ağaç. |
esabi' |
(İsbi'. C.) Parmaklar. |
esabî' |
(Üsbu'. C.) Haftalar, yedi günlük zamanlar. |
esadd |
Menedici. |
esafil |
(Esfel. C.) Esfeller. Sefâlet çekenler. Pek adi ve bayağı kimseler. Çok alçak olanlar. |
esahh |
En sahih. Çok doğru. İllet ve kusurdan çok uzak ve beri olan |
eşaim |
(Eş'em. C.) En şomlar, en uğursuzlar. |
eşaire |
(Eş'ari. C.) Dinde meşhur imam Eb-ul-Hasan-ül-Eş'arî'ye bağlı olan sünnet ehlinin bir kısmı. |
esakif |
(Üskuf. C.) Piskoposlar, başpapazlar, metropolitler. ◊ (Eskef. C.) Eskiciler, kunduracılar. |
esakk |
Yürürken dizlerini birbirine vuran. |
eşakk |
Meşakkatli, zahmetli. |
esal |
Tâzim etmek, övüp medhetmek. |
esale |
Uzun yüzlü olmak. Sarkık olmak. |
esalib |
(Üslub. C.) Üslublar. Tarzlar. Cihetler. |
esam |
Günah. * Günah için olan cezâ. |
eşam |
f. Ölmiyecek kadar az olan yiyecek ve içecek şeyler, kut-i lâyemut. |
esame |
Askerlerin. ve bilhassa Yeniçerilerin kaydı, ulüfe defteri. |
esami |
İsimler, adlar. |
esamm |
(C.: Summun) Kulağı sağır olan. * Katı taş. |
esanid |
İsnadlar. Senedler. |
esans |
Çeşitli yollarla bitkilerden elde edilen veya suni olarak yapılan, kokulu ve uçucu sıvı. |
esar |
Esirlerin ellerini bağladıkları ince kayış. |
esaret |
Esirlik. Kölelik. Kullara kendini teslim etmiş olmak. Başka milletten olanlara boyun eğmek. |
esarir |
Gizli sırlar. * Yüz ve avuçtaki çizgiler. |
esas |
Ev eşyası. Eve âit lüzumlu şeyler. * Mal. Rızık. ◊ Temel. Kök. Rükün. şart. Hakikat ve mahiyetler. |
esasat |
(Esas. C.) Esaslar. Temeller, kökler. |
esase |
f. Gözucu ile bakma. |
esasen |
Kendiliğinden, aslından, temelinden. |
esasiyye |
Asılla temelle alâkalı. Esasa ait ve müteallik. |
esatîn |
Sütunlar. Üstüvaneler. Direkler. * Mc: İleri gelen kimseler. |
esatir |
İlk zamanlara ait uydurma hikâyeler. Masallar. Mitoloji. * Saflar. Sıralar. |
esatîz |
(Esâtîze) - (Üstaz. C.) Usta başıları. Bir işin tedbirinde, öğretilmesinde önderlik edenler. |
esatt |
(C.: Sitât) Köse. |
esavid |
(Sevâd. C.) Sevadlar, karanlıklar, siyahlıklar. |
eşaviz |
Halk. Millet. Nâs. |
esb |
At, beygir, feres. |
esb-i sabâ-refter |
f. Rüzgâr gibi giden at. |
esbab |
(Sebeb. C.) Sebebler. Bir şeye vâsıta olanlar. Sebeb olanlar. |
eşbah |
(Şebâh. C.) Şahıslar, cisimler, vücudlar. * Büyük kapılar. * Uzaktan görünen karaltılar, hayâller. * Renk, levn. ◊ (şibh. C.) Benzeyenler. şibihler. Nazirler. |
esbak |
Geçenki, geçen, evvelki, önceki. Daha önce geçmiş olan. Evvel gelen. |
eşbal |
(Şibl. C.) Arslan yavruları. |
esban |
Kadınların başlarını örttükleri güzel ve ince bir örtü. * Kadınların, yüzlerini örtükleri peçe, tül. |
esbat |
(Sıbt. C.) Torunlar. Çocuğunun çocukları. Oğlunun oğulları. * Beni İsrâil kabileleri. ◊ Rahatlar, huzurlar. * Haftanın son günleri. |
eşbeh |
Mert, yiğit, kabadayı, cesur kimse. (Bu tâbir bilhassa yeniçeriler hakkında kullanılırdı.) ◊ Daha çok benzeyen. Pek benzeyen. |
esbel |
Bıyıkları uzun olan adam. |
esbil |
f. At hırsızı, at çalan. |
esbran |
f. At süren, süvâri, at koşturan. |
esbriz |
(Esb-riz) f. At koşusu. * Savaş meydanı. |
esbsüvar |
(Esb-süvâr) f. Ata binmiş. |
esbtaz |
f. At koşturucu, at koşturan. * At koşturacak meydan, saha. * Her şemsî ayın onsekizinci günü. |
eşbû |
f. Odunluk, kömürlük. Kömür ve odun konulacak yer. |
esca' |
(Sec'. C.) Edb: Nesirde fıkra sonlarının kafiye tarzında olan uygunlukları, vezinli nesirler. |
eşca' |
Daha yiğit, pek kahraman. En şecaatli. * Parmak ardlarının sinirleri. |
escal |
(Secel. C.) İçi su dolu kovalar. |
eşcan |
(Şecen. C.) Şecenler, elemler, gamlar, kederler, tasalar, sıkıntılar, ıztırablar. |
eşcar |
(Şecer. C.) Ağaçlar. |
escer |
Kırmızı gözlü kimse. * Su biriken yer. |
esdaf |
Sadefler, inci kabukları. * Midye ve isridye gibi deniz mahluklarının şeffaf, parlak kabukları. |
esdak |
(Sıdk. dan) Çok sadık, doğru ve emniyetli kimse. |
eşdak |
Doğru konuşan. Yalan söylemeyen. Sâdık. * Büyük ağızlı. |
esdika |
Sâdıklar, sâdık olanlar. |
eşebb |
Arasından geçmek mümkün olmayan ağacın sıklığı. |
esed |
Arslan, şir. |
esedd |
Sağlam, kavi, muhkem. |
eşedd |
Daha şiddetli. Çok fazla şiddetli. Pek fazla şiddetli. |
esedî |
Arslana aid. * Üzerinde arslan resmi bulunan mâdeni para. |
esedullah |
Allah'ın arslanı. * Hz. Ali'nin (R.A.) bir nâmı, lâkabı. |
esef |
Hüzün, gam, nedamet, pişmanlık. Daralmak. Elden çıkan bir şey için hâsıl olan üzüntü. |
esef-han |
f. Acıyan, merhamet eden, şefkat eden, esef eden. |
esef-nak |
f. Hüzünlü, acıklı, esefli. |
esefa |
Vâ esefâ! Eyvah, yazık! |
eşeff |
Çok parlak. Daha şeffaf. Işığı daha iyi geçiren. * Suyu kendine çok fazla çeken. |
esekk |
Tavşan. * Kulağı kesik olan. * Küçük kulaklı. * Kulağı işitmeyen. Sağır. |
eşekk |
Çok şek ve şüphe sahibi. Tereddütte ileri giden. |
esele |
(C. Eselât) Dil ucu. * Urgan ucu. Uzun süngü. ◊ (C.: Eslâl-Üsül) Ilgın ağacı. * Asıl. |
eşell |
Çolak. Kolu sakat olan. * Eli dâima hareketli olan kimse. |
eşemm |
Burnu kuvvetli koku duyan. |
eşen |
f. Karpuz ve kavun hamı, kelek. * Ters giyilmiş elbise. |
esenn |
Daha yaşlı, en yaşlı. İhtiyar. |
eser |
Yapı, birinin meydana getirdiği şey. * Bir hususa dâir Peygamberimizden (A.S.M.) rivâyet bulunması. Sünen-i Resul. * Bir şeyin varlığına delâlet eden te'sir. * Meydana getirilen kitap. More… |
eşerr |
Çok fazla sevinmek. * Tekebbürlük etmek, gururlanmak. * Çok şerli. En kötü ve şerli. |
esfa |
Alnı dar at. * Tez yürüyüşlü katır. ◊ En saf, pek safi, pek temiz. |
eşfa |
Hastalığı def'e çok faydalı, şifa-bahş olan. |
eşfa' |
En çok şefaat eden. En şafi. |
esfad |
(Safd. C.) Atiyye ve ihsanlar. |
eşfak |
Daha fazla şefkatli. Çok şefkatli. |
esfar |
(Sefer. C.) Seferler, yolculuklar, yola gidişler. * Düşmana karşı gidişler, akınlar. * (Sifr. C.) Büyük kitaplar, ciltler. |
eşfar |
(Şüfr. C.) Göz kapağının kenarları, kirpik yerleri. |
esfat |
(Sefet. C.) Sepetler. |
esfel |
En sefil, çok sefil, en alçak, en aşağı, çok fenâ. |
esfeliyyet |
Aşağılık, âdilik, alçaklık. |
eşgal |
(Şugl. C.) İşler. Meşguliyetler. |
esha |
(Sahi. den) Çok cömert, fazla eli açık, pek sahi kimse. |
eşha |
şefkat. |
esha' |
Türlü türlü, günâ gûn, rengârenk. |
eshab |
Çekmek, cezb. ◊ (Bak: Ashâb) |
eşhad |
Şevâhidler. Şâhitler. (Bak: Alâ-ruûs-il eşhâd) |
eshal |
Misvak ağacı. |
esham |
Küçük katreli yağmur. * Kara nesne, esved. ◊ (Sehm. C.) Oklar. * Nasibler, hisseler. ◊ Kara nesne. |
eshar |
Seher vakitleri, seherler. Gece yarısından sonra ve tan yeri açılmazdan evvelki vakitler. |
eşhar |
f. Kalye taşı denilen radyom hamızı. * Nişadır. |
eşhas |
(Şehs. C.) Şahıslar. Kişiler. |
eşheb |
Kır (at). Kır, çil renkte olan aslan. * Güç iş. * Soğuk gün. * Bir nesnenin kenarı. |
eshed |
Becerikli, maharetli, mahir, açıkgöz, uyanık olan kişi. |
eshel |
Çok kolay, daha kolay, asan. |
eşhel |
Kırmızı ile karışık koyu mavi, elâ. * Elâ gözlü adam. |
esher |
Uyanık kimse. |
eşher |
(Şehir. den) Çok meşhur, pek fazla tanınmış, en şöhretli olan. |
eshiya |
(Sahi. C.) Cömertler, sahiler. |
eşhür |
(şehr. C.) Aylar. |
esi |
(C: Esât) İlaç yapmak. |
eşi'a |
(Şuâ. C.) Şualar. Aydınlıklar. |
esid |
Ev önü. * Bağlanmış kapı. |
eşidda |
Çok şiddetli sert olanlar. Pek şiddetli davrananlar. |
esif |
Kederli, esefli, tasalı, gamlı. |
eşiha |
f. At kişnemesi. |
esihha' |
(Sahih. C.) Özürsüz olanlar, sıhhati yerinde ve vücudu sıhhatte olan kimseler. |
esil |
(C.: Asal-Esail-Usul) İkindi sonrasından akşama kadar olan vakit. * Kavi, muhkem, sağlam. ◊ Şerefli, şanlı, namlı, haysiyetli, itibarlı ve otoriter kişi. ◊ Parlak, uzun ve More… |
esim |
(İsm. den) Günahkâr, günah işlemiş, kabahatlı, cürümlü, suçlu, yalancı kişi. |
esinne |
(Sinân. C.) Kılıçlar, seyfler. * Süngüler. * Bileği taşları. |
esir |
Bütün kâinatta bulunan ve her tarafı kaplamış olan lâtif madde. Elektrik, ışık ve hararetin yayılmasına vasıtalık eden madde. ◊ Kul, köle. Harpte teslim alınan düşman. Teslim More… |
eşir |
Pek sevinçli, çok mesrur. * Kibirli, mütekebbir kimse. |
esirâne |
f. Esirce, kölece. |
esire |
Seçkin, güzide. * İlim bakiyyesi. |
esirî |
Esir ile alâkalı. Uçacak gibi hafif. ◊ Esirlik, kölelik, kulluk. |
eşirra |
Çok şerliler. Çok kötü insanlar. Çok şerli mahluklar. |
esirre |
Tahtlar, oturulacak yerler. * Milletin belli başlı ileri gelenleri. |
esis |
Asıl esas, hak, doğru. * Hediyeler. Armağan olarak verilen şeyler. ◊ Titremek. * Küp veya desti saksısı ki, içinde reyhan ekerler. ◊ Çok olan şey, kesir. |
eşk |
f. Gözyaşı. Dem. |
eşk-alud |
f. Gözü yaşlı. |
eşk-bar |
f. Çok ağlayan. Çok gözyaşı döken. |
eşk-efşan |
f. Çok ağlayan, gözyaşı döken. |
eşk-rîz |
f. Gözyaşı döken, ağlayan. |
eşk-ver |
f. Ağlayan, gözyaşı döken. |
eşka |
En şaki, haydut, eşkiya, katı-üt tarik. |
eskab |
Delmek. * Ateş yakmak. |
eskaf |
Uzun boylu, iri kimse. |
eşkah |
Kırmızı yüzlü (adam). al renkli (at). |
eskal |
(Sakil. den) Daha sakil, en ağır, en çirkin. * Kaba, can sıkıcı. ◊ (Sekal. C.) Ağır yükler, ağır şeyler. Kalabalık, ağırlık. |
eşkâl |
(Şekil. C.) Şekiller, kılık. |
eskam |
(Sakam. C.) İlletler, hastalıklar, dertler. |
eşkar |
Mavi gözlü ve sarı tenli kimse. * Yelesi ve kuyruğu kırmızı olan sarı at. |
eskef |
(C: Esâkif) Kunduracı, eskici. |
eskefe |
Kapı basamağı, eşik. |
eşkel |
Gözlerinin akı kırmızılı olan adam. * Beyaz koyun. |
eşkele |
Hâcet. |
eşkil |
Yaban soğanı. |
eskimo |
Grönland, Alaska ve Kuzey Kanada'da yaşayan bir kavmin adı. |
eşkiya |
Şakiler. Yol kesenler. Asiler. Allah'a veya kanunlara isyan edip kötülük yapanlar. Haydutlar, anarşistler, âsiler. Hak ve kanunlara baş kaldıranlar, Allahın emirlerine karşı gelenler. More… |
eşku |
(şekâ. dan) şikâyet ediyorum (mealindedir). |
eşku(b) |
f. Tavan. * Tabaka, kat, derece, mertebe. |
esl |
Dikenli ağaç. * Süngü. * Hasır otu. ◊ Karaılgın ağacı. |
eslâf |
(Selef. C.) Selefler, evvelkiler, geçmişler. |
eslah |
En sâlih, en iyi. (Bak: Aslah) |
eslahakallah |
Allah seni ıslâh etsin. |
eslak |
Ağaç, şecer. |
eslas |
(Sülüs. C.) Sülüsler, üçde birler, üçde bir parçalar. |
esleb |
İnsanın vücudunda veya yüzünde bulunan ben, nokta. * Süprüntü, moloz. |
eslem |
Daha sağlam, en selâmetli, en sâlim. |
esliha |
(Silâh. C.) Silâhlar. Muharebe ve cenk âlet ve edevâtı. |
esma' |
Adlar. Nâmlar. İsimler. ◊ Kulaklar. İşitmeler. |
esmah |
Çok cömert, pek eli açık, en semahatli. |
esmak |
(Semek. C.) Semekler, balıklar. |
esman |
(Sümn-Semen. C.) Her şeyin pahası, tutarları, semenleri. * Sekizde birler. |
esmar |
(Semer. C.) Masallar. Akşam sohbetleri. ◊ (Semer. C.) Meyveler, Yemişler. |
esmat |
(C.: Sümut) Saçının ve sakalının karası beyazıyla karışıp ikisi beraber olmak. |
eşmat |
Saç ve sakallarına kır düşmüş olan. |
eşme |
Kumsal yerde kaynayan pınar. |
eşmel |
Daha şâmil. Çok şeyleri içine alan. Daha çok kaplamış. |
esmer |
Siyaha, karaya çalan kumral renk. |
esna |
Ara. Aralık. Sıra. Vakit. Zaman. Hengâm. ◊ Daha parlak. En parlak. |
eşna |
f. Yüzücü, yüzgeç. * Kıymeti büyük olan mücevher. |
esna' |
Bülent, yüksek, yüce, ulvi. |
eşna' |
Daha şeni. Çok çirkin ve fena. |
esnaf |
Sınıflar. Sıralar. Türlüler, menbalar, menşe'ler, asıllar, esaslar. |
esnah |
(Sinh. C.) Kökler, menbalar, menşe'ler, asıllar, esaslar. |
esnam |
(Sanem. C.) Putlar. Tapılan heykeller. Suretler. Sanemler. |
esnamperest |
Puta tapan, putperest. |
esnan |
(Sinn. C.) Dişler. * Yaşlar. İnsanın doğduğu andan ölümüne kadar uzvî sîretinde birbirini takibeden muhtelif zamanlar. |
eşne |
Ağaç yosunu. |
eşneb |
Dişleri inci gibi beyaz olan adam. |
esniye |
(Senâ. C.) Övmeler. Senâlar. Medhetmeler. |
esr |
Esir etmek. * Muhkem bağlamak. * Takviye etmek. (Bak: Esir) * Göbeğinde illeti olan. |
esra' |
Daha çabuk. Pek çabuk. Çok sür'atli. Çok seri. * (C.: Esâri) Asma filizi. * Başı kırmızı, gövdesi beyaz olup, kum içinde bulunan bir böcek. |
eşraf |
(şerif. C.) Şerefliler. İleri gelen büyükler. |
eşrak |
Ortaklar. şerikler. |
esrar |
(Sır. C.) Sırlar. Gizli hikmetler ve mânalar. Bilinmeyen şeyler. * Keyif veren zehir. Uyuşturucu madde. * Elinde ve el ayasında olan hatlar. |
eşrar |
Tahribçiler. Kötülük edenler. * Kötü şeyler. şerliler. |
esrar-engiz |
f. Esrarlı, gizli, ürperti verici. |
esrar-keş |
f. Esrar denen zehiri kullanan kimse. Esrar içen. |
eşrat |
Nişanlar. Alâmetler. şartlar. |
eşref |
En şerefli. Daha şerefli. En iyi, en güzel. |
esrem |
Kırık dişli, dişleri kırılmış veya dökülmüş olan kişi. |
eşrem |
Burnu yirik. * Üst dudağı yarık olan. |
eşreş |
Muhalefet eden, karşı gelen. |
eşria |
(Şirâ. C.) Yelkenler. |
eşribe |
(Şerâb. dan) İçilecek şeyler, şerablar. |
esrik |
Sarhoş, mest. * Azgın, kızgın. * Zayıf, hasta, hâlsiz, dermansız, tâkatsiz. |
esrüm |
Dişi dökük olan kimse. |
ess |
Otun vaya saçın çok ve sık olup birbirine dolaşması. |
essalavat |
Peygamberimiz Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimize veya Cenab-ı Hakk'a (C.C.) karşı hamd, şükür ve teşekkür ifade eden dua, selâm ve salâvâtlar. (Bak: Salâvat) |
est |
Ayakları uzun olan. |
esta' |
(Satı. dan) Uzun boyunlu. Boynu uzun olan insan veya hayvan. |
estağfirullah |
Cenâb-ı Hak'tan kusurumun örtülmesini dilerim. Allah (C.C.) kusurumu efvetsin (mealinde, kusurunu anlayan bir müslümanın duâsı. Hürmet veya ikramlara karşı tevâzu maksadı ile de More… |
estan(e) |
f. İstirahat edilecek ve uyunacak rahat yer. |
estar |
(Satr. C.) Yazı dizileri, satırlar. ◊ Örtüler, perdeler. |
eştat |
(Şetit. C.) Takımlar, fırkalar, bölümler. Esnaf, sınıflar. Çeşitler, cinsler, neviler. |
esteh |
f. Çekirdek. * Kemik. Vücud iskeletini meydana getiren nesne. |
esteîn |
Yardım isterim, istiâne ederim (meâlinde fiil olup, müfred birinci şahıstır.) |
ester |
Katır. |
eşter |
Yırtlak gözlü. |
esterven |
f. Çocuk doğurmayan, kısır kadın. |
estine |
f. Yumurta. |
eşüdd |
Büluğa gelmek mertebesi. |
esûf |
Fazlaca eseflenen, pek üzülen, çok kederlenen, çok fazla acıyan, yufka yürekli. |
esuk |
Deli koyun. |
esum |
Çok yalancı, iftiracı, kabahatli ve günahkâr olan adam. |
esus |
Katı, sağlam, muhkem nesne. |
esva' |
(Sâ'. C.) Kuyular, çukur yerler. * Ölçekler. |
esvab |
(Sevb. C.) Sevbler, giyecekler, giyimler. |
esvaf |
(Suf. C.) Suflar, koyun yünleri. |
esvak |
(Sûk. C.) Çarşılar. Pazarlar. ◊ Uzun incikli. |
eşvak |
(şevk. C.) şiddetli arzular, istekler, neşveler. ◊ Dikenler. (Nebat) * Tıb: Kemiklerin uzaması. |
esvar |
(Sur. C.) Surlar, hisarlar, kaleler, kal'alar. * Ziyafetler, şölenler. |
esvat |
(Savt. C.) Sesler. Savtlar. |
eşvat |
(Şavt. C.) Sıçrayışlar, zıplamalar, koşmalar, koşuşmalar. * Kâbe-i Muazzama'yı yedi defa tavaf etme, etrafını dolaşma. |
eşve |
Gözü değen kişi. |
esve' |
Yaramaz nesne. |
esved |
Çok siyah. kara renkli olan. |
esvedeyn |
İki siyah mânâsına gelen bu kelime, yılanla akreb için kullanılır. |
esvel |
Karnı sarkık olan erkek. (Müe: Sevlâ) |
eşveş |
Göz ucuyla bakan kişi. * Yüksek bina. |
esvide |
(Sevâd. C.) Sevâdlar, karanlıklar, siyahlıklar. Karaltılar. * Çok mallar, fazla mülkler. |
esy |
Tasa, keder, hüzün. |
eşya |
(Şey. C.) (Bu kelime, Türkçede müfret gibi kullanılır.) Ev döşemeye mahsus halı, dolap v.s. * Elbise, yatak, çamaşır gibi malzemeler. * Yük, yük eşyası. |
eşyâ' |
(Şia. C.) Bölükler, bölümler, kısımlar, neviler, fırkalar, tabakalar, cinsler, çeşitler. Cemaatler, cemiyetler, topluluklar. * Yardımcılar. |
esyaf |
(Seyf. C.) Seyfler, kılıçlar. |
esyah |
(Seyh. C.) Nehirler, akarsular. * Çizgili elbiseler. |
eşyah |
(Şeyh. C.) Şeyhler, ihtiyarlar, yaşlılar, pir-i fâniler. |
esyan |
Kederli, gamlı, tasalı, kaygılı, hüzünlü, üzüntülü. |
eşyeb |
(Şeyb. den) Saçı sakalı ağarmış, yaşlanmış olan kişi. İhtiyar. |
eşyem |
Yüzünde ve vücudunda çok beni olan adam. |
et'ime |
(Taam. dan) Yemekler, taamlar, yenecek şeyler. |
eta |
Kavak ağacı. |
etajer |
Fr. Kapaksız ve rafları olan taşınabilir dolap. |
etan |
'f. Dişi eşek. * Bir kısmı havada, bir kısmı suyun içinde kalan kaya; yosunlu taş. * Kuyu kenarında üstüne oturup su içmeye mahsus taş.' |
etave |
Gelmiş, geçmiş, gelen, misafir, garib, gariban, kimsesiz, biçare. |
etba' |
Tâbi olanlar, bağlı olanlar, emri altında bulunanlar. |
etbak |
(Tabak ve Tabaka. C.) Yemek tepsileri, sofraları. Büyük sahanlar. * Tabakalar, dereceler, mertebeler, katlar. * Kabileler, kavimler, aşiretler. |
etelan |
Adım birbirine yakın olmak. |
etemm |
Tam, en mükemmel, hiç noksansız. |
etenan |
Adım birbirine yakın olmak. |
etene |
Hayvanlarda ana ile cenin arasındaki kan alış-verişini temin eden organ. * Bitkilerde yumurtacıkların yumurtalığa yapışık bulundukları doku. |
eteyemmenü |
(Teyemmün. den) Ben kendimi teyemmün ediyorum (meâlindedir). (Bak: Teyemmün) |
etfal |
(Tıfl. C.) Çocuklar, tıfıllar. |
etfaliyet |
Çocukluklar. Çocukluk halleri. |
ethal |
Kâbe-i Şerif yakınında bir dağın adı. * Bulanık su veya şerbet. |
eti |
Bir kişinin bir yere su iletmek için yaptığı ark. * Sel. |
etibba |
Tabibler, tıb ilmini bilenler, doktorlar. |
etiket |
Fr. Bir şeyin cinsini, miktarını veya fiyatını belli etmek için üzerine konan küçük yafta. * Teşrifat, görgü. |
etime |
(C.: Etâyim) Ateş yakacak yer. |
etir |
Günah. |
etka |
(Taki. den) Allah korkusu ile günahtan çok fazla çekinen. Haram veya helâl olduğunu iyice bilmediği şüpheli şeyleri yapmayan. Günah işlemeyen. Her şeyde Cenab-ı Hakk'ın rızasını gaye ve More… |
etkiya |
(Taki. C.) Çok takvâ sâhibi olanlar. Takiler. Takvâda çok ileri giden mes'ud kimseler. |
etla' |
Uzun boylu. |
etlad |
Evde doğan câriyeler. * Eski mal. * Damızlık denilen doğurucu hayvan. |
etmeseh |
Karanlık, sessiz gece. |
etnab |
(Tınb. C.) Çadır ipleri. * Ağacın kök damarları. * Vücudun sinirleri. |
etnik |
yun. Bir kavim, bir ırkla ilgili olan. İslâmiyet, kavmiyeti ve ırkçılığı reddeder. Etnik bölücülüğe karşı en kuvvetli siper, İslâm şuuru ve kardeşliğidir. |
etnografya |
(Etnografi) yun. Kavmiyyat. Kavimlerin, milletlerin gelişmesini, terakkisini ve has vasıflarını inceleyen, onların kültürlerinden bahseden ilim kolu. |
etra |
Dere gibi akan su. |
etrab |
(Tırb. C.) Hep bir yaşıt olanlar, akranlar. |
etrad |
Kaşları kılsız olan kimse. |
etraf |
(Türfe. C.) Nazik ve zarif şeyler. * Lezzetli taamlar, güzel yemekler. ◊ (Taraf. C.) Taraflar, yanlar, canibler, yönler, uçlar, kıyılar. |
etraf-i erbaa |
Dört taraf. (Sağ, sol, ön, arka.) |
etrah |
(Terah. C.) Tasalar, kederler, elemler, gamlar, üzüntüler, sıkıntılar, ıztırablar. |
etrak |
(Türk. C.) Türkler. |
etras |
(Türs. C.) Türsler, harpde kullanılan kalkanlar. |
etribe |
(Turab. C.) Topraklar. |
etrika |
(Tarik. C.) Tarikler, yollar, caddeler. * Sebepler, vesileler, vasıtalar. * Maişeti te'min etmek için tutulan meslekler, geçinmek için yapılan işler. |
ett |
Galip olmak. |
ettar |
Kasnakçı. |
ettun |
(C.: Etâtin) Hamam külhanı. |
etüd |
Fr. İnceleme, tetkik etmek. * Musikide didaktik maksatla bestelenmiş eser. |
etum |
Su kaplumbağası. |
etvak |
(Tavk. C.) Kadın gerdanlıkları. * Hindistan cevizinin sütü. |
etvar |
(Tavır. C.) Tavırlar, haller, davranışlar. |
etvas |
(Tâus. C.) Tavus kuşları. |
etyab |
(Bak: Atyeb) |
ev |
Şek, tahayyür, ibham, istisnâ, şart, teb'iz için kullanılan harf-i atıf. 'yahut, veya, meğer ki, bel, belki ister' gibi kelimelerle türkçeye terceme edilebilir. |
ev'ac |
Geniş, vâsi. |
ev'iye |
(Viâ. C.) Mahfazalar, kaplar, gizlemeye veya saklamaya yarayan şeyler. * Damarlar. |
evabid |
(Abide. C.) Abideler. (Bak: Abide) |
evagi |
(Agıye. C.) Bahçe, tarla ve bostanları sulamak için açılan arklar, su akıtılacak yerler. |
evahir |
Ahirler, ayın son günleri, sonlar. |
evail |
Başlangıçlar, önler, evveller, eskiler. |
evali |
Çok iyi ve münâsib olanlar. Evlâlar. |
evam |
f. Ödünç, borç. * Renk, levn. |
evamir |
Emirler, emredilenler, vazifeler. (Bak: Emr) |
evan |
(Bak: Avân) |
evani |
Kapkacaklar, kaplar. |
evar(e) |
f. Hükümet dairelerine ait defterler, resmî defterler. * İmaret. |
evarin |
f. Güzel olmayan, çirkin. |
evasit |
(Evsât. C.) Vasatlar, orta hal ve vaziyetler. |
evavin |
(İyvan. C.) Büyük salonlar, sofalar, holler. Kasırlar, köşkler. |
evb |
Dönülmesi lâzım gelen yere dönmek. * Kasd. İstikamet. |
evbar |
f. Yutma, yutuş. |
evbaş |
Mahalle çapkını. Şahısların rezilleri. * Muhtelif yerlerden gelmiş, toplanmış bir cemaat, bir bölük. |
evbaşan |
(Evbaş. C.) Aşağılık kimseler, âdi kişiler, alçak ve rezil insanlar. Ayak takımları. |
evbe |
Rucu etmek. Geri çekilmek, dönmek. |
evc |
Bir şeyin en yüksek derecesi, en yüksek noktası. Zirve. * Koz: Seyyare mahreklerinin merkezden en uzak noktaları. |
evc-gir |
f. Yükselen, yükseğe çıkan. |
evc-pervaz |
f. Yüksekte uçan. |
evca' |
(Veca. C.) Ağrılar. Acılar. Sızılar. |
evcar |
İçinde gizlenmek için avcılar tarafından yapılan siperler, çukurlar. |
evceb |
Çok vacib. Çok gerekli. Çok lüzumlu. |
evceh |
En vecihli, çok uygun, en münâsebetli. |
evcel |
Çok korkak adam. Cesaretsiz kişi. |
evcer |
Çok çekingen, utangaç kimse. |
evcümend |
f. Top, küme, yığın, toplanma. * Toplu, idareli, evini muntazam tutan. Hanesini iyi ve tertipli bir hâlde bulunduran. |
evda |
Yaban faresi. * Kursağının tüyleri beyaz olan güvercin. (Bak: Kası'a) ◊ Ednâ. |
evdad |
(Vedid. C.) Sevgililer, sevilenler. |
evdiye |
(Vâdi. C.) Vâdiler. Dereler. |
eved |
Kuvvet. Ağır yük götürmek. * Eğrilik. |
evend |
f. Kap. Kabkacak. |
evfa |
Çok vefalı. Çok sadakatli. Ahdine vefası kuvvetli. * En çok. Pek tamam. * Tam yetişmek. |
evfad |
Çeşitli fırkalar. |
evfak |
Daha muvafık. En uygun. En muvafık. |
evfer |
(Vâfir. den) Çok. Bol. |
evgad |
(Vagd. C.) Ahmaklar, eblehler, salaklar, bönler, akılsızlar. |
evgenc |
f. Nedâmet, pişmanlık, pişman olma hâli. |
evhad |
Vahid. Tek. |
evhal |
(Vahal. C.) Sıvalar, balçıklar, çamurlar. * Mekânlar, hâneler, evler, durulacak veya oturulacak yerler. |
evham |
Olmayan bir şeyi olur zannı ile meraklanma. Üzüntü. Vehimler. Kuruntular. Zarar ihtimâli çok az olan bir şeyden meraklanma ve üzülme. |
evham-sâz |
f. Evham veren. |
evhamin müdafaasi |
Vehimlerin def'edilmesi, kuruntuların kovulması. |
evhaş |
Daha vahşi. En vahşi. ◊ Nefret veren şey. |
evhen |
En gevşek, çok zayıf, pek dayanıksız, kuvvetsiz tâkatı kalmamış. |
evidda |
Ahbablar. Hâlis ve sâdık dostlar. |
evil |
Siyaset. |
evind |
f. Hud'a, hile, aldatma, oyun. |
eviy |
Yerleşme. Yerine gelme. Koruma. |
evk |
(C: Evâk) Ağırlık, yük. * İçinde su biriken çukur yer. |
evkaf |
(Vakıf. C.) Allah yoluna hizmet için verilip devamlı bırakılan şeyler. Sahibi tarafından şeriata uygun olarak bir hayır iş ve hasenata tahsis olunmuş mülk veya mallar. (Bak: Vakıf)Osmanlı More… |
evkar |
(Vekr. ve Vekre. C.) Kuş yuvaları. |
evkas |
Boynu kısa olan. |
evkaş |
Ayak takımı. Terbiyesiz, ahlaksız, adi ve alçak kimse. |
evkat |
(Vakit. C.) Vakitler. |
evked |
Pek te'kitli, çok kuvvetli, en kavi. |
evkes |
Pinti ve soysuz kişi. |
evl |
(Bak: Te'vil) |
evla |
Daha iyi, birincisi, başta gelmesi lâzım geleni. |
evlâd |
(Veled. C.) Veledler. Çocuklar. |
evlad ü iyal |
Çoluk çocuk. Evlâdlar ve karısı. |
evladiyet |
Evlâda mahsus, evladlık, bünüvvet. |
evladiyye |
Evlatlık, evlada mahsus. * Mc: Çok sağlam ve dayanıklı ev veya eşya. |
evlak |
Delilik, cünun. |
evleviyet |
Daha öncelik. Başta gelir olmak. Daha beğenilir. Daha münâsip olmak. |
evliya |
(Veli. C.) Veliler. Nefsine değil, dâimâ Cenab-ı Hakk'ın rızâsına tâbi olmağa çalışan, ibâdet ve taatta, takvâ ve riyâzatda çok yüksek mertebelere ulaşıp Allahın (C.C.) mahbubu ve More… |
evliya çelebi |
'Kütahya'lı olup, Mil: 25 Mart 1611'de doğmuştur. Meşhur eseri; Seyahatnâme'sidir.' |
evn |
Yab yab yürümek. * Vakarlı, sessiz ve ciddi olmak. * Heybenin bir gözü. * Denk. |
evra |
f. Hisar, kal'a, kale. |
evrad |
Virdler. (Bak: Vird) |
evrak |
(C: Vuruk) Sivri ve uzun dişli. * Yüzü renkli güvercin. * Siyahı beyazına galip olan at ve deve. (Müe: Vürka) ◊ (Vakar C.) Sahifeler. Yapraklar. |
evram |
(Verem. C.) Veremler, vücudda hasıl olan yumrular, şişler. |
evran |
Biçme, ölçü, mikyas, tahmin, keşif, biçim, endam, tenasüb. |
evre |
f. Elbisenin dış yüzü. ◊ Ahmak kimse. |
evrek |
f. Çocukların ağaca ip takmak suretiyle yaptıkları salıncak. |
evrencen |
f. Kadın bileziği. |
evrend |
f. Hile, aldatma, hud'a, oyun. * Nam, şan, şeref. * Serir, erike, taht. |
evreng |
f. Taht, evrend. * Şan, şeref, nâm. * Zinet, süs. * Akıl, irfan. * Ağaç kurdu. * Hoş hâllilik, hâlin hoşluğu. * Hile, desise, hud'a, aldatma, oyun. * Yakışıklılık. |
evreng-nişin |
f. Tahtta oturan, hükümdar. |
evreng-zib |
f. Tahtı süsleyen. Hükümdar, padişah. |
evride |
(Verid. C.) Vücudun her tarafından kalbe kanın gitmesini temin eden damarlar. Siyah kan damarları. |
evs |
Bahşiş vermek. * Kurt. |
evsa' |
Daha geniş. Çok vasi'. |
evşab |
Aşağılık kimse, âdi ve rezil kişi. Ayak takımı. |
evsâf |
(Vasf. C.) Vasıflar, sıfatlar. |
evsâf-i nisbiye |
f. Ölçü ve kıyasa göre olan vasıflar. (Sıcaklık, soğuklukla bilindiği, karanlık derecesi aydınlıkla görüldüğü gibi.) |
evsah |
(Vesah. C.) Pislikler, murdarlıklar, kirler. |
evsak |
En çok inanılan, ziyade sağlam. Daha çok vüsuk sahibi. |
evsal |
(Vasl. C.) Vücuttaki mafsallar, oynaklar. |
evşal |
(Veşl. C.) Damla damla akan su. * Birbiri ardınca katar gibi peşpeşe gelen kimseler. |
evsam |
(Vasm. C.) Arlar, hayâlar, utanmalar. |
evsan |
(Vesen. C.) Putlar. Sanemler. |
evsat |
Ortada olmak. * Vasatta olan. Orta. Orta hâlli. |
evsât |
(Vasat. C.) Ortalar. Vasatlar. |
evşaz |
Yardımcılar, tarafdarlar. Aşağılık ve ayak takımı olan kişiler. * Vücuttaki mafsallar, oynak yerler. |
evşen |
Yaltakçı, dalkavuk. |
evşeng |
f. Sicim. İnce ip. |
evtad |
(Veted. C.) Direkler. Kazıklar. * Ricâlullahtan birine verilen isim. |
evtaf |
Kirpikleri uzun ve kaşı kıllı olan kimse. |
evtan |
(Vatan. C.) Vatanlar, insanın doğup büyüdüğü ve sevdiği memleketler, hatta uğrunda can verilen topraklar. |
evtar |
(Veter. C.) Tek, eşi olmayan (harf). * Saz telleri. Yay. ◊ (Vatar. C.) İhtiyaçlar. |
evtas |
Arap Yarımadasında, Hevâzın ilinde bir derenin ismi olup, Peygamberimizin (A.S.M.) Huneyn Vak'ası bu vâdide vuku bulmuştur. |
evvab |
(Evb. den) Rücu' eden. Geri dönen. * Günahlardan tevbe edip hakkı kabul eden. |
evvabîn |
Tevbe edip günahlardan dönenler. |
evvah |
Kusurunu bilerek, ah, vâh ederek yalvarmak. * Çok âh edip duâ eden. * Merhametli. Sağlam imanlı. Yakin ilim sahibi. Dinde çok âlim olan. Hz. İbrahim Aleyhisselâmın bir vasfı. |
evvel |
İlk. İbtida. |
evvela |
İlkönce, birinci olarak, herşeyden önce. |
evvelen |
Evvelâ, birinci, ilk olarak. |
evvelîn |
Evvelkiler, ilkler. |
evvelîn ü âhirîn |
İlkler ve sonlar. Evvelkiler ve sonrakiler. |
evveliyat |
Başlangıçlar. Mukaddemat. İlk öndekiler. İbtidaki cihetler. * Her akıllının tereddütsüz tasdik ve kabul edeceği hususlar. * Man: Mücerred mevzu ve mahmulleri arasındaki nisbet tasavvur More… |
evveliyet |
Evvel oluş. (Bak: Mecaz) |
evy |
Bir nesne yerine gelmek. |
evza' |
(Vaz'. C.) Haller. Durumlar. |
evzah |
Daha açık. Pek âşikâr. En vâzıh. |
evzak |
İçinde su veya başka birşey biriken çukur yer. |
evzan |
(Vezin. C.) Vezinler. Tartılar. |
evzar |
(Vizr. C.) Ağırlıklar. Yükler. * Mc: Günahlar. * (Vezer. C.) Kal'alar, kaleler, hisarlar, sığınılacak yerler. * Üstünlükler, galebeler. * Dağlar. |
evzayiş |
f. Çoğalış, artış. |
ey |
(Arabçada) 'Bak, dinle, dikkat et, yahut, demektir ki' mânalarına gelir. Bir ibareyi tefsir için kulanılır. Türkçede: Yakın nidâ içindir. |
eya |
f. Acaba mânasına nidâdır. 'Hey, ey' gibi çağırma, nidâ, seslenme edatı olarak da kullanılır. |
eyadi |
(Eydi) (Yed. C.) Eller. * Mc: Sebepler. Nimetler. |
eyalat |
(Eyâlet. C.) Valilerin idareleri altında olan memleketler, vilâyetler. |
eyalet |
(C: Eyâlât) Vilâyet. Bir vâlinin idaresinde olan memleket, şehir. |
eyama |
(Eyyim. C.) Bekârlar, evli olmayanlar. |
eyamin |
(Eymen. C.) Pek hayırlı, uğurlu olanlar. En yümünlü. |
eyazi |
f. Kadınların yüzlerine örttükleri peçe, örtü. |
eybe |
Rücu' etmek. * Gurub etmek, batmak. |
eyd |
Rücu' etmek. * Avdet etmek. ◊ Kuvvet. |
eyda' |
Za'feran. |
eydi |
(Yed. C.) Eller. * Mc: Kuvvetler. (Daha çok Eyâdi şeklinde kullanılır.) |
eydiye |
(Yed. C.) Nimet. * Eller. |
eyhem |
Sağır. * Bahadır. |
eyheman |
Ateş ve sel. |
eyhukan |
Maydanoz otu. |
eyid |
Kuvvetli, şiddetli kimse. |
eyir |
Sıcak yel. |
eyke |
Sık ve birbirine karışmış ağaç. * Yumuşak. * Ağaç bitiren bataklık. (Bak: Ashab-ı Eyke) |
eyker |
İlâç yapılan bir ot. |
eym |
(C: Üyum) Yılan. |
eyman |
(Eymün) (Yemin. C.) Andlar. Yeminler. Kasemler. * Fık: Zevcesi ölmüş er. * Sağ taraflar. Sağlar. |
eymen |
En meymenetli. En uğurlu. Sağ taraf. |
eymen vâdisi |
Musa'nın (A.S.) tecelliye mazhar olduğu Tûr Dağı'ndaki vadi. |
eyne |
Nere? Nerede? Nereye? (mânasına sual için söylenir ve zarf-ı mekândır). * Zaman. An. * Yorgunluk (mânâsında da kullanılmıştır.) |
eynel mefer |
(Eyn-el mefer) Nereye gidilebilir? Nereye kaçılabilir? Kaçacak yer var mı? |
eyniyet |
Mekânda bulunması sebebiyle birşeye ârız olan hâlet. |
eys |
Varlık. Vücud. Mevcud. * Kahir. Zulüm. * Zarar, ziyan. * Ümidsiz olmak. Ye'se düşmek. (Bak: Leys) |
eysar |
Çadır eteğini kazığa bağlamakta kullanılan kısa ipler. * Ot. |
eyser |
Sol taraf. Soldaki. * Pek kolay. |
eytal |
(C: Eyatil) Boş böğürlü. |
eytam |
(Yetim. C.) Yetimler. Babaları ölmüş çocuklar. |
eytam ve erâmil |
Yetimler ve dullar. |
eyum |
Erkeksiz kadın (ki, önce ere varmış olsun-olmasın). |
eyvah |
f. Heyhât, yazık. |
eyvallah |
'Bir kısım müslümanlar arasında tasdik işareti veya yemin ifade eden bir tâbirdir. Bazan Allaha ısmarladık yerine söyliyenler de vardır. Fakat makbul olanı; ayrılırken de buluşurken de More… |
eyvan |
f. Köşk. Büyük salon. Büyük sofa. Divanhâne. |
eyyam |
(Yevm. C.) Devirler. Günler. * Güç, iktidar, nüfuz. |
eyyan |
Vakit, zaman. |
eyyid |
Kuvvetlendir, teyid et, devam ettir (meâlinde). |
eyyim |
Bekâr, dul. |
eyyü |
Sual sormak için 'Hangi? Ne? Ne vakit?' mânalarına kullanılır. |
eyzan |
Böylece, kezâ, bunun gibi, yine böyle, bu da böyle. |
ez |
f. ...den, ...den. |
ez ân cümle |
O cümleden olarak. |
ez kaza |
f. Kazâ olarak, tevâfuk olarak. Beklenmedik ânda. |
ez'af |
(Zı'f. C.) Bir şeyi iki katı yapan fazlalıklar. Katlar. ◊ Çok zayıf, en zayıf. |
ez'akî |
Kısa boylu ve kötü olan adam. Kötülük yapan kimse. |
ez'ar |
Saçı az olan kimse. * Otu az olan yer. * Zâlim ve kötü huylu kimse. |
ez-cümle |
f. Bu cümleden, meselâ, bunun gibi. |
ez-kadim |
f. Eskiden, önceleri. |
ez-men |
f. Benden. |
ez-nev |
f. Yeni baştan, yeniden. |
ez-yah |
f. 'Buzdan soğuk' mânasına gelir. |
eza |
Ticarette kaybetme, zarar etme. * Kibir ve gururunu bıraktırma. * Sıkıntı, eziyet, zulüm, cevr, sitem, renc, incinmek. İnsanın kerih görüp mahzun olduğu şey. * Hayır ve sadaka yoluyla mal More… |
ezahir |
Çiçekler, şükufeler. |
ezame |
(C.: Ezamât) Hışım ve gadap etmek. Kızmak, hiddetlenmek. |
ezamim |
(İzmâme. C.) Cemâatler, topluluklar. |
ezan |
Namaza dâvet ve vahdaniyet-i İlâhiyyeyi ve hakaik-ı İslâmiyyeyi âleme, kâinata ilân etmek için minare ve emsali mahallerde edilen nidâ. Kamet getirmek. * Bildirmek.(Ezan, Müslümanlığın mühim More… |
ezanî |
Ezan ile alâkalı. |
ezanî saat |
Ezanın kendine göre ayarlandığı saat. Her hangi bir yerde güneşin tam gurub ettiği andan, sonraki gün aynı vakte kadar, 24 saat olmak üzere ayarlanmış saat. |
ezat |
(C.: Üzâ-Ezy) İçinde su birikmiş çukur yer. |
ezb |
Anasından yeni doğmuş hayvan. |
ezbad |
(Zebed. C.) Paslar. * Dörtte birler, çeyrekler. * Köpükler. |
ezdad |
Zıdlar. Mukabil ve muhalif olan şeyler. Birbirinin tersi veya zıddı olanlar. |
ezder |
f. Münâsib, muvâfık, yaraşır, lâyık. |
ezdili can |
(Ez-dil-i cân) Candan ve gönülden. |
ezeb |
Leim kimse. * Kısa boylu. |
ezebb |
f. Saçları uzun ve kaşlarının kılları çok olan adam. |
ezec |
(C.: Azec) Süleyman Aleyhisselâm'ın yaptığı bir bina adı. |
ezecc |
Uzun ve ince kaşlı. |
ezel |
İbtidası ve başlangıcı olmayan, her zaman var olan. |
ezelî |
Ezele mensub ve müteallik. Devamlı var olup varlığının başlangıcı olmayan. |
ezell |
Kurtla sırtlandan doğan hayvan. * Oturak yerinin iki yanları arık ve yeyni olan. ◊ Çok zelil. Çok alçak ve rüsvay olan. |
ezem |
Ağzını yumup oturmak. * Sabretmek. * Yemekten ve içmekten men'etmek. * Isırmak. * Gayret etmek. * Bükmek. |
ezfar |
Tırnaklar. * Tırnakbahuru denilen tıbbi bir koku. * Şimal kutbunda bulunan küçük yıldızlar. |
ezfer |
Güzel kokulu şey. ◊ Uzun tırnaklı. |
ezfile |
Cemaat, topluluk, güruh, bölük. |
ezfir |
Çok iyi kokulu nesne. |
ezgehan |
f. Tembel adam. İşi gücü olmayan kimse. |
ezhab |
(Zeheb. C.) Yumurta sarıları. * Altunlar. |
ezhan |
Zihinler. Müdrikler. Anlamayı meydana getiren duygular. |
ezhar |
(Zehre. C.) Çiçekler. Zehreler. şukufeler. |
ezhar (azhâr) |
(Zahr. C.) Satıhlar, yüzler. * Sırtlar, arkalar. Binek hayvanının sırtları. |
ezhel |
Gafil kimse. Gaflette bulunan kişi. * Pek dalgın. |
ezher |
Pek beyaz ve parlak. * Ay, kamer, * Saf ve parlak olan. * Cuma günü. * Vahşi sığır. |
ezheran |
(Ezhereyn) Ay ile güneş. |
ezib |
Rezil, âdi ve aşağılık kimse. * Kıble rüzgarı. * Riyh-u cenub ile Sâbâ arasında esen yel. * Sevinmek, ferah ve neşat. |
ezikka |
(Zukak. C.) Yollar, sokaklar. |
ezille |
Zeliller, alçaklar. |
ezimme |
(Zimam. C.) Yularlar. Bağlar. |
ezin |
Söz dinlemek. * İşitmek. ◊ Kefil. |
ezir |
f. Haykırma, bağırma. |
eziyet |
İncinme. Sıkıntı çekme. |
ezka |
En temiz. En pâk. Ziyade dindar. Pâkize. ◊ En anlayışlı. En zeki. |
ezkan |
(Zakn. C.) Çeneler. |
ezkar |
(Zikr. C.) Zikirler. |
ezkat |
f. Kötü düşünceli kişi. |
ezker |
Maharetli duvar ustası. |
ezkiya |
(Zeki. C.) Çabuk ve güzel anlayışlı kimseler. Keskin zekâlılar. ◊ Saf, temiz, iyi halli kimseler. |
ezl |
Güçlük. * Darlık. * Hapsetmek. |
ezlaî |
Uzunca ve iri olan şey. |
ezlak |
Aleyhte söz söyleyen adam. * Keskin olan şey. |
ezlam |
(Zelm. C.) Oklar. Kumar okları. |
ezlef |
(C: Zelef) Burnunun ucu uzun ve ince olan. |
ezlem |
Boğazı altında sarkık uzun kılları olan keçi. ◊ (Bak: Azlem) |
ezm |
Yemek, ekl. |
ezman |
Zamanlar. Vakitler. Müddetler. |
ezmâr |
(Zimr. C.) Kahramanlar, yiğitler, bahadırlar. |
ezmayiş |
Tahtadan yapılmış demir temrenli bir cins ok. |
ezme |
Kıtlık, kaht. * Şiddet. * Darlık. * Bir kere yemek. |
ezmel |
Hareket etmek. * Muzdarib olmak, acı çekmek. * Savt, sadâ, ses. * Gül. |
ezmine |
(Zaman. C.) Zamanlar. |
eznab |
(Zenb. C.) Suçlar, günahlar. * Kuyruklar. |
eznem |
Kulakları ucunda sarkık uzun kılları olan keçi. |
ezr |
(C.: Uzur) Arka ve sırt. * Kuvvet. |
ezra |
Çok konuşma. * Çok yeme. * Sözü düzgün ve pek fasih olan kimse. ◊ Kulağı beyaz, gövdesi siyah olan davar. |
ezrab |
Diş kökü. |
ezrak |
Saf ve temiz su. * Gök renkli, mâvi. |
ezrar |
(Zirr. C.) Elbise düğmeleri. |
ezrebî |
Azerbeycan'ın Arapça adı. |
ezûc |
Hayâsız ve edebsiz adam. * Sert başlı at. |
ezum |
Isırıcı, ısıran. |
ezuz |
Pek keskin olan kılınç veya hançer. |
ezvac |
Çiftler. Zevceler. Nikâhlı karılar. * Kocalar. |
ezvah |
Münkabız olmak. * Yakınlık. |
ezvak |
Zevkler. Keyfler. Eğlenceler. |
ezver |
Boynu eğri olan kimse. |
ezvet |
Küçük yanaklı. |
ezyaf |
(Zıyf. C.) Misafirler. Mihmanlar. |
ezyak |
(Zîk. dan) Pek dar ve sıkıntılı. Çok zor. |
ezyal |
(Zeyl. C.) Ekler. İlâveler. Zeyiller. |
ezyed |
Çok ziyade. Daha fazla. En ziyade. |
ezz |
Depretmek ve koparmak. * Kandırmak, aldatmak. |
fa |
Osmanlıca alfabenin 23'üncü harfi olup ebcedî değeri 80'dir. |
fa'al |
(Mübalâgalı ism-i fâil) Çok işleyen ve çalışan. Durmayıp işleyen. Çalışkan. Devamlı iş yapan. |
fa'alâne |
f. Hiç durmazcasına çalışarak. Daima çalışır surette. |
fa'aliyet |
İş görmek, çalışmak. Boş durmayış. |
fa'fa' |
Kasap. * Çoban. Hafif kimse. |
fa'faa |
Çobanın koyunu çağırması. Çağırıp 'fâfâ' demek. |
fa'faî |
Koyun çobanı. |
fa'l |
İşlemek mânâsına mastar. |
fa'm |
Dolu. |
faal |
Balta sapı. * Kerem. |
faale(t) |
(Fâil. C.) Fâiller, özneler, iş yapanlar. |
fabrika |
Sanayi mâmüllerinin büyük ölçüde imal edildiği yer. |
faci' |
(Fâcia) Büyük belâ. Musibet. Acıklı. Elem verici hâdise. (Dram) |
fâcia-nüvis |
f. Acıklı ve hazin tiyatro romanı yazan kimse. |
faciat |
Fâcialar, belâlar, musibetler. |
facir |
Haktan sapan. Haram ve günaha dalmış kötü insan. Günah işleyen. (Bak: Fecir) |
facire |
Kötü hayata alışmış, ahlâksız kadın. Günahkâr. |
fadil |
(Bak: Fâzıl) |
fadir |
(C: Füdr) Zayıf. * Âciz, güçsüz. * Yaşlı dağ keçisi. |
fağfur |
Yarı şeffaf Çin porseleni. Çok kıymetli porselenden yapılan yemek kabı. Çin yapısı. * Eskiden Çin İmparatoruna verilen isim. |
fagire |
Hind nilüferi denilen bitkinin kökü. |
fagosit |
yun. Organik yahut inorganik maddeleri alıp sindirebilen hücre. |
fagr |
Açmak. |
fahamet |
(Fehâmet) Büyüklük. Kadr ü şânı yüksek. (Eskiden büyük zatlara veya sadrazamlara karşı kullanılan hitab şekli idi. Fehametli Sultânım... gibi) |
fahamet-penah |
f. Yegâne müracaat edilecek en büyük makam. |
faheka |
Vurulduğu yerden kan çıkartan kılıç ve neşter parçası. |
fahh |
Ağ, kapan, tuzak. |
fahham |
Kömürcü. |
fahhar |
Çok öğünen. Çok iftihar eden. Fahur. * Çanak, Çömlek. Toprak testi. |
fahhare |
Ağaç kap. |
fahharî |
Çanak, çömlek, testi ve bardak yapan kimse. |
fahhaş |
Her cins fenalık ve kötülükleri şahsında toplamış olan kimse. |
fahim |
(Fahm. dan) İtibâr ve nüfuz sâhibi olan, büyük zât. ◊ Akıllı. Anlayışlı. |
fahimâne |
f. İtibar ve nüfuz sahibi kimseye yakışır şekilde, fahim olana yakışacak surette. |
fahir |
(Fâhire) İftihar eden. Kendi amelini ve kendini beğenen. Övünen. * Şa'şaalı. Ağır. Parlak. Şanlı. * Büyük ve iyi nesne. * Koruğu büyük çekirdeksiz hurma. * Memeleri büyük deve. |
fahiş |
Ahlâka uymaz ve terbiyesiz olan. * Haddi tecavüz eden. Mübalâğalı. * Çok bahil. Nekir ve yaramaz şey. |
fahişe |
Ahlâksız ve hayâsız kadın. Namusunu korumayan kadın. * Allah'ın menettiği şey. * Zâniye. Kahbe. |
fahite |
(C: Fevâhit) Yabani güvercin. |
fahl |
İleri gelen. Üstün. Hatırı sayılır adam. * Erkek. (hayvan) * Aygır. * Beyitler, hadis-i şerifler, rivâyetler anlatan kimse. ◊ Yavaşlık, hilm. |
fahm |
Kömür. Karbon. * Susmuş. Nefesi kesilmiş. ◊ Büyük, kebir, ulu. |
fahmî |
(Fahmiyye) Kömürümsü, kömürle alâkalı. |
fahmiyyet |
Karbonat. Kömürleşmiş olan şey. |
fahr |
Övünme. Yaptığını sayarak övünme. Övülmeye sebeb olacak kimse. Fazilet. Büyüklük. Şeref. |
fahrî |
Karşılıksız olarak. Parasız olarak. * İftiharla. Övünerek. |
fahriye |
Bir kimsenin kendini medih için söylediği söz veya şiir. Fahre mensub ve müteallik olan. |
fahriyyen |
Gönülden isteyerek. Karşılıksız olarak.FAHRUL İSLAM (Pezdevî): Mavera-ün Nehir'deki Hanefî fukahasının meşhurlarındandır. Hicri 482 tarihinde Semerkant'ta vefat etmiştir. |
fahs |
Bir şeyin içyüzünü araştırma, aslını tetkik etme. * Ayırtmak. * Bahsetmek. * Seyirtmek. * Sıçramak. |
fahşa |
Büyük günahlar. Çirkinlikler. Zina gibi şehevâta tâbi olmakta ifrat ile alâkadar olan günahlardır ki, lisanımızda fuhşiyat tâbir olunur. Ve bunlar, insanların en çirkin hâlleridir. |
fahur |
Çok övünen, çok iftihar eden. Mütekebbir. Tekebbür ve taazzum edici. ◊ Bir fesliğen cinsi. |
fahurane |
f. Kendini beğenerek. Kendini medhederek. Çok övünerek. |
fahz |
Uyluk. Kalça. Bacağın kalçadan dize kadar olan kısmı. * Bir kimsenin en yakın aşiretinden olan cemaat. ◊ Büyüklenmek, kibirlenmek. |
fâide |
(C.: Fevaid) Kazanç, kâr, nef', menfaat. İstifadeye sebeb. Yararlılık, işe yarama. |
fâide-mend |
f. Kârlı, faydalanan, menfaat elde eden. |
faih |
(C.: Fevâih) Meyve ve çiçek kokusu. |
fâik |
Üstün, üstünde. Diğerinden daha değerli ve üstün. Her şeyin güzide ve a'lâsı. Âli. * Başın boyun ile bitiştiği yer. |
faikiyyet |
Üstünlük. Kıymetlilik. |
fâil |
İşi yapan. Fiili işleyen. * Gr: Masdarın mânasını meydana getirene denir. |
fâiliyyet |
İşleyicilik. Müessir olmak. Fâile mensub ve müteallik oluş. |
faite |
Geçen. Fevt olan. * Vaktinde kılınmamış olan namaz. |
faiz |
(Fevz. den) Dilediğine eren. Başaran. Korktuğundan kurtulan. Üstün gelen. Necat bulan. * Kapının üstündeki eşik. |
faj (fâje) |
f. Esneme. |
fak |
Yaşlanmış, ihtiyar kimse. |
fak' (fik') |
(C: Fıkıa) Bir cins beyaz yumuşak mantar. |
fak'e |
Uyumak. |
fâka(t) |
Zaruret, ihtiyaç. Yoksulluk, fakirlik. |
fakad |
Beş parmak dedikleri otun tohumu. |
fakahat |
El ayası. |
fakahet |
Şeriat bilgisinde âlimlik. Fıkıh bilgisinde mütehassıslık. Anlayışlı olmak. (Bak: Fıkıh) |
fakahetlû |
Evvelce müftüler hakkında kullanılmış olan resmî bir lâkab. |
fakaka |
Ahmak adam. |
fakaki' |
Su üstünde olan kabarcıklar. |
fakam |
Bir kimsenin ağzını yumduğunda alt dişlerinin öne çıkıp, üst dişleriyle üstüste gelmesi. * Dolmak, imtilâ olmak. |
fakare |
(C: Fikar) Omurga kemiği. |
fakat |
('Fa' ile 'kat' dan müteşekkil) Hemen, yalnız, ancak, yeter, bes, gerçi, her ne kadar, lâkin, ammâ. |
fakd |
Bulunmamak, bir şeyi kaybetmek. Belirsiz olmak. * Talebetmek, istemek. |
fake |
Fakirlik. |
fakfaka |
Köpeğin korkudan ürümesi. ◊ Ahmak adam. |
fakfon |
Kim: Çinko, nikel ve bakırdan yapılan gümüş görünüşünde bir halita. |
fakha |
Her nebatın yeni açmış çiçeği. * Bir yıldız adı. * Dübür halkası. |
fakia |
Zahmet, meşakkat. |
fakid |
Az rastlanan şey. Nâdir bulunabilen nesne. ◊ Oğlunu veya eşini kaybetmiş kadın. |
fakih |
(Fâkihe) Yaş meyve, yemiş, yaş hurma ağacı. * Şenlendiren, sevindiren. ◊ Fıkıh ilmini bilen. İslâm hukukçusu. * Zeki, anlayışlı kimse. |
fakihe |
(C: Fevâkih) Yemiş, yaş meyve. |
fakihiyy (fâkihanî) |
Yemiş satan kimse. |
fakir |
Biçâre, muhtaç, yoksul. İslâm dini, ev kirası, yiyecek, içecek, giyecek, ilaç, yakacak gibi zorunlu ihtiyaçları karşılandıktan sonra yılda 96 gram altın alabilecek kadar geliri olmayanları More… |
fakira |
Büyük musibet, zahmet, meşakkat. Dâhiye. Belleri kırıp parçalayan şiddet. |
fakirâne |
f. Fakir bir kimseye yakışacak surette. Fakircesine. |
fakirhâne |
Mütevazilikle söz söyleyen kişinin evi. |
fakîs |
Çiftçilerin kullandığı âletlerden halka gibi bir demir. |
fakkah |
Ezhar otunun çiçeği. |
fakleyun |
Semizotuna benzer bir ot. |
fakr |
İhtiyaç, yoksulluk. * Azlık, muhtaçlık. |
fakr-pişe |
f. Fakirliğe alışmış, fakirlik içinde, muhtaçlık içinde. |
faks |
Kırmak, kesr. |
faks (fekus) |
Ölmek. * İfsat etmek. |
faktör |
Fr. Bir neticeyi meydana getiren unsurlardan her birisi. Amil. |
fakülte |
(Fr. Faculty) Üniversitelerin, ihtisas mevzuu bakımından ayrılmış kollarından her biri. * Hassa, meleke, iktidar. Kabiliyet, kuvvet. |
fakus |
Hıyar. * Kavun. |
fal |
Uğur. Baht. Tali'. (Bak: Tefe'ül) |
falak |
Tomruk. * Falaka. * Sabah aydınlığı. |
falaka |
İki ucunda bir ipin iki uçları bağlı, bir sırıktan ibaret olan ceza âleti. |
falî |
Falcı kimse. |
falic |
Felce uğramış. * Vücudun bir kısmını veya her tarafını tutmaz hale koyan hastalık. * İsabeti çok olan ok. ◊ f. Muzaffer, galib. Muvaffak. |
falih |
İsteğine kavuşan. Kurtulan. Felâh bulan. * Toprak süren. Çiftçi. |
fâlik |
Çatlatan. Açan. Büyümesi için tohumu açan, yaratan. (Allah C.C.) |
falîz |
(C: Fevâliz) Bostan. |
fals |
Halâs etmek, kurtarmak. |
falt (felât) |
Ansızlık. |
fâm |
f. Renk, levn. |
familya |
Fr. Aile. Soy. Zevce. Kadın. Eş. * Aynı cinsten olan nebat grubu. Aynı soydan veya cinsten olan. Aralarında benzerlik bulunan grup. |
famiyy |
Yemiş satıcı, meyve satan kimse. |
fanatik |
Fr. Bir dinin veya mezhebin çok aşırı taraftarı olan. |
fani |
Muvakkat, kaybolan, gelip geçici, devamlı olmayan, misâfir. |
fanid |
Bayat şeker. |
faniyyet |
Fânilik, ölümlülük. |
fantezi |
yun. Çeşitli ve süslü. Müsrifane süs isteğinden doğan hayal hareketi ile yapılmış süslü eşya veya süslenmek. Ağırbaşlı olmayan. |
fanus |
yun. Fener. Sâbit ve süslü fener. * Kim: Bazı şeylerin üstüne kapatmak için camdan yapılmış kapak. |
fâr |
Fâre, sıçan. |
far |
Fr. Otomobil, kamyon gibi nakil vasıtalarının önündeki kuvvetli lâmbalar. |
far' |
Budak ve ağaç başı. * Her şeyin alâsı. İyisi. * Her kavmin şereflisi. |
faraklit |
İncilde mezkur olan Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ismidir. El-Faraklit, El-Baraklit de hamdeden, hak ile bâtılı birbirinden ayıran, fâruk, hakperest mânalarına gelir. |
faran |
İncil'de Mekke dağlarına verilen isim. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Faran dağlarında zuhur edeceği İncil'de haber verilmiştir. |
faraş |
(Feraşe. den galat) Süprüntüleri toplamağa ait kulplu kutu, kürekçik. Süpürge. (Bak: Ferraş) |
farat |
Öne çıkan, geçen. * Issız yerlerde konan nişan ve işaret. * Kervan halkından önce su yerine varıp sakalık eden kimse. |
faraza |
(Esası: Farzâ) Meselâ, öyle sayalım ki, farzedelim ki, ola ki, tutalım ki. |
farazî |
(Bak: Farzî) |
faraziye |
(Fr. Hipotez) Var sayma, kabul. Bir hâdiseyi, bir olayı açıklamak, bir düşünceyi isbat etmek için isbatı yapılmamış başka düşünceleri dayanak olarak alma. |
farfara |
Hafif meşreblik. Gürültülü. Gürültüye boğmak. * Akılsızlık. |
fari' |
Yüce nesne. |
faric |
(Ferec. den) Keder ve tasadan kurtaran. |
farig |
İşini bitirmiş, boş kalmış, alâkasını kesmiş, rahat, vazgeçmiş, çekilmiş. * Fık: Tasarrufu altında olan mülkün kullanma ve tasarruf hakkını başkasına devreden. |
farih |
(C: Fevârih-Füreh) Gayretli davar. * Akıllı kişi. |
fârik |
(Fârıka) Tefrik eden, farkeden, ayıran. Ayrılmasına, farkolunmasına sebeb olan alâmet. |
fârikat |
Farkedenler, ayıranlar, farkediciler. |
faris |
İran. İranlı. * Binici, süvâri. * Ferasetli, anlayışlı. * İrandaki Şiraz vilâyeti. |
farisan |
(Fâris. C.) Osmanlı İmparatorluğunun kuruluş devrelerinde eyâletlerde hudutlardaki muhafız askerler. |
farisî |
Acemce, Farsça. İran'la alâkalı ve ona müteallik. İran dili veya halkı ile alâkalı olan. |
farisiyyat |
Fars edebiyatı, İranlıların edebiyatı. |
farit |
Geçmiş, önceki, önde bulunan. Sâbık, mukaddem. |
fariz |
Yaşlı. |
farîza |
Borç, vazife. Allah'ın açık emri olup, yapılması şart olan vazife. * Fık: Ölen bir kimsenin mirasından mirasçılara düşen hisse, pay. |
fariziyy (feraziyy) |
Feraiz bilen kişi. |
fark |
Ayrılık, başkalık. Ayırma, ayrılma, seçilme, * Başın tepesi, baştaki saçın ikiye ayrıldığı yer. |
farkadan |
(Bak: Ferkadan) |
farmason |
Fr. Mason. Dinsiz, imansız. (Bak: Mason) |
fars |
(Fers) İran'lı. * Şark kavimleri. ◊ Yarmak. * Yırtmak. * Kesmek. |
fart |
İfrat, çok aşırı olmak. Aşırılık. * Acele etmek ve ansızın gelmek. * Yollara alamet olarak konulan işâret. |
faruk |
Hak ile bâtılı birbirinden ayıran. Haklıyı haksızı ayırmakta çok mâhir olan. |
farukî |
Hz. Ömer (R.A.) soyuna veya adâletine mensub olan. Hz. Ömer'e mensub ve müteallik. İmam-ı Rabbanî'nin bir lakabı. |
faryab |
f. Dere ve ırmak suyu ile sulanan yer. * Eski Horasan'da Belh'e yakın bir şehrin adı. |
farz |
Bir kimseyi bir vazifeye tayin etmek veya maaş bağlamak. Bir kimsenin kendi nefsine âid iken başkasına hibe ettiği muayyen bir şey. (Bunun zıddı 'karz'dır.) * Takdir veya beyan More… |
farza |
Diyelim ki, farzedelim ki, öyle kabul edelim ki, ola ki. |
farzen (farzan) |
Farzedelim ki, kabul edelim ki, diyelim ki. * Farz olarak. Farziyyeti kabul edilerek. |
farzî |
Farzedilene, tahmin olunana dair. Takdir ve tahmin usulüne dayanan ve ona müteallik. |
farziye |
(C.: Farziyyât) Bazılarına göre kabul edilir sayılan. Mevhum ve itibarî olan. Aslı isbat edilmemiş hüküm. |
faş |
Meydana çıkmış. Yayılmış. * Anlaşılmış olan. |
fas' |
Hurmanın kabuğunu soymak. |
fasafis |
Beyaz söğüt dedikleri ağaç. |
fasaha |
Ruşen olmak, parlamak. * Hâlis olmak. |
fasahat |
Doğru ve düzgün söyleyiş. Açık ve güzel ifadeli konuşma. |
fasahat-perdâz |
f. Güzel ve açık konuşan. Fasih konuşan. |
fasal |
Ek. Bilek. |
fasd |
Kan alma, hacamet. * Damar kesmek. |
fasda' |
Fe takip edatından sonra fiilinin emr-i hâzırı. |
fasete |
Fr. Tıraş olunmuş elmasın yüzlerinden her biri. |
fâsic |
Semiz. * Yüklü olmayan kısır deve. ◊ Kısır, semiz davar. |
fâsid daire |
Man: A yı B ile, B yi A ile ispat etmek. Bir düşünceyi isbat etmek için isbat edilmemiş başka bir düşünceyi delil olarak kullanmak ve bunu da isbat için isbatı istenen ilk düşünceyi doğru More… |
fâsid(e) |
Bozguncu. * Doğru olmayan. Bozuk. Müfsid. * Yanlış olan. * Fık: Aslen sahih olup, vasfen sahih olmayan. Yani, kendi nefsinde meşru' iken gayr-i meşru' bir şeye yakınlığı sebebiyle More… |
fâsih |
(Fesh. den) Vazgeçen. Dağıtıcı. Bozguncu. Fesheden. * Çürüten. |
fasîh |
Fasahat sâhibi. Hatasız olarak söyleyen. Açık ve güzel konuşan. |
fasîhane |
f. Fasahatli, fasih olana yakışır tarzda. Açıklıkla. |
fâsik |
(Fısk. dan) Günahkâr. Hak yolundan hâriç olan. Allah'ın emirlerine karşı zıt hareket eden. Büyük günahı işleyen veya küçük günahta ısrar eden kimse. |
fasika |
Fâre. |
fasikül |
Fr. Bir kitabın ayrı bir kapak içinde satılan bölümlerinden her biri. |
fâsil |
Fasıllara ayıran. Kısım kısım eden. |
fasîl |
(C: Fisâl-Fuslân) * Hâkim. * Kale duvarından kısa duvar. * Deve yavrusu. |
fâsila |
Bend. Kısım. Bölük. Durak. * Mevsim. * Mebhas. |
fasîle |
(C.: Fesâil) Anababa, ebeveyn, âile. * Familya, bir cinsten olan bitkilerin hepsi. |
fasîs |
Seyelan etmek, akmak. |
faşist |
Fr. Faşizm taraftarı. |
fasit daire |
(Bak: Fâsid daire) |
faşiye |
(C: Fevâşi) Koyun, deve ve benzeri hayvanat gibi doğurup çoğalan mal cinsi. |
faşizm |
Fr. Irkçılığa dayanan diktatörlük rejimi. |
fasl |
(Fasıl) İki şey arasındaki ek yeri. Mafsal. * Hak söz. Hak ile bâtılın arasını fark ve temyiz ile olan hüküm ve kaza. (Buna 'Faysal' da denir) Halletmek. Ayrılma. Çözme. * Bölüm. * More… |
fasm |
Bir şeyi tam kesmeyip ilişik bırakmak. |
fass |
Yüzük taşı. * Kemiğin oynak yeri. * Meyve içi. Lüb. * Kitabın bend ve mebhası. * Mektup ve emsâlinin mühürünü açmak. * Mc: Gözbebeği. |
fassad |
(Fasd. dan) Kan alıcı, kan alan. * Cerrah. |
fassal |
Dedikoducu. Herkesin kusurunu sayıp döken. * İnsanları medh ü sena eden kimse. |
fassas |
Yüzük taşı yapan kimse. |
fasur |
Gümüş tabak. |
fasye |
Darlıktan ve belâdan kurtulmak. |
fat'e |
Vurmak. * Yarmak. * Cimâ etmek. * Yere vurmak. |
fatanet |
(Fetânet) Zihin açıklığı. Çabuk kavrayış ve anlayış. Sağlam anlayış. Fıtnetlik. * Müteyakkız oluş. * Peygamberlerin sıfatlarından biridir. |
fath |
Yassı ve enli olmak. |
fâtih |
Açan, fetheden. Teshir eden, zapteden. * Kapıları selâmet üzere açan, Cenab-ı Hak. |
fâtiha |
Bir şeyin başlangıcı, ibtidası. * Mübaşeret. Başlamak. * Karar vermek. * Bir duânın sonunda veya duâya başlarken Fâtiha Suresini okumayı hatırlatan ifade. * Kur'an-ı Kerim'in More… |
fatik |
(C: Fitâk) Çeri ve öncü olan kimse. |
fatik(e) |
(C.: Futtâk-Fevatik) Eline fırsat geçtikçe adam öldüren kimse. |
fatim |
Sütten kesilmiş çocuk. |
fatimî |
(Fâtımiyye) Hz. Fatıma Sülâlesinden olmak iddiasında bulunan, önce kuzey Afrika, sonra Mısırda hükümet süren sülâleye mensub meliklerin takındıkları isimdir. (Mil: 910-1171) İsmâiliye nâmında More… |
fatin |
(Fıtnat. dan) Fıtnat sahibi, zihni açık, uyanık. İleri derecede akıllılık. ◊ (Fitne. den) Fitne çıkaran. Dinden çıkarıp azdıran. İğfâl eden. |
fatin(e) |
(Fıtnat. dan) Anlayışlı, akıllı, zeki, uyanık. |
fâtir |
Benzeri bulunmayan şeyi yaratan. Hârika üstün san'atiyle yaratan. |
fatir |
Durgun, füturlu, gevşek. * Ilık, az sıcak. |
fatîr |
Tâze şey. * Mayalanmış hamur. |
fâtir suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 35. suresi. Melâike Suresi de denir. Mekkîdir. |
fatk |
Kırma, ayırma, yarma, çatlatma. * 'Kasık yarığı' denilen bir hastalık. * Elbisenin dikişlerini sökmek. |
fatm |
Kesmek. |
fatr |
Bir şeye başlamak. * İcab eylemek. * Yarık, çatlak. * Yarmak. * Yaratmak. * Oruç tutanın orucunu açması. |
fatur |
Oruç bozacak şey. |
fatv |
Bir şeye el ile vurmak. * Cimâ etmek. |
favîna |
'Ud-us salib dedikleri nesne ki iki sınıftır; biri erkek olup uzundur, biri dişidir ki ondan kısa olur ve ikisi de kafasızdır.' |
favori |
Fr. Sakalın kulak hizasından yanağa doğru inen kısmı. * Bir müsabakayı kazanacağı tahmin edilen şahıs, takım veya hayvan. |
fay |
Fr. Arazide meydana gelen ve bir tarafı yüksek, bir tarafı alçak olan büyük yarık. |
fayih |
Kendiliğinden dağılan güzel koku. |
fayiha |
(C.: Fevâyıh) Meyve ve çiçek kokusu. * Güzel kokulu nesne. |
fayik |
Yüce, âli. |
faysal |
Karar. Hüküm. Fasıl. Hall. (Bak: Fasl) |
faz |
Fr. Ardı ardına gelen değişikliklerin her biri. Safha. |
faz' (fezâa) |
Şiddet. * Miktarından tecâvüz etmek, ölçüsünü aşmak. Rezillik etmek. |
faza |
(C: Fivâz) Zahmet, meşakkat. ◊ Karışık. |
faza' |
Sıkmak. * Çıkarmak. * Almak. |
fazah |
Boz renkli olmak. |
fazahat |
(C.: Fazâyih) Alçaklık, edepsizlik, hayâsızlık. |
fazail |
Faziletler. (Bak: Fazl - Fazilet) |
fazalat |
Necasetler, kazuratlar, murdarlıklar, pislikler. |
fazayih |
(Fazih. C.) Ayıplar, rezaletler. Sır kabilinden olan kötü hasletlerin açılıp fâş edilmesi. |
fazazet |
Sertlik, kabalık, kötü sözlülük. |
fazc |
Yarmak. * Saç dibinin terlemesi. |
faze |
Küçük çadır. |
fazfaz |
Geniş ve bol nesne. |
fazfaza (fazfâza) |
Elbisenin çok geniş ve bol olması. |
fazh |
(Faziha-Fazâha) Rüsvaylık, rezillik. * Yarmak. |
fazî' |
Korkulu nesne. |
fazîh |
Hurma koruğundan yapılan şarap. |
fazîh(a) |
Çirkin, fena. * Utanmaz, rezil. |
fazîha |
(C: Fazayıh) Alçaklığı, edebsizliği gerektiren iş veya şey. |
fazil |
(Fâdıl) Fazilet sâhibi. Üstün kimse. |
fazile |
(C: Fevâzıl) İnsandan başkalarına da geçebilen huy, haslet. |
fazilet |
Değer. Meziyet, iyilik, ilim ve iman, irfan itibarı ile olan yüksek derece. |
faziletfüruş |
f. Kendini faziletli göstermeğe çalışan. Fazilet satan. |
faziletmeâb |
f. Faziletin sığınağı olan kimse, yâni çok faziletli. |
faziletmend |
f. Faziletli, iyi huylu. |
faziletperver |
f. Fazilet sahibi, faziletsever. |
fazir |
Kırmızı, büyük karınca. * Geniş, bol nesne. |
faziz |
Tatlı su. |
fazîz |
Meni denilen sıvı. |
fazl |
Âlimlere yakışır olgunluk. * İmân, cömertlik, ihsan, kerem, ilim, ma'rifet, üstünlük, hüner, tefâvüt, inayet. * Artmak. * Artık, (bunun zıddı naks'tır). Bir şeyden bakiye kalmak. More… |
fazla |
Çok ziyâde, artık, artan. * İleri. *Gereksiz, lüzumsuz. * (C: Fazalât) Kazurat, pislik. |
fazu' |
Çocukları korkutmak için yapılan çok korkunç suret. |
fazz |
Kaba ve kötü huylu olan kimse. * Karın suyu, mide suyu. ◊ Kırmak. Dağıtmak. * Fethetmek, açmak. |
fe (fa) |
(Buna ta'kib edâtı denir) 'Sonra, hemen' mânalarını ifâde için fiillerin başına getirilen edât harfi. (Bak: Harf-i atıf) Bazan mecaz olarak vav yerinde de kullanılır. |
fe'd |
Kebap yapmak. * Kül içinde ekmek pişirmek. |
fe'fe' |
Bir söz söylerken, dile 'fe' harfi gelip, her kelimenin başına 'fe' getirerek söylemek. |
fe'fee |
Dilini 'fe' lâfzına döndürmek. |
fe's |
İki yüzlü balta. * Balta ile vurmak. |
fe'v (fe'y) |
Yarmak. * Koparmak. * İki dağ aralığı. |
feame (feume) |
Dolu olmak. |
fec' |
Bir kimsenin, musibetten dolayı elemli olması. * İncinmek. * Tasalı olmak, kederli ve hüzünlü oluş. |
fec'et |
Birdenbire. |
feca |
Kirişi çıkmış yay. |
fecaat |
(Fecâet) Merak edilecek hâl, kederlenecek kötü durum. Felâket. |
fecace (ficâce) |
Çiğlik, hamlık. |
fecayi' |
(Fecîa. C.) Belâlar, musibetler, felaketler. |
fecc |
(C.: Ficâc) Açık yer. İki dağ arasındaki geniş yol. Tarik-i vâsi'. |
feccac |
Döşek döşeten. * Erkek, zevc. |
fecere |
(Facir. C.) Günah işleyenler, günahkârlar, zinakârlar, fâcirler. |
fecfac (fecâfic) |
Çok söyleyen. |
fecî' |
Çok acı veren, acıklı. |
fecîa |
(C.: Fecâyi') Belâ, felâket, âfet, musibet, fâcia. |
fecir |
(Bak: Fecr) |
fecm |
Geniş. * Bevletmek, işemek. |
fecr |
Tan yerinin ağarması. Şafak. Sabah vakti, güneş doğmadan evvel şarkta hâsıl olan kızıllık. * Bir şeyi genişçe ikiye ayırmak. * Günah işlemek. Fücur ve fısk işlemek. Yalan söylemek. * Tekzib More… |
fecr suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 89. suresi. |
fecs |
Büyüklenmek, ululanmak, kibirlenmek. |
fecva |
Kirişi çıkmış ve ayrılmış olan yay. |
fecve |
Avlu. * Genişlik. |
fed'a |
El ve ayağı eğri olan kadın. (Müz: Efdâ) |
feda' |
Kurban. * Uğruna verme, gözden çıkarma. * Bir yere toplanmış arpa, buğday veya hurma. * Hurma ve üzüm kurutulan yer. ◊ El ve ayağın eğilmesi. |
fedaî |
Dâvası ve gayesi uğruna herşeyini çekinmeden feda edebilen. |
fedakâr |
f. Her türlü zahmetlere göğüs gererek dâvası uğruna sebat eden. |
fedakârane |
f. Canını ve herşeyini feda eder derecesinde. Her türlü eziyet ve zahmetlere göğüs gererek, dâvası uğruna sebat edene yakışacak surette. |
fedakil |
Emirlerin büyükleri. |
fedame (fedume) |
Yorgunluk. * Tembellik. |
fedaviyye |
Fedailer. Fedai takımı, serdengeçtiler. |
feddad |
şiddetli ses. Ekinci. * Çoban. |
feddan |
(C: Fedâdin) Bir çift öküz. * Bir günde bir çift öküzle sürülebilen arazi. * Daha çok mısırda yer ölçülerinde kullanılan bir kelime. |
fedek |
Irak diyarında bir beldenin adı. |
federal |
Fr. Bir devletler federasyonu ile alâkalı, yahut ona ait. |
federasyon |
Fr. Bir kaç devletin bir devlet meydana getirecek şekilde birleşmesi. * Aynı çeşitten bir çok kurulların meydana getirdiği birlik. |
fedevkes |
Arslan, esed. |
fedfed |
(C: Fedâfid) Düz yer. * Büyük sahrâ. * Yaban. * Yüksek mekân. * Sığır buzağısı. |
fedg |
Baş yarmak. |
fedgam |
(C: Fedâgım) Güzel, gökçek kişi. |
fedh |
Bir kimseyi borca sokmak. * Ağır işe giriftar etmek. |
fedîd |
Ses, savt, sada. |
fedir |
Akılsız, ahmak kimse. * Zayıf ve âciz kimse. |
fedk |
Atmak. * Tezyin etmek, süslemek. |
fedm |
Ahmak, bön, kalın kafalı, budala. * Yaşamak. * Yaşlanmak, ihtiyarlamak. * Yorulmuş, sakil kimse. |
fedn |
Kısaltmak. |
feel |
(C: Fuul) Fal tutmak. |
fega |
Buğdayın çürümesi. * Hurma koruğunun çürümesi ve çürüğü. |
fegak |
Haremini yabancılardan sakınmayan, kaltaban. |
fegam |
Haris olmak. |
fegane |
f. Düşük (çocuk). |
fegv |
Kına çiçeği. |
feha |
(C: Efhâ) Çorbaya katılan veya dövüp yemek üzerine ekilen bir ot. * Soğan. ◊ Horultulu uyku. * Şişman kadın. * Ayaklarda olan gevşeklik. |
fehahe |
Yorulmak. * Aciz olmak, güçsüzleşmek. |
fehale |
Erkeklik, aygırlık. |
fehame |
Ululuk, büyüklük. |
fehava |
(Fehavi) (Fehvâ. C.) Mefhumlar, kavramlar, anlamlar, mânâlar. |
fehc |
(C: Efhac-Fahcâ) İnsanın veya hayvanın iki baldırının arası birbirine yakın olması. |
fehca' |
Râzı olmak. |
fehd |
(C: Fühud) Pars denilen canavar. * Semer ortasındaki mıh. * Gafil olmak. |
fehek |
Dolu olmak. |
feheka |
(C: Fihâk) Buzağı başı. |
fehem |
(Fehim - Fehm) Anlayış. Zihnen kavrayış. |
fehh |
(C: Fihâh-Fuhuh) Avlanacak âlet. * Kapan. ◊ Yorulmuş âciz kişi. |
fehha |
Uyku içinde horlamak. * Çağırmak. |
fehhad |
Parsa av öğreten. |
fehham |
Çok anlayışlı, pek zeki, en çok anlayan. |
fehhe |
Zillet, horluk. * Yaramaz söz. |
fehîc |
Yılan sesi. |
fehîl |
Kerim, cömert adam. Ulu ve kuvvetli kimse. |
fehim |
(Bak: Fehem) |
fehîm |
(Fehm. den) Anlayışlı, akıllı, zeki (kimse.) ◊ Kömür. |
fehîre |
İçine kızmış taşlar bırakarak kaynatılan ve üzerine un konulan ayran. |
fehlel |
Bâtıl. |
fehm |
Ulu kişi. |
fehme |
(C: Fuhem-Fuhum) Kömür. * Karanlık. |
fehs |
(C: Efhâs) Her nesnenin içi. ◊ Diliyle elini yalamak. |
feht |
Ay aydınlığı, ay ışığı. |
fehur |
Fahirlenen, övünen. * Nazlanan. * Büyük nesne. * Büyük deve. |
fehva |
(C.: Fehâvi) Mefhum, kavram, anlam, mânâ. |
fehz |
(C: Efhâz) Kişinin gayet yakın olan kabilesi. * Uyluk. |
fek' (füku) |
Üzüntü veya kızgınlıktan dolayı başını aşağı eğip, nereye gittiğini bilmeden gitmek. |
fekahe |
Latife etmek, şaka yapmak. * Gururlanmak, tekebbürlenmek. |
fekahet |
Lâtifecilik, şakacılık. ◊ (Bak: Fakahet, Fakih) |
fekih |
Mütekebbir, gururlu ve şerli kimse. |
fekk |
Açmak. Ayırmak. * Kırmak. * Kaldırmak. * Kesmek. * El ve bilek, yerinden burkulup çıkmak. * Rehin verilen şeyi kurtarıp çıkarmak. * Köle azadetmek. * Pir-i fâni olmak. |
fekkeyn |
İki çene. Alt ve üst çene. |
fekn |
Nâdim olmak, pişmanlık duymak. |
fekr |
Etraflıca düşünme. |
fel' |
Yarmak. |
felâ |
Öyleyse. O zaman. O halde... (gibi mânalara gelir.) |
fela (felat) |
(C: Felevât) Sahra, çöl. |
felâ cerem |
Şüphesiz. Muhakkak. * Düşündürücü değil. |
felah |
f. Başlangıç, mebde'. İbtida. |
felâh |
Selâmet. Saadet. Kurtuluş. Hayır ve ni'metlerde refah, rahatta dâim olmak. Fevz ve zafer. Necat ve beka. * Sahur yemeği. * Şakketmek. |
felah-yab |
f. Kurtulan, kurtuluşa eren, felah bulan. |
felahan |
f. Sapan. Taş atmaya mahsus âlet. |
felahat |
Çiftçilik, ekincilik, ziraat, haraset. (Bak: Filahet) |
felak |
Tan zamanı, subh, fecir. * İki tepe arasındaki düzlük. * Bütün mahlukat. * Suçlunun ayağına vurulan tomruk, falaka. * Cehennem. |
felak suresi |
'Kur'an-ı Kerim'de 113. suredir. Nâs Suresiyle beraber ikisine Muavvezeyn; İhlâs suresi ile beraber olursa üçüne Muavvezât adı verilir. (Bak: Muavvezetan)' |
felaket |
Belâ, musibet, âfet, dâhiye. Bedbahtlık. |
felaketdide |
Felakete düşmüş. Felâket görmüş olan. |
felaketzede |
f. Belâya uğramış, bir musibete düşmüş, acınacak hale gelmiş olan. |
felan |
İnsanlar içinde alem isimlerden kinâye bir isim. |
felasife |
Felsefeciler. Filozoflar, felsefe ile uğraşanlar. * Düşüncesiz, kaygısız, rahat yaşayanlar. * Dinsizler. |
felat |
Sahrâ, çöl. şenliksiz yer. |
felc |
Nüzul, inme. Vücudda bir kısmın veya çok kısımların hareket etmekten âciz kalışı. * İki kısma yarılmak. * Küçük nehir. * Fevz, zafer. |
felces |
Haris kimse. * Baldırı ve mak'adı zayıf olan kadın. |
felec |
Küçük nehir. * Dişlerin seyrek olması. * El eğriliği. |
felehdem |
Büyük deniz. * Hafif nesne. |
felek |
Gök, gök katı, devir. * Tâli', baht. * Büyük ve dâirevi olan şey. * Her gök seyyaresinin gezdiği âlem. * Dünyâ, âlem, * Bir zilli âlet. * Yuvarlak kütük, kızak.(Felek her türlü esbab-ı More… |
felekî |
(Felekiyye) Feleğe mensub. Felekle ilgili. * Astronomik. |
felekiyyat |
Göklerin ilmi. (Kozmoğrafya, Astronomi) |
felekiyyun |
Gök ilmi ile uğraşanlar. (Astronomlar, Kozmoğrafyacılar) |
felekmeşreb |
Mc: Sözünde durmaz, verdiği sözü tutmaz. * Kimine yâr olur, kimine olmaz. |
felekseyr |
f. Hareketleri ve gidişi süratli olan. |
felekzede |
f. Feleğin kahrına uğramış, tâlihsiz. |
felence |
Hoş kokulu sarı renkli bir tohumdur. Yemen'den gelir. * Besbâse yaprağı. |
feletat |
Lisanın döküntüleri, iradesiz ağızdan çıkan söz veya kelime. * Ansızlık. * Her ayın son geceleri. (Bak: Hey'atin feletâtı) |
felevat |
(Felât. C.) Susuz çöller, sahralar. |
felfak |
Ağaç dibinden çıkan budağın yaprağı. |
felfel |
İri gövdeli, semiz adam. |
felfele |
Yemeğe biber katmak. |
felh |
(C: Füluh) Yarmak, şakk. * Kesmek. |
felha |
(C: Eflâh-Felhâ) Alt dudakta yarık olması. |
felhem |
Çulha mekiği. |
felîce |
Kaftan ve bez parçası. |
felihaza |
(Fe-li-zâlik) Bunun için, şunun için, imdi (mânasında.) |
felîl |
Bir yere toplanmış kıl. * Devenin azısı. |
felîmun |
şebrem denilen ot. |
felizalik |
(Bak: Felihâzâ) |
felk |
Yarmak, şakk. |
felkam |
Geniş, vâsi'. |
felke |
Ayın dolunay şekli. |
fell |
(C: Fülül - Eflâl) Gedik, rahne. * Yaralamak. * Cenkte askeri bozmak. Harbdeki askerin bozulması. * Kılınç yüzündeki açılan gedik. * Susuz kır yer. * Güruh, cemaat. * Muvakkat delilik. |
fellah |
Ekinci, çiftçi, ziraatle uğraşan arab. * Zenci, siyah arab. |
fellaz |
Bostancı. |
felluce |
(C: Felâlic) Ziraate müsait yer. |
fels |
(Füls) (C: Fülüs) Pul, Bakır para. * Balık pulu. |
felsefe |
Yunanca (Philosophos)dan Arapçalaşmış. Feylesofların mesleği. * İlm-i hikmet. * Maddeyi, hayatı ve bunların çeşitli tezâhürlerini, sebeblerini, ilk unsurları ve gaye cihetinden inceleyen More… |
felsefî |
Felsefeye mensub ve felsefe ile alâkalı. |
felsefiyyat |
Felsefe ile ilgili bilgi ve düşünceler, hikmet bilgileri. |
felte |
Ansızlık. * Darlık. * Her ayın son gecesi. |
feltut |
Küçüklüğünden dolayı iki tarafı gelip birleşmiyen elbise. |
felüvv(e) |
(C: Eflâ-Felâvâ) Atın yavrusu. Tay. |
fely |
Bit toplamak. * Şiirin ince mânâlarını çıkarmak. * Kesmek. * Kılıç ile vurmak. |
felyun |
Ermeni kili. |
fem |
Ağız. Dihen. (Kelimenin aslı: 'Feveh' veya 'Fâh' dır.) |
femî |
Ağızla alâkalı. Ağıza âit. |
fen |
(Bak: Fenn) |
fen' |
Malın çok olması. * Misk kokusunun etrafa yayılması. * Bir kimsenin iyiliğini ve ihsanını söyleyip methetmek. |
fena |
(Beka'nın zıddı) Yokluk. Yok olma. * Geçici dünya. * Geçip gitme. * Tas: Kendi varlığından geçmek. * Kötü. * Devamlı olmayan. * Çok kocamış olmak. |
fenafilihvan |
'(Fenâ fi-l-ihvân) Tefâni. Yani; kardeşlerin birbirinde fâni olması; kendi hissiyat-ı nefsaniyesini unutup, kardeşlerinin meziyyât ve hissiyâtı ile fikren yaşaması. Samimi ihlâs üzerine More… |
fenafillah * Tas: Abdin zât ve sıfâtının, Hakk'ın zât ve sıfâtında fâni olması. Başka bir ifade ile |
Dünya alâkalarını külliyen kat' ve ehadiyet dergâhına tam bir teveccühle More… |
fenafişşeyh |
(Fenâ fiş-şeyh) Tas: Bütün maneviyatını şeyhin manevî şahsiyetinden, feyzinden almak manasına gelen bir tabirdir. |
fenagâh |
f. Fânilik yeri olan bu dünya. |
fenapezîr |
f. Fena bulan, yok olan. Fenayâb da aynı mânada kullanılır. |
fenat |
(C: Fenevât) Tilki üzümü. * Vahşi sığır. |
fence |
Bir nevi toprak çanak. |
fend |
f. Mekir, hile, desise, yalan, dolan. ◊ Büyük dağ. |
fened |
Yalan söz. * İhtiyarlıktan dolayı aklın zayıflaması. |
fenek |
Kursak. * Körük yapılan şey. |
fenen |
(C: Efnân-Efânın) Budak. * Üslup. |
feng |
f. Acı hıyar, ebucehil karpuzu. |
fenh |
Kahretmek. Zelil kepaze etmek. |
fenh (fünuh) |
Su içerken tamamen kanmadan vaz geçmek. |
fenhar |
Büyük taş. |
fenîh |
Kahrolmuş. |
fenik |
(C. Finak-Efnâk) Gayet kerim ve necip olan. |
fenîk |
İki çenenin bitiştiği yer. * İki uyluğun bitiştiği yer. |
fenîn |
Erkek deve. |
fenk |
Nimetlenmek. ◊ İnat. |
fenn |
Hüner. Mârifet. * San'at. * Tecrübe. * İlim. * Nevi, sınıf, çeşit, tabaka. * Türlü. * Fizik, kimya, biyoloji, matematik ilimlerinin umumi adı. * Tatbikat ve isbat ile meydana gelen More… |
fennen |
Fence, fenne uygun olarak, fen vâsıtası ile. |
fenniyat |
Teknik bilgiler. (Teknoloji) |
fer |
'f. Işık, parlaklık, zinet, süs. * Fazl ve vakar. * İktidar; şevket, kuvvet.' ◊ (Ferr) Geri çekilme, kaçma, firar. |
fer' |
Şube, kol. İkinci derecede olan. Dal budak. * Bir aslın neticesi. * Bir cemaatın şerefli ve daha meşhuru. * Kazancı olan mukayyed mal. Hâzır ve muhâfaza altında olan. * Yükseğe çıkmak ve iki More… |
fer'a |
(C: Furu') Bit. * Yüksek yer. |
fer'î |
(Fer'iyye) Esasa âit olmayan. Kollara ve şu'belere âit ve müteallik. |
fera' |
Devenin ilk doğurduğu yavru. |
ferace |
Örtünecek gibi olan ve giyilen bol elbise, cübbe. * Kadınların üzerlerine örttükleri örtü. Bütün vücudu kaplayan geniş örtü. (Bak: Cilbâb) |
feradîs |
(Firdevs. C.) Cennetler, firdevsler. * Bahçeler. |
ferag |
Vaz geçmek. Hiç bir şeyle meşgul olmayıp dinlenmek. * Boşaltma. ◊ f. Serin serin esen rüzgâr. |
ferag ü intikal |
Alım satımda tapu muâmeleleri. |
feraga(t) |
Tok gözlülük. Hakkından vaz geçmek, bir şey istememek. Şahsî dâvasından vaz geçmek. * Boşalmak, hâlî olmak. |
ferah |
Şen, sıkıntıda olmayan. İç açıcı. Şenlendiren. * İnşirah. Sevinç. ◊ f. Bol, geniş, vâsi'. Fazla, ziyade. Açık. |
ferah-aver |
f. Sevinç getiren, sevindiren, ferah getiren. |
ferah-bahş |
f. Sevinç veren, sevindiren. Ferah bağışlayan. |
ferah-dehen |
f. Geveze, boşboğaz. * Geniş ağızlı, ağzı büyük. |
ferah-dest |
f. Eli açık, cömert. |
ferah-ebru |
f. Sevimli, güler yüzlü. |
ferah-efşan |
(Ferah-feşân) f. Sevinç veren, ferah saçan. |
ferah-efza |
(Ferah-fezâ) f. Sevinç artıran, ferah artıran, safalı, iç açıcı. |
ferah-engiz |
f. Meşhur bir cins lâle. |
ferah-gâm |
f. Bahtiyar, mes'ut, mutlu, saadetli. |
ferah-na |
f. Geniş yer. Büyük saha. * Bolluk, bereket. Genişlik. |
ferah-nak |
f. Neş'eli, sevinçli. |
ferah-rev |
f. Acele acele ve geniş adımlarla yürüyen. |
ferahe |
Zeyreklik. Çok akıllılık. Davarın gayretli olması. |
ferahem |
f. Toplu, devşirli. * Birikme, yığılma, toplanma. |
ferahet |
f. şan ve şeref. |
ferahî |
f. Genişlik, bolluk. Ucuzluk. |
ferahur |
f. Uygun, lâyık, münasib. |
feraine |
(Fir'avn. C.) Fir'avunlar. Mütekebbirler. İmansızlar. |
ferâiz |
(Farîze. C.) Allah'ın farz kıldığı ibadetler, yapılması mecburi olan din emirleri. * Şeriatın hükümleriyle mirasçılar arasında mal taksimi bilgisi. İslâmın miras hukuku. |
ferak |
(C: Efrâk) Korku. * Büyük ölçek. |
feramîn |
(Fermân. C.) Buyruklar, fermanlar. |
feramuş |
f. Unutma, hatırdan çıkarma. |
ferancemşek |
Reyhan karanfili. |
feraşe |
Pervane denilen kelebek. * Kilit damağı. * Su gittikten sonra yer üstünde kalıp kuruyan balçık. * Az su. * Hafif kimse. |
feraset |
(Bak: Firâset) Anlayışlılık, çabuk seziş. (Aslı firâsettir) ◊ Binicilik, süvarilik, yiğitlik. |
feraşet |
Süpürücülük ve döşeyicilik. Kâbe-i şerifeyi süpürenin hizmeti. |
feratik |
Şiradan ve pekmezden yapılan pestil. |
feravvuc |
Küçük oğlan gömleği. |
ferbal(e) |
f. Çardak. Etrafı pencerelerle kaplı yazlık köşk. |
ferbih |
f. Etli, besili, semiz. |
ferbihî |
f. Semizlik, topluluk, etlilik. |
ferc |
Yarık, çatlak. Korkulacak yer. * Ud yeri. Dişi tenasül âleti. ◊ f. Kadir, kıymet, mertebe. |
fercam |
f. Son, uç. |
fercam-gâh |
f. Son mekân, âkibet yeri. * Mc: Kabir, mezar. |
fercar |
Pergel. |
ferce |
Gamdan ve tasadan kurtulmak. * Kurtuluş. * Şiddetten kurtulmak. * Yarık, şak. * Girecek yer, medhal. * Açıklık, ferahlık. |
ferd |
Tek, bir, yekta. Eşi, benzeri olmayan. |
ferd-a-ferd |
f. Tek tek, ferd ferd. |
ferda |
f. Yarın. Bugünden sonraki gün. * Arapçada: Bir olarak. Tek olarak. |
ferdaniyet |
Yalnızlık, teklik. Ferdlik. Yektâlık. |
ferdî |
(Ferdiye) Tek şey, bir tek. * Fertle ilgisi olan. |
ferdiyet |
Cenâb-ı Hakk'ın birliği. Vahdetle bütün kâinata birden tasarruf eden Allah'ın (C.C.) sıfatı. (Bak: Tevhid.)Ferdiyet mânası insanlara isnad edilirse. Sadece bir olup, benzeri. |
ferec |
Sıkıntıdan kurtulmak, zafer, inşirah, kederden kurtulmak. Genişlik, ferahlık, fütuhat. * Girecek yerler. |
ferek |
Kulağın sarkık ve sülpük olması. |
ferengîs |
f. Zühre yıldızı, Venüs gezegeni, çoban yıldızı. |
feres |
At, kısrak. |
ferfah |
Semizotu. |
ferfar |
Geveze, farfara, çalçene. |
ferfere |
Farfara, akılsızlık, hafif meşreplik. * Patırtıcı, gürültücü, ağzı kalabalık. |
ferg |
Gönden yapılan kovanın dikişi arasında su sızan yer. |
fergand(e) |
f. Fena koku, kokmuş. * Sarıldığı ağacı kurutan bir cins sarmaşık. |
ferh |
Civciv. Tavuk veya kuş yavrusu. * Nebatların diplerinde çıkan filiz. |
ferhal |
f. Karışık ve kıvırcık olmayan uzun saç. |
ferhan |
(C.: Ferâhî) Ferahlı. Sevinçli. Şâdan. Mesrur. |
ferhaş |
f. Kavga, savaş, muharebe, dövüş. |
ferhat |
Rahatlık. Sevinç. Meserret. Sürur. |
ferhenk |
f. Edeb. İyi terbiye. * Hüner. Hikmet. Azamet. Mârifet. Bilgi. * Lügat kitabı. |
ferhest |
f. Büyü, sihir, sihirbazlık. |
ferhud |
Dağ keçisinin dişisi. |
ferhunde |
f. Mes'ut, saadetli, mutlu, mübarek. Uğurlu. |
ferhunde-pâ(y) |
f. Ayağı uğurlu olan. |
ferhunde-tâli' |
f. Şanslı talihi yaver. Mes'ut, mutlu, saadetli. |
ferhundegî |
f. Mes'utluk, mutluluk, mübareklik, kutluluk. Uğurluluk. |
feribot |
ing. Araba vapuru. |
ferîd |
f. Katılaşmış şey, donmuş nesne. * Avcı kuş. |
ferid(e) |
Benzeri pek nâdir bulunan. Benzeri bulunmayan, yektâ. * Doğrudan doğruya Kur'andan ders alıp ders veren ve kuvve-i kudsiye sahibi olan Evliyaullah. Yalnız ve münferid. * Zamanında eşine More… |
feride |
f. Kendi ihtiyariyle hareket eden, gururlu, kibirli kimse. |
ferig |
Yorga at. |
ferih |
Sevinçli, ferahlı. Fahur. Ferhan. |
ferih fahur |
Sevinçli olarak, iftihar ederek. |
ferihan |
(Fârihan) Sevinçli olarak, iftihar ederek. |
ferîk |
Tümen (Fırka) kumandanı. Korgeneral. * İnsan kalabalığı. Büyük insan bölüğü. ◊ Buğday tanesinin olgunu, öğütülecek hâle gelmiş buğday tânesi. |
ferîka |
Koyun sürüsü. * Böy dedikleri ot. |
ferîkayn |
İki mukabil taraf, iki askeri fırka. |
ferîs |
(C: Fersâ) Ağaç halka, çenber. * Yaralı. Maktul. |
ferîş |
Yakında doğurmuş hayvan. |
ferîsa |
(C: Feris-Ferâyis) Boş böğür ile kürek arasındaki et. |
ferişte |
(Ferişteh) f. Melek. Günahsız. Masum. Yumuşak huylu. |
ferîz |
Takdir edici. * Hükmedici. * Yaşlı, ihtiyar. |
ferk |
El ile bir şeyi ovmak. * Buğz ve adâvet etmek, düşmanlık yapmak. |
ferkaa |
Parmak çıtlatmak. |
ferkadan |
Şimâl kutbuna yakın parlak ve küçük ayı kümesine tâbi ve gece istikamet bulmağa yarayan, sık sık karşı karşıya gelen iki yıldız (İkizler mânasına). |
ferkade |
Sergerde kimse. |
ferla |
(C: Ferala) Kırba ağzı. |
ferma |
f. Buyurucu. Emredici. Âmir. |
ferman |
f. Emir. Tebliğ. |
ferman-berdar |
f. Fermana uyan, emre uyan. |
ferman-dih |
f. Hükmü geçen, verdiği emri dinlenen. |
ferman-reva |
f. Pâdişah, hükümdar. * Emri kabul edilen. |
fermayiş |
f. Emretmek. Buyurmak. |
fermend |
f. şan ü şeref ve mevki sahibi olan kişi. |
fermene |
İşlemeli dar ve yuvarlak yanlı yelek. * Eskiden esnaf tabakasına mahsus elbise. |
fermude |
f. Buyruk. Emir. Kumanda. |
fernas |
f. Şaşkın, dalgın, gafil. * Şaşkınlık, gaflet, dalgınlık. |
ferneb |
Fâre. |
fernud |
f. Hüccet, delil, bürhan. |
fernun |
Kanbel otu. |
ferr |
Kaçmak. Firar etmek. * Davarın yaşını anlamak için dişini görmek. |
ferra |
Kürkçü kimse. |
ferraş |
'Cami, mescid, imaret gibi müesseselerin temizliğini sağlamak; ve kilim, halı ve hasır gibi mefruşatını yayma hizmetleriyle vazifeli olan kişiler hakkında kullanılır bir tâbirdir. More… |
ferruc |
(C: Ferâric) Tavuk pilici. |
ferruh |
f. Mübarek, kutlu, uğurlu. |
ferruh-fâl |
f. Bahtı açık, şanslı, talihli, uğurlu.Ferruhî : f. Mübareklik, uğurluluk, meymenet. |
ferruh-zâd |
f. Mübarek evlât, uğurlu çocuk. * Hayırlı, kutlu, mübarek. |
fers |
Dağıtmak. Saçmak. * Ciğer parçalamak. * Hurma çekirdeğinin kabuğunu soymak. * Atın pisliği. Fışkı. ◊ Yırtmak. * Parçalamak. * Katletmek, öldürmek. * Boyunlamak. |
ferş |
Yer. Yeryüzü. * Döşeme. Döşeyiş. Yaymak. Yayılmak. Döşenmiş şey. * Küçük develer. |
fersa |
f. Mahveden, yoran, aşındıran manasına kelimelere bitişir. Meselâ: Tahammül-fersa - Tahammül bırakmayan. Tâkat-fersa - Tâkatsız düşüren, tâkat bırakmayan. |
fersah |
Uzunluk ölçüsü birimidir, iki çeşittir. Deniz fersahı: 5555 m. Kara fersahı: 4444 m. * İki şey arasındaki açıklık. * Sükun ve hareket arasındaki vakit. * Zaman. Saat. * Dâimî . |
fersah fersah |
(Uzaklık için) Çok çok. Çok fazlaca uzak. |
fersan |
f. Derisi kürk yapımında kullanılan bir sansar cinsi. |
ferse |
İnsanın boynunda ve arkasında olan ve gittikçe zaaf verip boynunu ve belini eğip, helâk eden yel. |
ferşeha |
İki ayak arasını açmak. |
fersendac |
f. Ümmet. |
ferseng |
(Bak: Fersah) |
fersud(e) |
f. Eskimiş, yıpranmış. * Eski, yırtık. |
fersude-gî |
f. Eskilik, yıpranış, fersudelik. |
fertut(e) |
f. Pir, çok ihtiyar. * Bunak, kocamış. |
fertute |
Kadın esirler hakkında kullanılan tâbirlerdendir. Esir edilen kadınlar hakkındaki diğer tâbirler şunlardır. Mâriye, ümmülveled, acuze, duhter, yekdest, yekçeşm, mâyube. (O.T.D.S.) |
fertutî |
f. İhtiyarlık, pirlik, bunamışlık, bunaklık. |
feruka |
Böğürün yağı. * Korkak kişi. |
ferve |
(C: Füre'-Firâ) Baş derisi. * Bir parça toplanmış kuru ot. * Servet, zenginlik. * Kürk. ◊ f. Bazı hayvanların makbul olan derileri. Kürk. |
fery |
İyi iş işlemek. * Meşin dikmek. * Yaramaz iş. Bir nesneyi ıslah için kesmek. |
feryad |
f. Bağırıp çağırma. Yüksek sesle medet istemek. Figan. |
feryad-bahşa |
f. Feryâd ettiren, bağırttıran. |
feryad-han |
f. Yardım isteyen. |
feryad-res |
f. Feryâd edenin imdâdına koşan, yardımına gelen. |
ferz |
Çukur yer. * Düz yer. * Ayırmak. |
ferza' |
Pamuk çekirdeği. |
ferzah |
Akrep isimlerinden bir isim. |
ferzan |
İlim ve hikmet. |
ferzane |
f. Bilgili kimse. Hakîm, feylesof. * Tas: Nefsanî alâkalardan sıyrılmış kimse. |
ferzane-gî |
f. Üstünlük, rüçhaniyet. * Bilgi. |
ferzend |
(C.: Ferzendân) f. Yavru. Çocuk. Veled. |
ferzendâne |
Evlâd gibi. Evlâda yakışır surette. |
feş' |
Böğürtlen ağacına benzer bir ağaç. |
fes'e |
Sâkin olmak, sâkin etmek. |
fesa |
Eskimek. * Vurmak. ◊ Bıçak. |
fesad |
Bozuk ve fenalık. Karışıklık. Haddi tecavüz edip zulmetmek. (Zıddı: Salâh'tır.) |
fesad-amiz |
f. Oyunbozanlık eden, fesat karıştıran. |
fesadat |
(Fesad. C.) Bozukluklar. Kötülükler. Karışıklıklar. |
feşafeş |
f. Hışıltı. * Atılan okun, havada giderken çıkardığı ses. |
fesafis |
Kesmez kılıç. |
fesahat |
(Bak: Fasahat) |
feşak |
Sürur, neşe, sevinç, neşat. |
fesakî |
(Fıskıyye. C.) Fıskiyeler. * Çocukların oynadıkları su püskürten oyuncaklar. |
fesale |
(Füsule) Alçak ve asılsız olmak. |
feşan |
f. Saçma. Neşretme. * Yayıcı. Serpici olan. |
fesane |
f. Asılsız hikâye. Masal. (Bak: Efsane) |
fesar |
f. Yular. |
feşar |
f. Sıkıcı. Sıkan. Sıkıp suyunu çıkaran. |
fesc |
Her nesnenin boşu. |
feşc |
Ayağını ayırıp apışmak. |
fesda' |
(Bak: Sada') |
feseka |
(Fâsık. C.) Fâsıklar. (Bak: Fâsık) |
feşel |
(C: Efşâl) Korkak olmak. |
feşfaş |
Yassı kılıç. |
feşfeşe |
Uykudan uyandırmak. |
feşg |
Dağıtmak. * Vurmak. |
feşga |
'Dağılmış; münteşir.' ◊ Pamuk parçası. |
fesh |
Bozmak. Hükümsüz bırakmak. Kaldırmak. * Zayıf olmak. * Bilmemek. Cehil. * Re'y ve tedbiri ifsad eylemek. * Zaif-ül akıl. Zaif-ül beden. * Tembellik yüzünden gayesine erişemeyen. * More… |
feşh |
Başına el ile vurmak. |
fesîh |
(Füshat. den) Açık, geniş. |
fesil |
(C: Efsâl-Fisâl) Adi, yaramaz kimse. * Bağ çubukları dikmek. |
fesîl |
(C: Füslân) Hurma ağaçlarının küçüğü. * Her nesnenin kemi ve yaramazı. |
feşil |
(C.: Efşâl) Korkak, cesaretsiz, yüreksiz. |
fesît |
Tırnak kesintisi, tırnak parçası. |
fesk |
Yola gitmek. * Kan döküp adam öldürmek. |
feşk |
Kırmak. |
fesr |
Beyan etmek, açıklamak. * Tabibin suya bakması. |
fess |
Kıtlık günlerinde tohumundan ekmek yapılan bir ot. |
feşş |
Eritmek. * Süt sağmak. * Çıkarmak. * Yabani olan keçiboynuzu ağacının yemişi. |
festat |
(Bak: Fustât) |
festemi' |
(Fe-istemi') Dinle, işit (anlamında bir kelimedir.) (Fe) ile (İstemi') emr-i hazırından ibarettir. |
festival |
Fr. Çeşitli sebeplerle yapılan ve birkaç gün süren şenlik. |
fesv |
(Fesüvv) Yellenmek. |
fet'e |
Zikretmek. |
feta |
(C.: Fitye, Fityan veya feteyân) Genç. Delikanlı. * Cömert. ◊ (Fetâne) (C: Eftâ) Yassı ve çökük burunlu olmak. |
fetah |
Yumuşak. |
fetak |
Fıtık. Kasığı şişmiş olan kimse. |
fetake |
Gadretmek, öldürmek. |
fetanet |
(Bak: Fatânet) |
fetase |
Yassı çökük burunlu olmak. * Büyük boncuk. |
fetat |
Kuvvetli, genç kadın. |
fetehat |
(Fetha. C.) Fethalar, arapçadaki üstün işaretinin adı. |
fetel |
Devenin iki kollarının, yanlarından uzak olması. |
feteva |
(Fetva. C.) Fetvalar. Ehliyet sâhibi bir din âliminin bir mes'ele hakkında müsbet veya menfî haber ve malûmatları. (Bak: Fetva) |
feth |
Açma, başlama. * Zaptetme. Ele geçirme. Zafer. Nusret. * Faydalı şeyleri elde etmek için yolları açmak. Muğlak şeyleri açmak. |
fetha |
Gr. Arabçada harfleri (E, A) diye okutan işâret, üstün. |
fetha (fetaha) |
(C.: Füteh-Fütuh-Fethât) Kaşı olmayan halka yüzük. * Büyük yüzük. * Tavşancıl kuşu. |
fethî |
Fetih ile alâkalı. Fethe âit. * Ferahlık verici. |
fetih |
(Bak: Feth) |
fetih suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 48. suresi. |
fetik |
Dülger. * Sabah. * Parlayıcı nesne, parlak olan şey. |
fetîl(e) |
Yaralara konulan tiftik. * Lâmba fitili. * Deriden çıkan kir. * Örgü. |
fetîr |
Taze nesne. * Cıvık hamur. * Acele anlaşılan. |
fetîs |
Büyük çekiç. |
fetişizm |
Fr. Küçük putlara ve heykellere tapma âdeti. Putçuluk. Kadın resimlerine veya heykellere fazlaca sevgi beslemek hastalığı. |
fetît |
Terit altına konulan ekmek parçaları. |
fetiyle |
Yanmış fitil ucu. * Bükülmüş ince sicim. * İki parmak arasındaki kir. |
fetk |
Şak etme. Ayırma. Yarma. Yarılma. * Tıb: Dikilmiş bir şeyi söküp ayırmak. * Kasık yarığı, kasık zarının yarılması ile barsakların torba içine dolmasından ibaret sakatlık. Fıtık hastalığı. * More… |
fetkelîn |
Belâ. Zahmet. |
fetl |
Bükmek. * Yüz döndürmek. |
fetn |
Yakmak, ihrak etmek. |
fetret |
Uyuşukluk, zayıflık. * Vahy ve semavî hükümlerin sükûn zamanı olduğu için, iki peygamber-i zişan devirleri arasındaki zaman. |
fetş |
Sorup aratmak. |
fett |
Kırmak, kesr. |
fettah |
(Fetih. den) En iyi, en çok fetheden. Darlıktan kurtaran. Her şeyi en iyi cihetten açan. Her şeyi açan. |
fettak |
(Fetk. den) Kanlı katil, çok sayıda insan öldürmüş kimse. |
fettan |
Fitneci. Kurnaz. Fitne çıkaran. Karıştıran. * Hırsız. * Şeytan. * Altın eriten kuyumcu. |
fettane |
Mehenk taşı. Altun ve gümüşü muâyeneye yarıyan taş. |
fette |
Açmak. * Yardım. * Hüküm. |
fetur |
Oruç açacak nesne. * Yaratmak. * Yarmak. * İki parmağıyla kaşımak. |
fetut |
Ekmek parçaları. |
fetva |
Bir hâdise, bir muâmele hakkındaki hükm-ü şer'îyi ehli olanın haber vermesi ve o hükme dair verilen mâlumat, bilgi. |
fevahiş |
(Fâhiş. C.) Fâhiş işler. Bozuk işler. Kötü ve haram olan işler, ameller. |
fevâid |
(Fayda. C.) Faydalar. Faydalı şeyler. |
fevaih |
(Fâih. C.) Meyve ve çiçek kokuları. |
fevait |
(Fevt. C.) Fevt olmuş şeyler. * Vaktinde kılınmamış namazlar. |
fevak (füvâk) |
İki sağım arasında devenin memesinde sütün birikmesi. * Rahat. * Rücu. * Uzun boyunlu bir nevi su kuşu. |
fevakih |
(Fâkihe. C.) Meyveler, yemişler, fâkiheler. |
fevaris |
(Fâris. C.) Atlılar, biniciler. |
fevasil |
(Fâsıla. C.) Fâsılalar. (Bak: Fâsıla) |
fevatih |
(Fâtiha. C.) Fâtihalar. Başlangıçlar. * Son vermeler. * Bir kitabın mukaddemeleri. |
fevazil |
(Fâzıla. C.) (Bak: Fâzıl) |
fevc |
Dalga. Bölük. İnsan kalabalığı. Cemaat. Takım. * Koşmak. Sür'at etmek. * İyi kokunun dağılıp yayılması. |
fevc fevc |
Dalga dalga, kısım kısım, takım takım, akın akın, cemaat cemaat. |
fevd |
Tavşancıl kuşunun kanadı. * Ölmek. * Canip, taraf, yön. ◊ Bir işi veya emri başkasına teslim etmek. |
fevdec |
(C: Fevâdic) Mahfe. |
fevehan |
(Fevh. C.) Güzel kokular. |
fevehat |
(Fevha. C.) Güzel kokular. |
feverân |
Maddi ve manevi kaynayıp fışkırmak. * Köpürmek. * Coşmak. * Kokunun etrafa yayılması. * Depreşmek. * Şiddet. |
fevg |
şişman olmak. |
fevga' |
İri vücutlu, şişman kadın. |
fevh |
Yaradan kan fışkırması. * Bolluk, genişlik. * Güzel kokunun yayılması. * Kaynamak. ◊ Ağız büyüklüğü. ◊ Kokmak. |
fevha |
(C.: Fevehât) Güzel koku. |
fevhed |
Semiz oğlan, şişman çocuk. |
fevk |
Üst. Üst taraf. Yüksek derece. Yukarı. |
fevkalâde |
Âdetin fevkinde. Ayrıca, hususi surette. Bilinenlerin üstünde. Müstesna ve yüksek bir surette. |
fevkalbeşer |
(Fevk-al beşer) İnsan gücünün üstünde, insanüstü. |
fevkalgaye |
Son derecede. |
fevkalhad |
(Fevk-al had) Huduttan ileride. Sınırsız. Hudutsuz. |
fevkalkanun |
Kanun üstü. Kanunun kabul etmediği. Kanunun karışmadığı. |
fevkalküll |
(Fevk-al kül) Hepsinin fevkinde. Bütününün üstünde. |
fevkalme'mul |
(Fevk-al me'mul) Ümidin fevkinde, Umulandan ziyade. Ümid edilmedik şekilde. Beklenmedik bir anda. |
fevkalmu'tâd |
(Fevk-al mu'tâd) Her zamankinden üstün. Âdetin fevkinde. |
fevkanî |
Üst, üst tarafta, üstteki. |
fevkattahammül |
(Fevk-at tahammül) Tahammülün üstünde, tahammül edilmez, dayanılmaz, dayanılması imkânsız. |
fevr |
Hemen. Birdenbire. Acele. Sür'at. * Bir adamın geldiği semt ve cihet. * Suyun kaynayıp fışkırması. |
fevren |
Birdenbire, sür'atle, çarçabuk. |
fevres |
Buğday, hınta. |
fevrî (fevriyye) |
Düşünmeden ve âni olarak yapılan hareket. |
fevt |
Ölüm, mevt. * Kaybetme. Elden çıkarma. Kaçırma. Bir şeyin bir daha ele geçmiyecek şekilde elden çıkması. |
fevvare |
Fıskıye, su fışkırtan şey. |
fevz |
Kurtuluş. Zafer. Necat. Muvaffakiyet. Selâmet. ◊ Ölmek, mevt. |
fevzâ |
Kargaşalık. Anarşi. * Karışmış, muhtelit. |
fevzaî |
Anarşist. Hiç bir din ve nizam tanımayan. * Kargaşalık ve anarşi ile alâkalı. |
fevzaiye |
Fls: Anarşik. Kanun ve nizam tanımayan hal ve hareket. |
fevzî |
Kurtuluşa, fevze âit ve müteallik. |
fey' |
Ganimet. Harbde elde edilen mal. * Rücu'. * Haraç. * Zeval vaktinden sonraki gölge. (Bak: Fey-i zeval) |
fey' (fey'a) |
Her nesnenin evveli. |
feya |
Yahu... gibi mânaya gelir, hayret ifade eder. |
feyac |
Söz, kelam. |
feyafî |
(Feyfâ. C.) Çöller, sahralar. |
feyalilaceb |
(Fe-yâ lil'aceb) Hayret ve taaccüb ifâdesi için söylenir. |
feyayih |
(Feyhâ. C.) Genişlikler, enginlikler, boşluklar. |
feyc |
(C: Füyuc-Feycân) Haber getiren peyk. |
feycen |
Sedef dedikleri ot. |
feyd |
Sallanmak. |
feydum |
Bir nevi mâcun. |
feyezan |
f. Suyun çok olup taşması, çoşması. * Bolluk, fazlalık, feyiz. |
feyfa' |
(C.: Feyâfi) Büyük çöl, sahra. |
feyfa-neverd |
f. Çöl yolcusu. Çöllerde yol alıp ilerliyen. |
feyh |
Sıcağın şiddetlenmesi. * Koku yayılmak. * Kazan kaynamak. * Yara kanamak. |
feyha |
Bir nevi toprak çanak. * Genişlik, vüs'at. ◊ Geniş ve büyük olan. Engin. |
feyhak |
Geniş nesne. |
feyhec |
İçki ölçülen bardak. Şarab. Hamr. Bâde. |
feyk |
Tavuğun gıdaklaması. * Uzun boylu erkek. * İyi olmak. |
feyl |
Hamile kadının sütü. |
feylak |
Büyük adam. * Çok asker. Kolordu. * (C: Feyâlik) İpek böceği ve kozası. |
feylekun |
Kandıra dedikleri hasır otu. |
feylekus |
Fil kulağı dedikleri büyük yassı yapraklı ot. |
feylem |
Geniş, büyük nesne. |
feylemanî |
Cüssesi büyük olan. |
feylesof |
Felsefe ile uğraşan, felsefeci. |
feylule |
İkindiden akşama kadar olan ve mekruh addedilen uyku. (Bak: Kaylule) |
feynan |
Güzel uzun saçlı kişi. |
feyne |
Zaman. Saat. |
feyruzec |
Piruze dedikleri kıymetli taş. |
feyşe (feyşele) |
(C: Feyâşil-Fiyeş-Fiyâş) Zeker başı. |
feytek |
Dülger. |
feyyad |
Erkek baykuş. * Çok yiyen adam. |
feyyal |
Fil çobanı. File bakan kimse. |
feyyaz |
Çok feyz veren. Çok bereket ve bolluk veren. (Bak: Feyz) |
feyyih |
Şiddetli adam. |
feyyil |
Zayıf hüküm. |
feyz |
(C.: Füyuz) Bolluk, bereket. * İlim, irfan. Mübareklik. * Şan, şöhret. * İhsan, fazıl, kerem. Yüksek rütbe almak. * Suyun çoğalıp çay gibi taşması. Çok akar su. * Bir haberi fâş etmek. * More… |
feyz ü rif'at |
İlerleme, bolluk ve yükseklik. |
feyz-aver |
f. Feyz getiren. Feyiz veren. * Bolluk veren. |
feyz-bahş |
f. Feyiz ve bereket veren, feyiz bağışlayan. |
feyz-dar |
f. Feyizli, bol, bereketli, gür. |
feyz-efza |
f. Feyiz artıran, bollaştıran. |
feyz-nak |
f. Feyizli, bereketli, bol. |
feyz-resan |
f. Bolluk ve bereket getiren, feyiz bahşeden. |
feyz-yab |
f. Bollaşan, feyiz bulan. Feyze nâil olan. |
feyza feyz |
Feyiz ile dolu, bol. |
feyzî |
Bolluk ve berekete ait ve müteallik. Feyze mensub. |
feza |
(Efzâ) f. Artıran, ziyadeleştiren, çoğaltan mânâlarına gelip, kelime sonlarına getirilerek birleşik kelime yapılır. ◊ Yıldızlar arasındaki geniş boşluk. Gökyüzü. * Yer geniş More… |
feza' |
Korku. Havf. * Sığınma, dehalet. * Uykuda şiddetli korku ile uyanmak. |
feza-neverd |
f. Fezâda dolaşan, boşlukta giden. |
fezaa |
Yolda ve tarlada yapılan ve höyük denilen suret. |
fezaî |
Gökle alâkalı. Göğe âit. Geniş sahaya âit. Fezaya âit ve müteallik. |
fezail |
(Bak: Fazâil) |
fezaze |
Ahlâkı kaba ve kerih olmak. |
fezd |
Kan aldırmak. |
fezîz |
Seyelân etmek, akmak. |
fezleke |
Hülâsa. Netice. Öz. İcmâl. * Hesap listesinde netice. |
fezr |
Yarmak. * Ayırmak. * Bozup feshetmek.FEZZ: Yalnız şey. Bir kimsenin yalnız kendi başına olması. * Udûl. * Geri dönmek. * Buzağı. * Hafif. |
fî |
Arabçada harf-i cerrdir. Mekâna ve zamana âidiyyeti bildirir. Ta'lil için, isti'lâ için ve yine harf-i cerr olan 'bâ, ilâ, min, maa' harflerinin yerine kullanılır. Geçen More… |
fi'liyat |
İş olarak yapılan şeyler, işler, fiiller. |
fial |
Çocuk oyunudur. (Bir şeyi toprak içinde gizleyip sonra taksim edip 'hangimizin hissesinde çıkar' diye ararlar.) ◊ (Fiil. C.) Fiiller, yapılan şeyler. |
fiam |
Çok kalabalık olan erkekler topluluğu. |
fiat |
(Fî. C.) Kıymetler, değerler, bahalar. |
fica |
Birdenbire, ansızın. |
ficac |
İki dağ arasında geniş yol. (Bak: Fecc) |
ficacen sübülâ |
Turuk-u vâsia, geniş yollar. |
ficc |
Şam karpuzu. * Tam olmamış olan meyve. |
fida |
Dağıtmak. * Atâ etmek. Hediye veya bahşiş olarak vermek. * Bedel vermek. |
fidam |
(Feddâm) - Su kabının üzerine koydukları süzgeç. * Mecusilerin ağızlarını bağlamakta kullandıkları bez. |
fidda |
Gümüş. |
fidre |
Et parçası. |
fidye |
Herhangi bir farzından birini yerine getirmeye gücü olmayan bir kimsenin Cenâb-ı Hak'tan özür dilemek kasdı ile, verdiği para veya sadaka. * Esir veya kölelikten kurtulmak için verilen More… |
fie |
Kalabalık, topluluk, cemaat. |
fîf |
(C: Efyâf- Füyuf) Düz yer. |
figân |
f. Ağlayıp sızlama, bağırıp çağırma. |
figân-perver |
f. Feryad ettiren, bağırtan. |
figâr |
f. Ceriha, yara. * İncinmiş, yaralı, müteessir manalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-figâr - Yüreği yaralı. |
figen |
f. Yıkıcı, düşürücü, atıcı. |
figende |
f. Yıkık, yıkılmış, düşkün. |
figür |
Fr. Oyuncunun hareketi. * Resim, şekil, canlı resim. * Mecaz. |
fîh |
(Fî-h) Onda, onun hakkında. |
fihal |
(Fahl. C.) İtibarlı, seçkin ve üstün kimseler. |
fiham |
(Fahîm ve fahm. C.) İtibar ve nüfuz sahibi kişiler, ulu kimseler. |
fihhîr |
Çok gururlanıp fahirlenen kimse. |
fîhi nazar(un) |
Şüphe edilen bir mes'ele hakkında söylenir. 'Ona bir bakmak, tetkik etmek lâzımdır' demektir. |
fihr |
(C: Efhâr) Destesenk dedikleri taş. * Taş. |
fihris |
(Fihrist) Bir dükkânda veya bir kitabın içerisinde ne bulunduğunu sıra ile gösteren liste. (Kataloğ) * (C: Fehâris) Her nesnenin aslı. * Kanun. |
fiil |
'(Fi'l) Müessirin te'siri. Amel, iş. *Gr: Hâdiseye veya zamana delâlet eden kelime. (Sarf bilgisinde geniş izahı vardır.) Türkçede; gelme, gitme, yazma, okuma, gezme gibi… |
fiilen |
Gerçekten, işleyerek, hakikatte. |
fîka |
(C Efavık-Efvak) İki defa sütü sağmak arasında biriken süt. |
fikak (fekâk) |
Halas, kurtulma. * Bir şeyin karşılığında verilen şey. |
fikarât |
(Fıkra. C.) Kıssalar, fıkralar, küçük hikâyeler. * Fasıllar, bölümler, kısımlar. * Cümleler, parağraflar. * Omurga kemiklerindeki boğumlar. |
fikdan |
Yokluk. * Bir şeyin belirsiz olması. Yitirmek. |
fıkıh |
(Fıkh) Derin ve ince anlayış. Bir şeyi, hakkı ile, künhü ile bilmek. İnsanlar arasındaki ilişkilerle ilgili olarak dinî hükümleri ayrıntılı delilleriyle bilmek. Müslümanlar, müslüman olmaları More… |
fikr |
(Fikir) Akıl. * Re'y, istek, düşünce. |
fikra |
Yazıda bir bahis. * Parağraf. * Kanun maddelerinden her bir kısım. * Kısa haber. * Küçük hikâye. * Omurga kemiklerinin her biri. * Bend. * Kıssa. * Gazetelerde gündelik hâdiselerin kısaca More… |
fikra-hân |
f. Hikâye söyliyen, fıkra anlatan. |
fikren |
Zihnen, fikir ile, düşünerek. |
fikret |
Düşünme, tefekkür, teemmül, fikir, Düşünülen şey. |
fikrî |
(Fikriye) Fikir cinsinden, fikirle alâkalı. Fikre âit ve müteallik. |
fikriyyat |
Fikir ve düşünce ile olan işler. |
fil |
(C.: Efyal-Füyul) Daha ziyade Hindistan ve Asya gibi yerlerde bulunan iri vücudlu, hortumlu bir hayvan. |
fil suresi |
Kur'an-ı Kerim'de 105. sure olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur. |
fil vak'asi |
(Bak: Ebrehe) |
filahet |
Çiftçilik, tarla işleri, rençberlik, çift sürmek. |
filasl |
(Fi-l-asl) Aslında olduğu gibi. |
filcümle |
(Fi-l-cümle) Ezcümle, minelcümle. Bir hayli. Emsalinden beri. |
filhakika |
(Fi-l-hakika) Hakikatte, esasında, hakikaten, doğrusu. |
filhal |
(Fi-l-hâl) Şimdi, hemen. * Bu halde. * Hadd-i zâtında. |
filiz |
Ağaç ve çiçek fidanı, taze sürgün. * Eritilip temizlenmemiş olan altun, gümüş,demir, bakır gibi külçe, ham maden. * Erimiş bakır. |
filk |
Zahmet, meşakkat. * Acib emir. * Parça. |
fill |
Yağmur yağmayıp ot bitmeyen yer, otsuz yer. |
filmedine(ti) |
(Fi-l-Medine(ti)) - Medine şehrinde. |
filmesel |
Misaldeki gibi, meselâ. |
filo |
Birkaç savaş gemisinden mürekkep donanma parçası. Donanmanın bir kısım ve bölüğü. |
filozof |
(Bak: Feylesof) |
fils |
Put, sanem. |
filus |
(Bak: Fülus) |
filvaki' |
Vâki hâle göre. Vakide olduğu gibi. |
filze |
(C: Fülüz-Eflâz) Parça, kıt'a. |
finâ |
Evin önü. Civar. |
find |
Dağ burnu. |
finhan |
Leğen dedikleri kap. |
fintîse |
Kurt ve kuş ağzı. |
fir'avn |
Mısır'da, hususan Hazret-i Musa (A.S.) zamanında Allah'a isyan edip ilâhlık dâvasında bulunan, Musa Peygamber'e inanmayan hükümdar. * İlâhlık iddia eden dinsiz, azgın ve More… |
fir'avnî |
f. Firavunluk. Firavun ile ilgili. |
fir'avniyyet |
Firavun gibi oluş, isyankârlık ile Allah'ı tanımayış. İnat ile Allah'a isyan edip halkı sapık yollara, dalâlete ve dinsizliğe sevke çalışmak. |
firad |
(Ferd. C.) Fertler, kişiler. |
firak |
(Fırka. C.) Fırkalar, partiler. * Alaylar, bölükler. * Cennetler. * Ehl-i Sünnet cemaatından ayrılan mezhebler. ◊ Ayrılık. Ayrılmak. Hicran. |
firar |
Kaçmak. Kaçış. |
firarî |
Kaçkın, kaçak. |
firas |
Çok fazla kırmızı nesne. |
firaş |
Döşek. Yatak. Yere serilen şey. Minder. şilte. |
firaset |
Zihin uyanıklığı. Bir şeyi çabukça anlayış kabiliyeti. Bir kimsenin ahlâk ve istidadını yüzünden anlamak. Firasetin bir nev'i, sebebini anlamadan ve ilham eseri olarak vücuda gelen More… |
firaşiyet |
Karılık. * Fık: Birisinin karısı oluş. Zevciyet. |
firat |
Ön Asya'nın en büyük nehridir. Diyadin civarında çıkar, Anadolu'nun doğu taraflarına kadar gelip Mezopotamya'yı dolaştıktan sonra Irak'ta Dicle ile birleşerek Basra More… |
firavan |
f. Bol, çok, ziyade, aşırı, fazla. |
firaz |
f. Yukarı, yüksek. * Çıkış, yokuş. * Kaldıran, yükselten, yücelten. ◊ Geniş, vâsi. * Irmak ağzı. * Sokak ağzı. * Elbise. ◊ Ayrılmak. |
firazî |
f. Yukarılık, yükseklik. |
firbar |
Ululuk, azamet. * Ardınca gelicilik, peşinden gelmek. |
firc |
Sır saklamayan kişi. |
firdevs |
Cennet. Cennette altıncı kat. * Bostan. |
fireunî |
Hat, minyatür, tezhib gibi güzel san'atlarda kullanılan bir kâğıt cinsi. |
firezdek |
(C: Ferâzık) Hamur yuvarlağı, hamur parçası. |
firfîr |
Menekşe. |
firfira |
Topaç. |
firfis |
Yaban sineği. |
firib |
f. Aldatıcı, aldatan, kandıran manasında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-firib - Gönül aldatan. Nazar-firib - Göz aldatan. |
firibende |
f. Kapılmış, aldanmış. |
firifte |
f. Kandırılmış, aldanmış, aldatılmış. |
firifte-dil |
f. Gönlü aldanmış. |
firişka |
Bütün yelkenleri camadana vurmaksızın kullanabilmeğe münasib olan rüzgâr hakkında söylenilen bir tabirdir. Bu rüzgârın, saniyedeki sür'ati 5-12 metredir. |
firistade |
(C.: Firistâdegân) f. Elçi, gönderilmiş. * Peygamber. |
firişte |
(C.: Firiştegân) f. Mâsum, suçsuz, günahsız. * Melek. * Mc: İyi huylu kimse. |
firişte-sifat |
f. İyi huylu kimse, huy ve tabiatça melek gibi olan. |
firk |
Koyun sürüsü. * Parça. |
firka |
Parti. İnsan grubu. Kısım olmak ve ayrılmak. Bölük. * Tümen. |
firkat |
(Fürkat) İftirak. Dostlardan ve sâir sevdiği şeylerden ayrılış. Firak. Müfarakat. |
firkateyn |
Buharın icadından evvel kullanılan harp gemilerindendir. Bu gemiler, güvertelerinin altında bir batarya topu hâvi olup hızlı giderlerdi. Bu gemilerin üç direkleri vardı ve içlerinde More… |
firma |
ing. Tescil edilmiş ticarî müessese. |
firnas (fürânis) |
(C: Ferânis) Boynu kalın arslan. * Köylü reisi. |
firs |
Bir nevi ot. |
firsa |
(C: Firâs) hayız bezi. |
firsad |
Kırmızı dut. * Böğürtlen. |
firsat |
(Bak: Fursat) |
firşat(a) |
Genişlik, vüs'at. * İki ayağının arasını ayırıp genişletmek. |
firsek |
(C: Ferâsik) Çekirdeğinden ayrılmayan şeftali. |
firtina |
Şiddetli rüzgârla denizin dalgalanıp karışması. * Rüzgârın çok şiddetli esmesi. |
firudest |
f. Birkaç hânendenin hep bir ağızdan usûlüne uygun olarak söyledikleri nağme. |
firuz |
Said, hurrem, saadetli, uğurlu, muzaffer, mansur. |
firuz-baht |
f. Şanslı, uğurlu. |
firuz-mendî |
f. Galebe, zafer. |
firuze |
Nişabur'da çıkan açık mavi renkli ve kıymetli bir taş. |
firuzende |
f. Meşhur bir cins lâle. |
firye |
Yalan, kizb. |
firzah |
Göğsü geniş, etli kimse. |
firzan |
(C: Ferâzine) Arif. * Fen sahibi kimse. |
firze |
Parça. |
firzel |
Demircilerin demir kestikleri alet. Kayıt. |
fisad |
Kan alma, hacamet. |
fisal |
(Fasıl. C.) Ayrılmış olanlar. * Yavrunun sütten kesilmesi. * Kısa duvar. * İnsanların lehinde veya aleyhinde söz söyleyerek para toplıyan. * Ana sütünden kesilmiş hayvan yavrusu (Füslan, More… |
fîsebilillah |
Allah yolunda. Allah için. |
fisfisa |
(C: Fısfıs-Fesâfıs) Yaş yonca. |
fisfise |
Yonca otu. |
fish |
Nasârâ bayramı. |
fisk |
Haddini tecavüz. Günah. Haktan ayrılmak. * Fık: Allah'ın emirlerini terk ve O'na isyan etmek ve doğru yoldan sapıp çıkmak. Böyle olanlara 'fâsık' denir. ◊ More… |
fisk u fücur |
Allah'a isyan içinde olmak, günah işlemek. |
fişki |
Pislik. Çör çöp. Fazladan olan. Hayvan gübresi. |
fiskil |
Yarış atlarından cemeleden sonra geleni. |
fiskiye |
Suyu muhtelif şekillerde yukarıya doğru fışkırtan ve ekseriya havuzların ortasında yapılan borunun üzerindeki aletin adıdır. Buna, Arapçası olan fevvare denildiği gibi, Türkçe olan fışkırak More… |
fisl |
Ahmak. |
fissa |
Yonca dedikleri ot. |
fissîk |
Fıskı dâim olan. |
fistan |
Kadınların bellerinden aşağı giydikleri geniş ve uzun elbise. Ayrıca Arnavutlarla Rumların, dizlerine kadar giydikleri kırmalı elbiseye de bu ad verilir. * Direklerin güverte ıskaçalarını More… |
fitam |
Çocuğu veya yavruyu sütten kesme. ◊ Çocuğu sütten kesmek. |
fitan |
Eyer örtüsü. |
fiten |
(Fitne. C.) Fitneler. |
fithil |
Âdem Aleyhisselâm'ın yaratılışından evvel olan zaman. |
fitik |
(Bak: Fetk) |
fitil |
'Eskiden ağırlık ölçüsü olarak kullanılan dirhemin kesirlerinden biri. Dirhemin dörtte birine denk; dengin dörtte birine Kırat; Kıratın dörtte birine Fitil denilir. * Eski Fitilli. |
fitnat |
Cibillî ve fıtrî ve âni anlamak ve idrak etmek. * Hikmet. * Zekâvet, basiret, tedbir, fatânet, zeyreklik. Fıtnet diye de okunur. |
fitne |
İnsanın akıl ve kalbini doğrudan doğruya, hak ve hakikatten saptıracak şey. * Muhârebe. * Azdırma. * Karışıklık. Ara bozmak. Dedikodu. * Küfr. Fikir ihtilâfı. * Şikak. Kavga. * Delilik. * More… |
fitne-âmiz |
f. Fitne çıkaran, fesat karıştıran. |
fitne-cihan |
f. Fitne koparan, fesat karıştıran, bozgunculuk yapan. |
fitne-cu |
f. Fesat arayan. |
fitne-engiz |
f. Fitne çıkaran. |
fitne-kâr |
f. Ortalığı bozmağa çalışan. Fitneci. Fesâd verici. Fitne çıkarmak isteyen. |
fitr |
(C: Eftâr) Açıldığında baş parmakla şehadet parmağının arası. Karış. ◊ Oruç açmak, iftar etmek. |
fitra |
(Fitre) Fıtrat sadakası, yaradılış atiyyesi. |
fitrak |
f. Atın terkisi, terki kayışı, eyerin ardındaki tasma. |
fitrat |
Yaradılış, tıynet, hilkat. (Bak: Evamir-i tekviniye) |
fitraten |
Yaradılıştan, fıtrî olarak. |
fitre |
İmtihan. * Belâ, musibet. ◊ (Bak: Sadaka-i fıtır) |
fitret |
(Bak: Fetret) |
fitrî |
Doğuştan, yaradılıştan, fıtrata âit ve müteallik. Hayat kanunlarına uygun. |
fityan |
(Fetâ. C.) Delikanlılar, yiğitler, bahadırlar, gençler, mertler. |
fitye |
(Fetâ. C.) Gençler. Genç yiğitler. |
fizar |
f. Ağlayıp inlemek. Sesli ağlamak. |
fizr |
Koyun sürüsü. * Yaşlı, ihtiyar kimse. |
fizyoloji |
Doku ve organların vazifelerini ve bu görevlerin nasıl yapıldığını inceleyen ilim kolu. |
fizza |
Gümüş. |
flama |
Mızrak ve süngü ucuna takılan, gemi direğine çekilen ince bayrak. |
flandra |
Harp gemilerinin ve bilumum beylik gemilerin grandi direklerine çekilen ensiz ve uzun şerit sancaklar. |
fobi |
(Fobya) Fr. Bâzı hal veya şeylere karşı duyulan hastalık halindeki korku. |
fonoğraf |
Fr. Gramofonun ilk şekli. Ses cihâzı. Sesi alıp tekrar veren âlet. |
forma |
Fr. Cüz. Kısım. Parça. * Şekil. Biçim. Askeri nişan. Rütbe işareti. * Bükülünce 8, 16, 32 sayfa olan kitap dizgisi. |
formalite |
Fr. Resmi işlerin gerektirdiği muameleler. |
forsa |
Buharlı gemilerin icadından evvel yelkenli gemilerde kürek çekmeğe mahkum harp esirleri. |
fosil |
'Fr. Eski jeolojik devirlerde toprağa gömülerek kalmış bitki, hayvan; bunların parçaları veya izleri.' |
foştina |
Eskiden Tuna nehrinden istifade edenlerden alınan su resmi. |
foya |
İtl. Gizli oyun, hile. Göz boyacılığı, sahtekârlık. * Elmasların yuvalarında yatağına konulan ince madeni yaprak. |
frengistan |
f. Avrupa, garb âlemi, batı memleketleri. |
frenk |
Avrupalı. Fransız. |
frenk sakali |
Eskiden frenkleri taklid suretiyle bırakılan sakal hakkında kullanılan bir tabirdi. Çeneye gelen kısım uzunca bırakılıp, yukarı tarafları kısa kesilen veya traş edilen sakal demektir. |
frenkvâri |
f. Frenk gibi. |
fua |
Keler, kertenkele. * Her nesnenin evveli. * şiddetli koku. Güzel koku. |
fuad |
Kalb, gönül, yürek. |
fuadî |
Gönül ve kalble alâkalı. |
fuak |
Can çekişme. * Midenin çekilip toplanması. * Hıçkırık. |
fuala |
(Fâil. C.) Fâiller, özneler, işi yapmış olanlar. |
füc'e |
Ansızın, birdenbire. |
füc'eten |
Apansızın. Birdenbire. Ansızın. Hiç beklenmedik anda. |
füccar |
(Fâcir. C.) Günahkârlar. Açıktan günah işleyenler. |
fücle |
Turp. |
fücre |
Suyun çıkıp aktığı yer. |
fücur |
Günah. Zina. Namusları pây-mâl etmek gibi şeytanî iştiha. Dinsiz ve ahlâksızların durumu. |
fudala |
(Fazıl. C.) Faziletliler. Fâzıllar. |
füds |
(C.: Fedese) Örümcek. |
füfs |
Kırman dağlarında bulunan bir taife. |
fügen |
f. Yıkıcı, atıcı, düşürücü. |
fuhş |
Edeb ve terbiyeye uymayan hareket. * Haddini aşmak. Çirkin, kötü. İş ve sözde taşkınlık. Haram. * Çok günah ve çok fena bir fiil olan zina. |
fuhşiyyat |
(Fuhş. C.) Çok çirkin işler, günahlar. |
fuhul |
(Fahl. C.) Büyük âlimlerin ileri gelenleri. Emsalinden üstün olanlar. (Bak: Fahl) |
fukaha |
(Fakih. C.) Fakihler. Fıkıh âlimleri. (Bak: Fıkıh) |
fükahet |
(C.: Fükâhât) Hoşa giden söz, lâtife, şaka, mizah. |
fukara |
(Fakir. C.) Yoksullar, fakirler. |
fukara-perver |
f. Fakire bakan. Fukarayı koruyan. |
fukka' |
Ekseriya şerbet içilen kap. * Yağmur suyunun üstünde olan kabarcık ve köpük. |
fukm |
(Fukum) Çene. |
fuku' |
(C: Faki) Çok sarı olmak. * Safi olmak. |
fükuk |
Yaşamak. * Kocalmak, ihtiyarlamak. * Ayrılmak. |
fukve |
(C: Fukâ) Ok gezi. |
ful |
Bakla. Fasulye. |
fulad |
Çelik. |
fülc |
(C: Füluc) Fevz ve zafer. * Yarık. |
fülfül |
(C: Felâfil) Karabiber. |
fülgur |
Kuzukulağı dedikleri ot. |
fülk |
Gemi, sandal, kayık. |
fülleyk |
Bir şeftali cinsi. |
füls |
(Fels) Mangır, akça, pul. |
fülû' |
Yarıklar. |
fülus |
(Fels. C.) Bakır paralar. * Balık pulu. |
fum |
Buğday. |
fündak |
Hesap defteri. |
funduk |
Fındık. * Misafirhane, han. Otel. |
fünuk |
İnat etmek. |
fünun |
(Fen. C.) Fenler, ilimler. (Bak: Fenn) |
für'al |
Sırtlan eniği. |
fürade |
Yalnızlık. |
fürafür |
Kulağı yırtık kişi. |
furag |
f. Işık, ziya, parıltı. |
füraga |
Nutfe, meni. |
fürakis |
Galiz ve şiddetli nesne. |
fürat |
Tatlı su. * Fırat Nehri. |
fürayik |
(C: Ferâyık) Yumuşak bedenli güzel yiğit. |
fürce |
Medhal, girecek yer, boşluk, açıklık, çatlaklık. |
fürfur |
Semiz, besili koç. * Bir kuşun adı. |
fürhüd |
Arslan eniği. * Yüzü güzel oğlan. * Kaba şiş. |
furkan |
Hak ile bâtılı birbirinden ayıran. İyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı farkedip ayıran. * Kur'an-ı Kerim. * Kur'an-ı Kerim'in 25. suresinin ismi. |
fürkan |
(Bak: Furkan) |
fürkat |
(Firâk) Ayrılık. |
fürraa |
Kalem silmekte kullanılan bez. |
fürre |
Katılık, şiddet. * Evvel. |
fürs |
şark kavimleri. (Bak: Fars) |
fursa |
(C: Furus) İçmek, şirb. * Nöbet. |
fursat |
Müsait an, elverişli durum, uygun zaman, elden kaçırılmayacak faydalı hâl veya vakit. Nöbet. |
fursat-cû |
f. Fırsat bekleyen, fırsat arıyan. |
fursat-yâb |
f. Eline fırsat geçen, fırsat bulan. |
fürsiyyat |
Fars dili ve edebiyatı bilgisi. |
fürtum |
Pabuç burnu. |
fürtuse |
Hınzır burnu. |
füru |
f. Aşağıda. Âciz. Beceriksiz. Geride kalmış... mânaları ifade eder, kelimenin önüne veya sonuna getirilerek ek olarak kullanılır. |
füru' |
(Feri'. C.) Bir kökten ayrılmış kısımlar. Dallar. Budaklar. * Bir sülâleden gelmiş torunlar. Çocuklar. * Fık: Cüz'î hüküm ve kaideler. Ahkâm-ı cüz'iyye. |
füru-berde |
f. Öne eğilmiş, aşağı eğilmiş. |
füru-mande |
f. Yorgun. bitkin. * Şaşkın, şaşırmış. * Âciz, beceriksiz. * Aşağıda, geride kalmış olan. |
füru-mandegî |
f. Yorgunluk, bitkinlik. Beceriksizlik. |
füru-nihade |
f. İndirilmiş, tenzil edilmiş. |
füruat |
Kökten ayrılan kısımlar. Füru'lar. Esastan olmayıp geniş bilgide ortaya çıkan mes'eleler. |
füruc |
Çatlaklık, yarık. * Geçit, kapı. * Boşluk. * Ayıp, kusur. |
furude |
f. Alçaklık, âdilik, hasislik. * Kavrulmuş, yanmış. * Alçak, âdi, deni, hasis. |
fürug |
Işık. Ziya. Aydınlık. Nur. |
fürug-efşan |
f. Işık saçan. |
füruht |
f. Satım. Satış. |
füruhtar |
f. Satıcı. |
füruk |
(Fark. C.) Farklar. Ayırma vasıfları. Alâmetler. |
fürun |
Ekmekçi fırını. |
füruş |
(Firaş. C.) Döşemeler. Yerlere serilen örtüler. * Yataklar. ◊ f. Satan. Satıcı. |
fürusî |
f. İyi binici, ata iyi binen. |
fürut |
(C: Efrât) Haddini tecavüz eden. * İsraf. * Zayi. * Yüksek mevzi. |
füruz |
f. Parlatan. Nurlandıran. |
füruzan |
f. Parlak, parlayıcı, parlayan. |
fürza |
Irmak kenarından başka yere su gitmesi için açılan gedik. Deniz kenarında gemilerin durmasına mahsus yer. Liman. |
fürzel |
Sırtlan eniği. |
fürzum |
Yuvarlak ağaçtan yapılıp, üstünde bir şey yontmağa mahsus dülgerler örsü. |
fus'ul |
Akrep. Yaramaz, kötü kimse. |
füsa |
Yellenmek. |
füsafis |
Keneye benzer murdar kokulu bir böcek. * Tahta kurusu. |
füşag |
Sarmaşık otu. |
fusaha |
(Fasih. C.) Fasih kimseler. Güzel ve usule uygun konuşabilenler. Güzel söz söyleme kabiliyetinde olanlar. |
füsat |
(Füstât) Kıl. Büyük çadır. * Kapıya asılan perde. * Cemaat. * Mısır'da bir mahallin adı. |
füseha |
(Bak: Fusaha) |
füseyfisa |
Küçük boncuk taneleriyle veya taş ve cam parçalarıyla süslenmiş satıh. |
füsham |
Göğsü geniş olan. |
füshat |
Vüs'at, genişlik, açıklık. |
füshat-kede |
f. Geniş yer. |
füshat-serây |
f. Geniş yer, geniş saray. |
füshat-zâr |
f. Geniş yer. |
fussilet |
(Fasıl. dan) Ayırd edilmiş, izâh ve tafsil edilmiş. |
fussilet suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 41. suresidir. Mekkî'dir. Secde, Sure-i Akvat ve Mesabih Suresi de denir. |
fustat |
(Fistat) Göçebelerin kıldan yapılan çadırı. Büyük çadır. * Kapıya asılan perde. * Cemaat. |
füsuk |
(Fısk. dan) Yalancılık. Doğruluk ve itatten ayrılmak. Sıdk u taatten huruc. |
fusul |
(Fasıl. C.) Fasıllar. Mevsimler. Bölükler. Kısımlar. |
füsul |
(Bak: Fusul) |
füsun |
f. Şaşırtıcı, hayret verici ve kendine cezbedici bir güzellik. * Büyü. |
füsunger |
f. Sihirbaz. |
füsunkâr |
f. Büyüleyici. Cezb ve celbedici. Hayranlık verici. |
füsunperver |
f. Büyüleyici, hayranlık verici, cezbedici, celbedici. |
füsunsâz |
f. Büyüleyici, câzibedâr. |
füsürde |
f. Donmuş, sertleşmiş. Müncemid. |
füşürde |
f. Direnen, inad eden, ısrar eden. |
füşürde-kadem |
f. Ayak direyen, inad eden, ısrar eden. |
fusus |
(Fass. C.) Yüzük taşları. (Bak: Fass) |
füsus |
Nükte, maskaralık. ◊ f. Eyvah! Yazık! |
füşv |
Aşikâre ve zâhir olmak. Görünmek. |
futa |
f. Hamamlarda kullanılan bir kumaş cinsi. * Peştemal. Havlu. |
fütade |
(C.: Fütâdegân) f. Mübtelâ, tutkun. * Biçare, zavallı. * Düşkün, düşmüş. |
fütaha |
Hükmetmek. |
fütan |
f. Düşen, düşerek. |
fütar |
Kesmez kılıç. |
fütat |
Parçalanmış ve dağılmış olan şey. * Her nesnenin ufağı, parçası. |
fütl |
(Eftel. C.) Kolları göğsünden uzak olan kimseler. |
futr |
(Fitre) Yaratmak, halk. |
füttak |
(Fâtik. C.) Fırsat buldukça adam öldürenler. |
fütuh |
(Feth. C.) Fetihler. * (C: Fütuhât) Açılmak. * Yardım. * Lütf-u İlâhîye ulaşmak. * Zafer. Galibiyet. * Açıklık. Gönül ferahlıkları. |
fütuhat |
(Fütuh. C.) Fetihler, zaferler, galibiyetler. |
fütun |
İmtihan ve tecrübe etmek. * Birbiri ardınca mihnete ve şiddete düşmek. |
futunc |
Yarpuz denilen ot. |
futur |
(Fatır. C.) Yarıklar. Çatlaklar. ◊ Büyük ve beyaz mantar. |
fütur |
Yeis. Ümidsizlik. Usanç. * Zaaf. * Keder, gam. * Gevşeklik. |
fütüvvet |
Dostlara afv ve safh ile muamele. * Yiğitlik. Cömertlik. Lütuf ve ihsankârlık. * Kerem ve seha. * Soy temizliği. |
fütüvvet-mend |
f. Elaçıklık, cömertlik. |
füus |
(Fe's. C.) İki yüzlü baltalar. |
füvak |
(C: Efâvık) Hıçkırık. |
füveysika |
Fare. |
füvfe |
(C: Füvek) Pamuk. * Tırnakta olan beyazlık. * Hurma çekirdeği içinde olan beyaz tane. (Hurma ağacı ondan biter). * Çekirdek içinde olan yufka kabuk. * Şey. |
füvh |
(C: Efvâh) Hoş koku. |
füvk |
(C: Efvâk) Ok gezi. * Rum meliklerinden birinin adı. |
füvle |
(C: Füvel) Bakla. * Sırtlan eniği. |
füvm |
Buğday. Hınta. |
füvr |
Geyik. |
füvve |
Kızıl boya dedikleri damarlar. |
füvvehe |
Irmak ağzı. * Sokak ağzı. |
füyak |
Su kuşlarından uzun boyunlu bir kuş. |
füyul |
(Fil. C.) Filler. |
füyuz |
(Feyz. C.) Feyizler. İnâyetler. Keremler. * Suyun çoğalıp taşması. * İnsanın içindeki gizli şeyleri saklamayıp izhar etmesi. * Bir haberin fâş ve şayi' olması. |
füyuzat |
Feyizler. İnayetler. Füyuzlar. Mânevi tecelliler. |
fuzala |
(Bak: Fudala) |
fuzaz |
Ayrılmış ve dağılmış nesne. |
fuzla |
(Müe.) Daha, en faziletli. Çok faziletli. |
füzud |
f. Çoğaltan, ziyadeleştiren, artıran. Muhabbet-füzud: Muhabbet artıran, sevgi artıran. |
fuzuh |
Gizli işlerin zahir olup açığa çıkması. |
fuzul |
(Fazl. C.) Fazla şey. Lüzumsuz söz. |
füzul |
(Fazl. C.) Ganimetten artıp taksimi mümkün olmayan şey. |
fuzulat |
Ziyade olup işe yaramayan şeyler. Fazlalıklar. |
füzulat |
(Bak: Fuzulât) |
fuzulen |
Yersiz, usulsüz, haksız olarak. |
fuzulî |
Fazladan olup boşu boşuna söylenen söz. İşe yaramayan. Boşu boşuna. * Boşboğaz. Ahmak. Vazifesinden hariç lüzumsuz şeye teşebbüs eden. * Haksız olarak fiile çıkarılan iş. * Fık: Şer'î More… |
füzun |
(Efzun. dan) f. Çok. Fazla. |
füzun-ter |
f. Pek fazla, pek çok. |
füzunî |
f. Fazlalık, aşırılık, ziyadelik, çokluk. |
gabane |
Kişinin fikir ve tedbirinin zayıf ve eksik olması. |
gabari |
Fr. Kara nakil vasıtalarındaki yükün yükseklik ölçüsü. |
gabavet |
Ahmaklık, anlayışsızlık, bönlük, kalın kafalılık. (Fıtnetin zıddı) |
gabb |
Sıtmanın gün aşırı tutması. |
gabe |
Sık ormanlar, balta girmemiş koru ormanı. |
gaben |
Rey ve tedbirin zayıf ve eksik olması. |
gaber |
Büyük meşakkat. |
gabere |
Ağaçlık yer. * Bir şey üzerine çökmüş toz. |
gabes |
Karanlık gece. * Biraz bulanık renkte olan beyazlık. |
gabeş |
(C.: Agbâş) Gecenin sonu. |
gabgab |
(C.: Gebâgıb) Çifte gerdan çene altı. Şakak. |
gabî |
Ahmaklık eden, budalalık eden. ◊ Anlayışsız, ahmak, bön. |
gabîbe |
Sabah sağılan koyun sütünün üzerine akşam yine sağıp, ertesi güne bekletilip ekşiyen süt. |
gabin |
Aldatıcı, hilekâr, alışverişte hile eden. |
gabir |
İstikbal. * Gr: Gelecek zaman. * Kalan. |
gabîse |
Keş ile karıştırılmış yağ. |
gabît |
(C: Gubut) Çukur yer. * Bir dere ismi. * Üstüne mıhfe bağlanan çok kuvvetli hayvan. |
gabiyy |
Zekâsı az olan. Geri zekâlı. |
gabn |
Alışverişte hile ile çok kazanmak. Haram olan alışveriş. ◊ Aldatmak. Hud'a. * Noksan etmek, noksanlaştırmak. |
gabr |
Bâki olmak, ebedi olmak. * Memede kalan süt bakiyyesi. |
gabra |
Yeryüzü, toprak, arz. * Nebat envâından bir nev'i. * Kuraklık, kıtlık. * Çok tuzlu. * Toprak rengi. |
gabs |
Karıştırmak. |
gabt |
Koyun semiz mi diye el ile yoklamak. |
gabta |
(Bak: Gıbta) |
gabye |
Büyük taneli olan şiddetli yağan yağmur. |
gad |
(Gadâ, gaden) Yarın, ertesi. ◊ Gelen, gelici. |
gada |
(Gazâ) (Gadat. C.) Dağ armudu ağaçları. Dikenli ağaçlar. * Ateşi uzun müddet devam eden seksek ağacı. ◊ Öğle yemeği. (Bak: Gıda) |
gadab |
(Bak: Gazab) |
gadair |
(Gadire. C.) Saç örgüleri. |
gadak |
Çok fazla, bol, kesir. |
gadarîf |
(Gudruf. C.) Kıkırdak kemikleri, kıkırdaklar. |
gadat |
Sabahın erken zamanı. Sabah vakti. |
gaddar |
Kahredici, öldürücü. Ahdine vefâ etmeyip hıyânet eden. Hâin, zâlim, çok zulmeden. |
gaddarane |
f. Acımadan, merhametsizcesine, zulmedercesine. |
gaddare |
Arapların cenbiyesine benzer pala nev'inden bir silâh. |
gade |
Bedeni yumuşak olan kadın. |
gaden |
Yarın, yarınki gün. |
gadir |
(A, uzun okunur) Gadreden, fenalık eden, zulmeden, hıyanet eden. |
gadîr |
Durgun su, gölcük, sel suyu birikintisi. |
gadîre |
(C: Gadâir) Saç örgüsü. * Çulha çukuru. |
gadirî |
(Gadiriyye) Gölde yaşayan hayvan veya bitki. |
gadiyye |
(C.: Gadiyyât) Tan ağarmasıyla güneş doğması arası, sabahın erken saatleri. |
gadn |
Sarkık ve sülpük olmak. |
gadr |
Hâinlik, vefâsızlık, merhametsizlik. Muâmelede aldatmak. |
gadrdîde |
f. Gadir görmüş, kendisine haksızlık edilmiş olan. |
gadve |
Sabahtan öğle vaktine kadar yürümek. |
gaf |
Fr. Beceriksizce ve yersiz söz yahut davranış. ◊ Ağaç cinslerinden bir nevi. |
gafa |
Her şeyin kemi ve yaramazı. * Toza benzer bir âfet. (Hurma koruğunun üstüne gelip olgunluktan men'eder ve lezzetini bozar.) |
gafak |
Yağmurun yavaş yavaş yağması.GAFER (Gufâr)Ğ: Kadının baldırında, alnında veya başka yerinde olan kıl. |
gaffar |
(Gufran. dan) Günahları örten, günahları bağışlayıcı. Mağfireti çok. * Kullarının günahlarını afveden. |
gafî |
Her şeyin kemi, yaramazı, kötüsü. |
gafil |
Dikkatsiz, iyi düşünmeyen, uyanık olmayan. Haberi olmayan, ihtiyatsız, başına geleceği önceden düşünmeyen. Allah'ı unutan. Kendi gayr-ı meşru zevkine dalan. (Günde bir taşı binâ-yı More… |
gafilâne |
f. Körü körüne, ihtiyatsızca, dalgınlıkla. Gafilcesine. |
gafilen |
Habersizce, gafil olarak. |
gafir |
Mağfiret eden, kusurları örten, afveden Allah (C.C.) |
gafîr |
Çok fazla, sayısız, kalabalık. * Örten, etrafını çeviren. * Umumi. * Boyun, boğaz ve kafada olan tüyler. |
gafir-üz zenb |
f. Günahları örtüp afveden, suçları bağışlayan Cenab-ı Hak (C.C.) |
gafis |
Kara ağaç. |
gafk |
Hücum etmek, vurmak. * Birbiri ardınca cima etmek. |
gaflet |
Dikkatsizlik, endişesizlik, vurdumduymazlık. En mühim vazifeyi düşünmeyip, Cenab-ı Hakk'a itaat gibi işleri bilmeyip, başka kıymetsiz şeylerle uğraşmak. Nefsine ve hevesâtına tâbi olarak More… |
gafleten |
Dalgınlıkla, gaflet eseri olarak. |
gafr |
Örtmek, setr etmek. * Menazil-i kamerden üç küçük yıldız. |
gaful (gafle) |
Aldanmak. * Terk etmek. * Belirsiz ve idraksiz olmak. |
gafur |
(Gaffar ile aynı mânadadır.) Çok mağfiret ve merhamet eden, suçları en çok afveden. |
gafve |
Azıcık uyumak. |
gâh |
(Geh) f. Yer. (Yer ve zaman bildiren 'ek' dir.) |
gâh bâ-gâh |
f. Zaman zaman. |
gâh bâşed gâh nebâşed |
Bazı olur, bazı da olmaz. |
gaheb |
Gaflet. |
gâhî |
(Gehî) Arasıra, zaman zaman. |
gahvare |
f. Beşik. |
gaib |
Göz önünde bulunmayan, hazırda olmayan. Kaybolmuş olan. Görünmeyen âlem. * Gr: Üçüncü şahıs, hazırda olmayan kimse. |
gaibâne |
f. Hazırda görünmeksizin, yüzyüze olmadan. Gizliden. |
gaile |
Dert, sıkıntı, baş belâsı. Tasa, zor iş. * Düşünce. |
gair |
Gayret. * İnsan topluluğu. |
gait |
Necaset, neces, insan pisliği. * Çukur yer. Düz ve geniş yer. |
gaiyye |
Bir şeyin sebeb ve neticesini ileri süren felsefe mesleği. * Maksad ve gayeye âit. Son ile alâkalı. Gaye, maksad ve neticeye mensup ve müteallik. (Fr. Finalizm) |
gaiz |
Kızgın, öfkeli, gayzlı. |
gaiza |
Yere batan sular, eksilen su. * Bir malın değerinin eksilmesi, azalması. |
gak |
Karga sesi. |
gakfeka |
Doğan sesi. |
gal |
(C: Gılâl) Ağaçlı çukur yer. * Muz ağacı. * Selem ağacının bittiği yer. * Bir ot cinsi. ◊ (Gâle) f. Uzak, baid, ırak. |
gala |
Yüksek kıymet, pahalılık. * Bir şeyin haddini aşması. |
gala (galeyân) |
Kaynamak. |
galak |
(C: Ağlak) Kapı kilidi. |
galaka |
Deri dibâgat ağacı. |
galal |
(Gılâl) (Galle. C.) Zahireler. Mahsuller. * Akarât kiraları. |
galan |
Çok susayan, çok susamış olan. |
galat |
Hata. Yanlış. * Kaideye uymaz söz. |
galat-gû |
f. Yalan yanlış söyleyen. |
galat-nüvis |
f. Yalan yanlış yazan, yanlış tesbit eden. |
galatat |
Galatlar, hatalar, yanlışlar. |
galba |
Ağaçları gür ve sık olan koruluk, bahçe. * Pek yüksek ve büyük tepe. |
galc |
Azgınlık. * Su içtikten sonra dil ile yalanmak. * Atın yelmeyip bir tarzda yürümesi. |
galeb |
(Galb) Üstünlük. Yeğinlik. |
galebe |
Üstün gelmek. Yenmek. Bozmak. Çokluk. * Bastırmak. * Yeğin olmak. |
galebe çalmak |
Galib olmak, üstün gelmek. |
galel |
(C.: Eğlâl) Koruluktan akan su. * Susuzluk. |
galeri |
Fr. San'at eserinin sergilendiği salon veya koridor. * Tiyatroda seyircilere ait balkon. * Üstü örtülü uzun yer. * Yer altında açılmış uzun, dar yol. |
gales |
Gecenin sonunda olan karanlık. |
galet |
Hesapta yanılmak. |
galeyan |
Kaynayış. Çoşup taşmak. Yerinde duramamak. * Tuğyan ve azgınlık. |
galfak |
Geniş, vâsi. * Yumuşak. * Su içinde yetişen yassı yapraklı bir ot. * Kurbağa yosunu. |
galgale |
Sür'atle gitmek. * Gecenin gitmesi. * Haber vermek. |
galî |
Pahalı. Kıymetli. Ağır. * Haddini tecâvüz eden, haddini aşan. |
galib |
Üstün. Yenen. Mağlub eden. Ekser. |
galiba |
Tahminen. Çok zaman. Her halde. Galiben, ekseriyetle. |
galibane |
f. Muzaffer ve galib olana yakışacak şekil ve surette. |
galiben |
Ekseriya. Çok zaman. Üstün olarak. Tahmin olduğu üzere. |
galibiyyet |
Üstünlük. Yenmek. Mağlub etmek. |
galif |
Gön ve deri dibâgat etmekte kullanılan bir ot. |
galil |
(C: Gılâl) Güneşin harareti. * Susuzluk harareti. * Kin, hased. * Devenin yulafına karıştırıp yedirdikleri hurma çekirdeği. |
galis |
Arpa ve buğday karışımından yapılan ekmek. |
galîs (gals) |
Kenger otu. |
galiye |
Galeyan eden. * Değerinden çok pahalı. * Misk ve amberden yapılmış meşhur koku. * Hoş kokulu kıymetli madde. |
galiye-bâr |
f. Güzel kokulu şey saçan. |
galiye-dân |
f. Güzel kokulu şeylerin muhafaza edildiği kap, mahfaza. |
galiye-gun |
f. Güzel siyah renkli. |
galiyun |
Çoban mayası. |
galîz(e) |
Çirkin. * Terbiye dışı. * Yoğun. Kaba. * Kokmuş madde. |
galk |
Kapıyı kapamak, kapıyı kilitlemek. |
gall |
Girmek, sokmak, akmak. * Boynunu, elini zincir ile bağlamak. * Hâinlik yapmak. Hıyanet etmek. * Ganimet malından hırsızlık etmek. |
gallat |
(Galle. C.) Mahsuller, zahireler. * El emekleri, çalışmanın semereleri. * Ev kirası gelirleri. |
galle |
Mahsul geliri. Ekin, irat, gelir. * Akarât kirası. * Hammaliye kirası. * Susamak. |
galle-dan |
f. Tahıl anbarı, zahire deposu. |
galle-füruş |
f. Zahireci, zahire ve hububat satan. |
gals |
Karıştırmak. * Lâzım olmak. * Cür'et etmek. |
galsame |
Solungaç. Suda yaşıyan hayvanların nefes alma organları. * Gırtlak ağzı, hançere. * Boğaz deliğinin başlangıcı. |
galtan |
f. Yuvarlanan, tekerlenen. |
galtîde |
f. Tekerlenmiş, yuvarlanmış. |
galuta |
(C: Gulutât) Kişiyi zora düşüren meseleler. |
galva' |
Yiğitliğin başlangıcı. * Gençlik sür'ati. |
galve |
(C: Galevât) Bir okatımı miktarı yer. |
galyot |
Baş ve arka tarafları birbirinin aynı olan eski cins bir gemi. |
gam |
f. Köy, karye. * Hatve, adım. * Ayak, kadem. ◊ (Bak: Gamm) |
gama |
Örtmek, setretmek. |
gama' (gimâ) |
Ev örtüsü, çatı. |
gamaim |
(Gımâme. C.) Hayvanların, yem yemelerini veya ısırmalarını önlemek gayesiyle ağızlarına takılan torba gibi şeyler. |
gamak |
Rutubet, ıslaklık. Rutubetli hava. |
gamam(e) |
Bulut. Beyaz bulut. * Örtmek. |
gamare |
Bönlük, ahmaklık, bilmezlik. |
gamas |
Göz pınarından akan irin ve çapak. |
gamaza (gumuza) |
Çukur, çukurluk. * Sözün anlaşılmasını zorlaştırmak. |
gamc |
Suyu sora sora içmek. * Deve yavrusunun anasının karnı ve ayaklarının altına gelmesi. |
gamce (gumce) |
Kabın dibinde kalan su. |
gamd |
Zarf, mahfaza. Kın. |
gamem |
Saçın, alnı ve başı örtmesi. |
gamet |
Cinsiyet hücresi. |
gamez |
Malın ve davarın kemi ve küçüğü. |
gamgama |
Haykırma. Muharebe edenlerin bağırtısı. * Kalb dinlendiğinde işitilen ses. * Sözü, belirsiz söylemek. * Kalbin bulunduğu yer. |
gamic |
Huy ve tabiatı doğru ve istikametli olmayan. |
gamide |
Yemen'de bir kabilenin adı. |
gamîl |
Tüyü gitmiş yumuşak deri. |
gamîm |
Yoğurt yapmak için kaynatılan süt. * Yoğurt. |
gamîn |
f. Tasalı, hüzünlü, kederli, gamlı. ◊ Yumuşak. |
gamir |
Ekilmemiş, terkedilmiş ıssız yer. * Faydalanılmamış şey. * Mamur olmayan harap yer. ◊ Kurumamış yeşil ot. |
gamîs |
Üstü kuru, altı yaş olan ot. * Ağaç ve otların arasında olan küçük su arkları. |
gamiz |
Anlaşılmaz, anlaşılması güç. * Kapalı ve karışık söz. * Çukur yer. * Zayıf kişi. |
gamiza |
Kolay anlaşılmayan ince mes'ele. Derin. * Mâruf ve mütebeyyin olmayan hesab. |
gamîze |
Akıl zayıflığı, ahmaklık, geri zekâlılık. |
gaml |
Tüyünü yolmak için deriyi dürüp gömmek. |
gamm |
Keder, tasa, dert, elem, kaygı. |
gamm-abad |
f. Keder ve hüznü bol. Gamlı. |
gamm-alud |
f. Kederli, gamlı, hüzünlü, kaygı veren. |
gamm-feza |
f. Kederi artıran, hüznü çoğaltan. |
gamm-gîn |
f. Kederli, hüzünlü, gamlı. |
gamm-güsar |
f. Teselli veren, gam ve kederi defeden dert ortağı. Arkadaş. |
gamm-güsâr |
f. Teselli veren, hüzün ve kederi defeden. |
gamm-hane |
f. Hüzün ve tasa yeri. * Mc: Dünya. |
gamm-har |
f. Kederlenen, hüzünlenen, tasalanan. |
gamm-nisar |
f. Hüzün veren, kederli eden. |
gamm-penah |
f. Tasalı yer, kederli yer. Kederin, tasanın sığındığı yer. |
gamm-perver |
f. Keder veren, hüzünlendiren, gam artıran. |
gamm-zede |
f. Kederli, hüzünlü, gamlı, tasalı. |
gammaz |
Birisine iftira ederek zarar veren. Münafık, fitneci. * Adamın ayıplarını arayıp gizli şikâyet eden. * Tersane kethüdalarına mahsus altı çifte kayık. |
gammazane |
f. Fitnecilikle, gammazlıkla, koğuculukla. |
gammaziyyet |
Koğuculuk, fitnecilik, gammazlık. |
gamn |
Yumuşaklık. |
gamr |
Derinlik, suyun derinliği. Çok su, büyük deniz. * Uzun, geniş libas. * Cehalet, gaflet. * Şiddet. |
gamre |
(C.: Gamerât) Tecrübesizlik, görgüsüzlük, anlayışsızlık. * İzdiham, kalabalık. * Fenalığa dalmak. * Şiddet. * Zahmet. |
gams |
Suyu şiddetli içmek. * Bir şeyi hakir görmek, birisine iftira etmek. * Nimete şükretmemek. * Göz yummak. ◊ Yıldız kayması. * Suya dalmak. |
gamt |
Minnetsiz ve şükürsüz olmak. * Horlamak, hakir görmek. ◊ Çok yemekten dolayı midenin şişmesi. * Ağırlık olmak. |
gamtaş |
Gözü zayıf gören. |
gamus |
Şiddetli emir. * Süngü ile vurup, ucunu diğer taraftan çıkarmak. * Karnındaki yavrusu belli olmayan deve. ◊ f. Manda, kömüş. |
gamuz |
İtham olunan, töhmet altında bırakılan. * İçinden kan giden dişi deve. |
gamz |
(C.: Gamuz) Göz yummak, gizli olmak, yumuşak muamele etmek. * Kolay görerek ihmal etmek. * Çukur yer. ◊ Kaş ve gözle işaret, göz kırpmak. * Çene veya yanak çukurluğu. |
gamze |
Süzgün bakış. |
gamze-figen |
f. Gamze saçan, süzgün süzgün bakan. |
gân |
f. Cemi' yapmak için, sonu 'e' sesi ile biten kelimenin sonuna gelir bir 'ek' tir. Meselâ: Bendegân - f. Hizmetçiler, bendeler. |
gana |
Kifayet, kâfi gelme. * Menfaat, fayda. |
ganaim |
(Ganimet. C.) Harpte ele geçen mallar. Ganimetler. |
ganbot |
Yapısı küçük olmakla beraber, nisbeten ağır toplarla mücehhez harp gemisi. |
gâne |
f. Bazı sayıların sonlarına eklenerek 'lik' halinde sıfatlar yapılır. (Meselâ: Cihâr-gâne: f. Dörtlük.) |
ganec |
Koca. * şeyh. |
ganem |
Koyun. |
ganes |
Su içtikten sonra teneffüs etmek. |
gang |
ing. Haydut çetesi. |
ganî |
Zengin, kimseye muhtaç olmayan, elindekinden fazla istemiyen. Varlıklı, bol. |
ganim |
Ganimet alan. |
ganimen |
Ganimet almış olarak. |
ganimet |
Harpte düşmandan alınan mal. * Çalışmaksızın ele geçen nimet. |
ganimîn |
Harbe bizzat iştirak edip, ganimet almağa hak kazanan muzaffer mücahidler. |
ganiye |
Çok hoş, çok lâtif. * Kadın şarkıcı. * Zengin kadın veya kız. |
ganm |
Kabile ismi. |
gannac |
(Gunc. dan) Çok işveli, çok nâzik. |
ganyan |
Fr. At yarışında birinci gelen. |
gar |
Mağara. İn. Kehf. * Defne ağacı. * Gayret. * Fesad. * Tren istasyonu. * Tıb: Beden âzalarında olan cep gibi çukur yer. ◊ (Ger) f. Kelimeye eklemekle nisbet veya fâillik mânası More… |
garabet |
Yabancılık. Gariblik. * Tuhaflık. * Âcizlik, beceriksizlik. * Gizli olmak. Hilaf-ı âdet olmak. * Iraklık. * Edb: Ne demek olduğu herkesçe anlaşılmayacak kelime ve tabirlerin söz arasında More… |
garabet-cu |
f. Tuhaf şeylere meraklı olan, garip şeyler arayan. |
garabet-nüma |
f. Yabancılık çeken. Garip, tuhaf. |
garabîb |
Katı, siyah şey. * Koyu renkli. |
garabil |
(Gırbâl. C.) Delikleri iri olan elekler, kalburlar. |
garabin |
(Gırbân. C.) Kargalar. |
garaib |
(Garib. C.) Acaib şeyler. Hayret edilecek şeyler. Tuhaflıklar. |
garaibat |
(Garâib. C.) Garib ve şaşılacak şeyler. Alışılmadık, tuhaf ve acaib nesneler. |
garaibperest |
f. Garib, tuhaf şeylere çok düşkün olan ve çok seven. |
garak |
Suya batmak. |
garam |
Helâk. Mahv. * Aşk. Sevdâ. şiddetli arzu. * Hedef. |
garamet |
(C.: Garâmât) Diyet ve borç gibi şeyleri ödeme. Resim, vergi. |
garameten |
Herkese eşit olarak, taksim ederek, paylaştırarak, hakkına göre. |
garan |
Tavşancıl kuşunun erkeği. * Açlık. * Zayıflık. |
garare |
(C: Garâyir) Büyük kıl çuval, harar. * Gafil olmak. |
garat |
(Gâret. C.) Yağmalar. Çapulculuklar. |
garayir |
(Garâre. C.) Büyük kıl çuvallar, hararlar. |
garaz |
(C: Ağraz) Maksat, niyet, gaye, kasıt. Kötü niyet. Kin. * Ok atılan nişan. * Izdırab. Acı. * Zelillik. |
garaz-alud |
f. Garezi, hususi bir maksadı olan. |
garaz-kâr |
f. Düşmanlıkla, eden, hased eden, kin güden. |
garazen |
Düşmanlıkla, garez ederek. |
garazkârane |
f. Hased ve düşmanlıkla. |
garb |
(C: Gurub) Güneşin battığı taraf. Batı. * Sığır derisinden yapılan büyük kova. * Sakaların su koydukları büyük tulum. * Atıldıktan sonra bulunmayan ok. * Yürügen at. * Nasır acısı (gözde More… |
garben |
Batıdan, garb cihetinden, batı tarafından. |
garbî (garbiyye) |
Batı ile alâkadar, Avrupa'ya mensub. * Aşağı Mısır'ın batı kısımları. |
garbiyyun |
Garplılar, Avrupalılar. Batı memleketleri ahalisi. |
garde |
(C: Megârid) Mantar. |
gardiyan |
Fr. Kolcu, nöbetçi, muhafız. |
gare |
(C: Gârât) Bükmek. |
gareb |
Gümüş kadeh. * Kavak ağacı. * Havuzla kuyu arasına dökülen su. * Bir nevi koyun hastalığı. |
gared |
Güzel ses. |
gareng |
f. Çığlık, feryat. |
garer |
Sonu mâlum olmayan, neticesi bilinmeyen. |
gares |
Açlık. |
garet |
(A, uzun okunur) Yağmacılık. Düşmanın malını yağma etmek. * Göbek. |
garetger |
(A, uzun okunur) f. Yağmacı. Çapulcu. |
garetgerân |
f. Yağmacılar, çapulcular. |
gareyn |
(A, uzun okunur) Alt ve üst çene, yâni ağız. * İki gar. |
garez |
Kayıştan yapılan üzengi. * Ağaç üzengi. |
garf |
(C: Guref-Agrâf) Kurtarmak. * El ile su almak. * Bir şeyi kesmek. |
gargara |
Suyu, içilen ilâcı veya başka bir sıvıyı, boğazda oynatıp çalkalama. * Tavuk ve güvercinin ötmesi. * Can boğaza gelip tereddüt etmek. * Çömleğin kaynayıp fıkırdaması. * Çoban koyuna haykırıp More… |
garî |
f. Kararsız, sebatsız. |
garib |
(A, uzun okunur) Batan. Gurub eden. * İki omuz arası. * Devenin hörgücüyle boynu arası. |
garib(e) |
Hayret verici. Tuhaf. * Kimsesiz. Zavallı. * Gurbette olan. |
garib-nüvaz |
f. Kimsesizlere ve gariplere yardım eden. Biçareleri ve zavallıları koruyan. |
garibane |
f. Garip gibi, garip kimselere yakışır şekilde, garipçesine. |
garîf |
(C: Guruf) Birbirine girmiş sık ve çok ağaç. |
garik |
Suda boğulmuş. |
garikun |
Katran köpüğü. |
garîm |
Alacaklı. * Hasım. Rakib. Borçlu veya üzerinde borçtan başka hakları olan kimse. |
garîn |
Havuz dibinde olan balçıklı su. * Her nesnenin kap dibinde kalan çöküğü, tortusu. |
garîr |
Kefil. * Güzel ahlâk. * Durumdan veya işten anlamıyan. |
garîse |
Yeni dikilmiş fidan. |
gariyy |
Cemil, güzel, hüsün. |
gariz |
Taze nesne. |
garîze |
Asıl. Yaratılıştan olan. Sevk-i İlâhi. Huy. |
garîziye |
Tıb: Yaratılışa âit. Yaşamaya âit. Doğuştan. Normal. |
gark |
Batmak, suda boğulmak. |
gark-ab |
f. Suya batmış olan, boğulmuş. |
garka |
Bir içim miktarı süt. * Suya batmış. |
garkad |
Bir dikenli ağaç. * Medine-i Münevvere'de olan kabristana 'Baki-ul Garkad' denir. |
garkan |
Batarak, boğularak. |
garm |
Çekmek. |
garnizon |
Fr. Bir şehir veya müstahkem mevkideki birliklerin tamamı. * Askeri birliklerin bulunduğu şehir. |
garr |
Aldatmak. * Hırsa düşmek. * Alnında dirhemden büyücek beyazlık bulunan at. ◊ Beyhude ve bâtıl şey. * Gafil adam. * Aldatan. * Kuyu kazan. |
garra |
Parlak. Beyaz. Güzel. Şa'şaalı. * Kur'an'ın kudsi nurlarının parladığı Medine-i Münevvere'nin bir ismidir. |
garran |
f. Kükreyen, haykıran. Homurdanan. |
garre |
Gafil kişi, gaflette bulunan kimse. |
garrende |
f. Kükreyerek vahşileşen arslan ve benzeri yırtıcı hayvan. |
gars |
Ağaç fidanı dikmek. * Dikilmiş fidan. |
garsan |
Karnı aç kimse. |
garur |
Dünyada insana gurur veren herhangi bir şey. * Aldatıcı. * Allahı unutturan. |
garv |
Acip. |
garz |
Doldurmak. * Noksan etmek, noksanlaştırmak. ◊ Batırma, sokma. İğne sokma. |
gasa |
Uzunluk. |
gasagis |
Arslan, esed. |
gasak |
(Gusuk-Gasekan) İlk koyu karanlık. * Küfrün karanlığı. * Gözün dumanlanıp, seçemez olması. * Göz kararması. * Herhangi bir şeyin akması, dökülmesi. * Çok soğuk ve fena kokan içki veya su. * More… |
gaşam |
(C: Guşâm) Mübâlağa ile zulmeden. |
gaşan |
(Gaşayân) Gönül dönmek. * Akıl gidip, bihoş olmak. |
gasas |
Dolu olma. * Yediği ve içtiği şeyin boğazda durması. |
gasase |
(Gasis-Gususe) Davarın zayıf olması. * Sözün boş ve faydasız olması. * Yaradan irinin akması. |
gasb |
Başkasına âit bir şeyi zorla, rızası olmadan almak. Zorla almak. * Zorla alınan şey. |
gasben |
(Gasb. dan) Cebren alarak, zorla gasbederek. |
gasben anh |
Ona rağmen. |
gasben ank |
Sana rağmen. |
gasem |
Gecenin sonunda olan karanlık. |
gaşemşem |
Şecaatinden kimseye baş eğmeyen. * Başını döndürüp yabana iltifat etmeyen. * Zulmedici. * Methi istediği gibi yapamamak. |
gaser |
Rüzgârın çukur yere getirip yığdığı. |
gaseyan |
Mide bulantısı. Kusmak. |
gaşeyan |
Kendinden geçmek. Kendini kaybetmek. Bayılmak. Gaşyolmak. |
gasgase |
Silahsız savaşmak. |
gasib |
Gasbeden, zorla alan. |
gasik |
Gecenin ilk karanlığı. Gece. Karanlık. * Ay doğmak. |
gasîl |
Yıkanmış. |
gasîme |
Çekirgeli yemek. |
gasîre |
Cemaat, topluluk. |
gaşiye |
Perde. Örtü. * Kıyamet. * Dilenci ve cerrar. * Ziyârete gelen dostlar gurubu. |
gaşiye suresi |
Kur'an-ı Kerim'de 88. suredir. Mekkîdir. |
gaşiye-dâr |
f. At uşağı, seyis. |
gasl |
Yıkama. Gusül. Şartlarına uygun şeklide boy abdesti almak. (Bak: Gusül) * Birisini döğüp vücudunu acıtmak. |
gaslak |
Pişmemiş ve tuzlanmamış olan şey. |
gasm |
Karanlık, zulmet. |
gaşm |
Zulüm etmek, zulüm yapmak. |
gaşmere |
Yönelmek. |
gasn |
Kesmek. |
gasr (gasrâ) |
Asılsız, alçak kimseler. |
gass |
İncelik, zavallılık. * Biçare, zavallı. * Tatsız, yavan. |
gaşş |
Örtmek, setretmek. ◊ Hâin. |
gass ü semin |
Fakir ve zengin. Zayıf ve semiz. |
gassak |
Ehl-i cehennemin vücudundan akan irin. * Çok soğuk ve fenâ kokulu içilmez şey. |
gassal |
(Gasl. den) Ölü yıkayıcı. |
gassan |
Dolu, mümteli. |
gasuk |
Karanlık olmak. |
gasul |
Su. Bir şey yıkamakta kullanılan su. ◊ Çöğen denilen şey. |
gaşum |
Zâlim, gaddar. * Muannid, inatçı. |
gaşve |
(Gışâve-Guşve) Perde, hicap, örtü. * Göz kararmak. |
gaşy |
Bayılma, kendinden geçme. |
gaşy-âver |
f. Baygınlık veren, bayıltan. |
gaşyet |
Kendinden geçme, bayılma. * Örtmek. * Hayret. |
gaşyolma |
Kendinden geçme. Kendini bilemez hale gelmek. |
gata |
(Gıtâ) (C: Agtıye) Perde, örtü. |
gatamtam |
Çok su. |
gatarif(e) |
(Gıtrîf. C.) Başkanlar, başlar, reisler, önderler. * Soylu ve asaletli kimseler, itibarlı ve seçkin kişiler. |
gataş |
(C: Agtaş) Karanlık. * Devamlı su akan gözdeki zayıflık. |
gatata |
(C: Gıtât) Bağırtlak cinsinden bir kuş. |
gataye |
Kertenkeleden büyük bir hayvan. |
gatfan |
Ev içinde su dökmek için yapılan yer. * Erkek ismi. |
gatgata |
Çömleğin kuruyup kaynaması. |
gatit |
Horlamak. |
gatrafe |
Büyüklenmek, ululanmak, kibirlenmek. |
gats |
Batırılma, daldırılma. * Batırma, daldırma. |
gatt |
Birbirine tâbi olmak. * Gizlemek. * Mükedder etmek, üzmek. * Suya dalmak. |
gâv |
f. Öküz, sığır, bakara. |
gâv-ban |
f. Sığır çobanı, sığırtmaç. |
gava |
Yoldan çıkmış. Yolunu şaşırmış. Azgın. |
gavadî |
Sabah bulutu. |
gavafil |
(Gafile. C.) Gafiller, gaflette bulunanlar. |
gavail |
(Gaile. C.) Musibetler, belâlar. * Dertler, sıkıntılar, kederler, hüzünler. * Felâketler, âfetler.GAVALÎ (Galiye. C.) Güzel kokular. |
gavamiz |
(Gamız. C.) Anlaşılması zor hakikatler. İnce ve derin mes'eleler. |
gavanî |
(Ganiye. C) Zenginler. * Kadın şarkıcılar. |
gavaş |
(Gaşiye. C.) Örtücü, örten. |
gavaşî |
(Gaşiye. C.) Kıyametler. * Örtü. At takımından sayılan bir nevi örtü. |
gavaya |
(Gaviyye. C.) Sapmışlar, sapıtmışlar. |
gavayet |
Dalâlete düşme, hak yoldan sapma. * Azgınlık. |
gavc |
Enli ve yassı olmak. * Muzdarip olmak, acı çekmek. |
gavelan |
Acı bir ot. |
gavga |
Çekirge. * İnsanların rezilleri. Adi, aşağılık olan kimseler. ◊ f. Döğüşme, kavga, vuruşma. Gürültü. Savaş, muhârebe, harp. |
gavî |
(A, uzun okunur) Çok azgın. Çok sapkın. Yoldan şaşıp azıtan zâlim. |
gaviyy |
Azgın. Zâlim. * Tek başına kalan. |
gavl |
(C: Gavâyil) Helâk etmek. * Kin tutmak. * Çok miktar toprak. * Feyizden uzaklık. |
gavr |
Bir şeyin dibi. Çukur. * Batmak. * Derinlik, nihayet. Kök, esas, temel. * Tefekkür, teemmül. * Dolanmak. * Hakikat. |
gavs |
Suya dalmak. Dalgıçlık. * Mc: Bir mes'elenin derinliğine ve hakikatine muttali' olup bilmek. * İyi anlamak. * Maslahata gayret ile girmek. ◊ Çağırma. Nida. Medet More… |
gavsiyyet |
Evliyaullahın başı olmak. Velâyet mertebelerinden yüksek bir makam sahibi olmak. (Bak: Aktab) |
gavt |
Derin çukur. * Bir şeyin içine girme, batma, garkolma. |
gavta |
Ağaçlık, sulak yer. * Toprakta çukurluk. ◊ f. Suyun içindeki derinlik. |
gavta-baz |
f. Dalgıç. |
gavta-bazî |
f. Dalgıçlık. |
gavta-gâh |
f. Dalma yeri. |
gavta-har |
f. Dalan, batan. |
gavun |
(Gavi. C.) Azgınlar, azmışlar, doğru yoldan çıkıp dalâlete düşmüş olanlar. |
gâvur |
Kâfir. Merhametsiz, inatçı. |
gavvas |
Çok gayretli. Çalışkan. * Suya dalan. * İnci arayan dalgıç. |
gayahib |
(Gayheb. C.) Gece karanlıkları. |
gayat |
(Gâye. C.) Gâyeler. ◊ Çalgı. |
gayb |
Gizli olan. Görünmeyen. Belirsiz. * Güman. Hislerle veya akıl ile bilinmeyen şey. |
gayb-aşina |
f. Gaybı bilen. Gaybdan haberi olan. Gelecekten veya âhiretten haberi olan. |
gayb-bîn |
f. Gaybı gören. Herkesin bilemediği geleceği feraseti ile hissedip bilen. İstikbalden haber veren. |
gayb-dan |
f. Gaybı bilen. |
gaybet |
Başka yerde bulunmak. Hazırda olmamak. Gıybet. Bir şeyin diğer bir şey içinde gaib olması. (Bak: Gıybet) |
gaybî |
Hazırda olmayan. Görünmeyenlere âit. Hazır olmayanlara âit. Başka âlemdekilere âit. Âhirete âit. Gayba âit ve müteallik. |
gaybubet |
Gayıplık, hazırda olmayıp başka yerde olma. |
gayda |
(C: Guyed) Nazik ve yumuşak tenli genç kadın. (Müz: Agyed) |
gaydak |
Geniş. * Yumuşak. * Kerim kişi. İyi huylu kimse. * Keler yavrusu. * Büluğ çağına varmamış çocuk. |
gaye |
Maksad, kasdedilen, netice, sonuç. |
gayed |
Nazik ve yumuşak tenli olmak. |
gayet |
Çok, pek çok. * Nihayet. Gaye. Encam. |
gayeten |
Son derece, çok fazla olarak. |
gayetsiz |
Nihayetsiz, sonsuz. |
gayf |
Eğilmek, meyl. |
gayheb |
(C.: Gayâhib) Gece karanlığı. |
gayir |
Irak, baid, uzak. |
gayit |
(C: Gaytân-Agvât) Çukur yer. * Kenef. |
gayk |
(Gayuk) Fikri karışık olmak. |
gayl |
Irmak, nehir. * Ağaç, şecer. * Cima etmek. * Kadının hâmile iken çocuğuna süt emzirmesi. |
gayle |
Şişman kadın. |
gaylem |
Kul, cariye. * Kablumbağanın erkeği. * Mevzi ismi. * Mugaylân ağacı. |
gaym |
Bulut. * Sisli bulut tabakası. * Pek susayıp hararetlenmek. |
gayme |
Çok fazla susama, susuzluk. |
gayn |
Susuzluk. * Arapçada 'ayn' harfinden sonra gelen harfin adı. |
gayna |
Yaprakları çok olan yaş ağaç. |
gayne |
Aralarından su akamayan birbirine girmiş ve dolaşmış ağaçlar. |
gayr |
Diğer, başkası, mâadâ, âher, yabancı. (İstisnâ edâtıdır. Başlarına getirildiği kelimeyi nefy yapar.) |
gayr-endîş |
f. Başkalarını düşünen, şefkatli ve cömert kimse. |
gayret |
Dikkatle ve sebatla çalışmak. * Kıskanmak, çekememek. * Hareketli ve temiz hislerle çalışmak. * Dine, imana, namus gibi kıymetlere tecavüz edenlere karşı müdafaa için harekete gelmek. |
gayret-mend |
f. Gayretli, çalışkan. |
gayret-şiar |
f. Gayretli. çalışkan. |
gayretkeş |
Çalışkan, çabalayıcı. * Bir tarafı tutan, taraftar. * Kıskanç. |
gayri |
Başkası, diğeri. Artık. (Bak: Gayr) |
gayriyet |
Ayrılık. Gayrılık. |
gays |
İmdad. Yardım. * Yağmur. * Yağmurla meydana çıkan çayır. |
gaysan |
Gençlik şiddeti. |
gaytale |
(C: Gıytal) Sık bitmiş olan ağaç. * Seslerin karışması. |
gayub |
(Gayâb-Gaybe) Kaybolmak. |
gayur |
Hamiyetli. Çok çalışkan. Dayanıklı. Çok gayretli. * Kıskanç. ('Gayyur' diye yazılması yanlıştır.) |
gayuran |
(Gayur. C.) Çalışkanlar, gayretkeşler, gayretliler. |
gayurane |
f. Gayretli olan kimseye yakışır şekilde, çalışkan kimseler gibi. |
gayy |
Aklın istikametini, yolun doğrusunu kaybetmek. Rüşdün zıddı. |
gayya |
Cehennemin beşinci tabakasındaki çok korkunç bir kuyunun adı. İçine düşenin kolay kolay kurtulamıyacağı korkunç yer. |
gayyir |
(Gayyür) Gayretli kimse. |
gayz |
Bir şeyin pahası eksilmek. Hilkati noksan olma. Kıymetten düşük şey. * Suyun eksilip azalması, yere çekilmesi. ◊ Hiddet, kin, öfke, gadab. Dargınlık. Hınç. |
gayz ü gazab |
Kızgınlık ve hiddet. |
gayz-efşan |
f. Hiddetli, öfkeli, kızgın. |
gayza |
Meşelik. |
gayzeran |
İtburnu. |
gaz |
f. Isırma, dişle tutma. * Diş. |
gaza |
(C.: Gazevât) Din uğrunda kâfirlerle yapılan mücadele, muhârebe, düşmana kasdetmek. Cenketmek. |
gazab |
Hiddet, öfke, dargınlık, kızgınlık. |
gazab-nak |
f. Öfkeli, hiddetli, kızgın. Dargın. |
gazaben |
Gazabla, hiddetle, öfkeyle. |
gazal |
(C: Gazale-Gazelân) Ceylân. Geyik, âhu. Geyik yavrusu. * Şarkıcı, mızıkacı. *Güzel göz. |
gazale |
Dişi geyik. * Güneşin yükselmesi. |
gazalî |
Onyedinci asırda şiirleri ile tanınan Bursa'lı bir şâirin adıdır. ◊ (Bak: İmam-ı Gazalî) |
gazamir |
Malı çok olan, zengin. |
gazanfer |
Kahraman. * İri arslan. |
gazanferâne |
f. Arslancasına, arslan gibi. |
gazar |
Bir cins güvercin. * Çok, fazla. |
gazat |
(C: Guzâ) Dağ armudunun ağacı. * Dikenli ağaç. * Seksek ağacı. |
gazât |
Gazlar. |
gazaza |
Eksiklik. |
gazb |
Kızıl boya, kırmızı renkli boya. |
gazban |
(Gadbân) Dargın, kızgın. |
gazbe |
Sağlam, sert taş. |
gaze |
f. Kadınların yüzlerine sürdükleri düzgün allık. ◊ f. Çocuk salıncağı. |
gazefe |
Bağırtlak kuşu. |
gazel |
Tek kişinin özel bir ahenkle okuduğu manzume. (Aşk ve nefis gibi hislere ait olup, anlamı dine aykırı olursa ve kadın sesi ile câiz değildir.) * Edb: Klâsik şark şiirlerinin en çok More… |
gazel-han |
f. Gazel okuyan. |
gazel-hanî |
f. Gazel okuyuculuk. |
gazel-nüvis |
f. Gazel yazan. |
gazel-sera |
f. Nazım şekilleri arasında gazel meydana getiren. |
gazeliyyat |
Gazel tarzında yazılmış şiirler. |
gazem |
Bir ot cinsi. |
gazete |
Fr. Genellikle günlük çıkan ve büyük boy olan neşriyat organı. (Bak: Mürcif) |
gazevan |
Hızlı giden iyi at. |
gazevat |
(Gazve. C.) Din uğrunda yapılan harbler. |
gazf |
Kulağın sarkık olması. * Kırmak. * Geceleyin karanlık olmak. |
gazgaza |
Zillet, aşağılık. * Eksik, noksan. |
gazi |
Din uğrunda harbeden. Cihadda yaralanmış veya harbetmiş olan kimse. Harpte ordunun başına geçen kumandan. Muzaffer olan ve harpten sağ dönen. |
gazid |
Katı sesli. * Yumuşak ot. |
gazif |
Yumuşak, geniş. |
gazîme |
Gazem denilen otun yetiştiği yer. |
gazir |
İyi dibâgat olunmamış deri. |
gazîr |
Bol, çok, kesretli, ziyade, fazla. |
gazir(e) |
Mülâyim, yumuşak. Nâzik, uysal. |
gaziye |
Çok karanlık olan yer. * Büyük nurlu şey. |
gaziyy |
(C: Gazâ) Yeni doğmuş kuzu. |
gazîz |
Gılâfından yeni çıkan çiçek. * Taze. |
gazl |
İplik eğirmek, bükmek. ◊ Budaklanmak. |
gazm |
Güçle ve şiddetle yemek. * Defetmek, kovmak. |
gazn |
Hapsetmek. * Kırmak. |
gazr |
(Gazâre) (C: Gazâyir) Men etmek, engel olmak. * Hapsetmek. * Geçim kolaylığı, maişet genişliği. * Büyük çanak. |
gazra |
Ucuzluk. * Hayır. * Özlü balçık. |
gazreme |
(C. Gazarim) Ölçüsüz, tartısız bir şeyi satmak. |
gazruf |
(C.: Gazârif) Kıkırdak. |
gazub |
(Gazab. dan) Öfkeli, kızgın, hiddetli. Kükremiş. * Büyük yılan. * Abus deve. |
gazv |
Seyelân etmek, akmak. * Münkatı' olmak, kesilmek. ◊ Kasdetmek. * Küffarla cenk edip savaşmak. |
gazva |
Malın ve davarın kötüsü. |
gazve |
Din düşmanı olan cephenin üzerine taarruz. Muharebe. Cenk. Sefer. Din muharebesi. Gazve, gazivden alınmış olup cenk ve kıtal manasınadır. Düşmanla vuruşmak demektir. Siyer ıstılahında Gaza More… |
gazver |
Bir ot cinsi. |
gazz |
(Gadd) Utancından dolayı önüne bakmak. * Bir şeyin miktarını eksiltmek. * Hurmanın tomurcuğu. * Zerafet sâhibi. * Yeni buzağı. |
gazzal |
Eğrilen iplik. |
gazze |
Şam'ın doğusunda bir yerin adı. (Resullulah Efendimizin ceddi Hâşim'in kabri ordadır.) |
gebe |
(Bak: Hâmile) |
gebeş |
Koyunun erkeği. Koç. * Mc: Akılsız, ahmak adam. |
gebr |
f. Ateşe tapan, mecusi. |
gec |
f. Kireç, alçı, harç. |
gecbaz |
Oyunda hile yapan, hileci. |
geçer akça |
t. Rayiç para yerine kullanılır bir tabirdir. Bu tabir, eskiden halk arasında yapılan senetlerde, hükümet tarafından akdolunan mukavelelerde kullanılırdı. |
geckâr |
(Gecger) f. Kireçle badana yapan. Kireç sıvacısı. |
ged |
(Gedbe) f. Yoksul, dilenci, fakir, dilenen. * Dilencilik. |
geda |
f. Fakir. Kimsesiz. Dilenci. |
geda-çeşm |
f. Dilenci gözlü, yoksul gözlü. * Mc: Aç gözlü, gözü doymaz. |
geda-çeşmane |
f. Açgözlülükle, açgözlücesine. |
gedayan |
f. Fakirler. Kimsesizler. Gedâlar. |
gedayane |
f. Dilencilikle. |
gedayî |
f. Dilencilik. |
gedikli |
t. Tar: Yeniçeri efradı arasında eskilikleri dolayısıyla imtiyazlı olanlar. Bunlar diğer yeniçerilerden ayrılmak için bellerine seraser denilen kumaştan kuşak sararlardı. * Yıkık, çentikli More… |
geh (gâh) |
f. Kelimenin sonuna eklenerek yer veya zaman ifade eder. |
geh(î) |
f. Ara sıra. Bazan. |
gehan |
f. Zaman, an, vakit. |
gehvare |
f. Beşik. |
gehvare-ger |
f. Beşikçi. |
gehvare-nişin |
f. Beşikteki çocuk. |
gele |
f. Sığır, koyun ve keçi sürüsü. * Sürü. |
geleban |
f. Sığırtmaç, çoban. |
gelu |
f. Boğaz. |
gelu-gir |
f. Dağ armudu. Ahlat. * Boğazdan geçmesi zor olan şey. |
gem vurmak |
Mecaz yoluyla mâni olmak, zabtetmek, bağlamak yerinde kullanılan bir tabirdir. |
genc (gencine) |
f. Define, hazine. Gömülü hazine. Kenz. |
gencur |
f. Hazine muhafızı, hazinedar. |
gend |
f. Pis koku, fenâ koku. |
genda(y) |
f. Kokmuş, fenâ kokulu. |
gendeme |
f. Siğil. |
gendide |
Kokmuş. |
gendüm |
f. Buğday. |
gendüm-gun |
f. Buğday renkli. |
gendümnüma |
f. Yüze gülüp aldatan. Hilekâr. |
gensoru |
(Bak: İstizah) |
ger |
f. İsimlerin sonlarına eklenir ve yapıcılık bildirir bir edattır. Meselâ: Ahen-ger - f. Demirci. Zer-ger - f. Kuyumcu. ◊ f. Türkçedeki 'eğer' kelimesinin. |
gerçi |
f. Öyle ise de, her ne kadar. |
gerd |
f. Kelimelere eklenir ve 'Dönen, dolaşan' anlamlarını verir. Meselâ: Tiz-gerd - Çabuk dönen. ◊ f. Baht, talih. Fayda. * Toz, toprak. * Hüzün, keder, gam, tasa. |
gerd-âlûd |
f. Toz toprak içinde. |
gerd-âlûde |
f. Toza toprağa bulaşmış, tozlu topraklı. * Mc: Maddiyatı olan kimse, paralı, zengin. |
gerdâ-gird |
f. Fırdolayı. |
gerdân |
f. Dönen, dönücü. Çeviren. (Bak: Gerden) |
gerde |
'f. İsimlere eklenerek; etmiş, yapmış, eylemiş gibi mef'uller yapılır.' |
gerden |
f. Dönen. Dönücü. * Boyun. * Şeci'. Bahadır. Pehlivan. |
gerden-bend |
f. Boyuna bağlanan nesne, boyun bağı. * Gerdanlık. |
gerden-beste |
f. Boynu bağlı. İtâatli. Boyun eğmiş. |
gerden-efraz |
(Gerden-firâz) f. Kibirli, gururlu. Boyun kaldıran, başı yukarda. |
gerden-keş |
f. Âsi, serkeş, isyankâr. * Mağrur, kibirli. * İnatçı, muannid. |
gerdena |
f. Kuş veya kuzu çevirmesi. * Yürümeye yeni başlayan çocukları, yürümeye alıştırmak için yapılmış bir cins araba. * Kebap şişi. * Fırıldak, topaç. |
gerdîde |
f. Tavır ve hâlleri değişmiş. |
gerdiş |
f. Dönme, dönüş. Çevrilme, dolaşma. |
gerdun |
f. Dünyâ, felek. * Dönen, dönücü, devreden, çevrilen. |
gerdun-mîna |
f. Gök, sema, asuman. |
gerdun-sirişt |
f. Mağrur, gururlu, kibirli kimse. * Zâlim, gaddar, kan dökücü. * Tenbel, uyuşuk. |
gerdune |
f. Araba, otomobil. |
gergedan |
Burnu üzerinde boynuzu bulunan ve file benzeyen vahşi bir hayvan. |
gerilla |
(İspanyolca) Büyük bir kuvvete karşı, dağınık küçük kuvvetler tarafından yapılan çete harbi. |
gerk |
f. Uyuz hayvan. |
germ |
f. Sıcak. Kızgın. * Çabuk öfkelenen. * Gayretli, hamiyetli. Tez meşreb. |
germ ü serd |
Sıcak ve soğuk. * Darlık genişlik, iyilik kötülük, acı tatlı. |
germ-mend |
f. Acele eden, aceleci. |
germ-ran |
f. Atı çok süren, hızlı at süren. |
germ-ülfet |
f. Görüşmesi hararetli olan, hararetli ve sıkı-fıkı görüşen. |
germa |
f. Sıcak. |
germa-germ |
f. Pek kızışmış, kızışıp ısınmış. * Sıcağı sıcağına. |
germa-peyma |
f. Sıcaklık ölçeği. Termometre. |
germabe |
f. Sıcak su hamamı. Kaynarca, kaplıca, ılıca. |
germî |
f. Hararet, sıcaklık, kızgınlık. |
germiyyet |
Sıcaklık, hararet. Ateşli ve hızlı çalışma. |
gerziş |
f. Zulümden şikâyet etme. |
geş |
Edâ ve naz yaparak yürüme. * Lâtif, hoş, güzel. |
geşt |
Seyretme, dolaşma, gezme, tenezzüh. * Geçme. |
geşt ü güzâr |
Gezip tozma, gezme. |
geşte |
f. 'Gezmiş, dolaşmış, dönmüş' anlamlarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Ber-geşte - Altüst olmuş. Ser-geşte - Başı dönmüş. |
gestî |
f. Çirkinlik. |
gev |
(C.: Gevân) f. Yiğit, bahadır, kahraman. |
gev-çah |
f. Dibi görünebilen pek derin olmayan alçak kuyu. |
gevah |
(Bak: Güvah) |
gevahî |
(Bak: Güvahî) |
gevan |
(Gev. C.) Kahramanlar, yiğitler. |
gevar |
t. Ark. Bahçeleri sulamak için çayırdan ufak bir arkla alının kol. |
gevare |
(Gehvâre) Beşik. |
gevç |
f. Ağaç zamkı. |
gevden |
f. Sersem, ahmak, şaşkın, anlayışsız. |
geven |
t. Çalı. Dikenli ve bir karış kadar boyunda bir nebat. Aslı Gevân'dır. |
gevher |
f. Akıl ve edeb. * Asıl ve neseb. * Elmas, cevher, mücevher. İnci. * Bir şeyin künhü ve esası. Hakikat. * Noktalı olan harf. |
gevher-bar |
f. Cevher yağdıran. |
gevher-efşan |
f. Cevher saçan. |
gevher-füruş |
f. Cevherci, kuyumcu, sarraf. |
gevher-nisar |
f. Cevher serpen. * Mc: Düzgün konuşan, güzel söz söyleyen. |
gevher-nişin |
f. Cevherlerle süslenmiş. |
gevher-paş |
f. Mücevher saçan. * Mc: Çok güzel ve düzgün konuşan. |
gevher-şinas |
f. Cevherden anlıyan, cevherci, kuyumcu. |
gevher-tab |
f. Altun ve mücevherlerle işlenmiş kadın eşarbı. |
gevherî |
f. Kuyumcu, cevherci. |
gevherîn |
f. Mücevher gibi. * Mücevherli. |
gevsale |
f. Bir yaşına girmiş sığır yavrusu. |
gevz |
f. Ceviz. |
gez |
f. Arşın, endaze. * İlgın ağacı. * Okun çentiği. * Tâlim için yapılmış kısa ok. |
geza |
f. Isırıcı, ısıran. |
gezend |
f. Musibet, belâ, felâket, âfet. * Elem, keder, hüzün. * Zarar, ziyan. |
gezide |
f. Isırılmış, dişlenmiş. |
gibb |
Nihayet, son, netice. * İki günde bir. Gün aşırı. * -den, -dan, sonra mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. |
gibben |
Nâdiren, seyrek, arasıra. |
gibta |
İmrenme. Aynı iyi hâli isteme. Şiddetle başkasının güzel bir halinin kendisinde de olmasını arzu etme. |
gibta-âver |
f. Gıbta ettiren, imrendiren. |
gibta-fermâ |
f. Gıpta verici, imrendirici. |
gibta-keş |
f. İmrenen, gıpta eden. |
gibta-resâ |
f. İmrendirici, gıpta ettirici. |
gida |
Besleyici madde. Vücuda lâzım olan yenecek ve içilecek şeyler. * Kuşluk vakti yenen yemek. * Zihni ve kalbi olgunlaştıracak Kur'an ve iman ilmi ve Allah'a ibadet ve taat. |
gidaî |
Gıda olabilen. Gıda cinsinden. |
gifare |
Kat kat bulut. * Başa örtülen bez parçası. * Yama. |
gîl |
(C: Guyul) Meşelik ve çalılık yer. * Arslan yatağı. Arslanların bulunduğu yer. |
gil |
f. Su ile ıslanmış toprak, balçık. Lüleci çamuru, kil. |
gil-zar |
f. Çamurlu yer. |
gilab |
Birbirine galip olmasını dilemek. |
gilaf |
Kın. Kılıcın kılıfı. Bir şeyin üzerinin örtüsü. |
gilal |
(Bak: Galâl) |
gilale |
(C: Galâyil) Zırh altına giyilen kısa gömlek. * Küçük kaftan zıbını. |
gilaz |
(Galiz. C.) Şedid. Sert. Kalın ve kaba şeyler. ◊ Yoğunluk, koyuluk. |
gilbit |
Taşsız yer. |
gildirgiç |
Mücellit ıstılahlarındandır. Kitapların kenarlarını kesmeğe mahsus, rende biçiminde bir âlettir. |
gîle |
f. İki dağ arasındaki yol, vadi. * Şikâyet. * Üzüm tanesi. ◊ Bir kimseyi aldatıp bir yere götürüp öldürmek. |
giliger |
f. Duvarcı, sıvacı. * Çamurcu. |
gilk |
Acip ve garip. * Zahmet, meşakkat, güçlük. |
gill |
Düşmanlık, garaz ve adavet, gizli kin ve haset. |
gill u giş |
Aklın muhtelif fikirler üzerinde kararsızlığı. * Gönül darlığı. * Kin ve hile. Hıyanet ve adavet. |
gille-mend |
f. Şikâyet eden, halinden memnun olmayan. |
gillim |
Cimâı şiddetle arzu eden. |
gilman |
(Gulâm. C.) Bıyığı yeni bitmiş gençler. * Cennet'te hizmet gören delikanlılar. * Köleler, esirler. |
gilman ü cevarî |
Köleler ve cariyeler. |
gilme |
(Gulâm. C.) Delikanlılar, gençler. * Esirler, köleler. |
gilt |
Akdolunan pazarlığı bozmak. |
gilzet |
Kabalık, sertlik. * Kalınlık, galizlik. |
gimar |
(Gamr. C.) Gaflet. Cehalet. Şiddetler. Çok su. Büyük denizler. * (Gımr. C.) Çok susuzluk. * Kin tutma. |
gimd |
(C.: Agmâd) Kılıf, kın, mahfaza. * Bakla, bezelye, fasulya ve benzerleri gibi şeylerin kabuğu. |
gin |
f. Türkçedeki 'li, lu, lı' eklerinin karşılığıdır. |
gina |
Zenginlik. Yeterlik. * Tok gözlülük. * Mülâki olmak. Bir kimseye dostluğunda devamlı olmak. * Bıkma, usanç. * Şarkı söylemek. Teganni etmek. |
gîne |
Leşten akan murdar sarı su. |
gîr |
f. (Giriften) 'Tutmak, yakalamak' mastarının emir köküdür. Türkçedeki yapan, tutan, tutucu, dağılan, yayılan gibi mânalara gelir. Kelimenin sonuna eklenir. |
gîra |
f. Müessir, te'sir eden, tutucu. |
gira |
(Garrâ) Tutkal. |
gîra-gir |
f. Tutan tutana. |
girajova ateşi |
Tar: Eskiden kale müdafaalarında hücum edenlere karşı ve deniz savaşlarında düşman gemilerini tutuşturmak için kullanılan ve su ile sönmeyen bir cins ateş. Balmumu, kükürt, ispirto, kâfuru. |
giramî |
f. Muhterem, aziz, hürmete değer. * Ulu, büyük. |
giran |
f. Pahalı. Tartısı ağır olan. Ağır. Dolu. * Sert. Katı. * Bıktırıcı. Usandırıcı. |
giran-baha |
f. Kıymet ve pahası çok olan. |
giran-bar |
f. Meyvesi çok olan ağaç. * Ağır yüklü. * Gebe insan veya hayvan. * Zengin, gani. |
giran-can |
f. Ağır kanlı, ağır hareketli, can sıkıcı (adam). |
giran-canî |
f. Can sıkıcılık. |
giran-dest |
(C.: Girandestân) f. İşini ağır yapan kimse. Eli ağır kişi. |
giran-destmaye |
f. Zengin, gani. Sermayesi ve malı mülkü çok olan. * Mârifetli, mahâretli, hünerli. |
giran-dud |
f. Duman, sis. * Kara bulut. |
giran-guş |
(C.: Giranguşân) f. Sağır, kulağı ağır işiten. |
giran-guşâne |
f. Sağırcasına. |
giran-hab |
f. Uykusu ağır olan adam. |
giran-har |
f. Obur, çok yiyen. |
giran-hatir |
f. Canı sıkılmış, gücenmiş. |
giran-huy |
f. Fena mizaçlı. Kötü huylu. |
giran-kadr |
f. Kadr u itibar sahibi. Hürmet edilen kimse. |
giran-kîse |
f. Cimri, hasis, pinti. |
giran-maye |
f. Kıymetli ve değerli olan şey. |
giran-rikab |
f. Ciddi ve vakur kimse. * Harpte düşmana saldıran, azimli kişi. |
giran-saye |
f. Yüksek makam ve mevki sahibi. * Ordu kumandanı. |
giran-seng |
f. Ağır başlı kişi. Ciddi ve vakar sahibi kimse. * Sabırlı, kanaatkâr. |
giran-ser |
(C.: Giranserân) f. Mağrur, kibirli, gururlu, kendini beğenmiş. |
giran-serî |
f. Kibirlilik, mağrurluk, enaniyetli oluş, kendini beğenmişlik. |
giran-seyr |
(C.: Giranseyrân) f. Hareketleri ve yürüyüşü ağır olan. |
giran-sirişt |
(C: Giransiriştân) f. Tembel, ağır tabiatlı, ağır kanlı. |
girandi direği |
Geminin ortasındaki en büyük direk. Bu yekpâre olmayıp üst üste dört direkten mürekkepti. |
giranî |
f. Ağırlık, sıklet. |
girar |
Devenin sütünün azalması. * Az uyku. * Miktar. * Cihet, Misâl. * Yol. * Birbiri ardınca olmak. * Her nesnenin kenarı. * Büyük kıl çuval. |
giras |
Ağaç budağı. * Ağaç dikecek vakit. |
girbal |
(C.: Garâbil) İri delikleri olan elek, kalbur. |
girban |
(Gurâb. C.) Kargalar. |
girbil |
Havuzun dibinde kalan balçıklı su. * Bardak ve şişenin dibinde olan tortu. |
girbin |
Selin getirdiği çamur. |
gird |
f. Yuvarlak. |
gird-alud |
f. Toz toprak içinde kalmış, toza bulanmış. |
gird-gâr |
f. Allah.Yaratıcı. Kudret sahibi. (Bak: Kird-gâr) GİRDİBAD: (Gird-bâd) f. Kasırga. Yel çevrintisi. Tehlike. Girdap. |
girda-gird |
f. Fırdolayı, çepeçevre. |
girdab |
f. Suların dönerek çukurlaştığı yer. * Tehlikeli yer. Mühlike. Tehlikeli yer ve zaman. |
girdar |
f. Meşgale, meşguliyet. * Tarz, âdet, yürüyüş. |
girde |
f. Yuvarlak, değirmi. * Evvelce yahudilerin, müslümanlardan ayırd edilebilmeleri için, omuzlarına diktikleri sarı renkte bir parça. * Açılmış yufka. * Yuvarlak yastık. * Gr: Bütün, hepsi, More… |
girdeban |
f. Gözcü, gözetici. |
girdu |
f. Ceviz. |
gire |
(C: Guyer) Diyet. |
girgin |
Her yere sokulan, herkesle görüşen, sokulgan. * Mensub, alâkalı, müteallik. |
girgira |
(C.: Garâgır) Yaban tavuğu. |
girîban |
f. Elbise yakası. |
girîban-çâk |
f. Yakası yırtık. * Mc: Kederli, hüzünlü, üzüntülü. |
girîban-gir |
f. Yaka tutan. |
girîbanî |
f. Bir çeşit gömlek. |
girift |
f. Yakalama, tutma. * Dolaşık. Birbiri içine girik. Girintili çıkıntılı, karışık. * Motifleri birbirine girik ve içiçe geçme olan tezyinat tarzı. Buna aynı zamanda arabesk de denilir. * Türk More… |
giriftar |
f. Tutulmuş. Yakalanmış. |
girifte |
f. Yakalanmış, tutulmuş. * Bir hastalığa mâruz kalmış, hastalığa yakalanmış. * Esir. |
girifte-dem |
f. Nefesi tutulmuş. |
girifte-gî |
f. Tutkunluk. * Hastalık hali. * Esirlik. |
girifte-hâtir |
f. Gücenik, kırgın. |
girifte-leb |
(C: Giriftelebân) f. Dudağı tutulmuş. * Mc: Sessiz, sakin (kimse). |
girifte-ser |
f. Aklı fikri dağılmış kimse. Dalgın kişi. |
girih |
f. Bağ, düğüm. |
girih-bend |
f. Bağcı, düğümcü. * Uçkur. |
girih-bür |
f. 'Düğüm kesen'. Yankesici. |
girih-gîr |
f. Düğümlü, dolaşık. |
girih-küşa |
f. Düğüm açan, bağı çözen. * Mc: Müşkülâtları yenen, zorlukları halleden. |
girihçe |
f. Küçük düğüm, düğümcük. |
giris(e) |
f. Oyun, hile, dalavere. |
girişme |
f. İşve, naz, cilve. Gözle kaşla işaret. |
girîv |
f. Bağırma, feryat etme, çığlık atma, bağrışma. |
girive |
(Girve) f. Çıkmaz yol. Çıkmaz sokak. * İçinden çıkılması müşkül olan durum. |
girizgâh |
(Bak: Gürizgâh) |
girizî |
(Bak: Gariziye) |
giriziye |
(Bak: Gariziye) |
girk |
Çok, kesir. |
girkî |
Yumurta kabuğu. |
girnevk |
(C: Garânik-Garânika) Su kuşlarından boynu uzun bir kuş. Telli turna. Kuğu kuşu. |
girr |
İşten anlamayan ahmak kişi. |
girre |
Gaflet. Boş bir şeye aldanan. * Tevbeyi sonraya bırakıp, aldanan. Övünen, gururlu. Gâfil. İşe yaramaz. |
girs |
(C: Egrâs) Dikilmiş ağaç. * Çocukla birlikte anadan çıkan ince deri. |
gîrudar |
f. Savaş, muharebe, cenk, cidâl, kavga. |
giryan |
f. Gözyaşı döken. Ağlayan. |
girye |
f. Gözyaşı. |
girye-bar |
f. Gözyaşı döken, ağlayan. |
girye-dar |
f. Ağlamış, göz yaşı dökmüş. |
girye-engîz |
f. Ağlatacak sebep, ağlamaya sebep olan. |
girye-feşan |
f. Acıklı acıklı ağlayan, gözyaşı saçan. |
girye-feza |
f. Çok ağlatan, ağlamayı artıran. |
girye-künan |
f. Gözyaşı dökerek, ağlayarak. |
girye-meşhun |
f. Gözyaşı ile dolu. |
girye-nak |
f. Ağlayan, gözyaşı döken. Ağlayıcı. |
girye-nümud |
f. Ağlar gibi görünen, ağlamışa benziyen. |
girye-paş |
f. Ağlayan, gözyaşı döken. |
girye-perverd |
f. Ağlatıcı, gözyaşı döktüren, ağlamayı getiren. |
girye-rîz |
f. Gözyaşı döken, ağlayan. |
girye-zar |
f. Oturup ağlanılan, gözyaşı dökülen yer. |
giryende |
f. Ağlayan, gözyaşı döken. |
giş |
f. Kalb, yürek. |
gişa |
Örtü, perde. * Zar. Deri. Kabuk. * Üst tabaka. * Zarf. Mahfaza. |
gişaş |
Az, kalil. * Evmek, acele. |
gişavet |
Göz kararmak. * Körlük yapan perde. Kabuk. * Baş örtüsü. |
gişe |
Fr. Tren istasyonu, vapur iskelesi ve mağaza gibi yerlerde bilet veya paranın alınıp verildiği yer. |
gislîn |
Yara yıkandığında içinden çıkan irinli ve kanlı su. * Cehennem ehlinin etleri ve kanlarının yıkandığı nesne. |
gişş |
Hıyânet etmek, hâinlik yapmak. * Yaramaz olmak. * Saf olmayıp karışık olmak. |
gîsu |
f. Uzun saç, omuza dökülen saç. |
gîsu-bend |
f. Saç örgüsü, saç bağı. * Altundan yapılmış kadın tarağı. |
gişyan |
Bürünmek, örtünmek. * Cimâdan kinâye olur. |
gita |
Örtü. Örtünecek şey. Perde. |
gitarres |
(C: Gatâris) Zâlim, mütekebbir, kibirli kimse. |
gîtî |
f. Âlem, dünya. |
gîtî-ban |
f. Hükümdar, padişah. |
gîtî-neverd |
f. Dünyayı gezen, dünyayı dolaşan. |
gîtî-nüma |
f. Dünyayı gösteren, cihanı gösteren. |
gîtî-sitan |
f. Dünyayı zapteden, cihangir. |
gitrif |
(C.: Gatârif) Başkan, reis. * Asil ve itibarlı kimse. Soylu kişi. ◊ Mütekebbir, gururlu, kendini beğenmiş. |
giya(h) |
f. Nebat, bitki. |
giya-zar |
f. Çayır, çimenlik, otluk. |
giyab |
Görünmemek. Göz önünde olmamak. * Hazırda bulunmamak. * Bilinmeyen şeyler. * Arka. Arkasından. |
giyabe |
Derinlik, dip. |
giyaben |
Bulunmadığı halde. Mevcut ve hazır olmaksızın. * Mahkeme veya duruşmada olmadan. |
giyabî |
Arkasından olarak. Kendi hazır olmadığı halde arkasından. Gayba âit. Gayba mensup ve müteallik. |
giyar |
Keçe. * Ehl-i zimmetin nişanı. |
giyas |
Medetkâr. Yardımcı. Nusrete yetişen. * Meded. Yardım. |
giyasa |
Suya dalmak. |
gıybet |
Arkadan çekiştirmek. Hazır olmayan birisinin aleyhine konuşmak. Birisinin gıyabında hoşuna gitmeyen bir şeyi söylemek. |
giyer |
Halden hale dönmek. |
giyotin |
Fr. Eskiden Fransa'da idam cezalarının infazı için kullanılan, kafa kesmeye yarar âlet. |
giza |
Gıda, besin. (Bak: Gıda) |
gizlik |
f. Uzun saplı kalemtraş. * Bıçak, çakı, kılıç gibi şeylerin keskin olan tarafı. |
gladyatör |
Eskiden Roma sirklerinde vahşi hayvanlarla veya birbirleriyle boğuşan kimse. |
göden |
Kalın barsağın son kısmı. |
gökdelen |
t. Yirmi veya daha çok katlı bina. |
golfstrim |
ing. Atlas Okyanusunda, Meksika Körfezinden başlayarak Norveç kıyılarından Avrupa Rusyası'nın kuzey kıyılarına kadar gelen ılık bir deniz akıntısı. |
gön |
Tabaklanmış deri, her çeşit meşin, sahtiyan vesaire. |
gonce |
f. Gonca. Tomurcuk. Çiçeğin açılmamış durumu. |
gönder |
Tar: Seferde ordunun ve ileri gelen vezir ve diğer devlet ricalinin atlarına bakmak ve sair zamanlarda ise has ahır ve çayır hizmetlerinde kullanılmak üzere gayr-ı müslimlerden ve hasseten. |
götürü |
Tartı veya ölçü ile olmayarak, toptan ve kesin olan. |
göynük |
Arpa torbası. * Ufak süt kabı. * Kıldan yapılmış yoğurt torbası. |
göz boyamak |
t. Mc: Aldatmak, hileye düşürmek. |
gözdaği |
t. Mc: Birini istenilen yola getirmek için samimi olmayan şiddet gösterişleriyle korkutmak ve tehdit etmek. |
grafik |
yun. Bir hâdisenin gidişatını göstermek, birkaç şey arasında karşılaştırma yapmak için çizgi ve şekillerle yapılan rakamlı cetvel. |
gramer |
Fr. Cümlelerin, kelimelerin, hecelerin ve harflerin hallerinden bahseden ilim. Dil bilgisi. |
granit |
Fr. Jeo: Muhtelif renklerde çok sert bir çeşit taş. |
gu(y) |
Diyen, söyleyen mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Rast-gu - Doğru söyleyen. Suhan-gu - Söz söyleyen, konuşan. |
gubar |
Toz. |
gubar-âlud |
f. Tozlanmış, toza bulanmış. tozlu. |
gubare |
f. Sığır ağılı, mandıra. * Sığır sürüsü. |
gubarî |
Eski harflerle yazılan bir çeşit ince yazı. Bu isim Arapça toz demek olan gubardan alınmıştır. Yazı, toz gibi ince yazıldığı için bu adı almıştır. Eski Türk devletlerinde güvercin More… |
gubbe |
Tavşancıl kuşunun yavrusu. |
gubeyra |
Yaban iğdesi. * Habeş vilâyetinde darıdan yapılan bir cins şarap. |
gubre |
Toprak renkli olmak. |
gubşe |
Toprak renkli omak. |
gucme |
Kabın dibinde kalan su. |
gücük |
Kuvvetsiz, zayıf, gevşek. |
gudaf |
(C.: Gudfân) Kuzgun. |
güdahte |
f. Erimiş. |
gudat |
Ayıp, zillet, noksanlık. * Ter u taze olmak. |
güdaz |
f. Mahveden, yakan, eriten mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Takat-güdaz - Takati mahveden. |
güdazende |
f. Eriten, eritici. |
güdaziş |
f. Yakılma, yanma. |
gudde |
Tıb: Bez. Vücudun muhtelif yerlerinde, hususan boyunda bir nevi vücuda lazım su çıkaran depocuk. Şiş. |
gudek |
f. Çocuk, tıfl. |
gudekâne |
Çocukçasına. |
gudruf |
(C.: Gadârıf) Kıkırdak, kıkırdak kemiği. |
gudüvv |
Sabah vakti. * Sabahleyin bir şeye başlamak. |
gudve |
(C: Gudevât) Sabah namazı vakti ile güneşin doğuşu arası. |
gufl |
Belirsiz, işaretsiz. |
gufr |
(C: Egfâr) Dağ keçisinin oğlağı. * Hastanın iyi olduktan sonra yine üzülüp hasta olması. |
gufran |
Cenab-ı Hakk'ın günahları affedip örtmesi, rahmeti. |
güft |
f. Dedi, söyledi. * Söz, kelâm. |
güft ü gu |
Dedi kodu. Kîl ü kal. |
güft ü şenîd |
İşitilen şeyler, duyulan şeyler. |
güftar |
f. Sözler, lâkırdılar. |
güfte |
Her hangi bir makama göre bestelenen manzume. * Farsça 'söylemek' demek olan 'güften' mastarından gelen bu tabirin mânası, söylenmiş söz demektir. |
guful |
Dikkatsizlikten veya şaşırmaktan dolayı bir işte hata yapma. |
gugird |
f. Kükürt. |
guh |
f. Pislik, necâset. |
güher-füruş |
f. Mücevher satan. |
güher-pare |
f. Mücevher parçası. |
güher-rîz |
f. Cevher döken, cevher saçan. |
güherçile |
Barut yapmaya yarıyan bir madde. |
guk |
f. Kurbağa. |
gul |
Boş ve virane yerlerde bulunan ve helâk edici olan bir cin tâifesi. İfrit, hortlak. * Ölüm. * Belâ. ◊ f. Safdil, ahmak, bön, sersem. |
gül |
f. Küçük ve dikenli bir ağaçta olup şeklinin ve kokusunun güzelliği ile meşhurdur. Şairlere göre bülbülün sevgilisidir. Pek çok cinsi vardır. |
gül-bağ |
f. Gül bahçesi, gülistan. |
gül-i ruhsar |
f. Gül yanaklı. * Mc: Mânevi çok güzellik sahibi. Çok sevilen. |
gül-nikab |
f. Yüzü gülle örtülü, pembe yüzlü. |
gül-vend |
f. En çok ceviz, incir, fıstık gibi şeylerden yapılan hediye, armağan. |
gülab |
Gülsuyu. |
gülabdan |
İçine gülsuyu konularak mevlüt gibi toplantılarda serpmeye mahsus kap. Bu, çiniden, gümüşten veya altundan yapılırdı. Buhurdanlar ile birlikte bir takım teşkil ederdi. |
gulam |
Genç, delikanlı. Bıyığı henüz bitmemiş genç. * Esir, hizmetçi, köle. |
gulame (gulme) |
Cima arzusu. |
gulamiye |
Tar: Cizye ve diğer vergileri tahsil edenlerin topladıkları paraların hazine veznesine teslim edilişi esnasında cizye veya vergi harç pusulalarının her biri için kendilerine verilen tahsil. |
gulampare |
Dost, sevgili, mahbup. (Halk ağzında kulampara şeklinde kullanılır.) |
gulan |
Tadı ekşi olan ilâçlar. |
gulane |
f. Üstün bir gayretle. Yüksek bir himmetle. |
gulat |
(Gali. C.) Dinde, mezhebte çok ileri salâbet gösterenler. * Galeyân edenler. |
gulaz |
Kalın, kaba. |
gülbank |
(Gülbang) f. Bir cemaat tarafından birlikte söylenen duâ, ilâhi, tekbir. |
gülbeden |
f. Vücudu gül gibi nâzik ve lâtif olan. |
gülbiz |
Gül serpen. |
gülbün |
f. Gül yetişen yer, gül köşkü. |
gülçe |
(Gül-çe) f. Küçük gül, gülcük, çiçekçik. |
gülçehre |
Çehresi gül gibi lâtif olan, çehresi gül gibi olan. |
gülçin |
f. Gül devşiren, gül toplayan. |
güldan |
f. Vazo, içine çiçek konan kap, gül mahfazası. |
güldehan |
(Güldehen) f. Ağzı gül gibi güzel ve lâtif olan. |
güldeste |
Çok güzel şeylerden bir tutam. * Gül demeti. * Müzikte makam adı. |
güle |
f. Zülüf. Bükülmüş ve kıvrılmış saç. |
gülefşan |
(Gül-efşân) f. Gül saçan. |
gülendam |
f. Güzel endâmlı, boyu gül gibi nâzik ve lâtif olan. |
gulet |
Fr. İki direkli ve yan yelkenli gemi. |
gulf |
(C.: Eglaf) Kılıf. Kışır, kabuk. |
gülfam |
f. Rengi gül gibi kırmızı olan, gül renkli. |
gulfe |
Zekerin sünnet edilecek derisi. |
gülfeşan |
f. Gül saçan, gül dağıtan. |
gülgeşt |
(Gül-geşt) f. Gül gezintisi, gül seyri. |
gülgonce |
f. Henüz açılmamış gül. |
gulgul(e) |
Bağrışıp çağrışma. Şamata, gürültü. Velvele. * Ağız tarafı dar olan bir kabdan akan suyun çıkardığı ses. |
gülgun |
f. Pembe, açık kırmızı. Gül renkli. |
gülgune |
f. Gül renkli. * Gül yanaklı. * Kadınların kullandıkları gül rengindeki düzgün. |
gülhane |
İstanbulda Sarayburnu'ndan Topkapı Sarayı'nın duvarlarına ve bir taraftan Çizme Kapısı hizasına kadar devam eden saha. Bunun deniz tarafında, şimdiki hat boyunun batısında vaktiyle More… |
gülhîz |
f. Gül yetiştiren. |
gülî |
f. Gül renkli. Gül gibi. |
gülistan |
(Gülsitân) Gülyeri, gül bahçesi. |
gülizar |
f. Gül yanaklı, alyanaklı. |
gull |
Kelepçe. Suçlunun boynuna veya ayaklarına takılan zincir, pranga. |
güllabici |
Tar: Akıl hastahanelerindeki gardiyanlar. Bunlar ellerinde kamçı olduğu halde deliler arasında dolaşıp azgın delileri döverek uslandırmak vazifesiyle mükellef olduklarından, dışarda bu türlü. |
gülle |
Top mermisi. (Vaktiyle demirden veya taştan yuvarlak olarak yapılırdı. Şimdi çelikten, silindir biçiminde ve ucu sivri olarak yapılmaktadır.) |
gullet |
Sıcaklık. * Susuzluk harareti. |
gülnahl |
f. Gül fidanı. |
gülnak |
f. Hisar ve kale. |
gülnar |
f. Narçiçeği. |
gülnefesî |
f. Lâtif ve hoş sözlülük. * Güzel kokulu olmak. |
gülnihal |
f. Gül fidanı. |
gülpuş |
f. Gül örtülü, pembe yüzlü. |
gülreng |
(Gül-reng) f. Gül renkli, pembe renkli. |
gülrîz |
f. Gül serpen, gül saçan. * Meşhur bir cins lâle. |
gülru(y) |
f. Yüzü gül gibi güzel ve kızıl renkli olan. Al yanaklı. |
gülruh |
(Gül-ruhsar) f. Güzel yanaklı güzel, yanakları pembe olan güzel. |
gülşen |
f. Gül bahçesi. Güllük. |
gülşen-ârâ |
f. Gül bahçesini süsleyen. |
gülşen-gâh |
f. Gül bahçesi. |
gülsitan |
(Bak: Gülistan) |
gülten |
f. Gül gibi lâtif ve nâzik vücutlu. |
gülu |
f. İnsan veya hayvan boğazı. |
gülubend |
f. Boyna sarılan sargı, boğaz sargısı. |
gulüf |
(Gılâf. C.) Kınlar, mahfazalar, kılıflar. |
gülugîr |
f. Boğazda kalan, boğazdan zor geçen (şey). * Ahlat armudu. |
gulul |
Ganimet malında hıyanet etmek. |
gulumiyye |
Cimaa şehveti olan kimse. |
gulüvv |
Ayaklanma. Taşkınlık. * Üşüşme. Hücum. Saldırış. * Edb: Mübalağanın son derecesi. Üçe ayrılan mübalağanın diğer iki derecesinden biri tebliğ, öteki iğraktır. Aşağıdaki parçada mübalağa gulüv More… |
gulv |
Haddini tecavüz etmek, haddini aşmak. * Yiğitlik zamanının evveli ve sür'ati. |
gülve |
f. Fırın bacası. |
gulyabani |
İnsanı felâkete attığına itikad edilen vahşi bir mahluk ismi. |
gülzar |
f. Gül bahçesi. Gül tarlası. |
güm |
f. Yitik, kayıp, zâyi. |
guma |
Hava bulutlu olduğundan ayın görünmemesi. |
güman |
f. Zan. Tahmin. Sanmak. şüphe. |
gümaşte |
(C.: Gümaştegân) f. Vekil, vezir. |
gümgeşt |
f. Kaybolmuş, yitirilmiş. |
gumgume |
Nâra. * Avaz, ses. |
gümkerde |
(Gümkerdepey) f. İzi kalmamış, adı sanı kaybolmuş, unutulmuş. * Yaptığı işi kimseye sezdirmeyen. |
gumme |
Tasa, keder. * Kırba, tuluk gibi şeylerin derinliği. * Belirsiz mühim nesne. |
gümnam |
f. Eseri kalmamış, adı sanı kaybolmuş, unutulmuş. |
gumr |
(C: Agmâr) Bön, ahmak kişi. Gafil kimse. |
gümrah |
f. Yolunu şaşırmış. Doğru yoldan sapmış. * Bol, gür. |
gümrahî |
f. Sapıtma, doğru yoldan çıkmış olma. |
gumre |
Kadınların yüzlerine örttükleri kırmızı bez. * Küçük kadeh. |
gümşüde |
f. Telef olmuş, zâyi olmuş, kaybolmuş. |
gumum |
(Gamm. C.) Tasalar, kederler, dertler, kaygılar, hüzünler. |
gumuz |
Sözün kapalı ve karışık oluşu. |
gun |
f. Tarz, gidiş, sıfat. * Renk. |
güna gûn |
f. Türlü. Çeşitli nevilerde olan. Çeşit çeşit. Renk renk. |
guna-gun |
f. Türlü türlü, renk renk. Alaca. |
günah |
f. Cezayı gerektiren amel. Dine aykırı iş. Allah'ın emirlerine uymayan hareket. (Bak: Kebâir-Cünha) |
günahkâr |
f. Günah işleyen, günahlı. |
günahkârî |
f. Günahkârlık. |
günahpişe |
(C: Günahpişegân) Günah işlemeyi âdet haline getiren. |
günahpişegân |
f. Günah işlemeyi âdet haline getirenler. |
günaşiri |
t. İki günde bir. Bir gün olup ertesi gün olmayarak ve böylece sürüp giderek. |
günbed |
f. Kümbet, kubbe, üst tarafı yuvarlak şekilde olan bina veya çıkıntı. |
gunc |
Eda, naz, kırıtma, cilve. |
günc |
f. Hazine. Köşe. Zâviye. |
güncayiş |
f. Sığışma, sığma. |
güncîde |
f. Bir şey veya zarf içine sığmış olan. Sıkıştırılmış. |
güncîden |
f. Sığmak, girmek. |
güncişk |
f. Serçe kuşu, usfur. |
gune |
f. Tarz, gidiş, yol, tarz. Sıfat. |
gune gune |
f. Türlü türlü, çeşit çeşit, renk renk. |
güng |
Dilsiz. |
güngörmek |
Mc: İkbal, refah, saadet, mutlu olarak yaşamak. |
güngörmüş |
Tecrübeli, iyi günler yaşamış. |
gunm |
Bir şeye meşakkatsiz nâil olmak veya düşmandan doyumluk almak mânalarına gelir ve alınan doyumluğa da isim olarak ıtlak olunur ki ganimet de, her iki mânada böyledir. |
gunne |
Genizden söylemek, sesi burnundan çıkarır gibi okumak. Burundan gelen ses.(Tecvidde harfin vasıflarındandır) (Bak: İdgam) |
gunya |
f. Geometride kullanılan bir âlet. Gönye. |
gunyan |
Kimseye ihtiyacı olmayıp müstağni olmak. |
gunyat |
Kudret, zenginlik. |
gunyet |
Zenginlik. |
gunz |
Tasa, keder. * Zahmet, meşakkat. |
gur |
Kabir, mezar. * Meşhur pehlivan Rüstem-i İraninin lâkabı. * Yaban eşeği. |
gur-hane |
f. Türbe. |
gur-ken |
f. Mezarcı, mezar kazan. |
gurab |
(C: Garbân-Egribe) Karga. |
gurabe |
f. Kubbeli türbe. |
guraf |
Büyük ölçek. |
güraz |
f. Azgın erkek domuz. |
gürbe |
f. Kedi. |
gurbet |
Gariblik, yabancılık. Yabancı bir memleket. Yabancı yer. Yâd el. |
gurbet-zede |
f. Memleketinden başka yerde bulunan, gurbete düşmüş olan. |
gürbüz |
f. Yaşından fazla gösterişli, serpilmiş, vücutlu, genç irisi. * Cerbezeli. * Anlayışlı. İdrakli. * Kahraman, yiğit. |
gürcü (gürcî) |
Güney Kafkasya'nın Gürcistan ahalisinden olan ve Gürcüce konuşan kimse. |
gürd |
f. Cesur, kahraman, yiğit, bahadır. |
gürdas |
f. Gaddar, zalim. |
gürde |
f. Böbrek. |
gureba |
(Garib. C.) Garibler. |
guref |
(Gurfe. C.) Köşkler, kasırlar, çardaklar. |
gurema |
(Gerim C.) Düşmanlar, adüvler, hasımlar, rakibler. * Alacaklılar. |
gurer |
Her ayın ilk üç gecesi. |
gurfe |
Yüksek, âli bina. * Yüksek derece. * Cennet köşkleri. |
gürg |
(C.: Gürgân) f. Canavar, kurt, zi'b. |
gurgure |
Atın alnında olan beyazlık. * Ulu, şerif kimse. |
gürgzade |
f. Kurt yavrusu. |
gürihte |
f. Kaçkın, kaçmış, kaçak. |
gürisne |
(C.: Gürisnegân) f. Aç, fukara, fakir. |
gürisne-gân |
(Gürisne. C.) f. Açlar, fakirler, yoksullar. |
gürisneçeşm |
f. Pinti, cimri, hasis. Aç gözlü. |
gürisnegî |
f. Açlık, sefalet. |
guristan |
f. Mezarlık, türbe. Kabristan. |
güriz |
f. Kaçma. * Kaçan. * Edb: Kasidelerde mevzuya girmeden evvel söylenen beyit. |
gürizan |
f. Kaçan, kaçıcı. |
gürizende |
(C: Gürizendegân) f. Kaçan, kaçıcı. |
gürizgâh |
(Girizgâh) f. Kaçacak yer. * Edb: Bir bahisten diğer bahse, mukaddimeden maksada intikal için bir münasebet te'sis eden söz. Nedim'in Bu şehr-i stanbul ki, bîmisl ü behadır. |
gurl |
Sünnet olmamış kimse. |
gurle |
Sünnet olunacak deri. |
gurm |
Bir kimse üzerine eda edilmesi, yerine getirilmesi lâzımgelen şey. Borç ve diyet gibi. (Garâmet de olur) |
gürmih |
f. Çivi. * Hayvan bağlanan büyük kazık. |
gurmul |
(C: Garâmil) Erkek eşek. * At zekeri. |
gurr |
Beyaz leke. |
gurran |
f. Haykıran, gürleyen, homurdayan. |
gurre |
'Parlaklık. Her şeyin başlangıcı. Bu cihetle, kameri ayların ilk günlerine gurre-i şehr denilmiştir. Köleye, cariyeye ve malların en güzidelerine, gurret-ül emval denir. Güzel parlak More… |
gurrende |
f. Hiddetle bağıran, şiddetle gürliyen. |
gürs |
f. Kir, leke, pas. Açlık, sefâlet. * Zülf, kâhkül. |
gurub |
Batma, batış. Batıda görünmez olma. Gözden kaybolmak. * Uzaklaşmak. Irak olmak. |
güruh |
f. Bölük. Cemaat. Takım. Kısım. * Fevc. |
gurur |
Kibir. Boş yere güvenmek. * Kıymetsiz şeylere güvenip mağrur olmak. |
gurve |
Burnun ucundaki kıkırdaktan yapılmış yumuşak kısım. |
gürz |
Silâhın icadından evvel kullanılan bir harp âleti. Gürz, yekpare veya yalnız baş tarafı demir ve bakırdan, sapı ise ağaç ve demirden olan bir nevi topuzdur. Gürzün Türkçesi More… |
gurz (gurza) |
(C: Guruz-Ağraz-Guraz) Su taksim olunan yer. * Eyer kolanı. |
gurze |
(C.: Guruz) Pamuklu elbisede kullanılan kaba dikiş. |
gurzuf |
Kıkırdak. * Yumuşak olan kemik. |
guş |
f. Kulak. * Mc: İşitmek. |
guş-asb |
f. Rüya. * İhtilam. Uyurken cenabet olmak. |
guş-dar |
f. 'Kulak tutan.' Sözü tam mânasıyla dinleyen, kulak veren. |
guş-hurde |
f. Kulağı bükülmüş, terbiye edilmiş. |
guş-var |
f. Küpe, kadınların kulaklarına taktıkları mücevher. |
guş-zed |
f. Kulağa çarpan, işitilen. |
güşa |
f. Açıcı, açan mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dil-güşa - Gönüle ferahlık veren. Gönül açan. |
gusa' |
Sel köpüklerine karışmış çürük ağaç yaprakları tortusu, köpüğü. |
guşab |
f. Pekmez. |
güşad |
f. Açılış, açılma, açma. * Bir cins ok atma şekli. |
güşade |
f. Ferah, şen, Açılmış, açık. |
güşade-dest |
(C: Güşadedestân) f. Civanmert, cömert, eli açık. |
güşade-destân |
(Güşadedest. C.) f. Cömertler, civanmertler, eli açıklar. |
güşade-dil |
f. Gönlü şen. |
güşade-ebru |
f. Güler yüzlü. Mütebessim. şen. |
güşade-hatir |
f. Gönlü rahat. |
güşadname |
f. Padişah fermanı. * Boşanma vesikası. |
gusale |
f. Dana, buzağı. Sığır yavrusu. * Kösele. ◊ Yıkama suyu. |
guşane |
Düşürülmüş hurma. * Hurma ağacı altına düşüp toplanan hurma. |
güsar |
f. Yiyen, yiyici. İçen, içici manalarına birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Gam-güsar - Dert ortağı, arkadaş. |
gusas |
(Gussa. C.) Kederler, hüzünler, kaygılar, tasalar. |
güşayende |
f. Açan, açıcı. |
güşayiş |
f. Açıklık, açılış, açılma. |
guşe |
f. Köşe, kenar, bucak. |
guşe-bend |
f. Köşebent. * Ciltli kitaplarda kapağın dört köşesine yapılan süsleme. |
guşe-gîr |
f. Bir köşeye çekilen. |
guşe-nişin |
f. Köşeye çekilen, münzevi, insanlardan uzaklaşan. |
guşetmek |
İşitmek. Dinlemek, kulak vermek, mesmu' olmak. |
gusfend |
f. Koyun. (Bak: Guspend) |
guşiş |
f. Çabalama, uğraşma, çalışma. |
güsiste |
f. Kopmuş, kırılmış. * Sökülmüş, çözülmüş, gevşemiş. |
gusl |
(Bak: Gusül) |
guşmal |
f. Yola getirme, te'dib etme, kulak bükme, ihtar etme. |
gusn |
Ağaç dalı. Budak. * Tıb: Damar ve sinir gibi ayrılan bedenin cüzleri. ◊ Saç örgüsü. |
güsn(e) |
f. Açlık, sefalet. |
gusne |
Tek dal. |
guspend |
f. Koyun, ganem. |
guspend-güşân |
f. Kurban bayramı. |
gusre |
Yeşile benzer bozrak renk. |
guss |
Leîm, zayıf adam. * Bir şeyi beğenmeyip ayıplamak. |
gussa |
Keder. Tasa. *Gam. * Boğaza takılan yemek. * Ağaç, diken. |
gussadâr |
f. Kederli, tasalı. Kaygılı. Gussalı. |
gussanâk |
f. Kederli, hüzünlü, tasalı, kaygılı. |
guşt |
f. Et, lahm. |
güşta |
f. Cennet, firdevs. |
güstah |
f. Arsız, edepsiz, küstah, saygısız. |
güsterde |
f. Döşenmiş, yayılmış. |
guştin |
f. Etten, etten ibâret, etten meydana gelmiş. |
güşude |
f. Açılmış. |
gusül |
Boy abdesti. Temizlenmek. Maddi, manevi temizlik için şartları dahilinde yıkanmak. Taharet-i Kübrâ da denir. |
gusun |
(Gusn. C.) Filizler, ağaç dalları. |
gusv |
Zulmet, karanlık. |
gutat |
Sabahın erken saatleri. |
gute |
f. Su içine bir defa dalıp çıkma, suya dalma. |
gute-hâr |
(Gute-hor) f. Suya dalan. |
gutguta |
(C: Gatâgıt) Yeni doğmuş kuzu. |
gutme |
Pelteklik, kekemelik. |
güva |
f. şahit, delil. |
güvah |
f. Şahit. Gören. Bilen. Tanıyan. |
güvahî |
f. şahitlik. şahitlik etmek. |
güvar (güvara) |
Hazmı kolay olan ve zaikaya hoş gelen, nefsin meylettiği şey. |
güvaraî |
Tatlılık, hoşa gitme. |
güvarende |
f. Hazmedilmesi kolay. |
güvariş |
f. Sindirime yarıyan şeyler, hazme yardımı olan şeyler. |
guvas |
Feryâd edip, 'imdat!' diye bağırmak. |
güvaş(e) |
f. Boya, renk. |
guvat |
(Gavi. C.) Azgınlar, sapkınlar. |
güveç |
Yemek pişirmeye mahsus toprak kap. |
güverte |
Geminin anbar veya kamaralarının üstü, gezilecek kısmı. |
guvl |
(C: Agvâl-Gaylân) Cinden bir tâife. |
guvr |
Bir ölçek. (12 senc miktarıdır. Senc: 24 batmandır.) |
guvta |
Şam diyarında suyu çok olan ağaçlık bir yer. GUY: f. Söyleyen, konuşan, söyleyici. * Kelâm, söz. Acemlere mahsus bir cins oyun topu. * Baykuş. |
güya |
f. Sanki. Ke-ennehu. Söyle. Tut. Farzet. * Söyleyen. |
güyan |
f. Söyleyen. |
güyem |
f. Söylerim (mânâsına fiil). |
güyende |
f. Söyleyici. Söyleyen. Kail olan. |
guyî |
f. Söyleyiş, söyleme. |
guyub |
(Gayb. C.) Hazırda olmayanlar. Kayıplar. |
guyum |
(Gaym. C.) Bulutlar. |
guyus |
(Gays. C.) Yağmurlar. |
güz |
Sonbahar. |
güzaf |
f. Boş, bîhude. Lüzumsuz. |
guzame |
Bir miktar süt. |
güzar |
f. Geçiş, geçme. * Beceren, halleden, yapan. * Geçiren, geçirici mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dem-güzar - Zaman geçiren, vakit öldüren. |
güzare |
f. Rüyâ tâbir etme, düş yorma. |
güzarende |
f. Geçen, geçici. Geçiren, geçirici. |
güzariş |
f. Rüya tâbir etme. ◊ f. Geçiş, geçme. |
güzaşte |
f. Geçmiş, geçmiş olan. |
guzat |
(Gazi. C.) Din için harbedenler. Gaziler. ◊ (Bak: Gudat) |
guzbe |
Tez gadaplanan, çabuk kızan. |
guze |
f. Koza. |
güzer |
Geçiş, geçme. * Geçici, geçen. |
güzeran |
f. Geçen, geçici. * Geçme. Geçiş. |
güzergâh |
f. Geçit yeri. Geçilecek yer. |
güzername |
f. Geçiş tezkeresi. |
güzeşt |
f. Geçme, geçiş. Geçen. |
güzeşte |
f. Geçen. Geçmiş. Geçmiş olan. |
güzîde |
(Güzin) f. Seçilmiş. İntihab edilmiş. Beğenilmiş. |
güzîde-gân |
(Güzide. C.) f. Seçkinler, beğenilmişler, seçilmiş olanlar. |
güzîde-suhen |
f. Beğenilmiş söz söyleyen, seçkin sözler konuşan. |
güzîden |
f. Seçmek. İntihab etmek. |
güzîn |
(Bak: Güzîde) |
güzîniş |
f. Seçiş, seçme. |
güzîr |
f. Derman, çare, deva. |
guzn |
(C.: Guzun) Derinin büklümü. |
guzr |
Çokluk, kesret. * Devenin sütünün çok olması. |
guzruf |
(C.: Gazârif) Kulak kemiği. * Kıkırdak. |
guzuza |
Taze olmak. |
guzz |
Oğuz Türkleri. |
ha |
harfinin ismidir. Ebcede göre beş sayısına delâlet eden ( ) harfi, mehmusedendir. Bazan başka harfe yâni 'yâ' veya 'hemze' veya 'elif'e kalbolur. Bir kelimenin More… |
ha(y) |
f. Çiğneyen mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeker-hâ - Şeker çiğneyen. * Mc: Tatlı sözlü, güzel ve dokunmaz sözler söyleyen. |
hab |
f. Uyku. Rü'yâ. |
hab (hâbe) |
Günah. Suç. |
hab' |
Gizli, saklı, hafi. * Gizlemek, örtmek, setretmek. |
hab-dide |
f. 'Rüya görmüş.' Büluğa ermiş genç. |
hab-güzar |
f. Uyuyan, uyuyucu. |
hab-nak |
f. Uykusu gelmiş kimse, uykulu kişi. |
habab |
(Habâbe) Son derece muhabbet. * Su üzerindeki hava kabarcığı. |
habaib |
(Habibe. C.) Habibeler, sevgili kadınlar. |
habaik |
(Habike. C.) Kehkeşanlar, samanyolları. * Çizgiler. |
habail |
(Hibale. C.) Ağ, tuzak, bağ, kement. |
habais |
(Habise. C.) Kötülükler. Murdar ve pis şeyler. |
habak |
f. Mandıra, ağıl. * Dört yanı bir duvar veya set ile çevrilmiş yer, avlu. |
habal |
Bozulma, düzensizlik. Karma karışıklık. * Sıkıntı, hüzün, keder, üzüntü. |
habala |
(Hublâ. C.) Gebeler. |
habaleyat |
(Habâlâ. C.) Hâmileler, gebeler. |
habar |
(C.: Habârât) İmzâ. Mühür, damga. |
habarat |
(Habâr. C.) İmzâlar. * Damgalar. |
habarîr |
(Hıbrîr. C.) Dağçiçekleri. Dağda yetişen çiçekler. |
habaset |
(Hubs) Murdarlık, pislik, kötülük. |
habat |
Vücuttaki bir yara iyileştikten veya vücuda bir sopa ile vurulduktan sonra bedende kalan iz. * Davarın çok yemekten dolayı karnının şişmesi. |
habaya |
Gizli işler, gizli şeyler. * Defineler. |
habaz |
Hareket. * Bâtıl olmak. * Eksilmek. |
habb |
Tane, çekirdek. * Yuvarlak olarak hazırlanmış ilâç. * Buğday tanesi veya buna benzer tohum. ◊ Aldatıcı, kurnaz, hileci, hilekâr. * Denizin kabarması, denizde dalga olması. |
habbal |
(Habl. dan) Urgan ve ip satan kimse. |
habbar |
Terzi. * Mürekkepçi. |
habbas |
Zindancı, gardiyan, hapseden. |
habbat |
(Habbe. C.) Habbeler, tohumlar, tâneler. * Haplar. |
habbaz |
(Hubz. dan) Ekmekçi. Ekmek yapan veya satan kimse. |
habbazî |
Ekmekçilikle ilgili. |
habbe |
Tane. Tohum. * İhtiyaç. * Parça. * Dirhemin 1/48 kadarı. ◊ Gammazlık yapan kadın. (Müz: Habb) |
habbe (hubbe) |
Yol, tarik. |
habbeza |
Ne güzel, ne sevimli, ne hoş' mânâsında bir takdir edatıdır. |
habbül büluğ |
(Habb-ül büluğ) Erginlik çağındaki erkek ve kız çocukların yüzlerinde ve alınlarında çıkan sivilceler. |
habc |
Devenin ot yemekten dolayı karnının şişmesi. * Vurmak. ◊ Vurmak, darbetmek. |
habcame |
f. Gecelik ve pijama gibi gece uyurken giyilen elbise. |
habe |
f. Sıkılma, bunalma, darlanma, boğulma. ◊ Zarara ziyana uğradı (mânâsına fiil). |
habeb |
Aldatma, kandırma. Hile, kurnazlık. |
habek |
f. Üzülme, sıkıntı yapma. * Sıkılma, bunalma. |
habel |
Ana rahmindeki çocuk, cenin. * Gebelik, gebe olma zamanı. * Fls: Musallat fikir. |
habele |
Üzüm çubuğu. |
habellak |
Küçük olup büyümeyen koyun. |
haben |
Kısaltma, azaltma, kasma. * Edb: Aruzda 'fâilâtün' den 'ât' hecesini atarak, nazmı 'fâilün' veznine sokma. ◊ Siroz denilen ve karında su More… |
habendat |
Şişman kadın. |
habenneka |
(Bak: Hebenneka) |
habenta' |
Kısa boylu, tıknaz kişi. |
haber |
'Hâriçten insanın fikrine intikal eden ilim. * Yeni havadis. Ağızdan ağıza nakledilen söz. * Peyam. Peygam. Nebe'. İlim ve malumat. Bilgi. * Hadis, Resul-i Ekrem Aleyhissalatü More… |
haberdar |
Haberli, vâkıf, bir mes'eleden haberi olan. |
haberî |
(Haberiyye) Haberle ilgili. Haberden ibaret olan. * Gr: Yüklemle ilgili. |
haberkas |
Küçük deve. * Küçük adam. |
haberpijuh |
f. Haber almaya çalışan. Haber araştıran, haber toplayan. |
habeş |
Afrika'nın Kızıldeniz sâhili güneyinde müstakil bir memleket. Bu memleket ahalisinden olan. * Beyaz ve siyah arasında koyu esmer adam. |
habes(e) |
(Habis. C.) Kötüler. Alçaklar. Pisler. * Necaset denilen ve maddeten pis şeyler (Necis veya necaset-i hakikiye de denir.) |
habeşî |
Habeş memleketi ahalisinden olan. Habeş'e mensub ve müteallik olan. * Koyu esmer renkli adam. * Hat, tezhib, minyatür gibi güzel san'atlarda kullanılan bir cins kâğıt. |
habetiktik |
Atın tırnağı taşa dokunduğunda çıkan ses. |
habevkera |
Belâ, mihnet. |
habgah |
f. Yatak odası. * Uyunacak yer. |
habhab |
(C: Habâhıb) Kısa boylu adam. ◊ Takunye. * Canbaz ayaklığı. ◊ Karpuz. |
habhabe |
Yumuşaklık, rahavet. * Muzdarip olmak, acı çekmek. |
habhabî |
İşsiz güçsüz boş olarak dolaşan adamlar. |
habi |
Sürünüp emekleyen ufak çocuk. |
habib |
(Hubb. dan) Sevilen. Sevgili. Seven. Dost. |
habîde |
(C.: Hâbidegân) f. Uyuya kalmış, uykuya dalmış, uyumuş. |
habîe |
Görülmemiş, daha henüz keşfedilmemiş. * Göze görülmeyen şey. * Kesilmiş, parça parça olmuş. |
habih |
Ağaçla vurmak. * Bölmek. |
habîke |
(C.: Habâik) Kehkeşan, samanyolu. * Çizgi. * (C.: Hubük) Dikkat ve itina ile, sağlam ve san'atlı dokunmuş, yol yol hâreli güzel kumaş. |
habil |
Sihirbaz, efsuncu, büyücü. * Kement ile yakalanan canavar. ◊ İlk insan Hz. Adem'in (A.S.) oğullarından birinin ismi. |
habîl |
Yiğit, bahadır, genç, delikanlı. * Tuzak, ağ. |
habile |
Gebe, hâmile, yüklü. |
habîn |
Zakkum ağacı. |
habir |
Haberli. Haberdar. Agâh. Âlim. Arif-i billâh. * Herşeyi bilen Allah (C.C.) ◊ Taze ve yeni şey. |
habirâne |
f. Bilgili ve haberdar olana yakışır şekilde. |
habis |
Bağışlanan şey. Mukabilinde bir ücret istenmeyen şey. Parasız olarak verilen nesne. ◊ Hapseden. Tutan. Hapishâneye atan. |
habîs |
(Hubs. dan) Fesadcı. Hilekâr. Alçak tabiatlı. Kötü. Pis. |
habis(a) |
Un helvası. |
habistan |
f. Yatakhane, yatak odası. |
habit |
(Hübut. dan) Yukarıdan aşağıya inen. İnici. Düşen. Hübut eden. ◊ Susturucu. * Batıl kılan. İptal ettiren. * Değersizleşen. |
habît |
Fâsid, yaramaz, bozuk. |
habiye |
(C: Havâbi) Küp. * Küçük havuz. * Kuyu. |
habk |
Bükmek. * Sağlam yapmak. * İyi dokumak. |
habl |
İp. Urgan. Halat. * Tıb: Vücudda ip gibi olan âzalar. ◊ Bir şeyin bozulması. Noksan olmak. * Delirmek. |
hablullah |
Allah'ın ipi. Kur'an-ı Kerim. Allah'a kavuşma vasıtası. İhlâs. İtaat. Cemaat. |
habn |
Eteğini kaldırmak. * Bir şeyi kabzetmek, almak. ◊ Karnın şişmesi. |
habna' |
Çıbanları olan kadın. |
habnadide |
(Hâb-nâdide) f. Büluğa ermemiş çocuk. Erginlik çağına gelmemiş erkek veya kız. |
habname |
f. Rüya kitabı. |
habr |
(C.: Ehbâr) Alim ve sâlih kimse. Bilgili. Ehl-i ilim. * Ferahlık. * Nimet, vüs'at. * Refah, sürur. (Bak: Hibr) * Tıb: Dişlerin beyazına ârız olan sarılık. ◊ (C: Hubur) More… |
habra' |
(C: Habâri-Haberât) Sedir ağacı biten düz yer. Yumuşak yer. |
habrekî |
Kene böceği. |
habrence |
Güzel yemek. * Yumuşak. |
habrîr |
Şey mânâsına gelir bir isim. |
habs |
Hapis, alıkoyma, bir yere kapatıp dışarı çıkarmama. Salıvermeme. * Zaptetme, tutma. ◊ Murdar, pis. Çirkin. * Ayıp, günah. ◊ Bir kaç şeyi birden karıştırmak. |
habş |
Cemetmek, toplamak. |
habt |
Yanlış hareket. * Maktulün kanının heder olması. * Bozma, ibtâl etme, muteberliğini kaybettirme. * Bir bahis veya münazarada karşısındakinin hatasını isbat ile onu ilzam edip susturma. More… |
habt u hata |
Düzensizlik, yanlış, hata. |
habul |
Hurma ağacına çıkarken kullanılan urgan. |
habus |
Galip kimse. |
haby |
(C.: Hıbâyâ) Örtmek. * Gizli olan. |
habz |
Ekmek pişirmek. * Ekmek vermek. * Sözü birbiri ardınca söyleyip yürümek. * Devenin ayağını yere vurması. |
hac |
(Hâcet. C.) İhtiyaçlar. * Devedikenleri. ◊ f. Put, haç. |
haç |
(Ermeniceden) Put. Haç. İstavroz. |
haca |
Haris olmak. * Akıllı. |
haca' |
(C.: Ahcâ) Akıl. * Nahiye. |
hacac (hicâc) |
Kaş kemiği. |
hacace |
(C.: Hıcc) Su üstünde olan yağmur kabarcığı. |
hacalet |
Utanma. Utanç. |
hacalet-âver |
f. Utandırıcı. Utanç veren. |
hacamet |
(Hacamat) Tıb: Vücudun bir tarafından kan aldırmak. |
hacat |
(Hacet. C.) Hâcetler. İhtiyaçlar. |
hacb |
Men'etme. Mahrum etme. |
hâcc |
(C.: Hüccac) Hacca gitmiş kimse. Hacı. |
hacc |
Kasdetmek. Muârazada delil ve bürhan ile galip olmak. * Bir yere çok tereddütle varıp gelme. * Şâyan-ı tâzim bir şeye teveccüh. * Bir şeyden feragat etmek. * Fık: İslâmın şartlarından ve More… |
hacc suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 22. suresidir. |
haccac |
Çok eskiden Irakta vâlilik yapan fakat, Hz. Resul-ü Ekremin (A.S.M.) soyundan gelenlere ve onlara taraftar olanlara çok zulmeden, haddini aşmış bir zâlimin ünvânı. Asıl ismi Yusuf bin More… |
haccal |
Şatafatlı, debdebeli, gösterişli. |
haccam |
Hacamat eden, kan alan. |
haccar |
Taş işçisi, taş işinde çalışan, taşçı. |
hâcce |
(C.: Havâcc) Hacca giden, usulüne uygun olarak Kâbe'yi ziyaret ederek hac vazifesini yerine getiren kadın veya kız. * (C.: Hâcc) Bir cins diken. |
hacce |
Cadde. |
hâce |
f. Hoca, efendi, sâhib, muallim, âile reisi. |
hâce-sera |
f. Haremağası, hadımağası. |
haceb |
Gırtlak. |
hacebe |
(Hâcib. C.) Perdeciler, kapıcılar. * İnsanın oturak yeri olan uzvu, kalça. (İkisine 'hacebetan' derler) |
hâcegân |
(Hâce. C.) f. Hocalar. * Eskiden yüzbaşı rütbesi karşılığında sivil rütbe. * Bâb-ı Âli kalemleri efendilerinden hususi bir rütbe taşıyan adam. |
hacegî |
f. Tüccar, ticaretle meşgul olan kimse. * Efendilik, hocalık. |
hacel |
(Hacl) Utanma, sıkılma, hayâlılık. ◊ Keklik kuşu. |
hacelan |
Ayağında köstek olan kişinin yürümesi. * Bir ayak üstüne yürümek. |
hacele |
(C.: Hacel-Hacelân-Haclâ) Dişi keklik. * Çeşitli elbiselerle süslü gelin evi. |
hacen |
Eğrilik. |
hacer |
Taş, kaya. * İsmail Peygamber'in anasının ismi. |
hacerat |
(Hacer. C.) Taşlar, kayalar. |
hacereyn |
İki taş. * Mc: Altun ile gümüş. |
hâcet |
(C.: Hâcât) İhtiyaç, lüzum, muhtaçlık. |
hâcet-mendâne |
f. Muhtaçcasına, ihtiyaçlı olarak. |
hâcet-mendî |
f. Muhtaçlık, ihtiyaçlı olma. |
hâcetaş |
f. Eskiden bir efendinin müteaddit kölelerinden her biri. |
hâcetmend |
f. İhtiyaç sahibi, muhtaç. |
hâcetreva |
İhtiyacı gideren, ihtiyaç olan bir şeyi te'min eden. |
hacevca' |
Uzun ayaklı adam. * Uzun adam. |
haceze |
Zâlimler. |
hacfe |
(C.: Hucuf) Sade demirden olan kalkan. |
hachace |
Korkudan melul olmak. * Sırrını demek isteyip yine dememek. ◊ Gizlenmek. |
haci |
(C.: Hüccâc) Hacc farizasını yerine getirmiş olan müslüman. |
hacî |
(Hicv. den) Hiciv yazan, hicveden, yeren. |
hâcib |
Perde. * Perdeci. Kapıcı. * Eskiden Osmanlı İmparatorluğu zamanında Devlet Reisinin en yakın me'muru. Vezirler veya âmirler. * Kaş. |
hâcibeyn |
İki kaş. |
hacîc |
(Hâcc. C.) Hacılar. |
hacid |
Uyuyucu, uyuyan. |
hacif |
Karın gurultusu. |
hacil |
Utanmış. Utanan. Utanmaktan yüzü kızaran. ◊ Ayaklarından üç tanesi beyaz olan at. ◊ Otu çok olan yer. |
hacim |
Saldıran. Hücum eden. ◊ (Bak: Hacm) |
hacin |
Küçük hayvan. * Büluğdan önce evlenmiş olan kız. |
hacir |
Hicret eden. Bir yerden bire yere göçen. * Sayıklıyan. |
hacire |
(C.: Hâcirât) Terbiye sınırlarına sığmayan kötü söz ve hezeyan. * (C.: Hevâcir) Günün en sıcak anları. |
hacirî |
Yapıcı, kurucu. |
hacis |
Tasa, keder, hüzün, gam. * Hâtıra. Kalb ve hissin en derin ve gizli sesleri. |
hacise |
(C.: Hevâcis) Merak, kalbe gelen endişe. |
haciyan |
(Hâcı. C.) Hacılar, hacc farizasını yerine getirmiş olan müslümanlar. |
haciyatmaz |
Dibindeki ağırlıktan dolayı yere ne şekilde bırakılırsa bırakılsın, dik bir durum alan oyuncak. * Mc: Zor durumlarda kendisini çabucak toparlamayı beceren kişi. |
haciz |
Ayıran. Bölen. * Vücudun içindeki bazı uzuvları ayıran karın zarı gibi zarların adı. * Haczeden. Borcunu ödeyemeyenin diğer mallarına el koyan. * Tıb: Bâdemin içindeki bazı oyukları ayıran More… |
hacl (hicl) |
(C.: Ahcâl-Hucul) Köstek. * Bukağı. * Küçük deve yavruları. |
hacla' |
Ayakları beyaz olan koyun. |
hacle |
(Haclegâh) f. Gelin odası. Gerdek odası. |
haclet |
Şaşırma, acaibine gitme, taaccüb. * Utanma, arlanma. |
haclet-âver |
f. Utanç verici, utandırıcı. |
haclet-dih |
f. Utanç verici, utandırıcı. |
haclet-engiz |
f. Utandırıcı, sıkıltıcı. |
hacm |
(Hacim) Bir cismin kapladığı yer. Cirm. Cüsse. * Emmek. Massetmek. |
hacmen |
Büyüklükçe. Hacim bakımından. |
hacr |
(Hicr) Men'etmek. Birisine bir şeyi yasak etmek. Malını kullanmaktan men'etmek. * Kucak. Ağuş. |
hacra' |
Taş gibi katı ve sert olan şey. |
hacren |
Malını kullanmaktan menetmek suretiyle. |
hacuc |
şiddetli esen rüzgâr. |
hacun |
Eğrilik. * Uzak. * Mekke'de bir dağ. |
hacur |
(C.: Hucerât) Dere kenarı. |
hacz |
Men'etmek. Mâni olmak. * İki şeyin arasını ayırmak. * Alacaklı, borçludan alacağını alabilmesi için borçlunun malına el konulmak. |
had |
f. Çaylak kuşu.HAD' (Hıd') - Aldatmak. * Dühul etmek, girmek. * Kurumak. |
had' |
Baş aşağı eğmek. * Tevâzu etmek. |
had'a |
Kamçıdan çıkan ses. |
hadaa |
(Hâdı'. C.) Hileciler, hilekârlar, aldatıcılar, dalavereciler. |
hadacir |
Sırtlan. |
hadad |
Mürekkep. * Nakış. * Akılsız, ahmak adam. * Kolay. ◊ Küçük, beyaz boncuk. |
hadade |
Hamâkat, ahmaklık. |
hadae |
İki yüzlü balta. |
hadafil |
Eski kaftanlar, eski elbiseler. |
hadai' |
(Hadîa. C.) Hileler, dalavereler, aldatmalar, yalanlar. |
hadaic |
(Hidâce. C.) Deveye yüklenen yükler. |
hadaid |
(Hadîd. C.) Demirden yapılmış şeyler. Sert şeyler. |
hadaik |
(Hadîka. C.) Bahçeler. |
hadak |
Patlıcan. |
hadaka |
Elmas. * Her görüp beğendiğini aldırmak için kocasına teklif eden kadın. |
hadalet |
Baldırı ve kolu etli olma. |
hadan |
Necid'de bir dağ. |
hadane |
Çocuk beslemek. |
hadar |
Mukim olmak, ikâmet etmek, oturmak. ◊ Suyu çok olan süt. ◊ Çabuk yetişen ot. |
hadaret |
Bir şeyin yanında bulunmak. * Huzur. Yakında olmak. * Hazır etmek. Hazır olmak. * Medeniyet. |
hadaset |
Gençlik. Yenilik. Tazelik. Yeniden oluş. Bir şeyin evveli, ibtidası. |
hadb |
Vurmak, darb etmek. * Deriyi etiyle ayırmak. * Isırmak. * Yalan söylemek. * Uzunluk. ◊ şefaat etmek. |
hadba' |
(C.: Hudeb) Kalçaları sıyrılıp çıkan zayıf dişi deve. ◊ Uzun boylu akılsız kadın. * Yumuşak gönüllülük. |
hadbe |
Arka yumruluğu, kamburluk. |
hadc |
Deve palanı. |
hadd |
Hudut. Çizgi. Sınır. * Cürüm. * Salahiyyet. * Şeriatça verilen ceza. * Derece. Son derece. Münteha. * İnsana ârız olan şiddet ve titizlik. * Def etme. Men etmek. * Keskin. Sivri. * Sert. More… |
hadd-na-şinas |
f. Haddini bilmez. |
hadda |
Deve çobanı. |
hadda' |
(Hud'a. dan) Aldatıcı, hilekâr, dalavereci. |
haddad |
Demir işleri yapan usta, demirci, çilingir. * Muhâfız, bekçi, gardiyan. * Kapıcı. |
haddadî |
Demircilik. |
haddam |
Muvaffakiyetli kişi. * İşlerinde başarılı ve becerikli kimse. * Çalışkan ve gayretli olan. * Hademe, hizmetçi. |
haddan |
İki yanak. |
haddas |
(Hads. den) Anlayışlı, zeki, çabuk kavrayan. |
hadde |
Erimiş madeni döküp tel yapmağa mahsus delikli maden levha. |
hadeb |
Uzun boylu, akılsız kimse. ◊ Kambur olma, kamburluk. |
hadebe |
Kambur, yumru. * Vücuttaki kamburluk. |
hadebiyyet |
Yumruluk, kamburluk. |
haded |
Engel, mâni, set. |
hadeka |
Gözün siyahlığı, gözbebeği. |
hademat |
Hademeler. Hizmetçiler. |
hademe |
Hizmetçiler, hâdimler. * (C.: Hıdâm) Halhal. * Devenin ayağını bağladıkları kayış. |
hadeng |
(Hadenk) f. Kayın ağacı. * Kayın ağacından yapılmış ok. |
hader |
Uyuşma. |
hadernak |
Örümcek. |
hades |
Yeni olmak. Eskiden olmayıp sonradan görülmek. * Taze. Yiğit. Genç. * Fık: Abdest almayı icabettiren hal. Bazı ibadetlerin yapılmasına mâni olan ve necaset-i hükmiye sayılan hal. * Pislik. More… |
hadesan |
Şanssızlık, kısmetsizlik, talihsizlik. * Kaza. |
hadesat |
(Hades. C.) Hadesler. Pislikler. (Bak: Hades) |
hadeyan |
Yelmek. |
hadf |
Yürüme hızı. |
hâdî |
Hidayete ermiş. Mürşid. Rehber, delil. Hidayet yolunu gösteren. Hidayete, doğruluğa eriştiren. Önde giden. |
hadî |
Birinci. * Mazluma yardım eden. * Deveyi şarkı söyleyerek süren. |
hadî aşer |
Onbirinci. |
hadi' |
Alçaltıcı. * Gönül alçaklığı ve huzu ile muttasıf. ◊ Hileci, aldatıcı. * Bozuk, fena. |
hadîa |
(C.: Hadâyi') Ustalıklı bir şekilde aldatma, oyun yapma. ◊ Davarın karnından gelen ses. |
hadiâne |
f. Hile ile, hile yaparak. |
hadîb |
Kınalı, kına yapılmış. * Boyalı, boyanmış. |
hadic(e) |
Vaktinden evvel doğan erkek veya kız çocuğu. |
hadid |
Demir, çelik. Sert, kavi olan. * Çabuk kavrayışlı, keskin, öfkeli, hiddetli, titiz. * Hudut ve sınır komşusu. |
hadîd |
Dağ eteği. * İçinde yağmur suyu biriken alçak çukur. * Arz, yer, dünya. |
hadid suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 57. suresi. |
hâdife |
Halktan bir kısım. |
hadîka |
Etrafı duvarla çevrilmiş bahçe. Sulu, ağaçlı bahçe. |
hâdil |
(Hadl. den) Aşağıya sarkıtılmış. * Gözlerinde ve ağzında çıban olan deve yavrusu. |
hadil |
Yumuşak taze ot. * Islanmış, nemlenmiş. |
hadîle |
Çayır, çimen. |
hâdim |
(Hidmet. den) (C.: Huddâm) Hademe, hizmetçi, hizmet eden, işe yarayan. * İmân ve İslâmiye'te ve millete faydalı olmağa çalışan. * Erkekliği yok edilmiş olanlar. Bunlardan saraylarla More… |
hadim ağasi |
(Bak: Hâdim ağası) |
hadime |
(Hâdim. den) Kadın hizmetçi. |
hadîme |
Su içinde eriyince pişmiş olan buğday. |
hadin |
Bir kuş cinsidir. |
hadîn |
(C.: Hudenâ) Sâdık dost, vefadar arkadaş. |
hadine |
Süt nine. |
hadir |
Öten güvercin. Kişneyen at. * Üstü koyu, altı sulu olan yoğurt. ◊ (C.: Hadere) Şişen aza, yumrulanan organ. ◊ Tembel, uyuşuk, uyumuş. ◊ Gevşek, tembel, uyuşuk. |
hadîre |
Kalabalık olmayan topluluk. * Yaranın içinde toplanan kan ve irin. ◊ Hurması gök iken dökülen hurma ağacı. |
hâdis |
Yeni. Sonradan olan şey. Değişen. Hudus eden. |
hadîs |
Her söylenişinde yeni haber gibi dinlenmeğe lâyık. Peygamberimizin (A.S.M.) sözü, emri ve hareketi. Sünnet-i Nebeviyye. Hadisten bahseden ilim. (Bak: Tevâtür) |
hadîs-i mürsel |
Peygamberimiz'den (A.S.M.) işitildiği bildirilen hadis-i şerif. |
hadîs-i şeyheyn |
En muteber ve büyük hadis âlimlerinden İmam-ı Buharî ve İmam-ı Müslim'den rivayet edilen hadis-i şerif. |
hâdisat |
(Hâdise. C.) Yeni olan şeyler. Hâdiseler. |
hâdise |
(C.: Hâdisat, Havadis) Vâkıa, olay. Yeni bir şey, ilk defa olan. Haber. |
hâdişe |
Derisi parçalandığı halde kan çıkmayan yara. |
hadiyd |
(Hazîz) Oturaklı, mütemekkin, yer. * Dağ eteği. Zir. Alçak yer. * Koz: Ayın veya başka bir seyyarenin mahreki üzerinde dünyaya en yakın bir mesafede bulunan nokta. Dünya ile diğer More… |
hâdiye |
Değnek, asâ, sopa. * Su içinden sivrilerek yükselen kaya. |
hadl |
Meyletmek, yönelmek. |
hadleka |
şiddetle bakmak. |
hadm |
Birşeyi ağzına koyup, bir lokmada çiğneyip yemek. |
hadma' |
Beyaz koyun. |
hadme |
Ateş gürültüsü. |
hadr |
Evmek, acele etmek. * Vücutta bir organın şişip yumrulaşması. * Men etmek, engel olmak. * Saçak bükmek. |
hadra |
(Müennestir) Yeşillik. * Sebze. En yeşil. Pek yeşil. |
hadravat |
(Hadrevât) (Hadrâ. C.) Yeşillikler, yeşillik. |
hadre |
Yüz yüze olmak. |
hadreban |
Feryadı şiddetli olan, çok fazla bağıran. |
hadrece |
Bükmek. * Sağlam yapmak, sağlamlaştırmak. |
hads |
Uzun düşünce ve delile ihtiyaç kalmadan hâsıl olan ilim. |
hadş |
Kaşımak. * Tırmalamak. |
hadşe |
(C.: Hadeşât) Vesvese, kuruntu, merak, ye's, üzüntü, hüzün. |
hadşe-aver |
f. Rahatsızlık veren, insanı sıkıntıya koyan. |
hadşe-nisar |
f. Merak veren, vesvese. |
hadsen |
Sezmekle. Sür'atle intikal ve idrâk etmekle. |
hadsî |
Hadsle. Hadse dâir ve müteallik. |
hadsiyyat |
Mümkün olan şeyler. Olması ihtimali olan nesneler. Mümkinat. |
hadsiz |
Hesapsız, sayısız. Belirli olmayan, çok. |
hadun |
Memesinden biri diğerinden uzun olan koyun. |
hadur |
Yemen diyarında bir şehrin adı. ◊ İniş. * Alçak yer. |
haduş |
Pire. Sinek. |
hadv |
Sürmek. |
hady |
Evmek, acele etmek. * Rüzgârın esmesi. |
hafa |
Berdi denilen otun beyaz ve yaş olan kökü. ◊ Gizlilik. Gizli olmak. Saklılık. |
hafa (hafâye) |
Çok yürümekten adamın ayağının ve davarın tırnağının aşınması. |
hafa' |
Yalın ayak yürümek. |
hafafîş |
(Huffâş. C.) Yarasa kuşları. |
hafagâh |
f. Gizlenilecek yer, gizlenme yeri, siper. |
hafair |
(Hafîr. C.) Oyuklar, delikler, çukurlar. |
hafak (hafakan) |
Muzdarib olmak, acı çekmek. * Deprenmek. |
hafakan |
Sıkıntı. Kalb çarpıntısı. Iztırab. |
hafat |
(Hâfe. C.) Sahiller, deniz kenarları, kıyılar. |
hafave |
Bir kimseyi mübâlâga ile sormak. * Şefaat etmek. * İkramda ve iltifatta mübâlağa etmek. |
hafaya |
(Hafi. C.) Gizli şeyler. Sırlar. |
hafaza |
(Hâfız. C.) Muhafızlar. Muhafız melekler. |
hafc |
Titremek. * Ayağını eğri basan. |
hafcag |
Tatar beyi. (Aslı: Kıpçak) |
hafd |
Evmek, sür'at. |
hâfe |
(C.: Hâfât) Sâhil, kıyı, deniz kenarı. * İki veya daha fazla sathın, bir açı teşkil ederek birleşmesinden meydana gelen uzunlamasına keskinlik. |
hafe |
İçine bal konulan sahtiyan tuluk. |
hafede |
(Hafid. C.) Yardımcılar, hâdimler. |
hafef |
Fakirlik. Darlık. * Şiddet. |
hafelleh |
Ayaklarının uç kısmı birbirine yakın olup, ökçeleri uzak olan. |
hafender |
Malını güzel tedbirlerle çoğaltan mal sahibi. |
hafer |
Çukurdan çıkartılan toprak. * Dişin çürümüş kısmı veya kiri. ◊ Çok fazla utanmak. |
hafeş |
Gözün küçük olması ve görme kuvvetinin zayıf olması. (Öyle kişiye 'ahfeş' derler.) ◊ (C.: Ahfâş) İğne ve iplik koyacak kap. * Sel. |
hafet |
Islıklı yılan. |
haff |
Bir şeyin etrâfını dolanan. Bir nesnenin çevresini dolanan. ◊ Tavaf etmek. * Süslemek. * Hizmet etmek. * Kesmek. ◊ Alaca renkli at. |
haffaf |
Ayakkabı, terlik vb. gibi şeyler yapan ve satan. Kavaf. |
haffane |
(C.: Haffân) Deve kuşu yavrusu. * Hizmet. * Maiyyet. |
haffar |
Çukur kazan, kuyu kazan. |
haffe |
(C.: Hıff) Çulhaların bez sardıkları ağaç. |
hafhafa |
(C.: Hafâhıf) Köpeğin, yemek yerken ses çıkarması. * Sırtlan sesi. |
hafi |
Yalın ayak yürüyen veya koşan. * Çok ikram eden insan. İnsanı güler yüzle karşılayan. |
hafî |
Gizli. Açıkta olmayan. Saklı. * Fık: Sigasından dolayı değil, bir ârızadan dolayı mânası kapalı kalan lafız. |
hafîd |
Evlâd. Oğul. Torun. |
hafîde |
Kız torun. |
hafif |
Ağır olmayan. Hafif. Yeğni. |
hafîf |
Kuş uçarken, at koşarken veya rüzgâr eserken meydana gelen hışırtı, hışlama. |
hafik |
Ufkun nihayeti. Şark veya garb tarafı. * Vuran, çarpan, çırpınan. |
hafikan |
(Hâfıkeyn) Mağrib ile maşrık. Şark ile garb. Doğu ile batı. |
hâfil |
Dolu, mümteli. |
hâfir |
Kazan, kazıcı, hafriyat yapan. Yerde çukur açan. |
hafir |
(C.: Havâfir) Davar tırnağı. |
hafîr |
Kazılmış yer. Çukur. Mezar. |
hafire |
Evvelki hâline ve evvelki yerine dönmek. |
hafişe |
Sel yolu. |
hafiy |
Her şeyi arayıp bilmiş olan âlim. * Bir şeyi mübâlağa ile arayıp bilen kimse. |
hafiye |
Saklı ve gizli şeyleri araştıran. * Casus. * Polis. |
hafiye (hâfiyye) |
(C.: Havâfi) İnsan bedeninde gizli olan can. * Kuş kanadında ebâhirden sonra olan dört kısacık yeleklerin her birisi. * Gizli, mestur. |
hafiyen |
İkram ederek. * Yalınayak olarak. |
hafiyy ü celî |
Gizli ve âşikâr. |
hafiyyat |
Gizli şeyler. Gizlilikler. |
hafiyyen |
Gizlice, saklı olarak, gizliden. Aşikâr olmıyarak. |
hafiyyeten |
Gizlice, gizli ve saklı olarak. |
hâfiz |
Kur'ân-ı Kerim'i tamamen ezbere okuyan. * Kur'an-ı Kerim'in mânası ile beraber her şeyini yaşamaya ve muhafazaya çalışan. * Muhafaza eden. Koruyan. Hıfzeden. More… |
hafîz |
Hodbinliği, kibri, serkeşliği kırılmış kimse. Aşağı basılmış. ◊ Esirgeyen. Koruyan. Muhafaza eden. Muhafız. |
hâfiza |
Muhafaza eden. Ezberleme kuvvesi. Kuvve-i hâfıza. |
hâfiza-pirâ |
f. Hafızayı süsleyen. * Uğur sayılarak ezberlenen şey. |
hafizallah |
Allah korusun. Allah muhafaza etsin, Allah saklasın (anlamındadır). |
hafk |
Naldan çıkan ses. |
hafl |
Kederlenme, hüzünlenme, tasalanma. * Toplantı, toplanma. |
hafne |
(C.: Hafenât) İki avuç dolusu olan şey. |
hafr |
Ahdinde durmamak. * Kiraya vermek. ◊ Kazmak ve çukur etmek. |
hafriyat |
Yeri kazıp derinleştirmeler. Kazılar. |
hafs |
Toplama, cem'etme. Biriktirme. ◊ Her nesnenin boşu. ◊ Hız. Sür'at. |
hafş |
Celbetmek, çekmek. * Yeri kazıp oymak. * Birbiri ardınca tez tez gelmek. ◊ Tıb: 'Tavuk karası' adı verilen bir göz hastalığı. |
hafsa |
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) zevcelerinden biri ve Hz. Ömer'in (R.A.) kızı. |
haft |
Sâkin olmak. * Sözü gizli söylemek. ◊ Dövmek. |
hafta |
f. Yedi günden ibaret müddet. Yedi günlük müddet. |
haftan |
Eskiden savaşlarda zırh üzerine giyilen bir cins pamuklu elbise. * Kaftan. |
hafud |
Karnındaki yavrusunu âzası belirmeden düşüren deve. |
hafur |
Bir ot cinsi. |
hafv |
Men etmek, mâni olmak, engel olmak. |
hafy |
Gizlemek. * Setretmek, örtmek. * İzhar etmek, görünmek. * Parlamak, yıldıramak. |
hafz |
Aşırı olmama hali. * Refah ve ferahlık. Huzur ve rahat. * Yavaş yavaş mülayim yürüyüş, itidal. Alçak. * Kelimenin son harfini esre, yâni 'i' diye okumak. * Sözü boğaz içinden More… |
hah |
f. (Hasten: 'İstemek' mastarından yapılmıştır.) Kelimenin sonuna getirilerek isteyen, ister mânasında terkib yapılır. Meselâ: Bed-hah - Kötülük isteyen. |
hah na-hah |
f. İster istemez. |
haham |
Mûsevilerin dinî reisi, râhibi, âlimi. |
hahan |
f. İstekli, arzulu, tâlib. |
hahem |
(Hâsten) mastarından, 'İsterim' mânasına fiildir. |
haher |
f. Kızkardeş. Hemşire. |
haher-zade |
f. Hemşirezade, kızkardeş çocuğu. Yeğen. |
haherî |
f. Hemşirelik, kızkardeşlik. |
hâhiş |
f. Fazla arzu, isteyiş. |
hâhişger (hâhişker) |
f. Arzulayan. İsteyen. İstekli. |
hâhişgeran (hâhişkerân) |
f. Hâhişgerler, istekliler, tâlibler. |
haib |
Mahrum. Ümidsiz. Kederli. Me'yus. Bi-behre olan. ◊ (Heybet. den) Kokan, Utanan. Utangaç. |
haiben |
Muvaffakiyetsiz olarak. Mahrum olarak. |
haibîn |
(Hâib. C.) Zarar ve ziyâna uğrayanlar. * Mahrum olanlar. * Me'yus olanlar, üzülenler. |
haic |
(Hâyic) Coşkun, heyecanlı. |
haid |
Pişman, nedamet eden, tövbekâr, nâdim. |
haif |
(Havf. dan) Korkan. Korkmuş olan. ◊ Gadir eden, azarlayan. Zulmeden. |
haifane |
Korkakcasına, ödlekçesine. |
haifen |
Korkarak, korkakçasına. |
haik |
(C.: Hayyak) Çulha. |
hail |
Perde. Mânia. İki şey arasını ayıran. ◊ Korku ve dehşet veren. |
haile |
Neticesi fâcialı tiyatro piyesi. Trajedi. (Bak: Dram) |
haim |
(Hâyim) Hayrette kalan. Mütehayyir. Sersem. |
hain |
Emanete hıyanet eden. İyiliğe karşı kötülük eden. |
hainane |
Hâincesine, hâin bir kişiye yakışır şekil ve surette. |
hair |
Hayrette kalmış, mütehayyir. Şaşırmış, taaccüb etmiş. |
hait |
Bir yeri çevreleyen duvar. Tahta perde. Çit. |
haiz |
Bir şeye sahip olma. Sahip. Mâlik. * Yer tutan. * Akranından mümtaz olan. ◊ (Bak: Hayz) |
hâk |
f. Toprak. Turab.(Hâk ol ki, Hüdâ mertebeni eyleye âli.Tâc-ı ser-i âlemdir o kim hâkk-ı kademdir.) ◊ Vasat. Vasatî. Orta. |
hak |
(Bak: Hakk) |
hâk ile yeksan |
Yerle bir. |
hak-bîn |
f. Hakkı gören. Hak veren. Hakka imân eden. Hakka inanan. |
hak-endiş |
f. Hakkı düşünen. Hakkı arayan, doğruluk için endişe eden. |
hak-gû |
f. Doğru ve hak söyleyen. |
hâk-nişin |
f. Dilenci, sâil, fakir. |
hâk-nişinî |
f. Dilencilik, yoksulluk, fakirlik, sefâlet.HÂK-PA(Y) f. Ayağın tozu, ayağın toprağı. Ayağın batığı toprak. |
hâk-rah |
f. Yol toprağı. |
hâk-rub |
f. Süpürge. |
hâk-sar |
f. Toz toprak içinde kalmış. Perişan hâlli. |
hakaid |
(Hakd. C.) Kinler, garezler, hasedler. |
hakaik |
(Hakayık) (Hakikat. C.) Hakikatler. |
hakalled |
Dar gönüllü, bahil kimse. |
hakan |
Eski Türklerde hükümdar mânasınadır. |
hakanî |
Hâkan ile ilgili, hâkana mensub. |
hakaret |
Küçüklük. İtibarsızlık. Hor ve hakir görmek. Küçümseme. Küçük görme. Tâzimsizlik. |
hakaret-âmiz |
f. Hakaretle karışık. Hakaretle beraber. |
hakayik |
(Bak: Hakaik) |
hakb |
Devenin semerini karnına bağlamakta kullanılan ip. * Tutulmak. |
hakba' |
Yaban eşeğinin dişisi. |
hakbîz |
f. Toprak kalburu. |
hakd |
Kin tutmak. Adâvetini gizlemek. (Bak: İhnet) |
hakdan |
f. Dünya, arz, yer. |
hakek |
Yumuşak beyaz taş. |
hakem |
İki tarafın anlaşmak üzere hükmüne rıza göstermek için seçtikleri kimse. Haklı ve haksızın ayrılmasında aracılık eden. |
hakeme |
(C.: Hakemât) Damak geminin halkası. |
hakemeyn |
İki hakem. * Tar: Sıffîn Vak'asında Hz. Ali (R.A.) ile Hz. Muaviye (R.A.) arasında hakem seçilen Amr İbn-ül As ile Ebu Muse-l Eş'arî. |
hakesarî |
f. Perişanlık, düşkünlük. |
hakeza |
Öylece. Bunun gibi. Böyle. |
hakhah |
Gecenin ilk saatlerinde gitmek. |
hakhaka |
Zahmetli ve meşakkatli yolculuk yapmak. |
hakî |
f. Toprak rengi. Toprakla alâkalı. ◊ Anlatan. Hikâye eden. |
hakî' |
Kırağı. |
hakî-nihad |
f. Mütevazi, kibirsiz, alçak gönüllü. |
hakib |
Karnı guruldayan kişi. * Necaseti şedit kişi. |
hakîbe |
Heybe. |
hakîk |
Haklı, hak sahibi olan. * Müstehak, lâyık, münasib. |
hakikat |
'(C.: Hakaik) Bir şeyin aslı ve esâsı. Mahiyeti. Gerçek. Doğru. Sahih. Künh. Sâbit ve vâki. * Kadirbilirlik. Sadâkat, doğruluk. Kâinat ve tabiat ve uluhiyet hakkında bütün teşbih ve More… |
hakikat-bîn |
f. Hakikatı gören, hakikatı anlayan. Hakikatşinas. Hakikata inanan. |
hakikat-gu |
f. Doğru sözlü. Doğru konuşan. |
hakikat-i sâbite |
f. Sâbit, değişmez hakikat. |
hakikat-perest |
f. Hakkı ve hakikatı seven, hakikata inanan. Dürüst, hakikat âşığı. |
hakikat-şinas |
f. Hakikatı doğru tanıyan, bilen. Hakikata imân eden. |
hakikat-şinasâne |
f. Gerçeği, hakikatı tanıyana yakışacak surette. |
hakikaten |
Doğrusu, gerçekten, hakikat olarak. |
hakikî |
Gerçek. Hakikate mensub. Sâhici, doğru. |
hakil |
Erkek fâre. |
hakîle |
Uzun buğday. * Bağırsak içinde olan su. |
hâkim |
Galib. * Memleketi idare eden. * Mahkeme reisi. |
hakîm |
Hikmetle muttasıf olan ve mevcudatın hakikatına vâkıf olan. Hikmet mütehasssı. İlm-i hikmette mütebahhir ve mütehassıs olan. İş ve emirleri hikmetli ve yanlışsız olan. * Tabib, doktor. |
hâkimane |
Hükmederek, hâkim olarak. Hâkime yakışır tarzda. |
hakîmane |
f. Hikmetli olarak. Hakîm olana yakışır surette. |
hâkime |
Kadın hâkim. |
hâkimiyyet |
Hâkim oluş. Hükmediş. Âmirlik. Üstünlük. Müdahale ve rakibi kabul etmemek hali. |
hakin |
Sidik zorluğu olan kimse. |
hakine |
Boğaz altındaki çukurcuk. |
hakir |
Küçük. Ehemmiyetsiz. Kıymetsiz. İtibarsız. Kudretsiz. |
hakirâne |
f. Hakircesine. Hakir bir kimseye yakışacak tarz ve şekilde. |
hakister |
f. Kül, ateş külü. |
hakiyan |
(Hâki. C.) İnsanlar, nev'-i beşer, dünya halkı. |
hakk |
(Bâtılın zıddı) Doğru. Gerçek. Vâcib ve lâzım olan. Her sâbit ve doğru olan şey. Adalet. Herkesin meşru olan salahiyeti, iktidarı, bir şey üzerindeki mâlikiyyeti. * Dâva ve iddia. * Hakikate More… |
hakk-bînane |
f. Hakkı tanıyana göre. |
hakk-bînî |
f. Hakkı görme, hakkı tanıma. |
hakk-cu |
f. Hak arıyan. |
hakk-güzar |
f. Haktan ayrılmayan, hakkı tanıyan. |
hakk-şinas |
f. Hakka riayet eden. Hakkı tanıyan. Hak ile amel eden. |
hâkka |
Kıyamet günü. * Âfet. Devamlı musibet. |
hakka |
(Hakkan) Doğru olarak. Gerçek. Hakikat olarak. Lâzım ve sâbit kılmak. |
hâkka suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 69. suresi olup Mekkîdir. |
hakkak |
Hokkacı, kutucu. |
hakkâk |
Hakkeden. Mühür vesair kazıyan. |
hakkâkî |
Mühür ve saire kazıma, hakkâklık. |
hakkan |
Hakikaten, doğrusu. |
hakkanî |
Hak ve adalete uygun. Haklılığa uyar ve yakışır. |
hakkaniyet |
Haktan ve doğruluktan ayrılmamak. Adalet üzere bulunmak. Adalet ve insaf ile lâzım olanı icra etmek. |
hakke |
Arka yükü. * Diş. |
hakketmek |
Oyarak veya kazıyarak işlemek, yazmak. |
hakkiyet |
Haklılık. |
hakl |
Ziraate uygun yer. |
hakle |
(C.: Hıkâl) İçinde binâ ve ağacı olmayan mezrea. |
hakm |
Atın ağzına gem vurmak. ◊ Bir nevi kuş. |
hakn |
Sütü tuluma koyup toplamak ve sağıldıkça üzerine koymak. * Men etmek, engel olmak. |
hakr |
Cem etmek, toplamak. ◊ Hor görmek. |
hâksarî |
Perişanlık, düşkünlük, rezillik. |
hakud |
Çok kin güden, hasetçi. |
hakv |
(C.: Ahkâ-Hukka) Fota. Don. * Böğür. |
hakve |
Yürek ağrısı. |
hâl |
Durum, vaziyet. Görünüş. Tavır. Suret. Keyfiyet. * Cezbe. * Dert, keder, elem. * Mecâl. Kuvvet. * Gr: Fâili, mef'ulü veya her ikisinin durumunu bildiren sözdür. Halin sâhibine zi-l hâl More… |
hal |
Küçük Hindistan cevizi. |
hal' |
Kaldırma. Kal' etme. * Hükümdarı tahttan indirmek. Azletmek. * Mansıb ve mesnetten ihraç etmek. * Elbise gibi şeyleri soymak. * Bir şeyi izâle edip ayırmak ve terketmek. * Karısını More… |
hal' (hulâe) |
Debbâğların dibâgat ettikleri derinin kazıntısı. * Vurmak. * Men etmek, engel olmak. * Hediye vermek, atâ etmek. * Cima etmek. |
hal' edilme |
Hükümdarın tahttan indirilmesi. * Boşanmış olmak. * Kovulmuş olmak. |
hal-aşina |
f. Hâl ve durumdan anlayan. |
hal-dar |
f. Benli, benekli. |
hâlâ |
(Hâlen) şimdi. Henüz. şimdiye kadar. Elân. |
hala |
(C.: Hâlât) Babanın kız kardeşi, hala. Arapçada: Ananın kızkardeşi. Teyze. |
halâ |
(Harf-i cerrdir) İstisnaya delâlet eder. ◊ Yaş ot. |
hala' |
Koparmak. * Pişmiş et. |
halâ' |
Boş, hâli. * Ayak yolu, abdesthane. * Devenin çökmesi. |
hala'la' |
Erkek sırtlan. |
halâa(t) |
Yüzsüzlük, utanmazlık, hayâsızlık. * Kötülüğünden dolayı ailesi ve cemaatı kendisinden ayrılan kimse. |
halab |
f. Çamur, bataklık. Bataklık arâzi. |
halaca |
f. Ayak yolu, abdesthane. |
halafet |
Ahmaklık, hamâkat, budalalık. |
halahil |
(Halhal. C.) Arap kadınlarının süs olarak ayak bileklerine taktıkları halkalar. Bunlar altun veya gümüşten yapılır. |
halaif |
Halifeler. |
halaik |
(Halayık) (Halk. C.) Mahlukat. Yaratılmışlar. * Huylar. Tabiatlar. |
halail |
(Halile. C.) Nikâhlı kadınlar, zevceler, karılar. |
halak |
Eskimiş ve yıpranmış bez. Paçavra. ◊ (Halka. C.) Halkalar. ◊ Nasib, hisse. |
halaka |
(Hâlik. C.) Berberler. |
halakat |
Halukluk, güzel ahlâklılık, iyi huyluluk. * Düzlük, dümdüzlük. ◊ Halkalar. |
halakî |
Paçavracı. |
halakim |
(Hulkum. C.) İnsan ve hayvanlarda boğazlar. |
halal |
Dostluk, ahbaplık. * İki şey arasında açıklık olma. |
halal(et) |
İki şeyin arası açık olmak. * Dostluk. Samimi dostluk. |
halale |
Kadın eş. Halile, zevce. |
halaluş |
f. Kavga, döğüş, şamata, gürültü. |
halas |
'Üzüm ağacına benzer bir ağaç (yanındaki ağaca sarılır gider; hoş kokusu vardır; akik gibi taneleri olur.)' ◊ Kurtulma, kurtuluş. Selâmete ermek. |
halaşe |
f. Gemi dümeni. * Çörçöp. |
halat |
(Hâle. C.) Halalar. Babanın kız kardeşleri. Arapçada: Ananın kız kardeşleri. Teyzeler. ◊ (Hâlet. C.) Haller. Suretler. Keyfiyetler. ◊ Kalın ip, gemi ipi. |
halavet |
Tatlılık. Şirin olmak. |
halavetbahş |
f. Zevk veren, hâlâvet veren. |
halavetyab |
f. Zevk bulan, halâvet bulan. |
halayik |
Cariye, hizmetçi. |
halb |
Parçalama, pençeleme. * Birinin aklını başından alma. ◊ Süt sağmak. |
halba |
Ahmak. Şaşkın. * Aldatıcı, hilekâr, sahtekâr. |
halbe |
(C.: Halâbib) Bir yarış yapmak veya bir şeye yardım etmek için toplanan atlılar grubu. |
halbes |
(C.: Halâbis) Bahadır, kahraman. Bir şeye sımsıkı bağlanıp ayrılmayan kişi. |
halbuki |
(Hâl bu ki) Hakikat ve doğrusu şudur ki, öyle iken. |
halbus |
Serçeden küçük bir kuş. |
halc |
Pamuğu temizlemek, havalandırmak ve kabartmak için yay ile atmak. ◊ Çekmek. * Hareket etmek. |
halce |
Uzak, ırak yer, baid. |
halcem |
Uzun, tavil. |
hald |
Devamlılık. Süreklilik. Dâimi. Bâki. |
hale |
Annenin kız kardeşi. Teyze. Türkçede babanın kız kardeşine hala denir. Arabçada dayıya 'Hâl' denir. ◊ Ay ve güneşin etrafında bazen görünen parlak dâire. |
haleb |
Süt sağma. Sağılmış süt. |
halebe |
(Hâlib. C.) Kandıranlar, aldatanlar, hile yapanlar. ◊ (Hâlib. C.) Süt sağanlar. |
halebî |
Halepli, Halep ahalisinden olan. |
halec |
Çalışmaktan, yürümekten veya ibadetten kemiklerin ağrıması. |
halecan |
Titreme. Kalb çarpıntısı. Heyecan. |
haled |
Kalb. |
haledar |
Haleli, halelenmiş. Parlak daireli. |
halede |
Küpe. |
halef |
Birinin yerine sonradan geçen kimse. Babadan sonra kalan oğul. |
halefen |
Arkadan gelerek. |
halefiyyet |
Haleflik, birinin yerine geçmiş olma. |
halek |
Kara, siyah. |
halel |
Bozukluk. Eksiklik. * Başkası tarafından verilen zarar. * İki şeyin aralığı. Boşluk. Açıklık. |
haleldâr |
f. Bozma. Bozulma. Bozulmuş. |
halelpezîr |
f. Bozulan, Halel bulan. Eksik. Fesad kabul eden. Bozuk. |
halem |
Helâk olmak. * Dibâgat yaparken derinin kurtlanması. |
halemat |
(Halme. C.) Meme uçları, meme başları. |
haleme |
(C.: Halem-Halemât) Meme başı. * Büyük kene. * Bir ot cinsi. |
halen |
şu anda, henüz, şimdiki hâlde. |
halenbus |
Serçe renginde, ondan küçük bir kuş. |
halenc |
(C.: Halânic) Ağaç, şecer. |
halesa |
(Hâlis. C.) Hâlis, sâfi. |
hâlet |
Suret. Hâl. Keyfiyet. |
halevar |
f. Ay şeklinde olan, hilâl gibi olan. |
halevat |
(Halâ. C.) Halvetler, boşluklar. * Yalnız bulunulacak yerler. |
halezon |
Sümüklü böcek kabuğu. Kabuklu sümüklü böcek. |
half |
Ardı. Arka. Kendinden sonra gelen. Arka taraf. |
half(e) |
Yemin etmek. Andiçmek. Kasem etmek. |
halfe |
Yerine adam koymak. * Kılavuz. ◊ Andiçme, yemin etme. |
halfî |
Arka, ard ile alâkalı olan. |
halhal |
Eskiden kadınların süs için ayaklarının topuklariyle baldırları arasına yani ayak bileklerine taktıkları altundan veya gümüşten yapılmış halka. Ayak bileziği. ◊ (C.: Halâhil) More… |
halhale |
Esneklik, elâstikiyet. |
hali |
Tenhâ. Boş. Sahipsiz. Issız. İçinde bir şey olmama. |
halî |
Gamsız, kedersiz, gailesiz, dertsiz. * Evlenmemiş erkek, bekâr adam. ◊ Hâl ile, vaziyet ile. Tavra âit. şimdiki. Hâle mensub. |
hali' |
Boşanmış erkek, zevcesini şer'an terketmiş adam. (Müennesi: Hâlia'dır.) * İtaatsız, isyan eden, utanmaz, kayıtsız, hayasız. * Kovulmuş. * Soyulmuş. |
halî' |
Ailesinden ayrılan kimse. * Kurt. |
halib |
(C.: Halebe) Aldatıcı, hilekâr, sahtekâr. (Müennesi: Hâlibe'dir.) ◊ Sütçü, süt satan kimse. * Sidik borusu. |
halîb |
Taze süt. |
haliç |
(Bak: Halîc) |
halîc |
Liman. Boğaz. Kanal. Körfez. Koy. Denizin kara içine nehir gibi uzanmış kısmı. * Irmak. * Büyük çanak. * İp. * Deve ağzı. |
halic(e) |
Hareket ettirme. Sarsma, oynatma. |
halice |
Pamuk eğiren. |
haliçe |
Küçük halı. Kilim. Seccâde. (Kaliçe de yazılır.) |
halîce |
İçinde hurma ıslanmış süt. * Üzüm sıkıntısı. |
halid |
(Hulud. dan) Sonsuz, ebedi. Daimi. |
halidat |
(Hâlide. C.) Sürüp gidenler, devam edenler. |
halide |
f. Saplanmış, dürterek bastırılmış. ◊ Hâlid'in müennesidir. (Bak: Hâlid) |
halif |
İki dağ arasındaki yol. * Eski elbise. * Arkadan gelen. Sonradan gelen. Birinin yerine geçen. ◊ Yemin ederek sözleşenlerden herbirisi. ◊ (Half. den) Yemin eden. ◊ More… |
halife |
Öncekinin yerine geçen. * Fık: İlâhî, yâni şer'î hükümlerin tatbik ve icrası için Peygamber'e (A.S.M.) vekil olan zât. İmam. İmamet-i kübra. (Namazda imama uyan cemaat gibi, More… |
halik |
(C.: Huluk-Havâlık) Büyük dağ. * Ağaca dolaşmış olan üzüm çubuğu. * Süt ile dolu olan koyun memesi. * Tıraş eden. Berber. ◊ Helâk olan. Mahv olan. Fenaya giden. Fâni. Zâil. More… |
halika |
(C.: Halayık) Tabiat, mahlukât. |
halike |
Çok hırslı, haris olan nefis. |
halikî |
Demirci. |
halikiyyet |
Yaratıcılık. Halk edicilik. İcad ve takdir. |
halil |
Samimi dost. Sâdık dost. * Nahif ve fakir kimse. |
halil (halile) |
Zevc, koca. Nikâhlı karı. Zevce. |
haliliyye |
Samimi dostluk ve kardeşlik. |
halilullah |
Allah'ın dostu, Hz. İbrahim (A.S.). |
halîm |
Yumuşak huylu. Hoş muamele yapan. (Bak: Elhalîm) |
halîmâne |
f. Yumuşak surette. Yumuşak huylulara yakışır bir tarzda. |
halîme |
Yumuşak huylu kadın. |
halin |
Ahmak. |
hâlis |
Hilesiz. Katıksız. Saf. Duru. Saffetli. * Pek beyaz. * Evvelce karışık iken kusuru zâil olan. * Her ameli, yalnız Allah rızası için işleyen. (Bak: İhlâs) (Müennesi: Hâlise'dir) |
halis |
Bahadır ve haris kimse. |
halîs |
Karışmış, muhtelif. * Siyah ile beyazı karışmış saç. * Tel. |
hâlisane |
f. Hâlise yakışır bir surette. Hâlis kimselere mahsus bir niyet ve fiil ile. |
hâlisen |
Halis ve katıksız olduğu halde. Hilesizce, doğru olarak. |
hâliset |
Edb: İbarenin düzgün ve akıcı olması. |
hâlisiyyet |
Doğruluk, hâlislik, hilesizlik. |
halît |
Huk: Yol ve su gibi umumi olan araziler hukukunda ortak olan kimse. * Şerik, ortak. * Karışmış. ◊ Buz. Kırağı. Dolu. |
halita |
Karışık halde olan. Karma. İki veya muhtelif maddelerden yapılmış. * Madenlerin birbirleriyle birleşmelerinden hâsıl olan mürekkep madde. |
halita-i dimağî |
f. Akıldaki muhtelif mes'ele ve fikirler. Dimağdaki karışık, muhtelif bilgiler. |
haliye |
(C.: Havâlî) Kendini süsleyen kadın. |
haliyen |
(Hâli. den) Boş olarak, boş olduğu hâlde. ◊ Şimdiki hâlde, şimdiki zamanda. |
haliyyat |
(Haliye C.) Bekâr kadınlar, evlenmemiş kızlar. |
haliyye |
Bağından boşanmış deve. * Yabancı bir yavru emziren deve. * Büyük gemi. * Arı kovanı. * Ahlâktan kinâyedir. * (C.: Haliyyât) Bekâr kadın, evlenmemiş kız. |
halk |
İnsan topluluğu. İnsanlar. * Yaratmak. İcad. Örneği ve benzeri olmayan bir şeyi yaratmak, ibdâ' eylemek. * Bir şeyi yumuşatıp düzleştirmek. ◊ Boğaz. * Tıraş etmek. |
halka |
Ortası boş yuvarlak şekil. * Dâire şeklinde olan şey. |
halkabeguş |
f. Kulağı küpeli, kulağı halkalı. * Mc: Köle, esir. |
halkabend |
f. Toplanıp yuvarlak meydana gelecek şekilde oturma. |
halkan |
Yaradılışça, hilkatça. |
halkavî |
Halka şeklinde. |
halkazen |
f. Kapı çalan, kapı halkasını vuran. |
hall |
Çözme. Çözülme. Karışık bir mes'elenin içinden çıkma. * Anlayıp karar vermek. Neticelendirmek. * Susam yağı. * Ezmek. * Açmak. * Dühul etmek, girmek. ◊ Sağlamlaştırmak. * More… |
hall ü akd |
Çözme ve düğümleme. İdame etme. Müşkül mes'eleleri ve işleri halledip neticeye bağlama. |
hall ü fasl |
Çözme ve ayırma. Açıklayarak bitirme. Bir mes'eleyi müsbet bir neticeye bağlama. |
hallac |
Pamuk atan. Pamuğu didik didik eden. |
hallaf |
Çok fazla yemin eden kimse. |
hallak |
Yaratan, her şeyi halkeden, Kadir-i Zülcelal, Allah Teala Hazretleri (C.C.) ◊ İyi traş eden. Berber. * Hamal. |
hallal |
Sirkeci, sirke yapan kimse. |
hallâl |
Halleden, çare bulan, çözen. |
hallas |
Yakalıyan, tutan kimse. |
hallat |
Yersiz ve münâsebetsiz sözler konuşan. * Ortalığı karıştıran. |
halle |
Fakirlik. * Hâcet, ihtiyaç.* Kum içindeki yol ve gedik. |
halledallah |
Allah dâim ve bâki eylesin (meâlinde duâ). |
haller |
Bakla. |
halli |
Zengin, gani, malı mülkü çok olan. * Kuvvetli, kavi. ◊ (Halliye) Sirke ile ilgili. |
hallisnâ |
Bizi halâs eyle, bizi kurtar (meâlinde duâ.) |
hallüsinasyon |
Lât. Tıb: Hakikatte olmayan bir şeyi varmış gibi görme ve işitme. |
halme |
Meme başı, meme tepesi. |
hals |
Bir şeyi soymak. Çalmak. Kapmak. * Dibinden taze yetişen çayırla karışık olan kuru çimen. |
halsan |
Kişinin dostu, sevgilisi ve yâri. |
halt |
Karıştırmak. Münasebetsiz söz söylemek. Bir şeyi bir şeye karıştırmak. Hatâ etmek. |
halta |
Köpeklere takılan boyun halkası. Tasma. |
haltiyyat |
Yersiz ve münasebetsiz sözler. |
halub(e) |
Sağılan şey. |
haluf |
Sütün veya yemeğin bozulması. |
haluk |
İyi huylu. Güzel ahlâklı. İslâma yakışır ahlâkta olan. İnsâniyyetli. |
halum |
Yaş peynir gibi olan koyu yoğurt. |
halvet |
Yalnızlık. Tek başına kalmak. Tenhaya çekilme. * Gizlilik. |
halvetgâh |
f. Tek başına oturup ibadetle vakit geçirilen yer. * Halvet yeri. Gizli olarak görüşülecek yer. |
halvetgüzide |
(Halvetgüzin) f. Halveti, tenha bir yeri seçmiş olan kimse. |
halvethane |
f. Gizli ibadet yeri. * Gizli konuşup görüşmeye mahsus yer. |
halvetî |
Halvete müteallik, halvetle alakalı. * İbadet ve zikirlerini tenhada yapan bir tarikat adı. * Halvetiye Tarikatından olan kimse. |
halvetnişin |
Yalnız başına bir yere çekilip ibadetle meşgul olanlar. |
haly |
(C.: Huliy) Altından ve gümüşten olan süs eşyâları. ◊ Ot biçmek. |
halz |
Kabuğunu çıkarmak, derisini soymak. |
ham |
f. Olmamış, pişmemiş, çiğ. * Nâfile, beyhude, boşuboşuna. * İşlenmemiş, üzerinde çalışılmamış. * Acemi kimse, tecrübesiz. Terbiye görmemiş kişi. ◊ f. Bükülmüş, kıvrılmış, More… |
ham madde |
Bir şeyin meydana getirilmesi için işlenilen ana maddelerden her biri. |
ham' (him') |
(C.: Ahmâ') : Kaynata. Zevc tarafından olan kimseler. |
ham' (humu') |
Eğrilik, aksaklık. |
ham-be-ham |
f. Kıvrım kıvrım. Büklüm büklüm. |
ham-ender-ham |
f. Kıvrım kıvrım, büklüm büklüm. |
hama |
Hıfzetmek, korumak. * Kovmak, defetmek. |
hama' |
Kara balçık. |
hamaid |
(Hamîde. C.) Bir kimsenin medhedilmeğe lâyık olan işleri. |
hamail |
(Himâle. C.) Tılsım, muska. * Kılıç kayışı, kılıcı bele bağlamaya yarayan kayış. |
hamaim |
(Hamâme. C.) Güvercinler. |
hamak |
İki ağaç veya direk arasına asılarak içine yatılan ağyatak. |
hamakat |
Ahmaklık. Budalalık. Bönlük. Anlayışsızlık. |
hamale |
Bir mala kefil olma. |
hamam(e) |
(C.: Hamâim) Güvercin kuşu. |
haman |
Peygamber Hz. Musa (A.S.) zamanındaki Mısır Fir'avununun vezirinin ismi. |
hamarat |
Becerikli, elinden iş gelir, cerbezeli. |
hamas |
Verem. * Yumuşaklıkla ve kolaylıkla bir şeyi çıkarmak. |
hamaset |
Yaradılıştan olan cesâret. Bahadırlık. Cesurluk. Kahramanlık. Yiğitlik. |
hamasî |
Hamâsetle alâkalı. Fıtrî cesarete âit ve müteallik. |
hamasiyyat |
Kahramanlık destanları. |
hamat |
Kaynana. |
hamata |
Katılık. * Yanmak. * Boğaz ağrısı. * Darı samanı. * Kalbin ortası. |
hamd |
Medih, övmek.Cenab-ı Hakk'a karşı kulların memnuniyet ve sevinçlerini ve O'na hamd ve şükür ile medihlerini bildirmeleri, senâ etmeleri. |
hamd ü sena |
Cenab-ı Hakk'a hamd ve O'nu isimleriyle medhetmek. |
hamde |
Ateş gürültüsü. |
hamdele |
Elhamdülillah' demenin kısaca ismi. Bu sözün masdar haline getirilip kısaltılması. |
hâme |
f. Yontulmuş kalem. |
hame |
Yaş ot demeti, taze ekin destesi, bir sap üzere bitmiş taze ekin. * Havası bozuk hastalıklı yer. ◊ Kafatası, başın üst kısmı. |
hâme vü şemşir |
Kalem ve kılıç. |
hame' |
Uzun müddet su ile yumuşayıp değişmiş cıvık ve kokar çamur. Balçık. |
hâme-rân |
f. Kalem yürüten, yazan. |
hame-zen |
f. Üzerinde kalem kesilecek âlet. |
hamec |
Zayıflık. |
hâmegüzar |
f. Kalemle yazılmış. |
hamek |
Her şeyin küçükleri. * Siyah bulut. |
hamel |
Kuzu. * Ast: Burçlardan birinin adıdır. Bu burcu teşkil eden yıldızlar kuzuya benzediği için arapça kuzu demek olan hamel denilmiştir. Güneş bu burca 21 Mart'ta girer ve gece ile gündüz. |
hamelat |
(Hamle. C.) Saldırışlar, saldırmalar. * Atılmalar, atılışlar. |
hamele |
Taşıyanlar, yüklenenler, kaldıranlar. |
hamer |
Davarın arpa yemekten dolayı içinin ve ağzının kokması. |
hamh |
Fahirlenmek, büyüklenmek, kibirlenmek. |
hamhama |
Hımhımlık, sözü genizden söyleyerek konuşma. ◊ Atın yulaf ve su gördüğünde çıkardığı ses. |
hamî |
Himaye edici, himaye eden. Koruyucu, koruyan. Kayıran. ◊ f. Gevşeklik, hamlık. |
hâmid |
Cenab-ı Hakk'a hamd ü sena eden. Allah'a şükreden. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) isimlerindendir. |
hamid |
Alevi sönen ateş. * Ölü, ölmüş. Sönmüş. idrâksiz. Sâkit ve sessiz. Ölü gibi halsiz olan. |
hamîd |
Sena edilmeğe, medhedilmeğe elyak olan. Dünya ve âhirette hamd kendisine mahsus olan Allah (C.C.) * Isparta Vilâyetinin Osmanlılar devrindeki adı. |
hâmide |
Uzun müddet geçmesi sebebi ile rengine tegayyür ve siyahlık gelip eskimiş olan. * Nebatsız kuru yer. * Yanmış kül olmuş. |
hamide |
f. Kambur, eğrilmiş, kemerli. |
hamidegî |
f. Kamburluk, eğri büğrü olmaklık. |
hâmidîn |
(Hâmid. C.) Hamdedenler, hâmidler. |
hâmidûn |
(Hâmid. C.) Hamdedenler, hâmidler. |
hamie |
Hararetli, çamurlu, volkanlı, alevli, dumanlı. |
hâmil |
(Hâmile) Yüklü yüklenmiş. * Gebe. * Taşıyan, götüren. * Hâiz. * Mâlik, sahib. * Uhdesinde bir poliçe bulunan. |
hamil |
Kötü tanınmış olan kimse. |
hamîl |
Kefil. * Başka yerden getirilen oğlan. |
hamîle |
Sıklığından dolayı birbirine girmiş olan ağaçlar. * Ağaç ve ot bitmiş kumlu yer. * Döşek çarşafı. |
hamilen |
Hâmil olarak. Taşıyarak, götürerek. * Hâmil olduğu halde. |
hamim |
Sıcak ve kızgın su. * Yakın hısım, soy sop. * Samimi arkadaş. |
hamîme |
(C.: Hamâyim) Her nesnenin iyisi. |
haminne |
Hanım nine sözünün bozulmuş şekli, büyük anne. |
hamîr |
(Hımâr. C.) Eşekler. Hımarlar. ◊ Hamur. |
hamîr(e) |
Eyer yapmada kullanılan tüysüz beyaz deri. |
hamîr-gâr |
f. Hamurcu, hamur yoğurucu. |
hamîre |
Hamur içine katılan maya. |
hamiş |
Mektubun altına sonradan yazılan sözler. Hâşiye. |
hamîs |
Beşinci. Hamis günü. Perşembe günü. |
hâmisen |
Beşinci olarak, beşinci olmak üzere. |
hamit |
Şiddetli, sağlam. * Üzerinde kıl olmıyan yağ tulumu. |
hamit (hâmit) |
Yanmış ve pörsümüş süt. |
hamiye |
Tırnak kenarı. * Kızmış, kızgın. |
hamiyet |
Gayret. * Nâmustan gelen gayretle utanma veya kızma. * İstinkâf etmek. * Mukaddesatı ve milletin haklarını, mâmus ve haysiyeti korumak hususlarında gösterilen gayret ve ihtimam hasleti. İman More… |
hamiyet-füruş |
f. Kendini beğenip hamiyetli olduğunu iddia eden. Hamiyetli olduğunu göstermeğe çalışan. |
hamiyet-kâr |
f. Hamiyetli. Haysiyet ve şeref sahibi. |
hamiyet-mend |
(C.: Hamiyyet-mendân) f. Hamiyetli. |
hamiyet-mendâne |
f. Hamiyetlicesine. Hamiyetli olan bir kimseye yakışacak şekil ve surette. |
hamiyet-mendî |
f. Hamiyetlilik, hamiyetli oluş. |
hâmiz |
Sirke gibi ekşi olan. Ekşiliği fazla olan, asit. |
hâmizat |
(Hâmız. C.) Asitler. Sirke gibi ekşi olan şeyler. |
hâmiziyyet |
Ekşilik, kekrelik. |
hamka |
Ahmak ve budala kadın. |
hamke |
(C.: Humuk) Bit. |
haml |
Yük. * Sırtına yük alıp getirmek. * Kadının karnındaki çocuk. * İsnad. Yüklenme. ◊ Saçak. * Büyük saçaklı halı. |
hamle |
Hücum etme. Atılış, saldırış. Savlet. |
hamlec |
Bükmek. |
hamletmek |
Yüklemek, zannetmek. |
hamm |
Kuyuyu temizlemek. * Evi süpürmek. * Etin kokması. ◊ Çok sıcaklık, şiddetli hararet. |
hammadun |
Çok hamdedenler. Çok çok şükür ve duâ edenler. |
hammal |
(Haml. den) Bir ücret karşılığında eliyle veya sırtıyla yük taşıyan adam. * Mc: Kaba, görgüsüz, terbiyesiz. |
hammaliyye |
Hamal ücreti. |
hammam |
Banyo, hamam. |
hammamî |
Hamam idare eden adam veya kadın. Hamamcı. |
hammamiyye |
Edb: Divan Edebiyatında giriş kısmı hamam eğlencesi tasvirine tahsis olunan kaside. |
hammar |
(Hamr. den) Şarap yapan veya satan kimse. Meyhaneci, şarapcı. * Tas: Mc: Mürşid, şeyh, kılavuz. ◊ Eşekçi. |
hâmme |
Bir kişinin akrabası, yakınları. (Hâssa mânâsına da gelir, mukabili âmme'dir.) ◊ (C.: Hevâmm) Haşerât-ı muzırra, zararlı böcekler. * Binek hayvanı. |
hamme |
(C.: Humm) Kaplıcanın sıcak suyu. * Kuyruk yağının kıkırdağı. * Kızdırmak mânasına mastar da olur. |
hammurabi |
(Bak: Nemrud) |
hamnane |
Kene. |
hamr |
Ekşi. Şarap. İçki olup sarhoşluk veren şey. * Birine bâde içirmek. * Bir hususu söylemeyip setreylemek. Ketmeylemek. (L.R.) ◊ Yüzmek. |
hamra |
(Müennes) Çok kırmızı, kızıl renk. * Şiddet ve meşakkatli geçen yıl. * Şiddetle olan ölüm. * Arap olmayan cinsten. * Yüzü kızarmış kadın. |
hamş |
Kaşımak. * Tırmalamak. ◊ Baldırı ince olan. |
hams(e) |
Açlık. * Yaradaki şişin inmesi. |
hamse |
Mesnevi şekliyle yazılmış beş kitabdan ibaret bir takım demektir ki, böyle eser meydana getirmiş olanlara 'Hamsenüvîs', yâhut 'Hamseci' denilir. ◊ Beş More… |
hamşek |
Mestin üstüne vurulan parça. |
hamsenüvis |
f. Hamseci, hamse yazan. Mesnevi tarzıyla beş kitabdan ibâret bir takım yazan kimse. |
hamsîn |
Elli. * Erbaîn denen kırk günlük kara kıştan sonra gelen elli günlük kış. |
hamşüde |
f. Bükülmüş, eğrilmiş. |
hamsun |
Elli sayısı. |
hamt |
Misvak ağacı. * Ekşimiş süt. * Koyunun derisini yüzüp kebap yapmak. * Gadap etmek, kızmak. * Kibirlenmek, tekebbürlenmek. ◊ Şiddetli ve zahmetli olmak. * Çürümek. * Mütegayyer More… |
hamta |
Üzüm çiçeğinin kokusu. |
hamtar |
Dolu kırba. * Yay kirişi. |
hamul |
(Haml. den) Sabırlı, metanetli, tahammüllü, dayanıklı kimse. |
hamulane |
f. Tahammüllü kimseye yakışır şekilde. |
hamule |
f. Yük. Yük taşıyan nakil vasıtalarının yükü. |
hamulî |
Tahammüllülük, sabırlılık, dayanıklılık. |
hamum |
İç yağı. |
hamun |
f. Bozkır. Büyük sahra, düz ova. |
hamus |
Sâkin olmak, susmak. |
hamuş |
f. Susmuş. Sessiz. Sâkit. ◊ Sivrisinek. |
hamuşan |
Mevlevi tâbirlerindendir. Konya'da Mevlâna'nın türbesi haricinde ve kıble cihetindeki büyük kabristana verilen isimdir. * Sessizler, susmuş olanlar, uykuda olanlar. |
hamuşane |
f. Sessizce, ses çıkarmadan. Sessizliği andırır bir şekilde. |
hamuşî |
f. Susma, sükut etme. Sessizlik, sükunet. |
hamvî |
Sıcaklık. |
hamyaze |
f. Esnek, elâstik, esneme. * Kötü hareket, fenâ iş. |
hamye |
İçine yağ ve zeytin konulan kap. |
hamz |
Keskinlik, katılık, şiddet. Metinlik, sağlamlık. ◊ Ekşilik. Kekrelik. |
hamza |
İstemek. Arzu etmek. * Ekşi olan her ota derler. |
hamze |
Baklaya benzer bir bitki. |
han |
f. Okuyan, okuyucu, çağıran manasına gelir. Meselâ: Duâ-hân - (Niyaz ve tazarrukârane bir tezellül ile) duâ okuyan. ◊ f. Yolcuların misafir olduğu bina. Kervansaray. Otel. |
han u man |
(Hanmân) Ev. Bark. Ocak. Ehil ve iyal. |
han-salar |
f. Kilerci, sofracıbaşı. |
hana |
Yaramaz ve boş sözler konuşmak. |
hanacir |
(Hancere. C.) Gırtlaklar, hançereler. |
hanadik |
(Handek. C.) Hendekler. Bir mekânın etrafına kazılan geniş ve derin çukurlar. |
hanadir |
Görme kabiliyeti kuvvetli olan. |
hanadis |
(Hındıs. C.) Musibetler. * Karanlık geceler. * Şiddetli hâller. |
hanak |
(C.: Hınâk) Hiddetlenme, kızma. |
hanan |
(Hân. C.) f. Hânlar, hükümdarlar, pâdişahlar, kağanlar. ◊ Merhamet, şefkat, acıma. |
hanasîr |
Helâk olmak. |
hanasire |
Hıyânet ehli, hâinler. |
hanat |
(Hân. C.) Dükkânlar, meyhaneler. |
hanazîr |
(Hınzır. C.) Hınzırlar, domuzlar. |
hanbelî |
Dört hak mezhepten birisi. İmam-ı Ahmed bin Hanbel Hazretlerinin mezhebinden olan. (Bak: Mezheb, İmam-ı Hanbelî) |
hânçe |
f. Küçük tepsi, ufak sini. |
hancer |
Ucu sivri, iki tarafı keskin büyük bıçak. Halk dilinde hançer şeklinde kullanılır. Divan edebiyatında şâirler, güzellerin kaşlarını hancere benzetirlerdi. |
hançere |
Gırtlak, boğaz. |
handa hand |
f. Devamlı gülme, sürekli olarak gülme. * Devamlı gülen, sürekli gülen. |
handan |
f. Gülen, gülücü, mesrur. |
handan-ru(y) |
f. Güler yüzlü, güleç, mütebessim. |
hande |
f. Gülme, gülüş. |
handebahşa |
f. Güldürücü, tebessüm ettirici. |
handebar |
f. Güldüren, güldürücü. |
handeferma |
f. Güldürücü, güldüren. |
handefeşan |
f. Gülümsemeler dağıtan, gülmeler saçan. |
handehariş |
f. Bir kimseye alay tarzında gülme. |
handek |
Kale ve tarla gibi yerlerin etrafına kazılan geniş ve derin çukur. Hendek. |
handekâr |
f. Gülen, tebessüm eden, gülücü. |
handekünan |
f. Gülerek, güle güle. |
handemeşhun |
f. Devamlı gülen. Çok gülen. |
handemu'tad |
f. Devamlı gülmeye alışmış olan, her zaman gülme alışkanlığı olan. |
handen |
f. Okumak. |
handenüma |
f. Gülen. |
handeris |
Eski şarap. |
handeriz |
f. Gülüp duran, devamlı gülen. |
handeruy |
f. Mütebessim, güler yüzlü. |
handezen |
f. Gülen. |
handistan |
f. Şaka, lâtife. |
hane |
f. Ev, mesken, beyt. *Mat.: Basamak, bölüm, göz. * Bazı kelimelerle birleştirilip mürekkep isim yapılan bir 'ek' tir. 'Hasta-hane, ecza-hane, yazı-hane, kıraat-hane' More… |
hane-füruş |
f. Ev komisyoncusu, ev tellâlı. |
hane-gî |
f. Evcil, evde beslenen. Evde bulunanlardan, evdekilerden. |
hane-gir |
f. Bir yeri mekân sayan kimse. |
hane-harab |
f. Câhil, bilgisiz. * Evi yıkılmış, evsiz barksız kalmış. * Hâli perişan olmuş kimse. * Mc: Müflis, züğürt, sefil. |
hane-huda |
f. Ev sahibi, sahib-ül beyt. |
hane-küş |
f. Mirasyedi, sefih. |
hane-suz |
f. Ev yakıcı. * Mc: Gözü dışarda olan, kendi âilesini düşünmeyen kimse. |
hane-zad |
f. Efendisinin evinde dünyaya gelmiş olan köle veya cariye çocuğu. |
haneberendaz |
(Hâne ber-endaz) f. Ev yıkıcı. |
hanedan |
f. Soyca dindar ve asil âile. * Peygamber (A.S.M.) sülâlesi. |
hanef |
İstikamet, doğruluk. * Ayak eğriliği. * Eğrilik, udûl. |
hanefî |
Dört hak mezhepten birisi. Veya bu mezhepten olan kimse. (Bak: İmam-ı A'zam) |
hanek |
Ağzın tavanı, damak. |
hanen |
şevk. * Nefsin cima arzusu. |
hânende |
f. Okuyan, şarkı söyleyen. |
hânende-gân |
f. (Hânende. C.) Hânendeler, şarkı söyleyenler, şarkıcılar. |
hânende-gî |
f. Şarkıcılık, hânendelik. |
hanes |
Burnun uç tarafının biraz yüksek olup geri kısmının basık olması. * Sığır burnu. |
haneş |
(C.: Ahnâş) Avlanan haşere veya kuş. * Yılan. |
hanev |
Eğmek. * Davar kösnemesi. |
hanez |
Mütegayyer olmak, değişmek. * Kokmak. |
hanfec |
şişman, etli kişi. |
hanfes |
(C.: Hanâfis) Yellengen böceği. * Pislik yuvarlayan böcek. |
hangah |
f. Allah rızası için ve misafirleri minnet altında bırakmamak ihlâsı ile fakir ve dervişlere ve talebe-i uluma yemek verilen ve misafir edilen yer. |
hangar |
Fr. Eşyayı muhafaza etmek için yapılan üstü örtülü, yanları açık yer. * Uçakları barındırmaya mahsus garaj. |
hanhana |
Sözü burun içinden söylemek. Hımhımlık. |
hani' |
Karısını boşamış koca veya kocasından boşanmış kadın. |
hanif |
İslâmiyetten evvel Allah'ın birliğine inanan ve Hz. İbrahim'in (A.S.) dininden olanların vasfı. * İslâmiyete kuvvetle bağlı olan ve ilmiyle âmil olan kimse. * Eğri. * Eski kötü More… |
hanife |
Bir kabile ismi. |
hanifen müslimen |
Müslim ve hanif olarak. |
hanik |
(Hunk. dan) Boğucu, boğan. * Küçük dar yarık ve sokak. ◊ Boğmak. |
hanim sultan |
Tar: Osmanlı hanedanında 'sultan' nâmı verilen İmparatorluk prenseslerinin kızlarına verilen resmi ünvan. |
hanin |
Fazla istekten dolayı inleyiş, şiddetli ağlayış. Sızlanmak. * Şevk ve arzu. |
hanîn |
Burun içinden ağlamak. * Burun içinden gülmek. |
hanîre |
(C.: Hanâyir) Parmak başlarındaki boğum. * Kadınların yün ve pamuk attıkları yay. * Kirişi olmayan yay. |
hanis |
Ettiği yemini yerine getirmeyen. Yeminini bozan. ◊ İki kat olmuş kimse.HANÎS - Zayıflık, gevşeklik. ◊ Sinen, dönen. (Bak: Hannas) |
hanîs |
Yeminini bozan, ahdinde durmayan. Rücu' eden. Te'hir eyleyen. ◊ Kebap olmuş nesne. |
haniye |
Şarap. * Erkeği öldükten sonra evlenmeyip, çocuğuna bakan kadın. |
hank |
Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. * Bir şeyi çiğneyip damağıyla ezmek. * Davarın ağzına gem vurmak veya urgan koymak. ◊ (Hınk) Boğmak. Boğazını sıkıp öldürmek. Boğazı sıkılıp More… |
hankah |
(Bak: Hangâh) |
hankan |
Boğmak suretiyle, boğarak. |
hânmân |
f. Ev-bark, ocak. |
hânmân-sûz |
f. Ocak yakıcı, ev-bark yakan. |
hann |
Yalvarmak. * İnlemek. * Esirgemek. |
hannak |
Boğan, boğucu. |
hannan |
Rahmetlerin en lâtif cilvesini gösteren, Rahman ve Rahîm olan ve çok merhametli olan. |
hannas |
(El-Hannâs) (Hunus. dan) Geri çekilerek veya büzülerek, sinerek fırsat bulunca vesvese vermek için dönüp gelen. Sinsi şeytan. Besmeleyi işitince kaçan, gaflete dalınca musallat olan şeytan. More… |
hannasî |
Şeytanla alâkalı. |
hansa |
Sırtlan. |
hanşefir |
Bela, zahmet. |
hansir |
(C.: Hanâsir) Yaramaz, boş, faydasız. * Bir yerden taşınan veya göçen kimseler, eşya ve elbiselerini yükletip gittiklerinde yerde kalan kıymetsiz şeyler. |
hanşuş |
Bakiyye, artan. |
hantal |
Kaba, büyük ve ağır. |
hantem |
(C.: Hanâtim) Kara bulut. * Desti. * İbrik. * Topraktan yapılan kap. |
hanun |
Gümleyerek esen rüzgâr. |
hanut |
(C.: Havânit) Meyhane, içki içilen yer. * Dükkân. ◊ Ölüyü, bozulup kokmaması için ilaçlama. |
hanve |
Güzel kokulu bir ot. |
hanya' |
Beli bükülmüş kadın. |
hanz |
Kebap yapmak. |
hanzal(e) |
Zakkum. Zakkum ağacı. Ebu Cehil karpuzu denilen portakal büyüklüğünde mevyesi çok acı bir nebat. Karga kabağı diye de adlandırılır. |
hapis |
(Bak: Habs) |
hâr |
f. Diken. |
har |
(Her) f. Merkep, himar, eşek. * Çay ve havuz diplerinde olan balçık. * Mc: İdraksiz kimse. * Kargaşa. ◊ f. Hor, hakir, âdi. Aşağı. ◊ Yıkılmış, hedmolmuş. |
har' |
Yarmak. |
har'abe |
İnce kemikli, genç ve güzel kadın. * Uzun. * Yeşil üzüm çubuğu. |
har'et |
Terslemek. |
har-ban |
f. Eşekçi. |
har-bende |
f. Seyis. Eşek ve katır gibi yük hayvanlarına bakan kimse. * Tar: Saray katırcıları. |
har-meniş |
f. Eşek huylu, eşek tabiatlı. |
har-püşt |
f. Diken sırtlı. * Mc: Kirpi. |
har-var |
f. Eşek yükü. |
har-zar |
f. Çalılık, dikenlik. |
hara |
Deve kuşu yumurtasının yeri. * Ev ortası. |
hara' |
Süstlük, zayıflık. |
harab |
Viran. Issız. Yıkık. Perişan. |
harab-abad |
f. Harabiyetle dolu olan yer. Tam harabe. |
harabat |
Harabeler. Viraneler. Meyhâneler. |
harabe |
Harab yer. Şehir veya ev yıkıntısı. Perişan yerler. |
harabenişin |
f. Viranelerde, harabelerde oturan. |
harabezar |
f. Viranelik. Yıkıntı yeri. |
harabiyet |
(Harabî) Yıkılma. Yıkılış. Parçalanıp dağılış. Zillet ve sefalet içinde |
harac |
Vaktiyle müslüman olmayan vatandaşlardan alınan vergiye denirdi. Arazi hasılatından veya çalışanların emeğinden elde edilirdi. Reşit ve vücudu sağlam olan gayr-ı müslim erkek verirdi. Buna More… |
harac-güzar |
f. Haraç verici. |
harafe |
Aklın bozulması. Delilik. |
harafet |
Hararetiyle dili yakan tad. |
harahir |
(Harhara. C.) Tıb: Akciğerden gelen hırıltılar. * Uykuda iken horlamalar. |
haraib |
(Harîbe. C.) Bir kimsenin geçineceği şeyler. |
haraid |
(Harîde. C.) Kızlar, bâkireler. * Delinmemiş inciler. |
haraif |
(Harife. C.) Ev için yapılan güz hazırlıkları. |
harait |
Haritalar. |
harak |
Korkudan veya utanmaktan dolayı dehşet içinde kalmak. ◊ Ateş, nâr. |
haram |
Helâl olmayan, İslâmiyetçe ve dince nehyedilen şeyler ve ameller. Allah'ın izin vermediği, men'ettiği şeyler. Helâlin zıddı olan şey. |
harami |
Katı-üt tarik, yol kesen. Haydut. |
haramilik |
Tar: Akıncı kumandanının iştirak etmediği ufak kuvvetler tarafından düşman memleketlerine yapılan akınlar. Bu akınlara yüz ve daha fazla akıncı iştirak ederdi. Akıncı kuvvetleri yüzden az More… |
hararet |
Sıcaklık. |
hararet-bin |
f. Termometre. Sıcaklık derecesini gösteren âlet. |
haras |
f. Dilsizlik, dilsiz olma. |
haraş |
f. Hayvan ile döndürülen değirmen. |
harâs |
f. Hayvanla döndürülen değirmen. |
haraset |
Çift sürme. * Sürülen yer. Tarla. * Ekincilik, çiftçilik. |
haraşif |
(Harşef. C.) Balık pulları. Pul pul olan şeyler. * Yaprakları balık puluna benzeyen bitkiler. |
harat |
Davarın memesinde olan bir hastalık. (Sütün parça parça, ufanmış gibi çıkmasına sebep olur) |
haraz |
Tasadan veya aşktan dolayı zayıflayan. |
harazet |
Hastalığın uzaması, derdin müzminleşmesi. |
harb |
İki veya daha çok devletin birbirleriyle siyasi alâkaları keserek silahlı kuvvetlerle çarpışmaları, vuruşmaları. ◊ (C.: Hırbân) Toy kuşunun erkeği. * Yarmak. * More… |
harb-gâh |
f. Harp meydanı, savaş alanı, muharebe yeri. |
harb-gir |
f. Harp yapan. Harpçi. |
harba' |
Kulağı delik koyun. |
harbak |
Yarmak. * Kat'etmek, kesmek. * İfsad etmek, bozmak. * Deva, ilâç. |
harbat |
f. Ahmak, bön, ebleh. * İri yapılı kaz. * Kalıp ve kıyafeti yerinde olduğu halde ahmak olan kimse. |
harbcu |
Kavga çıkarmaya istekli olan, savaş arzu eden. |
harbe |
Tar: Kısa mızrak tarzında bir nevi silâhın adıdır. Eskiden 'Köylü' adı verilen yangın habercisinin taşıdığı ucu demirli değneğe de harbe denilirdi. Eski tüfekleri doldurmağa mahsus. |
harbele |
f. Kuyulardan su çekmeğe mahsus dolap. Bostan dolabı. |
harben |
Savaşarak, harbederek, döğüşerek. Muharebe etmek suretiyle. |
harbes |
Bir ot cinsi. |
harbeş |
Fesâd vermek, ifsad etmek, bozmak. |
harbesisa |
Şey' mânasına kullanılan bir isimdir. |
harbî |
Dâr-ül harbde bulunan ve müslim olmayan kimse. Arada anlaşma yapılmamış düşman. * Harbe mensub ve müteallik. * Tüfek temizliği için kullanılan demir çubuk. |
harbiye |
Harb işlerine ait. Harb okulunun adı. Harbiye mektebi. |
harbüş |
Yırtıcı bir kuş. * Alaca yılan. |
harbüz(e) |
f. Karpuz, kavun. |
harbüze-füruş |
f. Karpuz kavun satan adam. |
harc |
Gider, sarfiyat, bir iş için kullanılan madde. * Vergi. * Çıkmak. * Yeni çıkan bulut. * Yemâme vilayetinde bir yer. * Ecir. * Buğday. |
harca' |
Ayakları beline varana kadar beyaz olan koyun. |
harce |
(C.: Hurc-Haracât) Deve sürüsü. * Sık bitmiş ağaç. |
harcef |
Soğuk rüzgâr. |
hardal |
Çok küçük tohumları olan ve yaprakları yenen bir nebat ismi. Döğülerek macun haline getirilir ve sofrada iştah açmak için kullanılır. |
hardale |
Hardal tanesi. * Nesneyi ufak edip kesmek. |
hardan |
Kızgın, hiddetli, gadaplı. * Kast ve men'edici, engel olan. |
hare |
f. Kaya, sert taş. * Bir cins dalgalı kumaş. ◊ f. Yiyecek. |
harec |
Darlık, zorluk, sıkıntı. * Dar yer, sık ağaçlı yer. * Günâh. |
hared |
Hışım etmek. * Menetmek, engel olmak. |
harekât |
(Hareket. C.) Hareketler. |
hareke |
Arapça harflerin u, e, i şeklinde okunacağını gösteren işaretler. (Zamme 'ötre' fetha 'üstün' kesre 'esre' (gibi) * Hareket lafzının Arapça terkibde aldığı More… |
hareket |
Kımıldanma. Davranış. Yola çıkmak. Bir cismin sabit bir noktaya göre yerinin veya durumunun değişmesi. Sarsıntı. |
harem |
Herkesin girmesine müsaade edilmeyen yer. Kadınlara mahsus oda. (Misafirlere ve erkeklerin girmesine müsaade edilen yere de'selâmlık' denir.) |
haremeyn |
İki mukaddes harem. Müşrik ve kâfirlere yasak olan mukaddes Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere. |
hares |
(Haris. C.) Bekçiler, muhafızlar. ◊ Dilsizlik, ebkemiyyet. |
hareşe |
Sinek. |
harez |
(C.: Ehrâz) Çocukların oynadıkları ceviz. |
hareze |
(C.: Harez-Harezât) Boncuk. |
harf |
Ağızdan çıkan her bir sese âit verilen işaret. Alfabeyi meydana getiren şekilli çizgilerden herbiri. * Müstakil bir mânâya değil de başka harflerle birleşerek, başka muayyen ve müstakil çok More… |
harf be harf |
Aynen, aslı gibi, olduğu gibi. |
harf-gir |
f. Her işte ayıp ve noksan arayan. |
harf-i atif |
Gr: İki kelime veya cümleyi birbirine bağlayan harf. Vav ve fe gibi. Arabçada on şekilde harf-i atıf şunlardır. Bunlar bir kelimeyi veya cümleyi diğer bir kelime veya cümle üzerine atıf. |
harf-i cerr |
Gr: Kelimenin sonunu esre ile (i diye) okutan harf. Bunlar arabçada şu şekil altında toplanmıştır. (Vav-ı kasem), (Ta-yı kasem) |
harf-i masdarî |
Fiil mânasında olan bir kelimeyi, masdar mânâsına çeviren harf. |
harf-i nâsib |
Muzari fiilinin sonunu üstün (e, a diye) okutan harf. (Bak: Huruf-i nâsibe) |
harf-i nidâ' |
Ya, ey, â gibi harflerle çağırılanın ismine eklenen harf. Ünlem. |
harf-i zâid |
Gr: Kelimenin bazı tasrifinde düşen harf. Fazla, zâid harf. Te'kid için yazılan harf. Sonradan ilâve olan harf. |
harfece |
Güzel gıda. |
harfî |
Harfe âit. * Sahibi tanıtmak için olan. * Başkasının mânası için yazılan. (Bak: Mâna-yı harfî) |
harfiye |
Kendi başına müstakilen bir mânası ve te'siri olmadığı halde, kendi cinsinden bir topluluğun içinde olduğu zaman ancak bir vazife gören şeylere denir. |
harfiyen (harfiyyen) |
Harfi harfine. Hiçbir değişiklik yapmadan. |
hargâh |
f. Otağ. Büyük çadır. |
hargar(e) |
f. Hakaret eden, hakaret edici. |
hargele |
f. Eşek sürüsü. * Terbiyesiz, görgüsüz ve azılı kimseler. |
harguş |
Tavşan. |
harhar |
f. Devamlı arzu, sürekli istek. * Gönül üzüntüsü, iç sıkıntısı. * Devamlı kaşıntı. |
harhara |
Uykuda horlamak. * Kedinin mırıldayışı. * İki dere arasındaki düzlük. |
harhişe |
f. Kavga, gürültü, patırtı. |
harî |
f. Hakirlik, horluk. ◊ Müstehak, lâyık. |
harî' |
Kimseden çekinmeyen, fâcire kadın. * Çok gülen, gülegen. |
harib |
Yıkan, harab eden. * Haydut. ◊ Kaçan, firar eden. |
harîb |
Yağma olunmuş, soyulmuş, talan edilmiş. |
harîbe |
(C.: Harâib) Bir kimsenin geçineceği şey. |
hâric |
Bir şeyin veya mahallin veya memleketin dışında kalan. * Ecnebi. |
haric |
Günahkâr, günah işlemiş. Allahın emrini dinlememiş olan. |
harîc |
Dar, ensiz. * Kuşatılmış. |
harice temessül |
Zihnî olan kelâmın hâricî âlemdeki kanunlara uygun şekilde tanzim edilişi. |
haricen |
Dışardan, dıştan. Hariçten. |
haricî |
Dışarıya âit olan. İçeriye âit olmayan. Dış ile alâkalı. Ecnebiye âit. * Zorba ve âsi olan. * Seyyid olmadığı halde seyyidlik iddia eden. * Vaktiyle Hazret-i Ali Kerremallâhü veche'ye More… |
hariciyye |
Hariçle alâkalı. Dış işleri. * Ameliyatla tedavi edilebilen hastalıklar. * Haricilik. (Bak: Havâric vak'ası) |
harid |
Öfkeli, hidetli, kızgın. ◊ Satın alma. |
harîd |
Tek, ayrı. |
harid(e) |
(C.: Harâid) Kız, evlenmemiş kız. * Delinmemiş inci. |
haridar |
Satın alıcı, satın alan. |
haride |
Satın alınmış. |
harif |
(Hırfet. den) Meslekdaş, san'at arkadaşı. Teklifsiz dost. * Herif, âdi insan. ◊ Güz mevsimi, sonbahar. * Meyve toplama zamanı. ◊ Yemiş toplayan. |
harifane |
f. Esnafça. Herkes kendi masrafını, hissesine düşeni vermek suretiyle, ortaklıkla yapılan. |
harife |
(C.: Harâif) Ev için sonbahar hazırlığı. |
harifî |
Sonbaharla alâkalı. |
harik |
Muhalefet eden, aykırı olan, karşı gelen. * Yırtıcı, yırtan. ◊ Yakan, yakıcı. Yanan, tutuşmuş. Ateş, od. ◊ Omuz küreklerinin arası. ◊ Zeyrek akıllı kimse. |
harîk |
Erkekliği olmayan adam. ◊ Yangın, ateş. |
harîk-zede |
(C.: Harikzedegân) f. Yangından zarar görmüş kişi. Evi ve eşyaları yanmış kimse. |
hârika |
İmkânların üstünde olan şey, hayret uyandıran, hayranlık vren. Büyük ve görülmedik eser. Görülmedik derecede kıymetli. ◊ Ateş, nâr, od. |
harîka |
Acı, sızı. * Bulâmaç. Yulaf lâpası. |
hârika-pişe |
f. Hârikalı. Hârika işler yapan. |
hârikat |
(Hârika. C.) Şaşılacak şeyler, hârikalar. İnsanda hayret uyandıran şeyler. |
hârikavî |
Harika cinsinden, harika gibi. |
hârikulâde |
Fevkalâde, âdetin hâricinde bulunan şey, eser. Görülmedik derecede. Son derece kıymet ve ehemmiyeti hâiz olan şey. |
hârim |
Fakir. |
harîm |
Herkesin giremiyeceği, dokunmıyacağı şey. Haram dairesi. * Şerik. * Bir kişinin olup, başkasının duhul ve taarruzundan masun yer. * Hacıların Mekke-i Mükerreme'de giydikleri libas. More… |
harîme |
Bir kimsenin, istediği gibi kulanabilecek hakka sahib olduğu malı. |
harir |
İpek. İpekten yapılmış. * Harâretli. Sıcak. |
harîr |
Su akarken çağlamak. * Yel eserken fışıldamak. * Horuldamak. |
harirî |
(Kasım bin Ali) (Mil: 1054-1122) Irak'ta doğdu. İnhitat (çöküş) devrinin ediblerindendir. 'Makamat' adlı eseriyle şöhret bulmuştur. Bediüzzaman-ı Hemedanî'nin Makamları More… |
haririye |
Un ve süt ile yapılan bulamaç. |
hâris |
Muhafız. Bekçi. * Gözcü. Himaye eden. Bekleyen. ◊ Eken, ekici. Çiftçi. |
haris |
Süngü demiri. * Soğuk olan şey. ◊ Son derece hırslı olan. ◊ Hırslı olan, haris. |
hariş |
f. Kaşınma, kaşıma. |
harîs |
Bir şeye fazlası ile düşkün. Hırslı. |
harîş |
Bir cins yılan. |
harisa |
İnsanın başında veya yüzünde kan çıkmaksızın yalnız deri yırtılmış olarak peyda olan yara. |
harîsa (hârisa) |
Yağmuruyla yer yüzünü süpürüp gideren bulut. * Kan çıkmayan azıcık baş yarığı. |
harîsane |
f. Hırslıcasına. Çok haris olarak. Hırslılara mahsus bir tavırla. |
harîset |
(C.: Harâyis) Zayıf deve. |
haristan |
f. Çalılık, dikenlik. |
harîsun aleyküm |
Tevbe Suresi'nin bir âyetinde geçen bu ifade, birinci derecede Peygamberimiz (A.S.M.) hakkında olup ümmetini ve bütün insanları doğru yola irşadda yılmadan, büyük bir sebat ve azim ve More… |
harita |
yun. Yeryüzünün veya bir parçasının belli bir ölçüye göre küçültülerek muvafık bir yere çizilen taslağı. * Dağarcık, kulplu kese. |
hariye |
Yavuz bir yılan. |
harîz |
Tâkatsiz kimse, güçsüz ve kuvvetsiz insan. ◊ Mahfuz, hıfzolunmuş, saklanılmış. |
harizme |
Azgın hayvanların ağzına ve ayının dudağının üstüne geçirilen demir halka. |
hark |
Yarma. Yırtma. * Su akacak yarık yer. ◊ Yakmak. Yanmak. Yangın. |
hark ve iltiyam |
Yarmak ve yapıştırmak. Yırtılmak ve iyileşmek. |
harka' |
Kulağı delik koyun. * Çeşitli yönlerden esen rüzgâr. |
harkafa |
(C.: Harâkıf) Kalça kemiği. Uyluk kemiğinin baş tarafı. |
harkahe |
Koyuncuların kara evi. |
harkeket |
(C.: Harâkîk) Uyluk başı. |
harkürre |
f. Eşek yavrusu, sıpa. |
harm |
Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. * Davara yük vurmak. * İşinde çabuk çabuk olmak. * Udul etmek. * Kat'etmek. |
harmed |
Kokusu ve rengi değişen. * Kara balçık. |
harmel |
Üzerlik otu. |
harmeş |
İfsad etmek, bozmak. |
harnub |
Keçiboynuzu adı verilen bir cins yemiş. |
harp |
(Bak: Harb) |
harpüşte |
f. Balıksırtı şeklinde olan, harpuşta. |
harr |
Hararet, sıcaklık. Sıcak. ◊ Yarmak. |
harr(e) |
Hararetli. Kızgın. Çok sıcak. Yakıcı. |
harra |
(Hurur) Yüksekten aşağı düşmek. |
harraka |
Eskiden düşman gemilerini veya düşman şehirlerini ateşlemek için, yakıcı âletlerle donatılmış olan harp gemisi. |
harran |
Susuz. |
harrare |
Gürleyerek, çağlayarak akan su. |
harras |
(Harâset. den) Çiftçi, ekinci. Toprağı işleyip ekin eken. ◊ Küp yapan. ◊ Yalancı. |
harrat |
Doğramacı, çıkrıkçı. Tornacı. |
harraz |
Terzi. |
harre |
(C.: Hurer) Değirmenin buğday konulan deliği. ◊ (C.: Hırâr-Hırârât-Harrun) Kara taşlı yer. |
harrub |
Keçiboynuzu' adı verilen bir yemiş cinsi. |
hars |
Tarla sürmek. * Maarif. * Mal toplamak, kazanmak. * Teftiş ve tedbir eylemek. ◊ Tahmin etmek. * Yalan söylemek. * Acıkmak. ◊ Koruma. Muhafaza etmek. Hırz mânasınadır. More… |
harş |
Kesbetmek, almak. * Tırmalamak. ◊ Avlamak. * Kaşımak. |
harşa |
Bir cins ot. |
harsa' |
Dilsiz kadın. * Gürlemeyen bulut. * Belâ. (Müz: Ahrâs) |
harşef |
(C.: Harâşif) Kalkan balığı. * Balık pulu. * Enginar bitkisi. |
harsek |
Küçük cisim. |
harsinî |
Tunç. |
harşuf |
Enginar bitkisi. |
hart |
El ile ağacın yaprağını sağmak. * Ağaç kabuğu soymak, yaprak toplamak. * Nikâh. ◊ Katı katı ovmak. * Davarın yulaf yerken çıkardığı ses. |
hartavî |
Tar: Sipahilerin yeniçeri keçesine mümasil olarak giydikleri toparlak keçe külâh. |
hartuc |
f. Topa merminin ardından sürülen barut kesesi. |
haruf |
Küçük kuzu, hamel. * Tâze et. |
harun |
Musa Peygamber'in (A.S.) yardımcısı ve büyük kardeşi. * Bağdad Abbasî Halifelerinden Harun-ür Reşid. ◊ İlerleyeceği yerde duran veya geri giden hayvan. |
harunî |
Hayvanın ilerlemeyip durması veya gerilemesi. Hayvanın huysuzluğu. |
harur |
Sıcaklık. Güneşin kızgınlığı. * Gece esen sıcak rüzgâr. ◊ Yüksekten düşmek. * Akla gelmedik cihetten hücum etmek. |
harus |
Sütü az olan kadın. * Evlenip hâmile olan kız. |
harut |
Mukaddes kimse. * İpini sahibi elinden çekip kaçan davar. |
harut ve marut |
Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen iki meleğin ismidir. |
harva |
Büyük kumlu tepe. * Yüce, yüksek. * Bir dağın adı. |
hary |
Noksan etmek, noksanlaştırmak, eksiltmek. |
harz |
Dikmek. |
harze |
Yaban şalgamı. |
harzem (harezm) |
Türkistan'da Aral gölünün güneyindeki delta ve çevresindeki ülke. |
haş |
f. Süprüntü, kırıntı, döküntü. * Kızgınlık, hiddet. ◊ Kalb. |
has ahur |
Tar: Hükümdarın hayvanlarına mahsus ahır. |
has lafizlar |
Bir mânaya mahsus olan lafızdır. Hasan, Mehmed, insan, erkek lafızları gibi. |
has' |
Reddetme. * Uzak olmak. Uzaklaştırmak. |
has'am |
Yemen diyarında bir kabilenin adı. |
hâşâ |
Aslâ. Kat'iyyen. Öyle değil. Allah korusun...(mânasına söylenir.) |
hasa |
Saymak. * Taş atıp vurmak. ◊ Sığır terslemek. ◊ Toprak saçmak. |
hasa' |
Suya kanmak ve kandırmak. * Dolmak. * Doymak. * Ufak taş. ◊ Saman parçası. * Hurma kabı. ◊ Bulamaç aşı. * Kavun. |
haşâ' |
(C.: Ehşâ) Nefes tutukluğu. * Nefesin tutulması. * Nâhiye. * Kalb. |
hasab |
Odun. |
hasad |
Ekin biçmek. Ekin biçme mevsimi. |
hasadet |
Hasedcilik, kıskançlık. Çekememezlik. |
hasafe |
(C.: Hasif) Hurma yaprağından örülen kap. * Hurma yaprağı. |
hasafet |
Rey sağlamlığı. Hükümde kuvvet ve olgunluk. |
haşafet |
Kin ve düşmanlık, haset ve adavet. |
haşahiş |
(Haşhâş. C.) Haşhaşlar. |
hasail |
(Haslet. C.) Hasletler. (Bak: Haslet) |
hasais |
(Hasîse. C.) Kötü huylar, fena tabiatlar. |
hasâis |
Bir şeye, birine has olan keyfiyetler. |
haşaiş |
(Haşiş. C.) Kuru otlar. |
hasak |
Büyük bir kuşun adı. (Çin'de, Babil'de ve Türk vilâyetlerinde olur.) |
haşak |
f. Süprüntü, çöp. Yonga. |
hasal |
Ağacın, zeminde yanlara sarkmış uçları. * Bir işte ortaya konulan ödül. ◊ Yüreğin ağrıması. |
hasan |
Nâmahremden korunur üzere olmak, korunmak. ◊ İyilik. Güzel muamelede bulunmak. ◊ Güzel. (Bak: Hasen) |
haşan |
Kokmuş tuluk. |
hasanet |
Bir yerin çok sağlam ve korunulacak tarzda olması. * Kadının kendisini haramdan koruması. |
hasar |
(C.: Hasâret) Ziyan, zarar. ◊ Soğuk, berd. |
hasar-dide |
f. Zarara uğramış, hasar görmüş. |
hasarat |
(Hasâret. C.) Ziyan ve zararlar. Hasaretler. |
hasaret |
Hasar. Alış-verişte zarar, ziyan. Yoldan sapmak. Sapıtmak. Dalâlete düşmek. ◊ Cıvık ve sulu şeyin koyulaşıp katılaşması. * Dahâmet peyda etme, irileşme. |
haşari |
Yaramaz, rahat durmaz, hırçın. |
hasas |
Başta saçın az olması. |
haşas |
Arz haşereleri. |
hasasa |
(C.: Hasâs) Fakirlik. * Hali yaramaz olmak. * Küçük delik. * İki kişinin arasındaki açıklık. |
hasase(t) |
Tamahkârlık. Cimrilik. Alçaklık. Hasislik. |
hasaset |
İhtiyaç. Yoksulluk. Züğürtlük. * Rahne. * Kalbur ve elek gibi şeylerdeki küçük delik, gedik. |
hasât |
Küçük taş parçası. Çakıl. * Tıb: Sidik yolunda taş peyda olmak. |
hasb |
(Haseb) Birisinin sülâlesi cihetinden iftihar yolu ile saydığı iyilik. Mal, din, millet. Kerem, fiil ve amelde yüksek şeref, iyi iş, sâlih amel. Şeref, asalet, şan, kadr ve haysiyet. * More… |
haşb |
Hayırsızlık. * Haşinlik. |
hasba |
Hafif tahkir yerinde kullanılan bir tabirdir. Halk dilinde 'haspa' şeklinde kullanılır. |
hasba' |
(C.: Hasubâ) Ufak taş. |
haşba' |
Kuru, yâbis. |
hasbe |
Kızamık hastalığı. Tane tane gövdede çıkan bir hastalıktır. (Hasta kişiye 'mahsub' derler.) ◊ Re'y. Tedbir. (Aslı: Ecir ve sevab mânasına gelen 'hisbe' More… |
hasbel hamiyye |
(Hasb-el hamiyye) Hamiyet icabı, hamiyet için. |
hasbel icab |
(Hasb-el icâb) Durum icabı olarak, hâl ve durum iktiza ettiği için, durum dolayısıyla. |
hasbel iktiza |
(Hasb-el iktizâ) İktiza ettiği için, gerektiğinden dolayı. |
hasbel kader |
(Hasb-el kader) Kader cihetiyle. |
hasbel mevsim |
(Hasb-el mevsim) Mevsime göre. |
hasbeten lillah |
Allah rızası için. Allah yoluna. Karşılık istemeksizin. |
hasbî |
Karşılıksız. Allah rızası için. |
hasbiye |
âyetinin kısaca ismidir. |
hasbüna |
Bize yeter. Bize kâfidir (meâlinde). |
hasda' |
Yaprağı çok olan ağaç. |
haseb |
(Bak: Hasb) |
haşeb |
Kereste imâlinde kullanılan kalın ve kuru ağaç. |
haşeb-pare |
f. Tahta parçası. Yonga. |
hasebe |
Hurması çok olan hurma ağacı. |
haşebe |
(C.: Haşebât) Odun, ağaç. Yonga. |
haşebiyet |
Odunluk, odun niteliği. |
hased |
Başkasının iyi hallerini veya zenginliğini istemeyip, kendisinin o hallere veya zenginliğe kavuşmasını istemek. Çekememezlik. Kıskançlık. Kıskanmak. |
haşed |
İnsan topluluğu, cemaat. |
hasede |
(Hâsid. C.) Kıskananlar, hased edenler, çekememezlik edenler. |
haşef |
Hurmanın yaramazı. * Eski elbise diken. * Devenin sütünün çok olması. |
haşefe |
(C.: Haşef-Haşefât) Sünnet mevziine varana kadar olan zeker başı. * Yaşlanmış kuru kadın. * Kuru hamur. * Yumuşak taş. ◊ Hiss. * Harekete ve yürüyüş sesine derler. |
hasek |
Kin, adavet, hased. * Savaş âletlerinden, üç köşeli diken şeklinde bir silâh. |
haseke |
(C.: Husek) Kin tutmak, adavet etmek. * Demir dikeni denilen üç köşeli diken. * Demirden yapılan üç köşeli 'bıtırak' denilen harp âletleri. |
haseki |
Tar: Vaktiyle sarayda görevli bazı subaylara verilen isim. |
haşel |
Bayağılaşma, rezil olma. Bayağılık, rezillik, âdilik. * Her nesnenin kötüsü. |
hasele |
Tıb: Karnın göbek ile kasık arasındaki kısmı. |
hasem |
Burnun yassı ve geniş olması. |
haşem |
Burun içinde olan bir illettir ve kokuyu değiştirir. * Genzin tıkanıp burnun koku almaması.* Etin kokması. ◊ Taraftarlar ve hizmetçiler. Düşmanlarına karşı koruyanlar. Aile. |
haşem-nişin |
f. Göçebe. |
haşeme |
(C.: Haşem) Kol. Kollukçu. Hizmetkâr. |
hasen |
Güzel. Hüsünlü. Güzellik. * Güzel olmak. |
hasenat |
Güzellikler. İyi ameller. İyilikler. |
hasene |
İyilik. Güzellik. Hayırlı amel. Allah rızasına çok uygun iş. * Eski altun paralardan biri. |
haşene |
(Haşin. C.) Sert, katı ve kalb kırıcı olanlar. |
haser |
Gözün tam görmemesi, göz nurunun zayıf olması. |
haşerat |
(Haşere. C.) Küçük zararlı böcek, akrep ve yılan gibi hayvanlar. * Mc: Zararlı ve kıymetsiz kimseler. |
haşere |
Yabani arı, böcek, akrep ve yılan gibi zararlı mahluk. |
hasf |
Ayakkabı dikmek. * Birbirine yapıştırmak. * Tasmalı nâlin. * Ağacın yaprağının dökülmesi. ◊ Ay tutulması. * Işığı sönmek. |
hasfolmak |
Parlaklığı gitmek. |
hashas |
Zâhir olma, açık ve âşikâr olma, görünme. ◊ Toprak. * Ufak taş. ◊ Seri, çabuk, hızlı. ◊ Koparılmış olmak. ◊ Cömert kimse. |
haşhaş |
'Kapsüllerinden uyuşturucu bir madde olan afyon; tohumlarından da yağı çıkarılan bir bitki. * Hazırlıklı. * Silâhlı ve zırhlı topluluk.' |
hashasa |
Açık ve âşikâr olma. * Bir şeyi diğer bir şey içinde 'iyice birleşmesi için' karıştırıp sallama. |
haşhaşa |
Silah sesi, yüksek ses. * Silâh. * Kuru ot. * Yeni kaftan. |
hashase |
Ateş üzerinde eti pişirip kebap yapmak. * Bir şeyi döndürmek. ◊ Kandırmak. * Koparmak. * Çok fazla deprenmek. ◊ Anlaşılmayan ses. * Hınzır avazı. |
hasî |
(Has'. den) Herkes tarafından kovulan. Sürülüp tardedilen. ◊ Kuru. |
haşi |
Kuru, yâbis. |
haşi' |
Huşu içinde olan, alçak gönüllülük eden. * Kusurlarını düşünerek, ürpererek Cenâb-ı Hakka niyâz edip yalvaran. |
hâşian |
Tevazu ve mahviyetle. Alçakgönüllülük göstererek. |
hâşiane |
f. Hâşi' olarak. |
hasib |
Tipi. Ortalığı toza toprağa boğan şiddetli rüzgâr. ◊ Hesab eden, hesab edici. |
hasîb |
Muhterem, itibarlı, değerli ve soyu temiz kimse. şahsi meziyet sâhibi insan. * Muhâsebeci. ◊ Cömert kimse. Hayır sahibi ve eli açık adam. * Bolluk yer, ucuzluk. |
haşib |
Yoğun, kalın. * Tam düzelmemiş olan kılıç. * Süslü, zinetli. |
haşibe |
Tabiat, mizaç, huy. |
hâsid |
Hased eden, kıskanan. |
hasid |
Ekin biçen. |
hasîd |
(C.: Hasâyıd) Tarlada kalan ekin. |
hâsidane |
f. Kıskanarak, kıskançlıkla. Hased edercesine. |
hâsif |
(Husuf. dan) Sararmış. Rengi, parlaklığı kalmamış. Husufa uğramış. |
hasif |
Zayıf. |
hasîf |
(C.: Husef) Suyu hiç kesilmeyen su kuyusu. * Yağmuru çok olan bulut. ◊ Ak ile kara, alaca renkli urgan. * İki çeşit renkten meydana gelen. ◊ Aklı başında, kâmil ve olgun More… |
haşif |
Keskin kılıç. * Damdan aşağı asılmış olan karpuz. ◊ Eskimiş ve yıpranmış elbise. |
hasîfane |
Aklı başında ve olgun olan bir adama yakışacak suretde. |
hasîfe |
Gizlenen kin, hased ve düşmanlık. |
haşife |
Adâvet, düşmanlık, kin. |
haşiîn |
Huşu' içinde olanlar. |
hasik |
Süngü demiri. |
hâsil |
Peyda olan. Husule gelen. Çıkan, meydana gelen. |
hasîl |
Ot. |
hasîl(e) |
Sığır buzağısı. |
hâsilat |
Gelirler. Kazançlar. Elde edilenler. Kâr. Mahsul. Îrad. |
hasîle |
(C.: Hasâyil) Bakiyye, artan, geri kalan. ◊ İyeği arasında olan et. |
hâsili kelâm |
(Hâsıl-ı kelâm) Sözün kısacası, sözün kısası. |
hâsim |
Kat'eden, hasmeden, kesip atan. |
hasim |
(Bak: Hasm) |
hasîm |
Hasım olan, husumet eden, düşmanlık eden. |
haşim |
Kuru ekmek kırıntısı doğruyan. Ezen, yaran, kıran, parçalayan. ◊ Haşmetli, gösterişli, muhteşem. |
haşime |
Kemiği kırılmış olan baş yarığı. |
haşimî |
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) kabilesinden, O'nun sülâlesinden gelen. * Bir tarikat şubesinde olan. |
hasîn |
Sağlam. Metin. Mustahkem. * Sağlam muhafaza eden. ◊ Küçük balta. |
haşin |
Kırıcı, kalb kırıcı. Sert, katı. ◊ Korkak, korkan. ◊ Kokmuş tuluk. |
hasin(e) |
(C.: Hâsınât) İffetli, namuslu ve şerefli kadın. |
hâsir |
Hasarete uğrayan. Zarara, ziyana uğrayan. |
hâşir |
Haşreden, toplayan. Cem'eden. * Hz. Peygamber'in (A.S.M.) bir ismi. Haşir meydanında bütün insanlar mübarek izlerinde haşr olup toplanacaklarından Delâil-i Hayrat'ta bu isimle More… |
hasir |
(Hasr. dan) Muhâsara eden, etrafını çeviren, hasreden. |
hasîr |
Feri gitmiş, donuklaşmış göz. * Hasret çeken. Meramına nail olamayan. * Yorulmuş. * Açılmış. * Zayıf. ◊ Hüsranda olan. Sapıtan, dalâlete giden. Azgın. * Eli boş. Müdafaasız. More… |
haşir |
Toplayan, cem'eden, haşreden. |
hasiralti etmek |
Ist: Unutmak, saklamak, gizlemek, terviç etmemek manasında kulanılan bir tâbirdir. Hasır, eskiden halı ve kilim yerinde kullanıldığı ve onun altında kalan şeyler unutulup gittiği için bu More… |
hâsiren |
Ziyana uğrayarak, zarar gördüğü halde. |
hâsirîn |
(Hâsir. C.) Zarar görmüş olanlar, ziyana uğramış kimseler. |
hâsirun |
Zarar ve ziyana uğrayanlar. Eli boş kalanlar. |
hasis |
Çabuk. Çok aceleci. * Ayartılan, tergib ve teşvik edilen. ◊ Gizli ses. Ateş gürültüsü. * Fitil. |
haşiş |
Esrar adı verilen 'Hint keneviri'nin yaprağı. * Kuru ot. |
hasis(e) |
(Hisset. den) Kötü huy, fena tabiat. * Ufak, değersiz. * Tamahkâr, cimri. |
hasisa |
Bir şeye mahsus hal. Kendine mahsus olup başkasında bulunmayan keyfiyet, karakter. |
haşişe |
Ot. |
haşiv |
(Bak: Haşv) |
haşiye |
Sahife kenarına veya altına yazılan izah. Bir kitabın izah ve şerhini yapan yazı. Kenar, pervaz. |
hasiyy |
Hayası çıkarılmış, hadım edilmiş, burulmuş (insan veya hayvan). |
haşiyy |
Kuru, yâbis. |
haşiyye |
(C.: Haşâyâ) İçi dolmuş döşek. * Nihalî adı verilen sofra altı. |
hasiyyet |
(Hassiyet) Hususi fayda, kuvvet ve menfaat, tesir, keyfiyet. |
hasl |
Fena huylu olma. Kötü haslet sahibi olma. ◊ Zayıflık. |
haşl |
Herşeyin âdisi, bayağısı. |
hasle |
(C.: Husul) Hurma koruğu. ◊ Göbekle kasık arası. |
haslet |
Huy. Ahlâk. Yaradılıştan olan tabiat. |
hasm |
(Hasım) Muhâlif. Karşı taraf. Düşman. ◊ Kesip atma, kesme, kat'etme. * Kat'i olarak bir mes'eleyi hâlledip neticeye varma. ◊ Atâ etmek, hediye vermek. * More… |
haşm |
İncitmek. * Gadaplandırmak, hiddetlendirmek. |
hasmane |
f. Düşmancasına. Düşman gibi. Hasma mahsus halde. |
hasme |
Kırmızı meşe. |
hasmen |
Bir mes'eleyi kesin bir karar ile halledip bitirmek suretiyle. |
haşmet |
(Hışmet) Kendisine tabi olanlardan dolayı, 'haşem' den olan, büyüklük ve heybet. Tantana-i azamet. Hürmetten gelen çekinme. * Hiddet, kızgınlık. * Alçak gönüllülük. |
haşmetli |
(Haşmetlü) Tar: Haşmet sâhibi mânâsına gelir ve ecnebi hükümdarlarına verilen bir ünvandır. |
haşmetmeab |
Haşmetli, haşmet sahibi mânâlarına gelir ve eskiden padişahlara karşı hürmet bildirmek için kullanılırdı. |
hasmî |
Düşmanlık, husumet, adavet. |
hasna |
Güzel kadın. Hüsün ve cemal sâhibesi. |
hasnâ |
Çok fazlasıyla kendini haramdan saklayan kadın. Çok iffetli, çok nâmuslu kadın. |
haşna' |
Saliha kadın. |
haspuş |
f. Hilekâr, hileci, iki yüzlü, mürai. |
haspuşî |
Hile, riyâ. |
hasr |
Bir şeyin içine alma. Yalnız bir şeye mahsus kılma. * Bir çember içine almak. Askerle etrafını kuşatmak. * Sıkıştırma. Kısaltma. * Okurken tutulup kalmak. * Vakfetmek. * Zaman ayırmak. More… |
haşr |
(Haşir) Toplanmak, bir yere birikmek. * Toplama, cem'etmek. * Kıyametten sonra bütün insanların bir yere toplanmaları. |
haşr suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 59. suresi olup Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. |
haşr u neşr |
Toplanıp dağılmak, yayılmak. |
haşrece |
Ölüm anında can çekişmekte olan bir kimsenin çıkardığı hırıltı. |
haşrem |
Kireç taşı. * Alçak dağ. * Arı. |
hasreme |
Üst dudağın alt dudak üzerine taşması. |
hasret |
Özleyiş. İç çekme. Bir şeyi çok isteyip, arzulayıp ona kavuşamamaktan gelen üzüntü. (Bak: Husr) |
hasret-fiken |
f. Hasret düşüren, hasret döken. |
hasret-keş |
f. Özlemiş, özleyen, hasret çeken. |
hasret-keşane |
f. Hasret çekene yakışır surette. Özleyenler gibi. |
hasret-zede |
(C.: Hasret-zedegân) f. Hasrete düşmüş, hasrete uğramış. |
hasretmek |
Kısaltmak. Sadece bir şeye mahsus kılmak. Bir şey için vakfetmek. |
haşrî |
Haşre âit. Öldükten sonraki dirilişe ve toplanmaya dair. |
hâss |
(C.: Havass) Hususi. Hâlis. Kıymetli ve ileri gelen mühim yakınların topluluğu. * Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan. Umumi olmayıp mahsus olan. * Tam ayar olan, yabancı maddelerle More… |
hass |
Zannetmek. * Silkmek. * Davarı kaşağılamak. * Közün üstünde birşey pişirmek. * Katletmek, öldürmek. ◊ Tergib. Teşvik. Bir kimseyi bir şey için iknâ etmek. ◊ Duyan. More… |
haşş |
Kat'etmek, kesmek. * Toplamak, cem'etmek. * Davara ot vermek. * Ateş yakmak. ◊ Girmek, dühul etmek. |
hâss ü âmm |
Herkes, bütün herkes. |
hassa |
(C.: Havass) İnsanın kendisine tahsis ettiği şey. Bir şeyde bulunup başkasında bulunmayan şey. Bir şeye mahsus kuvvet. Te'sir. Menfaat. * Adet ve alâmet. Ekâbir, kavmin ileri geleni. More… |
hassa' |
Hayırsız kadın. |
haşşab |
Ağaçtan anlayan. * Ağaç satan. |
hassad |
Orakçı, ekin biçen. |
haşşak |
Bir nehir ismi. |
hassas |
Duygulu, içli. * Alıngan. Çok ve çabuk hisseden. Hissi galib olan kimse. |
haşşaş |
Esrar, eroin gibi uyuşturucu maddeler kullanan. Esrarcı, esrar içen. |
hassasane |
f. Hassas ve duygulu olana yakışacak şekil ve surette. |
hassase |
Hissedici kuvve. Hisseden, duyan. |
hassasiyet |
Hassaslık. Duygulu olmak. İhtimamlılık. Dikkatlilik. |
hâsse |
Duygu uzvu. Bir şeye mahsus kuvvet. Hâl. (Bak: Kuvve) |
hasseten |
Hususi olarak, özellikle. Yalnız, ayrıca. |
hassiyet |
(Bak: Hâsiyyet) |
hâst-gâr |
f. İsteyen, talep eden, isteyici. |
hâst-gârî |
f. Tâliplik, isteyicilik. |
haste |
f. İstenilen, matlub, taleb edilmiş, istenilmiş. ◊ (C.: Hastegân) f. Rahatsız, hasta. ◊ f. Uzanmış. * Ayağa kalkmış. |
haste-gân |
(Haste. C.) f. Hastalar, rahatsızlar, marizlar. |
haste-gî |
f. Rahatsızlık, hastalık, maraz, illet. |
hasub |
Kirişini atan yay. |
hasud |
Çok hased eden. |
hasudane |
f. Kıskançlıkla, hasetçilikle, hasud olan kimseye benzer surette. |
hasudî |
Kıskançlık, çekememezlik, hasetçilik. |
hasun |
Serçe gibi küçük ve alaca renkli bir kuş. |
hasur |
Mânevi mücahededen dolayı kadınlara yaklaşmaya rağbet etmeyen. * Sır saklayan. Keder ve üzüntüden gönlü daralan, tasadan içi sıkılan. * Çok bahil kimse. (Halkla yer ve içer, birşey vermez) * More… |
haşur |
Her malın değerini bilip aldanmayan tâcir. |
hasus |
Katı, şedid, şiddetli. |
haşuş |
Abdesthane, helâ, tuvalet. |
hasv |
Toprak saçmak. * Az birşey vermek. ◊ Men etmek, engel olmak. |
haşv |
(Haşiv) (C.: Ahşâ) Tıb: Vücudun içindeki uzuvlardan her birisi. * Minder, yastık gibi şeylerin içini dolduran pamuk, kuru ot. * Kırılması ihtimali olan eşyanın arasına konan yumuşak, ot gibi More… |
hasva' |
Toprak parçası. |
hasve |
(C.: Husvât) Yudum yudum, azar azar içme. |
haşvî |
Mânâsız sözler söyleyen, saçma sapan konuşan. * Haşve benziyen. |
haşviyyat |
Söz arasında, lüzumsuz, fazladan olan sözler. |
haşyet |
Korku ve dehşet. |
haşyeten |
Ürkerek, korku ile. |
haşyeten lillah |
Allah için korku. |
haşyetullah |
Allah korkusu. |
hat |
f. Çaylak kuşu. |
hat'are |
Bir hâl üzerine karar etmeyip devamlı değişmek. |
hat'et |
Vurmak, darb. * Düşürmek. * Cima etmek. |
hata |
Yanlışlık. Yanılma. * Suç. Günah. ◊ Yarış atlarının sekizincisi. ◊ Kuzey Çin. |
hata ender hata |
Kusur içinde kusur. Hatâ içinde hata. |
hata' |
Saçak bükmek. |
hata-puş |
f. Kabahatleri örtbas eden, suçları örten, hataları göstermeyen. |
hata-yi adlî |
f. Adalet dairesine âit hata, yanlışlık. |
hatab |
(Hatb) Odun. * Kinaye olarak 'Dedikodu, nemime' ye de odun denilir. |
hatabahş |
f. Kabahatleri affeden, kusurları bağışlayan. |
hataen |
Hatâ olarak, yanlışlıkla. |
hatai |
Tezhib ıstılahlarındandır. Resim gibi tabiatı taklid ederek yapılmayıp, san'atkârlar arasında kabul edilen çeşitli gül şekli gibi irili ufaklı yapılan şekiller. * Türkistan'da More… |
hatair |
(Hatire. C.) Mühim işler, ehemmiyetli ve önemli ameller. |
hataiyyat |
Yanlışlıklar, yanlışlar. |
hatakâr |
f. Yanlışlık yapan, hatâ eden, yanılan. |
hatal |
Boş ve yaramaz söz. |
hatar |
Bir şeyin etrafını çevreleyen çember nev'inden şeyler. * Çadırın eteklerine bağlanan parça. ◊ Tehlike. Uçurum, Emniyetsizlik. Korku. |
hatarat |
Tehlikeler. Akla gelen fikirler. |
hatare |
Hürmetli ve izzetli olmak. |
hatargâh |
f. Tehlikeli yer, tehlikeli saha, tehlike yeri. |
hatariş |
Deprenmek. |
hatarkâr |
f. Hatarlı, korkulu. |
hatarnâk |
f. Korkunç, korkulu, tehlikeli. |
hatat |
Sütün kaymağı. * Tıb: Cilt iltihabından meydana gelen kabukların soyularak iyi olanları. ◊ Bağırma, çağırma, feryâd etme. |
hatatif |
(Huttâf. C.) Kırlangıçlar. |
hatavat |
(Hatvât - Hatuvât - Hutuvât olarak da yazılır) (Hatve. C.) Adımlar, hatveler. (Bak: Hutuvât) |
hataya |
(Hatâ. C.) Hatâlar. Yanılmalar. |
hatayi |
(Bak: Hatâi) |
hatb |
(C.: Hatub) Mühim iş. * İstemek. * Konuşmak. * Nidâ. ◊ Odun toplamak. |
hatba' |
Arkasında siyah çizgiler olan dişi eşek. (Müz: Ahtab) |
hatd |
Durdurmak. İkâmet. |
hateb |
(C.: Ahtâb) Odun. * Koğuculuk. |
hatel |
Kahretmek. * Ahdini bozmak. * Aldatmak. |
hâtem |
Mühür. Üzerinde yazı olan ve mühür yerine kullanılan yüzük. * Son. En son. |
hatem |
Kırılmış olan şey.* Hayvanın çok yaşamaktan dolayı zayıf olması. ◊ Çok cömert ve eli açık adam. |
hatemane |
f. Hâtem'e yakışacak şekil ve surette. Cömertçesine. |
hatemat |
(Hatme. C.) Hatim etmeler. Sona erdirmeler. |
hateme |
Allah, sona erdirsin.' meâlinde bir dua. |
hatemi |
Mühür kazıyan, mühür yapan. Mühürle alâkalı. |
hatemkârî |
Bir sathın 'yüzeyin' üzerine süs şekilleri oyarak meydana getirilen boşlukları, o satha benzeyen başka bir madde veya mâdenle doldurmak suretiyle yapılan tezyinât. |
haten |
(C.: Ahtân) Kadın tarafından olan kimseler. (Baba, kardeş ve emmi gibi) * Araplar, damat mânasına kullanırlar. |
hatenat |
(Hatene. C.) Kaynanalar. |
hatene |
(C.: Hatenât) Kaynana. |
hatf |
Kapmak. * Şimşek gibi göz kamaştırmak. * Sür'atli olmak. ◊ Ölüm. Ölmek. Vefat etmek. |
hatî |
Şaşırtan, yanıltan, hatâya düşüren. ◊ Fakir kavutu. |
hatî' |
Yaramaz kimse. |
hatîa |
Ok atan kimselerin, baş parmaklarına geçirdikleri deri. |
hatib |
Hitâbeden. Söz söyleyen. Cemaate, topluluğa karşı güzel söz söyleyen kimse. * Câmi'de müslümanlara dini nasihatlar ve güzel sözlerle hitâbeden vazifeli zat. ◊ (Hatab. dan) More… |
hatîb |
Mânalı ve fâideli, güzel söz söyleyen. Güzel, düzgün konuşan. ◊ Odunu çok olan kimse. |
hatibane |
f. Hatibcesine. Güzel ve akıcı söz söyleyenlere yakışırcasına. Nutuk atarcasına. |
hatîbe |
Ormanlık, ağaçlık yer. * Odunluk. |
hatîce |
(Hadîce) Vakitsiz ve erken doğan kız çocuğu. |
hatîe |
Hatâ. Günah. Kabahat. Suç. |
hatif |
Gayıptan haber veren cinnî. * Sesi işitilen ve kendisi görülmeyen, seslenici. Ses verici, çağırıcı. ◊ Süratli kapıp götürücü. * Göz kamaştırıcı şimşek. |
hatîfe |
Unu süt ile yoğurup pişirerek yapılan yemek. |
hatil |
Taş duvarı takviye etmek için her bir-iki metrede çekilen tuğla veya kereste tabakası. ◊ Yorgun. * Devamlı yağan yağmur. |
hatim |
Hitâma erdiren. Bitiren. * Mühür basan. ◊ Kadı, hâkim. * Sağlamlaştıran. ◊ (C.: Havâtim) Yüzük. ◊ Kırıcı, ufalayıcı. |
hatîm |
Kâbe-i Muazzama'nın şimal tarafındaki taş. Duvar gibi olan sur. |
hatime |
Son. Nihayet. Son söz. |
hatime-keş |
f. Son veren, hâtime çeken, bitiren, sona erdiren. |
hatin |
Sünnet eden. |
hatir |
Muhâtaralı, tehlikeli, korkulacak durum. Büyük ve şerefli kimse. ◊ Zihin. Fikir. Gönül. Kalb. Hal. Tedbir. Vesvese. |
hatir-aşüfte |
f. Gönlü perişan olan. |
hatir-azar |
f. Hatır kıran. |
hatir-azürde |
f. Hatırı kırılmış. |
hatir-güşa |
f. Gönle ferahlık veren. İç açan. |
hatir-mande |
f. Gücenmiş, kalbi incinmiş, hatırı kırılmış. |
hatir-nevaz |
f. Gönüle okşayan, hatırnaz. |
hatir-nişan |
f. Hatırda kalan, akılda duran. |
hatir-nişin |
f. Akılda kalan, hatırda kalan. |
hatir-şiken |
f. Gönül inciten, kalb kıran, hatır kıran. |
hatir-şinas |
f. Gönül alıcı, hatır alıcı. |
hatir-zad |
f. Akla gelen, hatıra doğan. |
hatira |
Hatıra gelen. Hatırda kalan şey. * Bir kimseyi veya bir hâdiseyi hatırlatması için yazılan veya saklanan veya birisine verilen şey. |
hatirat |
(Hâtıra. C.) Hâtıralar. Hatırda kalan şeyler. * Edb: Bir adamın yaşadığı zamana, bulunduğu işlere, görüştüğü kimselere dair düşüncelerini ve duygularını hâvi olmak üzere yazdığı eser. |
hatît |
Hasis kimse. |
hatita |
(C.: Hatâyit) İki tarafındaki yerlere yağdığı hâlde kendisine yağmur yağmayan yer. ◊ Bir malın değerinden indirilen tenzilât, iskonto. |
hatk (hatkân) |
Yürürken adımların birbirine yakın olması. * Yönelmek, teveccüh etmek. |
hatla' |
Kulakları sarkık olan kadın. (Müz: Ahtal) |
hatm |
Hitâma erdirmek, bitirmek. Kur'an-ı Kerim'i veya herhangi bir şeyi sonuna kadar okuyup bitirmek. * Mühürleme. Mühürlenme. ◊ Hâlis, saf. * Sağlamlaştırma, More… |
hatme |
Baştan aşağı (bütün Kur'ân-ı Kerimi) okuyup bitirmek. * Bir arada muayyen bir şeyi okuyup bitirmek. |
hatme-i hâcegân |
f. Nakşi tarikatı mensublarının fikri ve nazarı mâsivadan tecerrüd ederek, topluca muayyen dua ve zikirlerini sonuna kadar okumaları. |
hatn |
Damat. * Sünnet etme. |
hatn (hitn) |
Beraberlik, misil, denk olma, eşitlik. |
hatne |
Kaynana. |
hatr |
Devenin kuyruğunu kâh yukarı kaldırıp ve kâh aşağı vurması. ◊ Atâ etmek, hediye vermek. * Sağlamlaştırmak. ◊ Ahdini bozmak, sözünde durmamak. |
hatra |
Nehirlerde işleyen vapurların iskandil direği. |
hatre |
Bir kere emmek. |
hatrebe |
(Hatribe) Dar gelirli olmak. * Maaş sıkıntısı. * Gevezelik etmek. |
hatreme |
Sütlü bulamaç. |
hatreşe |
Çekirgenin bir şeyi yerken çıkardığı ses. |
hatrib |
Daima beyhude ve mânasız konuşan. |
hatt |
Sınır. Çizgi. Hudud. * Yazı. El yazısı. * Nâme. Mektup. * Gençlerde yeni çıkan bıyık veya sakal. * Çizgi gibi uzanan belirsiz hafif yol. * Deniz yalısı. * Gemilerin hareketteki istikameti. * More… |
hatt-i bâlâ |
f. Tepelerin en yüksek noktalarından geçtiği itibar edilen çizgi. Zirvelerden geçen hat. |
hatt-i dest |
f. El yazısı. |
hatt-i hümayun |
f. Padişanın el yazısı. Padişahın emri. |
hatt-i istivâ |
f. Dünyanın kuzey ve güney kutuplarına aynı uzaklıkta olduğu ve dünyayı iki müsavi parçaya böldüğü farzedilen dâire çizgisi. * Ekvator. * Mevlevi semahânesinde, şeyhin oturduğu post ile More… |
hatt-i münhanî |
f. Eğri çizgi. Eğilen hat. |
hatt-i müstakim |
f. Doğru çizgi. * Doğru yol. Doğruluk üzere olan şey. |
hatt-i muvâsala |
f. Erişme ve vâsıl olma yolu. Birbirine kavuşup buluşma ve birleşme yeri. Birbirine münasebet kurabilme yolu. |
hatt-i ufkî |
f. Düz hat. Ufki hat. |
hatt-şinas |
f. Yazı uzmanı, yazıdan anlayan. |
hatta |
Harf-i atıftır, gaye bildirir. Ve (fazla olarak, kadar, bile, dahi, hem de...) mânalarına gelir. |
hattab |
Oduncu. Odun satan. |
hattaf |
Kırlangıç kuşu. * Kapıp kaçıran, kapıp aşıran. |
hattan |
Sünnetçi. |
hattar |
(Hatur) Gaddar. * Hud'akâr. Hilekâr. ◊ Süngü vuran. |
hattat |
Çok güzel yazı yazan san'atkâr. |
hattiyye |
(C.: Hatyât) Canı, kıymeti yüce olmak. * Küçük ok. |
hatun |
(C.: Havâtın) Kadın. Hanım. * Tar: Yüksek şahsiyetli kadınlara veya hakan eşlerine verilen ünvan. |
hatut |
Yeri tırnağıyla kazıyıp çizgiler çizen vahşi sığır. ◊ Tez yürüyüşlü yedek atı. |
hatv |
Rengin değişmesi.* Engel olmak, menetmek. * İplik bükmek. ◊ Adım adım yürümek, adım atmak. ◊ Saçak bükmek. |
hatve |
(Hutve) Adım. Bir adım atışta iki ayak arasındaki mesafe. Bir adım atmak. |
hatve-endaz |
f. Adım atan. |
hatve-endazî |
f. Adım atıcılık. |
hatve-şümar |
f. Adım sayan. * Çekinerek ve ihtiyatla yürüyen. |
hav |
Çuha ve buna benzer kumaşların ters yüzlerinde bulunan tüy. * Şeftâli gibi bazı meyvelerin üzerlerinde bulunan ince tüy. |
hav'eb |
Basra yakınında bir mevkinin adı. * Çeşme. * Geniş dere. * Pek büyük kova. |
hava |
(Hevâ) Hava. Dünyayı çeviren atmosfer. Cevv. Yer ile gök arası. * Hafif yel. * Bir binanın üzerine kat çıkma hakkı. * Bir yerin hâli ve sıhhat bakımından durumu. * Müzikte ezgili ses, sadâ. More… |
hava' |
Hâli olmak, boş olmak. * Düşmek, sâkıt olmak. |
havabat |
(Bak: Havbâvât) |
havacib |
Hicablar, perdeler, örtüler. |
havadis |
(Hâdise. C.) Yeni hâdiseler, yeni sözler. * Alâka ile karşılanan haberler. |
havafi |
Kuş kanadında ebâhir yeleklerinden sonra olan dört kısacık yelekler. |
havafir |
(Hâfir. C.) Kazanlar, yeri kazıcılar. * Hayvan, dâbbe tırnakları. |
havagazi |
t. Isı veya ışık temin etmek maksadıyla yakılarak kullanılan bir gaz. |
havaî |
(C.: Havâiyât) Havaya âit ve müteallik. Hava ile alâkalı. * Heves ve nefis hesabına olan, boşuna veya çirkin. Günahlı iş. Nefsâni hâl ve hareketler. |
havaic |
(Havâyic) İhtiyaçlar. Hâcetler. Gerekli ve lüzumlu şeyler. |
havaiyyat |
Havâi şeyler ve sözler. |
havak (havka') |
Geniş yer, vâsi. |
havakîn |
(Hâkan. C.) Hükümdarlar, hakanlar, padişahlar, başbuğlar. |
havale |
Bir işi veya bir şeyi başka birine bırakma. Ismarlama. * Görmeyi önleyen duvar gibi perde. * Tıb: Küçük çocuklarda veya gebe kadınlarda bazan meydana gelen, baygınlık veren bir hastalık. * More… |
havalename |
f. Posta gibi vasıtalarla para göndermek üzere yazılan havale mektubu. |
havaleten |
Havale suretiyle, havale olarak. |
havali |
Çevre, civar, etraf, yöre. |
havan |
İçinde çeşitli şeylerin dövülüp ufalandığı ağaç, mâden veya taştan yapılmış çukurca kap. * Tütün kesmekte kullanılan makine. * Başkalarına destek olacak gücü bulunmadığı halde, yardakçılık More… |
havanik |
(Hânkah. C.) Tekkeler. |
havanit |
(Hânut. C.) Dükkânlar. * Meyhaneler, işrethâneler. |
havare |
f. Yiyecek, azık. |
havari |
Yardımcı. * Hz. İsa'nın (A.S.) yardımcı ve sahabeleri olan 12 zâttan her biri. |
havaric |
(Hâric ve Hârice. C.) Asiler, zorbalar, isyankârlar. * Hâricîler. Hâriçte kalanlar. (Bak: Hâricî) |
havarik |
(Hârika. C.) Acib ve garip olan hâdise. İnsanda hayret ve hayranlık uyandıran şeyler. * Okun nişanı delerek öbür tarafından çıkıp gitmesi. |
havas |
(C.: Ahvâs) Çukur ve kısık gözlü olmak. |
havaşi |
(Hâşiye. C.) Bir yazının kenarına eklenen not veya açıklamalar. Hâşiyeler, derkenarlar. * Maiyet adamları. |
havasib |
(Hâsıb. C.) Şiddetli rüzgârlar, fırtınalar. |
havasin |
(Hâsına. C.) Namuslu kadınlar. |
havass |
(Hasse. C.) Hasseler. Duygular. |
havâss |
(Hâss - Hâssa. C.) Hâslar. Hâssalar. Keyfiyetler. Hususlar. * Dindarlık ve doğruluğu ile, ilmiyle âmil olup mâneviyat mertebelerinde yükselmekle makbul ve muteber olan zatlar. * Zenginler More… |
havâss u avâm |
İleri gelen kimseler ve halk. |
havat |
Tavşancıl kanadının fısıltısı. * Ses, sadâ. |
havatif |
Göz kamaştırıcı şeyler. (Bak: Hâtıf) |
havatim |
(Hâtem. C.) Mühürler, hâtemler. |
havatîm |
(Hatime. C.) Sonlar, nihayetler. |
havatin |
(Hâtun. C.) Şerefli kadınlar, hâtunlar. |
havatir |
Hâtıralar. Fikirler. Düşünceler. |
havayic |
(Bak: Havâic) |
havaz |
Kalbde olan gam ve tasa. |
havaze |
(C.: Havâzât) Ziyafet. |
havb |
(Hub - Havbet) Günah, ma'siyet. * Fakirlik. * Meşakkat. * Maraz, ağrı, dert. * Ana, baba. ◊ Fakir ve muhtaç olmak. |
havba' |
Zât, nefs. |
havbavat |
Nefsler. Zâtlar. |
havbet |
(Havb) Açlık, hâcet, meskenet. * Çayırı, otlağı olmayan kır yer. |
havc |
(Havcâ') Hâcet, ihtiyaç. |
havceb |
(C.: Havâcib) Kırmızı gül. |
havcele |
Ağzı büyük, kendisi küçük şişe. |
havceme |
(C.: Havâcim) Kırmızı gül. |
havd |
Güzel ahlâk. * Güzel ve yumuşak vücutlu câriye. |
havebe |
Zayıf adam. |
havel |
Eğrilik. * Şaşılık. Bir şeyin yerinden ayrılması. ◊ Mülk. * Haşmet. |
havelân |
Dönme, dolaşma. * Değişme. |
haveme |
Büyük, ulu, yüce. |
havene |
(Hâin. C.) Hâinler, hıyânet edenler. |
haver |
Zayıf olmak. * Yumuşak, çukur yer. * Denize suyun akıp döküldüğü yer. ◊ Gözün beyazının çok beyaz ve karasının da çok kara olması. ◊ f. Doğu, şark. |
haveran |
f. Doğu ile batı. Şark ile garp. |
havernak |
Irak'ta bulunan Numân-ı Ekber denen biri tarafından binâ edilmiş olan bir köşk. |
haverver |
Şey mânasına gelir bir isim. |
havf |
Korku, korkutmak. ◊ Kavim, kabile. |
havf ve reca |
Korku ve ümid. (Hem yaşama ümidi, hem de ölüm korkusu. Yahut, affedilmesi ümidi veya cehenneme gitmek korkusu.) (Bak: Celâl) |
havfen |
Çekinerek, korkarak, havf ederek, korku ile. |
havfezan |
Tarhun otu. |
havfnak |
f. Korkulu, korkutan, korkunç. |
havi |
İçine alan, ihtiva eden, kaplayan. Câmi'. * Biriktirici. * Kuşatan. |
havî |
Çekirge. |
havil |
(C.: Huvel) Hizmetkâr. |
havit |
Deve semeri. Devenin hörgücüne takılan küçük semer. |
haviye |
Şenliksiz olan yer. Harabe. Issız, boş yer. * Sâkıt. Göçük, çökük. ◊ (Sukut mânasından) Cehennem'in 7. tabakası. En korkunç yer. |
haviyye |
Çocuk doğuran kadına loğusa yemeği yedirmek. * Namaz kılan kimsenin, secde halinde iken, karnını uyluğundan yukarı tutması. ◊ (C.: Havâyâ) Yağlı bağırsak. * Bağırsak. * Deve More… |
havk |
Ev süpürmek. * İhâta etmek, kaplamak. ◊ Bâdruç otu. * Bez dokumak. ◊ Halka' denilen yuvarlak. |
havkale |
(C.: Havâkıl) İhtiyar, zayıf, kuvvetsiz ve çelimsiz adam. * Hızlı yürüme. |
havl |
Güç. Kuvvet. * Muhit, etraf. * Yıl, sene. * Tahavvül, inkılâb. * Geçmek. * Bir hâlden bir hâle dönmek. * Rücu etmek. * Sıçramak. * Hile. |
havla' |
Gözü şaşı olan kadın. (Müz: Ahvel) |
havle (havâl) |
Çok fazla döndürmek veya dönmek. |
havleka |
La havle velâ kuvvete illâ billah' demek. |
havlî |
Bir yıllık. |
havm |
Deve sürüsü. * Devretmek. |
havmane |
(C.: Havâmin) Çok sağlam yer. |
havme |
Tasarruf dâiresi. |
havn |
Hıyanet etmek, hâinlik yapmak. |
havr |
Rücu etmek, dönmek. * Eksiltmek, noksan etmek. |
havra |
(Ahver'in müennesidir.) Çok beyaz veya çok beyaz gözlü. Ahu gözlü kadın. ◊ Yahudi mâbedi, sinagog. * Mc: Pek gürültülü yer. |
havran |
Şam diyarından bir yerin adı. * Balıkesir'in bir ilçesi. |
havrem |
Ayak ovup kir gidermekte kullanılan, kırmızı renkli delikli taş. |
havreme |
Burun ucu. |
havs |
Ayrılmak. * 'Haysü' mânâsına zarf-ı mekân için lügattır. ◊ Geceleyin istemek. |
havsa |
Bağır. * Bağırın yanındakiler. |
havsa' |
Bir gözü beyaz, bir gözü siyah olan koyun. ◊ Karnı sarkık olan kadın. (Müz: Ahves) |
havsal |
Havuzun kenarında suyun durulduğu yer. |
havsala |
Zihnin bir şeyi kavrama derecesi. Anlayış. Akıl. * Tıb: Kuş kursağı. Karın boşluğu. Cevf. * Mide. |
havsala-suz |
f. Takati kaldıran, tahammülü mahveden. |
havşeb |
Köstek yeri. |
havsere |
Araptan bir kabile. |
havta' |
Tavşan yavrusu. * Bir nevi sinek. * Delil. |
havtek(î) |
(C.: Havâtik) Kısa boylu. |
havtel |
Büluğa eren oğlan. * Bağırtlak yavrusu. |
havv (huvv) |
Bal, asel. |
havva |
Hz. Adem'in (A.S.) muhterem zevcesi, eşi. * Rengi esmere mâil kadın. * Yalancı, kezzab. |
havvas |
Hurma yaprağı satan kişi. * Hurma yaprağından zenbil yapıp satan kişi. |
havvat |
Bahadır, çeri, kahraman, öncü. |
havya |
Madenlerle yapılan kaynak işlerinde, lehimin eritilmesinde kullanılan âlet. Lehimi eritebilmesi için sıcak olarak kullanılması gereken bu havyaların çoğu elektrikle ısıtılır. |
havyar |
Balık yumurtası. Mersin balığı yumurtasından yapılan siyah, mugaddi ve leziz bir madde. |
havye |
Tıb: Yaranın etrafındaki kabarık etler. |
havz |
Suya girme. * Sakınılacak işe girişmek. * Başlamak. ◊ Seri sevk, yeynilik, sür'atli oluş, hızlılık. ◊ (C.: Hıyâz) Hususi suretle yapılan su havuzu. ◊ Cem' More… |
havza |
Coğ: Açık ve düz deniz kıyısı. Kenar. * Memleket. * Taraf. * Sınır için Bir şeyin çevresi içinde olan. ◊ Bir hükümetin idaresi altında bulunan bütün ülkeler. |
havzaa |
Kumluktan alınmış bir miktar kum. |
havzan |
Sarı çiçekli, güzel kokulu bir çiçek. Nilüfer çiçeği. * Tarhun otu. |
havze |
Nâhiye. * Cemaat, topluluk. |
havzerî |
Birbirinden ayrılmayı istemek. |
hay |
f. Eyvah! Vay! |
hay'al |
Yakasız gömlek. |
hay'ame |
Yaramaz huylu, kötü mizaçlı. |
haya |
Hicab, utanma, edeb, ar, namus. Allah korkusu ile günahtan kaçınmak. ◊ Yağmur. * Ucuzluk. |
haya-huy |
f. Çığlık, vâveyla. * Çalıp eğlenmeden çıkan gürültü, ses. |
hayadar |
f. Utangaç, çekingen, mahcub. |
hayadid |
(Haydud. C.) Haydutlar, eşkiyalar. |
hayal |
(C.: Hayâlât) Zihnen tasarlanan şey. Hakikatı bilinmeyip akılla tasarlanan veya gölgeli görünen şey. * Asıl olmayan ve akıldan geçen fikir. |
hayal-i sefid |
f. Beyaz hayal. |
hayal-perest |
f. Hayalî şeylerle çok uğraşan. Çok hayal kuran. Dalgın. Olmayacak şeylerle avunan. |
hayal-perver |
f. Hayale düşkün. |
hayalât |
(Hayal. C.) Hayaller, hülyalar. |
hayalen |
Hayal olarak. Zihinde tasarlayıp canlandırarak. |
hayalet |
Göze görünen hayal, karaltı. |
hayalî |
Hayale âit. Hayale mensub ve müteallik. * Hayal, yahut halk dili ile 'Karagöz' oynatanlar. |
hayaliyyun |
(Hayalî. C.) Romantik şâirler, hayalî yazarlar. |
hayat |
Dirilik. Canlılık. Yaşama. Sağlık. ◊ Kasaba ve köy evlerinde üstü kapalı, bir, iki veya üç tarafı açık sofa. * Avlu. |
hayat-bahş |
f. Hayat bağışlayan, hayat veren, zindelik veren. |
hayat-engiz |
f. Yaşamaya zorlayan, yaşatan. |
hayat-feza (efza) |
f. Hayat artırıcı, hayat bahşedici. (Bak: Fezâ) |
hayatî |
Hayata ve yaşamağa ait. Hayatla alâkalı. Hayat için mecburi olan. * Mc: Çok önemli bir şeyin bağlı bulunduğu başka bir şey. Temel. |
hayatiyet |
Canlılık. Hayat işaretinin, alâmetinin görünür olması. |
hayatiyyun |
Biyoloji âlimleri. |
hayaviye |
Hayatla alâkalı âza. (Hayeviye diye de okunur) |
haybet |
Mahrumiyyet. İsteğine erememek. Me'yus ve mahrum olmak. |
haybet-zede |
f. Sıkıntıya uğrayan, kedere düşen, kederli olan. |
hayd |
(C.: Hayud-Ahyâd) Uzanmış büyük dağ burnu. |
hayda' |
Sıcak günlerde uzaktan görenin su sandığı serap. |
haydar |
Yiğit, cesur, kahraman. * Hz. Ali'nin (R.A.) bir nâmı, * Arslan, gazanfer. |
haydarane |
f. Hz. Ali gibi. Kahramanca, yiğitçe, cesurca. |
haydarî |
Kahramanlık, cesurluk, yiğitlik. Arslanlık. * Eskiden bazı esnaf ve köylülerin giydikleri kolsuz aba, hırka. |
haydariyye |
Hırkanın altına giyilen kısa ve kolsuz elbise. |
hayde |
Meyletmek, yönelmek, eğilmek. * Hakdan ve doğru yoldan ayrılmak. |
haydeb |
Ulu ve yüce yol. |
haydo |
(Kürdçede ism-i tasgirdir) Haydar demektir. (Ali'ye Alo denmesi gibi) |
haydud |
(Haydut) Yol kesici. Dağ hırsızı. Eşkiya. |
haye |
f. Yumurta. * Haya, husye. |
hayed |
Gölgesinden ürken eşek. |
hayende |
f. Ağızda çiğneyen. |
hayesan |
Doğru yoldan dönmek, udul etmek. * Nefret etmek. |
hayevan |
(Bak: Hayvan) |
hayevî |
Canlı. (Bak: Hayaviye) |
hayf |
(Hayfâ) Emansızlık. Haksızlık. Zulüm. Cevr. (Vah vah, yazık, eyvah, yazıklar olsun meâlinde söylenir.) ◊ Gözün birisi birine muhalif olmak. |
hayfane |
(C: Hayfân) Alacalı çekirge. * Ayakları uzun olan at. |
hayfes |
Kısa adam. |
hayhay |
t. Baş üstüne, seve seve yaparım, öyle ya!, şüphesiz, elbette (gibi mânâlara gelir.) |
hayia |
Şiddetli ses. |
hayic |
Âşık, hayran. * Mest olmuş deve. |
hayide |
f. Çiğnenmiş. * Ağızdan ağıza dolaşmış, bayat söz. |
hayide-gû |
f. Değersiz sözler söyleyen kimse. * Değersiz şiirler yazan kimse. |
hayiflanmak |
Acınmak, üzülmek. Esef etmek. |
hayih |
Lâzım olduğu halde mevcud olmayan nesne. |
hayil |
Kısır olan hayvan. * Engel, mâni. * Hicâb. |
hayim |
Suyu, tahmin ettiği yerlerde arayıp bulamamak. * Susuz, atşân. |
hayir |
Hayrette kalan, mütehayyir. Şaşıran. * Birikmiş su. ◊ Mütehayyir kimse. * Toplanmış su. |
hayirsever |
İyilik ve yardım etmesini seven. |
hayiş |
Sık bitmiş olan hurma ağaçları. |
hayize |
Aybaşısı olan kadın. (Bak: Hayz) |
hayk |
Sallanmak. * Dokumak. * Tesir etmek, etkilemek. ◊ Kaplamak. |
haykan |
Büyük ve kalın olan. * Kısa boylu bir kimsenin yürümesi. * Omuzunu oynatmak. |
haykatan |
Türraç kuşunun erkeği. |
hayl |
At. At sürüsü. * Atlı sürüsü. * Zümre, güruh. * Düşünmek, hıfzetmek. ◊ Kuvvet. Havl. |
hayla' |
Cin taifesinden bir nesne. * Sırtlan. * Korku. |
hayle |
Zannetmek, sanmak. ◊ Keçi sürüsü. |
hayli |
f. Oldukça. Epeyce. Çok. Bir takım. Kesir. Bol. |
haylulet |
Kibir. * Taazzum. Gurur. * Su-i zan. * Korkmak. Tevehhüm etmek. ◊ Yolu kapamak. * Araya girme. İki şey arasına girip hicab olmak. |
haym |
Yaramazlık yapmak. |
haymana |
Başıboş hayvanları haylayıp salıverdikleri çayırlık yer. * Ankara'nın bir kazası. |
hayme |
Çadır. |
hayme-gâh |
(Haymegeh) f. Çadır kurulan yer. |
haymî |
Çadır biçiminde olan. |
haymume |
Korkaklık, cübün. |
hayn |
Helâk olmak. |
haynunet |
Yakın olmak, yaklaşmak. |
hayr |
Meşru iş. Faydalı, nurlu ve sevablı amel. Halkın rağbet ettiği akıl, ilim. İbadet, adalet, ihsan, mal gibi nimet. (Bak: Hayrat) ◊ Sakınmak. * Büyük avlu. |
hayr-endiş |
f. İyilik düşünen, hayırlı iş düşünen. |
hayr-hah |
f. Hayır sâhibi. Herkesin manevî ve maddî iyiliğini isteyen. Allah rızası için ilm-i Kur'an ve imanla, manen ve maddeten hayırlı hizmetler etmeyi ve hayırlı işler işlemeyi seven. |
hayr-hahî |
f. İyilikseverlik, hayırhahlık. |
hayran |
Takdirkârlığından dolayı şaşa kalmış. Çok takdir etmiş. Çok beğenmiş. |
hayrat |
'(Hayr. C.) Sevap için Allah rızâsı yolunda yapılan iyilikler. Haseneler.Hayır iki çeşittir. Birincisi: Mutlak hayırdır; her halde, herkes için rağbet edilir ve sevilir, herkes için. |
hayre |
(C.: Hayrât) İyilik, kerem. * Her nesnenin iyisi. |
hayret |
Hiçbir cihete teveccüh edemeyip kalmak. Şaşkınlık. Ne yapacağını bilememek. |
hayret-bahş |
f. Hayret veren, şaşırtan. |
hayret-bahşâ |
f. Hayret veren, şaşkınlık veren, hayrete düşüren. |
hayret-engiz |
f. Hayret veren. Hayret içinde bırakan. |
hayret-fezâ |
f. Hayret veren, hayreti artıran. |
hayret-nümâ |
f. Hayret gösteren, hayret veren. |
hayret-zede |
f. Hayrete düşmüş ve şaşırmış olan. |
hayri |
(Hayriye) Hayra âit. Hayırla alâkadar. |
hayriyet |
Hayırlılık. Hayırlı olmak. |
hays |
Hayvan leşinin kokması. * Bir kimseyi aldatmak. * Sözde durmamak, ahid bozmak. * Fâsid olmak. ◊ Saygı, hürmet, itibar. * Alâka, ilgi. Cihet, itibar. ◊ Darlık. * Udûl More… |
hayş |
Nefret etmek. |
haysal |
Patlıcan. |
hayse |
Hurmayı yağla ve keşle karıştırmak. |
hayşe |
(C.: Huyuş) Yaramaz keten ipliğinden dokunmuş bez. |
haysefuce |
Gemi dümeni. |
haysiyet |
İtibar. Şeref. Değer. Kıymet. Derece. Câh. Mesned. Mertebe. |
haysiyet-şiken |
f. Haysiyet kıran. |
haysü |
İtibariyle, bakımından. * Hangi yerde? Hangi? |
haysü lâyeş'ur |
Hissedilmeksizin. Bilinmedik, duyulmadık cihetten. |
hayşum |
Geniz (burun) kovuğu. Nunlu sesler, gunne buradan çıkar. (Tecvidde bahsedilmiştir.) |
hayşumî |
Genizden gelen. |
hayt |
İp. Kalın ip. * İplik. Bağ. * İki şeyi birbirine bağlayan. * Dikiş dikmek. * Tanyeri ağarması. |
hayta |
'Serseri, serkeş kimse. * Aks: Osmanlılarda görevli bir sınıf askere verilen ad. Hayta birlikleri, üstün savaş kabiliyeti olan askerlerden kurulur, lüzumunda düşman topraklarına akın More… |
hayta' |
Deve kuşlarının uzun boyunlu olanı. |
haytel |
Kedi. |
hayteur |
Bir vaziyette durmayan. * Arslan. * Kurt. * Belâ. * Cin tâifesinden bir nesne. * Bir su böceği. |
haytî |
Tel şeklinde olan. |
hayu |
f. Salya, tükrük. |
hayunet |
Vakit yaklaşma. |
hayvan |
Canlı şey, insanla beraber her canlı. * İnsan olmayan idraksiz canlı yaratık. * Yük kaldıran, araba çeken ve binilen hayvan, beygir, katır v.s. * Mc: Akılsız ve idraksız insan, ahmak. (Aslı More… |
hayvanat |
(Hayvan. C.) Hayvanlar. |
hayvanî |
Hayvana, diriye âit ve ona müteallik. |
hayvaniyyet |
Hayvanlık, canlılık, zihayat olmak. Akıl ve idrakten mahrumiyet. |
hayy |
Diri, canlı, sağ. * Bir şeyi cem' ve ihraz eylemek. |
hayyâkallah |
Allah seni yaşatsın. Allah ömrünü uzun etsin, meâlinde ve dua makamında söylenen bir tâbirdir. |
hayyal |
(Hayl. den) At terbiyecisi, at yetiştiren. ◊ Dalavereci, hileci, hilekâr. |
hayyale |
Fikir sahipleri. |
hayyam |
Çadırcı. |
hayyat |
Terzi. Dikiş diken sanatkâr. ◊ (Hayye. C.) Yılanlar. |
hayyatîn |
(Hayyat. C.) Terziler, dikiciler. |
hayye |
(C.: Hayyât) Yılan. ◊ Gel... Haydi... |
hayyehele |
Acele et (mânasınadır). |
hayyen |
Diri olarak. Diri, canlı olarak canlı olduğu halde. |
hayyen meyyiten |
Ölü ve diri olarak. |
hayyir |
(C.: Ahyâr) Çok hayırlı. * Her zaman iyilik yapan kimse. Hayırsever, iyiliksever. |
hayyiz |
Yer. * Cihet, yön. * Mekân. Vüs'at. (Cismin kapladığı hacim) |
hayyut |
Erkek yılan. |
hayz |
(C.: Hiyaz) Kadınlara mahsus aybaşı. Kadının âdet hâli. Böyle bir kadına hayize denir. |
hayza |
Tıb: Kolera denilen hastalık. |
hayzeran |
Halk dilinde hezâren denilen bir cins sıcak iklim kamışı ki, sandalye vs. yapımında kullanılır. |
hayzerane |
Gemi durak yeri, iskele, liman. |
hayzerî (hayzelî) |
Dura dura yürümek. |
hayzeyun |
Yaşlı, acûz, ihtiyar. |
hayzum |
(C.: Hayazim) Göğüs tahtası. |
haz' |
Muhalefet etmek. * Taksim etmek, bölmek, paylaştırmak. |
haza |
Bu. Şu. O. * Gr: İşaret zamiri. |
haza' |
Asmacık denilen otun tohumu. (Sara hastalarına iyi gelir.) ◊ Kesme, yarma, ameliyat. |
hazab |
Odun. * Yakacak nesne. |
hazabî |
(Hizbâ. C.) Arızalı topraklar, engebeli yerler. |
hazad |
Yaş ağaçtan kesilmiş budak ve diken. |
hazafir |
(Hizfâr - Hazfur. C.) Cânibler. * Bir kavmin meşhurları, ileri gelenleri, şereflileri. * Hepsi. Tümü. Mecmu'u. |
hazain |
(Hazine. C.) Hazineler. |
hazair |
(Hazire. C.) Duvar veya çitle çevrilmiş ağıl. * Etrafı duvarla çevrili olan mezarlıklar. |
hazakat |
İhtisas. Meharet peyda etmek. Üstad olmak. Bir san'atta, hususan tıbda gereği gibi öğrenip mâhir ve mütehassısı olmak. |
hazal |
Selem ağacının kökünden çıkan bir nesne ki, suda ıslatıp yerler. |
hazalan |
(Bak: Hizlân) |
hazam |
Sür'atle yürümek, hızla yürümek. |
hazama' |
Kulağı enine yarılmış keçi. |
hazami |
Güzel kokulu bir ot. |
hazan |
Güz. Sonbahar. * Solgun. |
hazandide |
f. Güz mevsimini görmüş, yaprakları sararmış solmuş. |
hazane |
Mc: Gönül, kalb, yürek. |
hazangâh |
f. Hazan yeri. * Dünya. Göçecek âlem. |
hazanî |
f. Sonbahar ile alâkalı, güz mevsimine ait. |
hazanistan |
f. Sonbahar görmüş, sararıp solmuş yer. |
hazanlika |
f. Soluk yüzlü, sararmış, solmuş. Hazân yüzlü. |
hazannüma |
f. Sonbahar görünüşlü. * Mc: Hüzün ve keder verici. |
hazanreside |
f. Sonbahara erişmiş, solup sararmış. |
hazar |
Sulh zamanı. Barış zamanı. * Bir kimsenin huzuru, yakını. * Mukim olmak. Yolcu olmamak. ◊ Tahta ve kereste kesmeğe mahsus su ile işler büyük bıçkı. ◊ Bir şeyi bir kimseye More… |
hazar ve sefer |
Barış ve muharebe zamanı. * Evde mukim olma ve yolculuk. |
hazaret |
(Bak: Hadâret) |
hazarî |
Köyde ve kasabalarda yaşayanların yaşayış şekli ve tarzlarına ait. Şehirli. * Sulh ve asâyiş, sükun ve istirahat zamanlarına mensub ve müteallik. Barış ve güvenle alâkalı. |
hazaz |
Yosun. |
hazaze |
Tıb: Bulaşıcı, müzmin bir cilt hastalığı olup sonradan bağırsaklara geçerse öldürücü olur. |
hazb |
Hayvanın memesi şişip emziğinin deliklerinin dar olması. * Ucuz olmak. ◊ Yetişmek. ◊ Boyamak. |
hazbaz |
Sinek. * Bir ot adı. |
hazd |
Ağaçtan diken koparmak. * Ağacın kabuğunu soymak. * Çok hızlı ve şiddetle yemek yemek. |
hazef |
Eski yazıda hepsi noktasız harflerden müteşekkil olarak yazılan şiirler ve nesirler. Hüner göstermek için bu şekilde yüz beyitlik kasideler yazan şairler vardı. ◊ Çamurdan More… |
hazef-pare |
f. Çanak çömlek parçası, kırığı. |
hazef-rîze |
f. Çanak çömlek parçası. |
hazefe |
(C.: Huzef) Hicaz vilayetinde olan siyah renkli bir cins küçük koyun. |
hazefî |
Çanak çömlek ile alâkalı. |
hazefiyye |
Çanak çömlek gibi topraktan yapılan şeyler ve bunları yapma san'atı. |
hazel |
Göz kapaklarında olan kabarcıklar. ◊ Gayret. * Men etmek, engel olmak. |
hazelan |
Kızgın kimsenin yürümesi. |
hazelat |
(Hazele. C.) Alçaklar, âdiler, kalleşler. |
hazele |
(Hâzil. C.) Alçaklar, kalleşler, yüzsüzler. |
hazem |
Dizme, sıralama. * Edb: İlk beytin ortasına birden dörde kadar harf ilâve etme. ◊ Göğüs kemiği. * Davarın karnının ve böğrünün dolu olması. |
hazeme |
(C.: Huzem) Kabuğundan ip ve urgan yapılan bir ağaç cinsi. ◊ Kısa boylu kadın. |
hazen |
(C: Hızân) Etin kokması. * Toplamak, cem'edip yığmak. * Gizlemek, saklamak. ◊ (Hüzn) Keder. Tasa. Gam. ◊ f. Baldız. |
hazer |
Çekinme. Zarar verebilecek şeyden kaçınma. Korunma. ◊ Gözün dar ve küçük olması. * Kabile. * Cemaat. ◊ Vahşi hayvanların yediği et. |
hazerat |
(Hazret. C.) (Bak: Hazret) |
hazevan |
Eti birbiri üstüne yığılıp cem'olmuş olan etli nesne. |
hazevver |
Kısa boylu kimse. |
hazf |
Aradan çıkarma, çıkarılma. Yok etme, silme, ortadan kaldırma, giderme, düşürme. * Selâm ve tahiyyatı uzatmayıp kısa kesmek. * Mahvetmek. * Vurmak. * Atmak. ◊ Parmağıyla taş More… |
hazhaz |
Sütü çoğaltır nesne. * Bir nevi katran. ◊ Seri, sür'atli, hızlı. ◊ Kavi, sağlam. |
hazhaza |
Sallama, el ile harekete getirme. |
hazî |
Kâhin, keşiş, papaz. ◊ Ateş yakmak. ◊ Sarkıklık. |
hâzi' |
(Huzu. dan) Alçak gönüllü, mütevâzi olan. |
hâziâne |
Mütevâzi olarak, alçak gönüllülükle. |
hâzik |
Mehâretli, işinin ehli, mütehassıs. (Bak: Hazâkat) |
hazik |
(C: Havâzik) Mesti dar olan. * Cânip, taraf. ◊ Süngü demiri. |
hazîk |
Kesilmiş olan. |
hazikane |
Mâhirâne, mâhir ve usta olan bir kimseye yakışacak şekil ve surette. |
hazikiyyet |
Mâhirlik, ehillik, ustalık, hâzıklık. |
hazil |
Yüzsüz, alçak, âdi, dönek, kalleş. |
hazile |
Kenarlarında kirpik bulunmayan kırmızımsı gözkapağı. |
hâzim |
İhtiyatlı, akıllı, işinde gözü açık olan. |
hazim |
Sür'atle kesen. * Çok çabuk yeyip bitiren. * Düşmanı hezimete uğratan. ◊ Basiretli, tedbirli.* Göğüs. Göğüs ortası. ◊ Hazmettirici, sindirici. ◊ Kesici, kesen. |
hazîm |
Sarhoş. İçki içip akli müvazenesini kaybetmiş olan. ◊ Keskin kılıç. |
hâzimâne |
İhtiyatlı davranan adama yakışır şekilde. |
hazimane |
f. Tedbirli ve basiretli hareket eden. |
hazimli |
Mc: Tahammüllü, müsamahalı, tolerans sahibi. |
hazin |
(Hızane. den) Hazine nâzırı. Bekçi. |
hazîn |
Hüzünlü. Keder meydana getiren. Acı uyandıran. |
hazina |
Emzirici, emziren. Dadı. |
hazine |
Define. * Kıymetli şeyleri saklayacak sağlam yer. |
hazine-mânde |
f. Şahıs üzerinden kaydı silinerek devlet hazinesine kalan mal veya para. |
hazinedar |
f. Malı muhafazaya me'mur olan. |
hazinedarî |
f. Hazinedarlık. |
hazir |
Huzurda olan, göz önünde olan. Amade ve müheyya olan. Gaib olmayan. * Müstaid olan. ◊ Hazer eden. Korkup çekinen. ◊ Takdir eden. * Ekşimiş süt. ◊ Korkan, korkak, |
hazîr |
Su sesi, su şırıltısı. |
hazira |
şehirli, medeni. * Bir yerde mukim olmuş, bir yere yerleşmiş. |
hazirbahş |
f. Hazırlanmış, hazır olmuş. * Hazır ol! emri. |
hazircevap |
Her söze derhal ve düşünmeden münasib cevap veren kimse. |
hazîre |
Eti ufak ufak doğrayıp, çok su ile çömlek içinde pişirip erimeye yakın olduğu anda üzerine un koyup karıştırarak yapılan yemek. (İçinde et olmayınca 'aside' derler.) ◊ More… |
hazirîn |
(Hâzır. C.) Meydanda, gözönünde olanlar, huzurda bulunanlar. |
hazirlöp |
Kabuğu içinde suda pişip katılaşmış yumurta. * Mc: Emek sarfetmeden elde edilen kazanç. |
hazirûn |
Meydanda olanlar, gözönünde olanlar. Mevcut ve hazır olanlar. |
haziyy |
Mertebeli, değerli kişi. * Yarış atlarının sekizincisi. |
haziz |
(Bak: Hadıyd) |
hazîz |
Bahtiyar. Mes'ud. Saâdetli. Nasibi olan. |
hazk |
Nişan vurmak. * Kuşun terslemesi. ◊ Hapsetme. * Darlık. * Men'etme. ◊ Bağlamak. |
hazka |
Mahâret, ustalık, mâhirlik. |
hazl |
Terk etmek. * Rezil, rüsvay etmek. ◊ Badruç adı verilen ot. ◊ Kat'etmek, kesmek. |
hazm |
Midedeki yenen şeyleri eritmek, sindirmek. Vücuda yarayacak hale getirmek. * Birisine ansızın hücum etmek. * Ansızın bir şey üzerine inmek. * Birisinin hakkını, malını gasb ile alıp More… |
hazm-i nefs |
f. Tahammül etmek. Nefsini kırmak. Meydana gelen kendi ile alâkalı gördüğü bir kusuru kendi üzerine almak. Sabreylemek. Sindirmek. |
hazn |
Sağlam yer. * Kabile ismi. * Arap beldeleri. |
hazne |
Hazine. * Depo. |
hazr |
Bir şeyi takdir ve tahmin etmek, nazar ile tahmin etmek. * Çehresini ekşitip çirkin olmak. |
hazra' |
Küçük ve dar gözlü kadın. (Müz: Ahzer) |
hazrec |
Sert rüzgâr. * Güney rüzgârı. |
hazreka |
Darlık. |
hazret |
'(Huzur. dan) Ön. Kurb. Pişgâh. * Hürmet maksadı ile büyüklere verilen ünvan; 'Hazret-i Kur'an, Hazret-i Peygamber, Hazret-i Üstad, Paşa Hazretleri' gibi.' |
hazrevat |
(Hadravat, Hadrâ) Yeşillik. * Gökyüzü, felek. Asuman. |
hazuf |
Sür'atle yürüdüğünden ayağı altından taşlar atılan eşek. |
hazul |
Kimsesiz. Yardımsız olarak her şeyden mahrum sürünmek. |
hazume |
Sığır, bakar. |
hazun |
Yaramaz huylu kimse. |
hazur |
(Hazer. den) Çok dikkatli, çok çekingen. |
hazv |
Kat'etmek, kesmek. * Takdir etmek. ◊ Sarkık olmak. |
hazva' |
Sarkık kulaklı eşek. |
hazve |
(C: Hazavât-Hızâ) Küçük ok. |
hazy |
Birbiri üzerine yığılıp toplanmak. ◊ Kat'etmek, kesmek. |
hazz |
(C.: Huzuz) Deniz koyunu. (denizde olur) * 'Vurmak' mânâsına masdar. * Duvar üstüne direk koymak. ◊ Sevinç duyma. Hoşlanma. Zevklenme. Saadet. Tali'. Nasib. Nimet More… |
hazza' |
Nâlin yapıcı, nalcı. |
hazzaf |
Çanak çömlek yapan veya satan. |
hazzal |
Ehline ve ailesine sarfedecek birşey bulamayan fakir. |
hazzetmek |
Hoşlanmak, zevk ve lezzet almak. |
he'he' |
Deveyi yulafa çağırmak. * Gülegen adam. |
he'hee |
Deveyi yulafına çağırıp hey hey demek. |
he'le (hâle) |
(C.: Hâlât) Ay ağılı, dâire-i kamer. |
heb |
(Vehb. den) Bağışla, lutfet (mânasına emir, duâ) |
heba |
İnce toz. * Boş. Beyhude. Nâfile. Faydasız. İsraf. Ziyan. * Aklı az olan. |
hebaen mensura |
Boşuna olarak. Faydasız yere dağılmış. |
hebal |
Avcı, sayyad. |
hebb |
Uykudan uyanmak. * Gâib olmak. |
hebbar |
Çok fazla kılı olan sırtlan veya maymun. |
hebbe |
Vak'a. * Zamandan bir asır. |
hebbihî |
Sallana sallana yürüyen kişi. |
hebbur |
Ufak inci. |
hebc |
Vurmak. * Ağırlık. |
hebec |
Devenin memesinde olan verem. |
hebenka |
Ayak parmaklarını dikip ökçesi üzerine oturmak. |
hebenneka |
Ahmaklığı darb-ı mesel olmuş bir kimsedir. * Mc: Zeki ve becerikli olmadığı halde kendini öyle sanan. |
hebeta |
Çukur yer. |
hebh |
Sallanmak. |
hebhab |
Serap. |
hebhebe |
Dâvet. |
hebhebî |
Çoban. * Hizmete koşan yiğit. |
hebîb |
Rüzgâr, yel. |
hebid |
Hanzal otu tohumu. |
hebiha |
Yürürken sallanan kadın. |
hebir |
Çukur yer. |
hebit |
Zayıf, ince deve. ◊ Korkak kimse. |
hebl |
Ölüm, mevt. * Taaccüb makamında kullanılır. |
hebr |
(C.: Hübur) Çukur yer. * Kesmek. * İki dağ arasında olan düz yer. * Etli, semiz olmak. |
hebra |
Şişman kadın. |
hebrakî |
Demirci. * Yabani öküz. |
hebre |
(C.: Heberât) Et parçası. |
hebreme |
Obur. Yemeğe düşkün. * Geveze. |
hebs |
Şâdlık, sürür, neşe, neşat. * Döşemek. ◊ Hareket. |
hebş |
Cem'etmek, toplamak. * Kazanmak, kesbetmek. |
hebt |
(Hübut) İniş. Aşağı inme. * Aşağı indirme. Bir yere inip konmak. * Nüzul, illet, maraz. * Zayıflama. * Bir memlekete birisini dâhil ettirmek. * Eksiltmek. * Kötü bir hale uğratmak. More… |
hebul |
Yavrusu kalmayan deve. |
hebut |
İniş yer. |
hebv |
Ateşin sönmesi. |
hebve |
Toz. * Tozlu yol. |
heby (hebye) |
Küçük câriye. |
hebz |
Sür'at yapmak, hız yapmak. |
heca |
(Hece) Dilin ve ağzın bir hareketi ile çıkan bir veya birkaç harf. Harflerin sesi. Harflerin seslendirilmesi. * Elif-bâ sırasına göre dizili harfler. Bir sözü harfleri ile söylemek. * Şekil. More… |
hecace |
(C.: Hecâcât) Kurbağa. |
hecagû |
f. Nazım veya nesir yoluyla birinin aleyhinde bulunan. Birini zemmeden, bir kimseyi hicveden. |
heccav |
Çok hicveden. Hiciv söyleyen. (Bak: Hicv) |
hece |
(Hecâ) Bir defada söylenebilen, bir veya birkaç harfden meydana gelen sözcük. * Harfleri birer birer söyleyerek okuma. |
hecef |
Yaşlı devekuşu. * Ağır ve boş kimse. |
hecemat |
Hamleler, taarruzlar, hücumlar. |
hecenna' |
Uzun ve şişman gövdeli kimse. * Başı dazlak, yaşlı kimse. * Başı dazlak olan devekuşu. |
heces |
Gönüle düşen hatıralar. |
hechece |
Çağırmak. |
heci' |
Yer yarığı. * Derin dere. |
hecil |
İki dağ arasındaki çukurca kısım. Vâdi. |
hecime |
Tulukta biriktirilip ekşitildikten sonra içilen ve köremez denilen süt. * Yoğurt. |
hecin |
Pek hızlı yürüyen bir cins deve. * Arap atı ile diğer cins attan doğmuş melez at. |
hecir |
Yaz mevsiminde öğle vaktindeki sıcaklık. * Otun kuruması. * Büyük havuz. |
hecl |
İki dağ arasındaki çukur ve düz yer. * Atmak. |
hecm |
Hamle etmek. Saldırmak. * Büyük kadeh. |
hecme |
şiddet, sertlik. |
hecmec |
Koç. |
hecr |
Ayrılık, firak. * Tıb: Sayıklamak. Hezeyan. (Bak: Hicr) * Çok sıcak günlerde öğle vakti. |
hecs |
Gönüle düşen hâtıralar. |
hecv |
(Hicv) Medh ü senânın zıddı. Kötüleme. Birisi hakkında kötülemek için söylenen söz veya manzume. (Bak: Heccâv) |
heda |
Sakin olmak. |
hedad |
Yemen'de bir kabile. |
hedahîd |
(Hüdhüd. C.) Hüdhüdler, çavuş kuşları, ibibikler. |
hedaya |
(Hediye. C.) Hediyeler. Lütuf ve ihsanlar. Bağışlar. |
hedb |
Meyve toplamak. * Davar sağmak. |
hedbe |
Ufak tesbih böceği. |
hedcan |
Yavaş yürüyüş. |
hedd |
Binayı gürültüyle yıkıp göçürmek. Çok ihtiyarlayıp düşkün hâle gelmek. * Zayıf ve korkak. |
heddam |
Çok keskin kılıç. |
hedde |
Duvarın yıkılmasından çıkan gürültü. |
hedeb |
Ensiz, uzun ve ince yaprak. * Servi yaprağı. |
hedef |
Nişan noktası. * Emel. Varılmak istenen gaye. * Yüksek, bülend. * İri vücudlu adam. * Bir işe yaramayan, tembel ve uykucu olan. |
hedef-i âmâl |
Gaye-i hayâl. Ulaşmak istenilen hedef. |
hedel |
Devenin dudağının sarkık olması. * Bir şeyi aşağı indirmek. |
hedem |
Binadan yıkılan taş ve kerpiç. |
heder |
Boşa gitme. Yok yere faydasız giden. * Ölüme giden. |
hedhed |
Suâl etmek, sormak. * Ötmek. * Çocuk sallamak. |
hedhede |
Bağırma, ötme. * Devenin bağırması, kuşun ötmesi. |
hedî |
(C.: Hevâdî) Mürşid. * Boyun. |
hedîl |
Erkek güvercin. Güvercin sesi. |
hedîr |
Güvercin kuşlarının ötmesi. * Aygırın kişnemesi. |
hediye |
Parasız verilen, bağışlanan şey. Armağan. |
hediyeten |
Armağan olarak, hediye olarak. |
hediyy |
(Hediye. C.) Atiyyeler, hediyeler. |
hedk |
Kırmak. |
hedlak |
Dudakları sarkık olan. |
hedm |
Yıkmak, harab etmek. Parçalamak, mahvetmek. * Birisine vurup belini kırmak. (Râgibâ, düşmanın aldanma tevazularına.Seyl, divârın ayağın öperek hedmeyler.)(Râgıp Paşa) |
hedm (hidm) |
(C.: Ehdâm) Eski elbiseler. |
hedmele |
(C.: Hedmelât) Ağacı çok olan kumlu yer. |
hedn |
Vakar, ciddiyet. |
hedne |
Sükun, sessizlik, durgunluk. |
hedr |
Galeyan etmek. * Ot büyümek. * Güvercin ötmek. |
heds |
Sürmek. * Reddetmek. * Haykırıp bağırmak. |
heduc |
Eserken gümleyen rüzgâr. |
hedy |
Cenab-ı Hakk'ın rızası için veya ihramda iken yapılması yasak olan herhangi bir fiili işlemekten dolayı kusurunu affettirmek ricasiyle, keffaret olarak Harem-i Şerif'e götürülen More… |
hefaf |
Hafif berrak nesne. |
hefafe |
Parlamak. |
hefevat |
(Hefve. C) Yanlışlıklar, yanılmalar. * Ayak kayması. Sürçmeler, kaymalar. |
heffat |
Ahmak. |
hefhaf |
Yeynicek, hafif mizaçlı kimse. |
hefhefe |
İnce belli olmak. |
hefîf |
Sür'atli seyir. |
heft |
Hafiflik sebebiyle uçup dağılmak. * Hafif mizaçlı olup, her dile geleni söylemek. * Vurmak. ◊ f. Yedi sayısı. |
heft-ahter |
f. Yedi gezegen. Yedi seyyâre. |
heft-gâne |
f. Yedi türlü olan. Yedi tane. |
heft-hun |
f. Cehennemin yedi tabakası. |
heft-kâr |
f. Yedi türlü iplikle dokunmuş kumaş. |
heft-merd |
f. Yedi büyükler. (Kutub, gavs, ebdâl, ahyâr, evtâd, nücebâ, nukabâ) |
heft-reng |
f. Yedi renk. |
heftâd |
f. Yetmiş. 70 |
heftan |
Zırhın altına giyilen pamuklu elbise. * Üstten giyilen kürk biçiminde süslü elbise. Kaftan. (Eskiden ekseriyetle taltif için, büyük kimseler tarafından liyâkat sahiplerine giydirilir veya More… |
hefte |
Yedi günlük müddet olan hafta. |
heftüm |
f. Yedinci. |
hefv |
Açlık. |
hefvan |
Yanılma, yanlışlık. * Süratle gitme, hızla gitme. * Ayak kayıp sürçme. |
hefve |
(C.: Hefevât) Sürçme, ayak kayması. * Mc: Hata, yanılma. Zelle. |
hegemonya |
yun. Kuvvetle ve kıymetli vasıflarla olan üstünlük. * Bir devletin başka bir devlet üzerindeki siyasi üstünlüğü ve baskısı. |
hehca' |
Kerim, cömert kimse. |
hejdeh |
f. Onsekiz sayısı. |
hek'a |
Menazil-i Kamer'den bir yıldız. * Atın göğsü üstündeki dâire. |
hekheka |
Az birşey verme. * şiddetli seyir. |
hekim |
(Bak: Hakîm) |
hekir |
Taaccüp eden, şaşıran. |
hekk |
şiddetli yağmur. * Kılıçla vurmak. |
hekm |
Halka şerle taarruz etmek. |
hekr |
Taaccüp etmek, şaşırmak. |
hektar |
Fr. Yüz ar değerinde ölçü birimi. |
hektometre |
Fr. Yüz metrelik uzunluk ölçü birimi. |
hekur |
Uzun, tavil. |
hel |
'Arapçada soru cümlesinin başına gelen bir harf olup; em bel kad edatları yerinde ve ceza mânasına emri ve bazan isbat, bazan da nehiy için kullanılır.' |
hel min mezid |
Daha yok mu? Daha olmayacak mı? mânâlarında kullanılır. |
hel' (hil') |
Oğlak. (Müe: Hel'a) |
hela' |
Korku. * Feryad. * Hırs. |
helahil |
(Hülhül. C.) Tesiri pek kuvvetli ve öldürücü zehir. Panzehiri olmayan ağu. |
helahil-riz |
f. Öldürücü zehir saçan. |
helak |
Yıkılma, bitme, mahvolma. * Harislik ve pek düşkünlük. * Azab. Korku, havf. * Fakr. |
helaket |
Yıkılma. mahvolma. Felâket. |
helal |
Allah'ın müsaade ettiği şey. Haram olmayan. Dinî bakımdan kullanılmasında, yenilip içilmesinde, dinlenmesi veya bakılmasında yahut dokunulmasında nehiy olmayan. * İhramdan çıkan hacı. More… |
helalî |
Bürüncük ve pamuk karışımından yapılan bir cins yeli bez. * Yaldızlı bakırdan vaya tahtadan mahfazası olan eski sistem saat. * Helâl ile alâkalı olan. |
helalli |
Zevce, karı, menkuha. Nikâhlı kadın. |
helc |
İtimat etmeyecek söz söylemek. |
helecan |
(Bak: Halecan) |
helek |
İki dağın arası. |
heleke |
Helâk. * Düşen. |
helel |
Örümcek ağı. * Korku. * Yağmur evveli. |
helesaya çikmak |
Eskiden ramazanlarda iftardan sonra para toplamak için çocuklar tarafından teşkil edilen çalgılı heyetlere katılanlar tarafından nakarat makamında söylenen bir tabirdir. Dilenciliğin More… |
helezon |
Saat zenbereği gibi gittikçe daralan daire şekli. Sümüklü böcek kabuğu şeklinde olan. |
helezonî |
Helezon şeklinde olan. Sümüklü böcek kabuğu şeklinde olan, gittikçe darlaşır daire biçiminde olan. |
helhel |
Seyrek, ince, dakik şey. * Öldürücü zehir. |
helhele |
Okuyucunun tesirli nağmeyi tekrar etmesi. * Unu seyrek elekten elemek. * Teenni ile encamını beklemek. * Bir şeye pek yaklaşıp çatmak. |
helîce |
Saçaklı seccade. |
helikopter |
Fr. Pervanesi tepesinde bulunan ve olduğu yerde durabilen, dikine kalkış ve iniş yapabilen bir uçak. |
helîle |
Tıb: Tohumları tıbda müshil olarak kullanılan bir bitki. |
helîme |
Buğday ve pirinç gibi bazı hububatın kaynamasıyla hâsıl olan koyu ve yapışkanlı su. |
helkam |
Yaşlı kadın, acuze. |
helkes |
Alçak adam. |
hellab (hellâbe) |
Yağmurlu soğuk rüzgâr. |
helle |
(C.: Hilâl) Azıcık sesi yükseltmek. |
hellüm |
Beri gel (mânasına gelir.) |
hels |
Çok hayır. * Gizlemek, saklamak. ◊ Cemaat, topluluk. |
helsas |
Cemaat, topluluk. |
heltat |
Cemaat, topluluk. |
heltî |
Bir ot cinsi. |
helu' |
Sabrı az, hırsı çok olan. Sabırsız olup her halini halka şikâyet eden insan. |
heluk |
Helâk olucu, helâk olan. * Fâcire kadın. Kötü hayata alışmış kadın. |
helümm |
Tez getir' mânasına gelir. |
helümme cerra |
(Helümme cerren) 'Var kıyas eyle... Çek beri getir.' gibi kinâye için söylenen bir tabirdir. |
helva' |
Hızlı yürüyüşlü davar. |
helva-ger |
f. Helvacı. |
helva-hane |
f. İçinde helva pişirilen genişçe ve derinliği az tencere. * Tar: Saray için her türlü tatlı yiyeceklerin yapılmasına yarayan saray mutfağının bir bölümü. |
helvayî |
Helva satan. Helvacı. |
helyostat |
Yansıyan güneş ışınlarını, belli bir doğrultuya yöneltmeğe ve bu doğrultuda tutmaya yarayan bir ayna ile bir ayar sisteminden meydana gelen tertibat. |
helyoterapi |
Fr. Güneşle tedavi. |
hem |
f. Birlikte, beraber olmak mânasını ifade eder. |
hem (hemm) |
Gaile, müşkül iş. * Tasa, gam, keder, hüzün. |
hem-aheng |
f. Uygun, münasib, denk. |
hem-an-dem |
f. Hemen, derakab, derhal, o anda, çarçabuk. |
hem-an-gâh |
f. Hemen, o anda. |
hem-aramiş |
f. Birlikte dinlenen, beraber istirahat eden. |
hem-asil |
f. Aynı asıldan. |
hem-aşiyan |
f. Bir yerde beraber bulunan, bir yuvada birlikte olan. |
hem-aver |
f. Efendileri aynı olan köleler. * Arkadaş, refik. |
hem-averd |
f. Savaşan iki kişiden herbiri. |
hem-aviz |
f. Harpte karşılaşan iki kişiden biri. |
hem-ayar |
f. Eşit, denk, müsavi. |
hem-bar |
f. Aynı yükü yüklenmiş olan, aynı yükü taşıyan. |
hem-ber |
f. Beraber olan, birlikte oturan. |
hem-bu |
f. Kokusu bir, aynı kokuda. * Mc: Âdet ve tarzları aynı. |
hem-ca(y) |
f. Aynı yerde oturan. Hemşehri. |
hem-cenah |
f. Denk, eşit, müsâvi. |
hem-cenb |
f. Akran. |
hem-çü |
f. Onun gibi. |
hem-çünan |
f. Böylece. |
hem-daman |
f. Bacanak. |
hem-dem |
f. Canciğer arkadaş. |
hem-derd |
f. Dert yoldaşı, dert arkadaşı. Aynı dert ve kedere düçar olanların beheri. |
hem-dest |
(C.: Hemdestân) f. Birlikte çalışan, müttefik, arkadaş. * Ortak, şerik. |
hem-destî |
f. Berâberlik, birlik. * Ortaklık, şeriklik. |
hem-dih |
f. Köyleri aynı olan. Aynı köyden olan. |
hem-dil |
f. Fikirleri, düşünceleri aynı olanların her biri. Bir maksad ve istekte bulunanları beheri. |
hem-duş |
f. Omuz omuza gelen, eşit olan, müsavi olan. |
hem-fikr |
f. Aynı düşüncede ve aynı fikirde olan. Kafadar. |
hem-firaş |
f. Zevce. Karı. |
hem-ginan |
f. Bütün insanlar, bütün nev'-i beşer. |
hem-guşe |
f. Komşu. |
hem-hah |
f. Arzu ve talebleri aynı olan, aynı istekleri olan. |
hem-hal |
f. Aynı halde olan. İkisi beraber. |
hem-hane |
f. Bir evde oturanların beheri. Arkadaş, refik. |
hem-hudud |
f. Hudutları bir olan, sınırları birbirine bitişik olan memleket veya arazi. |
hem-huy |
f. Bir ahlâk ve tabiatda bulunan. Huyları bir olan. |
hem-kadd |
f. Boyları birbirine eşit olan, uzunlukları aynı olan. |
hem-kâr |
f. Aynı işi yapan, aynı işte olan. |
hem-kiran |
f. Aynı yaşta olan, yaşıt. * Kuvvette müsavi olan. |
hem-kitab |
f. Aynı dersi gören, talebe, öğrenci. * Aynı dinde olan, din kardeşi. |
hem-kiymet |
f. Aynı kıymette olan, kıymetleri eşit olan. |
hem-kün |
f. Aynı cins işte çalışan, işleri ve meslekleri aynı olan. Meslekdâş. |
hem-nam |
f. İsimleri aynı olan, adaş. |
hem-neberd |
f. Savaş arkadaşı, muharebe arkadaşı. * Rakib. |
hem-nefes |
f. Arkadaş, musâhib. |
hem-nesl |
f. Aynı sülâle ve soydan, aynı nesilden, soydaş. |
hem-pa |
f. Ayakdaş. Arkadaş. Yoldaş. |
hem-paye |
(C.: Hempâyegân) f. Bir pâye ve rütbede olanların beheri. |
hem-rad |
f. Kahramanlık ve cömertlikte müsavi olan kimseler. |
hem-rah |
(C.: Hem-râhân) f. Yol arkadaşı, yoldaş. |
hem-raz |
f. Sırdaş. En yakın arkadaş. |
hem-reng |
f. Rengi bir olan, aynı renkte olan. * Mc: Huyları bir olan. |
hem-rev |
f. Yol arkadaşı, beraber giden, yoldaş. |
hem-riş |
f. Bacanak. İki kızkardeşle evlenen erkekler. |
hem-sabak |
f. Ders arkadaşı. Aynı dersi okuyanların beheri. |
hem-saz |
f. Uyan, uygun, muvafık, münâsib. * Arkadaş, refik, arkadaşlık. |
hem-ser |
f. Arkadaş, Karı kocadan her biri. |
hem-şerr |
f. Kötülükte beraber olan, kötülüğü birlikte yapan. |
hem-şikem |
f. İkiz çocuk. |
hem-sohbet |
f. Birbiriyle konuşan, sohbet eden, arkadaş. |
hem-sufre |
f. Aynı sofraya oturan, sofra arkadaşı. |
hem-vare |
f. Her zaman, dâima. |
hem-varî |
f. Düzlük, düzolma. |
hem-zanu |
f. Diz dize oturup konuşan, yan yana oturan. |
hem-zeman |
f. Aynı zamanda işleyen. * Çağdaş, muâsır. Aynı çağda yaşayan insan veya geçen hâdiselerin her biri. |
hem-zen |
f. Beraber vuran. Birlikte olan. |
hemahim |
(Hemheme. C.) Üzüntüler, kederler, dertler, tasalar. |
hemal |
f. şerik, ortak, eş, benzer, nazir. |
hemaluş |
Kara balçık. |
heman |
f. Derhâl, hemen, acele olarak, çarçabuk, o anda. |
heman (humân) |
İnce zayıf süngü. * Huysuz ve kötü insan. |
hemana |
f. Sanki, güya. * Aynen, tıpkı, tamamen. |
hemanend |
f. Benzer, gibi. |
hemare |
Her zaman, her an, dâima. |
hemazî |
Sür'at, hız. |
hemde |
Ölümle haşir arası. |
heme |
f. Cümle. Hep. Bütün. |
heme ez ost |
Herşey ondandır. |
heme ost |
Hepsi odur. |
hemec |
Kıymetsiz, değersiz. * Şaşkın. * Övez (denen at sineği). |
hemece |
Zayıf koyun. |
hemegan |
f. Cümlesi, tamamı, bütünü, hepsi. |
hemel |
Çobanı olmayan deve. |
hemercel |
Yorga at. |
hemeyan |
Akmak, seyelân etmek. |
hemezat |
(Hemeze. C.) Kuruntular, vesveseler, şüpheler, tereddütler. |
hemeze |
Vesvese. Şeytanın desisesi. Kuruntu. |
hemger |
f. Çulha dokuyucu. |
hemheme |
Rüzgârın esmesi ile ağaç yapraklarından çıkan sesler. * Aslan bağırması. * Deve sesi. |
hemî |
f. Tıpkı bu, bu bile. |
hemî' |
Ölüm, mevt. |
hemicek |
Şehre köyden yeni gelip bir şey bilmez şaşkın ve kaba adam. |
hemîm |
Ağır ağır gitmek. * Otun tazeliğinden dolayı parlaması. |
hemîme |
Yumuşak rüzgâr. * Ufak taneli yağmur. |
hemîsa' |
Kuvvetli adam. |
hemîşe |
f. Dâima. Her zaman. |
hemk |
Bir kimseyi bir işle meşgul etme. Birini bir işe daldırma. * İnat etmek. * Sa'y etmek, çalışmak. * Cür'et etmek. ◊ Yumuşak. Kof. |
heml (hemelân) |
Gözden yaş akmak. |
hemla' |
Seri. * Kurt (canavar.) |
hemlece (himlâc) |
Atın yorga olması. |
hemm |
Gam, keder, tasa, hüzün. |
hemmame |
Zehirli hayvan. Akrep. |
hemmas |
Yavuz arslan. |
hemmaz |
Koğucu. |
hemr |
Su dökmek. * Göz yaşı akıtmak. * Süt sağmak. * Atâ etmek, hediye vermek. |
hemrace |
Karıştırmak. |
hems |
Gizli ses. Çok gizli. Sesi gizlemek. * Ağzı açmadan lokma çiğnemek. * Fütursuz olarak geceleyin yola gitmek. * Peçe. * Sıkmak. * Kırmak. |
hemş |
Ameli seri olan, hızlı, hareketleri çabuk olan. |
hemşehri |
f. Aynı şehirden. Aynı memleketli olan. |
hemsen |
Gizli sesle. Gizli ses. Savt-ı hafi. |
hemşime |
Kuru odun. Kurumağa yüz tutmuş ağaç. Ağaçları kurumuş yer. |
hemşire |
f. Aynı sütü emen kızkardeş. Abla, bacı. * Hastabakıcı kadın veya kız. |
hemşire-zâde |
f. Kızkardeş çocuğu. |
hemt |
Karıştırmak. Değerini anlamadan almak. |
hemta |
f. Eş denk. Benzer. |
hemu' |
Göz yaşı akmak. |
hemyan |
f. Kese, torba, çanta, dağarcık. |
hemz |
Dürtme, kakma. * Parmaklarla sıkma. * Yere çalma, vurma. * Isırma, dişleme. |
hemze |
( ) Elif veya elif yerine kullanılan işaret. Elif, vav, ya, he üzerine konulan ve 'e' diye okutan işaret. * Parmakla sıkma, dürtme, sıkıştırma. |
hemzend |
f. Beraber olanlar. Beraber çalışanlar. |
hen'a |
Devenin boynunun altına konan işaret. * Menazil-i Kamer'den bir menzil. |
henabik |
Halka nasihat edip, dediğini kendi yapmayan kimse. |
henae |
Yemeğin sindirilip hazmolması. |
henazîr |
Hınzırlar, domuzlar. |
henb |
Vehamet. * Ağırlık. |
henbele |
Topal sırtlanın yürümesi. |
henber |
Kısa boylu kimse. |
henberît |
Sırf yalan. |
hencam |
f. Elinden iş gelmeyen, beceriksiz kimse. |
hencar |
f. Kaide, kural, yol, usul. |
hend |
İmsak etmek. |
hendek |
(Bak: Handek) |
hendelîn |
Sözü çok olan kimse. |
hendeme |
Bir şeyi yerli yerince yapmak. |
hendese |
Geo: şekil bilgisi. *Mat.: Çizgi, yüzey ve hacim olarak bu üç şeklin özelliklerini ve ölçülerini inceleyen matematik kolu. |
hendesehane |
f. Eskiden mühendis mektebi, teknik üniversitesi. * Bayındırlık ve belediye gibi dairelerin mühendislere mahsus şubesi. |
hendesî |
Muntazam şekli ile alâkalı ve hendeseye dâir. Geometrik şekle dâir. * Geometri ile alâkalı ve müteallik. |
henene |
Bir cins kirpi. |
henf |
Sür'at yapmak, hız yapmak. |
hengâm |
f. Zaman, devir, çağ,sıra, vakit, mevsim. |
hengâme |
f. Seslerin birbirine karışmasından çıkan gürültü. Kavga, gürültü. Şamata. |
hengâme-gir |
f. Meddah, oyuncu. Hikâye söyleyici, hokkabaz. * Diş macunu, leke tozu gibi şeyler satan çığırtkanlar. * Kavgacı, gürültücü. |
henî |
Hazmı kolay olan, faydalı ve sıhhate uygun. |
henîe |
şiddetli emir. |
henîen |
Sıhhat ve afiyet olsun. |
henîen leküm |
Size âfiyet olsun, şifa olsun. Helâl olsun. * Tebrik ederiz. |
henîn |
Ağlamak. |
heniyye |
Kolaylık, sühulet. |
henk |
Darlık. Güçlük zorluk. ◊ Katı yağmur. |
henme |
Gizli ses. |
henn |
Ağlamak. * Ayıptan kinayedir. |
henne |
Kişinin kendi karısı. |
hent |
Bir nevi kirpi. * Göz içinde olan yağ. |
henüz |
f. Daha, yeni, şimdiye kadar, ancak. |
hepten |
Bütünüyle, tamamıyla. |
her |
f. Bütün, hep, tamamen. |
her dem |
f. Her zaman, her dakika. Dâimâ. |
her dem taze |
Parlaklık ve tazeliğini dâima muhafaza eden. * Mc: Daima genç görülen, gençliğe heveskâr. |
her' |
şiddet. * Etin iyi pişmesi. |
her'a |
Küçük bir canavar. * Erkeğiyle muhalata ettiğinde şevkinin şiddetinden hemen inzal eden kadın. |
her-ayine |
f. Mutlaka, elbette. Behemehal, zaruri, herhalde. |
her-bar |
f. Her defa, her kere. |
her-ca |
f. Her yer. |
her-çend |
f. Her ne kadar. Her ne zaman. |
herab |
Kaçmak, firar etmek. |
heras |
Dikenli ağaç. |
herave (hirave) |
Ağır, yoğun asâ (baston). |
herc |
İnsanların arasında meydana gelen fitne, fesad. * Söze dalıp çoğaltmak. Haltetmek. Sözü karıştırmak. * Kapıyı açık bırakmak. * İnsanların işlerinin karışması. * Seğirtmek. * Katletmek. More… |
herç |
Karışıklık, gürültü. Nizamsızlık. |
herc ü merc |
f. Darmadağınık. Karmakarışık. Allak bullak. |
hercaî |
(Hercâyî) Her yerde bulunur, kendine mahsus belirli bir yeri bulunmayan. Serseri, derbeder. * Kararsız, sebatsız, vefasız, dönek, mütelevvin. |
hercan |
Uzun ve kalın olan şey. * Hayvanın yab yab yürümesi. |
hercâyî menekşe |
Bir cins menekşe. |
hercele |
Karışık yürümek. |
herçi bad abad |
f. Her ne olursa olsun. İster istemez. |
herd |
Deve kuşunun dişisi. * Yarmak. * Kat'etmek, kesmek. |
hereb |
Kaçma, firar. * şiddetli üzüntü, keder. |
herec |
Sıcaklığın fazlalığından devenin gözünün kararması. |
herek |
Asmaları, fidanları, fasulye gibi tırmanıcı nebatları bağlamak için yanlarına dikilen sırık, değnek. |
herem |
Kocamak, yaşlanmak, ihtiyar olmak. * Mısır'da firavunlar zamanından kalmış piramit şeklindeki mezarların beheri. * Geo: Mahrutî şekil, piramit. |
heremdîde |
f. Yaşlanmış, kocamış, ihtiyarlamış. |
herf |
Acele. Sür'at, hız Hezeyan. |
hergâh |
f. Her vakit, her an, her zaman. |
hergele |
Binilmek ve yük taşımak için alıştırılmamış at, kısrak, beygir veya merkep sürüsü. * Böyle bir sürüye dahil olan hayvan. * Mc: Terbiye ve görgüden büsbütün mahrum adam. * Bir işe yaramaz More… |
hergiz |
f. Aslâ, kat'iyyen. Hiçbir suretle. |
herhere |
Su çağıltısı. * Koyunu çağırmak. * Aktığında sesi ve çağıltısı işitilecek kadar çok olan su. |
herhîr |
Bir nevi yılan. |
heri' |
Acele, sür'at. * Akıcı kan. * Korkak kimse. * Zayıf kimse. |
herif |
(Bak: Harif) |
herifçioğlu |
Kızılan kimse hakkında zamir gibi kullanılan argo bir tabirdir. |
herim |
Çok ihtiyarlamış ve kocamış kimse. |
herime |
Dişi arslan. |
herîr |
Köpek uluması. * Köpek hırlaması. |
herise |
Keşkek yemeği. |
herît |
Ağzı büyük kişi. * Ferciyle dübürü bir olan kadın. |
herkele |
İncelik, nezafet, hoşluk, letâfet. * İnce, zarif, lâtif, hoş. |
herkül |
yun. Cesaretiyle meşhur olup, efsaneleşmiş bir Yunanlının adı. (Onlarda kuvvet sembolüdür) |
herm |
Bir ot cinsi. |
hermele |
Yolmak. |
herna' |
Ufak bit. |
herr |
Köpek uluması, köpek hırlaması. |
herru |
Ne olursa olsun. Ya batar ya çıkar.' mânâsındaki 'ya herrû ya merrû tâbirinde geçer. |
hers |
Tokmak ile dövmek. * Mersin ağacı. * Arslan. * Kedi. ◊ Ufak kurt. |
herş (herâş) |
Yırtmak. * Çekişmek. |
herşebe |
Yaşlı kuru kadın. |
herşefe |
Bez veya aba parçası. (Su az olduğu zamanda yerden onunla yağmur suyunu alıp bir kabın içine sıkarlar.) * Çok yaşamış, ihtiyar, kuru kadın. * Çok eski olan kova. |
herseme |
Arslan, gazanfer, esed, haydar. * Burun. |
hert |
Dokunaklı söyleme, iğneleyici bir şekilde konuşma. * Yırtma. * Dürtme. |
herus |
Eski elbise. |
herv |
Dövme, sopalama. * Pişirme. * Afganistan'da bir şehrin adı. |
hervele |
Yürüyüş. * Koşma. |
herya' |
Ağaç hışırtısı. |
herz |
Yırtmak. |
herze |
f. Boş söz. Saçmasapan söz. Boş lâkırdı. |
herzederay |
f. Mânâsız ve saçmasapan sözler konuşan. |
herzegû |
f. Saçma sapan konuşan. Lüzumsuz ve mânasız söz söyleyen. |
herzehayî |
f. Mânâsız konuşma, saçmasapan söyleme. |
herzeka |
Çirkin gülmek. |
herzekâr |
f. Saçma sapan konuşan, mânasız sözler söyleyen. |
herzekârane |
f. Saçma sapan konuşarak. Boş ve lüzumsuzca uydurmalarla, abuk sabukça. |
herzevat |
(Herze. C.) Herzeler, mânâsız ve boş sözler. |
herzevekil |
f. Kendine vazife olmayan şeylere karışan. Fodul, boşboğaz. Her şeye burnunu sokan. |
hesar (hesur) |
Arslan. |
heşaş (heşuş) |
Açık yüzlü şen yeynicek kişi. * Sağan kimseye sevip sütünü veren koyun. |
heşaşe(t) |
Şâdlık, hafiflik, irtiyah. * Gevreklik. |
hesb |
şeref. * Kifayet. |
heşeme |
(C.: Heşemât) Dağ keçisinin oğlağı. |
heshese |
Karışıp görüşme. |
heşheşe |
Şâdlık etmek, neşeli olmak. |
heşîle |
Sahibinin izni olmayarak bir adamın bindiği deve. |
heşîm |
Ufalanmak. Kırılmış, ufalanmış olmak. * Kırılmış, ufalanmış kuru ot. |
hesis |
Gizli ses, gizli kelâm. * Ezilmiş, ufalanmış nesne. |
hesm |
Kaba yemek. Bütün bütün yutmak. * Kesmek. * Toplamak, cem'etmek. ◊ Kırmak. * Kesmek. |
heşm |
Kırmak veya kesmek. |
hesmele |
Gizli söz. |
hesr |
İki kat edip eğmek. * Kırmak. |
hess |
Dövmek. * Kırmak, ufalamak. ◊ Öldürmek, katl. ◊ Sıkmak. |
heşş |
Gevrek, kolayca kırılabilir olan. * Keyifli, şen. |
heşt |
f. Sekiz. |
heştad |
f. Seksen. |
hestî |
f. Varlık. Var olma. Mevcudiyet. |
heştüm |
f. Sekizinci. |
het' |
Dikkatle bakmak. Acele etmek. |
hetalan |
Akmak. * Göz yaşı ve yağmur pespeşe gelmek. |
hetalla' |
Uzun ve iri vücutlu erkek. |
hetepete |
Kekeleme. Konuşurken şaşırıp tereddüd etme. |
heterojen |
yun. Kim: Cinsi ayrı olan. Türlü özellikteki taneciklerden yapılan maddelerdir. |
hetf |
Bir şeyi gizlice hatırlatmak. Seslenmek. Fısıldamak. |
hetil |
Akıcı, akan. |
hetît |
Birbiri ardınca tez tez gitmek. |
hetk |
Yırtma Yarma. Perdeyi yırtmak. Rezil olmak. Rezil etmek. |
hetl |
Ulaştırmak. * (Yağmur) çok yağmak. |
hetlan |
Sürekli yağan hafif yağmur. |
hetm |
Ön dişleri kökünden kırmak. |
hetma' |
Dişsiz olup kurban edilemeyen hayvan. |
hetme |
Çok kelâm, çok söz. |
hetmele |
Gizli kelâm, gizli söz. |
hetn (hütun) |
Yağmur yağmak. |
hetr |
Bunama, alıklaşma. Ateh getirme, ihtiyarlıktan çocuk gibi olma. * Sersemleşme, aptallaşma. * Birisini kötüleme. * Acib emir. * Zahmet, meşakkat. * Enine yarmak. ◊ Ağaçla vurmak. More… |
hett |
Yırtmak. * İkiye büküp kırmak. * Dökmek. |
hettak |
Yırtıp parçalayan, paramparça eden. |
hettal |
Dağ ismi. |
hettan |
Hafif kimse. |
hetul |
Çok miktar akmak. |
hev' |
Kötü hırs. ◊ Himmet. |
heva |
(C.: Ehviye) İki şeyin arasının uzaklığı. * Yer ile gök arası. * Yukarıdan aşağıya inmek. * Her bir boş, ıssız yer. ◊ İstek. Nefsin isteği. Düşkünlük. Gelip geçici olan heves. More… |
heva vü heves |
Zevk ve şehvetler. Boş ve geçici şeyler. |
heva-i nesim |
f. Güzel, lâtif, hoş hava. Lâtif mânevi gıda. * Hava (Atmosfer.) |
hevaci' |
Geyik. |
hevacir |
(Hâcire. C.) Günlerin en sıcak olan anları. * Göçenler, göç yapanlar, hicret edenler. * (Hücr. C.) Hezeler, hezeyanlar, boş ve mânasız sözler. |
hevacis |
(Hâcise. C.) Vesveseler, kuruntular. Akla gelen kötü düşünceler. |
hevadar |
f. Hevalı. Nefsine uymuş. Küstah. * Etrafı açık, havalı yer. |
hevade |
Yavaşlık. * Yumuşaklık. * Kavmin içinde salah ve muvâfakata sebep olması mümkün olan kimse. |
hevadî |
(Hâdî. C.) Rehberler, deliller, kılavuzlar. * Hidayet edenler, istikametli ve selâmetli yolu gösterenler. |
hevadic |
(Hevdec. C.) Kadınların binip oturmaları için devenin üzerine konulan küçük mahfeler. |
hevahah |
f. Sevilen, muhib, dost. |
hevahat |
Ahmak adam. |
hevahî |
Bâtıl nesne. |
hevaî |
f. Ciddi şeylerle alâkasız. Nefsine düşkün. Nefsine ve şehvetine mağlub. Hevâ ve hevese âit ve müteallik. |
hevaiye |
Hava gibi hafif ve lâtif karakterde olan şeyler. |
hevakâr |
f. Günahlı işlere hevesli. Hevâ ve hevesine bağlı. |
hevamm |
Böcekler, haşereler. Pire, tahta kurusu, bit, örümcek, yılan gibi, kışın gizlenip yazın meydana çıkan, insan ve hayvanın vücudundan beslenerek yaşayan, insana zararı dokunan (parazit More… |
hevan |
Hakaret, zillet, alçaklık, zelillik, aşağılık, horluk. |
hevaperest |
f. Sadece gayr-ı meşru lezzet ve hevesinin peşinde. Cenab-ı Hakk'ı, dinin emirlerini unutmuş, nefsine şiddetle muhabbet eden. Nefsine tapınır derecede Haktan gafil. |
hevas |
Çok yiyen kişi. |
hevatif |
(Hâtif. C.) Hâtifler. Gayıptan işitilen sesler. * Nidâ eden melekler. |
hevaya |
Zayıflık. |
hevb |
Yol, tarik. * Ateş alevi. * Karışık sözlü kimse. |
hevber |
Kırmızı gül. |
hevc |
(C.: Hüvüc) Uzun boylu ve akılsız olmak. * Rüzgârın sert esmesi. |
hevcele |
Hiçbir işaret ve alâmet olmayan ev veya sahrâ. * Yürügen deve. * Uzun boylu, ahmak erkek. |
hevd |
Tevbe etmek. |
hevda' |
Deve kuşunun erkeği. |
hevde |
Bağırtlak kuşu. |
hevdec |
(C.: Hevâdic) Kadınların binmesi için devenin sırtına konulan ufak mahfel. |
hevek |
Ahmaklık. |
heves |
Gelip geçici istek. Nefsin hoşuna gitmek. Devran edip gezmek. Akıl ile olmayıp nefis ile olan istek. |
heveş |
(Karın) Göçük olmak. |
hevesat |
f. Arzu ve nefsâni emeller. Boş, bâtıl ve günahlı şeylere dâir olan istekler. Hevesler. |
hevesdar |
f. Hevesli. |
heveskâr |
f. Hevesli istekli, arzulu. Meyli ve arzusu olan, heves eden. |
heveskârân |
(Heveskâr. C.) İstekliler, hevesliler. |
heveskârî |
f. Heveskârlık, heveslilik. |
hevesnâk |
f. Hevesli, heves edici, istekli. |
hevesnâkân |
(Hevesnâk. C.) Hevesliler, heves edenler. |
hevesperver |
f. Hevesli, heveskâr. |
hevheve |
f. Ağacın yapraklarının rüzgâr esmesi ile çıkardığı sesler. |
hevl |
Korku. Korku verici. * Ürkmek. Dehşet. Yılgınlık. İhtilâl-ı dimağ (beyindeki bozukluk) sebebi ile bâzı hayâli suretler tevehhüm ederek ondan korkmak. |
hevl-âver |
f. Korkunç, korku getiren, korku veren. |
hevl-engiz |
f. Korkunç korkulu. |
hevl-nâk |
f. Korkulu, korkunç. |
hevlul |
Hafif adam. |
hevm |
Uyuklayıp başını her tarafa eğmek. |
hevn |
Kolaylık, sühulet. * Vakar. Teenni. * Sükunet. Sekine. Rıfk. * Ufak şey. Hor ve zelil olmak. |
hevr |
Birisini itham etmek, töhmet. Zan. Takdir ve tahmin etmek. * Binayı yıkmak, yıkılmak. * Sulu, ağaçlı yer. * Koyun sürüsü. |
hevre |
Dövmek. * Çok fazla yemek. |
hevs |
Bir şeyi vurarak kırmak. * İfsad etmek. * Dolaşmak. * Davarı yavaşça ileri sürmek. |
hevş |
Çok miktar. |
hevte |
Suya gidecek yol. |
hevzeb |
Yaşlı deve. |
hevzele |
Depretmek, hareket. |
hey' |
Gönül dönmek. * Yaramaz gönüllü olmak. * Korkak olmak. |
hey'a |
Yere dökülen birşeyin akması. * Korkutucu ses. |
hey'are |
Bir yerde karar etmeyen kadın. |
hey'at |
Hey'etler. Ayrı ayrı mânalar. Kısımlar. |
hey'et |
Şekil. Suret. Görünüş. * Birlik teşkil eden şahısların mecmuu. * Gök ve yıldız ilmi. Astronomi. * Duruş, vaziyet, keyfiyet. Tabiat ve cibilliyet. Bir şeyin cibilli vaziyeti. |
hey'etşinas |
f. Astronomi bilgini. Sema ve ecramın ahvâline vâkıf olan. |
hey'urur |
Meşakkat, zahmet. |
heyakil |
Heykeller. |
heyam |
Hayranlık hâli. * Çok yumuşak kum. |
heyamola |
Eskiden ramazanlarda para toplamak gayesiyle mahalle çocukları tarafından teşkil edilen bir nevi dilenci alaylarında söylenen bir tâbirdir. * Eskiden gemiciler gemi demirini çekerken veyahut More… |
heyatile |
Hind taifesinden bir kavim. |
heyban |
Korkunç, korku getiren. * Çok utangaç çekingen. * Korkak. * Çoban. |
heybe |
Eşya koymaya mahsus iki taraflı küçük torba. |
heybet |
Hürmetle beraber koruk hissini veren hal. Sakınıp korkulacak hal. Azamet. |
heybub |
Korkak. |
heyc |
Heyecan, telaş. * Galeyan, tahrik. * Kavga, harp, savaş, cenk. |
heyca |
Cenk, cidal, vuruşma, birbirini öldürme, kıtal. |
heycagâh |
f. Muharebe meydanı, savaş yeri. |
heycemane |
Büyük inci. |
heyd |
Depretmek. * Zahmetli olmak. ◊ f. Ekinci yabası. |
heydeb |
Yere yakın olan bulut. |
heydebî |
Atın bir çeşit yürümesi. |
heyecan |
Birden bire şiddetle hislenme. Ürperme. * Coşkunluk. Coşmak. |
heyef |
İnce belli olmak. |
heyelan |
Toprak kayması. |
heyeman |
(Heym) Şaşkınlık. Tutkun olmak, âşıklık. |
heyf |
Sıcak rüzgâr. |
heyg |
Çoğaltmak. |
heyha |
Deveyi yulafa çağırmak. |
heyhat |
'Teneffür ve tehassür ifâde eder; 'sakın, savul, yazıklar olsun, uzak ol' mânalarına geldiği gibi, daha ziyade; Eyvah, yazık, ne yazık, ne kadar uzak... gibi mânalar için More… |
heyî |
f. Varlık, madde. |
heykel |
Taş, tunç, kil ve alçı gibi maddelerden yontularak, kalıba dökülerek veya yoğurulup, pişirilerek yapılan insan, hayvan vs. şekli. * Büyük bina, anıt, büyük ve yüksek yapı, âbide. * Mc: Soğuk More… |
heykeltraş |
Heykel yapan kimse. |
heyl |
Dökmek. * Bir şeyi ölçüsüz def'etmek. |
heylele |
Lâ ilâhe illâllah' demek. |
heyleman |
Çok, kesir. |
heylulet |
(Bak: Haylulet) |
heym |
(Heyemân) Şaşkınlık. * Âşık olma, tutkun olma. * Yüzü yere koymak. |
heymere |
Koca avret. İhtiyar kadın. |
heyn |
(Heyyin) Kolay. Rahat. * Vakar. Sükunet. |
heyne |
Tıb: Kolera hastalığı. |
heyneme |
(C.: Heynem) Gizli ses. |
heyr |
Rüzgâr adı. * Sağlam ve sert taş. |
heyra' |
Korkak, ahmak kimse. |
heyrea |
Çoban düdüğü. * Meyyitin kabrine toprak dökmek. |
heyrun |
Bir nevi hurma. |
heys |
Atâ etmek, vermek, bağışlamak. * Hareket. ◊ Yürümek. |
heyş |
Hareket. * Davar sağmak. * Fitne. * Iztırab, acı. |
heysam |
Arslan. * Kısa boylu kişi. |
heysar |
Arslan. |
heyşe |
(C.: Heyşât) Husumet, hasımlık. * Çekişmek, nizâ etmek. |
heysem |
Toy kuşunun yavrusu. * Tavşancıl yavrusu. * Akbaba yavrusu. * Kurt eniği. |
heyşer |
Ot. * Ağaç. |
heyşur |
Ot. * Ağaç. |
heytal |
Tilki. |
heytale |
(C.: Heyâtıl) Helva kazanı. |
heytelek |
Gel' mânasınadır. |
heyub |
Azametli, heybetli, gösterişli. |
heyula |
Zihinde tasarlanan korkunç hayal. * Gösteriş ve iriliği olduğu halde hiçbir te'siri ve değeri olmayan şey. * Eski felsefede: Eşyanın aslı ve gerçek olan kısmı. Madde. (Bak: Esir) |
heyulâniyyun |
Maddeciler. |
heyyin |
Kolay, sühuletli. |
heyz |
Kırık kemik sarılıp ovulduktan sonra tekrar kırmak. |
heyza |
Fazlaca kusma, istifra etme. * Tıb: Kolera hastalığı. |
heyzale |
İnsan sesleri. * Cemaat, topluluk. * Çok asker. * Büyük deve. * Belinden aşağısı şişman olan kadın. |
heyzam |
Bahâdır, kahraman. |
heyzüm |
f. Kuru odun. |
heyzüm-pâre |
f. Odun parçası. |
hez |
Eğlence. Ciddi olmayan söz. |
hez' |
Kırmak. |
hezabir |
(Hizebr. C.) Arslanlar, esedler. * Yiğitler, kahramanlar. |
hezar |
f. Bin. (1000) * Pek çok. * Bülbül. |
hezaran |
f. Binler. Binlerce. Pek çok. * Bülbüller. |
hezardasten |
(Hezârdestân) f. Bülbül. |
hezaren |
'Sıcak memleketlerde yetişen; ve baston, sandalye gibi şeyler yapmakta kullanılan bir cins kamış.' |
hezarfenn |
f. Çok bilen, bir çok san'atı birden çok yüksek derecede yapabilen. * Minâre ustası. |
hezarmîh |
f. Bin yerinden yamalı derviş hırkası. * Çok süslü. * Gök yüzlü. |
hezarpa |
f. Çok ayaklı, bin ayaklı. * Kırkayak. |
hezarpare |
f. Bin parça, çok ufak. |
hezartabe |
f. Güneş, şems. |
hezaryar |
f. Bin defa. Bin kerre. |
hezazîk |
Süratle kat'etmek, çok çabuk kesmek. |
hezb |
(C.: Hizâb-Ehazıb) Yağmur damlası birbiri ardınca damlamak. |
hezbe |
(C.: Hüzub-Hizâb Hizabât) İri katreli yağmur. * Otu az olan yüksek tepe. |
hezec |
Gök gürültüsü. * Güzel sesle şarkı söylemek. |
hezecat |
(Hezec. C.) Yağmur çisiltisi. Yağmur sesi. |
hezeliyat |
(Hezl. C.) Ciddi olmayan sözler. Saçma sapan konuşmalar. Deli saçması. |
hezeyan |
Kötü sözler. Soğuk şakalar. * Sayıklama. Saçma sapan konuşma. |
hezeyanat |
(Hezeyan. C.) Sayıklamalar. * Saçma sapan ve mânâsız konuşmalar. |
hezf |
Yaşlı devekuşu. |
hezhaz |
Aygırları boyunlarından sıkıp zebun eden yavuz aygır. ◊ Keskin kılıç. |
hezheze |
Cisimlerin, hava yahut başka bir şey dokunmasiyle titremesi. |
hezî |
Ahmak. * Vakit, saat. |
hezîc |
Ahmak kimse. * Süratle yürüyen kimse. |
hezîl |
Zayıf, arık. Bitkin. |
hezîm |
Sağanaklı yağmur. * Gök gürültüsü. * Koşarken kişneyen at. |
hezîmet |
Bozgunluk, mağlubiyet. |
hezîz |
Deprenmek. |
hezk |
şiddetli gök gürültüsü. * Uçurmak. * Yuvarlamak. |
hezl |
Ciddi olmayan söz. Saçma, uydurma, yalan konuşmak. * Edb: Meşhur bir manzumeye lâtife tarzından nazım yapmak. Bu tarzda yapılan nazım. |
hezlâmiz |
Şaka ile karışık söz. Mizahlı kelâm. |
hezliyât |
(Hezl. C.) Mizah ve şakayla ilgili söz veya şiirler. |
hezm |
Bozma, mağlub etme, hezimete uğratma. * Sıkıştırma, sıkma, bir şeyi sıkıp ezme. ◊ Çok çabuk kesmek. * Sür'atle yemek. ◊ Seğirtmek. * Taze olmak. * Kırmak. |
hezme |
Elle basıldığında veya sıkıldığında oluşan çukur. |
hezmele |
Bir cins yürüyüş. |
hezr |
Saçmasapan, boş ve mânâsız söz. |
hezra |
(C.: Hezrât) Vurmak. |
hezreme |
Sür'atle okumak. Sür'atli kelâm. |
hezz |
Hareket ettirmek. Depretmek. Tahrik. ◊ Hızlı okumak. * Süratli kesmek. ◊ Vurmak, dövmek. * Isırmak. |
hezza |
İnsan topluluğu, hayvan sürüsü. |
hezzam |
Keskin. |
hezzar |
Devamlı saçmalayan adam. |
hezzuz |
Keskin. |
hi |
Arabça alfabede dokuzuncu harftir. Ebced hesabına göre 600 sayısına işaret eder. |
hi'ha' |
Bir sapı kara ot. |
hiba |
(C.: Ahbiye) Abadan veya keçeden yapılmış göçebe çadırı, oba. ◊ Bahşiş. * Kadına kocasından kalan hisse. * Vergi. ◊ Yağmurdan korunmak için kurulan çadır. Tente. |
hiba' |
Atâ, bahşiş, hediye. |
hibab |
Dostluk, sevmek. (Bak: Hubb) * (Habb. C.) Tohumlar, taneler. * Haplar. ◊ (C.: Havâbibe) Hısımlık, yakınlık, akrabalık, karâbet. ◊ Neşat, sevinç, sürur. ◊ Sevişmek, More… |
hiBak |
Yarpuz otu. * Yelmek. |
hibal |
(Habl. C.) Urganlar. İpler, halatlar. |
hibale |
(C.: Habâil) Maddi ve manevi şeylerde tuzak, ağ. * Kement, bağ. ◊ Kement. |
hibas |
Su bendi. |
hibat |
Yüzde olan dağ ve nişân. * Davarın ayağında ve uyluğunda yapılan işâret. ◊ (Hibe. C.) Bağışlar, hibeler. |
hibazet |
Ekmek yapma mesleği, ekmekçilik. |
hibb |
Bahadırlık, kahramanlık. * Gammazlık. ◊ Seven. Dost. Muhabbet eden, arkadaş. ◊ Kurnaz, aldatıcı, hileci kimse. ◊ Muhabbet. * Habib. Yoldaş. |
hibban |
(Hibb. C.) Mahbublar, sevgililer. |
hibbe |
(C.: Hibeb) Yırtık ve eski kumaş parçası. Paçavra. ◊ Hımhım otunun tohumu. |
hibe |
Bağışlamak. Parasız ve karşılıksız vermek. Bağışlanan şey. * Hal ve şân. ◊ (C.: Hıbeb-Hıbâb) Yaban otlarının tohumu. |
hibe-name |
f. Bir kimseye birşey hibe edip bağışlamak üzere yazılan kâğıt. |
hibeb |
(Hibbe. C.) Paçavralar. Kesilmiş bez veya kumaş parçaları. ◊ Habbler. Taneler, tohumlar. (Hubub da denir) |
hibek |
'(C.: Hubük) Rüzgârın lâtif estiği zaman denizde veya kumda meydana getirdiği yol yol kırıntılar ve dalgacıklar. Saçların kıvırcıklığından hâsıl olan dalgalanmalar. Kelimenin aslı olan More… |
hibher |
Galiz, kaba. |
hibik |
Uzun, tavil. * Hızlı yürüyüşlü at. |
hibk |
Yellenmek. |
hibl |
Yaşlı, ihtiyar. * Uzun boylu kimse. * Büyük deve. |
hibla' |
Yeyici, yiyen. * İt, köpek, kelb. |
hibne |
(C.: Hıben) Büyük çıban. |
hibr |
(C.: Ahbâr - Hubur) Yahudi âlimi. * Salih âlim. * Sürur. * Ni'met. * Mürekkeb. * Eser, nişâne. |
hibrak |
Yellenme. |
hibre |
(Hibret) Bir şeyin iç yüzünü hakkı ile bilmek. ◊ Tecrübe etmek, denemek, sınamak. |
hibre (habre) |
(C.: Hıber-Hıberât) Yemeni, alaca renkli bez. |
hibrir |
(C.: Habârîr) Dağ çiçeği. |
hibriyye |
Kepek. |
hibriziyy |
Acem askerlerinden şanlı bir süvârinin adı. |
hibs |
Suyun aktığı yöne konan ve içinde su biriken ağaç veya taş. |
hibse |
Yaramaz, habis nesne. |
hibt |
(Bak: Hebt) |
hibte |
Azıcık süt. * Bir içim su. |
hibve (hubve) |
(C.: Hubâ) Gökyüzüne yayılmış büyük bulut. * Dizlerini büküp, mak'adı üzerine oturup, elleri dizleri altından bağlamak. * Bele takılan şey. |
hîc |
Deveyi azarlama ve zecir sesi. |
hiç |
f.Değersiz, kıymetsiz. Yok olan, yok denecek kadar az olan. |
hîca |
(Bak: Heycâ) |
hica |
Akıllı. * Münasib, lâyık. ◊ Bulmaca, bilmece. |
hica' |
Hicvetme, yerme. Birisi hakkında alay eder tarzda yazılar yazma. |
hicab |
Perde. Örtü. Hâil. * Utanma. Kendini kusurlu bilip insanlar arasından çekilmek. * Men'etmek. * Allah ile kul arasındaki perde. * Setretmek. Gizlemek. |
hicab-aver |
f. Hicab verici, utandırıcı. |
hicabat |
(Hicab. C.) Perdeler. * Tılsımlar. |
hicabet |
Kapıcılık. Perdecilik. * Teşrifatçılık, mabeyncilerin mesleği. Saray memurluğu. * Ortaçağ islâm devletlerinde vezirlik. * Kâbe perdeciliği. |
hicabî |
Zar ve perde ile alâkalı ve ona müteallik. Perde ve örtüye âit. * Mahcub. Utangaç. |
hicac |
Hüccet, delil, senet göstererek muaraza ve mübahase eylemek. * Tıb: Göz çukuru ve kaş kemiği. |
hiçahiç |
f. Hiç. Yok. Bomboş. |
hical |
(Hacle. C.) Gerdekler, gelin odaları. * Çadır kapısına asılan kalın perde. ◊ (Hecl. C.) Uçurumlar, derinlikler, yarlar, çukurlar. |
hicam |
Hayvanlara takılan ağızlık. |
hicame |
Deve ağzına ısırmasın diye takılan ağızlık. |
hican |
İyi, kerim kimse. * Güzel ve beyaz deve. |
hicar |
Aygır atın ön ayağını arka ayağının birisine sağlamak. * Devenin ayağını bileğinden semer ağacına bağladıkları ip. ◊ (Hacer. C.) Taşlar. |
hicare |
(C.: Hıcer) Su üstünde olan kabarcık. * Taş. |
hicaz |
Arabistan'da Mekke-i Mükerreme ile Medine-i Münevvere'nin bulunduğu mıntıka. |
hicazî |
(Hicaziyye) Hicaza mensub. Hicazla alâkalı. * Hicazlı Arap. |
hicce |
(C.: Hıcec) Bir kere haccetmek. * Sünnet. ◊ Bir defa hacca gitmek. |
hiccîra |
Âdet, usul, kaide. |
hiccira' |
Şân. * Zât. * Âdet. |
hiccire |
Âdet. * Halk. |
hicer |
Her nesnenin kenarı. |
hichic |
Tatlı su. * Erkek koyun. |
hiçî |
f. Hiçlik. Yokluk. |
hicir |
Başkalarından üstün ve faziletli olan. Bir kimsenin sireti ve mesleği. Huy, âdet, tabiat. |
hiciv |
(Bak: Hicv) |
hiçkâre |
f. İşi rast gitmeyen. |
hiçkes |
f. Hiç kimse. |
hiçkirik |
t. Fazla yemekten ve asabi sebeplerden diyaframın kasılması ve akciğerlerdeki havanın şiddetli ve gürültülü bir şekilde dışarı atılması. * Boğaz tıkanacak surette ve derinden iç çekerek More… |
hicr |
(Hicir) Men'etmek, bırakmak. * Şer'an haram olan şey. * Semud Kavmi'nin bulundukları vadinin ismi. (Bak: Hacr) ◊ Ayrılık. * Başkalarından ayrı fâzıl ve üstün More… |
hicr suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 15. suresidir. |
hicran |
Uzaklaşma. Ayrılık. Ayrılıktan gelen keder, sızı, acı. Dostluğu ve ülfeti kesmek. |
hicret |
Bir yerden bir yere göç etmek. Kendi memleketini bırakıp başka memlekete taşınmak. * Hz. Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın Mekke'den Medine'ye hicret etmesi. İslâmiyetin ilk More… |
hicrî |
Hicrete ait ve müteallik. |
hicrî tarih |
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Mekkeden Medine'ye hicret ettiği günü başlangıç olarak alan tarih. Milâdi ve Rumi tarihler gibi oniki ay esasına dayanan hicri sene, Muharrem More… |
hicri' |
Uzun boylu ahmak erkek. * Tazı, köpek, kelp. |
hicris |
Tilki eniği. |
hicv |
(Hiciv) Birini şiir ile zemmetmek, onu gülünç hale koymak. Bu şekilde yazılan şiir veya manzume. * Alay etmek. (Bak: Hecv) |
hicvî |
Hicivle alâkalı. Hiciv denilen tarz-ı zemme ait ve müteallik olan şeyler. |
hicviyyât |
(Hicviyye. C.) Edb: Hicivle ilgili manzume ve şiirler. |
hicviyye |
(C.: Hicviyyât) Hiciv tarzında yazılmış manzume. |
hid' |
Koyunlar ürküp dağıldıklarında, onları durdurmak için söylenen bir kelimedir. |
hida' |
Hile. Düzen kurmak. Aldatmak için yapılan oyun. ◊ Hile. |
hidab |
(Hadeb. c.) Kamburluklar, tümsekler, yumruluklar. |
hidac |
Yapılan ibadette kusur, noksan, eksiklik. ◊ Eksik, noksan. |
hidace |
(C.: Hadâic) Devenin sırtına yüklenen yük. |
hidad |
Dul olan bir kadının mâtem tutup süsten vazgeçmesi. |
hidadet |
Demircilik. |
hidae |
(C.: Hıdâ') Dölengeç kuşu. * Sarfetmek, harcamak. |
hidafe |
Etlilik, şişmanlık. |
hidak |
(Hadeka. C.) Göz bebekleri, hadekalar. |
hidam |
(Hizmet. C.) Hizmetler. Vazifeler. * (Hademe. C.) Devenin ayaklarına bağlanan halkalar, kayışlar. Ayak bilezikleri, ayak köstekleri. |
hidan |
Ahmak, salak. |
hidane |
(Bak: Hızane) |
hidare |
Oturma, ikamet. |
hidas |
Nihayet, son, netice, bitim. |
hidaş |
Tırmalama. |
hidase |
Pâk etmek, temizlemek. * Kahramanlık, yiğitlik. * Abdest bozmak. |
hidat |
(Hâdî. C.) Hidayeti ve doğru yolu gösterenler. |
hidaye |
Çaylak kuşu. |
hidayet |
Doğruluk. İslâmlık. Hakkı hak, bâtılı da bâtıl olarak görüp doğru yola girmek. Dalâletten ve bâtıl yoldan uzaklaşmak. |
hidayet-edâ |
f. Hidayete sebeb olan. Hidayet verici. |
hidb |
Arkası yumru kimse, kambur. |
hidbar (hidbîr) |
(C.: Hadâbir) Zayıflığından arkasında eti kurumuş deve. |
hidc |
(C.: Ahdac-Huduc) Yük. * Deveye konulan mahfel. |
hiddet |
Öfke. Kızgınlık. Gadab. Dargınlık. Hışım. * Keskinlik. |
hiddîs |
Çok sözlü, çok konuşan. |
hideb |
şişman gövdeli kimse. |
hidemat |
(Hizmet. C.) Hizmetler. Vazifeler. Hizmetliler. ◊ (Bak: Hidemat) |
hidemm |
Bahşişi çok olan kimse. |
hidfe |
İnsan cemaati, insan topluluğu. |
hidîv |
f. Vezir, âsaf. * Kral nâibi. * Osmanlı Padişahı Abdülaziz zamanında (1861 - 1876) Mısır valilerine verilen ünvan. Sultan Abdülaziz, hıdîv ünvanını Büyük Fuad Paşa'nın arzusu üzerine More… |
hidîvâne |
f. Bir vezire veya Mısır hıdîvine yakışır şekil ve surette. |
hidk |
Kesmek. * İhâta etmek, kaplamak, içine almak. |
hidmel |
Eski kaftan, eski elbise. |
hidmet |
(Bak: Hizmet) |
hidn |
Koltuk altından yan başına varana kadar, kucak. * Nahiye. * Canip, taraf. |
hidr |
Mâni, engel. * Perde, hâil. |
hidrellez |
(Hıdırellez) Rumi Nisan ayının 23. gününe verilen addır. Bu tarih 6 Mayıs'a tekabül eder. Doğrusu Hızır ve İlyas'tır. |
hidroelektrik |
Fr. Su gücünü kullanarak elde edilen elektrik. |
hidrofil |
Fr. Suyu kolayca emen madde. |
hidrojen |
Fr. (Bak: Müvellid-ül ma') |
hidsan |
Sonradan olmuş nesne. |
hifa' |
Her şeyin örtüsü ve perdesi. * Kırba örtüsü. |
hifaf |
Tavaf etmek. * Ziynet vermek. * Yan, taraf. ◊ Yeyni, hafif. |
hifaz |
Gayret. * Vefalılık. ◊ Gelin düğünü. |
hiff |
Yağmurunu döküp hafiflemiş bulut. * Biçilmediğinden tanesi dağılmış ekin. * Bir nevi balık. ◊ Hafif, zayıf nesne. |
hiffe |
Yeynilik.Hafiflik, zayıflık. |
hiffet |
Hafiflik. * Mc: Onurlu ve vakarlı olmamak. Temkinsizlik. Akılsızlık. Hoppalık. |
hifrî |
Bir otun adı. |
hifş |
Küçük ev. |
hify(e) |
Yalın ayak yürümek. |
hifz |
Saklama. Koruma. Siyanet. Muhafaza. * Ezber etmek. Hatırda tutmak. Kur'an'ı ezberde tutmak. |
hifze |
(C.: Hafâyiz) Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Gayret etmek. |
hifzissihha |
(Hıfz-üs sıhha) Sağlıklı yaşamak için doğrudan doğruya kişi ve içinde bulunan çevrenin sağlıkla alâkalı şartlarını tetkik edip inceleyen, gerekli tedbirleri olan ve bu çeşit çalışmalardan More… |
hîk |
Tulum.HİK (Heykal-Heykam) - Devekuşunun erkeği. * İnce uzun. |
hikab |
Arap kadınlarına mahsus bir nevi kumaştır, onu bellerine kuşanıp süslerini ve zinetlerini ona takarlar. |
hikal |
Zayıflık, süstlük. |
hikayat |
Hikâyeler. |
hikâye |
(Hikâyet) Bir hâdiseyi anlatmak. Anlatma. * Olmuş bir hâdise. |
hikâye-nüvis |
f. Hikâye ve roman yazarı. Hikâyeci, romancı. |
hikâye-perdâz |
f. Hikâye anlatan, hikâye ve roman söyleyen. |
hikb |
(C.: Ahkâb) Uzun zaman, dehr. |
hikbe |
(C.: Hıkeb) Yıl, sene. * Seksen yıl. |
hîkçe |
f. Küçük tulum. |
hikd |
Kin, buğz, adâvet. * İntikam almak için fırsat beklemek. |
hikem |
(Hikmet. C.) Hikmetler. |
hikemî |
Hikmet ve düşünceye ait. |
hikemiyyat |
Hikmet ve felsefeye âit söz ve düşünceler. Yeni yeni bilgiler veren kıssalar, ibret verici hâdiseler bildiren yazılar, sözler. |
hikf |
Kumun bir yere toplanıp yığılarak tepe gibi olması. |
hikk(a) |
(C.: Hukuk - Hıkâk) Üç yaşını tamamlayıp dördüne girmiş deve. |
hikka |
Dört yaşına basan dişi deve. |
hikkab |
Uzun boylu, büyük karınlı kişi. |
hikke |
(C.: Hikek) Kaşıntı. |
hikmet |
İnsanın, mevcudatın hakikatlerini bilip hayırlı işleri yapmak sıfatı. Hakîmlik. Eşyanın ahvâlinden, hârici ve bâtini keyfiyetlerinden bahseden ilim. (Buna İlm-i Hikmet deniyor) * Herkesin More… |
hikmet-amiz |
f. Hikmetli, hikmetle karışık, hikmeti içine alan. |
hikmet-amuz |
f. Hikmetli. * Hikmet öğreten. |
hikmet-eda |
f. Hikmetli. |
hikmet-feşan |
f. Hikmet neşreden, hikmet yayan. |
hikmet-füruş |
f. Hikmet bildiğini iddia eden, hikmet satan. |
hikmet-i bedayi' |
f. Güzel sanat bilgisi. Güzel san'at sevme (estetik). |
hikmet-i efgan |
f. Ağlayıp sızlamanın hikmeti. Feryadın, inleyişin gizli sebebi. |
hikmet-nüma |
f. Hikmet gösteren. |
hikmet-şinas |
f. Hikmet bilen. |
hikmik etmek |
t. Bir işten veyahut bir suale cevap vermekten kaçınmak için esassız bahaneler ileri sürmeye çalışmak. Tereddütlü davranmak. |
hil'at |
Yüksek makamdaki zatların beğendiği kimseye ve takdir edilen zevata giydirdiği kıymetli, süslü elbise. Kaftan. |
hil'at-duz |
f. Kaftan diken, terzi. |
hila' |
(Hil'at. C.) Hükümdar veya vezirler tarafından bir kimseye mükâfat olarak giydirilen kaftanlar, hil'atlar. ◊ Göze çekilen sürme. |
hilab |
Yırtıcı hayvan veya yırtıcı kuş pençesi. ◊ İçine süt sağılan kab. |
hilabe |
Aldatmak, hud'a. |
hilace |
Hallaçlık. |
hilaf |
(C.: Ahlâf) Söğüt ağacı. * Muhalefet etmek, karşı gelmek. ◊ Ters, karşı, zıd. Karşı koymak. Muhalefet etmek. |
hilaf-girî |
f. Muhalif taraftan olma, karşı tarafı tutma. Hilafgirlik. |
hilaf-i hakikat |
Hakikata muhalif. Gerçeğe ve hakikata zıt. |
hilafen |
Zıd olarak. Hilaf olarak. |
hilafet |
Bir kimseye halef olmak ve onun yerine geçmek. * Din ve dünya işlerinde umumi reislik. |
hilafetname |
Tarikata intisab ile usulü dairesinde belirli mevkilere çıkarak irşad mertebesine yükselenlerden isteklilerin irşad ve terbiyesine ruhsat ve izni mutazammın şeyhi tarafından verilen mühürlü More… |
hilafetpenah |
f. Hilafetin dayanak yeri. Halifeliği haiz bulunan, hilafeti koruyan kimse. Halife, padişah. |
hilafgir |
(C: Hilâfgirân) f. Zıt düşüncede olan, karşı fikirde bulunan, aleyhinde olan. |
hilafî |
Hilafa, ihtilafa sebeb olana dair. |
hilafina |
Zıddına, tersine, aksine. |
hilal |
Sâfi ve halis. * Sıdk ile dostluk etmek. * Ara. Aralık. * Zaman ve vakit. * İki şey arasına sokulmuş olan. * Buluttan yağmurun çıktığı yer. * Gr: Bir kelimenin aslını ve ondan türeyenleri More… |
hilâl |
Yeni ay şekli. Yeni ay. * Fık: Yay şeklinde görülen her yeni aya ve her ayın üçüncü gecesine kadar aya hilâl denir. 26 ve 27 nci gecelerdeki aya da hilâl, onda sonrakileri kamer denir. * More… |
hilâl-ebru |
f. Kaşı ay gibi olan. Hilâl kaşlı. Yeni ay gibi kaşı olan. |
hilâle |
Ay ağılı, hâle. |
hilalet |
Samimi dostluk. |
hilalî |
Yeni ay şeklinde olan. * Bir yazı stili. |
hilalî saat |
Kalıbı gümüş olmayıp bakır veya tombak olan eski saatlere verilen addır. |
hilas |
Her nesnenin dibine çöken ağırlığı. ◊ Kara ile ak arasında olan çocuk. |
hilaş |
f. Gürültü, kavga, patırtı, şamata. |
hilasî |
(Hilâsiyye) Zenci ile beyaz melezi. |
hilb |
Asma yaprağı. * Ciğer. * Tırnak. * Tarp bitkisi * Zampara genç. ◊ Kalble karın arasında olan perde. |
hilbace |
Ahmak. |
hilbid |
Küçük deve. |
hilbilab |
Sarmaşık. |
hilbise |
Şey. |
hilbus |
Ahmak. |
hilcab |
Büyük çömlek. |
hile |
Sed. Hâil. * Çare. * Maslahat ve hayırlı işlerde tedbirli ve tecrübeli olmak. * Aldatacak tarz ve tedbir. Fend. Mekir. Dabara. * Zeval ve intikal. * Sahtekârlık, yalancılık, düzenbazlık. More… |
hilebaz |
f. Hileci, yalancı, düzenbaz, oyuncu. |
hilekâr |
f. Hileci, hilebâz. |
hilekârane |
f. Hilekârcasına, hile yapanlar gibi. |
hilekârî |
f. Hilekârlık. |
hileperdaz |
f. Hile yapan, hileci. |
hilesaz |
f. Oyuncu, düzenbaz, hileci. |
hilf |
(C.: Ahlâf) Sözleşme, söz verme. * Yardımlaşma, dayanışma. Birlik maksadıyla ittifak. ◊ Birbirine yardım etmek. * Ahdetmek. ◊ Meme başı. |
hilfe |
Muhalefet etmek, karşı gelmek. * Biri gidip diğeri geriye gelmek. * Biçildikten veya yandıktan sonra biten ot. * Sonra biten yemiş. |
hilhal |
(C.: Helâhil) Hallacın bezi iyi dokuması. * Seyrek kalbur. |
hilîtec |
Hindistan eriği. |
hilk |
Hükümdar mührü. * Çok mal. ◊ Boğaz balgamı. |
hilkam |
Arslan, esed. *İri yapılı, cüsseli, şişman. |
hilkat |
Doğuştan gelen vasıf. Yaratma. Yaratılış. |
hilkaten |
Yaratılıştan. Doğuştan. |
hilkî |
Hilkate âit, yaratılıştan. Yaratılışa dâir. Yaratılışta. * Zâti. ◊ (Bak: Hilkî) |
hilkid |
Kötü ahlâklı ve ağır ruhlu kimse. |
hilkiyyat |
Yaratılışla alâkalı, hilkatte olan evsaf. |
hilkiyyet |
Yaratılışta olma, hilkî olma. |
hill |
Helâl. Yapılması günah olmayan. * Harem-i Kâbe ile mikat arası, hac zamanında Mekke-i Mükerreme dışında ihrama girilen yerin haricinde bulunan saha. ◊ Helâl. * Kâbe ile mikat More… |
hille |
Mekân ismi. 'Büluğ' mânâsına mastar. ◊ İstasyon, durak. ◊ Kılıç gediği. |
hillet |
(C.: Hillel - Hilâl) Samimi ve cân-ı gönülden olan dostluk. En güzel takdir edici ve samimi arkadaşlık. * Kılınç gediği. * Nakışlı deri. * Ağızda bâki kalan dişler. * Dişler arasında kalan More… |
hillevf |
Kocamış, ihtiyarlamış. * Yalancı, hilekâr. |
hillîfî |
Bir kimseyi yerine bırakmak. |
hilm |
Doğuştan olan huy yumuşaklığı. Şiddete tahammül. Nefsini heyecandan korumak. * Vakar. Sükûn. ◊ Dost. |
hilman |
Çok, kesir. |
hilmî |
Hilm'e ait ve hilm'e bağlı. |
hilmiyyet |
Yumuşaklık, yavaşlık, yumuşak huyluluk. |
hils |
(C.: Ahlâs) Yünden veya kıldan yapılan ve palas denilen döşek. * Büyük ve kuvvetli olan dişi deve. |
hilt |
Bir şeye karışık, karışmış bulunan. * Eski tıbda: Ahlât-ı erbaa (Kan, salya, safra, dalak) dan birisi. * Soyu, nesebi karışık kimse. |
hilta |
İşret. * Muaşeret. |
hilv |
Boş oluş. Boşluk. (Bak: Hulüv) |
hilya' |
Yırtıcı hayvanların küçüğü. |
hilye |
Güzel sıfatlar, iyi hasletler. * Süs, zinet. * Peygamberimiz Hz.Muhammed'in (A.S.M.) evsafı ve bundan bahseden kitab. ◊ Güzel sıfatlar. Süs. Zinet. Cevher. Güzel yüz. * More… |
hilyun |
Marçopa denilen ot. |
him |
Deveye ârız olan susuzluk hastalığı. * Kürtçede: Temel, esas. ◊ Huy, mizac, tabiat. |
him' |
Kurt. * Hırsız. |
hima |
Kimsenin giremediği mahfuz otlak. * Sultan için korunup hıfz edilen çayır. |
himal |
Yük getirmek, yük taşımak. |
himale |
(C.: Hamayil). Kılıç kayışı. |
himam |
Ölüm, mevt. |
himan |
Susuz, susamış. |
himar |
(C.: Humr-Humur) Kadınların başlarına sardıkları bez. ◊ (C.: Hamir - Humur) Eşek. ◊ Merkep. Eşek. |
himare |
(C.: Hamâyir) Ayak üstü. * Havuzun etrafına koydukları taş. * Avcıların av vurmak için çevrelerine ev gibi dizdikleri taşlar. |
himarî |
Himarla alâkalı. * Eşek gibi. |
himas |
Karnı aç kimseler. |
himasa |
İnce bellilik. |
himaye |
Koruma. Korunma. Muzır şeylerden muhafaza etme. |
himaze |
Katılık, şiddet. |
himbil |
Budala ve miskin. |
himdid |
Havuz dibinde olan döşeme. |
hîme |
f. Kütük, odun, kereste. |
himem |
(Himmet. C.) Himmetler. |
himhim |
Burundan konuşan. Sesleri burnundan çıkararak konuşan kimse. * Burnundan çıkan ses gibi boğuk. * Arap diyarında biten bir ot. * Çok siyah. |
himl |
Yük. Taşınan ağırlık. |
himlac |
Kuyumcular körüğü. |
himlak |
(C.: Hamâlik) Gözün etrafı. |
himm |
Suyu çok olan kuyu. |
himmet |
Kalbin bütün kuvveti ile Cenab-ı Hakk'a ve sâir mukaddesata yönelmesi. Kalb isteği ile gösterilen ciddi gayret. * Allah indinde makbul ve mübârek bir kimsenin mânevi yardımı ile More… |
himre |
Bir şeyin bozulup şekil değiştirmesi. |
hims |
Üç gün deveyi susuz bırakıp, dördüncü günü su vermek. * Alaca yemeni bez. |
himtat |
Ot arasında olur bir nakışlı böcek. |
himve |
Hastanın yemek yememesi. |
himyan |
Dirhem koydukları kap ve kemer. |
himyata |
(Süryanicedir ve Tevrat'ta geçer.) Resul-ü Ekrem Hz. Muhammed'in (A.S.M.) İbranice bir ismidir. |
himye |
Tıb: Hastanın, hekim tarafından verilen ilaçlarla kanaat edip ve tavsiyelerine uyup o hududun dışına çıkmaması. ◊ Perhiz. Yiyecek ve içecekte sıhhat için gösterilen ihtimam ve More… |
himyet |
Yemek yememek. Perhiz yapmak. |
himyevî |
Perhiz ile alâkalı. |
hîn |
An, zaman, vakit. Sıra. Çağ. * Kıyamet. |
hîna |
f. Şarkı söyleme. |
hina |
Hurma salkımı. * Bir çeşit katran. |
hina (hinnâ) |
Kına. |
hîna ki |
Vakta ki, ne zaman ki. |
hina' |
Hayvanın kösneyip erkek istemesi. |
hinâ-ger |
f. Şarkıcı, şarkı söyleyen. |
hinaf |
Devenin yulardan burnunu çözmesi. * Deve bileğinde olan yumuşaklık. |
hinaî |
Kına satan, kınacı. |
hinak |
(Hanak. C.) Kızmalar, darılmalar, kin tutmalar, haset etmeler. ◊ İdam ederken boyna geçirilen ip. |
hinas |
(Hünsâ. C.) Kendilerinde hem erkeklik, hem de kadınlık alâmetleri bulunan kimseler. ◊ (Hünsâ. C.) Kendisinde hem erkeklik ve hem de dişilik özelliği taşıyanlar. |
hinat |
(Hınta. C.) Buğdaylar. |
hinata |
Buğday satmak. |
hinaye |
Burun ucu. |
hinber |
(C.: Henâbir) Eşek sıpası. |
hinc |
Her nesnenin aslı. * Meyl ettirmek, eğmek, yöneltmek. |
hincahinç |
Ağzına kadar ve tıka basa dolu. Dopdolu. (Bu tabir bir yer veya taşıt için kullanılır.) |
hincer |
(C.: Hanâcir) Hançer. |
hind |
Hindistan'ın kısa adı. * Bir kadın adı. (Asr-ı saadette Hazret-i Hamza'nın ciğerlerini yiyen kadın, Ebu Süfyan'ın karısı.) * Fetva metinlerinde kadını temsil etmek üzere More… |
hindeb |
(Hindebâ-Hindebâe) Hindibâ, gündöndü çiçeği. |
hindelis |
Ağır yürüyüşlü deve. |
hindî |
Hind'e ait. * Hind ahalisinden olan, Hindli. * Bugün konuşulan Hind dillerinin en yaygın ve tanınmış olanı. * Güzel sanatlarda kullanılan ve Hind'de yapıldığı için de bu ismi alan More… |
hindis |
(C.: Hanâdis) Katı karanlık. |
hindu |
f. Satürn (Zühal) gezegeni. * Benek, ben. * Hind'in Brahman ahalisinden olan. * Hindliler gibi pek esmer adam. |
hindubar |
f. Yazı hokkası. |
hinduvane |
f. Kavun, karpuz. |
hinduvanî |
Hindî kılıç. |
hîne |
Bir vakit. |
hine |
Onurlu olma hâli, gururluluk. |
hîneizin |
(Zaman zarfı) o zaman, o sıra. |
hînen |
Zamanca, vakta, vakitçe, zaman olarak. |
hinezkar |
Kısa boylu kişi. |
hink |
Kır at. |
hinme |
Boncuk adı. |
hinn |
Cinden bir tâife. |
hinna |
Kına. Saça, sakala veya kadınların, parmaklarının uçlarına sürdükleri sarımtırak pembe boya ve bunun esası olan toz. |
hinna' |
Kanat. |
hinnab |
Uzun boylu. |
hinne |
Cinnet, cünun, delilik. |
hinnus |
(C.: Hanânis) Hınzır eniği. |
hinoğlu |
Zamanın adamı, açıkgöz, hilekâr kimse. İblis, şeytan, zamane, cin fikirli. |
hins |
Bâtıldan hakka veya haktan bâtıla meyletmek. Yeminini bozmak. Günah. ◊ (C: Ahnâs) Günah. * Yemin. * Ahdi bozmak. * Ağır yük. |
hinsare |
Küçük ve kısa. |
hinsir |
Küçük parmak. Serçe parmak. |
hinsîr |
Alçak, soysuz, âdi. |
hinta |
Buğday. |
hintar |
Çok acıkmak. |
hinv |
Eyer ağacı. * İyeği kemiğinin eğrice ucu. |
hinye |
Yay. |
hinzab |
Kısa boylu. * Yaban havucu. |
hinzib (hunzeb) |
Kokmuş et parçası. Bir lâkap. |
hinziman |
Cemaat, topluluk. * Taife. |
hinzir |
(C.: Hanâzır) Domuz. (Beğenilmeyen birisine hakaret için mecazen söylenir.) * Pis ve katı kalbli kimse. |
hinzîre |
(C.: Hınzırât) Hileci ve fitnekâr kadın. * Dişi domuz. |
hinziyan |
Faydasız ve mânasız sözler konuşan. |
hinzîz |
(C.: Hanâzız) Enenmemiş veya enenmiş erkek davar. |
hipnotizma |
(Bak: İpnotizma) |
hipodrom |
Fr. At yarışlarının yapıldığı alan. |
hipotez |
(Bak: Faraziye) |
hir |
Hırıltı. * Kavga, dövüş. ◊ Bir çeşit çiçek. |
hira |
Mekke-i Mükerreme'nin civarında bulunan ve Hz. Peygamber'e (A.S.M.) ilk vahyin geldiği mağaranın ismidir. Bu mağaranın bulunduğu dağa Hırâ dağı denildiği gibi, Harrâ veya Cebel-i More… |
hirabe |
Şehir dışındaki yerlerde yapılan eşkiyalıklara katılma. Dağlarda yapılan haydutluklarda bulunma. ◊ Deve hırsızlığı yapmak. |
hirafe |
Acılık. * Tezlik. |
hirak |
Hareket. |
hiraka |
Su dökmek. |
hirakl |
Bir Rum padişahı. |
hiram |
f. Sallanma, salına salına naz ve edâ ile yürüme. ◊ f. Salınarak eda ve naz ile yürüme. ◊ (Herem. C.) Piramitler, ehramlar. |
hiraman |
f. Salınarak naz ve edâ yaparak yürüyen. |
hiramis (hirmis) |
İnsanın üstüne sıçrayıp hamle eden arslan ve kaplan eniği. |
hiran |
Yavuzluk etmek. * Muti olmamak, itaat etmemek. |
hiras |
f. Korku. Şaşırıp bozulmak, ürküp çekinmek. |
hiraş |
f. 'Tırmalayan, kazıyan' anlamıyla bileşik sıfatlar yapar. Meselâ: Dil-hıraş - Gönlü tırmalayan, inciten. Samia-hırâş: Kulak tırmalayıcı. |
hirasan |
f. Korkak, ürkek, korkan, çekinen. |
hirase |
f. Bostan korkuluğu. Korkutacak şey. |
hiraset |
Koruma. * Bekleme, bekçilik etme, muhafaza etme. ◊ (Bak: Harâset) |
hirave |
Değnek, asâ. |
hirba |
Bukalemun adı verilen keler cinsi. * Güneşin bulutlara aksetmesinden hasıl olan renkler. ◊ Bukalemun denen bir hayvan. * Mc: Devamlı fikir değiştiren kimse. |
hirbak |
Sahabeden bir kimsenin adı ki, ona 'Zülyedeyn' de derlerdi. * Def'etmek, kovmak. * Yellenmek. |
hirbaş |
Fesâd vermek. * Acı bir ot. |
hirbiz |
(C.: Harâbize) Mecusilerin ateşinin hizmetkârı. |
hirbüre |
Kavun. |
hirc |
(C.: Ahrâc) Yılan başı dedikleri ufak beyaz boncuk. * Günah. * Göz kamaşmak. |
hircab |
Uzun. * Büyük çömlek. |
hircas |
Gövdeli, iri vücutlu, cesim. |
hirçin |
Pek inatçı, titiz. |
hirdavat |
Ehemmiyetsiz şeyler, öteberi. * Demirden mâmul eski âlet. (Bak: Hurdevat) |
hirdebe |
Korkak, ihtiyar, yaşlı kimse. |
hîre |
(Bak: Hıyre) |
hired |
f. Akıl, fikir, zihin. İnsandaki düşünce ve anlayış kuvvesi. |
hired-amuz |
f. Öğretmen, muallim. |
hired-âşub |
f. Akıl dağıtan. |
hired-fersa |
f. Akıl yorucu. |
hired-mend |
(C.: Hıredmendân) f. Akıllı, anlayışlı. |
hired-suz |
f. Şaşırtıcı, akıl yakıcı. |
hiref |
(Hirfet. C.) Meslekler, san'atlar. |
hirek |
Karaman koyunundan daha küçük yapıda, yassı ve geniş kuyruklu bir koyun cinsi. |
hirfet |
Geçinmeğe medar (sebeb) olan iş, san'at. Devamlı meşgul olunan iş. ◊ (C.: Hiref) Meslek, san'at. |
hirfu' |
Pamuk. |
hirîd |
f. Satın alma. |
hirîdar |
f. Alıcı, müşteri, tâlib. |
hirîde |
f. Satın alınan, satın alınmış. |
hiristiyanlik |
(Bak: İsevî) |
hirizma |
Azgın hayvanların ağzına veya ayının burnuna takılan demir halka. |
hirk |
Törpülemek. * Kızgınlıktan dolayı dişini gıcırdatmak. * Bir şeyi dürtmek. |
hirk (hirrîk) |
Cömert, kerim. |
hirka |
Bez parçası. Bezden mâmul elbise. * Tas: Mânen dünya zevk u safâsından çekilip kendini ibadete verenlerin elbisesine hırka-i tecrîd denir. |
hirkapuş |
f. Hırka giyen, derviş. |
hirkapuşane |
f. Fakircesine, dervişçesine. |
hirkapuşî |
f. Fakirlik, dervişlik. |
hirkat |
Hararet, sıcaklık, yanma. |
hirman |
Mahrum olmak, mahrum kalmak. (Aslı, mahrum etmektir) ◊ Mahrumluk, mahrumiyet. * Ümitsizlik, ye's. ◊ Yalan, kizb. |
hirmas |
Arslan, esed. |
hirmele |
Akılsız kadın. |
hirmen |
f. Harman. |
hirmet |
Cima şehveti. |
hirnik |
(C.: Harânik) Tavşan yavrusu. * Bir şâire kadın. |
hirpadak |
Birdenbire, hemencecik. * Uygun bir şekilde, münâsib bir tarzda. Tıpatıp. |
hirpanî |
f. Derbeder, perişan kılıklı, pejmürde. |
hirr |
Kedi. |
hirran |
Boyun eğen, itaat eden, muti. |
hirre |
Dişi kedi. ◊ Susuzluk. |
hirrîc |
Bir kimsenin çıkardığı nesne. |
hirrîf |
Acılığından dili acıtan nesne. |
hirrik |
(C.: Ehrak - Hurrak - Huruk) Cömerd, kerim. Zarif. |
hirrit |
(C.: Harârit) Delil. * Hâzık. * Mâhir, maharetli. |
hirs |
(Hurs) Takdir, kıyas. * Altın veya gümüşten halka. ◊ Saklamak. ◊ Ayı. |
hırs |
Aç gözlülük. Tamahkârlık. * Kızgınlık. * Şiddetli istek, arzu. * Azgınlık. |
hirsa |
Azıcık derisi yarılan baş yarığı. |
hirşa' |
Yılan derisi. * Yumurtanın üst kabuğu. |
hirsek |
f. Ayı yavrusu. |
hirseme |
Ayakkabının başı. |
hirşemm |
Yumuşak taş. |
hirsiyan |
Karın derisinin içi. * Fil derisinin içi. |
hirsiye |
Geceleyin çalınan koyun. |
hirt |
Erkek keklik. * Hastalıktan dolayı, kesilmiş gibi parça parça olan bulaşık süt. |
hirta |
(C.: Hırâ) Zayıf dişi koyun. |
hirtal |
Uzun, tavil. |
hirtit |
Kereviz. |
hirtopoz |
(Argo) Anlayışsız, kaba, ahmak kimse. |
hirval |
(Hervele) Yürümek ile koşmak arasında bir nevi yürüyüştür. |
hirvanî |
Tar: Düz yakalı önü ilikli bir çeşit elbisedir. Şehzade Abdülmecid'in okumağa başlamasından dolayı yapılan törende, yakınlarının bu elbiseyi giymeleri istenmiş ve bu husus, devletin. |
hirvat |
Hırvatistan halkından veya bu halkın neslinden olan kişi. |
hirvatî |
Tar: Sipahilerin başlarına giydikleri külâh tarzındaki başlık. |
hirz |
Melce'. Sığınılacak yer. * Tılsım. Cenab-ı Hakk'ın muhafaza etmesine dair yazılı duâ. * Fık: Bir malın âdet üzere muhafazasına mahsus yer. * Muhafaza etmek. |
hirzun |
Bir küçük canavar. |
hîs |
Meşelik. * Arslan yatağı. ◊ Ürkmek. * Kaçmak, firar. |
hîş |
(C.: Hişân) f. Akraba. Aynı soydan olan. |
hiş'a |
Doğum anında ölen annenin karnı yarılarak çıkarılan çocuk. |
hisa |
(C.: Ahsâ) Kumlu yerde olan dibi yakın kuyu. ◊ (C.: Ahsâ) Sığır tersi. |
hisa' |
Hayvanın hayalarını çıkarma, eneme, burma. * İnsanı hadım etme. |
hisab |
(C.: Hisâbât) Hesap, aritmetik. |
hisaba çekmek |
Hesap sormak, hesap aramak. |
hisabî |
Hesabını iyi bilen. * Mc: Tamahkâr, cimri, hasis, eli sıkı. |
hisal |
(Haslet. C.) Hasletler, huylar, tabiatlar. Ahlâk. ◊ (Bak: Hısal) |
hisam |
Düşmanlık, çekişmek, kavga, mücâdele. |
hişam |
Kırmak. * Kesmek. |
hîşan |
(Hîş. C.) f. Akrabalar. Aynı sülâleden olanlar. |
hisan |
(Hasna. C.) Güzel kadınlar veya kızlar. ◊ Mümtaz kimseler, seçkin kişiler. ◊ Aygır, damızlık erkek at. ◊ Aygır, at. |
hisane |
Berklik, sağlamlık, sertlik, muhkemlik. |
hisar |
(Hasr. dan) Etrafını alma, kuşatma. * Kale. Etrafı istihkâmlı yer. |
hisar eri |
Kale muhafızı. |
hisas |
Hisseler. Paylar. Nasipler. * Kıssadan alınan dersler. |
hişaş |
Başı küçük adam. * Küçük başlı yılan. * Devenin burnuna geçirdikleri burunduruk. * Kuşlardan, dimağı olmayan. * Çuval. * Cânip, taraf. * Sinir. ◊ İçinde ot olan çuval. |
hisase (hisse) |
Kabahat. * Alçaklık, denâet. |
hîşavend |
f. Akraba, soysop. |
hîşavendân |
(Hîşâvend. C.) f. Akrabalar, soysoplar. |
hisb |
Yay avazı. Ok atma sırasında yaydan çıkan ses. ◊ Ucuzluk, bolluk. |
hisban |
Zan. * İtikat. |
hisbe |
Ecir, sevap. * İslâm hukukunda, devlet muhasebesi. Muhasebe dairesi. * Huk.:Hisbe, daha sonraki çağlarda zabıta, çarşı zabıtası, ahlâk zabıtası gibi değişik müesseselerin adı oldu. |
hişdar |
f. Temizlik kurallarına çok sadık olan ve riayet eden adam. |
hişf |
Geyik yavrusu. |
hisîl |
Dağ ağaçlarından bir cins. * Kısa boylu adam. |
hisim |
Soyca ve evlenme neticesinde aralarında bağ bulunanların beheri. Akraba. |
hişin |
Kokmuş tuluk. |
hişir |
Kavun ve karpuzun kabuk kısmı. * Olgunlaşmamış kavun. * Kötü bir tabaklama neticesinde, bazı kısımları sert kalan deri. * Mc: Kaba, görgüsüz ve salak kimse. |
hiskil |
(C.: Hasâkil) Her canavarın yavruları içinde küçük olanı. |
hisl |
(C.: Husul) Yumurtasından yeni çıkmış olan kertenkele yavrusu. |
hişm |
f. Öfke, hiddet, gazap, kızgınlık. |
hişm-gîn |
f. Dargın, öfkeli, kızgın, darılmış, gücenmiş. |
hişm-nâk |
f. Kızgın, öfkeli, hiddetli, hışımlı. |
hişmet |
Hürmet. Heybet ve utanmak, istihyâ. Bozulup kalmak. * Gadap ve şiddet. Hiddet. |
hisn |
Kale. Hisar. Sığınmağa, korunmağa mahsus sağlam yer. |
hişne |
Kin tutmak. * Çirkin ve pis kokmak. |
hisrem |
Koruk. * Bahil kimse. |
hisreme |
Üst dudağın derisinin sarkık olması. ◊ Üst dudağın ortasında olan daire. |
hiss |
Duymak. Farkına varmak. Duygu. * Bir kimsenin haline acıyıp rikkat ve şefkat eylemek. * Bir şeyi idrak edip şuur hâsıl eylemek. Bedendeki his uzuvlarından birisini müteessir eden bir şeyin More… |
hissa |
(Bak: Hisse) |
hissan |
Mümtaz ve belirli kimseler. Tanınmış iyi kimseler. Ekâbirler. |
hisse |
Pay. Nasip. Kısmete düşen kısım. Vârise intikal eden kısım. |
hisse senedi |
Sermayesi paylara bölünebilen ticaret şirketlerinde, ortalıkdan doğan hakları ve sermaye payını temsil eden değerli evrak. |
hisseçin |
f. Hisse alma, pay alma. |
hissedar |
Hisse sâhibi, hissesi olan. |
hissemend |
f. Hisseli olan. Pay alan, nasipli. * Ders alan. |
hissen |
His itibariyle, duygulanarak, hislenerek. |
hisset |
Cimrilik. Bahillik. Tamahkârlık. * Alçaklık. ◊ (Bak: Hisset) |
hisseyab |
f. Hisselenen. Faydalanan. Hisse alan. |
hissî |
Duyguya ait, hisse müteallik. Ruhen ve kalben anlaşılan. Aklı muhakeme ile olmayıp his ile olan. |
hissîs |
Hâslık. |
hissîsa |
Bir kimseye, bir şeye mahsus olan hâl. |
hissiyat |
Duygular. Hisler. |
hissiyet |
Duygululuk, hissîlik. |
hişt |
Eskiden kullanılan, kısa el mızrağına benzer bir savaş âleti. Daha ziyade Osmanlı ordularında bulunan bu silâh, özellikle hassa birliklerine verilirdi. ◊ Küçük mızrak şeklinde, More… |
hişt-tabe |
f. Tuğla ocağı. |
hişt-zen |
f. Kerpiç veya tuğla yapan kimse. |
hiştek |
f. Küçük kerpiç. |
hîşten |
f. Kendi. |
hîştendar |
f. Kendine iyi bakan, sağlığını koruyan. |
hişv |
Geyik buzağısı. |
hişve |
Yaramaz kimse. * Çok rezil kimse. |
hisve (hisye) |
(C.: Haseyât) İki avuç dolusu. * Azeryun otu. |
hît |
Devekuşu sürüsü. |
hit' |
Suç, günah. Günah işlemek. |
hitab |
Söz söyleme. Topluluğa veya birisine karşı konuşma. (Bak: Fasl-ı hitab) ◊ Sözü âşikâre ve yüzüne söylemek. * Seninle gayrin arasında olan kelâm. |
hitabe(t) |
Cemaate, topluluğa veya birisine karşı söz söylemek. Güzel ve faideli söz konuşmakla halka dinletmek. Güzel söz söyleme san'atı. Hutbe okuma. Nutuk irâdetmek. * Man: Makbul ve zannî More… |
hitaben |
Birinin yüzüne söyleyerek, ona hitab ederek. Tevcih-i kelâm eyleyerek. Birine doğru hitab ederek. |
hitabet |
Hatiplik etmek. |
hitabiyyat |
Hitabolunarak söylenen sözler. |
hitabiyye |
Rafizî taifesinden bir bölük cemaat. |
hitafe |
Çağırmak. |
hitam |
Son, nihayet. * Bir şeye mühür basmak. Yazının veya istidanın sonunu mühürlemek. ◊ (C.: Hutum) Dizgin, yular. |
hitampezir |
f. Biten, hitâm bulun, sona eren, nihayet eren. |
hîtan |
(Hâit. C.) Duvarlar. Mânialar, hâiller, engeller. * Avlular. |
hitan |
Erkek çocuğun sünnet edilmesi. * Tenasül uzvunun sünnet yeri. |
hitan(e) |
Sünnet etmek. |
hitanet |
Sünnetçilik. |
hitar |
Misli, benzer, denk, eş. * Bir çevreyi ihâta edip çevresini dolaşan nesne. ◊ (Hatar. C.) Tehlikeler, hatalar. ◊ Saçma söz, mânâsız kelâm. |
hitat |
(Hıtta. C.) Ülkeler, memleketler, diyarlar. |
hitban |
Ebucehil karpuzu. |
hitbe |
Huk: Bir kadının nikâhına talib olmaktır. Evlenmeyi taleb eden erkeğe: 'hâtıb', evlenmesi taleb edilen kadına da 'mahtube' denir. |
hitl (hetl) |
Yorgun deve. * Yağmurun aralıksız olarak yağması. * Sürekli olarak gözyaşı akmak. |
hitr |
(C.: Ahtâr) Boya otu. * Çok miktar deve. * Suyu çok olan süt. ◊ Faydasız ve mânâsız söz, boş lâf, yalan. ◊ Az miktar vermek. |
hitrafî |
Demirci. * Kuyumcu. |
hitre |
Azıcık vergi. |
hitta |
Günahlardan istiğfar etmek. * Başkasının üzerinden suçluluğu kaldırmak. * (C.: Hıtat) Diyar, ülke, memleket. |
hiva' |
(C.: Ahviye) Suya yakın toplanmış evler. * Kaplayıp, toplayıcı olan. |
hivan |
(C.: Huvn) Sofra. |
hivar |
Cevap vermek. |
hivel |
Zeval. * Bir yerden başka yere intikal, tahavvül etmek. |
hivkal |
Zayıf olmak, zayıflamak. |
hiyab |
(Hiyâbet) Kabahat, suç, günah. * Kötü bir durumun başlangıcı. * Yokluk. |
hiyaban |
f. Cadde. İki tarafı ağaç dikili yol. Bahçe yolu. İki tarafı ağaçlı muntazam yol. * Ortasından su akan ağaçlık yer. * Tahrân'da büyük bir caddenin adı. |
hiyabe |
Ümitsiz ve mahrum olmak. |
hiyac |
Vuruşma, kıtal. * Müteheyyiç olmak. Muztarib olmak. * Otun kuruması. |
hiyade |
Evmek. * Tevbe etmek. |
hiyake |
Dokumak. |
hiyaket |
Dokumacılık. |
hiyal |
Taraf, yan, cânib. Hizâ. * Bir hayvanın kısır olma hâli. ◊ Hayvanın kısır olması. |
hiyam |
(Himân. C.) Susayanlar, suya ihtiyacı olanlar. ◊ (Hayme. C.) Çadırlar, haymeler. ◊ (Hayme. C.) Çadırlar. |
hiyan |
Zaman, devre. |
hiyanat |
(Hıyanet. C.) Hıyanetler, hâinlikler, kahpelikler. |
hiyanet |
Hâinlik. Vefasızlık. İtimadı kötüye kullanmak. Sözünde durmayıp oyun etmek. ◊ (Bak: Hıyânet) |
hiyaneten |
Kötülükte bulunarak, hıyanet ederek. |
hiyanetkâr |
Hıyanet eden. Hâin. |
hiyar |
Hayırlılar. * (C.: Hıyârât) Huk.:Bir işi yapıp yapmamada serbestlik. Genel olarak bir anlaşmadan vaz geçme. Hususi bir sözleşmenin fesh veya tasdiki. Muhayyerlik. Kendisinde böyle More… |
hiyarat |
(Hıyâr. C.) İslâm hukukunda alışveriş meselelerine ait muhayyerlik hususları. |
hiyare |
Otsuz, otu olmayan yer. |
hiyasa |
Kulak halkası. * Dar etmek, darlaştırmak. * Dikmek. |
hiyaset |
Dikmek. |
hiyat |
(Hiyâtet) Bir şeyin etrafını çevirme. ◊ (Hâit. C.) Perdeler. Mânialar. ◊ İplik. İbrişim. * İğne. ◊ Çağırmak. |
hiyata |
Hıfzetmek, korumak, muhafaza etmek. ◊ (Hiyatet) Terzilik. Dikiş yapmak. |
hiyata (hiyatet) |
Terzilik, dikiş dikme işi. * Tıb: Ameliyat esnasında kesilip yarılan yerin tekrar kaynaması için dikilmesi. * Ameliyatta dikiş için kullanılan bağırsak ve benzeri şeylerden yapılan iplik. More… |
hiyatet-hane |
f. Dikimevi, dikişevi, terzihane. |
hiyaz |
(El-hıyaz) Havuzlar. * Kadınlarda aybaşları, hayız kanları. ◊ (Hayz. C.) Kadınlarda meydana gelen aybaşı halleri. |
hiyaz(a) |
Suya dalmak. |
hiyazet |
Toplama, bir araya getirme. * Bir şeyi kendine mal etme. ◊ İlâve etmek, toplamak. |
hiyel |
(Hile. C.) Aldatmacalar, hileler, sahtekârlıklar. |
hiyela |
Kibir, gurur, enaniyet, kendini beğenmişlik. |
hiyem |
(Hayme. C.) Çadırlar. |
hiyerarşi |
Fr. Mevkilerin, salâhiyeterin ve rütbelerin önem sırası. * Sıra gözetilerek yapılan herhangi bir tasnif. * Huk.:Aynı teşkilâta bağlı kişiler arasında yukarıdan aşağıya bir kontrol imkânı More… |
hiyere |
Beğenme, seçme. Benzerlerinden ayırma. * Seçkin, seçilmiş, beğenilmiş, ayrılmış. ◊ Küfe yakınında bir şehrin adı. |
hiyeroglif |
Fr. Eski Mısırlılar'ın yazısı. |
hiyfet |
Korku. Gizlilik ve havf. |
hiyman |
Susuz. |
hiyne |
Vakar, ciddiyet. |
hiyre |
f. Fersiz ve donuk göz. |
hiyre-bahş |
f. Göz kamaştıran, aklı durduran. |
hiyre-çeşm |
f. Kamaşık ve donuk gözlü. * Cesur, atılgan. * İnatçı, muannid. * Utanmaz, hayâsız, arsız. |
hiyre-dest |
f. Aldığı işi bozar olan (kimse.). Eli sakar kişi. |
hiyre-gî |
f. Kamaşıklık, donukluk (göz hakkında). Şaşkınlık. |
hiyre-küş |
f. Sevilen, mahbub, sevgili. * Haksız yere adam öldüren. |
hiyre-re'y |
f. Reyi zararlı olan, kötü reyli. |
hiyre-ser |
f. Sersem, alık. |
hiyre-serane |
f. Alıkçasına, sersemcesine. |
hiyre-serî |
f. Alıklık, sersemlik. |
hîz |
f. Yükselme. * Hislenerek coşma. * Dalga. ◊ f. Atılan, kalkan, sıçrayan. |
hiz |
Sür'at, çabukluk.* Gayret, şevk. * Fiz: Alınan yolun zamana oranı. |
hiza |
Bir şeyin karşısı, mukabili. Bir doğru çizginin devamı ile hâsıl olan cihet, düzlük, sıra. * Devenin ve atın ayakları altında yere bastığı yerler. * Nalin. * Taraf. |
hizab |
f. Rüzgârın etkisiyle deniz suyunda meydana gelen hareket, dalga. ◊ Birşeyi boyamak için hazırlanmış terkib. ◊ Boya, levn. * Kına. |
hizab(î) |
Kısa boylu bodur kimse. |
hîzab-engiz |
f. Dalga kaldıran. |
hizac |
Büyük tuluk. |
hizad |
Dikensiz ağaç. |
hizak |
(Hızka. C.) Yığınlar, kalabalıklar. |
hizam |
Kolan ve bağırdak denilen nesne. (Beşikte çocuklara bağlarlar.) |
hizame |
(C.: Hazâyim) Yular burunluğu. |
hîzan |
f. Kalkan, sıçrayan. * Bitlis vilâyetine bağlı bir kaza ismi. |
hizane |
Bir şeyi bir şeye ilâve etmek. * Fık: Hak ve salâhiyeti haiz olan kimsenin belirli müddet zarfında çocuğunu besleyip büyütmek ve terbiye etmek üzere yanında bulundurması. * Bir şeyi kucağına More… |
hizar |
Bahçe çevresine yapılan duvar veya çit. |
hizaya gelmek |
Yola gelmek, düzelmek. |
hizb |
Cemaat. * Takın, kısım, fırka. Parti. * Âlim ve sâlih bir zâtın re'yine tâbi olup onunla bir gaye uğrunda beraber çalışanlar. ◊ (C. Ehzâb) Erkek yılan. * Ok atarken yaydan More… |
hizba |
(C.: Hazâbî) Engebeli arazi, ârızalı toprak. |
hizber |
(Hizebr) (C.: Hezâbir) f. Aslan, gazanfer. * Mc: Cesur, yiğit, kahraman, yürekli adam. |
hizc |
(C.: Ehzâc) Devenin içtiği havuzun dibinde kalan su. * Ateş yakmak. |
hizebr |
(Bak: Hizber) |
hizebran |
(Hizebr. C.) f. Aslanlar. |
hizecr |
(C.: Hazâcir) Karnı büyük kişi. |
hîzem |
f. Yakacak odun. Yakıt olarak kullanılan odun. |
hîzemkeş |
f. Odun yaran veya taşıyan köylü. |
hîzende |
f. Sıçrayıcı, fırlayıcı. |
hizf |
(Bak: Hazf) |
hizfer (hizfâr) |
(C.: Hazâfır) Taraf. Nâhiye. |
hizip gülü |
Tezhib ıstılahlarındandır. Yazma mushaflarda hizblerin başına konulan işaretlere verilen addır. |
hizir (a.s.) |
İkinci tabaka-i hayat mertebesine mazhar olan ve Kur'an-ı Kerim tefsirlerinde ismi zikredilen bir zât-ı kerim. (Bak: Meratib-i hayat) |
hizk |
Kuşun terslemesi. |
hizk (hizak) |
Zeyreklik, akıllılık. * Ustalık, mahâret. |
hizka |
Yığın, kalabalık. |
hizlan |
(Hezlan) Yalnız başına kalıp zelil olmak, yardımcısız kalmak. * Muhafaza ve rahmet-i İlâhiyeden mahrumiyet. ◊ Rezil olma. Rüsvaylık. * Aşağı düşmek. * Muâvenetini, yardımını More… |
hizmet |
Birinin işini görme. Bir kimsenin hesabına veya menfaatına iş görme, bu suretle yapılan iş, vazife. Memuriyet. * Bir insan, hayvan veya nebatın muhtaç olduğu işler ve takayyüdat. |
hizmetgüzar |
f. Komisyoncu. * Şunun bunun işini görüveren. |
hizmetkâr |
Hizmet yapan kimse. Hizmetçi. |
hizriyye |
(C.: Hızari) Sağlam, sert yer. |
hizve |
Kadının, kocası yanında hürmetli, izzetli ve mertebeli olması. ◊ Ganimet malını vermek. * Yan. |
hizy |
Horluk, hakirlik. Züll. Sırrı fâş olmuş, rüsvay olmuş kimse. ◊ Hor ve zelil olmak. * Rüsvay olmak. |
hizye |
Uzun kesilmiş et parçası. |
hizze |
Sürur, sevinç, neşe, neşat. |
hizzeb |
Soylu at. |
hizzet |
Mertebe, menzile, derece. |
hobi |
ing. Her zamanki çalışmaların haricinde yer alan dinlendirici bir merak veya işlem. Severek yapılan iş, vakit geçirme yolu. |
hoca |
f. Muallim. Efendi. Muteber ve büyük zât. |
hod |
f. Kendi. * Miğfer, baş zırhı. |
hod-be-hod |
f. Kendi başına, kendi kendine. |
hodara |
(Hod-ârâ) f. Kendini süsleyen, kendini medheden, öven. |
hodbin |
f. Başkasına hak tanımayıp, kendi lezzet ve menfaatını tâkib eden. Bencil. Enaniyetli. Kibirli. |
hodbinî |
f. Hodbinlik. Kendi menfaat ve lezzetini düşünmek. |
hodendiş |
(Hod-endiş) f. Kendini düşünen. Kendi için endişe eden. Başkasının işine yaramayan. |
hodfuruş |
f. Kendini beğendirmeğe çalışan. Övünen. |
hodgâm |
(Hodkâm) f. Kendi keyfini düşünen. Kendini beğenmiş. |
hodgeşte |
f. Kendine dikkat etmeyen. |
hodküş |
f. Kendini öldüren, intihar eden. |
hodnüma |
f. Gösteriş meraklısı. Gösterişe meraklı olan kimse. |
hodperest |
f. Mağrur. Kendini çok beğenen. Kibirli. |
hodpesend |
f. Kendini beğenen. Mağrur. |
hodrey |
f. Kendi bildiğine giden. Kendi rey ve fikriyle iş gören. |
hodri meydan |
Kendine güvenen meydana çıksın!' mânâsında meydan okuma, kafa tutma. |
hodru |
f. Kendiliğinden. |
hodser |
f. Dikbaşlı, âsi, serkeş. * Kendi kendine giden, müstakil. |
hodserâne |
f. Dik başlılıkla, serkeşcesine. Kimseyi dinlemeden. |
hodsita(y) |
f. Kendini öven, medheden. |
hödük |
Kaba, nezaketsiz. Gabi, acemi, vurdumduymaz. |
hokeç |
Burulmuş erkek kuzu. |
hokka |
Cam, seramik veya metalden yapılmış küçük kutu biçimindeki kap. (Bilhassa içine mürekkep konulur.) |
hokkabaz |
Elçabukluğu ile birtakım şaşırtıcı oyunlar göstermeyi kendine meslek edinmiş kişi. * Mc: Başkalarını aldatarak yalan ve hile ile iş çeviren kimse. |
hol |
ing. Sofa. |
höl |
Yaşlık, nem, rutubet. |
holding |
ing. Bir şirketin diğer bir şirkete, onun idaresine hâkim olacak oranda iştirak etmesini ifade eden hukuki alâka. |
homogen |
Fr. Bütün elemanları aynı yapıda veya aynı keyfiyette olan. * Kim: Aynı cinsten olan. Çeşitli elementlerin birleşmesiyle meydana gelmelerine rağmen, bütün kütlelerinde aynı özellikleri. |
hona |
Erkek geyik. |
hoppa |
Herşeye girişen hafif mizaçlı çocuk tabiatında olan kimse. Yersiz davranışlarda bulunan, dilediğince davranan kişi. Delişmen, şımarık. |
hor |
f. Kıymetsiz, ehemmiyetsiz. Adi. * Güneş, ışık, aydınlık. * Yiyen, yiyici anlamında olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Miras-hor - Miras yiyen. |
horanta |
f. Aynı çatı altında yaşayan kişiler, ev halkı. |
horasan |
f. İran'ın doğusunda bir memleket adı. * Erzurum vilâyetine bağlı bir kasaba adı. * Tuğla tozu ile kireçten yapılan bir nevi sağlam harç ismi. * Kelime mânası: Doğan güneş. |
horasanî |
f. Horasana ait. Horasanlı. * Sarıktan daha büyük görünen hoca kavuğu. |
horata |
(Rumca) Şaka, eğlence, lâtife, mizah. |
horda |
Fr. Göçebe ve ilkel olarak yaşayan, yağmacılık eden insan topluluğu. |
hörgüç |
Devenin sırtındaki tümsek. |
horluk |
Hakaret, zillet. |
hormon |
yun. Salgı bezlerinden çıkıp kana katılan maddelerin genel adı. |
hornito |
İsp. Küçük fırın. * Jeo: Genellikle patlamalar neticesinde meydana gelen, lâv fışkırmalarının volkan selleri yüzeyinde meydana getirdiği kabarcık. |
horos |
Tar: Eskiden İstanbul'da ekmekçi, francalacı ve uncu değirmenlerinde mevcut üst ve alt taşlarının bulunduğu ve etrafından hayvanın döndüğü yere, esnaf arasında verilen addır. |
horst |
Alm. Jeo: Bir çukur veya hendeğin, tersine, faylar arasında yükselmiş kesimi. |
hortlak |
Bazıların hakikatsız ve batıl inanışına göre mezarda dirilip geceleri çıkarak dolaştığı tevehhüm edilen ölü. Cadı, vampir. |
hoş |
f. İyi, güzel. * Tatlı. * Tuhaf, garip. |
hoş-alef |
f. Çok fazla yiyen hayvan. * Mc: Helâl haram demeden her şeyi yiyen kimse. |
hoşa |
f. Ne güzel, ne iyi, ne hoş. |
hoşab |
f. Suyu, havası iyi olan yer. Parlak, berrak. Elmas, inci gibi şeylerin parlaklığı. * Hoşaf. |
hoşâmed |
f. Hoş geldi. |
hoşâmed gû |
f. Hoş geldin, diye söyleyen. |
hoşâmedî |
Hoş geldin demek, hoş geldine gitmek. |
hoşane |
f. Güzel, iyi, lâtif. |
hoşavaz |
f. Sesi güzel olan. Güzel sesli. |
hoşayende |
(C.: Hoşâyendegân) f. Hoşa giden, hoşlanılan, beğenilen. |
hoşbeş |
Selâmsabah, hatır sorma, birbirine rastlayan iki ahbab arasında söylenilen ilk sözler. |
hoşbu |
f. Güzel kokulu, hoş kokan. |
hoşbude |
f. İyi oldu, iyi olurdu. |
hoşbuyî |
f. İyi kokulu olmak, güzel kokmak. |
hoşdil |
f. Memnun, neşeli. Gönlü hoş. |
hoşeda |
f. Hareket ve davranışı hoş ve güzel olan. |
hoşelhan |
f. Güzel ve hoş makale okuyan. |
hoşendam |
f. Boyu bosu güzel ve düzgün olan. |
hoşgû |
f. Hoş konuşan, tatlı dilli. Konuşmaları kırıcı olmayan. |
hoşgüvar |
f. Hazmı kolay, tatlı, hoş, sindirici. |
hoşgüzeşte |
f. Hoş geçmiş tatlı zaman. |
hoşhal |
f. Hali vakti iyi, bahtiyar, mes'ud. |
hoşhan |
f. Okuyuşu güzel |
hoşhiram |
f. Güzel yürüyüşlü, güzel gidişli. |
hoşkadem |
f. Uğurlu ayağı olan, ayağı uğurlu. |
hoşkalem |
f. Kâtip. İyi yazı yazan. * Hilekâr, hileci. |
hoşkâm |
f. Memnun, rahat, arzu ve isteklerine ulaşmış. |
hoşmanzar |
f. Manzarası güzel. Güzel görünen. * Mc: Güzel yüzlü. Siması güzel olan. |
hoşmeniş |
f. Huyu, tabiatı iyi. Güzel huyları olan. |
hoşmeşreb |
f. Sevimli, güzel huylu. |
hoşneva |
f. Sesi güzel olan. Güzel sesli. |
hoşnigâh |
f. Güzel bakışlı. |
hoşnihad |
f. İyi yaradılışlı, güzel huylu. |
hoşnişin |
(C.: Hoş-nişinân) f. Göçebe. * Rahat yerleşmiş. |
hoşnud |
f. Memnun, râzı, gönlü hoş edilmiş. |
hoşnudluk |
Memnuniyet, râzılık. |
hoşnüma |
f. Güzel görünen. |
hospodar |
Osmanlı İmparatorluğunca XV. yy.dan 1866-1881'e kadar Boğdan ve Eflak'ı yönetmekle vazifelendirilen Romen prenslerinin ünvanı. |
hoşreftar |
f. Gidişi, yürüyüşü güzel. Güzel gidişli. |
hoşru(y) |
f. Tatlı yüzlü, sevimli. |
hoşsohbet |
f. Konuşması tatlı, sohbeti güzel. |
hoşter |
f. Daha lâtif, daha hoş. |
hostes |
ing. Umumi taşıtlarda, daha ziyade uçaklarda yolcuları ağırlayan kız veya kadın. |
hotoz |
Eski zamanda kadınların başlarına giydikleri süslü serpuş. * Hayvan, kuş ve tavuk tepesi. * Yapıların ve eşyaların üzerine konulan tepelik. |
hov |
Av kuşuyla yapılan av. * Av kuşunu, yanına celbetmeye mahsus bir kelime-i beynelmileldir. |
hovarda |
Sefih, çapkın. Malını mülkünü zevk u safa yolunda harcayan, sefâhette sarfeden. |
höyük |
Kazıldığında içinden eski eserler çıkan alçakça toprak tepe. |
hu |
O' mânasına zamir olup, Kur'an-ı Kerim'de, bir Allah'tan başka ilâh olmadığını ifade eden ve kelime-i tevhid olan bu lâfzında şeklinde 26 defa zikredilmiştir. Müstakil More… |
hub |
f. Hoş, güzel, iyi. ◊ (Hâbb) Günah. |
hub-avaz |
f. Güzel sesli, sesi güzel olan. |
huba'sen |
(C.: Huba'senât) Yoğun ve katı nesne. |
hubab |
Muhabbet. * Mahbub, sevgili olan. * Su üzerinde olan kabarcık ki, habab-ül mâ' derler. |
hubahib |
Yıldız böceği. * Bahil bir kimsenin adı. |
hubak |
(C.: Hubek) Suya ve kuma rüzgârın etkisiyle yol yol görünen yerler. |
huban |
f. Güzeller, iyiler. |
hubanname |
Edb: Güzel ve yakışıklı gençler hakkında yazılan kitap. (Güzel kadınlar hakkında yazılanlara ise 'zenanname' denilir.) |
hubar |
Taşlı, yumuşak yer. |
hubara |
(C.: Hubârât) Toy kuşu. |
hubas |
Değirmen unluğu. |
hubase |
Selin derede kazıp yıktığı yerler. ◊ Ganimet malı. |
hübaşe |
(C.: Hübâşât) Kesbetmek, kazanmak, çalışmak. |
hubat |
Cinnete benzer bir sefahet. |
hubb |
(Hibâb - Hibb - Mehabbet) Sevgi, muhabbet, bağlılık, dostluk. Bir şeyi birisine sevdirmek. * Hulus, lüzum ve sübut. * Muhafaza ve imsâk. ◊ Hilekâr, dolandırıcı, aldatıcı, More… |
hubban |
Habbeler, tâneler, tohumlar. (Hibeb de aynı meâldedir). |
hubbazî |
Ebegümeci. |
hubbe |
Dostluk. |
hubeb |
(Habbe. C.) Buğday, mısır, arpa gibi ufak ve yuvarlak nebatatın taneleri. |
hübel |
Cahiliyet devrinde Kureyşlilerin en büyük putu. |
hubesa |
(Habis. C.) Habisler, pis şeyler. * Abdestsiz, gusülsüz gezen pis kâfirler. |
hubeyb |
(Hubeybe) (C.: Hubeybât) Küçük tane, ufak tane, tanecik. |
hubeybat |
(Hubeybe. C.) Küçük tanecikler. |
hubî |
f. Güzellik. |
hubla |
Gebe, hâmile. |
huble |
Boyuna takılan süs eşyası. |
hubne |
Koltuk altına koyup getirilen şey. * Kaftan eteği. * Don. |
hubr |
Bilme, ilim. * Sınamak, tecrübe. |
hubre |
Etten ve balıktan aldıkları hisse. |
hubru(y) |
(C.: Hubruyân) Yüzü güzel olan. Güzel yüz. |
hubs |
Kötülük, fenalık, yaramazlık. ◊ Vakfolan nesne. |
hubş |
Sesi güzel olan bir kuş. |
hubse |
Tutuk mânâsına bir isim. |
hubter |
(Hub-terin) f. En güzel, pek güzel. |
hubu' |
Çocuğun ağlamaktan dolayı sesinin kesilmesi. |
hübu' |
(C.: Hebât) Doğum vaktinin sonunda doğmuş deve yavrusu. * Devenin boynunu uzatarak yürümesi. ◊ Uyumak. * Eşek gibi yürümek. * Boynunu uzatmak. |
hubub |
(Hubüb) (Habâb. C.) Su üzerinde kabarcıklar. ◊ Tohumlar, tâneler. |
hübub |
Esme. Üfürme. Rüzgârın hafif hafif esmesi. |
hububât |
Habbeler, tâneli nebatlar, taneler. |
hubük |
(Habîke ve Hibak. C.) Habîkeler ve hibaklar. (Bak: Habîke) |
hübük |
(Habike. C.) Samanyolları. * Çizgiler. |
hubul |
(Habl. C.) Urganlar, ipler, halatlar. ◊ El ve ayak kesmek. |
hubur |
Sevinç, sürur, gönül ferahlığı. Şadüman olmak. * Âlimler. ◊ Haberler. Havadisler. |
hübur |
Çukur. * Büyük tas. |
hubüs |
Necaset, çirkinlik. |
hubut |
Bâtıl olmak. Beyhude, işe yaramaz olmak. ◊ Aşağıya inme, düşme. |
hübut |
Aşağı inme. İnmek. (Suudun zıddı) * Uyuşma, anlaşma. |
hübüvv |
Ateşin sönmesi. |
hubz |
Ekmek. |
hubze |
Ekmek parçası. Bir parça ekmek. * Kül pidesi. |
huc |
f. Horoz ibiği. * Kuş tacı, ibik. * Koç. * Horoz ibiği adlı bir çiçek. |
hüccab |
(Hâcib. C.) Perdeciler. * Kapıcılar. |
hüccet |
Senet. Vesika. Delil. Bir iddiânın doğruluğunu isbat için gösterilen resmi vesika. * Şâhid. |
hüccet-i katia |
f. Kat'i delil. Bir şeyin doğruluğunu şeksiz, şüphesiz isbata vesile olan. |
hücciyet |
İhticaca salih olma. Delil sayılabilme, sağlam delil kabul edilir olma. |
hücec |
(Hüccet. C.) Deliller, senedler, vesikalar. |
hucee |
Çok nikâh ve çok cima eden erkek. * Şişman ve ağır kimse. |
hücerat |
(Hücürat-Hücrât) Hücreler. Hüceyreler. Gözler, odacıklar. |
huceste |
f. Saâdetli, mutlu. Hayırlı, uğurlu, meymenetli. |
hüceste |
f. Uğurlu, mübârek, mes'ud. |
huceste-hisal |
f. Güzel huylu, tabiatı uğurlu. |
hüceyrat |
Hüceyreler. Hücrecikler. Küçük odacıklar. |
hüceyre |
Hücrecik. Canlı varlıkların veya nebâtatın vücudunu teşkil eden küçük küçük odacık halinde ve içi vücuda lüzumlu madde ile dolu hücrecik. En küçük canlı parça. * Küçük delik ve oyuk. |
hucne |
Kuşak. |
hücnet |
Kusur, noksan, ayıp. * Bayağılık, karışıklık, soysuzluk. * Sözdeki ayıp. |
hücr |
(C.: Hevacir) Fuhş, hezeyan, kötü sözler. ◊ Kucak, âğuş. |
hücrat |
(Hücre. C.) Hücreler, gözler, odacıklar. |
hucre |
(Bak: Hücre) |
hücre |
Oda. Odacık. * Hüceyre. En küçük canlı varlık. Canlı varlıkların en küçük yapısı. ◊ (C.: Hucer-Hucerât) Deve ağılı. * Duvar çevrilmiş yer. ◊ Medine-i Münevvere'nin More… |
hücrevî |
Hücre gibi, hücre ile alâkalı, hücreye dâir. |
hücu |
Zemmetmek, çekiştirmek, kötülemek. |
hücu' |
Az uyku. Gece uykusu. |
hucub |
(Hicab. C.) Perdeler, hicablar, hâiller. |
hücüb |
(Hicâb. C.) Perdeler, hicablar. |
hücud |
Uykusuz kalma. Geceleyin az uyuma. |
hücul |
(Hecl. C.) Uçurumlar, çukurlar, derinlikler, yaralar. |
hücum |
Saldırma. Hamle ile ileri atılmak. * Sert sözle birine çatmak, karşı çıkmak. |
hucurat |
(Hücre. C.) Hücreler, odacıklar. |
hücürat |
(Hücre. C.) Hücreler, odacıklar, gözler. |
hucurat suresi |
Kur'an-ı Kerim'de 49. suredir. Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. |
hucze |
(C.: Hucez) Kuşak yeri. * Ateşli odun parçası. |
hud |
(Hâid. C.) Büyüklük. * Çok hürmet. * Bir Peygamber ismi. Rıfk, sükun ve vakar ile muttasıf olduğu için bu Peygambere Hud ismi verilmiştir. (A.S.) Yahudilere de bu isim söylenilmiştir. Nuh More… |
hud suresi |
Kur'an-ı Kerim'de 11. sure olup Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur. |
hüd' |
Sâkin olmak. |
hud'a |
Hile, oyun. Aldatma. Düzen. Mekir. * Bir kere aldanmak. * Herkese aldanan. Safdil. |
hud'akâr |
f. Oyuncu, düzenbaz, hilekâr. |
hud'akârî |
f. Düzenbazlık, hilekârlık, oyunculuk. |
huda |
f. Rabb. Sâhib. Cenab-ı Hak. Hâlık. |
hüda |
Doğru yol göstermek. * Doğruluk. Hidâyet. * Kur'ân-ı Kerimin bir ismi. |
hudabin |
Hakkı ve hakikatı gören. Cenâb-ı Hakk'ı tanıyan. |
hudadad |
f. Allah vergisi. Mevhibe-i İlâhî. |
hüdafet |
Semizlik, besililik, etlilik. |
hudahan |
f. Şehâdet parmağı. |
hüdam |
Deniz tutması. |
hudanegerde |
f. Allah göstermesin. |
hudaperest |
Allah'a ibadet eden. Dindar. |
hudapesend |
f. Allah'ın beğeneceği şey. |
hudara |
Karanlık gece. * Siyah bulut. ◊ f. Allah için, Allah aşkına. |
hudare |
Deniz. |
hudaret |
Yeşillik. Sebze. |
hudarî |
Arı kuşu. |
hudari' |
Bahil kimse. |
hudariyye |
Tavşancıl kuşu. * Karanlık gece. |
hudaşinas |
f. Allah'ı tanıyan, Allah'a iman eden. |
hüdat |
(Hâdi. C.) Hidâyet edenler. |
hudavend |
f. Allah, Hâlık, Rabb. * Sâhib, malik, efendi. * Hükümdar, hâkim. |
hudavendî |
f. Hudavendilik, sâhiplik, hükümdarlık. |
hudavendigâr |
f. Hükümdar, âmir, efendi, sahib. * Osmanlı padişahlarından 1. Murad Han Gazi'nin (1362 - 1389) lâkabıdır ve bu sebeple, şehzadeliğinde valilik yaptığı Bursa vilâyetine de Cumhuriyete More… |
hudaver |
Sahip, mâlik. * Bey, hâkim, efendi. |
huday |
f. Allah, Rabb. |
hudaygân |
f. Büyük hükümdar, yüce sultan, ulu pâdişah. |
hudayî |
f. Hudâlık, uluhiyyet. Allah'lık. * Allah'a mensub. |
hudayinabit |
Ekilmeden biten ot veya ağaç. * Hiç bir talim ve terbiye görmemiş adam. |
hüdb |
(C.: Ehdâb) Kirpik. * Mendil. * Testere çevresinde olan saçak. |
hüdbe |
(C.: Hüdeb) Hamle yapmak. |
hüdbüd |
Sütün koyu ve yoğurt olması. |
hüddab |
Ensiz, ince, uzun yaprak. |
huddam |
Hizmette bulunanlar. Hizmetçiler. * Cin taifesinden olan hizmetçi. |
hudde |
Çukur. |
hudena |
(Hadîn. C.) Sâdık dostlar, vefakâr arkadaşlar. |
huder |
Kökü derin olan ot. |
hüdhüd |
Bir kuş ismi. Çavuş Kuşu veya ibibik denilir. |
hudir |
Yumuşak taze ot. |
hudiy |
Dağ eteğinde olan taş. |
hüdlul |
Kurt. (Canavar) |
hudm |
Her nesnenin kökü. |
hudme |
Çabuk kaynayan çömlek. |
hüdn |
Barış, sulh, musalaha. |
hudr |
Sıçramak. Seğirtmek. ◊ Yeşillik. |
hudra |
(Bak: Hadrâ) |
hudre |
Göz kapağının içinde çıkan çıban. |
hudret |
Yeşillik. * Yeşil renklilik. |
hudrî |
Kara eşek. |
hudu' |
Eğilip tevâzu etmek. ◊ Alçaklık etmek. |
hüdu' |
Kamburluk. |
hüdüb |
(C.: Ehdâb) Sarık. * Kirpik, müjgân. * Havlu, el silmeye mahsus pamuklu bez. * Minder kenarında olan püskül. |
hudud |
(Hadd. C.) Yanaklar. * Cemâatler. * Yeri kazmalar. Yeri yarık etmeler. * Çiçek yaprakları. ◊ (Hadd. C.) Sınırlar, hudutlar. * Uçlar. Bucaklar. * Şeriatın cezâ hükümlerinin More… |
hüdüd |
Çok yaşlı ihtiyar. İhtiyar ve zayıf olmak. * Bir binayı gürültüyle yıkıp göçürmek. (Bak: Tehdid) |
hududname |
f. Memleket sınırını belirleyen vesika. Harp veya diğer bir ihtilaf sonunda iki taraf murahhaslarınca yerinde tetkik edilerek tanzim olunan harita ve rapor. * Memleket dahilindeki bir More… |
hudumme |
Kolları kalın olan. * Büyük emir. |
hudur |
Aşağı indirmek. * Bir yeri şişmek. ◊ Hazırlık. |
hudus |
Yeniden meydana gelme. Sonradan peyda olma. Yok iken vücuda gelme. |
huduş |
Kaşımaktan ve tırmalamaktan dolayı olan yara. |
hufal |
Çok. |
hufale |
Arpa, buğday ve pirinç kabuğundan saçılan. * Her kabuklunun arınıp pâk olanı. * Her nesnenin kemi ve yaramazı. * Yağ tortusu. * Şıra sıkıntısı ve kepeği. |
hufare |
Ahd. * Ücret. * Hayâ şiddeti. |
hufas |
Isırdığı yer acımayıp zarar vermeyen yılan. |
hüfat |
Nazar etmek, bakmak. |
hufdud |
Bir kuş ismi. |
huff |
Abdest alınırken üzerine meshedilebilen mest vs. gibi ayakkabı. * Deve tabanı isimli bir nebat. |
huffaş |
Yarasa. Gece kuşu. |
huffaz |
(Hâfız. C.) Hâfızlar. |
hüffel |
Memesi süt ile dolu olan koyun. |
hufne |
(C.: Hufün) Çukur. |
hufre |
Kazılmış çukur. Oyuk. ◊ Ahd, söz. |
hufreteyn |
İki çukur. İki delik. |
hufte |
(C.: Huftegân) Yatmış, uyumuş. |
hufte-gân |
(Hufte. C.) f. Yatmış olanlar, yatıp uyumuş olan kişiler. |
hufte-gî |
f. Yatıp uyuma. |
hufuf |
Maişet şiddeti, geçim zorluğu. * Darlık. |
hufuk |
Dolanmak. |
hufut |
Sâkin olmak. Ateşin sönmesi. * Sesin kesilmesi. |
hufve |
Yalın ayak olmak. |
hufye |
Saklanma, gizlenme. * Etrafı herhangi bir şeyle ihata edilen şey. |
huh |
(C.: Huvhât) Şeftali. * Duvardaki ışık girecek delik. |
huk |
f. Domuz, hınzır. |
huk-ban |
f. Domuz çobanı. |
hükâ' |
Öksürük. |
hükake |
Kazılan şeyin kazıntısı, talaşı veya yongası. |
hukb |
(C.: Ahkâb) Seksen yıl. |
hükea |
Ahmak kimse. |
hükemâ |
(Hakîm. C.) Âlimler. Çok bilgili kimseler. |
hukerde |
f. Terlemiş. |
hukeşan |
f. Tar: Hacı Bektaş şeyhinin Yeniçeri Ocağı nezdindeki vekiline mahsus doksandokuzuncu ortaya 1591 senesinde tâyin olunan Bektaşi müritleri hakkında kullanılır bir tâbirdi. Yeniçeri More… |
hukk |
(C.: Hukuk-Hıkâk) Hokka. |
hukka |
(C.: Hukuk) Küçük kutu. Hokka. |
hükkâm |
(Hâkim. C.) Hâkimler. |
hükl |
Karınca gibi sesi işitilmeyen hayvan. |
hükle |
Dil tutukluğu, kekemelik. |
hükm |
(Hüküm) Karar. Emir. Kuvvet. Hâkimlik. Amirlik. * İrade. Kumanda. Nüfuz. * Kadılık etmek. * Tesir. Cari olmak. * Makam. * Bir dâvanın veya bir meselenin tedkik edilmesinden sonra varılan More… |
hükmberdar |
f. Hükme muti olan, itaat eden, boyun eğen. |
hükmen |
Hüküm yoluyla, hükmünde ve değerinde olarak. |
hükmî |
Hükme dair. Hükme âit ve müteallik. Bir karara dayanan, itibâri olan. |
hükmî şahis |
Şahıs gibi muamele gören cemiyet, şirket gibi birlik teşkil eden müessese. |
hükmkeş |
Emre itaat eden, hükme boyun eğen. |
hukne |
Tıb: Şırınga. * Şırınga edilen ilâç. |
hükre |
Cem'olmak, toplanmak, birikmek. * Yiyecek maddelerini, pahalanacak diye saklamak. * Azlığından bir yerde toplanan su. |
hüku' |
Sâkin olmak. |
hukuk |
'(Hakk. C.) Haklar. * İnsanın cemiyet hayatında riâyet etmesi lâzım gelen kaideler, esaslar, yâni; şer'i ve adli hükümler. Haklıyı haksızdan ayıran kaideler. * Şeriat kitablarında More… |
hukukçu |
Hukuk mütehassısı. Hukuku meslek edinen kimse. Avukat, müdde-i umumi 'savcı' ve hâkim. |
hukukî |
(Hukukiyye) Hukuka ait, hukuk işleriyle alâkalı. |
hukukiyyat |
Hukuk bilgisi. |
hukukperver |
f. Geçmişi unutmayan, haklara hürmetkâr kimse. Vefalı ve sâdık dost. |
hukukşinas |
Hukukçu, hukuk ilmini bilen. * Vefâlı kimse. Sâdık dost. |
hükûmat |
(Hükûmet. C.) Hükûmetler. |
hükümdar |
f. Padişah, hüküm sâhibi. En yüksek reis. İmparator. |
hükümdaran |
(Hükümdâr. C.) Hükümdarlar, Padişahlar. |
hükümdarane |
Hükümdar gibi, hükümdara yakışır bir surette. |
hükümdarî |
f. Hükümdarlık, padişahlık, şahlık. |
hükûmet |
Bir memleketi idare edenler. Vekiller hey'eti. Devlet. |
hükûmet konaği |
Devlet memurlarının bulunduğu bina. Bunun yerine 'Bab-ı hükûmet, daire-i hükûmet' tabirleri de kullanılırdı. |
hükümferma |
f. Hükümrân, hüküm süren. Hâkimiyetle idâre eden. |
hükümlü |
Bir hüküm ve emri bildiren. * Mahkemece hüküm giymiş kimse. |
hükümname |
f. Bir mahkeme veya hey'etin hüküm ve kararını hâvi vesika. Hükmü ihtiva eden kâğıt. |
hükümran |
Hâkim, hükümdar. Hüküm ve saltanat süren. Hükümfermâ. |
hul |
(Hâyil. C.) Bela. Zahmet. * Mukabele etmek, karşılık vermek. |
hula' |
Büyük emir (iş). |
hulabis |
İnce ses. |
hülâgu |
Mil: 1258' de Bağdadı zaptederek halkını kılıçtan geçirmiş, Abbasi Halifesi Musta'sımı ve bütün âile efradını öldürtmüştür. Cengiz Hanın torunu, Tülay Hanın oğludur. Tarihde en çok More… |
hulak |
Boğaz ağrısı. |
hulalet |
Samimi dostluk arkadaşlık. |
hülam |
Sirke ile pişen sığır eti. |
hulam (hullân) |
Kurban olmayan küçük oğlak. |
hülas |
Zayıf davar. |
hulasa |
Bir şeyin, bir bahsin özü. Kısaca esası. |
hülasa |
(Bak: Hulâsa) |
hulasaten |
Kısaca, özet olarak, hülâsa olarak, muhtasaran. |
hulave |
(C.: Halâvi) Kafanın ortası. |
hulb |
Kuyu dibinde olan balçık. * Ağaç dibinden çıkan budağın yaprağı. * Lif. ◊ Domuz kılı. Kalın kıl. Yele kılı. * Kıldan yapılmış kalem, kıl fırça. |
hülb |
Kıl fırça, kıl kalem. * Kalın kıl kuyruk, yele kılı. |
hulbe |
(C.: Huleb) Liften yapılan urgan. ◊ Hububattan olan böy. |
hülbe |
şiddet. |
hulc |
Küçük gemi. |
huld |
Ebedilik. Sonu olmayan. Sonu olmamak. |
hulde |
Köstebek. |
huldzar |
f. Cennet. |
huleb |
'Bozrak bir ot ki, yer üzerine yayılır, sapı olmaz; yaprağını koparsalar sütü akar ve ekseriyâ geyik yer.' |
hulefâ |
(Halife. C.) Halifeler. (Bak: Halife) |
hülefâ |
(Halife. C.) Halifeler. |
huleke |
Kum içinde olan küçük bir hayvan. |
hulel |
(Hulle. C.) Elbiseler. |
huleyfe |
Medine ehlinin ihramlandığı yer. |
huleyka' |
At burnu. |
huleyme |
(C.: Huleymât) Memecik. * Ciltte, bilhassa dil üzerinde bulunan küçük kabarcıkların beheri. |
hulf |
Ahdinde durmamak. Ahdini bozmak. Sözde durmamak. * Nakz. |
hulfetmek |
Sözünde durmamak. HULİYY: (C.: Huliyyât) Altun, gümüş, elmas, zümrüt, vs. gibi süs eşyası. Mücevher. |
hülhal |
Saf su. |
hülhül |
(C.: Helâhil) Öldürücü zehir. |
hulk |
Huy. Ahlâk. Tabiat. Yaratılıştan olan haslet. Seciyye. Cibilliyet. * İnsanın doğuştan veya sonradan kazandığı ruhî ve zihnî hâller. |
hülk (hülke) |
Yok olmak. Fâsid olmak. * Düşmek. |
hulkan |
Huy ve tabiatça. Ahlâk cihetiyle. |
hulkî |
Huy ile, hulk ile alâkalı ve hulka müteallik. |
hulkum |
İnsan veya hayvan boğazı. Ağızdan mideye giden yol. |
hull (hill) |
Dost. |
hullan |
(Halil. C.) Sâdık dostlar, arkadaşlar. |
hüllas |
İnsana ârız olan gevşeklik. |
hulle |
Ağır, pahalı. * Belden aşağı ve belden yukarı olan iki parçadan ibâret olan elbise. * Cennet elbisesi. * Fık: Üç defa kocasının boşadığı bir kadının dördüncü defa eski kocasına nikâh More… |
hulleb |
Yağmursuz bulut. |
hullebaf |
f. Terzi. |
hulledallah |
Allah dâim ve bâki etsin. |
hullet |
(C.: Hulel) İçten, samimi sevgi. Dostluk. Muhabbet. Haslet. |
hulliyyat |
(Hulliyy. C.) Pırlanta, altun, gümüş gibi süs eşyaları. |
hulm |
Rüya, hülya. * İhtilâm olmak. Açık saçık rüya. * Akıl. ◊ Geyiğin yataklandığı yer. |
hulse |
Kapmak. * Karışmak. * Fırsat. |
hulta |
Ortaklık, şirket. |
hulu |
Hali olmak. |
huluc |
Ayrılmak. * Çekilmek. * Yavrusu ayrıldığında sütü az olan deve. |
hulüc |
Çok yeyici, fazla yiyen. |
hulud |
Ebedilik. Devam üzere olmak. Bir şey aslî hâleti üzere dâim olmak. |
huluk |
Huy. Tabiat. Ahlâk. |
huluka |
(C.: Ahlâk-Halkân) Eski olmak. |
hulul |
Girme. Dâhil olma. İçine gizlice giriş. * Birinin veya birkaç kimsenin sevgi veya itimadını kazanmak, içlerine onlardan görünüp girmek. * Halletmek. * Vuku' bulmak. Zuhur etmek. * Gelip More… |
hulule |
Dostluk. |
hulüm |
'(C.: Ahlâm) Düş, rüyâ. (Rüyâ tâbiri iyilerinde; hülm tâbiri kötülerinde kullanılır.) * İhtilam olmak. * Akıl.' |
hulus |
Hâlislik. Saflık. * Samimiyet. Hâlis dostluk. İçden davranmak. Her hayırlı işi ve ameli Allah rızâsını niyet ederek yapmak. |
hulusi |
Samimi, candan. Hâlis ve içi temiz olan. |
hulusiyyet |
Hâlislik. Samimi dostluk. |
huluskâr |
f. Bir insana karşı samimi muhabbeti olan. * Dalkavuk. Menfaati için sevgi ve iyi muamele gösteren. |
huluskârâne |
f. Samimi muhabbet ve sevgi ile. * İkiyüzlülükle, dalkavuklukla. |
hulusname |
f. Yalnız muhabbet, alâka ve bağlılığı göstermek üzere sunulan mektub. |
huluvv |
Boş olmak, hâlî oluş. Boşluk. Boşta olmak. * Huk.:Tarafların anlaşarak evlilik hayatlarına son vermeleri. * Huk.:Bir gayr-i menkulün, muayyen bir bedel ile kiralanmış olmasından doğan More… |
hulv |
Tatlı. * Hoş ve güzel. İyi. |
hulvan |
Bir kimsenin hizmeti karşılığında, ücretinin haricinde verilen şey. * Kızın mihrinden, kişinin kendisi için aldığı miktar. * Vermek, bahşetmek. * Bir belde ismi. |
hulviyyat |
Tatlı yemekler. Şekerlemeler. Tatlı şeyler. |
hulya |
f. Kuruntu. Hayal. Vehim. Olmıyan bir şeyi düşünerek yaşamak. Akıldan geçen ve matmah-ı nazar olan husus. |
hülya |
(Bak: Hulya) |
hum |
f. Küp. * Şarap küpü. İçine şarap doldurulan küp. |
hüm |
Onlar. (Bak: Şahıs zamiri) |
hüma |
(İki kişiye işaret olan zamir) O ikisi. ◊ Bir çeşit diken. |
hümâ |
f. Devlet kuşu. * Saadet. Mutluluk. |
hümâ kuşu |
Devlet kuşu. (Hikâyede: Gölgesi kimin başına düşerse o padişah olurmuş, derler. Hümâyun da buradan gelmiştir. Tayr-ı hümâyun, tâlih kuşu, uğur kuşu gibi isimlerle söylenir.) |
humahin |
Yüzük yapılan bir cins siyah taş. |
humak |
Kabarcık gibi bir şeydir ve insana ârız olur. |
humaka |
Akıl azlığı, ahmaklık. |
humakî |
(Ahmak. C.) Ahmaklar, salaklar. |
humal |
Aksaklık. |
hümam |
Himmetli. Bir işe sıkı sıkıya sarılıp o işi bitiren. Sahi ve civanmerd. * Aslan. * Büyük ve sağlam. |
humame |
Süprüntü. |
humanizm |
(Bak: Hümanizm) |
hümapaye |
f. Çok yüksek dereceli. |
hümapervaz |
f. Hümâ gibi yükseklerde uçan. * Mc: Yüksek himmetli. |
humar |
Sarhoşluk veren ve haram olan içkiden sonra gelen baş ağrısı. * Sersemlik. * Bir şeyin acısı burnundan gelmesi. |
humar-âlud |
f. Süzgün ve baygın göz. * Kendinden geçmiş, şaşkın. |
humaris |
Sağlam, şiddetli, katı. |
humaşe |
Diyeti bilinmeyen cinayet. |
humasî |
Arapçada: Aslî harfleri, yani kök harfleri beş adet olan kelime. * Beşe mensub. * Beşli. |
humat |
(Hâmî. C.) Himaye edenler, koruyanlar. |
hümat |
(Bak: Humat) |
humayun |
(Bak: Hümâyun) |
hümayun |
f. Padişaha ait. * Mübarek. Kutlu. Uğurlu. Âlî. * Kuvvetli. (Bak: Hümâ kuşu) |
hümayunname |
f. Padişah tarafından bir hükümdara gönderilen mektub. |
humaz |
Kırmızı çiçeği olan bir bitki çeşidi. * Kuzu kulağı. |
humbara |
f. Küçük küp. * Aks: Demir veya tunçtan dökülmüş, içi boş ve yuvarlak olarak yapılan ve içine patlayıcı maddeler doldurularak havan topu veya elle atılan harp aleti. Havan topu ile atılana More… |
humbaraci |
Ask: Yeniçeri teşkilâtı zamanındaki topçu eri. Bu teşkilâtın mensubları havan toplarıyla humbara attıkları için bu adı almışlardı. |
humbarahane |
Humbara yapılan beylik fabrika. * Tar: Humbaracılar kışlası. |
humçe |
f. Küçük küp. |
humeka |
(Hamik. C.) Ahmak, sersem. |
humeme |
(C.: Humem) Kömür. * Kara kül. * Her ateşte yanan nesne. |
humevî |
Tıb: Sıtmaya ait. |
hümeyra |
Pembecik. |
humeyya |
şiddet. |
hümeze |
(Hemz. den) Dürtüştürücü, kırıcı, ısırıcı, sıkıcı. * El ve kaş işâretleri ile ayıplama. * Bir kişinin ardından ayıplarını söyleyen. Gammaz. |
hümeze suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 104. suresi olup Mekkîdir. |
humhane |
f. Meyhane. * Şarap küplerinin konulduğu yer. * Tas: Âşığın kalbi. |
humk |
Ahmaklık. Bön olmak. Aklı az olmak. |
huml |
Kaçmak. * Korkmak. |
hümluc |
Demirciler körüğü. |
humma |
Ateşli hastalık. Sıtma. |
hümma |
(C.: Hümmeyât) Hastalıktan dolayı vücudda meydana gelen harâret. * Nöbetli hastalık. * Sıtma. |
hummali |
Ateşli, kızgın. * Çok faaliyetli. Hararetli. |
hummaz |
Kuzu kulağı. |
humme |
Tamam oldu (meâlinde fiil). |
hümme |
Kara. * Diş eti kararmak. |
hummere |
(C.: Hummer) Kaya kuşu denilen başı kızılca serçe gibi bir kuş. |
hümmeyat |
(Hümmâ. C.) Hastalıktan dolayı vücutta meydana gelen şiddetli hararetler, ateşler. * Sıtmalar. * Nöbetli hastalıklar. |
hummisa |
(C.: Hummis) Nohut. |
hummus |
Nohut. |
humran |
(Ahmer. C.) Kırmızılar. |
humre |
(C.: Humur) Küçük seccade. * Namaz kılacak yer. * Küçük hasır parçası. * Güzelleşmek için kadınların yüzlerine sürdükleri şey. |
humret |
Kırmızılık. Kızıllık. Masumane şefkat. |
hums |
Beş bölükten birisi. Beşte bir. |
humsa |
Boş böğürlü ve ince karınlı olmak. |
humse |
Hürmet. |
humtane |
Kadının kaynanası. |
humud |
Düşme. Zayıflama. * Sâkin olmak. Soğumak. Ateş sönmiyerek alevi azalmak. * Bayılmak ve kendini kaybetmek. * Ne helâle, ne de harama iştihası olmamak. |
hümud |
Elbisenin eskimesi. * Ateşin sönmesi. ◊ (Bak: Humud) |
humul |
Bir kimsenin adı sanı batma, ünü ünvanı kaybolma. ◊ Mahfe taşıyan deve. * (Haml. C.) Yükler. |
hümum |
Tasalar, kaygılar, kederler, gamlar, gussalar. |
hümumet |
Pek fazla ihtiyarlık, çok yaşlılık. |
humuza |
Ekşilik. |
humuzat |
Ekşi şeyler. |
humuzet |
Ekşilik. Kekrelik. |
humuziyet |
Ekşilik. Kekrelik. |
humve |
şiddet. * Suret. |
hun |
f. Kan, dem. * Öç, intikam, öldürme. ◊ Hor ve zelil olmak. |
hun'a |
şekk, şüphe, zan. * Töhmet. |
hun-ab(e) |
f. Sulu kan, kanlı su, su ile karışık kan. * Mc: Kanlı gözyaşı. |
hun-alud(e) |
f. Kana bulanmış. |
hun-aşam |
f. Kan içici, kan içen. |
hunabis(e) |
Arslan. * Zâlim ve kötü kimse. |
hunak |
(C.: Havânik) Boğazda olan şiş. |
hunan |
Kuşların boğazında olan bir hastalık. |
hünane |
İç yağı. |
hunat'e |
Kalın, yassı nesne. |
hunayis |
Çirkin. |
hünba' |
Ağır ve çirkin kadın. |
hunbaha |
f. Kan bahası, diyet. |
hunbar |
f. Kan yağdıran, kan yağdırıcı. |
hünbül |
Kısa boylu. Kürk. |
hunçegân |
f. Kendisinden kan akan. |
huncur |
(C.: Hanâcir) Sütlü deve. ◊ Boğazın başı. |
hundure |
Göz bebeği. |
hunefa |
(Hanîf. C.) Allahın birliğine inananlar. (Bak: Hanîf.) |
hunefşan |
f. Kan saçan, kan serpen. |
hüner |
f. Mârifet. Bilgililik. Ustalık, mahâret. |
hünermend |
f. Hüner sahibi, hünerli, marifetli. |
hünermendî |
f. Hünerlilik, mârifetlilik. |
hünerpişe |
f. Mahâretli, mârifetli, hünerli. |
hünerver |
f. Çok ustalıklı. Becerikli. Usta. Mahâret sahibi. |
hünerverân |
(Hünerver. C.) Mârifetli, hünerli kimseler. |
hüneyhe |
Saat. * Kıyâmet. |
huneyn |
Mekke-i Mükerremeye üç mil mesafede ve Mekke ile Taif arasında bir vâdinin adı. |
hunfeşan |
f. Kan saçan, kan serpen. |
hunhah |
f. İntikam alıcı, öç alıcı, kan isteyen. |
hunhar |
f. Kan içici. Zâlim. Kan akıtan. Öldüren, öldürücü. |
hunharane |
f. Kan içercesine. Çok zâlimce. Öldürerek. |
huni |
'yun. Dar ağızlı kaplara sıvı dökmeye yarayan; ve yukarı kısmı genişçe, aşağı kısmı dar olan âlet.' |
hunî |
f. Kanlı, kan dökmeye meyilli. |
hunîn |
f. Kana bulanmış, kanlı. |
hunkâr |
f. (Bak: Hünkâr) |
hünkâr |
f. Hükümdar. Padişah. Sultan. |
hünkâr mahfili |
Eskiden camilerde padişahlar için yapılmış olan yerler. Bu mahfiller camilerin zemininden yüksek olarak yapılır ve caminin iç kısmını görmek için kafes konulurdu. Bunun haricinde kafesin More… |
hunke |
Tecrübe etmek, denemek, sınamak. |
hunnak |
Tıb: Boğaz hastalıkları. |
hunne |
Sözü burun içinden söylemek. |
hunpaş |
f. Kan döken, kan saçan. |
hunrîz |
f. Kan dökücü, kan döken, kan akıtan. |
hunsa |
Hem erkek, hem de dişi olan. * Erkeklik ve dişilik alâmetlerini birlikte taşıyan bitki. |
hünsa |
Erkek veya kadın olduğu belirsiz olan. * Aynı çiçekte dişi veya erkeklik uzvunun bulunması. |
hünsaiyyet |
Aynı kimsede ve aynı zamanda hem erkeklik hem dişilik. |
huntuf |
Sakalını yolan. |
hunu' |
Horluk, zelillik, alçaklık. |
hünu' |
Sindirip hazmetmek. |
hünud |
Hindliler. |
hunük |
f. Ne güzel! Ne hoş! Ne mutlu! |
hunus |
Rücu etmek, vazgeçmek, geri dönmek. * Örtülü olmak. * Tehir etmek, sonraya bırakmak. |
hunut |
Mumyalama. * Bir ölünün uzun zaman çürüyüp kokmaması için kullanılan eczalar. |
hunuz |
Kokup fenâ olmak. |
hunyâ |
f. Şarkı söyleme. |
hunyâger |
f. Şarkı söyleyen, şarkıcı. |
hunzub |
Şişman gövdeli, boş konuşan kadın. |
hunzüb |
(C.: Hanâzıb) Erkek çekirge. |
hunzüba' |
Kuru. * Yellengen böceği. |
hunzul |
Uzun boynuz. * Uzun zeker. |
hunzuvane |
Kin tutmak. * Büyüklenmek, kibirlenmek. |
hur |
'(Ahver. C.) Ahu gözlüler. Gözleri iri ve siyah kısmı pek siyah; beyaz kısmı pek beyaz olan kızlar. * Cennet kızları, huriler.' ◊ f. Güneş. * Yiyecek şey. ◊ f. More… |
hur' |
(C.: Hurü') Kuş tersi, necis. |
hür' |
Fâsid kelâm, çirkin söz. |
hura' |
Devenin delirmesi. |
hurac |
Tıb: Bedenin çeşitli yerlerinde çıkan çıbanlar. |
hurace |
Çıban. * İrinlenme. |
hurafat |
(Hurafe. C.) Aslı esası olmayan, bâtıl rivayetler. Bâtıl inanışlar. Hurafeler. |
hurafe |
Uydurma, bâtıl inanış. Masal. Efsane. Yalan hikâye. |
hurafe-varî |
f. Hurafeye benzer. Hurafe gibi uydurulmuş. |
hurak(a) |
Kav dedikleri nesne. * Tuzluk. |
huran |
(Hur. C.) f. İri gözlü. * Cennet kızları. |
hürar |
Devede olan bir zahmet. |
huraşe |
Ufak parça, küçük şey. |
hurbe |
(C.: Hureb) Kalça kemiğinin deliği. * Her yuvarlak delik. |
hurc |
Meşinden veya çadır bezi gibi şeylerden yapılmış büyük heybe ve sandık. ◊ Uzun dişi deve. |
hurcül |
Uzun. |
hurd |
f. Küçük. Ufak. İnce. * Kırık. * Ehemmiyetsiz, önemsiz. ◊ (Hurdenî) f. Yiyecek, azık. |
hurd u hâb |
Yiyecek ve uyku. |
hurd ü mürd |
f. Parça parça. Ufak tefek kimse. |
hurda |
(Bak: Hurde) |
hurde |
f. Bir şeyin küçüğü, ufağı. * Ufak şey, ufak parça. Ufak ve kırıntıdan ibaret olan. * Pek ince ve küçük. ◊ f. Yenilmiş. |
hurde tezyinat |
Tezhibde küçük süsleme motiflerine verilen genel isim. |
hurde-hâş |
f. Param parça, kırık dökük. |
hurdebîn |
(Hurde-bîn) Mikroskop. Çok küçük, ufak şeyleri, mikropları gösteren âlet. |
hurdedan |
f. Nükteleri ve incelikleri anlayan, bilen. |
hurdedanî |
f. Nükte ve inceliği anlıyan, dikkatli kimse. |
hurdefuruş |
f. Ufak tefek şeyler satan kimse. |
hurdegir |
f. Sözün içinde tenkid edilecek noksan arayan. |
hurdengâh |
f. Yemek odası. |
hurdenî |
f. Yiyecek şey. |
hurdeşinas |
f. Dikkatli. İncelikleri ve nükteleri anlayan. |
hurdevat |
f. Kırık dökük, eski püskü şeyler, öteberi. Hırdavat. |
hurdsal |
f. Genç. Yaşı küçük. |
hürer |
(Hirre. C.) Dişi kediler. |
hüreyre |
Kedi yavrusu. |
hurf |
Üzerlik tohumu. |
hurfe |
Bir yere toplanmış yemiş. * Baklet-ül hamkâ otu. ◊ Mahrumiyet, mahrumluk. Bedbaht oluş. |
huri |
(Ahver ve Havrâ kelimelerinin C.) Ahu gözlüler. Gözlerinin akı karasından çok olan, pek güzel ve güzellikleri tarif ve tavsif edilemeyecek derecede güzel olan Cennet kızları. |
hüri' |
Bit. |
huriye |
Huri gibi. |
hurk |
Akılsız, bilmezlik. * Dehşet, şiddet. |
hurka |
Yanmak. * Hararet. * Yanık çıban. |
hurkat |
Yangın. Yanma. Yanıklık. * Bir nevi çıban. ◊ Cehalet, câhillik, akılsızlık, bilmezlik. |
hurkuf |
Zayıf davar. |
hurkus |
Pire gibi bir böcek (Az olarak kanatlanır uçar). |
hurlika |
f. Çok güzel, huri yüzlü. |
hurma |
f. Bir sıcak iklim meyvesi. * Hurma şeklinde yapılan hamur tatlısı. |
hürman |
Akıl. |
hurmat |
(Huremât - Hurumât) Haramlar. Dinin, yapılmasını menettiği şeyler. İşlenmesi günah olan işler. |
hurmet |
(Bak: Hürmet) |
hürmet |
Riâyet. İhtiram. * Haysiyet. Şeref. * Haram olma. Haramlık. * Irz, nâmus gibi başkasına helâl olmayan husus. |
hürmeten |
'Hürmet olsun diye; hürmet, saygı ve ikram maksadıyla.' |
hürmetkâr |
f. Hürmet eden, saygılı. |
hürmüz |
(Hürmüzd) Eski İran takviminde, güneş yılının ilk günü. * Zerdüştlerin bâtıl bir inanışları olan hayır tanrısı. * Jüpiter (Müşteri) yıldızı. |
hürnu' |
Küçük canavar. |
hurnub |
Keçiboynuzu dedikleri yemiş. |
hurpeyker |
f. Huri yüzlü. |
hürr |
Kimsenin baskısı, zorlaması olmadan meşru' dairede istediği gibi yaşayabilen. * Esir veya köle olmayan. Serbest. ◊ Arslan. |
hurras |
(Hâris. C.) Muhafızlar, bekçiler, nöbetçiler. |
hurre |
(C.: Harâyir) İyi. * Câriye olmayan kadın. |
hürre |
Esir veya câriye olmayan hür kadın. |
hurrem |
f. Sevinçli. Mesrur. Şen. Ferahlık veren. Taze ve hoş. Güler yüzlü. |
hurremgâh |
f. Kalbi ferahlandıran yer. |
hurremî |
f. Mesruriyet, sevinç, sürurlu ve sevinçli olma. |
hürriyet |
Serbestlik, hür oluş. * Adalet kanununda ve te'dibte, başka hiç kimse, kimseye taarruz ve tahakküm etmemesi ve herkesin hukukunun meşru' olarak korunması, herkesin meşru' More… |
hurs (hirs) |
(C.: Hursân) Altından ve gümüşten olan halka. * Kulağa taktıkları küçük halka. |
hurs(a) |
Hurma budağı. * Şey. |
hurs(e) |
Çocuk doğuşunda yapılan yemek. |
hursend |
f. Kısmetine râzı olan, kanaatkâr, tokgözlü. |
hursendane |
f. Kanaatkârâne, tokgözlülükle. |
hursendî |
f. Tokgözlülük, kanaat edicilik. Göz tokluğu. |
hursî |
Ev eşyası. * Her nesnenin fenâsı. |
hurşîd |
f. Güneş. Afitab. Hur. Mihr. şems. |
hursîs |
Metâ, mal. Kumaş. |
hurşun |
(C.: Harâşın) Ufacık bıtırak. (Davarların tüyüne yapışır.) |
hurt |
(C.: Hurut-Ahrât) Balta. İğne deliği, balta deliği, kulak deliği. |
hurtum |
(C.: Harâtim) Burun. * şarap. |
huru' |
Tanelerinden hintyağı çıkartılan ağaç. * Sütleğen otu. * Yumuşak ot. |
hurub |
(Harb. C.) Harpler, savaşlar, muharebeler. ◊ Keçiboynuzu adı verilen yemiş. |
huruc |
Çıkma. Dışarı çıkma, çıkış. * Ayaklanma, isyan etmek. |
huruc alessultan |
Meşru hükümete karşı kıyam ve isyan etme. |
huruf |
(Harf. C.) Harfler. İsim ve fiil olmayan kelimeler. (Bak: Harf) |
hurufat |
(Harf. C.) Harfler. Matbaada kullanılan dökme harfler. |
hurufiye |
Fazlullah-ı Hurufi adında birinin kurduğu bâtıl bir meslektir. Harflerden kendilerince manalar çıkarıp, dine aykırı iddiaları olan bir dalâlet fırkasıdır. |
hurum |
İhram. |
hurur |
Düşmek, sukut. |
hurus |
f. Horoz. |
huruş |
f. Coşma. Gürültü. şamata. Telâş. |
huruşan |
f. Çağlıyarak, coşarak, * Coşan, çağlayan. |
hury |
Değirmen deliği. |
hurz |
Oranlamak, yâni tahminle bir şeyin miktarını söylemek. |
hurze |
(C.: Hurez) Dikiş. |
hus |
Dikmek. * Darlık vermek. * İki şeyi bir araya getirmek. ◊ Bir kavim üzerine nâzil olan umur. |
huş |
f. Akıl, fikir, zekâ, iyi ile kötüyü ayırma hissi. * Ruh, can. * Ölüm, * Zehir. ◊ Vahşi hayvanlar. |
huş'a |
Alçak küçük tepe. |
husa |
(Husye. C.) Erkeklik bezleri, hayalar. ◊ Hurma yaprağı. |
hüşad |
Suyu emmeyen sert arâzi. |
husaf |
Hasad, hasad mevsimi. * Ekin biçme. |
husafe |
Düşmanlık, adavet. Gizli kin, hased. |
husake |
Düşmanlık, adavet. Hased, gizli kin. |
husale |
Harman yerinde arta kalan tane. ◊ Kırıntı, ufalanmış şey. |
husam |
Keskin kılıç. |
huşam |
Kalın burunlu. * Uzun dağ burnu. |
hüsam |
Keskin kılıç. |
husame |
Keskinlik. |
hüsameddin |
Dinin keskin kılıcı. |
huşar |
Avaz, ses. |
husare |
Arpa, buğday ve pirinç gibi hububâtın kabuğundan düşen parçalar. * Her kabuklu nesnenin, kabuğundan ayrılıp temizlenmesi. * Şirâ sıkıntısı. * Her nesnenin fenâsı. |
huşare |
Bir yere giderken bırakılan faydasız şeyler. * Her şeyin kötüsü. |
husas |
Sür'atle gitmek, seğirtmek, koşmak. |
husban |
Hesab. * Azab. * Sıkıntı. * Şer. * Koltuk yastığı. |
hüsban |
Azap. * Yıldırım. * Çekirge. * Saymak. |
hüsbane |
Küçük ok. * Küçük yastık. |
huşdar |
f. Akıllı, uslu. |
hüşdar |
(Bak: Huşdar) |
huşe |
f. Salkım. * Başak, sümbül. |
huşe çîn |
f. Başak toplayan. Salkım toplayan. |
huşef |
Yeşil sinek. |
husema' |
(Hasım. C.) Muhalifler, karşı taraflar, hasımlar. * Adüvler, düşmanlar. |
huşenk |
f. İdrak, akıl, iz'an. |
hüseyin |
Küçük güzel. * Hazret-i Ali Radıyallahü Anhu'nun oğlu, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sevgili torunudur. |
hüseyn |
(Bak: Hüseyin) |
husf |
Her bir şeyin içi. |
hushus |
Mübâlağa ile kandırmak. |
huşk |
f. Kuru, yâbis. * Kaba, soğuk. |
huşk u ter |
Kuru ve yaş. |
huşkar |
İri öğütülmüş un. O undan olan ekmek. |
huşkcan |
f. Kalın kafalı, câhil kimse. |
huşkî |
f. Kuruluk, yubuset. |
huşkleb |
f. Dudağı kurumuş, susamış. |
huşkmağz |
f. Boşkafalı, câhil. |
huşksal |
f. Kuraklık ve kıtlık yılı. |
huşkser |
f. Ahmak, salak. |
huslet |
Kıldan bükülmüş nesne. |
husm |
(C.: Ahsam) Çuval ve heybe bucağı. |
huşmend |
(C: Huşmendân) f. Akıllı, aklı başında. |
huşmendân |
(Huş-mend. C.) Aklı başında olanlar, akıl sâhipleri. |
huşmendâne |
f. Akıllıca, aklı başında olarak. |
husn |
Perhizkârlık, iffet. |
hüsn |
(Hüsün) Güzellik. İyilik. Eksiksizlik. Cemal ile kemal. |
hüsn ü aşk |
Güzellik ve muhabbet * şeyh Galib'in manzum hikâyesi. |
hüsn ü kubh |
Güzellik ve çirkinlik. |
hüsn-aver |
f. Güzelliği çoğaltan. Güzellik veren. |
hüsna |
(Ahsen'in müennesidir) İyi zan. En güzel. Amel-i sâlih. Pek güzel. * Cennet. * İyi amel ve haslet. Cenab-ı Hakk'ı görmek ve Ona iman ve ubudiyetle şereflenmek. * Düşman üzerine More… |
huşne |
Haşinlik. |
hüsnî |
Güzelliğe dâir. Güzelliğe âit ve müteallik. |
hüsniyyat |
Güzel olan hususlar. |
husr |
Zarar. * Ele avuca girmemek. * Dalâlete gitmek. * Noksan. * Sapıtmak. ◊ Tıb: Peklik, kabızlık, inkıbaz. * İdrar tutulması. |
hüsr |
Ziyan, kayıp, zarar. |
husran |
Mahrumiyet. Kayıp. Çok büyük ziyan. |
hüsran |
Ümit edilenin elde edilememesinden duyulan elem. Mahrumiyet acısı. * Zarar, ziyan, kayıp. |
husrev |
f. Hükümdar, şah. |
hüsrev |
(Bak: Husrev) |
huşrüba |
f. Akıl kapan, aklı baştan alan. |
huşrübude |
f. Aklı kapılmış, aklı başından gitmiş. |
huss |
Za'feran. * Hurma yaprağı. * Eğrelti otu. ◊ Karışmadık, sâfi olan. * Ayrı bir kavim. ◊ (C.: Husas) Kamıştan yapılmış ev. |
huşş |
'(C.: Huşuş) Hâcet mevzii; helâ, tuvâlet. * Necâset mahreci.' |
huşşa' |
(Haşi') Huşu içinde olanlar. Gözleri korku ve saygı ile düşkün bir hâlde olanlar. ◊ Kulak ardındaki yumruca kemik. |
hussad |
Hased edenler. Kıskananlar. |
huşşaf |
Yarasa kuşu. |
husser |
Cübbesi ve zırhı olmayanlar. Çıplak kimseler. |
huşu' |
Alçak gönüllülük. Hayâ etmek ve mütevazi olmak. Korku ile karışık sevgiden gelen edebli bir hâl. Yüksek ve heybetli bir huzurda duyulan alçak gönüllülük. Sükun ve tezellül. |
husuf |
Ay tutulması. Perdelenmek. Dünya gölgesinin ay üzerine gelmesi. * Bir şeyin nuru ve ışığı gitmesi. |
huşuf |
(C.: Huşef) Seri, eli çabuk, hızlı. * Geceleyin yola giden deve. |
husul |
Peydâ olma. Hasıl olma. Meydana gelmek. Üremek, türemek. |
husul-yâfte |
f. Husule gelmiş, meydana çıkmış, hâsıl olmuş. |
husum |
(Hasim. C.) Uğursuzluk. * İdman. Birbiri ardınca devam üzere olmak. * Bir şeyi kökünden kesip dağlayanlar. * Fırtına. ◊ (Hasım. C.) Hasımlar, düşmanlar. |
husumet |
Düşmanlık. Hasımlık. Kincilik. Zıddiyet. Çekişmek. Dâvacı olmak. |
husun |
(Hısn. C.) Kaleler. Korunacak sağlam yerler. |
huşunet |
Kabalık, sertlik, inatçılık. |
husur |
Yorulmak. * İncinmek. |
husure |
Yoğunluk, kalınlık. Sütün yoğurt olması. |
husus |
İş. Mevzu. Yol. Usul. Keyfiyet. Madde. Şey. Bir şeyin sairlerinden ayrıldığını ve temyizini bildiren cihet ve keyfiyet. |
hususa |
Ayrıca, hususen, başkaca. |
hususat |
(Husus. C.) Hususlar, bakımlar, işler. Tarzlar, şekiller. Mes'eleler. Maddeler. |
hususen |
Bilhassa. Ayrıca. Başkaca. Buna mahsus olarak. |
hususî |
Bir şeye aid olan. Herkese âid olmayan. |
hususiyat |
Hususi olan şeyler. Hususiyyetler. |
hususiyet |
Ahbaplık, tanışıklık, yakınlık. * Hususilik. |
husve |
Kap içinde bir içim su. ◊ Topraklı yer. ◊ Haya, husye. |
huşyar |
(Bak: Hüşyar) |
hüşyar |
Uyanık, akıllı, zeki. Ayık. Uslu. |
hüşyarane |
f. Akıllıcasına. |
hüşyarî |
f. Hüşyarlık, akıllılık. |
husye |
Erkeklik bezi. Haya. Erkeğin yumurtalığı. |
husyetan |
f. Hayalar, çift haya. Erkeklik bezlerinin her ikisi. |
hut |
Balık. Büyük balık. * Şubat ayı içinde güneşin girdiği ve semanın cenub yarısındaki burcun ismi. |
hutab |
(Hutbe. C.) Hutbeler.HUTAE - (C.: Hatâit) Kısa boylu kimse. |
hutaf |
(C.: Hatâtif) Demir çengel. * Makaranın iki tarafında olan eğri demir. |
hütaf |
Çağırma, seslenme. |
hutâm |
Kuru cisim kırıntısı. * Yumurta kabuğu. * Çerçöp. |
hutame |
Cehennemin beşinci tabakası. İnatçı münkirlerin yeri olup, Gayya Kuyusunun bulunduğu kısım. ◊ Sofrada kalan yemek artığı. |
hütame |
Kesinti, kırpıntı. Parça. |
hutat |
Dökülmüş ve saçılmış olan şey. |
hutbe |
İlâhi emir ve nehiyleri cemaate beyan ve ihtar etmek. |
hutbehan |
f. Hutbe okuyan, hatib. |
hutebâ |
Hutbe okuyanlar. Hatibler. |
hutebâ-i umumî |
f. Herkese hitâbeden, umuma ders verenler. |
hütke |
Perde yırtılıp rezil olmak. |
hutm |
Her kuşun gagasına, her davarın burnunun ucuna ve ağızının önüne derler. |
hütr |
Ahmaklık, hamâkat, budalalık. |
hutre |
Bina için verilen yemek. * Tatmak. |
hutruş |
Kısa. |
hutt |
Emir. * Kıssa. |
hutta |
Darp, vurmak. * Zor iş. * Başın önünde olan saç örgüsü. ◊ Haslet, huy. |
huttaf |
(C.: Hatâtîf) Kırlangıç kuşu. |
hüttak |
(Hâtik. C.) Bozanlar. * Yırtanlar. |
hutu' |
Gitmek. |
hütu' |
Boyun uzatmak. * Çok nazar etmek, çok bakmak. |
hutub |
Zorluk, güçlük. * (Hatb. C.) İşler, maslahatlar. Mes'eleler. ◊ Erkek çekirge. |
hutuf |
(Hatf. C.) Ölümler, vefatlar. |
hütul |
Sürekli yağmur yağma. |
hutun |
(Hutunet) Evlenme, tezevvüc, teehhül. * Damatlık, damat olma. |
hütun |
Sürekli yağmur yağma. |
hutur |
Akla gelmek. Hatırlamak. |
hutur etmek |
Hatıra gelmek. |
hutut |
(Hatt. C.) Yazılar. Çizgiler * Yollar. |
hutuvat |
(Hutvât-Hutevat) (Hutve. C.) Adımlar. İzler. Yollar. Eserler. * Şeytanın aldatmaları. |
hutve |
Adım atıldığı zaman iki ayak arasındaki mesafe. * İz. (Bak: Hatve) |
huule |
Dayılık. |
hüv' |
Kusmak. |
huva |
Tembel olmak. |
huvaka |
Süprüntü. |
hüval |
Kundura kalıbının yukarı kısmını genişletmek için kullanılan takoz. |
hüvam |
Hayranlık hâli. |
huvar |
(C.: Ahvire-Hırân-Hurân) Anasından ayrılmayan deve yavrusu. (Anasından ayrılsa 'fasil' derler.) ◊ Bağırış, çığlık, sayha, avaz. |
huvase |
(C.: Huvâsât) Karışık cemaat. |
hüve |
Arabçada: O (mânasına işâret zamiri) |
hüve ahsen |
O daha güzeldir, en güzeldir. |
hüve hakk(un) |
O da haktır. O da bir haktır. (Bak: Ehakk) |
hüve hasen(ün) |
O bir güzeldir, hasendir. |
hüve hüvesine |
(Türkçe bir tabirdir) Noktası noktasına, hiç değişiklik yapmadan, aynen. |
huvela' |
Çocuk anasından doğduğunda beraber çıkan ince nâzik deri. (Onda yeşil ve kızıl hatlar olur.) |
hüveyda |
f. Aşikâr. Zâhir. Belli. Apaçık. |
huveyn |
Hayvancık. Çok küçük canlı. |
hüveyna |
Kolaylık, sühulet. |
huveynat |
Çok küçük hayvancıklar. Mikroplar. |
huveysal |
(C.: Huveysalat) Tıb: Ciltte peyda olan bir takım kabarcık. |
huveyza |
İshal, iç sürgünü. |
hüvf |
Soğuk rüzgâr. |
hüviyyet |
Asıl. Mâhiyyet. Birisinin kimliği, kim olduğu, kökü, esası ve ne olduğu. * Cenab-ı Hakkın varlık sıfatı. * Hamiyyet ve istikametten, ulüvv-ü cenâbdan ibâret olan sıfât-ı hamide. |
huvta |
Arpa, buğday gibi hububat için yapılan avlu veya anbar. |
huvvan |
(Hâin. C.) Hıyanet edenler, hâinler. |
huvvara |
Ağartılmış yemek. |
huvve |
Karalık. Siyahlık. |
hüvve |
(C.: Hevvât) Derinliği genişliğinden çok olan çukur yer. |
huy |
f. Mizac, tabiat, ahlâk, âdet. * Ter. ◊ Boş ve hâli olmak. |
hüyam |
Azgınlık. |
huyela' |
Kibir, ucub. |
huygerde |
f. Terlemiş. * Adet edinmiş, huy hâline getirmiş, alışmış. |
hüyu' |
Korkaklık. |
huyul |
(Hayl. C.) Atlı alaylar. * Atlar. * Kötülerin meydana getirdiği kalabalık. |
huyut |
(Hayt. C.) İpler. İplikler. Lifler. Teller. |
hüyyam |
(Hâim. C.) Sevgiden dolayı şaşırmış olanlar. |
huz |
Tuz ağacı dedikleri nesnedir ve denize yakın yerlerde posası denize düşüp rüzgârla dalga döve döve kehribar olur. ◊ Al. (Ahz: Almak mastarından) Al emri. |
huz' |
Alçaklık yapmak. |
huza'bîl |
(C.: Huz'a) Batıl şeyler. Halkı güldürecek boş şeyler, nesneler. |
huzafe |
Sahtiyan kırpıntısı. * Bez kırpıntıları. |
huzahiz |
Suyu ve ağacı çok olan yer. * Şişman kimse. |
hüzahiz |
Bağırgan deve. * Keskin kılıç. * Çok su. * Fitne. |
huzaka |
Kıymetsiz ve rağbetsiz olan şey. |
huzakiyy |
Lisanı fasih, konuşması açık olan kimse. * Eşek sıpası. |
hüzal |
Zayıflık, bitkinlik. |
huzale |
Saman ufağı. |
huzamî |
Lavanta çiçeği. |
huzane |
Kendileri sebebinden gam ve tasa çekilen çoluk çocuk. |
huze |
Miğfer. |
huzem |
(Huzme. C.) Demetler, desteler, huzmeler. |
huzene |
Kulak. |
hüzhüz |
Hafif ve zarif kimse. |
hüzî |
Kedi yavrusu. |
hüzlul |
(C.: Hezâlil) Küçük dağ veya tepe. * Hafif adam. |
huzme |
Demet. Deste. Bir kucak şey. * Fiz: Bir ışık kaynağından çıkan sütun halindeki şua. |
hüzn |
(Hüzün) Gamlı olmak. Keder Sıkıntı. |
hüzn-alud |
f. Kederli. Hüzünlü. Gamlı. |
hüzn-amiz |
f. Gam, keder ve hüzünle karışık. |
hüzn-aver |
f. Keder veren. Gam veren. Hüzün verici. |
hüzn-efza |
f. Keder ve hüzün arttıran. |
hüzn-engiz |
f. Hüzün veren. Keder verici. |
huzne |
(C.: Huzen) Sağlam ve sert olan. |
huzre |
Arka zahmeti. |
huzret |
Yeşillik. Ter ü tazelik. |
huzruf |
(C.: Hazârif) Fırıldak. * Değirmen çarkının birisi. * Pervâne. |
huzu' |
Mahviyet ve tevazu hali, alçak gönüllü olmak. Allah'ın azametini, celal ve cemalini, büyüklüğünü tahattur ve tefekkürden hâsıl olan, insandaki huzur ve huşu' hâli. |
huzub(e) |
Semiz olmak, besili olmak. |
huzuk |
Adımları birbirine yakın olan kısa boylu kimse. |
huzuka |
Ekşilik. |
hüzul |
Arıklık, bitkinlik, zayıflık. |
huzunet |
(C.: Huzen) Sağlamlık. Kabalık, sertlik. |
huzur |
Hazır olmak. Mevcud bulunmak. * Hürmet edilmesi lâzım gelen kimsenin yanında olmak. * İbadet neticesi hâsıl olan rahatlık, gönül ferahlığı. |
huzur ü hab |
Rahat ve uyku. |
huzur ü sükun |
Rahatlık ve eminlik. |
huzur-aver |
f. Huzur ve rahatlık verici, sükunet veren. |
hüzüv |
Maskaralık. |
huzuz |
(Hazz. C.) Memnuniyetler. Hazlar. Zevkler. Hoşlanmalar. ◊ (C.: Hızzân) Erkek tavşan. ◊ Acı bir devânın adı. |
huzuzât |
(Huzuz. C.) İnsanın hoşuna giden şeyler. |
huzva |
Bir yere toplanıp tepe gibi olan kum yığını. |
huzvane |
Büyüklenmek, kibirlenmek. |
huzve |
Parça. |
huzya |
Ganimet malından vermek. |
huzye |
(C.: Huzâyât) Küçük ok. |
huzzâk |
(Hâzık. C.) İşinin ehli olanlar, ustalar, mütehassıslar. Hazâkatli kimseler. |
hüzzam |
Müzikte bir makam ismidir. |
huzzân |
(Hâzin. C.) Hazine muhafızları, hazinedarlar. |
huzzâr |
(Hâzır. C.) Hazır olanlar, hazır bulunanlar, huzurda ve gözönünde olanlar. |
hüzzet |
Boyun. |
hüzzü' (hüzâe) |
Maskaralığa almak. |
i'ba' |
Hazırlık. |
i'bad |
Kul etmek, köle yapmak. |
i'cab |
Şaşırtmak. Hayran etmek. Hayrete düşürmek. * Hodpesendlik. Kendini beğenmişlik. |
i'caf |
Devamlı olarak hastaya bakma. * Zayıflatmak. |
i'cal |
Acele ettirme, çabuk yaptırma. * Öne geçme. |
i'cam |
Harflere, yazıya nokta koymak. * İsteğini açıklıkla bildiremeyip, maksadı belirsiz, muğlak söylemek. |
i'caz |
Âciz bırakmak. Acze düşürmek, şaşırtmak. * Edb: Mu'cize derecesinde düzgün ve icazlı söz söylemek. Benzerini yapmada herkesi acze düşürmek. Güzel söz söylemekte insanların muktedir More… |
i'cazkâr |
f. Mu'cizeli olmak. Başkalarını acze düşürecek derecede olmak. |
i'cazkârane |
f. Herkesi yarışmada âciz bırakacak yolda. |
i'caznüma |
Mu'cize gösterir derecede. Mu'cize derecesinde eser göstermek. Âciz bırakmayı göstermek. ◊ Mu'cize gösterir derecede. Mu'cize derecesinde eser göstermek. More… |
i'da' |
Düşman etmek. * Sıçratmak. * Geri getirmek. * Muavenet etmek, yardım etmek. |
i'dad |
Hazırlama. Yetiştirme. Geliştirme. |
i'dadiye |
Hazırlığa ait. Hazırlığa mahsus. * Orta tahsili veren okullar. Vaktiyle rüşdiyeden sonra gidilip yüksek mekteblere girebilmek için lâzım gelen bilgileri öğreten okul. Sultaniyelerden aşağı More… |
i'dal |
Güç olmak, zor olmak. |
i'dam |
Vücudu ortadan kaldırmak. Yok etmek. Öldürmek. |
i'fa' |
Çoğaltmak. * Terketmek. |
i'kad |
Düğümlemek. Bağlamak. Bend etmek. |
i'kar |
Kadının dölyatağını sakatlama. |
i'la |
(Ulüv. den) Yükseltmek. Bir şeyin yukarısına çıkmak. Yukarı kaldırmak. Şânını yüceltmek. Şöhretini artırmak. |
i'laf |
(Alef. den) Hayvana yem verme. |
i'lak |
(Alak. dan) Sülük yapıştırmak. ◊ (Alak. dan) Sülük yapıştırmak. |
i'lal |
Harf-i illetlerin kolaylık için başka harfe değiştirilmesine denir. ( ) nin ( ) olduğu gibi. |
i'lam |
Bildirmek. Belli etmek. Anlatmak. * Mahkeme hükmünü bildiren resmi karar yazısı. |
i'lamat |
(İ'lam. C.) Bir dâvânın mahkemece nasıl bir hükme bağlandığını gösteren resmî vesikalar. |
i'lan (ilân) |
Belli etmek. Yaymak. Herkese duyurmak. * Gazetelerde veya sokaklarda duvarlara kâğıt yapıştırarak ticari bir iş, bir adres veya başka bir şeyi herkese bildirme. * Açığa vurma, yayma, meydana More… |
i'lanat |
İlânlar. |
i'lanen |
İlân ederek, ilân yoluyla. |
i'lanname |
f. İçinde ilân yazılı olan kâğıt. * Bir hususun herkese ilân edilmesi için hükümetçe hazırlanıp bastırılan resmi kâğıt. |
i'lem |
( masdarından emirdir.) 'Bil!' mânasına gelir. |
i'ma |
Kör etme, âmâ yapma. |
i'mad |
Direk dikme. ◊ Direk dikme. |
i'mak |
Derinleştirme. Bir şeyin derinliğine varma. |
i'mal |
Yapmak. İşlemek. İhdas eylemek. * Kullanmak. * Zabt, idare ve hâkimlik etmek. * Fık: Sözü mühmel bırakmayıp bir mâna ile mukayyed ve yüklü eylemek. |
i'malat |
Bir memlekette veya bir fabrikada yapılan işler ve eserler. |
i'malgâh |
f. Fabrika, atölye. |
i'mar |
Yapmak. Tâmir etmek. Şenlendirmek. Mâmur kılmak. Harabilik ve ıssızlıktan kurtarmak. |
i'na |
Zahmete uğramak. |
i'nac |
Hayvanı kıç üstü çökertmek. (Omurga kemiği) ağrıma. ◊ Hayvanı kıç üstü çökertmek. (Omurga kemiği) ağrıma. |
i'nad |
Dinmeden akma. * Çekişme. |
i'naf |
Sertlik etme. |
i'nan |
Büyü ile bağlanma. |
i'nat |
Zahmete uğratma, meşakkate maruz bırakma. * Edb: Mukayyed kafiye ve mukayyed seci' san'atı. |
i'ra |
Çıplak bırakma, soyma. |
i'rab |
Düzgün konuşmak ve hakikatı açıklamak. * Gr: Kelime ve fiillerin sonunda bulunan harf veya harekelerin değişmesi ve bu değişikliği ve sebeblerini öğreten ilim. |
i'raz |
Yüz çevirmek. Başka tarafa dönmek. İctinab, çekinmek. |
i'şa' |
Akşam yemeği verme. |
i'sar |
Fakirlik. * Borçluya karşı takaza etmek, sıkıştırarak alacağını istemek, güçleştirmek. ◊ İkindi zamanında bulunmak. * Kızın gelinlik çağına gelmesi. * Kasırga. ◊ İkindi More… |
i'ta |
Vermek. Bahşetmek. İhsan etmek. |
i'tab |
Şikâyeti kendisinden def' ile razı ve hoşnud etmek. Hoşlandırmak. * Hışım etmek. ◊ Öldürme, katletme. Helâk etme. |
i'tak |
Esir, köle veya cariyeyi serbest bırakma. |
i'tibar |
(İtibâr) Ehemmiyet vermek. Hürmet, riâyet ve hatır saymak. Kulak asmak. İbret alıp uyanık olmak. Birisini veya sözünü makbul farzetmek. * Taaccüb etmek. * Şeref, haysiyet. * Bir şeyin gerçek More… |
i'tibarat |
(İ'tibar. C.) İ'tibarlar, şeref ve haysiyetler. * Var sayılan şeyler, faraziyeler. |
i'tibaren |
...den beri, ... başlıyarak, ... den başlıyarak, ...den (yerinde kullanılır.) |
i'tibarî |
(İtibarî) Hakiki kıymeti olmayıp kıymeti var kabul edilme. Farazî ve izafî olan. Varlığı, başka şeylere nisbet edilmesi halinde bilinen. |
i'tida |
Sesini yükseltmek. * Zulmetmek. * Haddinden geçmek. |
i'tidad |
Yardım isteme. İmdât isteme. * Bir şeyi kol üzerine alma. |
i'tidal |
Bir şeyde veya halde ifrat veya tefrite düşmemek. Vasat derece olmak. * Yumuşaklık. Uygunluk. * Gündüz ve gecenin birbirine denk, eşit olması. * Miktar ve keyfiyyet hususunda iki hâlet More… |
i'tifa' |
Bağış dileme, afvedilmesini isteme. |
i'tifar |
Yere vurma. Kavrayıp yere çarpma. Üzerine atılıp kavrama. |
i'tikab |
Veresiye vermeme. Bir malı borç olarak satmama. Parasını almadıkça malı teslim etmeme. |
i'tikad |
İnanmak. İnanç. Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı olmak. Gönülden tasdik ederek inanmak. Dinin temelini meydana getiren şeylere inanmak. (Bak: İltizam) |
i'tikadât |
(İ'tikad. C.) İnanışlar. Bağlanışlar ve inançlar. |
i'tikadî |
İtikad ve inançla alâkalı. |
i'tikadiyat |
İtikada ait mes'eleler. |
i'tikâf |
Bir şeye devam etmek. * Ist: Bir yere çekilip yalnız ibadetle meşguliyet. Hususan Ramazanın son on gününde, mescidlerde ve buna benzer yerlerde kalıp, ibadet, ilm-i iman ve Kur'an. |
i'tikal |
Sağmak için koyunun ayaklarını iki bacağı arasına alma. * Devenin dizini büküp bağlama. * Güreş yaparken rakibini sarmaya getirip yıkma. ◊ Zorlaşma, müşkilleşme. |
i'tikâl |
(Ekl. den) Kemirme, kemirerek yeme. * Dalgaların, deniz kenarlarındaki karaları döğerek aşındırması. * Tıb: Yaranın, vücudu yemesi. Yaranın büyümesi. |
i'tikam |
Biriktirme, yığma. |
i'tikar |
Birbirine karışıp sayılamama. |
i'tikas |
Tersine dönme, akislenme. |
i'tila |
(Ulüv. den) Yükselmek. Yukarı çıkmak. * Yüksek rütbelere çıkmak. |
i'tilaf |
Yem yeme. |
i'tilafat |
(İ'tilaf. C.) Uyuşmalar, anlaşmalar. |
i'tilak |
Âşık olma, birinin sevgi ve muhabbetine tutulma. |
i'tilal |
(İllet. den) Hasta olma. * Hastalanma. * Bahane etme. * Her şeyden vazgeçip tek bir şeyle meşgul olma. ◊ (İllet. den) Hasta olma. * Hastalanma. * Bahane etme. * Her şeyden More… |
i'tilam |
Öğrenme, bilme. |
i'tilan |
Aşikâr ve meydanda olma. İlân olunma, meydana çıkma. * Doğum esnâsında çocuğun görünmesi. |
i'timad |
(İtimad) Güvenerek bağlanmak. Emniyet etmek. Bir şeye kalben güvenip dayanmak. |
i'timaden |
İtimad ederek, dayanarak, güvenerek. |
i'timadname |
f. İtimad yazısı, itimad bildiren yazı. ◊ f. İtimad yazısı, itimad bildiren yazı. |
i'timak |
Derinine varma, derinliğine inme. |
i'timam |
(İtimam) Başına sarık sarmak. * Ortalık yeşillenmek. * Miğfer giymek. |
i'timan |
Emniyet etme, emin bulunma. |
i'tina |
(İtinâ) Çok dikkat etmek. Özenmek. |
i'tinak |
(Unk. dan) Birbirlerinin boyunlarına sarılma. * Kucaklama. * Sıkıca kavrayıp alma. |
i'tinan |
Bir kimsenin içyüzü meydana çıkma. * İnsanın önüne durma. |
i'tiraf |
(İtiraf) Kabahatini saklamamak. Suçunu söylemeği kabul etmek. Gizleyip söylemek istemediği şeyi açıklamak. |
i'tiraz |
(İtiraz) Kabul etmediğini bildirmek. Bir fikir veya işin olmasını kabul etmemek. * Men' eylemek. Men' olmak. |
i'tiraziye |
İtiraza, kabul etmediğine dair yazı. * Edb: Cümlenin esasından olmayıp yalnız bir husus hakkında söylenen ibare. (Bak: Cümle-i mu'terize) |
i'tisa |
Asâya dayanma, baston kullanma. ◊ Asâya dayanma, baston kullanma. |
i'tişa' |
Akşam vakti yola çıkma. |
i'tisab |
Sinirlenme, asabileşme. * Kanaat etme. |
i'tisaf |
Zulüm ve haksızlık etmek. Doğru yoldan ayrılmak. Haksızlık. |
i'tisam |
Günahlardan sakınmak. * Pâk olmak. * Bir şeye yapışarak sıkı tutmak ve korunmak. ◊ İstediğini vermek. |
i'tisar |
Suyunu çıkarmak için bir şeyi sıkma. ◊ Zorluk, güçlük, meşakkat. |
i'tisas |
Gece gezip dolaşma, devriye vazifesini görme. |
i'titaf |
Bir şeye örtünme, bürünme. |
i'tiva |
Bükme veya bükülme. |
i'tiyad |
(İtiyat) Alışkanlık. Huy. Âdet. Âdet edinmek. |
i'tiyak |
Alıkoymak, engel olmak, mani olmak. |
i'tiyan |
Dik dik bakma, gözünü dikme. * Yardım etme. |
i'tiyaş |
Geçinme. İdareli yaşama. İ'TİZA' : Bir kavim veya kimseye bağlı bulunma. |
i'tizad |
Yardım etme. Muavenette bulunma. * Yardım ve imdat isteme. * Bir şeyi kol üzerine alma. |
i'tizal |
(İtizal) Bir şeyi işlemeğe tamamen kasd ve teveccüh eylemek. * Nefsine müracaatla cürüm ve hatasını itiraf etmek. ◊ Ehl-i Sünnet olan hak mezhebden ayrılıp hakka aykırı başka More… |
i'tizam |
Azim ve kasdeylemek. Gitmek üzere olmak. Fütursuz ve kasd üzere olmak. ◊ (İtizam) Büyüklük kazanmak. Azametlenmek. Büyüklenmek. ◊ (İtizam) Büyüklük kazanmak. Azametlenmek. More… |
i'tizar |
Kusurunu bilerek özür dilemek. Kusurunu beyan edip ve anlayıp af dilemek. (Takdire şayan güzel bir haslettir.) |
i'tizaz |
Kendini aziz, izzetli saymak. |
i'var |
Bir gözünü kör etme, tek göz bırakma. |
i'vicac |
Doğru davranmamak, eğri büğrü olmak. Hamlık. * Hakkı bâtıl, bâtılı hak göstermek. |
i'zab |
Suyu temizleme. * Vazgeçme. * Azaba düşürme veya düşürülme. |
i'zam |
Büyük görmek, büyük bilmek. Bir hâdiseyi büyük göstermek, büyütmek. ◊ Göndermek. Yollamak. |
i'zaz |
Hürmet etmek. Ağırlamak. İkram etmek. Aziz kılmak. Galip gelmek. |
i'zazen |
İkram ederek, ağırlayarak. |
ia' |
Koyun sürmek, koyun gütmek. |
iab |
Kökünden koparmak. |
iad |
Korkutmak, tehdit etmek. Vaidde bulunmak. |
iade |
Geri vermek. Eski haline getirme. * Mukabilini yapma. Karşılığını yapma. * Avdet ettirmek. * Edb: Bir mısraın veya beytin son kelimesini, kendisinden sonra gelen mısra veya beytin ilk More… |
iadeten |
Geri vermek üzere. |
iale |
Çoluk çocuğun nafakasını te'min etme. Evlâd u iyâlin maişetini tedarik etme. * İyali çoğalmak, çoluk çocuğu artmak. |
ianat |
(İâne. C.) İaneler. |
iane |
Yardım. İmdat. Yardım için istenen, toplanan şey. |
ianet |
(Avn. dan) Yardım. |
ianeten |
İane suretiyle, yardım olmak üzere. |
iare |
Emaneten vermek. Bir malın kullanılmasından karşılık istemiyerek meccanen başkasına vermek. |
iareten |
İare olarak. Emaneten. |
iaşe |
Geçindirmek. Beslemek. Yaşatmak. Diriltmek. |
iaz |
İşaret etmek. |
iaza |
(İvaz. dan) Bedel ve karşılık vermek. Bedel vermek. |
iaze |
Sığındırmak. Muhafaza etmek. İltica. |
ib'ad |
Uzaklaştırmak. Sürmek. Kovmak. |
ib'as |
Yeniden yaratmak, göndermek. Hayat vermek. |
iba' |
Çekinmek. Tiksinmek. * Kabul etmemek, bir işe razı olmamak. * Doymadan yemekten çekilmek. |
ibabe |
Yol, tarik. |
ibad |
Tıb: Bacaklarda diz mafsalının iç kısmındaki büyük damar. ◊ (Abd. C.) Kullar. Allah'ın kulları. ◊ Devenin ayağını bağladıkları ip. |
ibadat |
(İbâdet. C.) İbâdetler. |
ibade |
Helâk etmek. |
ibadet |
Allah'ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek ve nehiylerinden kaçmak. |
ibadetgâh |
f. Kanunlarla tanınmış bir dine, bir mezhebe ait ibadetlerin icrasına tahsis olunan yerler. Mabet, ibadethane. |
ibadethane |
f. İbadetgâh. Allah'a ibadet edilen yer. |
ibadetkâr |
f. İbadet yapan. İbadete düşkün. |
ibadullah |
Allah'ın kulları. |
ibaet |
Bir şeyi diğer bir şeye ircâ etme. |
ibag |
Helâk etmek. |
ibah |
İtibar etmek, ehemmiyet vermek. Hürmet etmek. |
ibaha |
(İbahe) Sevab veya günah olmamak. Bir şeyin yasak ve haram olmaktan çıkması. * İzin vermek. Mübah ve helâl kılmak. * Bir şeyi izhâr etmek. ◊ Ateşi söndürme. |
ibahat |
(İbâhe. C.) Mübahlar. Günah ve sevab olmayan işler. |
ibahî |
Herşeyi mübah sayan. |
ibahiyye |
Sevab veya günah olduğunu kabul etmeyen bâtıl ve dalâlete saparak dinden çıkan bir fırka veya bu fırkadan olan kimse. |
ibahiyyun |
İbaheciler. Her şeyi mübah sayan bâtıl bir zümre. |
iBak |
Bir esirin, bir köle veya câriyenin sebepsiz olarak, sahibini bırakıp kaçması. |
ibale |
Kuyu bileziği. * Hayvanları muhafaza etme. * Küçük çocuklara def-i hacet ettirme. * Devenin hallerini ve huylarını iyi bilmek. |
ibane |
Irak etmek, uzaklaştırmak. * Ayırmak. * İzhar etmek, göstermek. |
ibar |
Eritilmiş kurşun. * (İbre. C.) İğneler, ibreler. |
ibarat |
(İbare. C.) İbareler. Bir ifadeyi meydana getiren kelime ve cümleler. |
ibaratüna şettâ |
Bizim ibarelerimiz çeşit çeşittir, muhteliftir, dağınıktır. |
ibare |
Bir fikri anlatan bir veya birkaç cümlelik yazı. Parağraf. * İbretli ders veren söz. (Bak: İbaret) ◊ Beyan etmek, açıklamak. ◊ Helâk etmek. |
ibare-senc |
f. Düzgün konuşan, akıcı söz söyleyen. |
ibaret |
Meydana gelmiş, toplanmış. Bir şeyden teşekkül etmiş. Bir şeyin aynı. Bir şeyin içindekini ve aslını beyan. Bir halden bir hale tecavüz eylemek. * Rüya tabir etmek. |
ibas |
Kurutmak. |
ibase |
Tedkik ve teftiş etme. |
ibat |
(İbt. den) Bohça, koltuğun altına alınan şey. Paket. |
ibate |
Bir yerde barındırma. Gece yatırma. |
ibate ve iaşe |
Barındırma ve besleme. |
ibavet |
Yabancı bir adamın bir çocuğa baba gibi olması, babalık yapması. |
ibb |
(C.: E'bâ) Yük dengi, ağır yük. ◊ Zâyi ve telef etmek. |
ibbân |
Uygun zaman, vakit. Her şeyin mevsimi. |
ibcal |
Büyük saygı, tâzim ve tekrim. (Bu mânâlarda kullanılırsa da tebcil şeklinde kullanılması doğrudur.) |
ibcam |
Huzur ve rahatını bozma. Rahatsız etme. |
ibda' |
Cenab-ı Hakkın âletsiz, maddesiz, zamansız, mekânsız yaratması ve icâdı. * Misli gelmemiş bir eser meydana koymak, icâd, ('İbda', ihdâs, ihtirâ, icâd, sun', halk, tekvin' More… |
ibdad |
Uzaklaştırma, teb'id. * Bir şeyi uzatma. |
ibdal |
Değiştirmek. Tebdil ve tahvil eylemek. Birinin yerine diğerini getirmek. |
ibdan |
Kısrak. * Câriye, kız veya kadın esir. |
ibek |
f. Put, sanem, haç. |
iber |
(İbret. C.) İbretler, ders alınacak şeyler. ◊ (İbre. C.) İbreler, iğneler. |
ibgaz |
(Buğz. dan) Buğzetme, nefret etme, hoşlanmama, sevmeme. |
ibha |
Kesilme, inkıtâ'. |
ibhac |
Sevindirme, sürur ve sevinç verme. |
ibhah |
Sesini boğuk bir şekilde çıkarma. |
ibhak |
Gözünü çıkarma, kör etme. |
ibhal |
Kendi hâline bırakma, salıverme. |
ibham |
Mübhem, kapalı bırakmak. Belirsiz olmak. Muayyen olmayan. * Edb: Sözün kolayca anlaşılmayacak şekilde kapalı olması, vâzıh olmayışı. * Baş parmak. |
ibhamat |
(İbham. C.) Mübhem şeyler, açıklanmayan mes'eleler, üstü kapalı sözler. |
ibhamvarî |
f. Belli etmeyerek, âşikâr surette tanıtmıyarak, gizli bir şekilde, mübhem olarak. |
ibhar |
(Bahr. dan) Deniz yolculuğu. |
ibhirar |
Gece yarısı olma. |
ibibik |
Çavuşkuşu, hüdhüd. |
ibik |
Horozun başındaki kırmızımsı bir renkte uzanmış et parçası. |
ibil |
(Bak: İbl) |
ibiş |
Hımbıl, salak. * Orta oyunu ve kukladaki şahıslardan biri. |
ibka |
Bâkileştirmek. Devamlı etmek. Azletmeyip yerinde bırakmak. Yerinde devamlı etmek. * Tayinleri her sene, bir sene müddetle yapılan memurlardan bu müddet bitmeden evvel hizmetleri More… |
ibka fermani |
Tâyinleri bir sene müddetle yapılan memurların vazifelerinde devam edeceklerine dâir gönderilen ferman. |
ibkaen |
İbka suretiyle. |
ibkaen ta'yin |
İşinden ayrılan bir memuru tekrar eski işine getirme. |
ibkal |
Yerde ot bitmesi. Ramis adı verilen otun yeşermesi. |
ibkar |
Fecirden kuşluğa kadar olan vakit. * Tehir etmek, sonraya bırakmak. |
ibl |
(İbil) Dişi deve. * Deve sürüsü. |
ibla' |
Yutturma, emdirme. |
iblag |
Bildirmek. Yetiştirmek. Haberdar etmek. Göndermek. |
iblak |
Alaca olmak. Kapı açmak. |
iblan |
İki sürü deve. |
iblas |
Mahzun olmak, ümitsiz olmak. |
iblî |
Deveci. |
iblik |
Erkek. |
iblim |
Anber. * Bal. |
iblis |
İnsanları Allah yolundan çıkarmağa çalışan şeytan. (Bak: Hannas, Şeytan) |
iblisane |
Şeytanca. İblisçesine, müfsidane. |
ibn |
Oğul. |
ibne |
Kız çocuğu. Veya teennüs eden oğlan. |
ibrâ |
(Ber'. den) Temize çıkarmak. Borçtan kurtarmak. Sağlamlaştırmak. |
ibrad |
Güçsüzleştirme, âciz bırakma. * Soğutma. |
ibrahim |
'İbrahim kelimesi, İbranicede baba anlamına gelen 'eb'; ve cumhur demek olan 'reham' kelimelerinden meydana gelmiştir. 'Ebu-l cumhur' ise; cumhurun babası More… |
ibrahim hakki |
(K.S.) - Hic: 12. asırda yaşamış büyük âlim ve mutasavvıftır. Hasankale'li olup en son Tillo'da yaşamıştır. Marifetname isimli meşhur eseri vardır. |
ibrahim-vari |
f. İbrâhim (A.S.) gibi. Fani, gelip geçici şeylere kalbini bağlamamak sureti ile. |
ibrak |
Av hayvanlarını ürkütüp korkutmak. * Koyun kurban etmek. * Şimşek çakmak. ◊ Deveyi çökertmek. |
ibram |
Israrla rica etmek. Usandırıncaya kadar üzerine düşmek. * Usandırmak, yıldırmak. * İpi sağlam bükmek. * Muhkem kılmak. |
ibramat |
(İbram. C.) Yalvarmalar, ısrar etmeler, rica etmeler, zorlamalar. |
ibraname |
Alacaklı kimse tarafından alacak ve verecek kalmadığına dair verilen kâğıt. İbrâ senedi. |
ibrani |
Eski Yahudi Sülâlesi veya o soydan olan. |
ibrar |
Yapılan yeminin doğru olduğu tasdik edilme. |
ibraz |
Göstermek. Meydana koymak. |
ibre |
İnce iğne gibi âlet. * Saatlerde veya pusuladaki rakamlara işâret eden ince âlet. * Çam gibi ağaçların yaprağı. |
ibret |
Uyanıklığa sebeb olan ders. * Çok çirkin ve düşündürücü. * Tuhaf, acâyip. |
ibretamiz |
(İbret-âmiz) f. İbret öğreten. Ders verici hâdise. |
ibretbahş |
f. İbret veren, ibreti iktiza eden. |
ibretbin |
f. İbret almış, ders almış. |
ibreten |
İbret olmak üzere, intibah ve ibret vesilesi olmak için. |
ibretfeşan |
f. İbret dağıtan, çok mühim ders verici hâdise. |
ibretnüma |
f. İbret gösteren. İbret veren. |
ibretnümun |
f. İbret olan, ders olan. |
ibrî |
(İbriyye) İğne yapan veya satan kimse. * İğne veya ibresi olan. ◊ Yahudi, İbrani. |
ibric |
Yoğurdu yayıp ayran yapmağa yarayan âlet. Yayık. |
ibrik |
(C.: Ebârik) Topraktan, tenekeden, hattâ bakırdan, gümüşten, altundan yapılan emzikli su kabı. * Abdest almağa, çay, kahve v.s. yapmağa yarayan ayrı ayrı ve türlü türlü kaplar. * İyi ve More… |
ibrikdar |
Eskiden sarayda büyük devlet adamlarının konaklarında su döken ve leğen ibrik işlerine bakan kimse. |
ibrin |
Yüzü çok parlak ve güzel olan sevgili. |
ibrinşak |
Ağaçta çiçek açmak. |
ibrişim |
İpek ipliği, bükülmüş ipek. * İbrişimden yapılmış. |
ibriye |
Baş konağı. |
ibriyy |
İğne yapıcı veya satıcı. |
ibriyyun |
Yahudiler, İbraniler. |
ibriz |
Halis altun, saf altun. |
ibs |
Sevinmek, ferah. |
ibsal |
Bir şeyi sipariş etme. * Men etme. |
ibsan |
Bir kimsenin huyunun veya yüzünün güzel olması. |
ibsar |
Dikkatle bakmak, tetkik etmek. |
ibşar |
(Büşr. den) (C.: İbşarât) Müjdeleme, tebşir etme, sevinçli bir haber bildirme. |
ibşarat |
(İbşâr. C.) Müjdelemeler, tebşir etmeler, sevinç verici haber bildirmeler. |
ibsas |
Sırrı açıklama. * Yayma, dağıtma. |
ibşas |
Bazı bitkilerin veya çiçeklerin birbirine sarılıp karışması. |
ibsi'rar |
At yarışlarında koşuşma. |
ibt |
(Ibıt) Koltuk. Omuzun alt ve iç tarafı. |
ibta' |
Gecikme, geciktirme. * Ağır hareket. |
ibtal |
Battal etmek. Çürütmek. Hükümsüz bırakmak. |
ibtale |
Bâtıl ve boş şey. |
ibtaliyyat |
İşe yaramıyan, boş sözler. |
ibtar |
Şaşma, tuhafına gitme, hayrette kalma. * Alabileceği miktardan fazla yük yükletme. ◊ Parçalama. * Mahrum etme, esirgeme. * Gündüzün başlangıcı. |
ibtaş |
Şiddetle tutma, kavrama. |
ibtat |
Kesmek. Kat'etmek. |
ibtiar |
Kuyu kazma. |
ibtias |
Gönderme, ba's etme. |
ibtida |
Baş taraf. Evvel. Başlangıç. En önce, başta. |
ibtida' |
Benzeri olmayan bir şey yaratmak. (Bak: İbdâ') |
ibtida-şüdegan |
f. Stajyer. |
ibtidad |
İki kişinin bir şeyi bir tarafından tutup kavraması. |
ibtidaen |
Önceden, ilk ve başlangıç olarak. |
ibtidaî |
Başlangıca ait, en önce olarak. İlk, evvelâ. * Ham, işlenmemiş. * İlk tahsil veren okul. |
ibtidâiyyât |
Başlangıçta olanlara öğretilen bilgiler. * Bu derslere ait kitaplar. |
ibtidar |
Bir işe sür'atle başlama. |
ibtiga |
Maksad, gaye. Taleb, arzu, istek. |
ibtihac |
Sevinç, sevinme. İç açıklığı. ◊ Bolluk, bereket, mebzuliyet. |
ibtihal |
Halktan alâkayı keserek Allaha tazarru' ve niyazda bulunmak. |
ibtihar |
İki parça olma, ikiye bölünme. |
ibtihas |
Bir şeyin doğruluğunu öğrenmek için soruşturma, tetkik etme. |
ibtika' |
Bir şeyin renginin fıtri olarak değişikliğe uğraması. ◊ (Bükâ. dan) Ağlama, göz yaşı dökme. |
ibtikar |
Sabahleyin erkenden kalkma. |
ibtilâ |
Belâya uğramak. Musibete düşmek. İyi veya kötü şeye düşkünlük, tiryakilik. * İnsanın iyiliğini, kötülüğünü ve kemâl derecesini meydana çıkaran imtihan, tecrübe. |
ibtila' |
Zorlukla yutmak. * Gelini gerdeğe koymak. |
ibtilac |
Meydana çıkma, zuhur etme, görünme. |
ibtilal |
Islanmak. |
ibtilaz |
Alma. |
ibtina' |
(Binâ. dan) Bir şeyin üzerine bina etme. Bir dava veya bahiste bir şeye istinad etme. |
ibtinaen |
İbtinâ ederek, mübteni olarak, dayanarak. |
ibtira' |
Ağaç yontma. |
ibtirad |
Duş yapma, soğuk su ile banyo yapma. * Serinlemek için soğuk su içme. |
ibtişak |
Haysiyet ve nâmusa dokunma. * Yalan söyleme. |
ibtisam |
Tebessüm etmek. İnce ve hafif gülümsemek. |
ibtisar |
(Basar. dan) Kalb gözüyle görme. Basiret. * Görüp hakikatına varma. ◊ Bir şeye başlama, ibtida. |
ibtita' |
Kesilme, inkıta'. |
ibtitar |
Tâbi olma, uyma, ittiba etme. |
ibtiya' |
Satın alma, mübâyaa etme. |
ibtiyar |
Seçip kabul etme. * Kavga yapma, dövüş etme. * Güçsüz, zaif ve kuvvetsiz olma. |
ibtiyaz |
Biriktirip yığma. |
ibtiza' |
Birşey meydanda ve açık olma. |
ibtizal |
Çokluğu sebebiyle bir nimetin kıymetini bilmeyip, hor kullanmak. * Devamlı şeklide bir şeyi kullanmak. * Edb: Herkesin bildiği bir sözü tekrar etmek. |
ibtizar |
Cebren ve zorla alma. Soygunculuk yapma. |
ibtizaz |
İhtiyacdan dolayı zillet ve hakaretlere tahammül etme. |
ibyizaz |
Beyazlama, ağarma. |
ibza' |
Bir kimseyi sıkıntı ve kedere boğma. Mahvetme. ◊ Kötü söyleme, fena söyleme. |
ibzal |
Esirgemeyip bol sarfetme, bol kullanma. |
ibzaz |
Bir şeyi istenilen miktardan veya gerektiğinden az verme. ◊ Yağlanma, şişmanlama, semirme. |
iç |
t. Herşeyin içerisi, dâhil, derun. * Bir şeyin ortasındaki kısım, göbek. * Karın, mide. * Kalb, vicdan, gönül. * Harem dairesi. * Bir şeyin görünmez ciheti, bâtın. |
iç cebehane |
t. Şimdiki askerî müzeye eskiden verilen addır. İç cebehâne tâbiri bilahare 'Hazine-i esliha', Üçüncü Sultan Ahmed devrinde 'Dâr-ül esliha', daha sonraları da More… |
iç hazine |
t. Osmanlı İmparatorluğu zamanında sarayda muhafaza edilen bir kısım paralar. |
iç kale |
t. Kale duvarlarıyla çevrilmiş şehir ve kasabaların bazılarının ortasında ve en yüksek yerinde yapılan küçük kaleler. Bu çeşit kalelere 'bâlâ hisâr' da denilirdi. Bu iç kaleler, More… |
iç oğlani |
t. Saray hizmetine alınıp devletin çeşitli makamlarına namzed olarak yetiştirilen gençler. İç oğlanı, Yıldırım Bayezid zamanında yeni teşekküle başlayan saray hizmetlerinde bulunmak üzere More… |
ic'af |
Yere düşürme, yıkma. |
ica' |
(Veca. dan) Ağrıtma, veca verme. |
icaa |
(Cu. dan) Yemek içmek için hiçbir şey vermiyerek aç bırakma. |
icab |
Lâzım. Gerekli. Lüzum. Sebeb olmak. * Ist: Akitlerde ilk söylenen söz. Bir mal sahibinin müşteriye karşı, 'Bu malımı sana şu kadar paraya sattım' demesidir. Müşterinin de kabul. |
icabat |
İcablar. Gerekenler. Lüzum edenler. |
icabe(t) |
Kabul olmak. Kabul etmek. * Râzı olma, rızâ gösterme, muvafakat etme. |
icabetgâh |
f. Kabul etme yeri. |
icabî |
Müsbet. İcaba âit, icaba dair. * Lâzım, gerekli, zarurete müteallik. |
icad |
Vücuda getirmek. Yeniden bir şey meydana getirmek. Yoktan var etmek. (Bak: İbda') ◊ (Ücâd) Kapı ve pencerelerin üstlerinde bulunan kemer. |
icade |
İyi yapma, iyi işleme. |
icadgerde |
f. İcad olunmuş. |
icah |
Örtü, perde. |
ical |
Korkutmak. |
icale |
(Cevelan. dan) Dolaştırma, cevelan ettirme. |
icalet |
El kitabı. Lüzum etttiği zaman müracaat olunup faydalanılan, cepte ve elde taşınabilir küçük kitap. * Acele ile ve derhal yapılan iş. |
icaleten |
Hemen, acele olarak, seri bir şekilde. |
icam |
(Eceme. C.) Arslan yatakları. * Çalılıklar, ağaçlıklar, meşelikler. |
ican |
Kubl ile dübür arası. * Ahmak kimse. ◊ Boyun, unk. |
icane |
(C: Ecanin) Hamam taşı. * İçinde bez ve kaftan yıkanılan kap. |
icar |
Kiralamak. Kiraya vermek. * Kira parası. ◊ Kadının başına bağladığı nesne. |
icarat |
Kiranın gelirleri. Gelirler. |
icare |
Kira. Gelir, irâd. Ücret. * Fık: Belli bir menfaati belli bir karşılık ile satmak. |
icaret |
İcâr, ücret. Kiraya vermek. * Kurtarmak, yardım etmek. |
icareteyn |
Müeccel ve muaccel icarelerle kiralanan vakıf emlâkı. Hem derhal alınan, hem ileride alınacak kirası olan vakıf bina. |
icas |
Gönlüne korku düşürmek. |
icaz |
(İycâz) Edb: Az söyle çok şey anlatmak. Sözü muhtasar söylemek. Çok mânaya gelen kısa cümlenin hâli. Mâruf ve müteârif olan cümleden kısa bir cümle ile maksadı ifâde san'atı.Böyle More… |
icazet |
İzin. Müsaade. Şehadetname. Diploma. 'Olur' demek. Destur vermek. İlmî ehliyet. Reva görmek. |
icazet vermek |
Medrese usulüne göre okuttuğu dersi bitiren talebeye hocası tarafından izin verilmesi. Bu tasdikan verilen mühürlü kâğıda 'icazetname', icazet vermiş olan müderrise de More… |
icazetname |
f. Şehadetname. Diploma. Şehadet kâğıdı. |
icazî |
İcaza dair, icaza ait ve müteallik. Veciz bir tarzda. |
icazkâr |
f. İcazlı, kısa ifadelerle çok şey anlatmak halinde olan. |
icba' |
Ekilen ekini henüz olgunlaşmadan satmak. |
icbar |
Zor. Zorlama. Cebretmek. |
iccar |
(C: Ecâcir) Dam, çatı. |
iccas |
Erik. * Zerdâli. * Armut. |
icdaf |
Bağırıp çağırma. |
icdan |
Sonradan zengin olma. |
içerlek |
t. Dip, kuytu yer. Çıkmaz. * Daha geride, daha içeride bulunan. |
icfa' |
Koparmak. |
icfal |
Gidermek. * Devekuşu seğirtmek. |
icfil |
Yaşlı kadın, ihtiyar kadın. * Korkak adam. |
içgüvey |
t. (İçgüveyi, içgüveysi) Kayınpederinin evine alınan dâmat. Karısı tarafının evinde oturan dâmat. |
icha' |
Ayaz çıkma. |
ichad |
Eziyet çekme, elem ve sıkıntıya mâruz bırakılma. * Gayret etme. |
ichaf |
Zulüm etme, gaddarlık. * Gidermek. * Noksan etmek, eksiltmek. |
icham |
Men'etmek, engel olmak. |
ichar |
(Cehr. den) Sesle okuma. * Ortaya çıkarma, zuhur ettirme, meydana çıkarma, açıklama. |
ichaş |
Bir kimseden yardım ve medet istemek. |
ichaz |
Hazırlandırmak. |
icî |
f. Atmaca. * Hükümdar vekili. |
icl |
(C: İcâl) Boyun ağrısı. * Sığır sürüsü. ◊ Dana. Sığır yavrusu. |
iclâ |
(Cilâ. dan) Sürme, nefyetme, sürgün etme. Evinden barkından ayırma. * Sür'atle seğirtme. * Cilâlama, parlatma. |
iclab |
Cem'etmek, toplamak. * Yoldaşlık etmek. * Ardından çağırmak. * 'Gitsin' diye haykırmak. |
iclal |
Ağırlama. İkram. Tekrim eylemek. Büyüklüğünü kabul edip hürmet etmek. Büyüklük. Azamet. |
iclalen |
Büyük sayarak, saygı ve hürmet göstererek. |
iclas |
Oturtmak. Tahta çıkartmak. Padişahı tahta oturtmak. |
icle |
Düve, dişi buzağı. |
iclet |
(C: Ucul) Dişi buzağı. * Bir cins ot. * Kırba. |
içli |
t. İçi dolu. * Çabuk müteessir olan, hassas duygulu. * Kin tutan, haset eden. |
iclihmam |
Toplanmak, cem'olmak. |
iclinbab |
Yan yatmak. |
icma' |
Toplanma. Dağınık şeyleri toplamak. * Hazırlamak. * Azm ve kasdeylemek. * Topluluk. Fikir birliği. Bir mes'eleden âlimlerin ittihad etmesi. * Fık: Sahabe-i Güzin Hazretlerinin (R.A.) More… |
icmad |
Dondurma, câmidleştirme. |
icmaen |
Toplu olarak, hep birlikte. İcma-i ümmet olarak. |
icmal |
Hülâsa etmek. Kısaltmak, bir araya toplamak. Kısa anlatmak. Biriktirmek. * Uzun bir hesaptan çıkarılan hülâsa, netice. |
icmalen |
Kısaca. Özlüce. İcmali ve hülâsa olarak. |
icmalî |
Kısaca, toplu olarak, tafsilatsız. Muhtasaran. |
icmalî iman |
İman esaslarını kısaca bilmek. Allah'a ve Peygamberine imân ettiğini söylemek ve tasdik etmek. (Bak: İman-ı icmalî) |
icmam |
Atı soluklandırma, dinlendirme. * Biriktirme. |
icmar |
Bir araya toplamak. * Süratle yürümek. * Atın sıçrayarak yürümesi. * Bir şeyin umumi olması. Ateşe öd ağacı koymak. * Bir şeyi buhurlamak. Tahmini hesab yapmak. * Yeni ayın görünmesi. |
icnaf |
Doğruluktan ayrılma. Sadakattan uzaklaşma. |
icnan |
Deli etme, divane eyleme. * Bir şeyi örtme. |
icne |
Tıb: Yanak kemiği. |
icnis |
Tembel ve uyuşuk adam. |
icra |
Bir işi yürütmek. * Yerine getirmek. Yapma. Tatbik etme. * Vekil göndermek. * Mahkeme kararını yerine getirmek. * Suyu akıtmak. * Huk.:Borçlunun alacaklıya karşı ödemekle mükellef olduğu bir More… |
icra hey'eti |
Mahkeme kararını tatbike memur olan heyet. İcra memurları heyeti. |
icra kuvveti |
Memleketi idâre eden, kanunları tatbik eden kuvvet. |
icra memuru |
Mahkeme kararını tatbik ile borçludan borcunu alıp alacaklıya vermekle vazifeli olan adliye memuru. |
icraat |
(İcrâ. C.) Meydana getirilen işler. Yapılan işler. * Ameliyat. Tatbikat. |
icram |
Kabahat yapma, cürüm işleme. |
icre |
Başına tülbent sarmak. * Besili ve semiz olmak. |
icrim |
Kısa boylu bodur adam. |
icsa' |
Dizüstü getirme. Çökertme. |
icşam |
Teklif etmek. |
icşaş |
Bir şeyi döverek ufaltma, küçültme. |
ictiba |
Seçmek. İhtiyar ve intihâb etmek. Seçkin bir şeyi almak. * Tahsildarın para ve vergi toplaması. |
ictibaz |
Mıknatıstaki kendine çekme hasiyeti. |
ictihad |
Kudret ve kuvvetini tam kullanarak çalışmak. Gayret etmek. Çalışmak. * Anlayış. * Kanaat. * Fık: Şeriatın fer'î mes'elelerine âit hükümleri, İslâm müçtehidlerinin, usulüne uygun More… |
içtihad |
(Bak: İctihad) |
ictihadât |
(İctihad. C.) İçtihadlar. |
ictihadî |
İçtihada müteallik. İçtihada dair. İçtihada ait. |
ictihaf |
Bir şeyden çok şey almak. * Üç parmakla yemek. |
ictihah |
Kadının veya dişi hayvanların hâmile olması. |
ictihar |
Askeri çoğaltma. * Meydanda ve gözükür olma. Aşikâr olma. |
ictilab |
Celbetmek, çekmek. |
ictilal |
Bir şeye bakmak. |
ictima' |
Toplantı. Toplanmak. Bir araya gelmek. Kavuşmak. |
ictimaat |
İçtimalar. Toplanmalar. |
ictimaî |
Topluluğa ait, birlikte yaşayanlara dair. Cemiyet hayatına ait ve müteallik. Sosyal. |
içtimaî |
(Bak: İctimaî) |
ictimaiyyat |
İçtimaî ilimler. Topluluk hayatına dair ilimler. Sosyoloji. |
ictimaiyyun |
İçtimaî hayatı en güzel şekilde idareyi düşünen ve ona çalışan. İçtimaî mes'elelere dair ilimlerle uğraşan kimseler. Sosyologlar. |
ictimar |
Tütsülenme, buhurlanma. |
ictina |
Meyve toplamak. Meyve devşirmek. Bir yere toplamak. * Aldanmak. |
ictinab |
Çekinmek. Sakınmak. Uzak olmak. |
içtinab |
(Bak: İctinab) |
ictinah |
Bir yana eğilme, meyletme. * Secde etme. * (Hayvan) bir tarafa meyilli koşma. |
ictinan |
Gizlenmek. |
ictira' |
(Cür'a. dan) Suyu soluk almadan birden içme. * Ağacı bir tutuşta kırma. ◊ (Cür'et. den) Cesaret etme, cür'et etme, yeltenme, atılma. |
ictirah |
El emeği ile kazanılan para ile geçinme. |
ictiram |
Kabahat yapma, cürüm işleme. |
ictirar |
İleri ve geri çekme, çekilme. * Hayvanın geviş getirmesi. |
ictiraz |
Devenin geviş getirmesi. |
ictişa' |
Yer uygun olmama. |
ictisar |
Cür'et ve cesâret göstermek. * Çölü aşıp gitmek. * Denizde geminin geçip gitmesi. |
ictisas |
Hayvanın, ağzı ile çayırı araştırarak otlaması. ◊ Evleri yakın olmakla bir arada olma. ◊ Ağacı kökünden çekip koparmak. |
ictiva' |
İğrenme, tiksinme. |
ictivar |
(Civar. dan) Komşu olma, muhit yapma. |
ictiyab |
Gömlek giyme. * Yırtma. * Kuyu kazma. |
ictiyah |
Öldürme. |
ictiyal |
Doğru yoldan döndürme. |
ictiyas |
Yağma için dolanma. * Taleb etmek, istemek. |
ictiyaz |
Geçmek, mürur. |
ictiza' |
İktifa etmek, yeter bulmak. ◊ Ağaç veya dal kesme. |
ictizab |
(Cezb. den) Çekip uzatma. * Etrafına toplanma. |
ictizal |
Sevinme, mesrur olma. |
ictizaz |
Yün kırkma. * Çayır ve ot biçme. |
icyam |
Men'etmek, engel olmak. |
iczab |
Koparmak. |
iczal |
Birini sevindirme, mesrur etme, gönlünü hoş etme. ◊ Semerin, devenin boynunu yara etmesi. |
iczam |
El kesme. * Hızlı yürüme. |
id'ad |
Korkutmak. |
id'af |
Zayıf etmek, zayıflamak. * Muzaaf etmek, fazlalaştırmak. İki kat yapmak. |
id'am |
Direk vurmak. |
id'as |
Tepelemek. |
ida' |
Emanet bırakmak. Vedia koymak. * Huk.:Kendi malının muhafazasını başkasına havale etme. ◊ Fasid olmak. Bozulmak. * Helâk olmak. * Yardım etmek. ◊ Bir şeyi birbiri ardınca More… |
idâa |
Zâyi etmek. Boşuna harcamak. |
idaa |
(Bak: İdaa) |
idab |
Herkesi ziyafete davet etme. Sofrası herkese açık olma. * Doğruluğunu ve hak olduğunu herkese bildirme. ◊ Acib nesne. |
idabe |
Edeblilik, terbiyeli oluş. |
idad |
Saymak. Sayı. Hesab etmek. * Ölüm vakti. * Fark. Vergi. * Bahşiş. * Küfüv. Denk, hemtâ. * Delilik emâresi. * Parmakla hesab etmek. ◊ (İded) Üstünlük, galibiyet, zafer. * Kuvvet, More… |
idade |
Kol bağı. |
idae |
Parlamak veya parlatmak. Ruşen etmek veya ruşen olmak. |
idafe |
Misafir edinmek. * Ulaştırmak. * Tâbi olmak, uymak. |
idaha |
Muti olmak, itaat etmek. |
idak |
Davarın kösneyip aygır istemesi. |
idaka |
Darlık vermek. |
idale |
Bir şeyin elden ele geçmesi. |
idam |
Islah etmek. Muvafık kılmak, uygun yapmak. ◊ Katık. Ekmekle beraber yenen şey. |
idame |
Devam ettirmek. Dâim ve bâki kılmak. |
idane |
(Deyn. den) Borç, ödünç verme, ikrâz. |
idaneten |
Borç olarak, ödünç olarak, idane suretiyle. |
idare |
Devrettirmek. Çekip çevirmek. Döndürmek. Kullanmak. Becermek. |
idare fitili |
Eskiden geceleyin yatak odalarını aydınlatmak için zeytinyağı konmuş küçük bir tabağın içinde yakılan bir çeşit fitilin adıdır. Küçük petrol lâmbalarına da idâre denildiği için bunların More… |
idare kandili |
Yatak odalarını aydınlatmağa ve elde gezdirmeğe mahsus küçük, ışığı az lâmba. |
idarehane |
f. Bir işe bakan hey'etin veya bir işi idare edenlerin toplanarak iş gördükleri yer ve dâire. * Dergi, gazete vs. gibi yayınların yazı işlerine bakılan dâire. |
idareten |
İdare için. Kanun ile değil, işin gelişine göre yaparak. İdare yoluyla, işi idare ederek. |
idarî |
İdare. * İdare ile alâkalı. |
idat |
(Bak: Izat) |
idave |
(C: Edâvâ) Deriden yapılmış su kabı. Asker matarası. |
idb |
Acib iş. |
idbab |
Yaş olmak, ıslanmak. * Kin tutmak. |
idbak |
Ulaştırmak. Yapıştırmak. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin üst damağa yapışmasına denir. Bu sıfatın harfleri. Sad, dad, tı, zı'dır. İsimlerine müdbaka denir. (Bak: İtbak) |
idbar |
Geriye gitmek. Geri dönmek. * İşlerin ters gitmesi. * Talihsizlik. * Bir gezegenin diğer oniki burcun tertibine zıt olarak hareketi. |
idbisas |
Ne kırmızı, ne siyah olmak. * Ot bitmek. |
idca' |
Yatırmak. |
idcac |
Çağırmak, çağırtmak. |
idcan |
(İdcican) Gökyüzü yağmur bulutlarıyla örtülme. * Hava çok sisli ve dumanlı olma. |
idcar |
Gönül kırmak. Iztırab vermek. Darıltmak. |
idd |
(C.: Adât) Pınar ve kuyu suları gibi aktıkça kesilmeyen, devamı gelen su. * Çokluk, kesret. ◊ Büyük, acib şey. * Belâ, dâhiye. * Yalan. |
idde |
Müddet. Zaman. Vakit. * Küfüv. Hemta. Arkadaş. |
iddet |
Bekleme müddeti. * Sayılmış. Madud. * Cemaat. * Hıfz. |
iddia |
Bir şeyin müsbet veya menfiliğini ısrarla söylemek. İleri sürülen fikir. Dâva etmek. Israr etmek. İnat etmek. Haklı veya haksız bir dâvaya kalkışmak. |
iddiaen |
İddia ederek. Doğru olduğunu söyleyerek. |
iddiaî |
İddia ile alâkalı. Şahitsiz, delilsiz ve boş söz. |
iddiaiyyat |
(İddiaî. C.) İddia ile ilgili. Şahidi olmayan sözler. |
iddiam |
(Diam. dan) Payanda dayamak. |
iddianame |
Müddei umuminin (savcının), iddialarını topladığı ve soruşturma sonunda mahkemede okuduğu yazı. |
iddifa' |
Isınma, ısıtma. |
iddifan |
Kölenin, efendisinin yanından kaçması. |
iddihal |
Girme, duhul etme, dahil olma. |
iddihan |
(Dühn. den) Güzel kokular sürünme. |
iddihar |
Biriktirmek, toplamak, yığmak. * Kıtlık zamanında yüksek fiatla satmak üzere zahire toplayıp saklama. |
iddilac |
Gecenin geç vaktinde gitmek. |
iddimac |
Bir şeyin içine girmek. Bir yere girip gizlenmek. |
iddira' |
Anlama, derketme, kavrama, fehmetme. * Hile ile aldatma. * (Kadın) saçını tarayıp salıverme. |
iddirak |
Akıl etme, idrak etme, anlama, fehmetme. * Bir yere toplanmak. * Birbirine yetişmek. |
iddisar |
Zengin olma, çok mal mülk sahibi olma. Bir şeye bürünme. |
iddiyan |
Borçlanma, borca girme. |
ideal |
Fr. Fikre ve düşünceye ait. Tasavvuri, hayali. * Mefkûre. Emel. Gaye. Hayalde tasavvur edilen kemal. Fevkalâde, mükemmel kimse veya şey. (Bak: Ülkü) |
idealist |
Fr. İdeal ve mefkûre sahibi. * İdealizm felsefesine bağlı kimse. |
idealizm |
Fr. Bilgide temel olarak düşünceyi alan ve eşyanın müstakil mevcudiyetlerini inkâr edip fikren mevcudiyetlerini kabul eden yanlış bir felsefe doktrini. |
ideoloji |
Fr. İnsanların düşünce ve hareketlerine muayyen bir istikamet vererek, siyasî veya ictimaî bir doktrin meydana getirmek isteyen fikir sistemi. |
idfa' |
Soğuktan sakınıp giyinmek. * Isıtmak. |
idfan |
Gömme. Defnetme. |
idfe |
Ondan elliye varana kadar olan erkekler. * Kıt'a. * Akşam vakti. |
idgam |
Gizlemek. * Bir şeyi bir yere koymak. * Tecvidde: Aynı cinsten olan harfleri birbirine katarak iki def'a okumak. Şeddeli okumak veya yazılmak. |
idgan |
Kalbinde bir kimseye kin ve adavet olmak. |
idgas |
Karıştırmak. * Otu eliyle tutamlamak. |
idha' |
Kuşluk vaktine girmek. |
idhac |
Silah takınmak. |
idhad |
İptal etmek, hükümsüz bırakmak. |
idhak |
Güldürmek. Güldürülmek. |
idhal |
Dâhil etmek. İçine almak. Sokmak. |
idhalât |
(İdhal. C.) Memleket haricinden eşya ve mal getirmek. |
idhan |
(Duhân. dan) Tütme. Yanarak dumanı çıkma. |
idhar |
Hakir görme, tahkir etme, aşağılatma, hor görme. |
idhaş |
Korkutma, dehşet verme, dehşetlendirme. |
idhimam |
Siyah olmak. * Ekinin susuzluktan dolayı siyah görünmesi. |
idhiyan |
Nurlu, ruşen, parlak. |
idil |
Fr. Kır hayatını mevzu yapan nazım veya nesir yazı. |
idin |
Dağılmış, perâkende olmuş. |
idk |
(C.: Adâk-Uduk) Hurma salkımı. |
idkak |
(Dekik. den) Ezme, ufaltma, küçültme. |
idl |
Yük dengi, misil, eşit. |
idla' |
Çok yemekten dolayı midenin dolması ve hasta olmak. ◊ Delil gösterme. * Kovayı suya sarkıtmak. ◊ İhraç etmek, çıkarmak. |
idlac |
Gecenin ilk saatlerinden geç vakte kadar gitmek. |
idlal |
(İdlâl) Hak dinden, imân ve islâmiyetten saptırmak. Doğrudan, Hak ve hakikat caddesinden ayırmak. Azdırmak. ◊ Naz etmek. * Çok nazlanmak. ◊ (Bak: Idlal) |
idlâliyyât |
İnsanı doğru yoldan saptıracak fikirler, azdıracak mevzular. Kur'ânla muaraza eden safsata ve bâtıl felsefi nazariyeler. |
idli'mam |
Kararmak. |
idliham |
Galip olmak. * İhâta edip kaplamak. |
idlivla' |
Evmek, acele. |
idma' |
Kan alma. * Kanatma. |
idmac |
Bir şeyi bir şeyin içine koymak. * Sıkıştırmak. |
idmag |
Bir şeye muhtaç ve muztar eylemek. |
idmame |
(C.: Ezâmim) Cemaat, topluluk. |
idman |
Alıştırmak. Bir şeyde meleke kazanmak için tekrar tekrar hareket yapmak. * Beden terbiyesi. Jimnastik. |
idna' |
Hastalığın hastayı zayıflatması. ◊ Yakın etmek, yaklaştırmak. |
idra |
Def etmek. * Bildirmek. Bildirilmek. |
idrab |
(Darb. dan) Rüc'u etmek, vaz geçmek. Bir şeyi yapmaktan yüz çevirmek. Mukim olmak. * Bir kimse üzerine kırağı yağmak. * Sıcak yel eserek yerdeki suyu kurutmak. * Ekmeğin pişmesi. |
idrac |
Dercetmek. Dürmek. * Bir yazıyı bir yere koydurmak. |
idrak |
Anlayış. Kavrayış. Akıl erdirmek. Fehim. Yetiştirmek. |
idrakat |
(İdrak. C.) Anlayışlar, kavrayışlar, idrak etmeler. |
idrar |
Zarar vermek. * Avret üstüne avret almak, evli iken bir daha evlenmek. ◊ Sidik. Bevl. * Çokça akıtmak. * Devamlı vermek. |
idrarat |
(Derr. C.) Gelirler. Vâridat. Tahsilat. |
idric |
İbrişim kilim. |
idrihmam |
İhtiyarlıktan dolayı zayıflayıp iş yapamamak. |
idrik |
Dağlarda çok olan bir yemiş. |
idrimac |
Bir yere girip gizlenmek. |
idris (a.s.) |
Hz. Adem'in (A.S.) evlâdlarından ve Kur'anda ismi zikredilen, ilk yazı yazan, terzilik yapan peygamber (A.S.) (Bak: Meratib-i hayat) |
idtiba' |
Hacıların ihramlarını sağ koltukları altından çıkarıp sol omuzlarına örtmeleri. |
idtica' |
Yan yatmak. |
idtigan |
Ayağıyla kendi kendine vurmak. |
idtihad |
Zulmetmek, cefâ vermek. |
idtila' |
Kuvvetlendirmek. |
idtimar |
İnce belli, karınsız olmak. |
idtirab |
Deprettirmek, hareket ettirmek. Izdırap. |
idtiram |
Ateş yakılmak. * Şule vermek, ışıklandırmak. |
idva' |
Azık yapmak. |
idve |
(C.: Udât) Yüksek yer. * Dere kenarı. |
if |
Vakit. |
ifa |
Ödemek. Yerine getirmek. Söz verdiğini veya vazife bildiğini yerine getirmek. Kılmak. Yapmak. |
ifa' |
Devekuşunun yeleği. * Devenin yükünün çok olması. ◊ Çocuğun büyümesi. |
ifad |
Bir kimseyi elçilik (sefirlik) vazifesiyle gönderme. |
ifadat |
(İfâde. C.) Anlatmalar. İfadeler. |
ifade |
Anlatmak. Söylemek. * Fayda vermek, fayda tutmak. |
ifaha |
Yellenmek. |
ifahe |
Kan fışkırtma. * Kanatma. |
ifakat |
(Fevk. den) İyileşme, hastalıktan kalkma. Hastalıktan kurtulup tamamen iyileşinceye kadar aradan geçen zaman. * Ayılma. Sarhoşluk veya baygınlıktan kurtulma. |
ifakat-pezir |
f. İyileşmesi mümkün, iyileşebilir. |
ifakat-yâb |
f. İfakat bulucu, iyileşen. |
ifakat-yaft |
f. Sıhhat bulan, iyileşen, hastalıktan kalkan. |
ifal |
Sür'atle gitmek, hızla gitmek. * Uzaklaşmak, ırak olmak. |
ifas |
Şişe ve divit ağzını kapatmakta kullanılan deri. |
ifasa |
Yumuşak söylemek. * Aşikâre söylemek. Açık açık konuşmak. |
ifate |
(Fevt. den) Kaybetme, kaçırma, elden çıkarma. |
ifave |
Çorbanın iyisi. * Çömlek kaynarken yüzüne çıkan köpük. |
ifaza |
(Feyz. den) Bereketlendirmek. Feyz vermek. Bol bol dağıtmak ve akıtmak. Taşıp yayılmak. |
ifaza-bahş |
f. Feyizlendiren, feyiz aldıran. |
ifaze |
(Fevz. den) Maksada erdirmek. Merama kavuşmak. Zaferyâb eylemek. |
ifca' |
Geçimini genişletme. |
ifcac |
Kuş cıvıldaması, kuş ötmesi. |
ifcar |
Fecir vaktine girme. * Bir kimseyi fâcir sayma. |
ifcas |
Mânâsız ve münasebetsiz şeylerle kibirlenme. |
ifda' |
Sahraya çıkmak, çöle çıkmak. ◊ Fidye kabul etme. |
ifdac |
(C.: Ufâzic) Semiz, besili hayvan. * Yumuşak nesne. |
ifdah |
(Fadih. den) Kötülüğü açığa vurma. Kusur ve ayıpları meydana çıkarma. |
ifdal |
(Fadl. dan) Lütuf ve bağış. İhsan. |
iffet |
Namus. Temizlik. Perhizkârlık. Nefsi behimî temayüllerden men etmek. Helâla razı olup haramdan kaçınmak. |
iffet-füruş |
f. Namus ve iffetten söz eden. Namusluluk taslayan. |
iffetli |
(İffetlü) Namus, hayâ ve iffet sahibi kadın. * Doğru, rüşvet yemez, haram yemez, istikametli kimse. * Eskiden kadınlara yazılan mektub hitabı. |
ifha' |
Unutmak. |
ifhac |
Davarın ayaklarını ayırıp sağmak. |
ifhah |
Âciz bırakma. |
ifhak |
Doldurmak. |
ifham |
İkna edip sükût ettirmek. Delil göstermekle ve isbat etmekle galip gelmek. ◊ Bildirmek. Anlatmak. Maksadı bildirmek. ◊ Ulu etmek, yüceltmek. |
ifhar |
Şereflendirmek. Şeref vermek. Fahirlendirmek. |
ifhaş |
(Fuhş. dan) Kötü ve fena söyleme. |
ifk |
Bühtan. Bir suçu birisine yüklemek. İftira. |
ifka' |
Fakir ve kötü durumda bulunma. |
ifkad |
Kaybettirme, kazandırmama. |
ifkah |
Öğretme. |
ifkar' |
Fakir düşürme, fakirleştirme. * Hayvanı kirâya verme. |
ifla' |
Sütten ayırma, memeden kesme. * Yabana kaçma. |
iflah |
Mübarek ve muvaffakiyetli olmak. Selâmete çıkmak. Felâha kavuşmak. * Nimette dâim ve kararlı olmak. (Bak: Felah) |
iflak |
şiir okurken fesahat üzerine olmak. * Mâna ve kelime icad etme. |
iflal |
Gidermek. * Yağmur gelmeyen yere yetişmek. |
iflas |
Malı tükenmek, parası kalmamak. Borçlarını ödeyemiyecek hâle gelmek. Sermayesini batırmak. * Ahirette günahları çok olanın hüsrana düşmesi. ◊ Sıyrılıp kurtulmak. |
iflat |
Kement veya bağdan kurtulup kaçma. |
iflik |
Eski çalgılardan birinin adıdır. |
iflilak |
Yer yüzünü bulut kaplamak. |
ifna' |
Mahvetmek. Tüketmek. Kıymetini kaybetmek. Çok zarar etmek. Yok etmek. |
ifra' |
Kesmek. * Yarmak. |
ifrac |
Açılma. * Ayrılmak. * Genişletmek. * Açmak. |
ifrad |
Tek olarak söylemek. * Ayırmak. * Göndermek. Yollamak. |
ifrag |
Bir halden başka bir hale sokma. Kalıba dökmek. Şekil vermek. * Boşaltmak. Akıtmak. Dökmek. Câri kılmak. |
ifrah |
Belirsiz bir şeyi belirtme. * şübhe ve tereddütü giderme. * (Kuş) yavrulama. * (Tohum) yeşerme. ◊ Ferahlandırmak. Memnun etmek. |
ifram |
Doldurma, doldurulma. |
ifrar |
Kaçırmak. Kaçırılmak. Firara mecbur etmek. |
ifras |
Fırsat ele geçme. |
ifraş |
Zemmetme, kötüleme, çekiştirme. * Serip döşetme. |
ifrat |
Haddinden geçmek. Pek ileri gitmek. * Takatinden ziyade iş vermek. (Tefrit'in zıddı) ◊ Davarın alın saçı. * İnsanın ense saçı. |
ifrat ü tefrit |
Birbirine tamamıyla ters olan iki uç. Çok fazla ve çok az. |
ifratkâr |
f. Pek ileri giden. Haddini aşan. |
ifraz |
Vazifeye tayin etmek. * Farzedip vermek. ◊ Ayırmak, tefrik etmek. Ayrılmak. ◊ f. Yükseklik. Rif'at. İrtifa'. |
ifraz hazinesi |
Tar: Kullanılmayan kıymetli eşyanın saklandığı yer. Bu gibi kıymetli şeylerden ikinci dereceden olanların muhafaza olunduğu yere de 'Bodrum Hazinesi' denilirdi. |
ifrazat |
Vücuddan çıkan, bedenden ayrılan kan, irin, balgam gibi şeyler. |
ifrazciyan |
Darphanede sikke (para) kesenler. Altun, gümüş ve bakır madenlerini para haline getirdikleri için bu tabir meydana gelmiştir. |
ifrinka' |
Parmak çıtırdatma. * Gidermek. * Ayırmak. |
ifrit |
Cin taifesinden çok muzır, şerir ve korkunç bir cins. * Mc: Korkunç, kızgın ve öfkeli insan. |
ifriz |
Dam saçağı. |
ifşa |
(C.: İfşâât) Duyurmak. Fâşetmek. Meydana çıkarmak. Gizli bir şeyi herkese duyurmak. |
ifşaat |
(İfşa. C.) İfşa etmeler, fâşetmeler, meydana çıkarmalar, duyurmalar. |
ifsad |
Bozmak. Azdırmak. Fesada uğratmak. Fitne salmak. Karıştırmak. |
ifsadat |
(İfsad. C.) İfsadlar, kargaşalıklar, fesada uğratmalar. |
ifsah |
Fesahatla konuşmak. Açık ve düzgün söz söylemek. ◊ Unutmak. Akıldan çıkarmak. İhmal etmek. ◊ Açmak, genişletmek. |
ifsam |
Hastanın ateşinin düşmesi. * Kesilip bitme, tükenme. * Yağmurdan sonra hava açılma. |
ifta |
Fetva vermek. (Bak: Fetva) |
iftah |
Seğirtme. * Sık nefes alma, hızlı hızlı soluk alma. ◊ Açmak. Fethetmek. (Bak: Feth) |
iftal |
f. Dağınık. * Yırtık, aralık, yarık. |
iftam |
Memeden ayırma, sütten kesme. |
iftan |
Fitneye düşürme. * Ayartma. |
iftar |
Oruç açmak. Oruç açılırken yenen yemek. (Zıddı: İmsak) |
iftariyye |
İftarlık. İftar için hususi olarak hazırlanmış nevale. Bunlar oruç bozulduktan sonra yemek yenmeden evvel yendiği için bu ad verilmiştir. * Osmanlı İmparatorluğu zamanında padişah sarayında, More… |
iftial |
Bir şeyi iş edinmek. Kendiliğinden yapmak. * Arabçada beş harfli fiilin birinci babı. * Yalan düzmek, iftira etmek. ◊ Fal tutma, fala bakma. |
iftiat |
Başa tülbent sarmak. |
iftica' |
Birdenbire, ansızın olma. |
iftida' |
(Fidye. den) Fidye vererek esirlikten kurtulma. |
iftidah |
(Fadâhat. den) Kırma, kırıp ufalama. * Maskara olma, rezil olma. |
iftiham |
(Fehm. den) Kavrama, anlama. Fehmetme. |
iftihar |
Övünmek. Kendini beğenircesine kendinden ve yaptıklarından bahsetmek. * Başkasının iyi bir hali ile sevinmek. (Bak: Tahdis-i ni'met) |
iftihariyyat |
İftihar yoluyla söylenen sözler. |
iftihas |
Gerçeği ve hakikatını dikkatle araştırma. İçyüzünü iyice tetkik etme. * İmtihan etme, deneme. |
iftikad |
Arayıp sormak. * Kaybolmak. |
iftikak |
(Fekk. den) Rehinden kurtarma, rehinden çıkarma. |
iftikal |
Çok çalışma, bir işte çok fazla emek harcama, pek fazla gayret sarfetme. |
iftikar |
Yoksulluğunu, fakirliğini açığa vurmak. * Çok ihtiyacı olmak. * Tevazu'. Alçak gönüllülük. |
iftila' |
Otlatma. |
iftilak |
Taaccüb etmek, şaşırmak. |
iftilal |
Bükülme. * (Asker) muharebeden yılma. |
iftilat |
Ansızın bir işe girişme. * Hatıra gelivererek şiir veya söz söyleme. |
iftilaz |
Kesmek, kat'. * Bir kimsenin bir parça malını almak. |
iftinan |
Türlü türlü ve birbirini tutmayan düzensiz söz söyleme. * Fitneye düşmek. * Âşık olmak. |
iftira |
Birinin üzerine suç atmak. Bühtan. İfk. Yalan yere birisini suçlu göstermek. |
iftiraat |
(İftira. C.) İftiralar, asılsız isnatlar, aslı esası olmayan suç yüklemeler. |
iftirak |
Perişan olmak. * Ayrılmak, dağılmak. Hicran. |
iftirakat |
Ayrılıklar. İftiraklar. Parçalanmalar. |
iftirar |
Gülmek. |
iftiras |
Yırtmak. Parçalamak. Yırtıp parçalamak. * Zorla yere yıkmak. ◊ Fırsat gözlemek. Fırsatı ganimet bilmek. |
iftiraş |
İzine uyma. * Namusa dokunur söz söyleme. * Yayılma. * Cima. * Döşemek. |
iftiraz |
Farz kılma, vacib kılma. |
iftisad |
Neşter ile kan aldırma. |
iftisal |
Sütten kesilme, memeden ayrılma. * Fidanı çıkarıp başka yere dikme. |
iftitah |
(Fetih. den) Açmak, başlamak, fethetmek. Zabtetmek. |
iftitan |
(Fitne. den) Fitneye uğrama. * Aldatmak. * Azdırmak. |
iftiyak |
Fakirleşmek, yoksullaşmak. |
iftiyal |
Fal tutma. |
iftiyat |
Düşünmeden bir işe başlama. * Bir şey kaybolup gitme. |
iftizah |
(Bak: İftidâh) |
ifza' |
Medet etmek, yardım etmek. * Korkutmak. ◊ Korkutmak. * Güç olmak. |
ifzah |
(Fazih. den) Kusuru, kötülüğü, ayıbı açığa vurma. |
ig |
Koku, rayiha. |
iğ |
Yün, pamuk vs. kıvırmağa mahsus iğne. |
igal |
Acele ile bir kimseyi bir yere sokma. * Uzaklara gitme. |
igame |
Havanın bulutlu olması. |
igare |
Yağma etmek, hücum etmek. * Teşvik etmek. Gayrete getirmek. Acele etmek. |
igase |
İmdada yetişmek, yardım etmek. |
igaza |
Kızdırma, darıltma. |
igbab |
Korkmak. * Bir gün görüp bir gün terketmek. |
igbirar |
Kırılmak. Gücenmek. * Toz ile paslanmak. * Boz benizli olmak. |
igdab |
Gadablandırmak, kızdırmak, öfkelendirmek. |
iğde |
Kızılcığa benzer bir meyve ve bu meyveyi veren ağaç ve çiçeği. |
igdidan |
Saç uzamak. * Ot yeşermek. |
igdin |
Bozulmuş, kokmuş, cılık (yumurta). |
iğdiş |
f. Burulmuş, enenmiş hayvan. Erkeklik bezleri (hayaları) çıkarılmış at. Melez. |
iğerçin |
Karar veremeyen, mütereddit, kuşkulu. |
igfa' |
Uyuklamak. |
igfal |
(C.: İgfalât) Dikkatsizlikle terkettirmek. * Gaflette bırakmak. * Kandırmak. Aldatmak. |
igfalat |
(İgfal. C.) İğfal etmeler, kandırmalar, aldatmalar. |
igfaliyyat |
Yanıltıp aldatmak için söylenen sözler. |
igla' |
Pahalandırma, fiatını yükseltme. * Kaynatma. |
iglaf |
(Gılaf. dan) Kınına sokma, kılıfa koyma. |
iglak |
Karıştırmak. Kapamak. Muğlak yapmak. Anlaşılmaz hâle koymak. * Zorla iş yaptırmak. * Edb: Sözü karışık ve anlaşılmaz surette söyleme. |
iğlak |
(Bak: İğlâk) |
iglakat |
(İglak. C.) Muğlak yapmalar. * Karışık ve anlaşılmaz sözler. |
iglat |
(Galat. dan) Yanlışa götürme. |
iglaz |
(Galiz. den) Kaba ve fenâ söyleme. |
iglazat |
(İglaz. C.) Kaba ve galiz söyleme. |
iglinta' |
Vurmakla ve sövmekle üstün gelip galebe etmek. |
iglivvat |
Lâzım olmak, icab etmek. |
igma' |
Bayılma, baygınlık, kendinden geçme. |
igmad |
Kınına sokma, kılıfına koyma. * Birçok şeyleri bir yere tıkma. |
igmam |
Kederlendirmek. Gamlandırmak. Hüzünlendirmek. * Gökyüzünün bulutlu olması. |
igmar |
Batırmak. |
igmaz |
Müsamaha etmek. Görmemezliğe gelmek. ◊ Ayıplamak. Kınamak. Tahkir etmek. |
igna' |
Ganileştirmek. Zengin etmek. * Kifâyet edip bir şeyin yerini tutmak. |
ignan |
Ot çok olmak. |
iğnedan |
İğne koymağa mahsus küçük kutu. |
iğnelemek |
t. İğne ile delmek. * Kalıbını almak için kenarlarını iğne ile delerek işaretlemek. * Mc: Sözle hırpalamak. Dokunaklı konuşmak. |
iğneli fiçi |
Mc: Eziyetli ve usandırıcı iş. İnsana eziyet veren ve rahatsız eden yer. |
igra |
Rağbetlendirmek. Teşvik etmek. Hırsını tahrik etmek. |
igrab |
Uzak yerlere yolculuk etme. * Garb (batı) tarafına gitme. |
igrad |
Yüksek ve güzel sesle şarkı söyleme. |
igrak |
Suya batırmak, boğmak. * Kabı doldurmak. * Edb: İmkânsız bulunan mübalâğa. |
igrakat |
(İgrak. C.) Mübalâğalar, iğraklar, aşırı büyültmeler. |
igrakiyyat |
Aşırı büyültmelerle ve mübâlâğalarla söylenen sözler. |
igram |
Borç ödetme. |
igrar |
Batırmak. |
igras |
Ağaç dikmek. Toprağa gömmek. |
igraz |
Doldurmak. * Taze hamurdan ekmek yapıp misafire yedirme. |
iğraz |
(Bak: İğraz) |
iğreti |
t. Ödünç, borç, kendi malı olmayan. Yerli ve sabit olmayan, muallak gibi duran. * Muvakkat, bağlı bulunmayan, geçici. * Fıtrî olmayan, sahte, sun'î. |
igrik |
Çok bağırıp böğüren (hayvan). |
igriz |
Kabuğundan henüz çıkan çiçek. |
igşa |
Örtmek. Bürümek. Kapamak. Perdelemek. |
igsas |
Sıkıştırma, tazyik etme. * Bir yer ahalisini sıkıntıya düşürme. ◊ Güzel yemekler yedirme. |
igşaş |
Acele ettirme. * Kışkırtma, tahrik etme. |
igta' |
Ağacın dalları uzayarak yerlere sürünme. * (Asma) yeşerme. |
igtaş |
Karanlık olmak. |
igtibak |
Akşam vaktinde şarap içmek. |
igtibat |
Refahlı, sürurlu ve zengin olmayı temenni etmek. |
igtifar |
Mağfiret olunma. * Şüyu' bulma. |
igtila' |
Hızlı ve sür'atli yürüme. Çabuk yürüme. |
igtilaf |
Kılıf içine girme, gılaflanma. |
igtilal |
Hayvanın çok susaması. * Elbiseleri üst üste giyme. * İçme. * İyi sağılmadığı için (koyun) hastalanma. |
igtilam |
Hırs ve şehvetin galip gelmesi. * Muzdarib olmak, acı çekmek. |
igtimad |
(Gamd. dan) (Kılıç) kılıfına girme. * Karanlıkta görünmez olmak. |
igtimam |
Tasalanmak. Kederli olmak. |
igtimas |
Hor ve hâkir görme. * Nankörlük. ◊ Suya dalma. |
igtimaz |
Birini çekiştirme, bir kimsenin aleyhinde bulunma. ◊ Gözünü kapatma, gözünü yumma. Uyuma. |
igtina' |
(Gınâ. dan) Zenginleşme, zengin olma. |
igtinam |
Yağma etmek. Fırsatı ganimet bilmek. |
igtirab |
(Gurbet. den) Gurbete gitme. * (Güneş, Ay vb. seyyareler) batma. * Göz önünden kaybolma. |
igtiraf |
Avuçla su içme, eliyle su alma. |
igtirak |
(Gark. dan) Suya batma, gark olma, suda boğulma. * Soluğu kuvvetle içe çekme. |
igtiram |
Borç, diyet veya cerime verme. |
igtirar |
(Gurur. dan) Aldanma, iğfâl olunma. * Gururlanma. Kibirlenme, böbürlenme. Güvenilmeyecek şeye güvenme. * Gaflette olma, gafil bulunma. |
igtiraren |
Güvenerek, mağrur olarak. |
igtisab |
Gasb etmek. Başkasının malını zorla elinden almak. |
igtisabat |
(İgtisab. C.) Gasbetmeler, başkasının malını elinden zorla almalar. |
igtisal |
Yıkanmak. Gusletmek. (Bak: Gusül) |
igtişaş |
Karışıklık. Kargaşalık. Karmakarışık olmak. * Birisinin fena telkinini kabul etmek. |
iğtişaşat |
(İgtişaş. C.) Karışıklıklar, kargaşalıklar, fenâlıklar. |
iğtita' |
Örtünme, bir şeye sarınma. |
igtiyab |
Gıybet etmek. Zemmetmek. Yermek. |
igtiyal |
Baskın yapıp öldürme. |
igtiyar |
Faydalanma, istifâde etme. * Azık edinme. |
igtiyaz |
Gazaba gelme, kızma, öfkelenme. |
igtiza |
(Gızâ. dan) Beslenme, gıdalanma. |
igtizab |
Gücenme, kızma, gazaba gelme, darılma. |
iğtizal |
İplik eğirme. |
iğva |
(Bak: İğva) |
igva' |
Ayartmak. Azdırmak. Baştan çıkarmak. |
igyal |
Hâmile kadının sütünü vermesi. |
igyam |
Havanın bulutlu olması. |
igza' |
(Gazâ. dan) Savaştırma. Gazâ ettirme. Muharebeye gönderme. ◊ Görmemezliğe gelme. |
igzab |
(Gazab. dan) Gazaba getirme, hiddetlendirme, kızdırma, öfkelendirme. |
igzaf |
Gece çok karanlık olmak. |
igzal |
Eğirmek. |
ih |
Deveyi çökertmek için kullanılır sestir. * Yorgunluk ve heyecanla hızlı nefes vermeği tasvir eder. |
iha |
Sevketme, gönderme. |
ihab |
Verme, bağışlama. ◊ Ham deri. |
ihafe |
Korkutmak. Havf ettirmek. ◊ Korkutmak. |
ihake |
Te'sir etme. * Kesme. |
ihale |
Bir işi birisinin üzerine bırakmak. Bir hâlden diğer hâle dönmek. * Artırma veya eksiltmeye çıkarılan bir işi en münâsib bulunan bir istekliye vermek. * Zayıf addetmek. * Muhal söz söylemek. More… |
ihaleten |
İhale ederek, ihale suretiyle. |
iham |
Vehme düşürmek, vehimlendirmek. * Edb: İki mânaya gelen bir kelimeden en az kullanılan mânayı bilerek kullanmak. |
ihame |
Çadır kurma. |
ihan |
(Vehn. den) Bir kimseyi zayıf, kuvvetsiz tutma. Güçsüzlendirme. * Hor görme, tahkir etme. ◊ (İhnet. C.) Kızgınlıklar, öfkeler, gazablar, dargınlıklar. |
ihanet |
(Hevn. den) Alçak ve hakir addedip itibar etmemek, kıymet vermemek. * Hainlik. Haksızlık. Kötülük. ◊ Helâk etmek. Öldürmek. Mahvetmek. |
ihaş |
Bir kimsenin namusuna dokunma, namusunu lekeleme. |
ihase |
Toprağı kazarak bir şeyler arama. |
ihaşe |
Avı, tuzağa düşürebilmek için sürüp götürme. |
ihata |
Etrafından çevirmek, kuşatmak, içine almak. Kuşatılmak, sarılmak. * Geniş bilgi ile anlamak, tam kavramak. |
ihatavî |
İhata edecek şekilde. Kaplayıp içine alacak yolda. |
ihaze |
(C.: İhâzât-İhâz) Su birikip toplanacak yer. * Bir kimsenin kendisi veya sultanı için hıfzedip gözlediği yer. ◊ Kalkanın elle tutulacak olan yeri. * Timar. Hükümdarın verdiği More… |
ihba' |
Örtmek, saklamak, gizlemek. * Ateşi basıp söndürmek. |
ihbab |
Muhabbet etmek. Sevgisini göstermek. |
ihbak |
Boyun eğme, inkıyâd, yumuşaklıkla söz dinleme. |
ihbal |
Gebe koyma, hâmile yapma. * Çiçekler dökülüp meyve tutma. |
ihbar |
Haber vermek. Haber almak. Alınan haber. Anlatmak. (Bak: Ahbâr) |
ihbarat |
Bildirilen haberler. İhbarlar. Bildirilen hadis-i şerifler. |
ihbarî |
Haberle alâkalı. Haber vermeğe dair. * Gr: Bir işin ne zaman olacağını bildiren fiil. |
ihbariyyat |
Haberle alâkalı, habere âit cümleler. |
ihbariyye |
Haber vermek işi. * Kaçak veya kayıp eşyayı haber verene mükâfat olarak verilen para. |
ihbarname |
f. Yazılı haber. Yazı ile haber vermek. * Belirli hadiselere dair bilgi olarak, alâkalı olduğu yere verilen yazı. * Bir paranın ödenmesi veya başka bir muamelenin yapılması lüzumuna dair More… |
ihbas |
Eteğinde bir şey gizleme. * Hapsetme. * Vakfetme. Hayır yollarında mal ve hayvan bağışlama. ◊ İfsad etmek. Bozmak. * Yaramazlık öğretmek. ◊ Birinin hakkını yeme. |
ihbat |
Mahveylemek. Battal ve geçmez hale koymak. * Kuyunun suyu çoğalmak veya bitmek. * İşin karşılığını vermek. * Amelin sevabını giderip, hiçe indirmek. ◊ Huşu ve tevazu' More… |
ihcac |
Hac vazifesi için bedel vermek veya nâib tutmak. Nâib tutana 'Âmir, menub veya mahcucun anh' da denir. |
ihcaf |
Noksanlık, eksiklik, kusurluluk. |
ihcal |
(Hacl. den) Utandırma. |
ihcam |
Bir şeyden korkarak vaz geçme, dönme. cayma. Men olunma. |
ihda |
İman ve İslâmiyet yolunu göstermek. Hidayete eriştirmek. Doğru yola götürmek. Allah rızasına uyan yola girmesine vesile olmak. * Hediye etmek. Armağan yollamak. ◊ (Müennes) Bir. More… |
ihda aşer |
Onbir. |
ihdac |
Doğan çocuğun bir yerinin eksik olması. |
ihdad |
(Gövdenin) derisi şişme. ◊ Keskinleştirme. |
ihdaf |
Gelip çatmak. Karşısına dikilip durmak. Hedef olmak. |
ihdaiyye |
Hediye etme vesilesiyle yazılan yazı. |
ihdal |
Islatma. |
ihdar |
(Hadr. dan) Tıb: Bir organın hissini iptal etme, uyuşturma. * Kızı yaşmaklandırma, ferace giydirme. ◊ (Heder. den) İptal etme, battal etme, hükümsüz bırakma. * Boşa harcama. |
ihdas |
Yeniden bir şey yapmak. Ortaya koymak. Meydana koymak. (Bak: İbda', Hudus) |
ihdi |
Deve çöktü. |
ihdilal |
Yaş olmak, ıslanmak. * Ağacın budak ve yapraklarının çok olması. |
ihdirar |
Yeşillik. |
ihevat |
(İhve. C.) Samimi ve sâdık arkadaşlar. Candan dostlar. * Tarikat arkadaşları. |
ihfa |
Saklamak. Gizlemek. Ketmetmek. Gizlenilmek. * Tecvidde: Harflerden birisini söylerken gizli ve zayıf söylemek. |
ihfaf |
Hafifletmek. Birinin şerefine dokunacak şekilde konuşmak. |
ihfak |
Gazâda ganimet malından pay almamak. * Avcıların av yakalayamaması. |
ihfas |
Çirkin olmak. |
ihfik |
Yer sarsıntısı ve zelzeleler neticesinde meydana gelen yarıklar, çatlaklıklar. |
ihhikak |
Kördüğüm olma. * Mc: Sıkışıp kalma. Halledilmeyip çözülmez hale gelme. |
ihkab |
Arkası kesilme. |
ihkad |
Başka bir kimsede garaz ve kin uyandırma. |
ihkak |
Mazlumun hakkını zâlimden almak. Hakkı yerine getirmek. Hak ile hasmına galib olmak. |
ihkâm |
Manen tahkim etmek. Sağlamlaştırma. Muhafaza ile fesaddan menetmek. |
ihkar |
Rezil ve rüsvay etme. |
ihla |
Boş bırakma. Boşaltmak, hâli kılmak. |
ihla' |
(Hulv. den) Tatlılandırma. ◊ Hâli etmek, boşaltmak. ◊ Çıkarmak. |
ihlad |
Meyletmek, yönelmek, eğilmek. * Sonsuzlaştırmak, ebedi kılmak. * Geç ihtiyarlamak. |
ihlaf |
Su aramak. Yerine halef etmek. * Kılıç çıkarmak için elini uzatmak. ◊ Yemin vermek. Yemin etmek. * Yok etmek. Telef etmek. |
ihlak |
(Helâk. dan) Harcama, tüketme, bitirme. * Yok etme, helâk etme, öldürme. ◊ Elbise eskimek veya eskitmek. |
ihlal |
(Halel. den) Sakatlamak. Bozmak. Halel vermek. * Birini ihtiyaç içinde bırakmak. * Düşmanın haklarına vefa etmeyip gadretmek. ◊ (Mahal. den) Yer değiştirmek. Vermek. More… |
ihlamak |
Ih diyerek deveyi çökertmek. * Ih diyerek yorgunluk ve heyecanla hızlı nefes vermek. |
ihlamur |
Kerestesi marangozlukta kullanılan ve çiçeği haşlanıp çay gibi içilen ağaç. * Ihlamur ağacından yapılmış. |
ihlas |
(Hulus. dan) Kalbini safi etmek. İçten, samimi, riyasız sevgi. İçten gelen sevgi ile doğruluk ve bağlılık. ◊ Müşteriyi aldatmak. Müflis olmak. |
ihlas-mend |
f. İhlaslı, ihlas sahibi, temiz kalbli. |
ihlas-mendane |
f. Temiz yürekli kimseye yakışır şekilde, ihlaslı kişiye uygun tarzda. |
ihlas-mendî |
f. İhlaslılık, temiz kalblilik. |
ihlas-perver |
f. İhlas sahibi, temiz kalbli. |
ihlas-perverane |
f. Temiz yürekli, ihlas sahibi bir kimseye yakışacak surette. |
ihlas-perverî |
f. Temiz yürekli, ihlas sâhibi olma. |
ihlil |
Erkek tenasül organının deliği, sidik yolu. Sidik deliği. * Kadınlarda memede sütün aktığı yer. |
ihlivlak |
Eskimek. * Bulutun gökyüzünü kaplaması. |
ihma |
Bir şeyi ateşte kızdırma. |
ihmad |
Ateşin alevini söndürmek. ◊ Ateşi söndürmek. |
ihmal |
Ehemmiyet vermemek. Yapılması lâzım bir işi sonraya bırakma. Dikkatsizlik. Başlayıp bırakmak. Terk etmek. ◊ Bir şeyi yüklemesi için yardım etmek. Yükletilmek. ◊ Saçak More… |
ihmalci |
t. Dikkat etmeyen, dikkatsiz, müsamahacı. |
ihmalkâr |
f. İhmalci, işine dikkat etmeyen. |
ihmam |
Kederlendirmek. Mahzun etmek. * İhtiyarlatmak. |
ihmar |
Gizli etmek, saklamak. |
ihmirar |
Kızarmak. Kızıllık. * Kızıl hastalığı. |
ihn |
Boyalı sof kumaş. * Renkli yün. ◊ Yün. Renkli yün, renkli kumaş. |
ihna' |
İfsad etmek, bozmak. * Yaramaz söz söylemek. ◊ Acıma, merhamet etme, şefkat etme. |
ihnac |
Bir şeyi bir yana eğme. |
ihnak |
(Hunk. dan) Kin bağlama. Gazaplandırma. ◊ (Hunk. dan) Boğma. |
ihnet |
Gazap, öfke. Hiddet. * Kalb katılığı. * Kin bağlamak. |
ihra' |
Eksiltme, azaltma, noksanlaştırma. |
ihrab |
Kaçma zorunda bırakma. * Çalışma, azmetme, didinme. ◊ Kavgayı kızıştırma, muharebeyi alevlendirme. ◊ Viran etmek, harabe haline getirmek. ◊ Harâb etme, perişan etme. More… |
ihrac |
Çıkarmak. Dışarı atmak. Fazla malı başka memlekete göndermek. İstifade için meydana koymak. |
ihracat |
(İhrâc. C.) Memleketteki fazla malı başka memlekete göndermek, satmak. * Çıkarmalar. İhraç etmeler. |
ihrak |
Ateşe atmak. Yakmak. Yandırmak. * Bulamaç yapmak. ◊ Akıtma, dökme. |
ihrakan |
Yakmak suretiyle. |
ihram |
Hacıların örtündükleri dikişsiz elbise. * Yün yaygı. Büyük yün çarşaf. * Fık: Hac veya umreyi yada her ikisini eda etmek için mübah olan şeylerden bazılarını nefsine menetmek ve onlardan More… |
ihras |
Dilsiz olmak. Dilsiz kalmak. |
ihraz |
Nail olmak. Erişmek. * Kazanmak. Kesbetmek. * Birisini güzel bir surette korumak. |
ihrinmas |
Sükut etmek, susmak. |
ihrit |
İsmi işitilmeyen bitki. |
ihrivvat |
Uzamak. |
ihriz |
Bitkin, dermansız. Kımıldanmağa ve bir şey yapmağa hâli ve mecâli olmayan. |
ihsa |
Saymak. Sayılmak. İstatistik, sayım. * Kandırmak, aldatmak. * Zaptetmek. * Ezber etmek. * Fehmetmek. İdrâk eylemek. |
ihsa' |
Yalnız bir ilim ve san'at dalıyla meşgul olup, o hususda ihtisas yapıp terakki etme. Husyelerini çıkarma, iğdiş etme, eneme, erkekliğini giderme. ◊ Irak etmek, More… |
ihşa' |
Tevazu ve alçak gönüllülükle zorlama. |
ihsab |
Ucuzlama, fiattaki azalma. |
ihsad |
Ekin veya ot biçme veya biçtirme. Hasâd etme. |
ihşad |
(Halk) Birikme, toplanma, cem' olma. |
ihsaî |
Sayım ile alâkalı. İstatistiğe ait. |
ihsaiyat |
İstatistik. İstatistiğe ait mâlumatı toplama ilmi. |
ihşam |
Utandırma, kızdırma. |
ihsan |
(Hısn. dan) Sağlamlaştırmak. Tahkim etmek. * Zevcesini nâmahremden korumak. Kadın kendisini haramdan sakınmak. * Ehl-i azamet olmak. ◊ İyilik, lütuf, bağışlamak. * Sahilik More… |
ihsanat |
(İhsan. C.) İhsanlar, lütuflar. |
ihsandide |
(C.: İhsandidegân) f. İhsan görmüş, bağış almış. Birinin lütfunu görmüş, minnettar. |
ihsanen |
İhsan suretiyle. Bağışlayarak, lütuf ve iyilik ederek. |
ihsanname |
f. Edb: İltifat mektubu. İltifat ve tahsini hâvi yazılan mektub. |
ihsanperver |
f. İhsan edici. İyiliği çok sever.(İhsan ihsandır, eğer nev'e olsa veya muhtaca ve fakire olsa. Sehavet o vakit tam sehavettir, eğer millet için olsa, yahut milleti tazammun eden bir More… |
ihsar |
'(Hasr. dan) Birisini işinden alıkoymak. * Fık: Hac için ihrama girmiş bir zâtın, Arafat'ta durmakla ziyaret tavafından; ve umre için ihrama girmiş bir kimsenin de tavaftan men More… |
ihsas |
Hissetmek. Hissettirmek. Açık anlatmadan kapalıca bahsetmek. * Bulmak. Görmek. Bilmek. Zannetmek. İdrak etmek. Duyurmak. ◊ Aşağılık işler yapma. * Cimrilik, pintilik, hasislik. More… |
ihsasî |
Hisse ait ve müteallik. Duygu ile alâkalı. |
ihsasiyye |
Tecrübeden ve hissedilenden gayrısını kabul etmeyen. Hissiyyun ve maddiyyun fırkasından olanlar. İmansızlık. Dinsizlik. |
ihşîşan |
Kabalığı, inatçılığı ve katılığı fazla olmak. |
ihta' |
Yanılma veya yanıltma. * Hatâya düşürme veya düşürülme. ◊ Hatâ etmek, yanılmak. |
ihtar |
Hatırlatmak. Dikkati çekmek. Tenbih. Uyarma. Kalbe gelen doğuş, ilham. |
ihtarat |
(İhtar. C.) İhtarlar, hatırlatmalar. * Dikkati çekmeler, tenbihler. |
ihtiba' |
(Habâ. dan) İyice saklayıp gizleme. ◊ Gizlenmek, örtünmek. |
ihtibak |
Kumaş ve bez dokuma. |
ihtibal |
(Habl. den) İpten yapılmış ağ ile tuzak kurma. |
ihtibar |
Yoklama. Deneme. Sınama. Tecrübe. ◊ İmtihan ve tecrübe etmek. |
ihtibas |
(Habs. den) Tutulma, tutukluk. * Hapsolunma, hapsetme. |
ihtica' |
Karşılıklı olarak birbirini hicvetme. |
ihticab |
Örtünme. Saklanma. Gizlenme. Perdelenme. * Doğumun belirli zamanından fazla uzaması. |
ihticac |
(C.: İhticacat) Delil, vesika, şahit göstermek. Münâzaa ve mürâfaada hüccet ve delil göstermek. Bir mes'elenin şüphesizliğini delillerle isbat etmek. |
ihticacat |
(İhticac. C.) Delil, şahit göstermeler. |
ihticacen |
Delil, şahit ve vesika gösterme yoluyla. |
ihticam |
(Hacamet. den) Hacamet olma, kan aldırma. |
ihtican |
Bir yerin etrafına duvar yapma, çit çekme. |
ihtida |
Hidayete ermek. Delâlet ve irşadı kabul edip doğru yola girmek. Allah'a ve Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimize iman etmek. * Başkasına tekaddüm etmek. |
ihtida' |
Tevazu, alçak gönüllülük, mahviyet, mütevazilik. ◊ Aldatmak. Hile yapmak. Oyun etmek. |
ihtidab |
Kına ile saç ve sakalı boyama. * Boyanma, renklenme. ◊ Boyamak. |
ihtidad |
Keskinleşmek. * Hızlanmak. * Azmak. * Hiddetlenmek. ◊ Otu köküyle birlikte biçmek. |
ihtidam |
Hizmet etmek. |
ihtidar |
Örtülenme, perdelenme, perde tutma. |
ihtifa |
Gizlenme. Saklanma. |
ihtifa' |
Çıplak ayakla yürüme. |
ihtifad |
Acele yapma, sür'atle ve çabuk olarak işleme. |
ihtifaf |
Kuşatma, etrafını çevirme. * Yüzdeki kılları giderme, traş etme. |
ihtifal |
Hürmet ve saygı için büyük cemaat ile yapılan merasim. Cenaze alayı. |
ihtifalat |
(İhtifal. C.) Törenler, merasimler. * Cenaze alayları. |
ihtifar |
(Hafr. dan) Kazma veya kazılma. |
ihtifaz |
Darılma, küsme. * Bir şeyi nefsine hasretme. * Kendini sakınma, muhafaza etme. ◊ (Bastırarak) Aşağılatma. |
ihtika' |
Bir şeyin sağlamlığı, muhkemliği. * Dimağ heyecanı. |
ihtikak |
Hakkını istemek. Niza' etmek. Birbirine husumet etmek. Hapseylemek. * Fık: İki taraftan her birinin haklı olduğunu iddia etmesi. ◊ (Hikke. den) Sürtünüp kaşınma. |
ihtikan |
Kan toplanması. Bir uzva kan birikmesi sebebi ile oranın şişip kabarması. * Şırınga kullanma. |
ihtikar |
Hor ve hakir görmek. Hakarete katlanmak. |
ihtikâr |
Bir şeyi kıymetlensin diye saklamak. * Ist: İnsanların veya ehlî hayvanların yiyeceklerine âit şeylerin satış kıymetleri yükselsin diye kırk gün kadar saklamak. Böyle yapan kimseye muhtekir. |
ihtikâren |
İhtikâr suretiyle, vurgunculukla. |
ihtila' |
(Kadın) Nikâhı bozdurma. Kadın mehrinden vazgeçip veya çok para vererek kocasından boşanması. ◊ Tenha yere veya halvete çekilme. * Taze ot koparma, biçme. ◊ Ot biçmek. More… |
ihtilab |
Aldatma, kandırma. * Aldatılma, kandırılma. Hile yapılma. ◊ Süt sağma. ◊ Aldatmak. |
ihtilac |
Seğirtme. * Çarpıntı, çarpma. * Etler gevşeyip büzülme. * Havale nöbeti. ◊ Seğirtmek, koşmak. * Hareket etmek. |
ihtilacat |
(İhtilâc. C.) İhtilaclar, çarpıntılar, seğirtmeler. |
ihtilaf |
(Hulf. den) Anlaşmazlık, uyuşmazlık, karışıklık, ikilik. * Birisinin halifesi olmak. |
ihtilaf-dar |
f. Huk.:Mirasçı ile miras bırakanın ayrı ayrı memleketler halkından olması. |
ihtilafat |
Anlaşmazlıklar, uyuşmazlıklar. İhtilaflar. |
ihtilak |
Huy ve tabiat edinme. * Yalan uydurma. ◊ Yalan olmak. * Muhtaç olmak. ◊ Tıraş etme veya edilme. |
ihtilaken |
İhtilak suretiyle, yalan uydurarak. |
ihtilakiyyat |
Yalanlar, aslı olmayan sözler. Uydurma sözler. |
ihtilal |
(C.: İhtilalât) Ayaklanma, devlete isyan. Bozukluk, karışıklık. * Şerre çalışmak, düzensizlik. ◊ (İhtilal) Halel vermek, zarar vermek. * Muhtaç olmak. |
ihtilalat |
(İhtilâl. C.) Ayaklanmalar, isyan etmeler, ihtilaller. |
ihtilam |
Uyurken cenabet olmak, düş azmak. Ergenlik. |
ihtilas |
(C.: İhtilasât) Çalma, sirkat, hırsızlık. * Usulca ve elçabukluğu ile aşırma. * Bir çeşit ok atma tavrı. ◊ Hırsızlık için gelip bir şey alıp kaçmak. |
ihtilasat |
(İhtilas. C.) Hırsızlıklar, çalmalar, sirkatler. |
ihtilaskâr |
f. Çalan, aşıran, hırsızlık yapan. |
ihtilaskâran |
(İhtilaskâr. C.) Çalanlar, aşıranlar, ihtilas edenler. |
ihtilaskârane |
f. Çalıp aşıranlara yakışacak şekilde, hırsızlar gibi. |
ihtilat |
Karışmak, karışıp görüşmek. |
ihtilatgâh |
f. İhtilat yeri. |
ihtima' |
(Himye. den) Perhiz. * Kaçınma, ictinâb etme. * Sığınma, himâyesine girme. |
ihtimal |
(Haml. den) Mümkün olma, belki. Olması mümkün görünmek. * Kabul eylemek. * Yükselip götürmek. * İhsana mukabil şükretmek. * Kızma ve hiddetlenmekten dolayı yüzünün rengi değişmek. |
ihtimalat |
(İhtimal. C.) İhtimaller. Olması mümkün olan şeyler. |
ihtimam |
Elem ve kederden uyuyamamak. * Perhizkârlık etmek, riyazette bulunmak. ◊ Özenmek, fazla dikkat etmek. Gayret ve dikkat etmek. ◊ Süpürmek, süpürülmek. ◊ Ev süpürmek. |
ihtimar |
(Hamr. dan) Mayalanma, ekşiyip mayalanma. ◊ Mütegayyer olmak, bozulmak, değişmek. |
ihtinac |
Meyletme, bir tarafa yönelme, dönme. |
ihtinak |
(Hank. dan) Boğazın sıkılıp tıkanmasından dolayı nefes alamama. Boğulma. |
ihtinan |
Sünnet olma. |
ihtinas |
Kırılmak. * İkiye bükülmek, iki kat olmak. |
ihtira' |
Evvelce keşfolunmamış, bilinmeyen bir şeyi keşfetmek. İcad etmek. * Edb: Hiç kimse tarafından kullanılmamış tabirler ve mazmunlar kullanma. (Bak: Delil-i ihtira', İbda') More… |
ihtira'-kerde |
f. Eşine rastlanmayan keşif. * Yaratılmamış olmak. |
ihtirab |
Savaşma, muharebe etme. |
ihtiraf |
Cem'etmek, toplamak. |
ihtiraî |
(C.: İhtiraiyyat) İcad ve ihtira ile alâkalı. |
ihtirak |
Yanmak, tutuşmak, yanıp kül olmak. * Koz: Bir gezegenin güneşe yaklaşması. ◊ Kat'etmek, kesmek. |
ihtiram |
Hürmet olunmak, tazim olunmak, hürmet, saygı. ◊ Eksilmek, noksanlaşmak. * Kesilmek. |
ihtiramat |
(İhtiram. C.) İhtiramlar, hürmetler, saygılar. |
ihtiramen |
Hürmet ederek, saygı göstererek. |
ihtiramkâr |
f. Saygılı, hürmetkâr. |
ihtiras |
(Hiraset. den) Kaçınmak, kendini korumak, muhafaza etmek. * Kesmek. ◊ Aşırı istek sahibi olmak, hırs duymak, şiddetli arzu. ◊ Ekme. |
ihtirasat |
(İhtiras. C.) Şiddetli arzu ve istekler. İhtiraslar. |
ihtirasî |
Korunma, muhafaza olunma, kendini gözetme. |
ihtirat |
Kılıç çekme. |
ihtiraz |
Sakınmak, çekinmek, kaçınmak. |
ihtirazen |
Korunarak, sakınarak, muhafaza olunarak. |
ihtirazî |
Çekinmeye ait, sakınmayla alâkalı. |
ihtişa' |
Tam olarak dolma. * Yastık veya döşek gibi bir şey edinme. |
ihtisab |
Hesab sorma, mes'uliyet. * İhtisab dâiresinin aldığı vergi. * Emr-i bilma'ruf nehy-i an-ilmünker vazifesi, * Ceza. * Eskiden belediye işlerine bakan memurun işi ve dâiresi. |
ihtisab resmi |
Eskiden belediye varidatı olarak damga, tartı, ölçü, panayır ve pazar vergisi adı altında alınan vergiler ile, hile yapan esnaftan alınan para cezalarının umumi adı. |
ihtisabiyye |
İhtisaba (belediyeye) ait vergi. |
ihtisad |
Hasad etme, biçme. |
ihtişad |
Toplanmak, birikmek, yığılmak. |
ihtisam |
(Husumet. den) Düşmanlık, husumet, muhâsame. ◊ Husumet etmek, düşmanlık yapmak. |
ihtişam |
Debdebe. Şanlı görünüş. * Etbâ dairesi ve takımının kalabalığı. |
ihtisar |
İcmâl etmek. Sözün kısaltılması. Kısaltmak. *Mat.: Sadeleştirme, basitleştirme. Hesapta bir tenasübü en küçük haddine indirme. ◊ Elini böğrüne koymak. * Muhtasar yapmak. |
ihtişar |
Büyük kafalı olma, koca başlı olma. * Toplanma, cem' olma. |
ihtisaren |
İhtisar suretiyle, muhtasar olarak, kısaltarak, tafsilâtsız, kısaca. |
ihtisas |
(Husus. dan) Kendine mahsus kılmak. ◊ Hissetmek. Sezmek. Duymak. Duygulanmak. Hislenmek. |
ihtişaş |
Kuru ot veya saman gibi hayvan yemi biriktirme. |
ihtisasiyyun |
İhtisas sâhibi kimseler, mütehassıslar. |
ihtisat |
İtibar gösterme, rağbet etme. |
ihtitab |
(Hatab. dan) Odun toplamak, odun kesmek. ◊ Nikâhla kadın veya kız istemek. |
ihtitaf |
(Hatf. dan) Göz kamaştırma. * Kapıp götürme, kapma. ◊ Sür'atle ahzetmek, çok hızlı almak. |
ihtital |
Gizli söylenen sözü dinleme. Kulak kabartma. |
ihtitam |
Hitam bulma, sona erme, iş bitme. |
ihtitan |
(Hitan. dan) Sünnet ettirme. ◊ Sünnet olmak. |
ihtitat |
Sınırlandırma, hududlandırma. Hat çekme. * Sakal bitme. ◊ Sakal bitmek. Yer tutmak. * Hatla işaret koymak. ◊ Yukarıdan aşağı indirme. |
ihtiva |
İçinde bulundurmak, içine almak, hâvi olmak, şâmil olmak. Bir şeyi toplamak ve korumak. |
ihtiva' |
Kendini aç bırakmak. |
ihtiyac |
Çaresiz kalıp istemek. Muhabbetle meyletmek. Acz, fakr ve yoksulluk. Zaruret hali. |
ihtiyacat |
(İhtiyac. C.) İhtiyaçlar. Lüzumlu olan şeyler. |
ihtiyal |
(Hile. den) Hile yapma, aldatma, düzen, oyun etme. ◊ Gururlanma, enaniyetlenme, kibirlenme. ◊ Korkma, havfetme. |
ihtiyalat |
(İhtiyal. C.) Düzenler, hileler, aldatmalar, oyunlar. |
ihtiyan |
Sözde durmama, emanete hiyanet etme. |
ihtiyar |
Yaşlanmış kimse. Yaşlı. * Ist: İstek, arzu. Razı olmak. Katlanmak. Seçmek. Tensib etmek. Seçilmek. (Bak: İrade) |
ihtiyarî |
Mecburi olmayan. İsteğe bağlı. Bir kimsenin isteğine bırakılmış olan. |
ihtiyariyat |
Yapılması insanın kendi elinde olan şeyler. |
ihtiyat |
Sakınmak. İşleri iyi düşünmek. Tedbirlilik. İşlerde basiret üzere bulunmak. Yedek. |
ihtiyaten |
İhtiyat ederek, ilerisini düşünerek. |
ihtiyatî |
İhtiyatla alâkalı. Gelecek zamana ait olan. |
ihtiyatkâr |
f. İhtiyatlı, ilerisini düşünen. |
ihtiyatkârane |
f. İhtiyatla, sakınganlıkla. |
ihtiza |
Ateş yakıp alevlendirme. |
ihtiza' |
Parça parça edip taksim etmek. * Kat'etmek, kesmek. ◊ Tevazu. Gönül alçaklığı. Alçak gönüllülük. |
ihtizab |
(Saç, sakal v.s.yi) boyama. |
ihtizal |
Kesilmek. * Ayrılmak. |
ihtizam |
Kemer takma, kuşak bağlama. |
ihtizan |
Birisini işinden alıkoyma. * Çocuğu besleme. ◊ Sırrı gizlemek. |
ihtizar |
(İhtidar) Huzura çıkmak. Hâzır olmak. * Can çekişmek. Hastanın ölüme hazır olması. ◊ Hazer etmek. Korunmak. Sakınmak. |
ihtizaz |
Hafif titremek. Deprenmek. * Şevk ile meyil ve hareket. Harekete geçme. * Sallanma, sıçrayıp oynama. ◊ Haz duymak. Ferahlamak. ◊ Alçalma, tezellül. |
ihtizazî |
İhtizaza ait. Titremekle alâkalı. |
ihvan |
( kelimesinin cem'i) Kardeşler. Eş, dost. * Sâdık arkadaşlar. * Aynı mezheb veya tarikata mensub olanlar. |
ihvaniyat |
Arkadaşlar, eş dost mektubları. |
ihve |
Kardeşler. Arkadaşlar. |
ihya |
Diriltmek. Yeniden hayata kavuşturmak. Canlandırmak. Şenlendirmek. Uyandırmak. * Gece de uyumayıp çalışmak veya ibâdetle vakit geçirmek.(İnsan der: 'Çürümüş kemikleri kim. |
ihya-kerde |
f. İhya edilmiş. Lutfedilmiş. Yeniden inşa edilmiş. |
ihyanen |
(Bak: Ahyanen) |
ihza' |
Ganimetten pay ayırma. * Ayakkabı giydirme. ◊ Semirme, yağlanma. Semirtme, semirtilme. ◊ Rezil ve rüsvay etme. Kepâze etme. |
ihzak |
Kahkaha ile gülme. Çok gülme. |
ihzal |
Şaka ve alay ile çok uğraşma. ◊ Islatma, ıslatılma. |
ihzan |
Mahzun etme, hüzünlendirme, keder verme. |
ihzar |
Hazır etmek. Hazırlamak. * Huzura getirmek. Derpiş etmek. * Mahkemeye gelmeyenleri cebren getirme müzekkeresi. |
ihzarat |
(İhzar. C.) Hazırlıklar, hazırlanmalar. |
ihzaren |
Huzura getirerek. Birini mahkemeye dâvet ederek. * Hazırlayarak, ihzar ederek. |
ihzarî |
Hazırlık mahiyetinde olan. Hazırlayan. |
ihzariye |
Aleyhine açılan dâva münasebetiyle getirilen şahıslardan, gönderilen mübaşir veya muhzirin masrafı karşılığı olarak tahsil edilen para. İhzariyeye mübaşir ve muhzirin at ve araba masrafından More… |
ihzaz |
Rahatlandırmak. Haz duymak. Nasipli olmak. Bahtlı. |
ijek |
f. Kıvılcım, şerare. |
ik'ad |
Bir hükümdarın tahta oturtulması. Oturtmak. ◊ Yüksek bir yere çıkarmak. * Oturtmak. |
ik'ar |
Derinletmek, derinleştirmek. ◊ Derinletme, derinleştirme. |
ikâ' |
Dayanma, istinad etme. * Dayanacak bir şey verme. |
ika' |
(Vuku'. dan) Vuku buldurmak. Fena bir şey yapmak. Meydana getirmek. Yetiştirmek. Düşürmek. |
ikab |
Şiddetli azab, eziyet, ceza. ◊ Azap, mihnet. |
ikad |
Kuvvetlendirme, sağlam kılma. ◊ Ateş yakma, tutuşturma. |
ikae |
Kusturma, istifra ettirme. Kusturulma. |
ikaf |
(Vakf. dan) Vakfetme, malını vakıf şekline koyma. * Bir işten vaz geçme, durdurma. ◊ Palan. |
ikahe |
Düşmana üstün gelme, galibiyet. |
ikak |
Tırnaklı hayvanların gebeleri. |
ikal |
İkl, bağ, bend. * Daha ziyade Arabların başlarına koyup sardıkları bağ, agel. (Bak: Sâhib-üt tac) ◊ Ayak bağı, ayak köstegi. * Bağ, bend. |
ikale |
Pazarlığı bozma. Her iki tarafın isteğiyle alışveriş mukavelesini bozma. Bir hukuki muamele ile meydana gelen vaziyetin diğer bir hukuki muamele ile eski haline getirilmesi. * Demediği halde More… |
ikam |
şiddetli harpler. * Yaramaz huylu. ◊ Kısırlar, akamete uğrayanlar. |
ikame |
Oturtmak. Mukim olmak. Yerleştirmek. İskân eylemek. Bulundurmak. Meydana koymak. Vücuda getirmek. Dâva açmak. Ayağa kaldırmak. Kıyam etmek. |
ikamet |
Bir yerde kalmak. Oturmak. * Müezzinin kamet getirmesi. |
ikametgâh |
f. Ev, hane. * İkamet yeri. |
ikan |
İyi ve yakînen bilmek. * Sağlam bir iş. * Yakin hasıl etmek ve edilmek suretiyle bilmek. |
ikar |
Doldurma, doldurulma. |
ikaz |
Uyandırmak. Gafletten kurtarmak. Tenbih. |
ikbab |
Yüzüstü düşme, kapanma. * Bir şeyin üstüne fazla düşme. Olması için aşırı derecede çalışma. |
ikbah |
(Kubh. dan) Fenalık yapma, kötülük etme. |
ikbal |
Bir şeye yönelmek. Teveccüh etmek. Reddetmeyip kabul etmek. Bir şeyi birinin önüne götürmek. Baht açıklığı. Talih. Refah. * İstemek. (Bak: İdbar) |
ikbalcu |
f. İkbal ve büyüklük arayan. Onların peşinde olan. |
ikbalmend |
f. Bahtiyar, mutlu, saadetli, talihli. * Refaha, büyük bir makama erişen. |
ikbalperest |
f. Bir mevki ve makam için hırslı olan. İkbale çok hırs duyan. |
ikbar |
Kabre koyma, mezara koyma veya konulma. ◊ Ulu görme, büyük görme veya görülme. |
ikd |
İnci. Gerdanlık. Mücevher, boyuna takılan dizilmiş kıymetli şey. * İnci dizecek iplik. * Hurma salkımı. |
ikdam |
Gayret ve sebat ile çalışmak. İlerlemeye gayret etmek. Devamlı çalışmak. İlerlemek. |
ikdamat |
(İkdam. C.) İlerlemeler. Sürekli çalışmalar. |
ikdar |
(Kudret. den) Kudret verme, kuvvetleştirme, güç kazandırma. Geçimini sağlama. * Birini kayırma. |
ikdirar |
Bulanma, bulanık olma. |
ikfa' |
Edb: Sesleri birbirine yakın olan harflerle kafiye yapmak. |
ikfal |
Kilitlenmek, kilitlemek, kilit takmak. ◊ Kefil gösterme, tekellüf ettirme. ◊ Kilitlemek. |
ikfar |
Birisine kâfir demek, kâfir denilmek. |
ikhâr |
Kahr etme, kahr edilme, kahr edilmiş olma. |
ikhat |
Kuraklığa uğratma, kıtlığa uğratma. |
ikiçifte |
t. Dört kürekli kayık. |
ikilik |
t. İki kuruş kıymetindeki eski gümüş para. * İki kısımdan meydana gelmiş. * Ayrılık, ihtilâf, ikiye bölünme, iki taraf olma. |
ikka |
Çocukların doğduklarında mevcut olan saçı. |
iklab |
Aksine döndürmek. Tersine çevirmek veya çevrilmek. ◊ Tersine çevrilme, çevirmek. Tersine döndürmek. |
iklal |
(Kıllet. den) Azaltma, miktarını indirme. * Az bulma, az görme. ◊ Azaltılma, azaltma. |
iklîd |
(C.: Akalîd) Anahtar, miftah. |
iklil |
Hz. Peygamber'in (A.S.M.) Zebur'da geçen bir ismidir. Müzeyyen tâç manâsına da gelir. |
iklim |
Bir yerin hava şartları. Memleket. Küre-i arzın kıt'a ve her bir memleketi. ◊ (Bak: Iklim) |
ikma' |
Gelen bir kimseyi geri döndürme. * Birisini aşağılama. |
ikmah |
Buğdayı un yapma. Buğday yetiştirme. * Kafa tutmak, kibir ve azametle karşı gelmek. ◊ Enaniyet ve azametle kafa tutma. |
ikmal |
Tamamlamak. Bitirmek. Mükemmelleştirmek. |
ikmam |
Ağaçların tomurcuklanması. Çiçek tomurcuğu görünmesi. * Elbiseye yen yapmak. |
ikman |
Gizleme, saklama, örtme. |
ikmar |
Ayın doğmasını bekleme. |
ikmas |
Suya daldırıp çıkarma. |
ikna' |
Kanaat vermek. Râzı etmek. Râzı edilmek. İnandırmak. İnandırılmak. * Ayakta iki tarafa bakmadan durmak. |
iknaiyyat |
İknâ etmek veya râzı etmek için söylenilen sözler. |
iknan |
Örtme, saklama, gizleme. |
iknas |
Adi ve rezil bir kimse iken asaletlilik iddiasında bulunma. |
iknat |
Allah'a dua etme. Aczini ve fakrını anlayarak Allah'a yalvarma. * Namazda kıyamı uzatma. * İnkisar etmek. |
ikra |
Kiraya verme. |
ikra' |
Okutmak. 'Oku' diye emretmek. * Selâm göndermek. Yakın gelmek. Ziyafet istemek. |
ikrab |
Kederlendirme, hüzün verme. |
ikrah |
İğrenmek. Tiksinmek. Bir işi istemiyerek yapmak. * Birine zorla iş yaptırmak veya muamele yapmak. |
ikrahen |
İstemiyerek, tiksinerek. Zorlanarak. |
ikram |
Ağırlamak. Hürmet etmek. Saygı göstermek. * İltifat olarak bir şeyler vermek. * Bağış. * Hesap dışı verilen şey veya yapılan indirme, tenzilât. * Allah'ın lütfu ve ihsanı. |
ikramat |
(İkram. C.) İkramlar, hürmetler, bağışlar. |
ikramen |
İkram olarak. Ağırlama suretiyle. Hürmet, tazim ve saygı için. |
ikramiye |
Hürmet ve mükâfat için verilen para veya hediye. * Memurlara maaş haricinde ve her sene belli bir zamanda verilen para. * Yapılan iyilik karşılığı olarak verilen hediye veya para. * Satıcı More… |
ikrar |
Açıktan söylemek. Kabul ve tasdik etmek. Hakkı itiraf etmek. Karar vermek. Mukarrer kılmak. * Fık: Bir kimseye diğerinin kendisinde olan hakkını haber vermek. |
ikraz |
Ödünç vermek. Borç vermek. * Kesip ayırmak. |
ikrazat |
Borçlar. Borç vermeler. |
iksa |
Giydirmek. Giyecek vermek. |
iksâ |
Uzaklaştırılma. Uzaklaştırma. |
iksa' |
Kasvet. Sıkıntı vermek. Sıkıntı verilmek. |
iksad |
(Kesad. dan) Kesada düşürme, kesatlandırma. |
iksal |
(Kesel. den) Bezginlik ve bıkkınlık verme. |
iksam |
Çok miktarda mal alıp biriktirme. * Kökünü kırma. Hepsini silip süpürme. ◊ Kasem etme, and içme, yemin etme. ◊ Kasem etme, yemin etme, and içme. |
iksar |
Yapabileceği ve elinden geldiği halde ihmâl etme. ◊ (Kesret. den) Çoğaltma, fazlalaştırma, arttırma. ◊ Bir şeyi yapmak imkânı varken yapmama. |
iksat |
Doğruluk ve hakkaniyet gösterme. ◊ Hakkâniyet, doğruluk gösterme. |
ikşi'rar |
Ürperme. Ürkmeden dolayı tüylerin diken diken kalkması ve derinin iğne iğne kabarması. |
iksir |
Çok te'sirli, her derde devâ sayılan mevhum cisim. Bir şeyin olmasına veya hastanın iyileşmesine sebeb olan ehemmiyetli madde. * Tıb: Oldukça şekerli ve kolayca alınabilen bir ilâç. * More… |
ikta' |
(Kat.'dan) Delil göstererek susturma. * Mülkiyeti devlete ait olan bir arazinin menfaatinin hazinede istihkakı bulunan kimseye padişah tarafından verilmesi. * Maktuan ihâle. |
iktaat |
(Iktâ. C.) Sahibi olmayan ve üzerinde imaret eseri olmıyan yerlerden olup, ulülemr tarafından istihkak sahibine imar ve inşa etmesi için tahsis olunan arazi. |
iktab |
(Ketb. den) Yazdırma, dikte ettirme. |
iktam |
(Ketm. den) Gizleme, saklama. |
iktan |
Yapıştırma veya yapıştırılma. |
iktar |
Damlatma, damlatılma. |
iktat |
Alçak sesle kulağa fısıldama. |
iktibas |
Bir söz veya yazıyı olduğu gibi veya kısaltarak almak. Birisinden ilmen istifade etmek. İstifade suretiyle almak, alınmak. * Söz arasında Kur'an-ı Kerimden veya Hadis-i Şeriftden veya More… |
iktibasat |
(İktibas. C.) İktibaslar, aktarmalar. |
iktibasen |
İktibas suretiyle. Faydalanma yoluyla alarak. Parça alarak. |
iktida |
Uymak, tâbi olmak. Birinin hareketini örnek alarak ona benzemeye çalışmak. İttiba etmek. ◊ Tâbi olma. Uyma. |
iktidab |
Bir şeyi kendisi için kesmek. * Henüz öğretilmemiş deveye binmek. * İrticâlen söz söylemek. * Edb: Şâir, kasidesinden teşbihi keserek maksadına, yani medhettiğinin medhine geçmek. Hüsn-i More… |
iktidaen |
Uyarak, ıktıda ederek, tâbi olarak. ◊ Uyarak, tâbi' olarak. |
iktidar |
Güç, takat. Kudret. Güç yetmek. Yapabilmek. |
iktidarî |
Güç ve iktidarla alâkalı ve mensub. |
iktifa |
Fazla istemeyiş. Yeter bulmak. Kâfi görmek. Var olanı yeter saymak. ◊ Arkasından gitme, ardına düşme, takib. |
iktifa' |
(Kafa. dan) Arkasından gitme, izinden gitme. |
iktifaen |
İzinden giderek, örnek tutarak, misal kabul ederek. |
iktihal |
İhtiyarlama, yaşlılanma, kocama. * Saç ve sakala kır düşme. ◊ Göze sürme çekme. |
iktiham |
Hücum ve istilâ eylemek. * Dayanmak. Tahammül etmek. Katlanmak. Güçlükleri yenmek. * Mülâhazasız bir işe başlamak. * Bir şeyi hakir addetmek. |
iktihamat |
(İktihâm. C.) İktihamlar, hücumlar, saldırışlar. * Tahammül etmeler, göğüs germeler. |
iktihan |
Kır saçlı ve sakallı olma. |
iktila' |
Kapıp alma, koparma. |
iktiman |
Gizlenme, saklanma. |
iktina' |
Yığma, biriktirme. * Çalışarak kazanma. * Meslek edinme. * Tuzak kurup avlanma. * İmsak etme. * Sermâye verme. ◊ Künyelenme. * Anlaşılmayacak şekilde söyleme. * Gizlenme, More… |
iktinaf |
Bir şeyin etrafını kuşatmak. * Deve için ağıl edinmek. |
iktinah |
(Künh. den) Bir işin esâsını, künhünü, kökünü ve gerçeğini anlama. İçyüzüne, derinliğine varma. |
iktinan |
Saklanma, gizlenme. |
iktinas |
Tuzak kurup avlanma. |
iktira' |
(Kirâ. dan) Kiralama, kira ile tutma. ◊ Kurrâ atma, seçme. |
iktirab |
Tasalı ve gamlı olma. Korkulu ve hüzünlü bulunma. ◊ (Kurb. dan) Yanaşma, yaklaşma, takarrüb. |
iktirac |
Paslanma, küflenme. |
iktiraf |
Emek çekerek kesb ü kâr eylemek, kazanmak. * Günah kazanmak. |
iktirah |
(C.: İktirahat) (Karh. dan) Evvelden hazırlamadan düzgün bir şekilde ve içe doğduğu gibi (şiir veya nutuk) söyleme. |
iktiran |
Ulaşmak. Mukarin olmak. Yaklaşmak. Yetişmek. * İki şeyin bir arada gelmesi. |
iktiras |
Bir işe ehemmiyet verme, bir şeyi mühimseme. * Kederli ve hüzünlü olma. |
iktiraz |
(Karz. dan) Borç alma. |
iktisa |
Biriktirme, toplama, yığma. ◊ Giyinmek, giymek. |
iktisab |
Kazanmak. Tahsil etmek. Elde etmek. |
iktisabat |
(İktisab. C.): İktisablar, kazanmalar, elde etmeler ve edinmeler. |
iktisad |
Tutum, biriktirme. Her hususta itidal üzere bulunmak. Lüzumundan fazla veya noksan sarfiyattan kaçınmak. * Edb: Beyit veya kasideyi birbirine vasl ile uzatmak. |
iktisadî |
İktisada ait, tutumla alâkalı. Ekonomik. |
iktisadiyat |
İktisad bilgisi. İktisad ve tutumla alâkalı olan işler. |
iktisam |
(Kısım. dan) Bölüşmek, paylaşmak. |
iktisar |
(Kasr. dan) Sözü kısa kesmek. Kısaltmak. ◊ (Kesir. den) Paralamak. Kırılmak. |
iktisas |
Birinin izinden, ardından gitmek. * Kısas istemek. İntikam almak. * Kıssa. * Hikâyeyi veya bir haberi doğruca söylemek. ◊ Çekip koparma veya koparılma. |
iktita' |
Almak. Bir şeyin bir kısmını koparıp almak. |
iktitab |
Yazılmış olan bir şeyin kopyasını çıkarma, suretini alma. |
iktitaf |
Edb: Sözün özünü almak. * Ağaçtan meyve toplamak. Toplanma. Toplama. * Bir uğraşma sonucunda faydalanma. |
iktital |
Birbirini öldürme. |
iktitam |
(Ketm. den) Ketmetme, gizleme, saklama. * Sararma. |
iktiva' |
Dağlama. Kızgın demirle vücudun bir yerine dağ vurma. ◊ Kuvvetlenme. |
iktiyad |
Hile yapma, dalavere ve oyun etme. ◊ Tutup götürme veya götürülme. |
iktiyal |
Kile veya ölçek ile ölçme. |
iktiyas |
Benzerini bulma. * Ölçme, kıyas tutma. |
iktiza |
Lâzım gelme, gerekme. * Lâzım, ihtiyaç. Gerek. * İşe yarama. |
iktizaz |
Bozulup buruşma. |
ikva' |
Ev boşalmak. * Azık tamam olmak. Şâirin şiirin kafiyesini çeşitli yapması. |
ikval |
Bir kimsenin, söylemediği halde bir sözü söyledi diye iddia etme. ◊ Bir kimsenin söylemediği bir sözü, söyledi diye iddia etmek. |
ikvâliyyât |
Söylenmediği hâlde söylendi diye iddiâ edilen sözler. Lüzumsuz iddialar. |
iky |
Yemek yemezden evvel çocuğun karnından çıkan necisi. |
ikyan |
Halis iyi altın. * İnci parçası. |
ikza |
Azarlama, sövme, hakaret etme. |
il'ab |
Oynatma, oynatılma. |
ila |
Son, nihâyet, dek, değin,...ye,...ye kadar (mânâlarına gelir, harf-i cerdir.) |
ila' |
Sıkıntı ve derde uğramak. * Karısına yaklaşmamak için erkeğin yemin etmesi. ◊ Çok istekli ve tâlib kılma, haris etme. |
ilab |
Boyunda olan uzun nişan. |
ilac |
Derde devâ olan şey. Hastayı veya yaralıyı iyi etmek için içmek veya sürmek üzere verilen şey. * Devâ, mualece. * Mc: Tedbir, çare, tavsiye, derman. * Hastaya bakma, iyi olmasına çalışma. More… |
ilac nâ-pezir |
f. Tedavisi mümkün olmayan, ilâç kabul etmeyen. * İmkânsız, çaresiz. |
ilac-pezir |
f. Çaresi bulunabilen. * Tedavi edilebilen, ilâç kabul eden. |
ilad |
(Veladet. den) Doğurma, tevlid etme. * Doğurtma. |
ilaf |
Ülfet etmek. Alıştırmak. Ülfet ettirmek. * Bir adedi bine çıkarmak. |
ilah |
Kendine ibadet edilen, Allah (C.C.) ◊ Arabçadaki 'ilâ âhir' kelimesinin kısaltılmışı. 'Sonuna kadar, böylece devam eder' demektir. |
ilahe |
Müşriklerin kadın heykeli şeklindeki putları. Bâtıl mâbud. |
ilahî |
Cenâb-ı Hak ile alâkalı, Allah'a dâir. Cenab-ı Hakk'a aid ve müteallik. * Ey Allahım, ey İlâhım! (meâlinde duâ içinde söylenir). * Edb: Tasavvufî şairler tarafından dinî ve İlâhî More… |
ilahiyat |
Hikmet ilminin dinden ve sadece Cenab-ı Hak'tan bahseden kısmı. Filozoflarca fikir olarak ileri sürülen dine dâir nazariyeler, düşünceler. |
ilahiyyun |
İlâhiyatçılar. * Fls: Sadece Allah'ın varlığından bahseden filozoflar. Sadece akıllarına güvenerek Cenab-ı Hak'tan bahseden bir kısım filozoflar. (Bak: Feylesof) |
ilakiye |
Aşikârelik, açıklık, meydanda oluş. |
ilam |
Elem vermek. Rencide etmek. * Düğün yemeği. |
ilane |
Yumuşatmak. |
ilas |
Kinâyeli ve iğneleyici sözler söyleme. |
ilat |
(C.: Alât) Devenin boynuna takılan ip. |
ilavat |
(İlâve. C.) İlâveler, ekler, katmalar. |
ilave |
(C.: İlâvât) Katma, ek yapma, arttırma, zam. * Bir kitabın sonuna gerek yazarı ve gerek başkası tarafından sonradan eklenen kısım. Zeyil. * Bir gazetenin çıkardığı sayıdan başka ona ek More… |
ilâveten |
İlâve olarak, ekliyerek, katarak, arttırarak. |
ilba' |
(C.: Alâbâ) Boyun siniri. |
ilbad |
Yamama, yırtıkları kapatma. * Yapıştırma veya yapıştırılma. |
ilbas |
(Lebs. den) Giydirme veya giydirilme. * Örtme yahut örtülme. ◊ Durdurma, mâni olma, alıkoyma. |
ilc |
(C.: Uluc-Aluc-Ilce) Kervan. * Yabani eşek. * Acem küffarından bir erkeğin adı. |
ilca' |
Mecbur etme. Zorlama. Muztar kılma. * Tefviz eyleme. |
ilcaat |
Zorlamalar. * Lüzumlu şeyler. |
ilcac |
Feryad etme, bağırma. |
ilcam |
Gemleme, gem takma. Gemlenme. |
ilçe |
t. İdarî bakımdan vilâyetten sonra gelen yer. Kaza. Kaymakamlık. |
ilel |
(İllet. C.) İlletler. Esaslar. Temeller. Sebebler. * Sakatlıklar. Hastalıklar. |
ilel ü emraz |
Hastalıklar ve sakatlıklar. |
ileyh |
Ona. (Erkek olan tek kimse için) |
ileyha |
Ona. (Kadın olan tek kimse için) |
ileyhim |
Onlara. (Erkek olan çok kişi için söylenir.) |
ileyhima |
Onlara. (Erkek olan iki kişi için söylenir) |
ileyhinne |
Onlara. (Kadın olan çok kişi için söylenir.) |
ilga |
Kaldırmak. Hükümsüz bırakmak. Lağvetmek. Bâtıl eylemek. |
ilgam |
Sıcak mevsimlerde çöl veya ovalarda buharın yayılmasıyla uzaktan su gibi göüren yer. Serap, pusarık. |
ilgamak |
At başıboş olarak dörtnala koşması. |
ilgar |
Düşman topraklarına ansızın yapılan hücum, akın. * Başıboş hayvanın dörtnala koşması. |
ilgarci |
Akıncı. |
ilgaz |
(Lugaz. dan) Sözde maksadı gizleme. |
ilgidir |
Bir metre kadar uzunluğunda, uçlarına birer karış kadar iki çivi sokulmuş ağaçtan yapılma bir ölçü âletidir. |
ilgimsalgim |
Sıcak mevsimlerde çöl veya ovalarda, buharın yayılmasıyla uzaktan su gibi görünen yer. Serap, pusarık. |
ilh |
İlâ âhir sözünün kısaltılmışı. |
ilha' |
Boş şeylerle meşgul etmek. Gaflet. |
ilhab |
Tutuşturma, alevlendirme. * İltihaplandırma, şişirip kızartma. |
ilhad |
Dinden çıkmak. Dinsizlik. Dinden dönmek. Allahın varlığına, birliğine inanmamak. İmânsızlık. ◊ Zulüm yapma, eziyet etme. |
ilhaf |
İstemekle ısrar etme, zorlama. |
ilhah |
Zorlamak. Israr etmek. Bir şeyin kabulü için son derece üstüne düşmek. |
ilhahat |
(İlhah. C.) Direnmeler, zorlamalar. |
ilhak |
İlâve etmek, eklemek. Katmak. |
ilham |
Allah tarafından kalbe gelen mâna. ◊ Söverek ve hakaret ederek onur kırma. |
ilhamat |
İlhamlar. Allah tarafından kalbe gelen mânalar. |
ilhamî |
İlham ile elde edilen ve nâil olunan. İlham ile alâkalı. * Erkek adı. |
ilhan |
Tar: Cengizlilerin İran kolunun Hülâgu hanedanının hükümdarlarına verilen ünvan. |
ilhanî |
İlhanlık. İlhanla alâkalı. İlhanın idare ettiği devlet şekli, imparatorluk. Bu idareye bağlı memleketler. İlhan olma hâli. |
ilhanlilar |
İlhanlılar hanedanı ve bu hanedanın idare ettiği XIII. asrın sonu ve XIV. asrın ilk yarısında yaşayan bir yakındoğu imparatorluğu. |
ilhaz |
Yan bakışla bakma. |
ilhiz |
Büyük kene. |
ilica |
'Sıcak pınar suyu. Bunların yerden kaynayanına kaynarca; üzerine bina veya kubbe yapılmış olanına ise kaplıca denir.' |
ilik |
t. Elbisenin düğme geçmeye mahsus deliği. * Kemiğin içinde bulunan madde. ◊ Ne sıcak ne soğuk. Az ısınmış veya sıcaklığı kırılmış. |
ilim |
(Bak: İlm) |
ilk |
(C.: Alâk) Kurumak. * şarap, hamr. * Her nesnenin iyisi. ◊ Sakız. * Ağızda çiğnenen şey. |
ilka |
Kişinin göbeğine dek olan gömlek. |
ilka' |
Koymak, bırakmak. Terk etmek. Öne atmak. |
ilkaat |
Zararlı sözlerle şaşırtmak. * Bırakmalar, terk etmeler. |
ilkah |
Döllenmek. Döllemek. Gebe bırakmak. Aşılamak. * Tıb: İki ayrı cins hücrenin birleşmesi. |
ilkahat |
(İlkah. C.) İlkahlar, döllemeler, gebe bırakmalar. |
ilkam |
Yutturma, boğazından geçirtme. |
ilkan |
Çabuk ezberleme. |
ilkbahar |
t. Mart, nisan ve mayıs aylarını içine alan mevsim. |
ilke |
(Bak: Unsur - Umde - Mebde') |
ilkel |
(Bak: İbtidâi) |
ilkid |
Şişman, kısa boylu, hakir ve hayrı az olan kadın. * Katı yoğurt. |
ilkteşrin |
Ekim ayı. Teşrin-i evvel. |
ill |
'Keskinlik veya parlaklık mânasından alınmış olup; feryat, yemin, ahid ve karâbet mânalarına gelir. İbrânice 'il', ilâh demek olduğu da söylenmiştir. ' |
illâ |
(İstisnâ edatıdır) Maadâ, olmadığı suretle, alel-husus, mutlaka, illâ, meğer, aksi hâlde, ne olursa olsun, bâhusus, ancak (gibi mânalara gelir). |
illâhu |
Ancak O. Allah (C.C.) |
ille |
(İllet) Esas sebeb. Vesile. * Hastalık, maraz, dert, sakatlık. Mûcib, maksad, gaye. |
illî |
Sebebe ait. Neden ve sebeple alâkalı. |
illiyet |
Sebeb ile alâkalı. Esas sebeble alâkadarlık. Sebeb arayış. |
illiyye |
(Ulliyye) En şerefli, yüksek. |
illiyyun |
(İlliyyîn) (Aliyyu. C.) Cennetin en yüksek tabakası. Ahirete giden tam kâmil mü'minlerin yeri. Hafaza meleklerinin divanları ismidir ki, salihlerin amelleri oraya yükseltilir. Ahirette More… |
illizyon |
Lât. Cisimleri yanlış idrak etme. Meselâ su borusunu yılan gibi görme. |
ilm |
(İlim) Okumakla veya görmek ve dinlemekle veya ihsan-ı Hak'la elde edilen malumat. Bilmek. İdrak etmek.(İlim, hakikatı bilmekten ibarettir. İlim, marifetten daha umumidir. |
ilma |
Çalma, hırsızlama, sirkat. |
ilma' |
Parlatma. * İşaret etme. |
ilmah |
Hemen gösterip çabucak yok etme. * Bir şeyi parlatma. * Güzel simalı bir kadın veya kız, yüzünü gösterip hemen çekilme. |
ilmam |
İki şey birbirine yaklaşma. * Küçük günah işleme. |
ilmî |
İlimle, bilgi ile alâkalı. İlme ait ve müteallik. Câhilce ve tetkiksizce olmayan. |
ilmiye |
Fıkıh ve şeriat ilimleri, iman ve Kur'an hakikatları ve tahkiki iman dersleri ile iştigal eden zatların mensub oldukları yol. Alimlerin mesleği. |
ilmiye ricali |
İlmiye tarikinin yüksek tabakasına verilen addır. Bunun yerine 'ricâl-i ilmiye' tabiri de kullanılırdı. İlmiye mensubları cübbe ile sokağa çıktıkları halde ilmiye ricali lata yahut More… |
ilmühaber |
(İlm-i haber) Resmi bir daireye verilmek üzere hazırlanan ve bir adamın ahvâli hakkında bilgileri ihtiva eden kâğıt. Resmi vesika. * Para, evrak vs. teslim olunduğunu gösteren ve bunları More… |
ilsak |
Yapışmak. Bitişmek. Ulaşmak. Yapıştırılma. Kavuşturulmak. |
iltiab |
Oynama. Oyun oynama. |
iltiak |
Rengi bozulma, rengi değişme. |
iltian |
(Bak: Lian) |
iltibas |
Birbirine benzeyen şeyleri şaşırıp birbirine karıştırmak. Yanlışlık. Karışıklık. * Tereddüt. Şüphe. |
iltica |
Sığınmak. Melce' ve penaha varmak. Birinden himâye istemek. |
ilticac |
Karışık olma, karışma. * Sığınma. İltica etme. |
ilticagâh |
f. Sığınılacak yer. Sığınacak şey. Sığınak. |
iltida' |
Yalvarma. |
iltifaf |
Örtünme, sarınma. * Çiçeklerin katmerleşmesi. |
iltifat |
Güzel sözle samimi olarak okşamak. Yüz göstermek. Teveccüh etmek. İyilik etmek. Lütfetmek. * Dikkat, itina. * Edb: Bir mevzu anlatılırken, o anda kalbe doğan bir ilham coşkunluğu ile -mevzu More… |
iltifatat |
İltifatlar. |
iltifatkâr |
İltifat eden, mültefit. Hal hatır sorup gönül alan. |
iltifatkârane |
f. İltifat edene yakışır şekilde. |
iltifatperver |
f. İltifat eden, iltifatkâr, mültefit. |
iltiha' |
(Lihye. den) Sakal bırakma. * Kabuk soyma. ◊ Oynama, eğlenme. |
iltihab |
Alevlenmek. Yanmak. * Tıb: Bir uzuvda olan hararet, yanma. Cerahat toplanıp yaranın hararetlenmesi. ◊ Caddede gitmek. Geniş yolda yürümek. |
iltihabat |
(İltihab. C.) İltihablar, alevlenmeler. |
iltihabî |
İltihabla alâkalı. |
iltihaf |
(Lihaf. dan) Sarılıp bürünme. Örtünme. ◊ Parlama, yanma. |
iltihak |
Karışmak. Katılmak. Yetişmek. Bitişmek. |
iltiham |
Yaranın iyi olup ağzının kapanması, etlenerek iyileşmesi. * Muharebenin kızışması. |
iltihap |
(Bak: İltihab) |
iltihas |
Açlık veya susuzluktan dolayı soluma. |
iltihat |
Öfkelenme, kızma, gazaba gelme, hiddet etme. |
iltika |
Rast gelmek. Buluşmak. Kavuşmak. * Kavuşturulmak. |
iltika' |
İnsanın rengi değişmek. Benzi sararmak. |
iltikam |
(Lokma. dan) Lokma etme, yutma. |
iltikat |
Yere düşen şeyi almak. * Toplamak. Çeşitli kitaplardan bilgi toplamak. (Bak: Lükata) |
iltima |
Sararıp solmak. Renk değiştirmek. |
iltima' |
Parıldamak. Işıldamak. * Kapıp almak. |
iltimah |
(Lemh. den) Bir şeye şaşkın şaşkın bakınma. |
iltimam |
Bir kimseyi ziyaret etme. * Konma, konup durma. |
iltimas |
Tavsiye. Rica. İstirham. * Kayırmak, tutmak, haksız olarak yardımda bulunmak. * Yapılmasını isteme. |
iltimasat |
(İltimas. C.) İltimaslar, tavsiyeler, ricalar. * Kayırmalar, tutmalar. |
iltimasgerde |
f. İltimas edilen, kayırılan. |
iltimasname |
f. İltimas mektubu. Kayırma yapılması için yazılan mektub. |
iltisak |
İki uzvun birbirine yapışık olması. * Bitişmek. Yapışmak. Kavuşmak. Yapışık olmak. ◊ Rutubetlenmek, ıslanmak. |
iltisakî |
İltisakla alâkalı. * Yapışan, birleşen. Kavuşan, bitişen. |
iltisam |
Örtünmek, yaşmaklanmak, ağzını örtmek. * Öpmek, takbil eylemek, öpülmek. |
iltitam |
Dalgalanma, temevvüc. |
iltiva |
Burulmak. * Kıvrılmak, bükülmek. * Sarılıp birbirine dolaşmak. * Dalgalanma. * Eğri durma. * Nehrin dolaşıklı bir yatağı olma. |
iltiya' |
Heyecanlanmak, iç alevlenmesi. * İç sıkıntısı çekme, dertlenme. |
iltiyah |
Vücudun güneşten yanması. * Susama. * Şimşek çakma. * Yıldızın parıltısı. ◊ Mayalanmak. * Karışmak. |
iltiyak |
Sıkı fıkı dost olma, candan arkadaş olma. |
iltiyam |
Yaranın kapanıp iyi olması. * Cem' olmak. * Zemmolunmak. |
iltiyam-nâpezir |
f. İyi olmaz, kapanmaz yara. |
iltiyam-pezir |
f. İyi olabilir, kapanabilir yara. |
iltizak |
Yapışma, birleşme. |
iltizam |
Kendine lâzım kılma. İcrasına cehdettiği şeyi kendi üzerine vâcib kılma. Mülâzemet etme. Gerekli bulma. * Tarafgirlik etme, birinin tarafını tutma. |
iltizamen |
İltizam yoluyla, iltizam suretiyle. |
iltizamiye |
Bilerek yapılmış olan ve iltizama müteallik. |
iltizaz |
(Lezzet. den) Lezzet duyma, hoş ve lâtif bulma. |
iltizazat |
(İltizaz. C.) İltizazlar, lezzet duymalar. |
ilva |
Çevirmek. Baş eğmek. Başı eğilmek. * Başkasının sözünü maksadı olmayan başka tarafa çevirmek. * Birinin hakkını inkâr eylemek. * Bayrağı kaldırmak. Sancak dikmek. |
ilvinan |
Renklenme, televvün. |
ilyasîn |
İlyas demektir. Bazı kıraetlerde 'âl yasin' okunduğundan, her iki kıraete de mutabık olmak için imlâsı, 'el yasin' suretinde yazılır. |
ilye |
Sağrı, but. Kalçanın üst kısmı. |
ilyeteyn |
Kaba etler. Sağ ve sol butlar. |
ilzak |
(Lazk. dan) Yapıştırma. |
ilzam |
Muaraza veya muhakemede delil göstererek muhalifini susturmak, iskât etmek. Söz ve fikirde galibiyet. İltizam ettirmek. İsnad ve isbat etmek. |
ilzamiyat |
Bir kimseyi ilzam edip susturmak için söylenen sözler. |
im'an |
Fazla dikkat ve ihtimam. Bir şeyde çok ileri gitmek. * Bir adamın hakkını ikrar eylemek. * Pek uzağa koşmak ve bir hususta hakkı mütecaviz olmak üzere, mübalâğa ve içtihad etmek. |
ima |
İşaret etmek. İşaretle anlatmak. İşaret. |
ima' |
(Emen. C.) Câriyeler, kadın esirler. |
imaat |
(İmâ. C.) İşaretler. İmâlar. |
imad |
Direk, kolon. * Temel, esas. * Kuvvet. * Bir kavmin reisi ve başta geleni. * Yüksek bina. |
imaen |
İşaret vererek. İşaret ederek. |
imalat |
(İmale. C.) İmaleler. Meylettirmeler. Eğmeler. |
imale |
Bir tarafa meylettirmek. Bir tarafa eğmek. * Benzetmek. * Mal vermek. * Edb: Bir heceyi vezne uydurmak için uzatarak okumak. |
imam |
Öne geçmek. * Önde ve ileride olan. Delil ve rehber. * Cemaate namaz kıldıran. * İçtihad sahibi zat. Mezheb sahibi olan. * Bir mahallenin lüzumlu işlerine ve içtimaî vazifelerine nezaret More… |
imame |
İslâma mahsus baş kisvesi olan sarık. Zırhlı külâh. * Çubuk ve sigaralığın başına takılan ağızlık. * Tesbihin başındaki ve ipin iki ucu içinden geçen uzunca tane. |
imamet |
İmamlık. Namazda cemaati idare eden zâtın hal ve sıfatı. * Halifelik.İmamet iki kısma ayrılır. 1- İmamet-i suğra: Namazda cemaate yapılan imamlık. 2- İmamet-i kübra: Emir-ül mü'minîn. |
imamevi |
t. Eskiden kadınlara mahsus hapishane. |
imameyn |
İki İmam. * Fık: Ekseriyetle Hanefî kitaplarında 'İmameyn' dendiği zaman 'İmam-ı Ebu Yusuf ile İmam-ı Muhammed' anlaşılır. Bazan da İmam-ı A'zam ile İmam-ı Şâfiî More… |
imamzade |
İmam oğlu. Babası imam veya imam ünvanını hâiz olan adam. |
iman |
İnanmak. İtikad. Hakkı kabul, tasdik ve iz'ân etmek. İslâmiyeti kabul edip amel etmek. Dini bütün hakikatleri kabul edip gereğini yerine getirmek. 'Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) More… |
imarat |
(İmaret. C.) İmaretler, genel aşevleri. |
imaret |
Mâmur etmek, şenlendirmek. Mâmurluk. * Hayrat için fakirlere yemek verilen yer. (Bak: Amâir) ◊ Emirlik. Beylik. |
imata |
Uzaklaştırma yahut uzaklaştırılma. |
imate |
Ölü hale getirmek. Öldürmek. Fena etmek. |
imbik |
(Bak: İnbik) |
imdad |
Yardım. Yardıma yetişmek. 'Yetişin, kurtarın' mânasında da kullanılır. * Yardıma gönderilen kuvvet. * Vâdeyi uzatmak. Mühlet vermek. |
imdadiye |
Savaş zamanlarında harp masrafını karşılamak, sulh vaktinde de bütçe açığını kapatmak için halktan alınan örfi vergi. Harp için alınana 'imdadiye-i seferiye', açığı kapatmak More… |
imece |
Köyün umumi işlerinde veya köylünün kendi işlerinde köy halkının müştereken çalışması. Beraberce birçok kimsenin toplanıp elbirliğiyle bir kişinin işini halletmesi ve herkesin işinin sıra More… |
imha |
Bozmak, yok etmek, mahvetmek. Yıkmak. Zâil etmek. ◊ Keskinletme, bileme. |
imhak |
Kararma. * Bereketsiz. |
imhal |
Mühlet verme. Sonraya kalmasına müsaade etme. |
imhar |
Hâtun için mehr tayin etmek. Evleneceği kız veya kadın için mehr tayin etmek. |
imhaz |
Doğrulukla yapma. |
imkân |
Mümkün olmak. Olacak hâlde bulunmak. (Bak: Hudus) |
imkânat |
Varlığı da yokluğu da mümkün olanlar. Ademle vücudu müsavi olanlar. Var olmasında başkasına muhtaç bulunan şeyler. |
imla |
Doldurma, doldurulma. * Yazı yazma. (Dikte) * Bir dildeki kelime ve sözleri doğru yazma bilgisi. * Müddeti mühlet vererek uzatma. |
imlak |
Mülk sahibi olmak. * Bey etmek. * Evlendirmek. ◊ Çok fakir düşmek. |
imlal |
(Melâl. den) Usandırma veya usandırılma. |
imlas |
Karanlık. * Karışma. * Koyunun tüyü dökülme. |
imlise |
Çöl, sahra. |
imlisî |
Hırsız, sârık. |
imma |
(Terdid edatıdır) 'Ya, veya' diye tercüme edilir.. Şek, şüphe, ibahe, bağışlamak, hayret vermek mânâlarını da ifade eder. |
immisar |
(İmtisar ile aynı mânâdadır) Süt sağmak. * Bir şeyi incelemek. * Az olmak. * Dağılmak. * Hâil, perde. |
imparator |
Lât. Büyük kral. Birkaç devlete hükmünü geçiren büyük hükümdar. Tahta çıkan kadın olursa ona imparatoriçe denir. |
imrac |
Ahde vefa etmeme, sözden cayma. * Hayvanı çayıra salıverme. |
imran |
Hz. Meryemin babası. (Bak: Âl-i İmran) |
imrar |
Geçirmek. Mürur ettirmek. * İpi sağlam bükmek. * Acıtmak. Acı olmak. |
imraz |
İllet sahibi olmak. Hasta etmek. Bir kimseyi hasta bulmak. |
imree(t) |
Kadın. Hâtun. Avrat. |
imruz |
f. Bugün. |
imsa |
Akşama kalma. * Bozma. |
imsak |
Kendini tutmak. Bir şeyden el çekme. * Oruca başlama zamanı. * Hapsetmek. * Şer'an müftirat denen şeylerden (orucu bozan şeylerden) nefsi hakikaten veya hükmen men' etmek. * Yemez More… |
imsakiye |
Ramazanda imsak vakitlerini gösteren cetvel. |
imsal |
Boşuboşuna sarfetme, lüzumsuz yere harcama. Har vurup harman savurma. |
imsas |
(Mass. dan) Emdirme, emdirilme. * Tıb: Suda erimiş ilâcı şırınga etmek. ◊ Değdirmek. Elle tutmak. Meshetmek. |
imşeb |
f. Bu gece. |
imtar |
Yağdırma veya yağdırılma. |
imtidad |
Uzanmak. Uzayıp gitmek. Gerilip ve çekilip uzanmak. * Boy. Tul. Uzunluk. * Feza, uzay. |
imtidah |
(Medh. den) Medhetme, övme. ◊ Aşma, taşma. |
imtiha' |
(Mahv. dan) Mahvolma, perişan olma, yok olma. ◊ Bileme veya bilenilme, yahut da bilenme. |
imtihak |
Bozulma. |
imtihan |
Deneme, Tecrübe etmek. * Bir şeyin hakikatına ıttılâ peyda etmek için çok dikkatle düşünmek. ◊ Hor ve zelil kılmak. |
imtihaz |
Hâlis, katıksız ve saf olma. Durulanma. |
imtikâr |
(Mekr. den) Oyuna kanma, aldanma. |
imtila' |
Dolma. Dolgunluk. * Tıb: Kan durma, kan toplanma. |
imtilal |
Bir millete karışma. |
imtina' |
Feragat edip geri durma. * Muvafakat etmeme. Çekinme. İstememe. Yapmama. * İmkânsızlık, mümkün olmayış. |
imtinan |
Minnet. Kendine minnet etmek. Birisine yaptığı ihsan ve iyiliği başına kakmak. * Memnun olmak. * Birisinin çok iftiharla sevdiği ve mâlik olduğu şeye nâil olmak. |
imtira' |
Çıkarma, ihrac etme, dışarı atma. * Şüphelenme, kuşkulanma. * Tereddüt, mütereddidlik, kararsızlık. |
imtiras |
Sürtünme, kaşınma. |
imtisal |
Nümune kabul etme. * Uymak. Ayrılmamak üzere inkıyad etme. * Mesel ve kıssa söyleme. * Bir şeyin suretine girme. * Muvafakat ve mutabakat etme. * Katili kısas etme. (Bak: Dimağ) |
imtisalen |
Bağlı olarak, imtisal ederek, uyarak, tâbi olarak. |
imtisar |
(Bak: İmmisar) |
imtisas |
Emerek çekilmek, emmek, emilmek. Hazmolunmuş olan maddelerin, damarlar tarafından emilmesi. |
imtişat |
Tarama. Saç veya sakal tarama. |
imtiyaz |
Diğerlerinden ayrılmak. Farklı olmak, benzerlerinden ayrılmak. * Resmi veya hususi izin. * Masraflı veya mes'uliyetli bir işin başkaları yapmamak üzere bir şahıs veya şirket yahut da More… |
imtiyazat |
(İmtiyâz. C.) İmtiyâzlar, izinler, müsâadeler. |
imtizac |
Muvafık ve mutabık olmak. Mezcolmak, uyuşmak. İyi geçinmek. Karışmak. |
imtizacat |
(İmtizac. C.) İmtizaclar. |
imtizackâr |
f. Uyuşarak, anlaşarak, karışarak. Kaynaşmağa müsait surette. |
imya (imiyyâ) |
Görmeyerek, düşünmeyerek. |
imza |
Kendi ismini veya kendine ait bir işareti, kendisinin kabullenerek yazması. * İcra ve tamam eylemek. |
in'al |
Nallama veya nallama. |
in'am |
Nimet vermek. İhsan etmek. * Doğruya sevketmek, hidâyete ulaştırmak. * İyilik etmek, bahşiş vermek. * Tar: Osmanlı İmparatorluğu zamanında yeniçerilerin aylıklarına yapılan zam. (Bak: Nimet) More… |
in'amat |
(İn'am. C.) Yardım ve inayetler, meded vermeler. Nimetlendirmeler. ◊ (İn'am. C.) Yardım ve inayetler, meded vermeler. Nimetlendirmeler. |
in'amperver |
f. Nimetlerle bezeyen, çok nimet veren. Tehlikelerden sâlim kılan. |
in'aş |
Harekete getirme, canlılık kazandırma. Yukarı kaldırma. |
in'idal |
(Udul. den) Doğru yoldan çıkma, sapma, dalâlete düşme. |
in'idam |
İdama gitme. Mahvolma. Yok olma. |
in'ikad |
Akdetme. Bağlanma. * Fık: İcab ve kabulün taraflarca eseri zâhir olup, meşru bağlılık ve alâkadarlık. * Kurulma. Toplanma. |
in'ikas |
Aksetme, tersine çevrilme. * Işık veya sesin bir şeye çarpıp geri gelmesi. * Aynada parlak şeyde eşyanın temessülü. |
in'ira |
Dişin (etleri çekilip) kökü çıkma. |
in'isab |
Zorlaşma. |
in'isam |
Muhafaza etme, koruma. |
in'isan |
Emin ve muhafazalı bulunma. |
in'isar |
Ezip sıkma, sıkıştırma, suyunu çıkarma. |
in'itaf |
İki kat olma, bükülme, katlanma. * Bir tarafa dönme, temâyül. Meyletme. |
in'izal |
Bir tarafa çekilme, tek başına kalma. |
ina |
Geciktirme, alıkoyma, zayıf düşürme. ◊ Uzaklaştırma. |
ina' |
Kap-kacak, tencere gibi lüzumlu ev eşyası. * Bir şeyin vakti gelip çatmak. ◊ Yemiş toplama zamanı gelme. |
inabe |
Günahları terk ile Hakka dönüş. |
inad |
Israr, muannidlik, ayak direme, dediğinden vazgeçmeme. |
inaden |
İnad olsun diye. Tersine olarak. |
inadiye |
Eşyanın hakikatlarını, varlığını inkâr eden bir zümre. (Bak: Sofizm) |
inaf |
Bir kimseyi, bir şeyden vazgeçirmeğe çalışmak. |
inaha |
(Deve) Çökerme. |
inak |
Sözüne inanılır, itimat edilebilir, mutemed.* Müsteşar, müşavir. * İstişare, re'y. ◊ Birbirinin boynuna sarılma, kucaklaşma. ◊ Kucaklaşıp sarılma, muânaka. |
inaka |
Aşırı güzelliği ve câzibedarlığı ile hayret verme. |
inale |
Kavuşturma, vâsıl etme, nâil etme, ulaştırma. * Yemin, kasem, and. * İhsanda bulunma, bağışta bulunma. |
iname |
Uyutma. * Kıtlık. |
inan |
f. Bu kimseler, bunlar. (İşaret zamiridir). ◊ Dizgin. * İdare etme, yürütme. ◊ (C.: Aınne) Atın dizgini. |
inangerdan |
f. Dizgin çevirme, geri dönme. |
inangir |
f. Dizgin yakalama. Dizgin tutma. |
inankeş |
f. Dizgin çeken, hasaplı giden. |
inanriz |
f. Dizgin bırakmış, koşturan. |
inantab |
f. Dizgin çevirip dönen. |
inare |
(Nur. dan) Nurlandırma, aydınlatma, ışıklandırma. |
inas |
Kızın büluğ çağına vardıktan sonra evlerinde evlenmeden çok durması. ◊ (Üns. den) Alıştırma, ünsiyet ettirme. * Görme, bilme. ◊ (Ünsâ. C.) Kadınlar, kızlar. |
inayat |
(İnayet. C.) İnayetler, iyilikler, lütuflar, ihsanlar. |
inayet |
Yardım, lütuf meded etmek. * Mühim bir işle karşılaşıp onunla meşgul olmak. |
inayet delili |
(Bak: Delil-i inayet) |
inayet-i şâmile |
f. Herkese ait umumi inayet ve yardım. ◊ f. Herkese ait umumi inayet ve yardım. |
inayeten |
İnayet, yardım ve iyilik olarak. |
inayethah |
f. İnayet isteyen, meded bekleyen. |
inayetkâr |
f. Yardım ve iyilik eden. Lütuf ve inayette bulunan. |
inayetkârâne |
f. İnayet edene yakışır surette. Yardım ve iyilikte bulunan kimseye yakışacak şekilde. |
inba |
Haber verme. İhbar eyleme. Tebliğ etme. |
inbac |
Münasebetsiz ve lüzumsuz konuşma. |
inbah |
Uyandırma, uyarma. * Kımıldatma, harekete getirme. |
inbat |
Nebâtı bitirme. Tohumu yere dikip yeşillendirme. Nebâtın bitmesini sağlama. ◊ Su arama. |
inbias |
Gönderilme, yollanma. * İleri gelme, meydana çıkma. |
inbiga |
Liyâkat, lâyıklık, beğenilme. |
inbihar |
Yorgunluktan dolayı nefes kesilip soluk soluğa kalma. |
inbik |
Süzme âleti. Akıcı maddelerin süzgeçten geçirilmesine mahsus âlet. |
inbika |
(Bükâ. dan) Ağlama, göz yaşı dökme. |
inbisas |
Yayılıp dağılma. |
inbisat |
Genişleme. Yayılma. * Açık yüzlü olma. Şâd, mesrur ve mahzuz olma. * Gönül açıklığı. Kalb ferahlığı. * Fiz: Sıcaklığın etkisiyle madenî cisimlerin enine, boyuna büyüyüp uzaması. Genleşme. More… |
inca' |
Kurtarma, necata erdirme, selâmete çıkarma. |
incah |
İşi tamamlama, işi bitirme. * İsteğe erme, arzu edilen şeye ulaşılma. |
incal |
Davarı çimene salma, yeşilliğe bırakma. |
incam |
Meydana çıkarma. * (Yağmur) dinme. |
incas |
(Necis. den) Pisleme, necisleme. |
incaz |
(C.: İncâzât) Yerine getirme. Verilen sözü tutma. |
incibar |
Kırılmış olan kemiğin bağlanıp tekrar kaynaması. |
incifaf |
(Ceff. den) Kurumak. |
incil |
Dört büyük kitabdan birisi. Hristiyanların mukaddes kitabı olup, Hazret-i İsa'ya (A.S.) gelen kitab. * Beşaret, müjde. |
incila |
Cilâlanma. Parlama. * Görünme, belli olmak, açılma. |
incilab |
Celbedilme. Çekilme. Sürülüp götürülme. |
incimad |
Donma. Buzlanma. Sertleşme. |
incirad |
Mücerred olma, tecrid edilme, soyunma. |
incirar |
Çekilip uzanma. Çekilme. Bir neticeye doğru çekilerek sona erme. |
inciza' |
(Değnek) Kırılma. * (İp) Kopma. |
incizab |
Cezbedilme, çekilme. |
incizam |
(Kemik) Kırılma. * Gr: Meczum olma. Kelimenin son harfi harekesiz olarak telâffuz olunma. ◊ Kesilme. * Cüzzam hastalığına tutulmuş kimsenin bir organının (âzâsının) kopması. |
incizaz |
Kesilme. |
incu |
f. İnci, lü'lü', dürr. |
ind |
Arapçada zaman veya mekân ismi yerine kullanılır. Hissî ve manevî mekân. Maddî ve manevî huzura delâlet eder. Nezd, huzur, yan, vakt, taraf gibi mânâlara gelir. Gayr-ı mütemekkindir. Yani More… |
inda' |
Cömertlik etme. |
indab |
(Nedeb. den) Yara iyileşip kabuk bağlama. |
indallah |
Allah yanında. Allah indinde. |
indeke |
Senin yanında. Sana göre. |
indelba'z |
(İnd-el ba'z) Bazılarına göre. |
indelhace |
İhtiyaca göre. İhtiyaç vaktinde. |
indelicab |
(İnd-el icab) İcab ettiği zaman, gerekince, iktiza ettiğinde. |
indettahkik |
(İnd-et tahkik) Tahkik sonunda, araştırma neticesinde. |
indî |
Şahsi. Keyfi. Zati. Kendine göre. * Bana göre. Bence. |
indibag |
Deri tabaklama. |
indifa |
Def olma. * Meydana çıkma. Yerden fışkırma. * Söze girişme. * Geri çekilme. * Başlama. * Teveccüh eyleme. * Yer yer baş gösterme. |
indifaî |
Püskürme ile alâkalı. * Püskürük. |
indifak |
(Su) birdenbire ve şiddetle dökülme. |
indihaş |
Çok korkma, dehşete düşme. |
indimac |
Kenetlenme. Dürülüp birbirine geçme. |
indimal |
Yara iyi olma, kapanma. |
indimam |
Pişman olma. |
indimizde |
t. Bize göre, bizce, yanımızda. |
indira' |
Bir işe girişme, bir şeye teşebbüs etme. * Öne geçme. * Buluttan kurtulma. ◊ (Su) dağılıp yayılma. |
indirac |
Dahil olma. İçeri girme, katılma. * Nesil tamamen tükenip halefi kalmama. |
indiras |
Zail olma, eseri kalmama, mahvolma. Bozulma. |
indisas |
Toprak altına gömme. |
indiyal |
Çok ishâl olma. İçi sürme. |
indiyyat |
(İndî. C.) Birinin kendince uydurduğu şeyler. Bir kimsenin kendi görüş ve inanışına göre söylediği sözleri. |
ineb |
Üzüm. |
inebe |
Üzüm tanesi. * Tıb: Göz kenarında çıkan sivilce, arpacık. |
inebî |
Üzüm biçiminde, üzümsü. |
infad |
Bitirme, tüketme. * Kuyunun suyu tükenme. |
infak |
Nafaka verme. Besleme. Geçindirme. * Harcayıp tüketme. * Fakir olma. |
infal |
Ganimetten mal ayırıp verme. |
infar |
Ürkütme, ürkütülme. |
infaz |
Sözünü geçirme. Bir hükmü yerine getirme. * Aldığı emre göre birisini öldürme. * Öte tarafa geçirme. |
infial |
Gücenme. Darılma. * Can sıkılma. Teessür. * Hareketlenme. |
infialat |
(İnfial. C.) İnfialler. Gücenmeler. Aksi te'sirler. Teessürler. * Hareketlenmeler. Teessür ve hareketler. |
inficar |
Tan yeri ağarma. Fecir sökme. * Tohumun yerde çatlaması. * Suyun, yerden kaynayıp çıkması. |
infidad |
(İnfadda) Bir şeyin kırılıp dağılması. Parça parça olma. |
infiham |
(Fehm. den) Anlaşılma, fehmedilme. |
infihanî |
Şişman adam. |
infikak |
Yerini terk etme. Yerinden ayrılma. * Ayrı düşme. * Çözülme. |
infilak |
Açılma. Yarılma. Patlama. İnşikak etme. |
infilal |
Delinme, delik açılma. * Keskinliği kaybolma, körlenme, körleşme. |
infirac |
Gam ve gussadan kurtulma, açılma. |
infirad |
Tek başına kalma. Yalnızlık hâli. |
infirag |
Boşalma. |
infirah |
Ferahlanma. Ferahlık duyma. |
infirak |
(Fark. dan) Ayrılma. |
infiraz |
Bulunmama, kalmama, münferiz olma. |
infisad |
(Fesad. dan) Bozulma, fesada uğrama. |
infisah |
Hükümsüz kalma, fesholma. Bozulma. ◊ Bollaşma. Genişleme. |
infisal |
Olduğu yerden ayrılma. Yeni bir fasıla geçme. * Yerini bırakıp gitme. * Azledilme. |
infisalat |
(İnfisal. C.) Yerinden ayrılmalar. * Azledilmeler. |
infisam |
Kırılma. * Kesilme. * Yırtılma. * Üzülme. * Kopma. |
infitah |
Açılma. Boşalma. Tıkanan bir şeyin açılışı. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman dil ile üst çene birbirinden ayrılıp, aralarından nefes çıkması. İnfitah harfleri ise şunlardır. (Min, Nun, Elif, More… |
infitahiyyet |
Kapalılığın açılıp inkişaf etmesi. (Tohumların açılarak nebât hâline gelmesi gibi olan hâl.) |
infitak |
Yarılma, sökülme. |
infitam |
Kesilme. * Sütten kesilme. * Menedilen bir şeyden uzaklaşma. |
infitar |
Yarılma, açılma. |
infitat |
Paralanma, kırılma. |
infizac |
Sıcaklık verme, ısı verme. * Buharlaşma. * Terleme. |
infizaz |
(Bak: İnfidad) |
ingas |
(Tengis) Keder verme. Rahatını bozma. |
ingimam |
Kaygılanma, gamlanma, tasalanma. |
ingimas |
Suya dalma. |
ingimaz |
Göz yumulma. |
ingisas |
Suya dalma. |
ingitat |
Suya dalma. |
ingiva |
Dalâlete düşme, sapıtma, yoldan çıkma. |
inha |
Bir hususu resmen bildirme, tebliğ. * Bir memurun daha üst makamdaki bir memura bir maddeyi hâvi olmak üzere yazdığı kağıt. * Ulaştırma, yetiştirme. ◊ f. Bu şeyler. (İşaret More… |
inha' |
Vazgeçme. * Yöneltme, tevcih etme. |
inhac |
Meydanda, zâhir, açık. Belli etme. * Hayvanı yorarak solutma. * Esvabı eskitme. |
inhaf |
İnceltme, zayıflatma. |
inhak |
Çok eziyet etme. Çok fazla sıkıntı verme. |
inhibas |
Vakıf namına malı hapsetme. * Nefes tutulma. |
inhibat |
Yukarıdan aşağı inme. |
inhicaf |
Yalvarıp yakarma. |
inhicam |
(Bina) çöküp yıkılma. |
inhida' |
(Hud'a. dan) Aldanmak, hileye düşme. |
inhidab |
(Hadeb. den) Kamburlaşma, yumrulaşma. * Kamburluk, yumruluk. |
inhidad |
(Hadde. den) Keskinleşme, incelme, sivri olma. * Basılıp ezilme, haddeden geçme. |
inhidam |
Çökme, yıkılma. Viran olma. |
inhidar |
İnişe inme. * Vurmakla derinin şişmesi. ◊ Perdelenme. |
inhidaş |
Dalaşma, hırlaşma (köpek). |
inhifa |
Gizlenip saklanma. |
inhifaz |
Aşağılanma, alçaklanma. * Çökkünlük. |
inhikak |
Kaşınma. |
inhila' |
Def'olunma, çıkarılma, kovulma. |
inhilak |
Kendini tehlikeye atma. |
inhilal |
Çözülüp ayrılma. Dağılma. * Erime. * Münhal olma. |
inhilal-pezir |
f. İnhilali mümkün olan. Dağılabilen. Çözülebilen. Eriyebilen. |
inhima |
Mahv olma. |
inhimad |
Ateşi sönmeyip alevi geçme. |
inhimak |
Ahmak olma. Ahmaklaşma. *Akılsız görünme. ◊ Bir şeye fazla düşkün olma. |
inhimal |
İhmal etme, önem vermeme. * Mühlet alma. * Göz yaşı dökme. * Ciddi bir şekilde çalışma, uğraşma. |
inhimam |
İhtiyarlama, yaşlanma. |
inhimaz |
Ekşilenme. |
inhina |
Eğilme, münhani olma, yay biçimine girme, kavislenme. |
inhinak |
Boğulma. * Bunalma, nefesi kesilme. |
inhiraf |
Doğru yoldan sapma. * Dönme. * Bozulma. Değişme. * Kırıklık. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman o harfde, dil ucuna veya dil arkasına doğru bir meyli bulunmasına denir. İnhirâf sıfatının More… |
inhirak |
Yırtılma. |
inhirat |
Bilmediği bir işe danışmadan girişme. * Zarar verme, ziyana sokma. * İpliğe boncuk dizme. * Beden çelimsizlenip zayıflama. * Bir yola süluk etme, girme. |
inhisaf |
Ay tutulması. Husufa uğramak. Ay'ın, dünyanın gölgesi altına girmesi veya o şekildeki gölgelenmek. |
inhisam |
(Hasm. dan) Kesip bitirme, halletme. |
inhisar |
Hasr olunma. * Tecavüz etmeme. * Bir iş veya malın idâresinin bir kişiye, bir ele bırakılması. Bir elden idâre. Bir şeye mahsus olup, başka şeye şümulü olmama. Yalnız bir şeye veya bir şahsa More… |
inhişaş |
(C.: İnhişâşât) Birbirine dokunup hışırdama, hışırtı. Şakırtı, şakırdama. |
inhitak |
Bozulma, yırtılma. * Bekârlığın bozulması. Kızlığı bozulma. |
inhitam |
Kırılma, ezilme, ufalanma. |
inhitat |
Aşağılanma, aşağı inme. * İhtiyarlama, yaşlıyığa yüz tutma. * Kuvvetten düşme. * Bir şişin inmesi. * Düşme, inme. |
inhiva |
Yukardan aşağı düşme. |
inhiyaş |
Ezilip büzülme, sıkılma, çekinme. |
inhizal |
Beli kırılmış gibi ağır yürüme. * Soruya karşılık verme. |
inhizam |
Basılıp ezilme. * Bozulma. Askerin bozulup dağılması. ◊ Yemek hazmolunma. Yemeklerin midede erimesi. |
iniz |
Cimâa kadir olmayan erkek. * Cimâdan safâlı olmayan avret. |
inka' |
Pâk ve temiz olma. ◊ Suda ıslatma. |
inkâh |
(Nikâh. dan) Nikâh etme veya edilme. |
inkâr |
Bilmeme, tanımama. Yaptığını ve söylediğini gizleme. * Yapmadım deme ve ayak direme. * Reddetme. (Bak: Nefy) |
inkârî |
İnkârla alâkalı. |
inkas |
Eksilme, eksiltme. |
inkaz |
Kırma ve bozma. * Tuhaf sesler çıkarma. Küçük bir hayvanın veya böceğin kendine mahsus ses çıkarması. * Vücuttaki oynak yerlerden çıkan ses. ◊ Kurtarma. Kurtarılma. Halâs etme. |
inkibab |
Yüzüstü düşme, yere kapanma. |
inkibaz |
Büzülme. Çekilip toplanma. * Sıkıntı. Gamlı olmak. * Kabızlık. Tutukluk. |
inkibazî |
İnkıbazla ilgili. |
inkidad |
Yıkılma. * Perakende olup dağılma. * Kuş havadan süzülüp inme. |
inkidam |
Vücudun bir tarafı berelenme veya kızarma. |
inkidar |
Hızlı yürüme. * Düşme ve saçılma. |
inkihal |
Büsbütün zayıf ve güçsüz düşme. |
inkiham |
Düşünmeden bir işe girişme. |
inkila' |
(Kal'. den) (Ağaç) kökünden koparılma. |
inkilâb |
Başka tarza değişme. Bir hâlden diğer hâle geçme. Başka türlü olma. * Altüst olma. |
inkilâbât |
İnkılâblar, değişmeler. |
inkilal |
Yavaşça gülme, tebessüm etme. * Körlenme, kesmez hâle gelme. |
inkilis |
Yılan balığı. |
inkima' |
Kökü kesilme. Köksüzleşme. |
inkimaş |
Acele etme. Çabuk iş görme. |
inkiraz |
Sönme. Zeval bulma. |
inkişa' |
Mânilerin gidip havanın açılması. Ayazlama. |
inkisaf |
(Küsuf. tan) Parlaklığı sönme. Güneş tutulması. |
inkişaf |
Açılma. Meydana çıkma. * Yetişme. * Terakki etme, ilerleme. * Gizli sırların bilinmesi. |
inkisam |
Kısımlara ayrılma. Bölünme. Taksim olunma. ◊ Kırılıp ayrılma. Parçalanma. |
inkisar |
Kırılma. Gücenme. * Beddua ve lânet okuma. * Şikeste olma. ◊ Kısalma, kısa olma. |
inkişar |
Bir şeyin derisinin veya kabuğunun soyulması. |
inkita' |
Tükenme. Kesilme. Arkası gelmeme. |
inkitam |
Gizli tutulma, saklı tutulma. |
inkiyad |
Boyun eğme. Muti olma. Teslim olma. İtaat etme. İmtisal. |
inkiyaden |
İnkıyad suretiyle. Teslim olarak. İtaat ederek, boyun eğerek. |
inkiza' |
(Kazâ. dan) Sonu gelip bitme. Tamam olma. Mühleti sona erme. |
inkizaf |
Kovulma, def olunma, atılma, uzaklaştırılma. |
inkizaz |
Çatlama. * (Kuş) havadan yere doğru süzülerek inme. |
inma' |
(Nemâ. dan) Arttırma, nemâlandırma. |
inme |
t. Nüzul, tenezzül. * Nüzul, felç, sekte. |
innâ |
(İnne ile Na zamirinin birleşmesi ile meydana gelmiştir) şüphesiz biz (meâlindedir.) |
inne |
Gr: Tahkik edatıdır. Kat'iyyet ifade eder. |
innî |
Şüphesizlik ve kat'iyyet ifade eden 'inne' ile mütekellim zamirinin birleşmesidir. Türkçede karşılığını 'muhakkak ben' diye söyleyebiliriz. ◊ Tecrübe More… |
innin |
Cinsi münâsebete muktedir olamıyan, cinsi iktidarı olmayan. Kısır. |
innîn |
İktidarsız, güçsüz, âciz. |
inorganik |
Fr. Mâden cinsinden olan, cansız maddelerden bulunan. Organik olmayan. Hayvan ve insan gibi vücud yapısına ait olmayan. |
ins |
İnsan. |
ins ü cann |
İnsan ve cin taifesi. |
ins ü cinn |
İnsan ve cin. |
insa |
Unutma. Unutturma. * Te'hir eylemek. * Veresiye verme. |
inşa |
Yapma. Vücuda getirme. Terkib etme. Bir şey peyda etmek. * Yaratma. * Edb: Yazı dersi. Nesir yazmak. * Güzel nesir halinde yazı yazmak veya güzel yazılmış nesir halindeki yazı.Çeşitli More… |
inşaallah |
Allah izin verirse. Allah nasibederse (meâlindedir). (Bak: Tabii) |
inşaat |
Yapmak, inşa etmek. * Yapı. Bina ve gemi yapımıyla alâkalı işler. |
inşab |
Tırnak batırma, tırnak bastırma. |
inşad |
Edb: Şiir okuma. Şiiri kaidesine uygun ahenk ile okuma. Sesini yükseltme. * Arayıp soruşturma. * Birisini hicvetme. * Kayıp olan bir şeyi haber verme. |
insaf |
Merhamet ve adâlet dâiresinde hareket. Hakikatı kabul ve itiraf. ◊ Yaprak yaprak olma, lime lime olup dağılma. |
insafkâr |
İnsaflı, insaf sahibi, haksızlık yapmayan. |
inşaî |
İnşaya, yapıya dâir ve müteallik. * Güzel yazmağa dâir. |
inşaiyyat |
(İnşâi. C.) İşitilmemiş ve duyulmamış sözlerden yapılan cümleler. |
inşaiyye |
İnşâât işleriyle uğraşanlar. Bina ve gemi yapma işleriyle meşgul olanlar. |
insak |
(Nesak. dan) Düzenli yazı yazma. * Kâfiyeli, secili ve akıcı bir tarzda söz söyleme. |
inşak |
Koklatma. Buruna kokulu bir şey çektirme. * Tuzağa veya ağa iliştirme. |
insal |
(Nesl. den) Nesil çoğaltma. Döl peyda etme, döllenme. |
insan |
(Bu kelimenin aslı, lugat âlimlerince 'ins' den geldiği söylenir. Kamusta da kûfiun'a göre 'Nisyan' kelimesinden geldiği zikredilmektedir.) |
insan suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 76. Suresi olup 'Dehr, Ebrar, Emşac, Hel-etâ Suresi' de denir. |
insanî |
İnsana ait, insanla alâkalı. |
insaniye |
İnsanlar, insan cinsi, beşeriyet. |
insaniyet |
İnsanlık, vicdanlılık. İnsana yakışır hâl ve durum. |
insaniyetkâr |
f. Vicdanlı ve iyi adam, insaniyetli. |
insaniyetkârî |
Vicdanlılık, insaniyetlilik. |
insaniyetperver |
İnsanlığı seven, iyi insan. |
inşar |
Ölüyü diriltme. |
insat |
(İnsiyat) Susup dinleme, susma. * Gizlenerek gitme. * İnfial vezninde, nidâ eden kimseye icabet etme. * Beli bükülenin beli doğrulması. * Meşhur olma. |
inşat |
Ferahlandırma. Neş'elendirme. Sürurlandırma. |
inşaz |
Yükseltme. |
insî |
İnsana âit ve müteallik. İnsan cinsinden. |
inşiab |
Şubelendirme. Ayırma. Şubelere ayrılma. * Bölük bölük olma. * Dalbudak verme. |
inşial |
Alevlenme, şulelenme. |
insibab |
Dökülme. Akıtılma. * Cereyan etme. * Başka suya karışma. * Tıb: Ahlat-ı erbaadan birisinin vücudun bir tarafında nesicler (dokular) arasında toplanması. ◊ (Bak: İnsibab) |
inşibab |
Gençleşme, delikanlı olma. |
insibag |
Boyalanma. Maddi veya mânevi rengi ile renklenme. Boya tutma. * Temizlenme. |
insibağ |
(Sıbg. dan) Boya tutma, boyanma. * Temizlenme. |
inşibak |
Şebeke şeklinde olma. * Balık ağı gibi birbirine geçme. |
insical |
Çekilme. * Dökülme. |
insicam |
Suyun dökülüp devamlı akışı. Düzgünlük. Sağlam ve ıttırad ile ârızasız tertib üzere olmak. * Devamlı yağmur yağmak. * Edb: Düzgün, tertibli, pürüzsüz söz. Kitabın ifadesi güzelce ve düzgün More… |
insidad |
(Sedd. den) Tıkanma, kapanma. |
insidal |
Düşük olma, sarkma, pörsüme. |
insidam |
(Sadme. den) Patlama. Tazyik ile bir şey atma. |
insifa' |
(Nısıf. dan) Bir şeyin ortası. * Bir şeyin yarısını alma. * Gündüzün ortası. * Hakka hizmet. * Adaletle mukabele etmek. Mazluma yardım edip zâlimden hakkını almak. |
insifar |
İnkişaf etme, açılma. |
inşihab |
Fışkırma. |
insihak |
Döğülüp ezilme. Ezilip yumuşamak. |
insihal |
Düzgün söz söyleme. * Kabuğu soyulma. |
insikab |
Delinme. |
inşikak |
İkiye ayrılma. Çatlama. Yarılma. |
inşikak suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 84. Suresi olup İnşakkat suresi de denir. Mekkî'dir. |
insilab |
(Selb. den) Kaldırılma, selb olunma, giderilme. Kalmama. Mahvedilme. Soyulma, soyulmuş olma. |
insilah |
Soyulma. Derisi yüzülme. Sıyrılıp çıkma. * Ayın sonu gelme. ◊ Silâhlanma. Silâh ile techiz olma. |
insilak |
(Silk. den) Yola girme, süluk etme, yol tutma. |
insilal |
Bir yere toplanma, üşüşme, hücum etme. ◊ Gizlice savuma, sıvışma, sıyrılma. |
inşilal |
Şiddetle dökülerek akma. * (Su) uçurumdan dökülerek şelâle meydana getirme. |
insimag |
Yere düşüp ezilme, yaralanıp berelenme. |
inşimar |
Sallana sallana yürüme. |
insina |
Bükülme, burkulma, burulma. |
inşinac |
Buruşma. Derinin buruşması. |
insiraf |
Çekilip gitme, çekilme, geri dönme. * Gr: İsimlerin kaide ve kurallara göre çekilebilmesi. |
insirafî |
Çekilip gitme ile ilgili. |
insirah |
(Sarahat. den) Açığa çıkma, zâhir olma, sarahat bulma. |
inşirah |
Ferahlanmak, mesrur olmak. |
inşirah suresi |
Kur'an-ı Kerimin 94. Suresidir. |
inşirak |
Çatlama, yarılma, ayrılma. Yarık olma. Parlama. |
insiram |
Kesilme, kesilip ayrılma. ◊ Dişin kırılması. |
inşiram |
Yarık yarık olma. |
inşiras |
(Soğuktan dolayı) el çatlama. |
insitah |
Yayılıp arka üstü yatma. * Satıhlı olma. |
inşitat |
Dağılmak. Dağınık olmak. Perakende olmak. |
insiyab |
Süzülüp akma. Çabuk akıp gitme. |
insiyag |
Kalıba dökülüp düzelme. |
insiyak |
Mânen sevk olunma. İlâhi ve mânevi sevk. Gönderilmek, bir kuvvetin te'siriyle çekilip gitmek. Ardı sıra gitmek. |
insiyakî |
İnsiyak ile alâkalı. İnsiyak, İlâhî sevk ve his ile alâkadar. |
inta' |
Çok fazla terlemek. Kusma, istifra etme. |
intac |
Neticelenme. Husule getirme. Sona erdirme. Doğurma, meydana getirme. |
intaf |
Kabahat yükleme. |
intak |
Edb: Söylemeğe kabiliyeti olmayanı söyletmek. Onun nâmına konuşmak. Nutka getirmek, söyletilmek. Dile getirmek. |
intan |
Pis kokma. Fenâ kokma. * Mikrobun sebebiyet verdiği şey, hastalık. |
intanî |
Mikroplu, mikroptan meydana gelen. |
intaniye |
Fena koku ve mikropluluğa dâir, mikroplu hastalıkla alâkalı. |
intaş |
(Tohum) toprakta çimlenme. |
intiaş |
Yorgunluktan sonra canlılık hissetme. Canlılık. * Hastalıktan sonra iyileşip kalkma. * Geçinme. * (Yıkılan adam) doğrulup kalkma. |
intiaz |
Kuvvetlenme, kıvama gelme. * Kalkma. |
intiba' |
Görüş ve anlayış. Kalb ve ruhta hâsıl olan te'sir. * Matbu' olmak, tab' olmak, basılmak. |
intibaat |
(İntiba'. C.) Edinilen intibalar. |
intibac |
Hastalıktan dolayı vücutta hâsıl olan şişkinlik. |
intibah |
Uyanıklık, göz açıklığı. Hassasiyet. Agâh ve münebbih olmak. Hakikatı ve hakkı anlayıp yanlıştan, fenadan dönmek. * Sinirlerin uyanması. Uzuvların harekete gelmesi. ◊ Pişmek, More… |
intibak |
(Tıbk. dan) Uygun olmak, muvâfakat. Mutabık, mümâsil ve muvâfık olmak. ◊ Bir mekânın yükselmesi. * Bir kavmin şerre yönelmesi. ◊ (Bak: İntıbak) |
intibakat |
(İntıbak. C.) Uygun ve münasib gelmeler. Mutabık gelmeler. |
intibar |
Kabarma, şişme. |
inticam |
Sona erme, nihayet bulma. Tamamlanma, tamam olma. |
inticas |
Bulaşma, murdar olma. |
intidam |
Kolayca ele geçme. Kolay bir şekilde elde etme. |
intifa |
Sönme. Yanarken sönme. Ortadan kalkma. |
intifa' |
Bir şey ortadan yok olma. Aradan çıkma. ◊ Fayda te'min etmek. Menfaatlanmak. |
intifad |
Huk: Bir şeyi tamamen alma. Tükenme, bitme. |
intifah |
Şişkinlik. Şişmek. Kabarmak. * Vücud organlarından birinin büyümesi. |
intifal |
Nafile namaz kılma. |
intiha |
Son, nihayet, uç.İNTİHA': Eğilme. Dayanma, yaslanma. |
intiha-pezir |
f. Sona eren, nihâyet bulan. |
intihab |
Seçmek. Ayırıp beğenmek. İhtiyar ve âmâde eylemek. * Bir şey yerinden çıkmak. ◊ Kapışmak. Yağma suretiyle mal almak. |
intihabat |
(İntihab. C.) Yağmalar, talan etmeler, kapışmalar. ◊ (İntihab. C.) Seçilmeler, seçmeler. * Seçimler. |
intihabî |
İntihabla alâkalı, seçim ve seçme işlerine ait. |
intihac |
Yol bulma, varma, ulaşma. |
intihaî |
(İntihaiyye) Sona ve nihayete ait. Bitme ile alâkalı. |
intihak |
Zayıflatma, gücünü azaltma, kuvvetsizlendirme. * İşe yaramaz bir hale sokma. |
intihal |
Çalma. Başkasının malını kendisinin gibi iddia etme. * Edb: Başkasının yazısını kendisinin gibi göstermek. Onu benimsemek. Böyle şiire, sirkatî şiir de denir. |
intihar |
Kendi kendisini öldürmek. İdâm-ı nefs. |
intihaz |
Ayaklanmak. Depreniş. Kalkmak. * Yola veya sefere çıkmak. Şüru eylemek. ◊ Fırsat bilip kaçırmamak. Fırsat gözlemek. |
intika |
Bir şeyi seçme, ayırdetme. |
intikad |
İyi bilineni kötülemek. * Seçip ayırdetmek. * Kalp parayı gerçeğinden ayırmak. * Tenkid. * Fenni veya edebi eserlerin tarafsız bir nazarla incelenmesi sonunda fikir ileri sürülmesi. |
intikah |
İyi bir haber veya söz işitip sevinme. * Zayıflama, kuvvetsizleşme. ◊ Kemikten ilik çıkarma. |
intikal |
Bir yerden bir yere nakletmek. Tebdil-i mekân etmek. * Göçmek, geçmek. * Sirâyet. Bulaşmak. * Bir şeyin miras olarak kalması. * Bir mes'eleden diğer bir hususu veya neticeyi anlamak. More… |
intikalen |
İntikal suretiyle. |
intikalî |
İntikal ile ilgili. |
intikam |
Öç almak. Hınç ve acı çıkarmak. |
intikamat |
(İntikam. C.) İntikamlar, öç almalar. |
intikamcû |
İntikam almağa çalışan, öç almak isteyen. İntikam arıyan. |
intikas |
Eksilme. * İstibrâ için erkeklik organına su serpme. |
intikaş |
Nakışlanmak. Menkuş olmak. |
intikâs |
(Nüks. den) Başaşağı dönme veya düşme. |
intikaz |
Bozulma. * Çözülme, battal edilme.İNTİMA'Â: Birine mensub olma, intisâb etme. Bir kimseye bağlanma. * (Kuş) bir yerden uçup, başka bir yere konma. |
intilak |
Koyverip gitme. Salıverme, yollama. * Sevinme. |
intimas |
Kaybolma, belirsiz olma. |
intirak |
Gürleme. Patlama. |
intişa' |
Neş'et etme, gelişme, yetişme, neşv ü nemâ bulma. |
intisab |
(Nasb. dan) Dikilip durmak. * Yükseğe kaldırmak. * Bir mansaba tayin olunmak. * Gr: Kelimenin mansub olması (Bak: Mansub) ◊ (Nisbet. ten) Bir yere, bir kimseye mensub olmak. More… |
intişab |
Odun veya mal biriktirme. * Tutulup kalma. |
intisac |
(Nesc. den) Doku peyda eylemek. Doku, nesic hâsıl olmak. * Mensucat gibi iki taraftan çizgili ve dokumalı olma. |
intisaf |
Hakkını tam olarak alma, haklaşma. * Zaman, yarı olma. Vakit, yarıyı bulma. |
intisah |
Verilen öğütü dinleme, edilen nasihatı tutma. ◊ (Nesh. den) Kopyasını çıkarma. |
intisak |
Sıra ile düzgün olma, intizamlı oluş. |
intişak |
Burna bir şey çekmek. |
intisar |
Saçılmak. Dağılmak. * Püskürmek. * Toz kabarması. Kabarmak. * Buruna su çekmek. * Aksırıp tıksırmak. ◊ Yardım etmek. * Hakkını tamamen almak. * Öc ve intikam almak. |
intişar |
Dağılmak. Yayılmak. Üremek. * Tıb: Yorgunluktan damar şişip kabarmak. Umumileşmek. |
intitak |
Kemer veya kuşak bağlama. |
intiva |
Dürülmek ve cem' olmak. Bükülmek ve katlanıp sarılmak. |
intiya' |
İtaat etme, muti olma, söz dinleme. |
intiyah |
Ağlama, göz yaşı dökme. |
intiyan |
Yiğitlik evveli. |
intiyat |
Kendi reyi ile davranma, kendi istek ve iradesi ile hareket etme. * Asılı kalma. |
intiza' |
Koparıp alma, çekip koparma. |
intizac |
Çok ağlama, fazlaca göz yaşı dökme. * Tıb: Çıbanın olgun hâle gelmesi. |
intizah |
Suç ve kabahattan sıyrılma. Temize çıkma. * Def-i hâcet yaptıktan sonra temizlenme. Tahâretlenme. |
intizam |
Tertib, düzen, düzgünlak ve nizam üzere olmak. |
intizamin ilcai |
İntizamın zorlaması, mecbur etmesi, muztar kılması. |
intizamperver |
f. Her şeyi tertib ve düzenli yapan. İntizâmı çok seven. |
intizar |
(Nazar. dan) Gözlemek. Ümidederek beklemek. ◊ Adamak, nezretmek. |
inza' |
Çekip çıkarmak. * Soyunmak. * Zorla çekip çıkarmak. * Feragat. |
inzac |
İyice pişirip kıvamını buldurma. |
inzal |
(Nüzul. dan) İndirme. İndirilme. Nüzul ettirme. * Tenasül âletinden meninin çıkması. |
inzar |
(C.: İnzârât) (Nezr. den) Neticenin kötü olacağını bildirerek fenalıktan sakındırmak. Azab ve ceza va'detmek. ◊ (Nazar. dan) Te'hir etme, geciktirme. İmhal. |
inzarat |
(İnzar. C.) İhtarlar, tenbihler. |
inziac |
Yerinden koparma, sökülme. * Tas: Allah'a tam teveccüh ederek dünyevî emelleri bırakmak. |
inzibat |
Asayiş, düzen ve rahatlık. Umumi emniyetin iyi ve yolunda olması. * Sağlamlaşmak. * Polis vazifesini gören asker, ordu mensubu. |
inzibatî |
Emniyet ve asâyişe dair. İnzibata müteallik. İnzibatla alâkalı. |
inzicar |
Çekilmek, vazgeçmek. |
inzilam |
Zâlimin zulmüne boyun eğme. |
inzimam |
(Zamm. dan) Bir birine ilâve olunmak, katılmak. Yapışmak. Birbiri ile alâkalı oluş. ◊ Bağlanma. * Yular ile bağlanma. ◊ (Bak: İnzımam) |
inziva |
Feragat edip bir tarafa çekilmek. Bir işe karışmamak. Dünya işlerini bırakmak. Süfli ve hevesi işleri bırakıp ilm-i Kur'an ve imanla, ibadet ve taatla, Kur'ân ve imana hizmetle More… |
inziva-gerde |
f. İnzivaya çekilen. |
ip parasi |
Mc: Belâyı savmak için verilen şey. |
iplikhane |
Eskiden suç işlemiş kimselerin hapsedilip çalıştırıldıkları yere verilen addır. * Gemilere lüzumlu halatlarla yelken bezini yapan eski bir deniz müessesenin adı idi. |
ipnotizma |
(Fr. Hypnotisme) Telkin ile kabiliyetli bir kimsenin üzerinde, söz ve bakış ile elde edilen bir çeşit uyku hâli. * Uyuşukluk. İradesizlik hâli ve bu hâle ait vaziyetler. |
ipotek |
Fr. Bir borcun ödeneceği zamana kadar borçlunun alacaklıya vermiş olduğu değerli şey. Rehin. |
iptida |
(Bak: İbtida) |
ipucu |
Mc: Emare, işaret, alâmet, delil, vesika. |
ir |
t. Nağme, ezgi, basit türkü. * Ahenk, terâne. |
ir'â |
Otlatma. |
ir'ad |
Tehdid etmek, korkutmak. Muztarib etmek. * Kılıç parlatmak. * Kadın yüzünü kendisi açmak. |
ir'as |
Çekerek sarsma. ◊ Titretme. |
ira |
Bağış yapma, iyilikte bulunma. * Çakmaktan ateş çıkarma. Parlama. ◊ Karakter, seciye. |
ira' |
Mıknatıs. |
irab |
Tazı. * Yükrek at. |
irabe |
Şüphelendirme, şüpheye düşürme. |
irabet |
Yaramaz sözler söylemek, fuhşiyyat. ◊ Akıl, anlayış, kavrayış. |
irad |
Varid kılmak. Getirmek. Söylemek. * Gelir. Kazanç. Bir mal veya mülkün getirdiği kazanç. |
irad ü masraf |
Gelir ve gider. |
iradat |
(İrade. C.) İstemeler, buyruklar, iradeler, emirler, fermanlar. |
irade |
İstek, arzu. Dilemek. Emir. Ferman. * Bir şeyi yapmak veya yapmamak için olan iktidar, güç. |
iradet |
İrade, istek, dileme. * Gönül isteği. |
iradî |
İrade ile alâkalı, iradeye dâir. |
irae |
Göstermek, göstererek öğretmek. * Göz önüne koymak. * Gösteriş. |
irafet |
Kethüdâlık, reislik. Ululuk, şereflilik. |
iraga |
İsteme, irade etme. |
irahe |
(Rahat. dan) Rahatlandırma, rahat ettirme. |
irâk |
Dicle nehrinden aşağı Basra'ya kadar Şat Suyu'nun iki tarafı olan memleket. * Su kenarı. * Kökler, asıllar, bünyadlar. * Uzak. |
iraka |
Dökmek, akıtmak. ◊ (Bak: İrâka) |
irakî |
(Irâkiyye) Irak halkından, Iraklı. * Irak'a ait. |
iran |
Evin uzak olması. * Mıh, çivi. * Mızrak. Süngü. ◊ Tabut. * Neşeli ve mesrur olma. ◊ Fars memleketi. |
iras |
Sebeb olmak, vermek. Vâris kılmak, miras bırakmak, miras yemek. * Gerekmek. ◊ Devenin başını ayağına bağladıkları ip. ◊ (Ağaç) yapraklanma. * Yosun olma. |
irat |
Tehlikeye, vartaya düşürmek. |
iraza |
Kandırmak, kandırılmak. Râzı etmek. |
irb |
(İreb) Akıl. Zihin, zekâ. * Akıllılık. |
irba' |
(Ribâ. dan) Çoğaltma, artırma, fazlalaştırma. * Faize verip artırma. (Haramdır) |
irbab |
Bir yerde mukim olma. Bir mevkide devamlı olarak kalma. |
irbah |
(Ribh. den) Fayda ve kazanç elde etme. * Fâize para verme. |
irbaş |
Ağacın yeşillenip yapraklanması. |
irbe |
Akıllılık, zekâ. * Hile, oyun. |
irbiyan |
Teke, istakoz gibi deniz hayvanları. |
irca |
Sonraya bırakmak. * Kuyuya kenar yapmak. |
irca' |
Geri çevirmek, geri döndürmek. * Alışverişi faydalı kılmak. * Musibet vaktinde Allah'a sığındığını âyet okuyarak ifade etmek. |
ircaf |
(Bak: Recefe) |
ircal |
Birini yayan olarak yürütme. |
irda' |
Meme vermek, süt emzirmek. (Bak: İrza') ◊ Helâk etme, aşağı düşürme. ◊ (Bak: Irzâ') |
irdaf |
Ardısıra yürütme, yürütülme. |
irdafen |
Ardısıra yürüterek. |
irdam |
Üzüm veya hurma salkımı olan budak. |
ireb |
(Bak: İrb) |
irem |
Irmak kenarı. '* Su bendi. * Dere, vâdi. * Sert yağan ve taneleri iri olan yağmur. * Gözsüz köstebek. * Kemikten etin suyunu almak. ◊ Kurşun veya ok atılan nişan tahtası. More… |
iren |
Alt dudak. |
irfad |
Yardım etme, bağışta bulunma. Hediye verme. |
irfah |
Refaha ulaştırma, rahata kavuşturma. |
irfak |
Fayda vermek, işe yaramak. Kolaylık ve mülâyemetle tutmak. |
irfal |
Elleri sallıyarak yürüme. * Eteği sarkıtma. |
irfan |
'Bilmek, anlayış, tecrübe ve zekâdan ileri gelen zihnî kemal. * İkrar. * Mücazat. * Fık: Esrar-ı İlâhiyeye, iman ve Kur'an hakikatlarına vukufiyet. (İlim ile irfan ve ma'rifet More… |
irfaş |
Yeme içme ile uğraşma. * Bir yerde daimi oturma. |
irfitat |
Ufak ufak yapma, ufalama. |
irgab |
Rağbet ettirme. |
irgaf |
Hırsla bakma. * Hızlı yürüme. ◊ Hızla yürüme, hırsla bakma. |
irgam |
Aşağılatma. Hor, hakir kılma. * Burunu kırma. * Yere sürtme. * Galip olma. * Kahretme. |
irgan |
Bir işi kolaylaştırma. |
irgandi |
Yerinde oynama, sallanma, kımıldama. |
irgat |
(Rumca) Rençber, işçi. * Yapı işçisi. Amele. * Gemilerde demir zincirini toplamak için ve binalarda bazı ağır şeyleri kaldırmak için zincirlerle çevrilmiş, ufki bucurgat. |
irha |
Tatlılıkla ve kibarca hareket etme, yumuşak davranma, tatlı muâmele etme. |
irha' |
Gevşetme, aşağı salıverme ve sarkıtma. Koyverme, salıverme. * Dilmek, dilim dilim etmek. |
irhab |
Korkutma veya korkutulma. * Kaçırma. ◊ Bollanma, bol olma. Genişleme. |
irhaf |
Hamuru gevşek ve sulu tutma. ◊ Bileme. Keskinleştirme. |
irhak |
Sıkıntı ve eziyet etme. * Zorlama, sıkma. |
irhan |
Rehin koyma veya konulma. |
irhas |
Hayırlı işler yapmak. * Israr etmek. * Duvar yapmak. * Sağlam şey. ◊ Fiat indirmek, ucuzlatmak. |
irhasat |
Hayırlı işlerle uğraşmak. * Sağlam şey. * Ist: Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) nübüvvetinden evvel zuhur eden hârikulâde haller ki, bunlar peygamberliğine delil teşkil eden. |
irhem yareb |
Tıb: Bağırsak tıkanması veya dolanması. |
irin |
(Bak: Cerahat) |
irip |
Balık tutmak için atılan büyük ağ. |
iris |
yun. Gözümüzün saydam tabakasının arkasında olup, deliği, ışığın az veya çok miktarda olmasına göre genişleyip büzülen tabaka. Kuzahiye.İRKÂ': Geciktirme. * İftira etme. |
irk |
Nesil. Zürriyet. Sülâle. * Soy. Kök. Damar. |
irka' |
Akan kan veya göz yaşını silme, dindirme. |
irkab |
Huk: Öldükten sonra kanunî mirasçılarından başka bir kimseye de miras bırakma. |
irkâb |
(Rükûb. dan) Bindirme. * Binilecek hayvan verme. * Araba veya gemi gibi bir vasıtaya bindirme. |
irkâben |
Bindirerek, irkâb suretiyle. |
irkad |
Uyutma veya uyutulma. |
irkâh |
İnanma, itimad etme, güvenme. * Sığındırma, dayandırma. |
irkak |
Köle edinme. Cariye veya köle satın alma. * İnciltme. |
irkal |
Hızlı yürüme. |
irkan |
Kına yakma, kına sürme. * Safran ağacı, kızılağaç. * Tıb: Sarılık hastalığı. |
irkas |
Oynatma, raksettirmek. |
irkîl |
Belâ. Zahmet, meşakkât. * Çok güç nesne. |
irkiy |
(Irkıyye) Irkla ilgili, ırka âit. |
irma' |
Atma, fırlatma. |
irmad |
Fakir düşme. Sefil olma. * Göz ağartma. |
irmak |
Büyük akarsu, doğrudan doğruya denize dökülen nehir. |
irman |
f. Arzu, taleb, istek. * Dalkavuk. * Nedâmet, pişmanlık. * Dâvet edilmeden bir yere giden kimse. |
irmegan |
f. Saadet. İkbal, mutluluk, uğurluluk. * Terbiye eden, mürebbi. |
irmik |
Buğday gibi hububatdan elde edilen ve helva, çorba yapımında kullanılan iri taneli un. |
irmis |
Büyük taş. * Kuvvetli ve dayanıklı deve. |
irnîn |
Kaş tarafında burun ucu. * Her nesnenin evveli. |
irris |
Arslan yatağı. |
irs |
Vefat eden kimsenin vâsi olup malını almak. * Ölen yakın akrabadan kalan mal, miras, mülk. * Bir şeyin artığı. Fâsıla nişanları. ◊ Karı ile kocadan her biri. (Bak: Irs) ◊ More… |
irsa' |
Sağlamlaştırma, sâbit kılma. * Geminin demir atması. * Pâyidar olmak. ◊ Mızrak gibi sivri bir şeyle dürtme. ◊ Yerinden ayrılmama. Mukim olma. |
irşa' |
Rüşvet verme. |
irsad |
Gözetlemek. * Hâzır ve âmâde eylemek. * Mükâfat vermek. * Edb: Secili ve kâfiyeli bir cümlede ses uyumundaki ana sesi önce tanıtıp, ondan sonra gelecek kelimeyi tanıtma sanatıdır. More… |
irşad |
Doğru yolu göstermek. Akli ve kalbi, mukni ve te'sirli eserler veya sözlerle gafletten uyandırıp hidâyet yolunu göstermek. Cadde-i kürba-yı Kur'aniye yolunda selâmetle devam More… |
irşadat |
(İrşad. C.) İrşadlar. Hak ve hakikatı ve doğru yolu bildirmeler. İkazlar. (Bak: İrşad) |
irşaf |
Suyu yavaş yavaş ve yudum yudum içme. |
irsah |
Yerinde tutma, durdurma. Bir şeyi sağlamlaştırma. |
irşak |
Bir şeye dik bakma. Dosdoğru etme. |
irsal |
(Resul. den) Göndermek, gönderilmek, yollamak. * Havale kılma. * Salıvermek. Kendi haline koymak. * Sürü sahibi olmak. * Elçi gönderme. |
irsalat |
(İrsal. C.) Göndermeler. Gönderilen şeyler. |
irsaliye |
Makbuz. * Her hangi bir yere gönderilen eşya veya malların listesi. |
irsan |
Muhkem ve sağlam kılma, rasanet verme. |
irsas |
Eskitme, yıpratma. Eskitilme, yıpratılma. |
irsen |
Miras olarak, anadan, babadan geçmek yolu ile. |
irsî |
Gelincik dedikleri hayvanın rengine benzer bir renk. ◊ Miras ile alâkalı, irse âit ve müteallik. |
irsiyet |
Verâset. Aile ve soydan geçen benzerlik. |
irta' |
Zoraki ve istemeyerek gülme. ◊ Otlatma veya otlatılma. |
irtab |
Dikme veya dikilme. |
irtac |
Bir kimsenin sözünü kesme, konuşturmama. * Devamlı yağmur ve kar yağma. * Kapıyı örtme, kapama. * Kıtlık her tarafa yayılma. |
irtam |
Hatırlamak için parmağa iplik bağlama. |
irtat |
Tenbellik etme. Yerinden kımıldamama. |
irtecek |
f. Şimşek, berk. |
irtia' |
Düşünmek, istikbali düşünme. ◊ (Ra'y. den) Otlatma. |
irtiab |
(Ru'b. dan) Ürkme, korkma. |
irtiad |
(Ra'd ve Ri'd. den) Iztırablı ve sıkıntılı olmak. * Deprenme. Titreme. |
irtiaf |
İleri geçme, ilerleme. |
irtias |
Silkinme, sıçrama, deprenme. ◊ Küpe takma. |
irtiaş |
Ra'şeye tutulma, titreme, sarsılma. |
irtiba' |
Bahar mevsiminde güzel bir yerde oturma. |
irtibab |
Kokulu şeyler yapma. * Bir çocuğu büluğ çağına varıncaya kadar besleme. |
irtibah |
Yükselme, yükseğe çıkma. |
irtibak |
Karışık ve çapraşık bir işe girişme. * Karaca, geyik gibi hayvanların tuzağa düşmeleri. * Bir kazâya uğrama. ◊ Çamura batma. * Dolanbaçlı konuşma. * Karışma. * Bir işi aksi. |
irtibal |
Bir malı çoğaltma. Bereketlendirme. |
irtibas |
Perişan ve zor durumda kalma. * Pek karışık ve sıkışık olma. ◊ Dağılma. |
irtibat |
Bağlanmak, raptedilmek. Muhabbet, dostluk ve alâkadarlık. * Düşmana karşı cenk için hudutta at sahibi olmak. |
irtica |
Geri dönmek. Ric'at etmek. Eski hayat tarzına dönmek. ◊ Ummak, ümidetmek, rica etmek. |
irticac |
Çalkanmak. Heyecana gelme. * Sarsıntı. Muztaribane hareket etmek. |
irticaf |
(Recfe. den) Sarsma, sarsıntı, çalkalama. Tahrik. |
irticaî |
(İrticaiye) İrtica ile alâkalı. |
irtical(en) |
Hazır cevaplılık. Düşünmeden ve birdenbire açıkça güzel söz veya şiir söylemek. |
irticaliyyat |
Düşünmeden, içinden doğarak söylenen sözler. |
irticam |
Birşey üstüste katlanma. |
irtican |
Adamın işi gücü bozulma. |
irticas |
Gök gürleme. * Top bürünme. |
irticaz |
Kısaltma, ihtisâr. |
irtida |
(Ridâ. dan) Örtünme, bürünme. |
irtida' |
Dinin yasak ettiği şeyleri yapmama, geri durma. ◊ Süt emmek. |
irtidad |
Din değiştirmekle mürted olmak. İslâmiyetten çıkarak dinsiz olmak. * Geri dönmek. (Bak: Mürted) |
irtidaf |
(Redif. den) Ardından gitme, ardına düşme, peşinden koşma. |
irtifa almak |
Öğle vakti, güneşin yüksekliğini ölçerek zamanı belirlemek. * Yükselmek. |
irtifa' |
Yükseklik. * Yukarı kalkmak. Kaldırmak. Terakki. |
irtifad |
Kazanma, kesbetme, kazanıp kâr etme. |
irtifaen |
Yükseklikçe, yükseklik bakımından. |
irtifak |
Bir yere dayanma. * (Kap) dolma. * İhtiyaç duyma. * Arkadaşlık etme. * Tıb: İki kemiğin hareketsiz kalmak üzere mafsallanması. |
irtifas |
Fiatların yükselmesi, pahalılık. |
irtigab |
(Rağbet. den) Heveslendirme, isteklendirme, rağbet ettirme. |
irtiha' |
Katılma, karışma. |
irtihal |
Bir yerden başka yere göçmek, gitmek. Nakl-i mekân etmek. * Ölmek. |
irtihan |
(Rehn. den) Bir şeyi rehin olarak alma veya alınma. |
irtihas |
Ucuz saymak veya sayılmak. |
irtihaş |
Rahatsız olma, huzuru kaçma. Sıkıntı ve ıztırâb içinde bulunma. |
irtihaz |
Rezil rüsvay olma. Kepaze olma.İRTİKA': Yükselme, yukarı çıkma. * Daha yüksek yerlere ve mevkilere erişme. Yüksek derecelere ulaşma. |
irtikâ' |
Güvenme, dayanma. |
irtikab |
Bekleme, gözleme. * Ümit etme, umma. |
irtikâb |
Bir işe girişmek. * Kötü bir iş işlemek. Rüşvet almak gibi çirkin bir şey yapmak. * Bir makamı âlet ederek, hakkı olmayan para veya malı hile ile almak. |
irtikak |
Söz gücü olan kimsenin, söz söylemekten âciz kalması. |
irtikam |
Yığılma, üst üste birikme. |
irtikas |
Baş aşağı olmak. * Bir hâdiseye yakalanmak. |
irtikaş |
Harpte askerlerin birbirine karışması. |
irtikaz |
Çocuğun, ana karnında kımıldaması. * Çalkanıp durma. * Acı çekme, ıztırâb duyma. ◊ (Rekz. den) Dikilme. * Bağlanma. * Tıb: Nabız atma. |
irtima' |
Birbirine atışma. |
irtimas |
Suya dalma, dalıp gitme. Dalgıçlık. |
irtimaz |
Yerinden kaldırıp sıçratma. * Birini koruma, himâye etme. ◊ Iztırab ve acı içinde kıvranma. * Remzetme. |
irtir |
Yerinden ayrılmak. |
irtisa' |
Dişler sık olma. * İki şey, birbirine bitişik olma. * Taneleri, iki taş arasında döğüp parçalama. |
irtişa' |
Rüşvetçilik. Rüşvet almak. |
irtisad |
İstif etme. Birbiri üstüne düzgün bir şekilde yerleştirme. |
irtişaf |
Emerek ve azar azar içme. * Tıb: Vücudun her hangi bir yerinde toplanan suyun, dışarı atılması. |
irtişah |
(Reşha. dan) Sızma, terleme. |
irtisam |
Resmedilmek, resmi çıkmak, resimli ve nişanlı olmak. * Emrolunan şeye imtisâl etmek. * Cenâb-ı Hakkı tekbir ve O'na ilticâ etmek. |
irtisas |
Yayılma, meşhur olma, şüyu bulma, şâyi olma. |
irtitac |
Konuşurken kekelemeye başlama, dili tutulma. |
irtiva' |
Suya içerek kanma. * Tıb: Vücuttaki organ ve eklemlerin kuvvetlenip kalınlaşması. |
irtivah |
Nöbetle çalışma. |
irtiya' |
Ürkme, korkma. |
irtiyab |
Duraklama, şüphelenme, tereddüt. |
irtiyad |
Bir kimseden bir şey isteme. |
irtiyah |
(Rîh. den) Genişleme, ferahlama, feraha erme. * Rüzgârlanıp rahatlama. |
irtiyaz |
Riyâzet yapma, nefsine eziyet etme. |
irtiza' |
(Rıza. dan) Razı olma, rıza gösterme, uygun ve münasib bulma. Kabul etme. * Beğenme, seçme. ◊ Bir şey eksilme, ziyân görme. ◊ (Rızâ. dan) Memeden süt emme. |
irtizah |
Biraz bahşiş alma. * Özür dileme. |
irtizak |
(Rızk. dan) Rızık alma, rızıklanma. |
irv |
(C.: Arâ) Cemaat, topluluk. |
irva |
Bolca sulamak. Suya kandırmak. * Birisine hadis veya şiir rivayet ettirmek. |
irva ve iska |
Sulama, suya kandırma. |
irz |
Namus. Temizlik. Cinsî haysiyet. * Ehil ve ıyal. İnsanın korumağa mükellef olduğu nefsi, hasebi, şerefi ve mahremleri, zemmedilecek veya medhedilebilecek durumları. |
irza |
Bir kimseyi râzı etmek, gönlünü yapmak, kandırmak. ◊ Çayırlık, çimenlik. Otu bol olan yer. ◊ Çayırlık. Otluk yer. |
irza' |
Meme vermek, süt emzirmek veya emzirilmek. |
irzâ' |
Emzirmek veya emzirilmek. |
irzak |
Rızıklandırmak, maddi veya mânevi ihtiyacını vermek. |
irzal |
Bağcıların arslan korkusundan dolayı ağaçların üzerinde yaptıkları yatak. * Avcıların, yatağında topladıkları kuru ot. |
irzim |
Sağlam, sert ve dayanıklı. * Şiddetli toplayıcı. |
irziz |
Dik ses. * Titreme. * Dolu tânesi. |
is |
(Iss) t. Bayındırlık, mâmuriyet. Şenlik. * Ses. * Sâhib. Mâlik. * Efendi. ◊ Dumandan hasıl olan siyah madde. Kurum. |
iş'a' |
Güneş, ışığını dağıtma. Şuâlanma. |
is'ab |
Güç. Çetin bulmak. Güçleştirmek. Zorlaştırmak. |
iş'ab |
Ölme, irtihal etme. |
is'ad |
Yukarı çıkarmak. Yükseltmek. * Mekke-i Mükerreme'ye gitmek. * İnbikten geçirmek. ◊ Yükseltmek, yukarı çıkarmak. * Mekke-i Mükerremeye gitmek. ◊ Mes'ud etmek. More… |
is'af |
Birisinin arzusunu, istediğini kabul etmek ve yerine getirmek. ◊ Birisinin arzusunu, istediğini kabul etmek ve yerine getirmek. |
iş'al |
Şulelendirmek. Yaymak, alevlendirmek. Tutuşturmak. Parlatmak. Şiddetlendirmek. |
is'ar |
Narh koyma, fiat veya pahâ biçme. ◊ Enaniyet ve kibirle surat asma. ◊ Çocuğun diş çıkarması. |
iş'ar |
Yazı ile haber vermek. Anlatmak, bildirmek. |
iş'arat |
(İş'ar. C.) Tebliğler, bildirmeler. |
is'as |
Gece karanlığı başlamak, karanlık basmak. * Karanlığın açılması. * Bulutun yere yakın olması. * Peşinden gitmek. |
işa |
(Ağaç) çiçek açma. |
isa' |
Zenginleştirme veya zenginleştirilme. * Genişletme. ◊ Teselli verip sabra irşad etmek. |
işâ' |
Yatsı zamanı. Akşam ile yatsı namazı arasındaki vakit. * Güneş batmasından ertesi günü fecre kadar olan zaman. |
işa' |
(Bak: Işa) |
işaa |
Bir haberi yaymak, duyurmak. Bir şeyin şuyuuna, yayılmasına sebeb olmak. |
işâân |
Akşam ile yatsı. |
işaat |
(İşâa. C.) Haber yaymalar. |
isabe |
(C.: Asâib) Cemaat, topluluk. * Tıb: Yaraları sarmakta kullanılan bağ, yara bantı. * Başa sarılan ve şeâir-i İslâmiyeden olan sarık. |
işabe |
Saç ve sakal ağartma, beyazlatma. Genç yaşta saç ve sakal ağarması. |
isabet |
Rastlamak. Doğruca varıp erişmek. Doğru düşünmek, matluba uygun iş işlemek. ◊ Ecir, mükâfât, karşılık vermek. * Doldurmak. |
isabetkâr |
f. Doğru rastlayan. İsabetli. |
işade |
Çağırmak. Sesini yükseltmek. * Dünyevi matluba yetişmek. * Binayı yükseltmek. |
isadet |
Avlatmak. |
isaet |
(Sû'. dan) Kötü iş işlemek. Kötülükte bulunmak. Yaramazlık. ◊ Bir işte ihmal ile zarar verme. |
işaeyn |
Akşam ile yatsı zamanı. ◊ (Bak: İşâân) |
isaf |
Asr-ı saadetten evvelki câhiliyet devrinde Mekke putlarından birinin adı. ◊ Eseflendirmek. Esef vermek. * Hışım ve gadab etmek. Öfkelenmek. |
isaga |
Kuyumculuk yapma. * Eritilmiş maddeleri kalıba dökme. ◊ Kolaylıkla ve rahatlıkla yutulma. ◊ Kalıba dökme veya dökülme. |
isah |
(Vesah. dan) Kirletme veya kirletilme. |
isaha |
Kulak verip dinleme. |
işaha |
Misvâk kullanma. |
isaka |
Akıtma. * Arkadan sürme. Sevk etme. |
isal |
Ulaştırmak, vâsıl etmek. Yetiştirmek. |
isale |
Akıtmak, dökmek. * Seyyal kılmak. Cereyan ettirmek. |
isalet |
Hamle yapmak. * Ulaşmak. |
isam |
(İsm. den) Ceza. Bir kabahat veya suçun gerektirdiği netice, karşılık. ◊ Göze çekilen sürme. * Kırba bağı. * Kırba örtüsü. ◊ Günaha sokmak, günaha sokulmak. |
isar |
Kendisi muhtaç olduğu halde başkasına nimet vermek, cömertlik, ikrâm. * İhtiyar etmek. * Yumuşatmak. * Dökmek, serpmek. Saçmak. ◊ Keçinin memesine takılan torba, kese. ◊ More… |
işar |
Birlikte geçinmek, muâşeret etmek. Hoş geçinmek. ◊ (Aşerâ. C.) On aylık hamile develer. ◊ Birlikte geçinmek. Muâşeret etmek. |
işarat |
İşaretler. |
isare |
Koparmak, kaldırmak. * Tozu havaya kaldırmak. ◊ Esir etmek ve gezdirmek. * Bağ, bend. ◊ Çadır kazığı. * Çadır ipi. |
isaret |
Meylettirmek, eğmek. |
işaret |
Bir şeyi bir vasıta ile (el, göz, kaş veya parmakla) göstererek bildirmek. * Nişan, alâmet, belli bir iz. * Ist: Doğrudan doğruya olmadan, hatırlatma suretiyle verilen emir. |
isas |
Çok sık ve uzun saç veya bitki. |
isase |
Zenginlik, servet. * Göz ucuyla bakma. * Cemiyet, topluluk. |
isata |
Seslenme, ses çıkarma. |
isave |
Gammazlık, ağız karalığı. |
işaya |
(Işâ. C.) Akşam ezanından yatsı ezanına kadar geçen zamanlar. |
isb |
Kasık tüyü. |
isba' |
Tulu etmek, meyletmek. |
işba' |
Doyurmak, açlığı gidermek. Doymak. * Fiz: Bir sıvının içinde, belli bir cisimden eriyebilecek en çok miktarın erimiş bulunması. * Edb: Arap nazmında, kafiye veya vezin zaruretinden dolayı More… |
isbah |
Seher vakti. Sabah vakti. * Gafil olmamak. Uyanıklık. ◊ (Sebh. den) Yüzdürme, suda yüzdürülme. |
isbal |
(Sebl. den) Yollama, gönderme veya gönderilme. |
isbar |
Sabrettirmek. |
işbaşi |
t. Bir işte çalışanların başı, reisi. * İşe başlama saati. |
isbat |
Doğruyu delil göstererek meydana koymak. Delil ve şâhitle bir fikrin sıhhatını göstermek. İtiraf, ikrar ve tasdik etmek. * Sabit ve muhkem kılmak. * Bâki ve pâyidar eylemek. * Delil. Bürhan. More… |
isbi' |
(C.: Esâbi) Parmak. * Ölçü parmağı, arşının yirmidörtte biri. ◊ (Usbu'-Asba'-Asbi') Parmak. |
işbu |
İşte bu. Bu, şu. |
işca' |
Yenme, ezme. * Kederlendirme, hüzün verme, üzme. |
işcar |
(Şecer. den) Ağaç yetiştirme. Ağaçlandırma. |
işcaz |
Kederlendirme, üzme, hüzün ve gam verme. |
isda' |
(Sadâ. dan) Yankı. Aks-i sada. Sesin bir yere çarpıp dönmesiyle duyulan ikinci ses. |
isdad |
Men'etmek, engel olmak, geri döndürmek. |
isdak |
Verilecek parayı kadının nikâhında tesbit edip kararlaştırma. |
isdar |
(Sudur. dan) Çıkarma, çıkarılma, sudur ettirme. * Deveyi sudan geri döndürmek. * Rücu ettirmek, geri döndürmek, vazgeçirmek. |
işe |
f. Orman, sık ağaçlık. * Câsus, hafiye. |
isevî |
Hz. İsa'nın (A.S.) dininden olan. Nasrani. Hristiyan. |
iseviyyet |
Hristiyanlık. |
isfa' |
Arındırılmak. Hâli olmak. |
işfa' |
(Şifâ. dan) Hastaya şifalı şeyler verme. Hastanın iyileşmesi için çeşitli çarelere başvurma. |
işfaf |
Üstün tutma. |
isfak |
Kapıyı örtmek. * El ile bir nesneye erişmek. |
işfak |
Acıyarak sakınma. Şefkat ve inayet etme. * Sevme. * Sakınma ve korkma. * Azaltma. * Lütfetme, bağış, ihsan. |
isfar |
Sabah namazının ortalık aydınlanırken kılınışı. |
isfenc |
Sünger. |
isfence |
(İsfencî) Süngere benzer, sünger biçiminde, süngerimsi. |
isfenciye |
Süngerler. |
isfend |
Şarap. |
isfendan |
f. Beyaz biber tohumu. * Akçaağaç. |
isfid |
f. Beyaz, ak. |
isfirar |
Sararmak. Sarı olmak. ◊ (Bak: Isfirar) |
isga |
(Bak: Sagat) |
isga' |
Söylenilen bir sözü dinleyip kabul etme ve yapma. * Söylenilen bir sözü kulak verip dinleme. * Meyl etmek. * Eksiltmek. |
işgal |
Zabtetme, istilâ etme. * Birisini işten alıkoyma, başka şeyle meşgul etme, oyalama, uğraştırıp kendi işine mâni olma. |
isgar |
(Sagir. den) Hakir ve hor görme. * Küçültme. |
işgene |
f. İhiyarlıktan veya kızgınlıktan dolayı yüzde hâsıl olan buruşukluk. |
işgere |
f. Şâhin, atmaca ve doğan gibi av için kullanılan terbiye görmüş kuş. |
işgerf |
f. Dayanıklı, sağlam, kalın. * Şan, nam, ün, şeref. |
işgüç |
t. Meşguliyet, vazife, memuriyet. |
işgüfe |
f. İstifrağ, kusma. * Çiçek. |
işguh |
f. Yere yıkılış, yüz üstü kapanış. |
işgüzar |
f. Becerikli, çalışkan. * Kendini göstermek için gerekmezken işe karışan. |
isha' |
Gökyüzünün açık ve bulutsuz olması. |
işha' |
(Şehi. den) İstenileni verme. * Göz dikme, almak isteme. ◊ Ağız açma, ağzını açma. |
ishab |
Çok söylemek. * Türlü şeylerden renk değiştirmek. * Bir şeye fazla tama' etmek. * Kuyu kazıp suyu bulamamak. * Zehirlenme veya hastalıktan dolayı renk değişmesi. * Kuzu, anasını emmek. * More… |
işhad |
Delil getirme, delil olarak gösterme. Şehadet ettirme, şâhid gösterme. * Şehid olma. |
ishak (a.s.) |
Kur'ân-ı Kerim'de adı geçen peygamberlerdendir. İbrahim (A.S.)ın oğludur. Yakub (A.S.)ın babasıdır. |
ishal |
Mülâyim ve düz bir yere varmak. * Tıb: Barsakların iltihabından soğuk algınlığından hâsıl olan sürgün, iç sürme. |
isham |
Biçim vakti yetişmek, hasat zamanının gelmesi. |
ishan |
Aslında kalınlık demek olan sihan ve sehânetten kalınlaştırmak demektir. Siklet de sehanetin lâzımı olmak itibariyle 'Falan kimseyi, hastalığı veya yarası ağırlaştırdı, yerinden. |
ishar |
(Sıhriyyet. den) Akrabalık, yakınlık, kurbiyet, sıhriyet. Damat olma. Damat edinme. * Ulaşmak. * Erimek. ◊ Uyundırma. * Gece uyutmayıp, uyanık durdurma. |
işhar |
Ün alma, meşhur olma, şöhret kazanma. * Kadın, doğum yapacağı aya girme. |
işhas |
Fesatçılık ve dedikoduculuk yapma. Çekiştirme. Gıybet etme. ◊ Gitme zamanı gelip çatma. * Tedirgin ve rahatsız etme. |
ishat |
Darıltma, gücendirme. |
işhaz |
Keskinleştirme, bileme. |
ishîrar |
Ot kurumak. |
isik |
Çukurluk, engebelik. Çukurlu. |
isimlik |
Tar: Saraylılar tarafından gönderilen hediyelik şeylerin kimin tarafından gönderildiğini belirten adres pusulası. |
işir |
(C.: Aşâr) Çanak çömlek parçaları. |
işk |
(Bak: Aşk) |
iska |
Su vermek, sulamak. ◊ (Bak: İska) |
işka |
Sarmaşık adı verilen bir bitki. |
işka' |
Şikâyet ettirme. * İntikam alma, öç alma. * Darıltma, gücendirme. ◊ Şaki ve bedbaht eylemek. |
iskab |
Ateş yakma. |
iskaça |
Gemi direğinin ayaklığı. |
iskal |
Ağır bir şey yüklemek. |
işkâl |
Güçleştirme, müşkilleştirme. * Zorlaştırma. * Şüpheli ve karışık olma. |
iskalara |
Gemi arması merdiveni. * Harp gemilerinin sol taraflarındaki merasim merdiveni. |
iskalariya |
Geminin üst kısmına çıkabilmek için iskele, yani merdiven teşkil etmek üzere çarmıhlara aykırı ve kazık bağı ile bağlanmış ince halatlar. |
iskalarya |
ing. Çarmıkların halat basamakları. |
işkampaviya |
İtl. Harp gemilerinden asker naklinde kullanılan en büyük filika. İşkampaviya'lar sandal büyüklüğünde, yalnız ondan daha geniş ve yüksekti. Karaya asker sevkiyatında, gemiye erzak ve More… |
iskân |
Yerleştirmek. Bir yeri mesken yapıp oturmak. * Sâkin. |
iskandil |
ing. Denizin derinliğini ölçmeğe yarayan ve gemilerde kullanılan bir âlet. * Bir şeyin hakikatını anlamağa çalışma. Yoklama, deneme, tecrübe etme. |
iskaparma |
İtl. Bir gemiyi toptan kiralama. |
iskar |
(Sekir. den) Sekir verme, sarhoş etme. |
işkâr |
f. Av. * Avlama. |
iskarça |
İtl. Geminin yükünün pek sıkı olarak istif edilmesi. |
iskarlat |
İtl. Eski devirlerde Venedik mensucatından, boyası has ve kumaşı dayanıklı bir nevi çuhanın adı idi ve şarkta pek makbuldü. Yeniçeri Ocağı ileri gelen ağalarına, sekbanbaşıya ve yeniçeri More… |
iskarmoz |
Gemilerin kaburgalarını teşkil eden eğri ağaçlar. * Kayıklarda kürek takılıp çekilen ağaç çiviye de bu ad verilir. ◊ Kayık ve sandallarda kürek takılmak üzere yan kenarlara More… |
iskarpin |
Fr. Konçsuz veya yarım konçlu zarif ayakkabı. Alafranga hafif kundura. |
iskarso |
İtl. Yelkenleri doldurur dik rüzgâr. * Geminin götürü olarak kiralanması. |
iskarta |
Herhangi bir sebepten dolayı değerini kaybetmiş mal. |
iskat |
Düşürmek. Düşürülmek. Aşağı atmak. Hükümsüz bırakmak. * Silmek. * Ölünün azaptan kurtulması ümidi ile ölen kimse nâmına dağıtılan sadaka. ◊ (Bak: Iskat) |
iskât |
Sükût ettirmek. Cevap veremiyecek hâle getirmek. Susturmak. * Kandırmak, râzı etmek. |
iskele |
Binada yüksek yerleri yapabilmek için kurulan geçici sal. * Deniz nakil vasıtalarının yanaşabilmeleri için deniz kıyısında yapılan yer. * Deniz kenarında ve deniz vasıtalarının yanaşmasına More… |
iskelet |
Fr. Vücudun kemik çatısı. |
işkembe |
f. Geviş getiren hayvanların midesinin en büyük kısmı. * Karın. |
işkence |
F. Eziyet, azab. |
iskendan |
f. Kilit. |
iskender |
(M. Ö. 356-323) Aristo'dan ders almış bir imparatordu. İskender-i Rumi de denir. Bundan başka ismi geçen bir de İskender-i Zülkarneyn vardır. (Bak: Zülkarneyn) |
iskerek |
f. Hıçkırık. |
işkeste |
f. Kırık, bitik. Kırılmış. |
iskete |
Güzel ve çok öten sarı kanatlı bir cins küçük kuş. |
işkî |
İki ucu saplı eğri bıçaktır ve deri ve tahta kazımakta kullanılır. |
işkil |
f. Şüphe, vesvese. Vehimlenmek. * Hile, tezvir. * Sağ ön ayağı ve sol arka ayağı beyaz olan at. |
iskiz |
(İskize) f. Hayvanın sıçrayıp kıç atması. * Hayvanın ürkerek attığı çifte. |
iskolastik |
(Bak: Skolastik) |
iskona |
İtl. Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan iki direkli yelkenli harp gemilerine verilen addı. |
iskonto |
(Bak: Tenzilât) |
iskota |
İtl. Büyük yelkenleri kullanmaya yarayan ip. |
işküfe |
f. Çiçek. |
iskuna |
ing. İki direkli bir nevi yelkenli gemi. |
işkünc |
f. Çimdik. |
isla' |
Ateşte kızdırmak. Ateşte yakmak. ◊ Teselli verme, avutma. |
islab |
Giderme, selbetme. Kapıp götürme. |
islac |
Kara tutulma. Karlı olma. |
islaf |
Para peşin, mal veresiye olan bir alışveriş. * Tarlayı aktarmak. |
islah |
İyileştirmek. Düzeltmek. Kusurları gidermek. (Nefsini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez. S.) ◊ (Bak: Islah) |
islahat |
Kusurları ve eksiklikleri gidermek için yapılan işler ve düzeltmeler. |
islahatperver |
Islahat taraftarı, ıslahatı seven. |
islahen |
Islah ederek, düzelterek. |
islahhane |
Tar: San'at mekteblerine önceleri verilen isim. * Islah evi. |
islahî |
(Islahiyye) Islah etmeye ve düzeltmeğe dair. Düzeltme ile alâkalı. |
islahpezir |
Islah edilebilir olan. Düzeltme ve tâmir kabul eden, ıslaha kabiliyeti olan. |
islak |
(Silk. den) Düzenleme, sıraya koyma. * Yola getirme. * Diziye geçirme. * Mesleğe sokma, sokulma. |
islal |
(Sell. den) Kılıcı sıyırıp çıkarma. * Verem etme, verem uğratma. |
islâm |
(Selâm. dan) İtaat, inkıyad, bir şeye teslimiyet. Din. * Ist: Hz. Muhammed'in (A.S.M.), Allah'ın emriyle insanlara bildirdiği din. |
islambol |
Eskiden İstanbul yerine kullanılan bir tabir idi. Ulema takımı yakın zamana kadar zarfların üzerine İstanbul yerine İslâmbol yazarlardı. |
islamî |
İslâm dinine mensub, İslâm ile alâkalı. |
islamiyan |
f. İslâmlar. |
islamiyet |
'İslâmlık. * İslâm oluş. Teslimiyet, inkıyad, bağlılık, hakka tarafgirlik ve iltizamdır.(İslâmiyet güneş gibidir, üflemekle sönmez; gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü More… |
islas |
Üçe bölme. Üç aded yapma. |
islav |
Fr. Rus, Ukran, Beyaz Rus, Çek, Slovak, Leh, Sloven, Sırp, Hırvat ve Bulgar gibi milletlere, lisanlarındaki yakınlık dolayısıyla verilen ortak isim. |
işlek |
t. Çok işler, fazlaca işlenen. * Tecrübeli, idmanlı, alışık. |
islî' |
Boynu ince ve başı fındık gibi yumruca olan yılan. |
islihmam |
Ayak üstüne durmak. |
islim |
(Bak: İstim) |
islît |
Zinetli kılıç, üzeri süslenmiş kılıç. |
ism |
(İsim) Ad, nâm. * Ist: Bilinen veya bilinmeyen, hissedilen veya hissedilmeyen herhangi bir şeyi birbirinden ayırmak, tanımak veyahut zihne getirmek için kullanılan söz veya lâfız. * Man: Tam. |
isma |
Yükseltmek. * İsim koymak. |
isma' |
İşittirmek, sesini duyurmak, bir sözü istenilen yere ulaştırmak. |
ismah |
Cömert ve eli açık olma. * İtâatli ve bağlı etme. |
ismam |
Şişenin ağzını tıkama. * Sağırlaştırma, duymaz hâle getirme. ◊ Sona erdirme, bitirme, tamamlama. |
işmam |
Hafif olarak duyurmak, koklatmak. Hissettirmek. * Kibirden dolayı başı dik yürümek. * Tecvidde: Bir harfe zamme veya kesre vermek ve bunu hafifçe hissettirmek. Harfin sesini genizden More… |
ismar |
(Semere. den) Meyve ve semere vermek, fayda vermek. ◊ Mıhlama, çivileme. |
işmar |
Göz kırpma, işaret. |
ismarlama |
Sipariş verme, emanet etme. Hususi siparişle yaptırılmış, hazır alınmayan. |
ismat |
'Susturma, sükut ettirme. * Men'etmek. * Tecvidde: Harfi söylerken lisana ağır geldiğinden, kendilerinden yalnız aslı rübâî olanlar ile, hümasi olanların terkibi men'. |
ismen |
Sadece isimle, gerçekten olmayan. |
ismet |
'Günahsızlık, mâsumluk. Günahlardan kaçınmak melekesine sâhib olmak. Suçsuzluk. * Peygamberlik vasıflarından birisidir. Peygamberler (A.S.), hiç bir zaman gizli, âşikâr herhangi bir More… |
ismetlü |
Tar: Derece bakımından yüksek kimselere, sultan ve şehzâdelerin hanımlarıyla kızlarına verilen bir ünvan idi. |
ismetmeâb |
İsmetlü. Günahsız. Haramdan ve nâmusa dokunur hâllerden çekinen. |
ismetpenah |
İsmetlü, ismetmeâb. |
ismî |
'(İsmiyye) İsme mensub, isimle alâkalı. İsmen olup aslen olmayan, varlığı isimden ibâret olan. İsim cinsinden. * Arabçadan iki isimden, yani; müsned ile müsned-i ileyhten mürekkep More… |
ismî ve sifatî |
İsme ve sıfata ait. |
ismi'lal |
Muhkem olmak, sağlam olmak. * Otların birbirine dolaşmaları. |
işmi'zaz |
Can sıkma, üzülme, yüzünü ekşitme. * Titreyip ürperme. |
ismid |
Sürme taşı. * Cenab-ı Peygamber'in kullandığı ve tavsiye ettiği bir cins kırmızı sürme. |
ismirar |
(Semrâ. dan) Esmerleşme, kara olma, kararma. |
ismiyyet |
İsim olma hâli, isimlilik. |
isna |
Yukarı kaldırmak, yükseltmek. * Değerini yükseltme. * Ateş alevinin yükselmesi. * Bir sene bir yerde kalmak. ◊ Medih ve senâ etmek, sitâyişte bulunmak. * Şükretmek. |
isna aşer |
Oniki. |
isna' |
Yardım etme, yardımda bulunma. |
isnad |
Bir söz veya haberi birisine nisbet etmek. * Peygamberimiz'in (A.S.M.) sözlerini sırası ile kimlerden nakledildiğini bildirmek. * Bir nesneye, bir şeye dayanmak. * Birisi için, bir şeyi More… |
isnadat |
(İsnad. C.) İsnadlar. Bir kimseye yükletilenler, nisbet edilenler. |
isnadî |
İsnad etmekle alâkalı. |
isnadiyyat |
İsnad ile ilgili düşünceler. * Aslı esası olmadığı halde birisine isnad edilen sözler. |
isnaf |
Yel ve toz savurma. |
isnak |
Mal, mülk, servet ve makamın, insanı azdırması. |
isnakat |
El darlığı. * Men'etmek, engel olmak. |
isnam |
Ateşin alevi büyüme. * Duman ve toz havaya çıkma. |
isnan |
Israr etme, inat etme, ayak direme. * Gücenme, darılma. * Gururlanma, kibirlenme. ◊ (Sinn) Yaşlanmak. İhtiyarlamak. * Diş çıkarmak. ◊ İki. * Pazartesi. |
isnevî |
İki ile alâkalı. * Pazartesi günü ile alâkalı. * Her pazartesi günleri oruç tutan kimse. |
isneyn |
İki. (2) * Pazartesi günü. |
isneyniyyet |
İkilik, ikiden ibaret olma. |
işnuşe |
f. Aksırık. |
ispah |
(İspeh) f. Asker, nefer, er. |
ispanyol |
İspanyalı. |
isparçana |
Halatın üzerine sarılmış olan ip. * Halatın yapıldığı bükmelerin herbiri. |
isparçene |
İtl. Halatın üzerine sarılan kendir ve ip. * Halatı meydana getiren üç boy bükmenin beheri. |
isparmaca |
Deniz içinde birkaç zincirin birbirine karışması. |
ispavli |
Eskiden gemilerde kullanılan bir çeşit kalın sicim. |
ispazmoz |
Sinirlerde beliren gerginlik ve titreme. |
ispehbed |
f. Başbuğ, hükümdar, hâkan, kağan. |
ispenah |
f. Ispanak. |
isper |
f. Savaş âletlerinden kalkan. |
ispergam |
f. Fesleğen çiçeği. * Gül. * Yeşillik. |
isperhem |
f. Fesleğen. |
isperlos |
f. Saray, konak, kâşâne. |
ispid |
f. Ak, beyaz. |
ispidkâr |
f. Kalaycı. |
işpihte |
f. Su sızıntısı. * Yayılmış, saçılmış. |
ispir |
Arabacı. Arabacının yanında bulunan at uşağı. * Zabıta memuru. * Beyaz doğan kuşu. |
ispiralya |
İtl. Gemi güvertelerinde kamaraları aydınlatmak için açılan küçük kaporta. |
işporta |
(Arnavutça) Seyyar satıcı tezgahı. * Yayvan yemiş sepeti. |
isr |
Ahd. Sözleşme. Yemin. * Kulakta küpe deliği. * Şiddetli ahkâm ve teklifler. * Altındakini yerinde tutan ağırlık, bağ. ◊ Alâmet. Nişane. * Ayak izi. * Yol. Meslek. * Başlamak ve More… |
isrâ |
Yürütmek, göndermek. * Gece seferi yapmak. * İrsâl etmek. |
isrâ suresi |
Kur'an-ı Kerim'de 17. Suredir. Mekkidir. |
isra' |
Hızlandırmak. Sür'atlendirmek. * Geri döndürmek. Göndermek. |
işrab |
(Şürb. den) İçirme veya içirilme. * Bir maksadı açıktan değil de, dolayısıyla gösterme. Kapalı surette anlatma. |
israc |
(Sirac. dan) Yakma, yandırma. |
israf |
Lüzumsuz yere harcamak. Malı ve parayı lüzumsuz yere sarf etmek. İhtiyacından fazla istihlâk etmek ve harcamak. |
işraf |
Yüksek bir yere çıkma. Yüksek bir yerden bakıp anlama. * (Hasta) ölüm döşeğinde olma. |
israfat |
(İsrâf. C.) İsrâflar, lüzumsuz yere harcamalar. |
israfil |
Dört büyük melekten biri olup Kıyamet günü cesedlere nefh-i ruh etmeğe ve Sur'u üfürmeğe vazifelidir. (Bak: Melâike) |
israh |
Medet yetişmek, yardım gelmek. |
israil |
Hz. Yakub'un (A.S.) lâkabı olup sonradan bütün o soydan gelenlere Benî İsrail denmiştir. İsrail oğulları, Yahudiler. |
israiliyat |
Zamanla hurafeye inkılâb etmiş, Yahudilikten kalma haberler, hikâyeler. İsrail oğullarına mahsus hikâyeler, hâdiseler. |
işrak |
Güneş doğmak. Işıklandırmak. Parlatmak. * Güneşlik yere dahil olmak. * Mc: Kalbe mânaların doğması. ◊ Allah'a şerik koşma. Allah'tan başkasından medet bekleme. |
işrakî |
Bâtıl İşrakiye felsefesine mensub. İşrakiyyunun dalâletten ve şirkten ibaret bâtıl ve hurafe fikirleri. |
işrakiyye |
İşrakiyyunların bâtıl ve hurafe mesleği. (Bak: Akl-ı evvel) |
işrakiyyun |
İşrakiyye felsefesi ile iştigal eden ve ehl-i şirk olan feylesoflar. (Bak: Akl-ı evvel) |
isram |
Derviş olmak. |
israr |
Bir fikir veya meşru dâvadan dönmemek. Direnmek, sebat etmek. Hayırlı bir hâl üzere sadakatla kalmayı istemek. ◊ (Sırr. dan) Sır saklamak, gizlemek. Gizlenmesi lâzım bir şeyi More… |
işret |
İçki. Alkollü meşrubat. * İçki içme. Alkollü içki kullanma. |
işretgâh |
f. İşret edip içki içilecek yer. |
işrethane |
f. İşret yapmaya mahsus yer. Meyhane. * Mc: Bu dünya. |
işretkede |
f. İşret yeri. İşrethane. |
işretsaz |
f. İşret eden, içki içen. |
işrîn |
(İşrûn) Yirmi. (20) |
işrirak |
Ağlaya ağlaya boğulma derecesine gelme. |
işsa |
(Teşsi') Ayakkabısına tasma takma, kayış geçirme. |
istabl |
Ahır. |
istade |
f. Ayakta durmuş. |
istaflîn |
Havuç. |
istah |
f. Budak, taze filiz. |
istahar |
Havuz, küçük göl. Su birikintisi. |
istam |
Kepçe. |
istar |
Yüzletme, astar çekme. * (C.: Esâtir) Altıbuçuk dirhem ağırlığında (19.5 gr.) bir ölçü. * Dört tane. * Dört veya dört buçuk miskal. ◊ (Satr. dan) Yazı yazma. |
istare |
Perde, zar. ◊ f. Yıldız. |
istasyon |
Fr. Demiryolu durağı. |
iştat |
Adaletsizlik edip hükümde zulmetme. ◊ Dağıtma veya dağıtılma. |
istatistik |
Fr. Bir neticeye varmak veya bir hüküm çıkarmak için metodlu olarak mevcud lüzumlu şeyleri toplayıp sayı hâlinde göstermek işi ve bu işle meşgul olan ilim. |
istebrak |
İpekten mâmul ve sırma ile işlenmiş bir çeşit kumaş. Kalın ipek kumaş. |
iştek |
f. Çocuk kundağı. |
istel |
f. Göl. |
istem |
Zulüm ve sitem. |
istenbe |
f. Cesur, yiğit, bahadır, kahraman. * Çirkin. * Kâbus. |
isti'bad |
Köle edinmek, esir almak. |
isti'bar |
İbret alma, ders alma. * Rüya tabir ettirme. |
isti'cab |
(Aceb. den) Şaşma, taaccüb etme, hayrette kalma. |
isti'cal |
Acele olmasını istemek. Acele etmek. |
isti'da |
Medet, yardım istemek. |
isti'dad |
Bir şeyin kabulüne ve kazanılmasına olan fıtrî meyil. * Kabiliyet. Akıllılık. Anlayışlılık. Allah Teâlâ Hazretlerinin (C.C.) insanlara ve sâir mahluklara tevdi buyurduğu kabiliyet kuvveleri. More… |
isti'dad-şure |
f. Verimsiz istidad. Çorak yerin kabiliyeti. ◊ f. Verimsiz istidad. Çorak yerin kabiliyeti. |
isti'dadat |
(İsti'dad. C.) İstidadlar, kabiliyetler, yetenekler. |
isti'fa |
Affını, azlini, bağışlanmasını istemek. * Kendisinin memuriyetten affını taleb etmek. |
isti'faf |
Kötü şeylerden çekilmek. * İffetlilik iddia etmek. |
isti'kab |
Birisinin kusurlarını, ayıplarını arraştırmak. |
isti'kaf |
Bir yere kapanma. Bir yerde kendini hapsetme. |
isti'la |
(Ulüv. den) Yükselmek. Üste çıkmak. Yüce olmak. Terfi' eylemek. Galib olmak. * Gr: Bir şeyin bir şey üzerine çıkması. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin, üst damağa kalkmasına denir. More… |
isti'lac |
(İlâc. dan) İlaç isteme. |
isti'lam |
(İlm. den) Bilgi edinmek için yüksek bir makamdan alt makama sorulma. * Yazı ile bilgi isteme. |
isti'lan |
(İlân. dan) İlânını isteme. |
isti'mal |
(Amel. den) Kullanmak. Faydalanmak. |
isti'malat |
(İsti'mal. C.) Kullanışlar. Kullanmalar. ◊ (İsti'mal. C.) Kullanışlar. Kullanmalar. |
isti'mar |
Bir yeri imar etmek. Bir yerin mâmurluğunu istemek. * Müstemleke yapmak, sömürgeleştirmek. İstimlak etmek. ◊ Bir yeri imar etmek. Bir yerin mâmurluğunu istemek. * Müstemleke More… |
isti'nad |
İnatlaşma, inat yapma. Muannidlik. |
isti'rab |
Sonradan Araplara dâhil olmak, araplaşmak. |
isti'rak |
Terlemek için yatma. |
isti'şa |
Ateş ışığıyla yol yürüme. |
isti'sa' |
(İsyan. dan) İsyan etme. Anarşistlik ve zorbalık yapma. |
isti'sab |
İğrenme, tiksinme. |
isti'sam |
İsmetli olmayı istemek. Temizlik istemek. Günah ve ayıplardan temiz olmak. |
isti'sar |
Seçme, ayırma, intihab etme. * Seçip benimseme. ◊ Bir işin güç olmasını arzulama. ◊ Esir olma veya esir etme. |
isti'ta |
(Atâ. dan) Bahşiş istemek. Atiyye istemek. |
isti'tab |
Kendinden razı, hoşnut etme. |
isti'taf |
Yardım taleb etme. * Acımayı isteme. |
isti'tafkârane |
f. Şefkat, merhamet isteyene yakışır halde. |
isti'zab |
Birşeyi tatlı bulmak, tatlı saymak. Tatlı su istemek. |
isti'zam |
Büyük tutmak ve büyük tanımak. * Gururlanmak. Kibirlenmek. |
isti'zar |
Özür ve afv dileme. |
istiab |
İçine almak. * Kaplamak. Toplamak. Tamam etmek. * Tutulmak. Zapteylemek. |
istiad |
Yükseğe çıkma, terfi etme. |
istiade |
Bir şeyin iade edilip geri gönderilmesini isteme. * Yeniden canlanma. * Âdet edinme. |
iştial |
Tutuşma. Parlama. Alevlenme. * Mc: Şiddetlenme. |
iştialât |
(İştial. C.) Parlamalar, alevlenmeler, yanmalar, tutuşmalar. * Mc: Şiddetlenmeler. |
istianat |
(İstiane. C.) İstianeler, yalvarmalar. |
istiane |
Duâ. Yardım istemek. İane istemek. |
istiare |
'Ariyet istemek. Ödünç almak. Birinden iğreti bir şey almak. * Edb: Bir kelimenin mânasını muvakkaten başka mânada kullanmak; veya herhangi bir varlığa, ya da mefhuma asıl adını değil More… |
istiaza |
Karşılık olarak, ivaz olarak bir şey istemek. |
istiaze |
Euzü besmele okuyarak Allah'a sığınmak. |
istib'ad |
Uzaklaşma. Uzak görme, ihtimal vermeyiş, olmayacak sanma, akıldan uzak görme. * Yakıştırmayış. |
istib'al |
Kadını nikâh ile alma. |
istibaa |
Bir şeyi kendine sattırmağa uğraşma. |
istibab |
Dökülme. * Damardan kan fışkırması. |
istibag |
Boyanma. |
iştibah |
Şüphelenmek. Şüphe etmek. * Kolay fark olunmaz derecede benzemek. |
istibaha(t) |
Mübah ve helâl sayma. * Bir çok kimsenin kanını dökmeğe izin verme. |
istibak |
Yarış etme, yarışma. |
iştibak |
(Şebeke. den) Örülmek. Örgülenmek. * Karşılıklı birbirine geçmek. * Perişanlık. * Zâhir olmak. * Koz: Güneş battıktan sonra gökte kum taneleri gibi görünen karışık yıldızlar. |
istibal |
Havanın fenalığı ve sıkıcı olması. * (Kendine) idrar döktürme. |
istibane |
Açıklama, belli olma. Meydanda ve âşikâr olma. |
istibar |
Sabretmek. * Kısas almak. ◊ Yoklama, muayene etme. |
istibda |
(İstibra') Ayırmak. Uzak etmek. * Küçük abdest bozduktan sonra idrardan temizlenmek, sidik eserinin tamâmen kesilmesini beklemek. * Nikâhla alınan dul bir kadının gebe olmadığına kanaat More… |
istibda' |
Bedi' ve güzel bulma. |
istibdad |
Başlı başına olmak. Keyfî idare sistemi. * Zulüm ve tahakküm. İdaresi altındakilerin istemediği şeyleri yalnız kendi keyfine göre zorla ve zulümle yaptırmaya çalışmak. Kanun ve nizamlara More… |
istibdadkârane |
f. İstibdad idaresi gibi. Kendi kendine, kanunları ve kimseyi tanımadan idare eder surette. |
istibdal |
(Bidl ve Bedel. den) Değiştirmek, değiştirilmek. * Bir vakfı mülk ile mübadele etmek. * Birşey verip yerine başka şey istemek. * Askerliği biten erlere tezkere verip yenilerini almak. |
istibga' |
İş için yardım isteme. |
istibhac |
(Behcet. den) Yüzü gülme, sevinme, mesrur olma. |
istibhal |
Azad etme. Azad olma, serbest bırakılma. |
istibham |
Karışık ve belirsiz olma. * Ses çıkarmama, susma. |
istibhar |
Çok geniş bilgiye sahib olma. * Deniz gibi büyük ve geniş olma. |
istibhas |
Bir şeyin doğruluk ve hakkâniyetini anlayabilmek için, iyice araştırıp tahkik etme. |
istibka |
Devâmını istemek. Bâki ve dâim kılmak. |
istibkâ |
Ağlatmak. Ağlamayı istemek. |
istibra |
(Bak: İstibda) |
istibraz |
Meydana çıkarmak, açığa vurmak. |
istibsar |
Basiretli olmak. Düşünceli, hesaplı ve dikkatli iş yapmak ve hareket etmek. |
istibşar |
Müjde almak. Hayırlı, iyi haber iyi sevinmek.İSTİBTA': Ağır ağır hareket etme. * Gecikme, geç kalma. |
istibsas |
Bir haberin doğru olup olmadığını anlamağa çalışma. |
istibtan |
Gizliliğe, bir kimsenin iç işlerine vakıf olmak. |
istibvar |
Hırslanma, hiddetlenme, kızma, öfkelenme. |
isticab |
Vâcib olmak. Hak etmek. |
isticabe |
(İsticâbet) Duânın Allah tarafından kabul olunması. |
isticade |
İhsan ve bahşiş isteme. |
istical |
Sonraya bırakılmasını istemek. |
isticar |
Kiralamak. Kiraya vermek. |
işticar |
Zıdlaşma. * Elini çenesine koyarak, dirseğinin üzerine dayanma. |
isticare |
(Cevr. den) Yardım ve korunma isteme. * Sığınak isteme. |
isticaze |
(Cevaz. dan) İzin ve cevâz isteme. * Sunulan bir manzume için câize, yani para isteme. |
isticbar |
(Cebr. den) Zorlama, cebretme. Baskı yapma. Zoraki yaptırma. |
isticdad |
Yenileme. Yeniden yapma. |
istichal |
(Cehl. den) Câhil sayma. |
isticlab |
(Celb. den) Çekme, celbetme. Çekmeye vaya getirmeğe sebep olma. * Fls: Uyandırma. |
isticnas |
(Cins. den) Cinsine benzetme. |
isticvab |
Cevab istemek. Sorguya çekmek. * Mahkemede şahidlerin ifadelerini almak. Söyletmek. |
isticvabname |
f. Şahidlerin ve maznunun ifadelerinin yazılı olduğu kâğıt. |
istid'a |
Rica ile istemek. Davet etmek. * Bir işi için resmî bir daireye verilen ve istek bildiren kâğıt. Dilekçe. |
istid'a-name |
f. Resmî bir makama dilekçe olarak yazılan pullu, damgalı yazı. ◊ f. Resmî bir makama dilekçe olarak yazılan pullu, damgalı yazı. |
istida' |
(Vedâ'. dan) Bakılmak üzere emaneten bir kimseye bir şey bırakmak. Bir malı emaneten bir yere bırakmak. ◊ El uzatma. |
istidad |
Alışma, ünsiyet etme. * Doğrulma. |
iştidad |
(Şiddet. den) Şiddetlenme. * Sertleşme, katılaşma. * Büyüme. Artma, çoğalma, ziyâdeleşme. |
istidam |
İki şeyin birbirine şiddetli çarpması. |
istidame |
(Devam. dan) Bir halin devamını isteme. Bir şeyin devamını arzu etme. |
istidane |
(Deyn. den) Borç alma, alınma. Ödünç alma. |
istidare |
(Devr. den) Dönme, dolaşma. * Daire biçimine girme, yuvarlak olma. |
istidarî |
Dönerek ve bir daire meydana getirecek olan. |
istidbar |
(İdbar. dan) Yüz çevirmek. Arka dönmek. * Geri geri gitmek. * Bir kimsenin peşinden gitmek. |
istidhak |
(Dıhk. den) Alaya alma, eğlenme. |
istidkak |
İncelemek, dakik olmak. |
istidlal |
Delil getirmek. Bir delile dayanarak netice çıkartmak. Delile nazar etmek. Muhakeme. Mülahaza ve anlama kudreti. Delil ile anlamak. ◊ (Dalâl. den) İman ve İslâmiyet yolundan More… |
istidlalat |
(İstidlal. C.) İstidlaller. Muhakemeler. |
istidlalen |
İstidlal suretiyle, delil ile. |
istidrac |
Derece derece yükselmeyi isteyiş. |
istidracî |
İstidraca ait, istidrac cinsinden. |
istidrak |
Nâil olmak, ulaşmak, varmak. * Anlamak. * Gr: Bir kelimeyi, evvelki sözden neş'et eden bir tevehhümü kaldırmak için kullanmak. |
istif |
İtl. Muntazam yığın. Sıralanmış eşya. Yığma. Nizam. Sıra. Dizi. |
istifa |
Bir şeyin iyisini seçip ayıklamak. * Bir şeyi ıslâh edip sâfileştirmek. * Seçmek. Ayıklamak. ◊ Alacağını borçludan tamam olarak almak. * Kabz-ı ruh etmek. |
iştifa' |
İyi olma, şifa bulma. |
istifa-gerde |
f. Seçilen. Seçilmiş bulunan. |
istifade |
Faydalanmak. Faydalanmağa çalışmak. * Anlayıp öğrenmek. * Tahsil etmek. |
istifaf |
Dizilme. Sıralanma. Saf bağlama. |
istifaka |
Hastalıktan kurtulup iyileşme. * Sarhoşluktan ayılma. |
istifale |
Tecvidde: Bir harfin, okunduğu zaman aşağı çene tarafına düşüp üst damağa yükselmesi. Bu hâlde ağızdan çıkan harfler 'Müsta'liye' harflerinin zıddıdır. Bu harfler. |
istifaname |
f. Bir yerden ayrılıp çekilmeyi bildiren yazı. |
istifaza |
Feyz alma, feyz bulma, feyizlenme. İlim, irfan ve mânevi zenginlik kazanma. |
istifham |
Sual sorup anlamak. Anlamak için sormak. * Edb: Cevap istemek için değil, daha çok dikkati çekmek, hisleri kuvvetlerdirmek maksadıyla soru şeklinde söylemek san'atıdır. Şefkat, sevgi, More… |
istifham edatlari |
Gr: AraPçada - E, men, keyfe, ma. |
istifhamat |
(İstifham. C.) İstifhamlar, sualler, sormalar. |
istifhamî |
İstifhama ait, sormağa dair. |
istifkad |
(Fakd. den) Kaybolmuş olan bir şeyi araştırıp soruşturma. |
istiflah |
Felah bulma, kurtulma. Maksada ulaşma. |
istifna |
Fenaya gitmek. Yokluğa karışmak. |
istifnan |
Cins cins ayırma. Mâhirane bölme. |
istifra' |
Başlama. |
istifrad |
Ayırma, tek tek yapma. * Yalnız tek başına. |
istifrag |
(Ferag. dan) Kusma. Kay. * Mümkün olanı sarfetmek. |
istifrak |
Farkettirmek, ayırdetmeği istemek. |
istifrar |
Firar etme, gizlice kaçma, savuşma. |
istifraş |
Yataklık yapma. Odalık alma. Yatağa alıp beraber yatma. * Haremi ile beraber yatma. |
istifraz |
Ayırıp tefrik etme. |
istifsad |
(Fesâd. dan) Bir şeyin bozulmasını arzulama, fesâdını isteme. |
istifsar |
İfade isteme. Sorma. Sorup anlama. |
istifta |
Fetva istemek. Şeriata ait bir mes'ele hakkında salâhiyetli zatlardan hakikati öğrenmek. (Bak: Fetva) |
istiftah |
Siftah etmek. Başlamak. Açmak. |
istifzal |
Artırma, çoğaltma, ziyadeleştirme. |
iştigal |
Bir iş işlemek. Uğraşmak. Çalışmak. Meşgul olmak. |
iştigalat |
(İştigal. C.) Meşguliyetler, çalışmalar, uğraşmalar. |
istigase |
Medet isteyiş. Yardım istemek. |
istigbar |
(Gubar. dan) Tozlaşma. |
istiğfar |
(Gufran. dan) Afv dilemek. Cenab-ı Hak'tan kusurlarının affedilmesini, günahlarının bağışlanmasını dilemek. Tevbe etmek. Yalvarmak. ' Estağfirullâh' demek. |
istiglab |
Kemâle erme, olgunlaşma, gelişme. |
istiglak |
Sözde durma. Kesin olarak pazarlık etme. |
istiglal |
(Galle. den) Kirası veya mahsulü borca mukabil verilmek üzere bir mülkün rehine verilmesi. |
istiğlalen |
Gayrimenkulü rehine koymak suretiyle. |
istiglaz |
Bir şeyi galiz saymak, galiz bilmek. * Satın almaktan vazgeçmek. |
istigmam |
Sarmak, sarılmak. |
istigna |
Cenab-ı Hak'tan başka kimsenin minneti altına girmemek. * Gönül tokluğu. Elindekini kâfi bulmak. Zenginlik istememek. Muhtaç olmayıp zengin olmak. * Nazlanmak. * Azamet ve tekebbür More… |
istignam |
Ganimet araştırmak, ganimet isteklisi olmak. |
istigrab |
Şaşırmak, garib bulmak, taaccüb etmek, tahayyür. |
istigrak |
Gark olmak, dalmak. * Dalgınlık. * Ist: Seraba kapılmak. Manevî bir hal ile hayret ve taaccübden bayılmak derecesine gelmek. * Tas: Dalgınlıkla, zihni bütün bütün meşgul olmak. Aşk-ı İlâhî. |
istigrakkâr |
f. Kendinden geçen, dalgın, müstağrak. Dalgın halde olan. |
istigşa' |
Bürünme, örtünme. |
istigşaş |
Nasihat edip öğüt veren ve doğru söyleyen kimseyi düşman sanmak. |
istigzab |
Öfkelendirme, kızdırma, gazaba getirme, hiddet ettirme. |
iştiha |
Meyil. Haz. Fazla istek. Arzu. * Açlıktan gelen yemeğe karşı fazla isteklilik. |
istiha' |
Tıraş etme veya ettirme. |
iştiha-engiz |
f. İştiha açıcı, iştah verici. |
istihab |
(Hibe. den) Hibe ve hediye olarak isteme. Bağış olarak arzulama. ◊ Saklama, gizleme. * Dostluk kurma. * Konuşma, musâhabe etme. |
iştihab |
Ağarma, beyazlama, kırlaşma. |
istihal |
Müstehak olmak, bir şeye ehil olmak. * Kolaylık elde etmek. |
istihalat |
(İstihale. C.) Değişmeler, başkalaşmalar. |
istihale |
Bir şeyin terkib ve asıl şeklinin başka hâle değişmesi. Başkalaşmak. * Mümkün olmayış, imkânsızlık. |
istiham |
Ayak üstüne dikili durmak. ◊ Ok ile fala bakma. |
istihane |
Hor ve hakir görme. |
istihar |
Geri bırakılma, geri kalma. |
iştihar |
Meşhur olma. Tanınma. Ün alma. |
istihare |
Tefe'ül. Sual sorup cevap istemek. * Hayırlı olmayı istemek. * Hayran olmak, şaşmak, taaccüb etmek. * Bir işin hayırlı olup olmıyacağı niyetiyle abdest alıp, dua edip rüya görmek üzere More… |
istihase |
Organik maddelerin, şekillerini muhafaza ederek zamanla taş hâline geçmesi. Fosilleşme. |
istihbab |
Bir şeyi iyi ve güzel addetmek. * Dost edinme. * Müstehab etmek ve olmak. |
istihbaben |
Bir şeyi güzel ve iyi kabul ederek, müstehab olarak. |
istihbar |
Haber sormak, haber almayı istemek. |
istihbarat |
Duyulup öğrenilenler. Alınan haberler. * Haber toplama merkezi. |
istihcan |
(Hücnet. den) Kötü görme, çirkin sayma, ayıplama. |
istihda' |
(Hüdâ. dan) İrşad ve hidâyet istemek. Hak, hakikat, imân ve İslâmiyet yolunu istemek. |
istihdaf |
Hedef edinmek, hedef saymak. * Hedef gibi karşıda durmak. * Erişilmek istenilen netice ve gaye. |
istihdam |
Bir hizmette kullanmak, hizmete almak, hizmet ettirmek. * Edb: Bir çok mânâsı olan bir kelimenin her mânâsına muvâfık kelime söylemek. Meselâ: 'Avcınızın attığı da, sözleri de saçma… |
istihdar |
(İstihzar) Hazırlama. |
istihdas |
Bir şeyi sonradan ve yeniden elde etmek. |
istihfa' |
Gizlenme, saklanma. |
istihfaf |
Küçük ve aşağı görmek, küçümsemek, tahkir ve tahfif etmek. |
istihfafkâr |
f. Ehemmiyet vermeyerek. Küçümsemek suretiyle. Tahfif ve tahkir ederek. |
istihfafkârane |
f. Küçümseyerek, küçük görerek, hafifseyerek, ehemmiyet vermeyerek. |
istihfaz |
Hıfzetmek. Korumak. Muhafaza etmek. Bir şeyin muhafaza olunmasını birisinden rica etmek. |
istihkak |
Kazanılan şey, hak edilen. * Hakkını almak. Hakkını istemek. |
istihkâm |
Sağlamlık. Metin olmak. Kuvvetli ve dayanıklı olmak. * Askerlikte: Düşmana karşı, hücumlarını savmak için hazırlanmış bulunan siper, askeri yapılar. İstihkâm işi ile uğraşan asker sınıfı. |
istihkâmat |
(İstihkâm. C.) İstihkâmlar. * Siperler. |
istihkar |
Hakaret etmek. Küçük görmek. * Hakir görülmek. Hor bakılmak. |
istihla |
Tatlı olmak. * Tatlılık istemek. |
istihlab |
Tırmalama. |
istihlaf |
Halef bırakmak. Birisini kendi yerine geçirmek. Kendi yerine başkasını tayin etmek. Kuyudan su çekmek. |
istihlâk |
Boş yere harcamak. * Yeyip bitirmek. * Müstahsilin yaptığı istihsali alıp kullanmak. |
istihlâkat |
(İstihlâk. C.) Yenilip içilen şeyler. * Harcamalar. |
istihlal |
Yeni ay'ı gözleyip görmek. Hilâlin görünmesi. * Kılıcın kınından sıyrılıp görünmesi. * Edb: Bir ifadede birbirine benzer, seci'li ve kâfiyeli sözlerin söylenmesi. * Çocuğun doğar More… |
istihlas |
(Hulus. dan) Bir şeyi elde etmeğe çalışma. * Kurtarma veya kurtarılma. |
istihma' |
Himâye isteme, korunma arzulama. |
istihmak |
Ahmaklık gösterme, salaklık yapma. |
istihmal |
Havâle etme, havâle edilme. * Yükleme, yükletme. |
istihmam |
Bir kimse, bağlı olduğu cemâate ait işler için her türlü sıkıntıya düşme. * Ehemmiyet verme. ◊ Hamama girme, yıkanma. |
istihrab |
Bir musibet sebebi ile perişan olma, mahrum olma. |
istihrac |
Bir şeyin içinden bir şey çıkarmak. Bir mânâyı istidlâl etmek. Meydana ve harice çıkarmak. Bâzı emareleri beliren şeylerden ileriye âit olacak şeyleri çıkarmak. İstidlâl etmek. (Bak: Tahric) More… |
istihracat |
(İstihrac. C.) İstihraclar. |
istihsad |
Ekinlerin hasad (biçilme) zamanı gelme. |
istihsal |
Hasıl etmek. Husule getirmek. Elde etmek. Üretmek. |
istihsalat |
(İstihsal. C.) Üretilen şeyler. Bir memleketin veya fabrika gibi faaliyet merkezlerinin çıkardığı, yetiştirdiği şeyler. |
istihsan |
Beğenmek, güzel bulmak. Bir şeyin iyi olduğu kanaatında bulunmak. Beğenilmek. ◊ Korunmak. Korumak, müdâfaa etmek, karşı koymak. * Sağlam bir yere kapanmak. |
istihsanen |
Beğenerek, istihsan ederek. |
istihsar |
Usanmak, fütur getirmek, bıkmak. |
istihşaş |
Zevklenme, eğlenme. |
istihva |
Şaşırıp kalmak. Divane olmak. Hevâ ve hevesi hoş görmek. |
istihvaz |
Zafer kazanma, muzaffer ve muvaffak olma, galib gelme. |
istihya |
Utanma, haya etme. * Diriltme, yaşatma. |
istihza |
Alay etmek, birisi ile eğlenmek. * Birisini gülünç duruma düşürmek, maskara etmek. |
istihza' |
(İstihdâ') Alçak gönüllülük göstermek, kendisini aşağı tutmak. |
istihzar |
Huzura gelme, hazır etme, huzura dâvet etme. * Hazırlama, bir şeyi hatıra getirme. * Konferans verecek olan hatiplerin okumak ve araştırmak suretiyle evvelce hazırlanması. |
istihzarat |
(İstihzâr. C.) Hazırlıklar. |
istika' |
(Saky. den) Su isteme. İçmek için su alma. * Kendini zorlıyarak ve sun'i olarak kusma. ◊ Olacak veya vuku bulacak diye endişelenme. |
iştikâ' |
(Şekva. dan) Şikâyet etme, şekvada bulunma. |
istikad |
Yakma, ateşi tutuşturma. |
istikade |
Adam öldürmüş olan katilin kısasını isteme. |
istikak |
Bitkilerin sık ve çok olmalarından dolayı birbirine dolaşık olmaları. ◊ Tokuşmak. |
iştikak |
Türemek. Bir kökten ayrılan kelimelerin asılları ve birbirleri ile olan münâsebetleri, meydana gelişleri. * Çatallaşmak. Yarılmış bir şeyin bir şıkkını almak. * Edb: Aynı kökten türemiş olan More… |
istikamet |
Hatt-ı hareketi doğru olmak. Doğruluk, nâmuslu hareket. Her işte itidal üzere bulunmak. Adâletten, doğruluktan ayrılmayıp, diyânet ve akıl içinde yürümek. * Allah'a kulluk etmek. * Bir More… |
istikan |
Şüphesiz ve zansız olmak. |
istikâne |
(İstikânet) Alçaklık etmek. * Zillet ve meskenet göstermek. * Tevazu göstermek. |
istikâre |
Hızlı hızlı yürüme. * Yükleri sırtına yükleyip götürme. |
istikaz |
Uykudan uyanmak. |
istikbah |
(Kabih. den) Çirkin görme, ayıplama, kabih sayma. |
istikbal |
Ati, gelecek zaman. * Karşılayış, gelen bir kimseyi karşılamak. |
istikbal-bîn |
f. Geleceği bilen ve gören. |
istikbalen |
Karşılayarak, karşılamak üzere. * Gelecek zamanda, ilerde. |
istikbalî |
Gelecek zamanla alâkalı. İstikbale mensub. |
istikbaliyye |
Edb: Yeni gelen bir kimsenin karşılanması sebebiyle yazılan manzume. |
istikbar |
(Kibr. den) Önemseme, ehemmiyet verme. * Kibir, gurur, enaniyet. Kendini büyük görme, mağrurluk. |
istikdam |
Önde bulunma, öne geçme. * Çok ayaklı olma. Ayaklarının adedi fazla olma. |
istikdar |
Cenab-ı Allah'dan (C.C.) hayırlı şeylerin olmasını isteme. |
istikfa |
Yetinme, kâfi bulma, yeter sayma. Mevcud olan ile iktifâ etme. ◊ Bir kimsenin başına veya ensesine sopa ile vurma. |
istikfaf |
(Kifâf. dan) Kanaat etme, az şeyi yeter bulup râzı olma. * Yetişme. * Dilenci gibi el uzatma. |
istikfal |
Çekmecede, kasada veya kilitli bir yerde bulundurma. ◊ (Kefâlet. den) Kefil olma, kefilliği kabul etme. |
istikla |
Te'hir etme. Sonraya bırakma. * Alıkoyma, mâni olma, engel olma. * Veresiye alma, borç olarak alma. |
istiklâl |
(Kıllet. den) Kendi başına olmak, kimseye bağlı olmayış, müstakil oluş. * Az bulma, kâfi görmeme. * Rey sahibi olup keyfi iş görme ve başkasının emrine ve fikrine tâbi olmaktan uzak kalma. More… |
istiklâlcu |
f. İstiklâl arayan. Müstakil olmak, hür olmak için çalışan. |
istiklâliyet |
İstiklâl üzere bulunma. Hür ve müstakil olma. Başlı başına buyruk olma. |
istikmal |
Bir şeyin olgunluğa, kemale erdirilmesi. İkmal etmek. Eksiksiz ve tam oluş, tam ve kâmil olmak. |
istiknah |
(Künh. den) Bir şeyin hakikatını ve künhünü araştırma. |
istiknan |
Gizlenme, saklanma. |
istikra' |
Gezmek, dolaşmak, etraflı bilgi edinmek. ◊ Kiralamak, kiraya vermek. |
istikrab |
Yaklaştırma, yakınlaştırma. * Akraba olma. |
istikrah |
Bir şeyi kötü ve kerih görmek. Beğenmemek, nefret etmek. Bir şeyi cebir ve ikrah ile işlemek. |
istikraî |
Man: İstikraya ait ve müteallik. İstikra' yolu ile. |
istikram |
Kerem ve lütuf isteme. |
istikrar |
Karar ve sebat üzere olmak. Karar kılma. Sâkin olmak. Yerleşmek. ◊ (Tekrar. dan) Tekrarlatmak. |
istikraz |
Borçlanmak. Ödünç almak. Borç almak. |
istikrazat |
(İstikraz. C.) Ödünç para almalar, borçlanmalar. |
istiksa |
Bir şeyi inceden inceye araştırma, künhüne varmaya çalışma. * Tıb: Bir dahili hastalığı iyi teşhis edebilmek için âlet kullanma. |
istiksab |
Kazanma, kesbetme. |
istikşaf |
(C: İstikşâfât) (Keşf. den) Keşfetmeğe çalışma. * Ne olup bittiğini öğrenip anlamak için araştırma yapma. |
istiksam |
Yemin teklif etme. * Bölüşme, taksim etme, paylaşma. |
istiksar |
(Kesret. den) Çok görme, çok görünme. Çoğumsama, çoğumsanma. * Çokluğu isteme. ◊ (Kasr. dan) Kısma. Bir şeyin kısaltılmasını isteme. |
istiksas |
(Kısas. dan) Kısas isteme. Bir katilin şeriatça öldürülmesini isteme. |
istiktab |
Söyleyip yazdırma. Dikte ettirme. * Yazısını kontrol etmek için bir kimseye bir kaç satır yazı yazdırma. ◊ (Kutb. dan) Kutuplaşma, bir kutubun etrafında toplanma, bir kutuba More… |
istiktal |
Ölümden korkmayarak kendini tehlikeye atma. Tehlikeli işlere yiğitçe atılma. |
istiktam |
Gizlemeğe çalışma. Saklamak için uğraşma. |
istiktar |
(Katr. den) Damıtma. Damla damla akıtma. ◊ Damla damla akıtma, damlatma. |
istikvas |
Kavislenme, kıvrılma, yay gibi eğilme. |
istikya |
(Kayy. den) Kusma, istifrağ etme. |
istikzar |
Çirkin, pis ve kötü görmek. |
istila |
(Vely. den) Kaplamak, yayılmak. * Ele geçirmek. İşgal etmek. * Meydanın sonuna erişmek. * Basmak. Galebe etmek. ◊ Ateşte ısınma. |
istilab |
(Selb. den) Kapma, kapıp alma, selbetme. |
istilac |
İçilecek şeylerden pek çok içme. |
istilad |
Doğurtma. Çocuk isteme. |
istiladî |
Doğurtucu. |
istilah |
Tabir, deyim. Belirli bir topluluğun, bir lafzı lügat mânasından çıkararak başka bir mânada kullanmaları. * Bir ilim veya mesleğe âid kelime. Terim. Erbab-ı ilim arasındaki ve herkesin More… |
istilahat |
Istılahlar. İlmî tabirler. |
istilahî |
Istılaha dair. Istılaha âid ve müteallik. |
istilal |
Sıyırıp çıkarma. Sıyrılıp çıkarılma. |
istilam |
Öpmek veya el sürmek. Selâm vermeyi isteme. * Kâbeyi tavaf esnasında Hacer-ül Esvede el sürmek, el süremese el işareti ile öper gibi yapmak, okşamak. ◊ Kesme, koparma. |
istilane |
Bir şeyi mülâyim görmek, mülâyim bulmak. |
istilbas |
Geç kalma, gecikme. |
istilhak |
İlhâk olmağa, katışmağa çalışma. |
istilka' |
Arka üstü yatarak uyuma. |
istilzam |
Lüzumlu olmak. Gerektirmek. Lâzım addetmek. İcâbettirmek. |
istilzaz |
Hoşa gitmek, lezzet almak. |
istim |
Buharla işleyen makinaların kazanında birikip makinayı işleten buğu, buhar. ◊ f. Cerahat. Yara. |
istima |
Birisinin ziyaretine gitmek. |
istima' |
(Sem'. den) Dinlemek. Kulak vermek. Dinleyip kabul etmek. İşitmek. |
istimaha |
Birisinden hayır ummak. İyilik ve şefaat beklemek. |
iştimal |
İçine almak, kaplamak. Çevirmek, ihata etmek. Şâmil olmak. |
istimale |
Avutmak. Meylettirmek. Cezbettirmek. * Gönül almak. Çok mal sahibi olmak. |
iştimam |
Gereği gibi koklamak. Koku duymak. |
istiman |
Aman dilemek, himaye istemek. * Teslim olmak. |
istimare |
ing. Gümrük'e ticarî mallara değer takdiri. * Baha biçme. |
istimaze |
Ayrılma, ayrı durma, açıkta bulunma. |
istimbat |
(Bak: İstinbat) |
istimbot |
ing. Küçük vapur, çatana. |
istimdad |
Medet ve yardım istemek. |
istimhal |
(Mehl. den) Zaman isteme, mühlet isteme. |
istimla |
Bir şey yazılmasını istemek. Birisine birşey yazdırmak. |
istimlak |
İcraî karar alma salâhiyetini hâiz bir amme hükmî şahıs (Vilâyet, Belediye v.s.) tarafından bir malın, halkın faydası için karşılığı verilip alınarak umumun istifadesine arzedilmesi. * Mülk More… |
istimlal |
(Melâl. den) Can sıkılıp usanma, melâl getirme. |
istimnan |
İhsan isteme. |
istimrar |
Devam. Sürüp gitmek. * Kavi ve dâim olmak. |
istimrarî |
İstimrara ait ve müteallik. Devamlılık, sürüp gidiş. |
istimsak |
(İmsak. dan) Nefsine hâkim olma, kendini tutma. |
istimsal |
Misal edinmek. Örnek tutmak. |
istimta' |
(Temettü. den) Faydalanma, menfaati olma. |
istimtar |
Yağmur dileme. |
istimzac |
Uyuşmak. Beraber karışmak. * Birisinin mizacını, huyunu öğrenmeğe çalışmak. * Yoklamak. Fikrini, re'yini sormak. |
iştin |
Toprak kandili. ◊ Toprak kandil. |
istina' |
Seçme, intihab, ayırma. * Adam seçme. * İyilik etmek. * İş işletmek. |
istinaa |
Yürüyüşte bir kimseyi geçme. |
istinabe |
Niyabet istemek. * Huk.:Başka bir tarafta görülen bir muhakeme için, şahid veya maznunun yazılı ifadesinin alınması. Muhakemenin icab ettirdiği muameleleri yapması için bir mahkeme More… |
istinad |
Dayanma. Güvenme. * Sened veya delil söylemek, göstermek. |
istinaden |
İstinad ederek. Dayanarak, güvenerek. |
istinadgâh |
f. Dayanacak yer. Güvenecek yer veya kimse. |
istinadgerde |
İstinad edilmiş. Kendine güvenilmiş veya dayanılmış. |
istinadî |
İstinad etmekle alâkalı. |
istinaf |
Baştan başlamak. Yeniden başlamak. * Gr: Sözün başlangıcı. * Huk.:Dâvâ Mahkemesinin verdiği hükmü beğenmeyip bozulmasını daha üst mahkemeden istemek. Dâvâ mahkemeleri ile Temyiz Mahkemesi More… |
istinafen |
İstinaf yolu ile. |
istinahe |
Yaygarayı basma. * Ağlamak isteme. * Kurdun uluması. |
istiname |
Uyur gibi görünme. Yalandan uyuma. |
istinan |
Misvâk kullanma. Dişleri temizleme. (Misvâk kullanmak, sünnet-i seniyyedendir.) |
istinare |
Parlatmak. Parlak ve aydınlıklı olmak. * Ateş istemek. |
istinas |
Alışmak. Ünsiyetli olmak. Vahşiliğin gitmesi. Ürkekliğin kalkması. |
istinase |
Bir kimseyi beraber götürme. * Depretme. |
istinba |
Haber sormak. Haber istemek. * Vâkıf olmak. Bilmek. |
istinbat |
Bir söz veya bir işten gizli bir mânâyı meydana koymak. * Müçtehid veya büyük bir âlimin gizli bir mânâyı içtihadı ile meydana çıkarması. * Bir mes'eleyi derin tetkik ile meydana More… |
istinca |
'Birisinden maksadını istihsal etmek. * İlm-i Hâlde: Pislikten temizlenmek. Abdest bozduktan sonra veya abdest almadan evvel; kan, sidik, meni' gibi şeylerin çıktıkları yeri. |
istincad |
Yardım isteme. |
istincah |
İşinin olmasını isteme. |
istincas |
Bulaşma veya bulaştırma. |
istinfad |
Bir şeyden bıkkınlık gelme, usanma. * Bir şeyi tüketme, harcama. |
istinfak |
Malı harcıyarak tüketme. * Nafaka peydâ etme. |
istinfar |
Ürküp dağılma. |
istinfaz |
Bir yerin bütün her tarafını iyice öğrenebilmek için dikkatle bakma, inceleme. |
istinga |
İtl. Yelkenlerin yukarı kaldırılıp toplanması ve bu işin yerine getirilmesi için verilen kumanda. |
istinhac |
Bir kimsenin dediğine uyma. Söylediğini yapma. Yoluna gitme. |
istinhas |
Haberi iyice inceleme. |
istinhaz |
Bir kimseye bir iş için kımıldamamasını emretme. |
istinka |
Pâk olmasını istemek. İstincadan sonra hiç bir pislik eseri bırakmamak. |
istinkâf |
Kabul etmemek. Çekimser kalmak. |
istinkâh |
(Nikâh. dan) Bir kadını nikâhla alma, nikâhlamak isteme. ◊ Araştırma. Ağız koklama. |
istinkâr |
Bilmemezlikten gelmek. * İnkâr etmek. * Bilmediği bir şeyi sormak. |
istinkas |
Bir şeyin fiatını düşürmeye çalışma, ucuzlatmağa uğraşma. |
istinkaş |
Nakşetme, nakşedilmesini isteme. |
istinşa |
Güzel koku koklama. * Haber, havâdis araştırma. |
istinsa' |
Veresiye isteme. * Borcunu ödeyebilmek için mühlet isteme. |
istinsab |
(Neseb. den) Soyu bildirme. Soy dâvâsı gütme. |
istinşad |
(Neşd. den) Bir kimseden şiir okumasını isteme. * Birine manzume okutma. |
istinsaf |
Alacağını alma. Hakkını tamâmen alma, ödeşme. |
istinsah |
(Nesh. den) Sahifeyi çoğaltmak, nüshasını yazmak. Kopya etmek. * Silinmesini ve iptalini istemek. ◊ (Nush. dan) Nasihat alma. Öğüt isteme. |
istinşak |
Abdest veyâ gusül esnâsında burun'a (üç defa) su çekmek. * Şiddetle koklamak, koklatmak. |
istinsar |
Burna su veya başka bir ilâç çekip temizleme. * Püskürme. ◊ (Nasr. dan) Yardım isteme. |
istinsaren |
Arka çıkarak. * Yardım ümid ederek. |
istintac |
Netice almak. Netice çıkarmak. |
istintak |
Söyletmek. * Huk.:Sorguya çekmek. Maznundan işlediği fiile dâir ifade almak. |
istintaknâme |
Huk: Sorguya çekilen kimsenin ifâdesinin yazıldığı kâğıt. |
istinzal |
Tenzil etmek. İndirmek. * İnmesini istemek. |
istir'a |
Riâyet isteme. |
iştira |
Satın almak. Mübayaa etmek. |
istira' |
İki tâne odun parçasını birbirine sürte sürte tutuşturma. * Çakmak taşında ateş çıkartma. |
istirab |
(Bak: Iztırab) |
istirabe |
Bir kimsenin hâlinden şüpheye düşme, kuşkulanma. |
istirah |
Yardım isteme, istimdat. |
istirahat |
Dinlenmek. Rahatlamak. |
istirak |
Sirkat etmek. Çalmak. Hırsızlık etmek. |
iştirak |
Ortak olmak. Ortaklık etmek. Bir işde yer almak. Hissedâr olmak. * Bir lâfızda çok mânalar müşterek olması. Meselâ: 'Ayn' kelimesi. Hem göz, hem de kaynak mânasına gelir. |
iştirakî |
Ortaklığa ait, ortaklıkla alâkalı. * Komünist. |
iştirakiyye |
Komünistlerin bir nazariyesi olan sosyalistlik. |
iştirakiyyun |
Komünist sosyalistler. |
istiram |
Hürmet etme, saygı gösterme. |
iştirat |
(Şart. dan) Şarta bağlama, şarttlaşma. |
istirbah |
(Rıbh. den) Fâize para yatırma, fazla faizle verme. |
istirca |
(Recâ. dan) Yalvarma, dileme, rica etme. |
istirca' |
Geri dönmek. Dönmeği arzulamak. * İlm-i Hâlde: Bir cenaze gördüğü zaMan: diye söylemek. |
istirda' |
Çocuk emzirtme. |
istirdad |
Geri almak. Geri almayı istemek. |
istirdaf |
Beraber olmayı istemek, beraber gitmeği arzu etmek. |
istirfa' |
(Ref'. den) Yapılmasını arzulama. * Yukarı kaldırılmasını isteme. |
istirfad |
Yardım isteme. |
istirfah |
(Refh. den) Refah, rahatlık ve bolluk isteme. * Rahatlık ve bolluk içinde bulunma. |
istirha' |
(Rehavet. den) Gevşeme, uyuşma, tembelleşme, rehavet gelme. |
istirhab |
Korkutma veya korkutulma. |
istirham |
Merhamet istemek. Yalvarmak. * İzin istemek. Rica etmek. |
istirhamat |
(İstirhâm. C.) İstirhâm etmeler, yalvarmalar, ricâ etmeler. |
istirhamname |
f. Bir rica veya arzu maksadıyla yazılan mektub. |
istirhan |
(Rehn. den) Rehin alma veya rehin alınma. |
istirhas |
Bir şeyi ucuz görme, ucuz sayma. |
istirkab |
(Rekabet. den) Çekememe, rekabet yapma. |
istirkak |
(Rıkk. dan) Harbde düşman tarafından esir alma. * Köle edinme, bir kimseyi kendine köle olarak alma. |
istirşa' |
Bir işi yapmak için bir şey isteme. * Rüşvet isteme. |
istirşad |
(Reşad. dan) Hak yoluna gitmek isteme. |
istirvah |
Rahatlama, istirahat etme. * Şiddetle koklama. |
istirzak |
(Rızk. dan) Rızk ve nafaka elde etmek için çalışma. |
istirzal |
(Rezalet. den) Rezil sayma. Kepaze, bayağı ve aşağılık görme. |
istis'ab |
Zor addetmek. Güç saymak. * Güçlük çekmek. |
istis'ad |
(Sa'd. dan) Uğurlu sayma. Mes'ud nazarıyla bakma. |
istis'al |
(Suâl. den) Soruşturma, tahkik etme, araştırma. |
istiş'ar |
Bir mes'elenin yazılıp bildirilmesini istemek. * Kullanmak. * Ürkmek. |
istiş'arat |
(İstiş'ar. C.) Yazı ile bildirilmesini istemeler. |
istisa' |
Bollaşma, bollanma, genişleme. |
istisabe |
Sevap kazanmak isteme. |
istisak |
Bir kimseden itimad edilir bir vesika veya senet alma. |
istisal |
(Asl. dan) Kökten koparıp çıkarmak. * Tıb: Bedenden kesilmesi veya koparılması istenen bir parçayı, uru kökünden koparmak. |
istisar |
Bir şeyden fazla miktarda alma, çoğaltmağa çalışma. ◊ Kolaylaşmak, kolay olmak. |
istişarat |
(İstişare. C.) İstişareler, danışmalar, meşveret etmeler. |
istisare |
Toz savurma, tozutmak, toz kaldırma. * Fesatçılık ve fitnecilik yapmak. |
istişare |
Meşveret etmek. Fikir danışmak. Müşâverede bulunmak. |
istişat(a) |
(Şatt. dan) Çok kızma, öfkelenme, gazaba gelme. * Coşma, taşma. * (Kuş) hızla uçma. |
istisbat |
(Sebt. den) Acele etmeyip tedbirli ve hesaplı davranma. |
istisdad |
(Sedad. dan) Doğruluk, dürüstlük. |
istisfa |
Madeni eritip tasfiye etmek, hâlisini almak. |
istişfa |
Şifa istemek. Hastalıktan kurtulup iyi olmayı arzulamak. |
istişfa' |
Birisinin yardımını istemek, şefâat dilemek. |
istişfaen |
Derdine derman aramak gayesiyle. Şifa istemek suretiyle. |
istişfaf |
(Şeffaf. dan) Şeffaf ve saydam olma. |
istisgar |
Küçümsemek. Küçük görmek. Kerih görmek. |
istishab |
Fık: Mazide sabit olup bilâhare zâil olduğu bilinmeyen bir şeyin hâlâ devam ettiği sayılmasıdır. ◊ (Sohbet. den) Yanına alma. Birlikte götürme, beraber götürme. |
istishaben |
Beraber götürerek, yanına alarak. |
istişhad |
Birisinin şâhidliğini istemek. Şâhid göstermek. Delil olarak ileri sürmek. * Şehid olmak. |
istişhadat |
(İstişhad. C.) Şâhid göstermeler, delil olarak misâl göstermeler. * Şehid olmalar. |
istişhaden |
Şâhid göstererek, şâhid getirerek. |
istishal |
Kolay saymak. Bir şeyi kolay addetmek. |
istishar |
Alay etme, zevklenme, eğlenme. |
istişhar |
Şöhret sahibi olmak. Şöhret kazanmak. |
istiska' |
(Saky. den) Su isteme. Susama. * Yağmur duasına çıkma. * Vücudun bazı yerlerinde su toplanması hastalığı. |
istiskal |
Ağır bulup hoşlanmadığını anlatmak. Soğuk muamele ederek sevmediğini bildirmek. |
istişkal |
Zorlaştırma, güçleştirme, müşkülât verme. |
istislaf |
(Selef. den) Birinin yerine geçme. Selef olma. |
istislah |
Bir şeyi iyi olarak görmek isteme. Bir şeyin iyi olmasını isteme. |
istislal |
Çekip çıkarma, sıyırma. |
istislam |
Uyma, tabi olma. * Müslümanlığı kabul etme. İslâm olma. * Yolun ortasından gitme. |
istişmam |
Koklamak. Kokusunu almak. * Hissetmek, sezmek, dolayısı ile anlamak. * Uzaktan haber almak. |
istismar |
Menfaatine âlet etmek. İşletmek. * Kıymetlendirmek. Sömürmek. |
istisna |
Ayırmak. Kaide dışı bırakmak. Müstesna kılmak. * Arapçada istisnâ kelimeleri şunlardır. |
istisna' |
San'atlı olarak yapmak. * Bir şey yapmak için san'atkârla anlaşma yapmak. |
istisnaat |
(İstisna. C.) İstisnalar, müstesna kılmalar, ayırmalar. |
istisnaî |
İstisnaya âit. Ayırmayla alâkalı. |
istisnan |
İhtiyarlama, yaşı ilerleme, yaşlılanma. |
istişra |
Satın alma. Satın almak isteme. |
istisra' |
(Sür'at. den) Sür'atlendirme, hızlandırma, çabuklaştırma. |
istişrab |
İmâ ederek ve kapalı olarak anlatmak isteme. * İçmek isteme. |
istişraf |
Ellerini güneş ışığına siper etme. |
istisrar |
Odalık alma. |
istisvab |
(Savab. dan) Doğru bulma, mâkul görme, beğenme. |
istisvaben |
Beğenerek, doğru bularak, mâkul görerek. |
istisvabgerde |
f. Beğenilmiş. Doğru bulunmuş, tasvib olunmuş, mâkul görülmüş. |
istit'am |
Yemek isteme. Yiyecek şeyler taleb etme. |
istitaat |
(Tav'. dan) Tâkat getirmek. Kudreti ve gücü yeter olmak. |
istitabe |
Tövbe ettirme. Tövbe teklif etme. ◊ Hoş ve iyi bulma. |
istitaf |
Kaplama, ihtiva etme. |
istital |
Gözyaşları inci gibi dökülme. * Birbiri ardınca çıkma. Birbirinin peşinden çıkma. |
istitale |
Uzanmak. Uzantı. Uzayıp gitmek. * Birisi üzerine faziletlilik dâvasında bulunmak. * Tecvidde: Harf okunduğunda sesin imtidadına, uzamasına denir. Bu harfe müstatıl harfi de denir. Bu sıfat More… |
istitan |
Vatan edinme, bir yerde yerleşme, yurt edinme. |
istitar |
Kapanmak, örtünmek. ◊ Yazma. |
istitare |
Gönderme veya gönderilme. Yollanma. * Uçurma veya uçurulma. ◊ Örtülecek, perdelenecek şey. |
iştitat |
Zulmetme. Haksızlık etme. Hükümde ve sair işlerde eziyet etme. ◊ Dağılma. Perişan olma. |
istitba' |
Tâbi olmayı istemek. Peşinden sürüklemek. |
istitbab |
(Tıbb. dan) Doktora başvurma, kendini hekime gösterme. * İlâç arama. * Çare isteme, derdine devâ arama. |
istitla' |
(C.: İstıtlâât) (Tulu'. dan) Anlamağa ve bilmeğe çalışma. Öğrenmeğe gayret etme. |
istitlak |
İç sürgünü olma. Amel olma, ishal olma. * Boşanmayı isteme. |
istitmam |
(Tamam. dan) Tamamlama, tamamlamağa çalışma. Tamamlamasını isteme. Bitirmek için uğraşma. |
istitrab |
Neşe arama, eğlence isteme. ◊ Sevinmeyi, süruru istemek. |
istitrabî |
Sürur ve sevinmeyi istemeğe dâir. |
istitrad |
Edb: Bir söz söylerken o fıkra içinde başka bir bahis nakletmek. |
istitraden |
Edb: Bir bahis anlatırken, söz gelimi, başka bir mes'eleyi de anlatıvermek suretiyle. |
istitradî |
İstitrad ile alâkalı. Asıl mevzudan olmayan. |
istitradiyat |
(İstitrad. C.) İstitrad şeklinde söylenen sözler. |
istitraf |
(Turfe. den) Hiç görülmemiş bir şey sayma. * Şubelendirme, dallandırma. |
istiva |
Müsavi oluş. Temasül. * İ'tidal, istikamet ve karar. * Kemalin sâbit olması. * Kaba kuşluk zamanı. * Yükselmek, yüksek olmak. Üstün olmak. * İstila eylemek. |
iştiva' |
Kızarma, pişip yenecek duruma gelme. |
istivfa |
Vefa istemek. |
istiya' |
Kötü davranma. Fena muamelede bulunma. |
istiyad |
Avlamak. Vahşi hayvanı ele geçirmek. |
istiyaf |
Yaz mevsimini geçirmek, bir yerde yazlamak. |
istiyak |
Misvâk kullanma. |
iştiyak |
Fazla arzu ve şevk. Tahassür. Hasret çekmek. Özlemek. Göreceği gelmek. |
istiyas |
(Ye's. den) Ye'se düşme, ümitsizlenme. |
istiz'af |
(Za'f. dan) Zayıf ve âdi görme, küçümseme. |
istiza' |
Işıklanma, aydınlanma. |
istizade |
(Ziyade. den) Arttırılmasını arzulama, çoğaltılmasını isteme. |
istizae |
(Ziya. dan) Işıklanma, aydınlanma, ziyalanma, nurlanma. |
istizah |
Belirsiz ve mübhem bir şey hakkında açık söylenmesini istemek. İzah istemek. * Gensoru. Bir mes'ele hakkında mebuslar tarafından başbakana veya bakanlardan birine açılan ve sonunda More… |
istizahen |
Bir şeyin açıklanmasını isteyerek. |
istizale |
(İzale. den) Yok edilme, izale olma. |
istizan |
Bir hususta izin istemek. İzin için danışmak. |
istizare |
Ziyaretine gelinmesini isteme veya ziyarete gelmesi istenilme. |
istizhan |
Akıl etmek, düşünmek. |
istizhar |
Dayanmak. Güvenmek. Arka vermek. * Yardım istemek. Zahîr istemek. * Ezberlemek. * Aşikâr etmek. |
istizkâr |
(Zikr. den) Hatıra getirme, hatırlama. Tahattur etme. * Ezberleme, ezber etme. |
istizlal |
(Zıll. dan) Gölgelenme. Gölge altına girme. * Sığınma, himâyesine girme. * Gölgede oturma. ◊ (Zill. den) Aşağılık ve zelil görme. * Bayağı ve âdi görülme. ◊ (Zelle. den) More… |
istizmam |
Zemmetme, yerme, tenkid etme. * Kötü ve beğenilmeyen işler yapma. |
istizmar |
(Zamir. den) Düşüncelerini öğrenme, fikrini yoklama. Maksad ve niyetini anlamağa çalışma. |
istizraf |
(Zerafet. den) Zarif görünme, incelik gösterme. Zerafet gösterme. |
istuh |
f. Âciz, güçsüz, kuvvetsiz. Perişan, mahzun, biçare. |
isva' |
Kuruma, yaşlığı ve rutubeti kaybolma. |
işve |
Güzellerin gönül çeken naz ve edâsı. Gönül çekici tavır. |
işvebaz |
f. Naz edici, edâ yapan, cilveli. * Meşhur bir cins lâle. |
isvede |
Küçük bir böcek adı. * Kuvvetli. |
isvidad |
Kararma, kara olma, esmerleşme. Siyahlanma. |
isyan |
İtaatsizlik. Emre karşı gelmek. Ayaklanmak. |
it'ab |
Yormak. Yorgunluk vermek. Sıkıntı vermek. |
it'am |
Yemek yedirmek. Doyurmak. Taam vermek. ◊ İkiz doğurma. ◊ (Bak: İt'âm) |
it'amiyye |
Bazı vakıf müesseselerinde fakirlerin doyurulması için ayrılan tahsisat. |
it'as |
Öldürme, katletme. |
ita |
Edb: Kafiyenin bir mânada olarak aynen tekrar edilmesi. |
itaat |
Alınan emre uymak. Söz dinlemek. İnkıyad etmek. Boyun eğmek. Âmirin meşru emirlerini dinleyip ona göre hareket etmek. |
itab |
Tekdir etmek. Şiddetle hitab etmek. Azarlamak. Terslemek. Paylamak. Rencide etmek. Darılmak. ◊ Kolsuz ve yakasız kadın gömleği. |
itabe |
İyi etmek. * Hoş kokulu etmek. |
itabname |
f. Azarlama mektubu. |
itad |
İnekten süt sağarken, hayvanın ayağına geçirilen ip. ◊ Kazık çakma. |
itaf |
Kaftan. |
itaha |
Bir şeyi tamamlama, yapıp bitirme, hazır etme. |
itak |
Hürriyet. * Kuvvet. * şiddet. |
itaka |
Güç etmek, zorlaştırmak. |
itale |
Uzatmak. Sözü uzun etmek. Tatvil-i kelâm etmek. * Birini zemmetmek, ayıplamak. |
italik |
Fr. Üstten sağa doğru yatık matbaa harfi. |
itam |
İdrar zorluğu, idrar tutukluğu. |
itan |
Vatan sayma, yurt kabul etme. |
itar |
(C.: Utur) Dudak kenarı. * Elin kasnağı. * Diğerlerini ihâta eden nesne. |
itar(e) |
Bir şeyin peşini bırakmayıp tâkib etme. * Dikkat ve hiddetle bakma. |
itare |
(Tayerân. dan) Uçurma veya uçurulma. * Hızla gönderme, yollama. * Otomobil tekeri. ◊ Uçurma, uçurulma. |
itaş |
(Atş. dan) Susuz bırakma, susuz olma. ◊ (Atşân. C.) Susamış olanlar. |
itat |
Düşmanlık, zıtlık, adavet, muhasame. |
itave |
(C.: Etâvâ) Rüşvet verme. |
itba' |
Tâbi' kılmak. Ardına katmak. * Gr: Bir kelimenin sonuna ilâve edilen tekerleme nev'inden mânasız söz. (Yazmak mazmak, Okumak mokumak gibi.) |
itbak |
(Itbak) Kaplamak. Kapamak. Kapaklamak. * İttifak etmek. * Tecvidde: Harf okunduğunda, dilin üst damağa kapanması. (Bu halde okunan harfler sad, dât, tı, zı harfleridir. (Bak: İdbak). |
itbal |
Kederlenme, kederlendirme. Derde, hüzne ve kedere düşürme. |
itdan |
Islanma veya ıslatma. |
iteh |
Ahmaklık, bunaklık. |
iter |
(Itret. C.) Nesiller, akrabalar, zürriyetler, aynı soydan gelenler. |
itf |
Omuzbaşı. |
itfa' |
Söndürme. Bastırma. Dindirme. * Bir borcu ödeyerek bitirme. * Fizikte: İntizamlı ve eşit zamanlarla sallanan bir hareketin yavaş yavaş azalarak sıfıra inmesi. ◊ Söndürmek. |
itfaiyye |
Yangın söndürme birliği, teşkilâtı. |
itfak |
Maksadına eriştirme, gayesine vardırma. |
itfal |
İnsan vücudunun fenâ bir şekilde kokması. ◊ Kadının oğlanını getirmesi. |
itfet |
şefkat, merhamet. * Boncuk. |
itga |
Azdırma, azdırılma. |
ithaf |
Hediye etmek. Armağan vermek. * Edb: Birisinin nâmına eser yazmak. |
ithafname |
f. Bir eserin bir kimse adına olduğunu gösteren yazı. |
itham |
Kabahatli görmek. Suç isnad etmek. Töhmetlendirmek. Kabahatli görünmek. Töhmetli olmak. |
ithamî |
İthamla ilgili. |
ithamname |
f. İddianame. |
iti |
Keskin, kesen. * Mc: Sert, acı. |
itilaf |
Anlaşmak. Görüşmek. Uyuşmak. Muvafakat. * Cem' olmak, birikmek. |
itk |
Azad edilmek. Hürlük. Esir veya köle olanın serbest edilmesi. Azad olmak. * Kerem ve hüsn-ü cemâl. Asâlet ve necâbet. Şeref, şan ve kıdem. Kuvvet. |
itk alâ mal |
Bir köle veya cariyenin kitabet suretiyle olmaksızın cins ve miktarı malum bir mal veya muayyen bir hizmet mukabilinde azad edilmesidir. Buna 'Itk alâ cu'l' da denir. (Ist. More… |
itkâ' |
Koltuk altına yastık veya dayak koyma. Dayanacak bir şey kullanma. * Yaslanma. |
itkan |
Pürüzsüz yapmak veya yapılmak. Sağlamlaştırmak. Hakikata yakından vakıf olmak, delileriyle bilmek, inanmak. Bilerek emin olmak. Muhkem kılmak, muhkem yapmak. Sâbit kılmak. ◊ More… |
itkname |
Azad edilmiş olan köle veya cariyeye azad edildiklerini bildirmek üzere verilen vesika. |
itl |
(C.: Atâl) Böğür. |
itla' |
Kokulu şeyler sürünmek. * Hevâiyata heves etme. ◊ Tulu ettirmek, zuhur ettirmek, doğdurmak. ◊ Başkasını geçme. * Te'hir etme. |
itlaf |
Ziyan etmek. Telef etmek. Bozmak. * Öldürmek. |
itlak |
Salıvermek. Bırakmak. Koyuvermek. Serbest bırakmak. Serbest olup her tarafta bulunmak. Cezadan kurtarmak. * Boşama. Boşanma. Afvetmek. |
itlal |
Havâle olma, birşey üzerine yüklenme. * Boşu boşuna zaman geçirme, vakit öldürme. ◊ Hayvanı yedeğinde götürme. * Damlatma. |
itlihah |
Gözden yaş akma, ağlama. |
itlinsa |
Çok fazla terleme. |
itmah |
Yukarı bakma, gözü yukarı dikme. |
itmal |
Mahvetme, perişan etme. |
itmam |
Tamamlamak. Bitirmek. İkmal etmek. Tekmil etmek. |
itmas |
Bir şeye geriden uzaktan bakmak. Helâk etmek. |
itminan |
Emniyet içinde olmak. İnanmak. Mutlak olarak bilmek. Kararlılık. |
itminankârane |
f. İtminan göstermek suretiyle. |
itna' |
Sâlim olmak, sağlam ve sıhhatli olmak. |
itnab |
Edb: Konuşurken, fazla tafsilât vermek. Lüzumundan fazla sözü uzatmak. (Îcazın zıddı) ◊ (Bak: Itnab) |
itnabe |
Gölgelik, sâyeban. * Keman teli, keman kirişi. |
itnan |
(Çocuk) hastalıkdan dolayı gelişememe. ◊ Çınlatma. Madeni bir ses çıkartma. |
itr |
Hoş ve güzel koku. Güzel kokulu şey. * Yaprakları güzel kokulu bir bitki. |
itra' |
Bir kimseyi mübalağa ile medhetmek. En güzel şekilde sena etmek. ◊ Doldurma. |
itrab |
(Tarab. dan) şevke getirme, keyiflendirme. ◊ Toprak serpme. Topraklama. |
itrad |
Bir kimseyle birlikte bahse girişme. |
itrah |
(Tarh. dan) Çıkarma, tarhetme, dışarı atma. |
itrak |
Sükût etmek, susmak. Gözünü yere dikip bakıp durmak. ◊ Bırakma, vazgeçme, terkettirme. |
itrar |
Kandırmak, igra. |
itraz |
Kurutma veya kurutulma. |
itret |
Zürriyet. Nesil. Ehl-i beyt. * Gerdanlık. * Güzel kokulu şey. |
itrî |
Itra mensub, ıtır gibi kokan. * Müzik ilminde bir üstaddır. Asıl adı Mustafa'dır. Bayramlarda okunan tekbirin ilâhi ve kuvvetli bestesi onundur. Bestelere âid Segâh, Ayin-i Şerif gibi More… |
itrif |
Habis, hilekâr, kötü, pis. |
itrîh |
Devenin hörgücü. |
itrîs |
Hiddetli, cebbar kimse. * Kuvvetli, dayanıklı deve. |
itriyyat |
(Itr. C.) Güzel kokulu yağ, esans gibi maddeler. |
itriyye |
Erişte aşı. |
itrnak |
f. Güzel ve hoş kokulu. |
ittiad |
Randevu verme. |
ittias |
Öldürme, helâk etme. |
ittiaz |
(Va'z. dan) Nasihat ve öğüt dinleme. |
ittiba' |
Tabi' olma. Arkasından gitme. İtaat etme. Tebaiyyet ve imtisal etme. |
ittibaen |
Tâbi olarak, ittiba ederek, uyarak. |
itticah |
Bir cihete gitmek, yönelmek. Teveccüh etmek. |
itticar |
Ticaret yapma. * İlâç kullanma.İTTİFAK: Beraber hareket için sözleşmek. İttihad ve muvafakat etmek. Söz birliği etmek. Anlaşmak. |
ittifaka |
Rast gelme. |
ittifakan |
Birleşerek, anlaşarak. |
ittifakat |
(İttifak. C.) İttifaklar, sözleşmeler, ittihadlar. |
ittifakî |
(İttifakiyye) Birleşmeye, sözleşmeye, ittifaka veya uyuşmaya ait. Tesadüfle, rastgele. |
ittifakiyyat |
Tesadüfle olan şeyler. |
ittifakpezir |
f. İttifak ve ittihad kabul eden. |
ittihab |
(Hibe. den) Karşılıksız olarak verilen bir bağışı kabul etme. |
ittihad |
Birleşmek. Birlik üzere âmil olmak. Birlik. Aynı fikirde olmak. (Bak: İhtilaf) |
ittiham |
Suç altında bulunmak. Suçlamak. Töhmet altında olmak. Suçlandırmak. (İtham yerine de kullanılır) |
ittihaz |
Edinmek. Kabullenmek. 'Öyle' diye bakmak. Kabul etmek. |
ittika |
Sakınmak. Çekinmek. Günahlardan ve bütün kötülüklerden kendini çekmek. Takvâ ile amel etmek. (Bak: Amel-i salih) |
ittikâ' |
Dayanmak. Yaslanmak. * Oturmak. |
ittikâl |
Allah'a tevekkül etme, güvenme, dayanma. |
ittikan |
Muhkem yapılmak. Esaslı ve şüphesiz yakından bilmek. |
ittikar |
Vakar, gurur ve büyüklük gelme. |
ittila |
Kokulu şeyler sürünme. |
ittila' |
(Tulu. dan) Haberli olmak. Öğrenmek. Haberi, malumatı bulunma. * Yukarıdan aşağı bakmak. |
ittilaat |
(Ittılâ'. C.) Bilmeler, ıttılâlar, öğrenmeler, haberli olmalar. |
ittilak |
İnşirahlı olma, ferahlı ve sevinçli olma. |
ittira' |
Dolma, nemalanma. * Solma. |
ittirad |
İntizamlı, uygun şekilde. Saat gibi intizamlı hareket. Sıra ile birbirini takib eden. Ritmik. ◊ (Bak: Ittırad) |
ittisa |
Bollaşmak. Genişlik kazanmak. Genişlemek. Vüs'at. |
ittisaf |
Vasıflanmak. Muttasıf olmak. Sıfat sahibi olmak. Bir hâl takınmak. |
ittisafkârane |
f. Vasıfları belli olur surette. Bir hal takınarak. |
ittisah |
Paslanma, kirlenme. |
ittisak |
Dizilmek. Bir nizam dahilinde sıralanmak. * Beraber olmak. * Tamam olmak. Toplanmak. |
ittisal |
Ulaşmak. Bitişmek. * Birbirine dokunmak. Yakınlık. Bağlılık. Kavuşmak. |
ittisam |
(Vesm. den) Damga ve nişan vurma. * Dağlama, süsleme. |
ittitan |
Bir memlekette veya bir şehirde yerleşme. Vatan edinme. |
ittiza' |
Alçak gönüllülük, tevazu, mütevazilik. * Devenin, boynuna basarak üstüne binebilmek için, başını aşağı eğme. |
ittizah |
Vazıh olmak. Açık olmak. Aşikâr olmak. |
ittizan |
Ölçülü olmak. Vezne girmek. |
itval |
Uzatmak. Uzatılmak. |
itya' |
Avdet etmek, dönmek. |
ityan |
Delil getirmek. * Gelmek. * Vermek. * Vüsul, vasıl. * Vârid olmak. * Zikir ve isbat ve takrir eylemek. |
iva' |
Barındırma, kondurma. Yerleştirme, oturtma, iskân ettirme. |
ivad |
İlk işine dönme. * Âdet edinme. |
ivar |
İkindi vakti, ikindi zamanı. |
ivaz |
Karşılık olarak verilen şey. Bedel. ◊ f. Hazırlanmış, düzülmüş. ◊ (Bak: İvaz) |
ivazan |
Karşılık olarak, mukabilinde, karşılığında. |
ivec |
Eğrilik, çarpıklık, yanlışlık. * Hakkı ve hakikatı eğri büğrü heveslerle tahrif etmek, gayr-i müstakim şekle getirmek. ◊ (Bak: İvec) |
ivedi |
Aceleci, savruk. Çabuk. |
ivezze |
(C.: İvezz) Kaz. Ördek. * Gövdesi bodur olan. Bodur gövdeli olan. |
ivgen |
Koşan, acele eden. |
ivz |
Ördek. Kaz. * Gövdesi bodur olan kimse. |
iy'ad |
(Bak: İ'âd) |
iyab |
Avdet eylemek, geri dönmek. |
iyab ü zehab |
Gidiş - geliş. |
iyad |
Kuvvetlendirme, takviye etme. * Takviye eden âlet. |
iyadet |
Hastayı ziyaret edip hatırını sormak, gidip görmek. ◊ (Bak: Iyâdet) |
iyadeten |
Hastaya hatır sorarak. |
iyaf |
Gönül dönmek. * Mütereddit olmak, kararsızlık, tereddüt etmek. * Tiksinmek, iğrenmek. |
iyal |
Fık: Bir adamın üzerine nafakasını vermek vacip olan, kendilerini geçindirdiği kimseler. ◊ (Bak: Iyâl) |
iyalet |
İdare etme, valilik yapma. * Bir valinin idare ettiği belde. * Vadi. |
iyalullah |
Halk, insanlar. |
iyan |
(Bak: Ayân) |
iyanî |
Ayân olana ait, âşikâr ve belli olana dair. |
iyas |
Yeis hali. Ümidsizlik ve kederli oluş. |
iyase |
Ye'se düşürme. |
iyaz |
Sığınma. İltica. ◊ (Bak: Iyâz) |
iyazen |
Sığınarak. |
iyd |
(Bak: Îd) |
iyn |
(Bak: În) |
iyş |
(Bak: Îş) |
iz |
(C.: Uzuz-A'zâz) Çok zekâlı kötü adam. * Dikenli ağaçların küçüğü. |
iz (izin) |
Hem, vakt, yevm, hîn gibi kelimelerden sonra ek olarak kullanılır. Meselâ: Hîneizin - O vakit ki. Yevmeizin: O gün ki, kelimelerinde olduğu gibi. * Mâzi fiillerinden evvel iz gelirse: İzküntü… |
iz'ac |
Rahatsız etmek. Bunaltmak. * Yerinden koparıp ayırmak. ◊ Rahatsız etmek. Bunaltmak. * Yerinden koparıp ayırmak. |
iz'af |
Zayıflatmak, kuvvetsiz hale getirmek. * İki kat etmek. İki misline çıkarmak. ◊ Bir şeyin üstüne bir misli koyma. * Zayıflama. |
iz'an |
Basiret. Anlayış. * Teslim olup itaat etmek. * Akıl. Zekâ. İnanç. İdrak. Bilmek. (Bak: Dimağ) |
iz'an-rüba |
f. Anlayışı şaşırtan. Aklı oynatan. Çok hayret ve taaccüb veren. Aklı alan. |
iza |
'Arabça kelimelerin başında kullanılırsa; birdenbire, bir de bakılır ki, gibi mânalara gelir. İsim cümlesinin evvelinde bulunur.' ◊ İncitmek, eziyet etmek. İncitilmek. More… |
iza' |
İyiliğe, iyilikle mukabele etme. * Korkma, havfetme. ◊ Hiza, sıra. * Bolluk ve refah sebebi. |
izaa |
(Izâat) Açığa vurma, belli ve âşikâr etme. * Yüksek sesle bildirme, ilân etme. * Radyo. ◊ Bir şeyi zâyi etmek. Zâyi olmak. Kaybetmek. Mahvetmek, mahvedilmek. ◊ (Bak: More… |
izaat |
İlân etmek, açığa vurmak. Sesle neşriyat yapmak. |
izabe |
Eritmek, eritilmek. Su gibi akıcı hale koymak. Yumuşatmak. Islah etmek. |
izade |
Ailesini koruması için bir kimseye yardım etme. |
izae |
(İzâet) (Zû. dan) Işık verme, aydınlatma, ziya verme. (Bak: Izaet) |
izaet |
Parlatmak. Işıtmak. Işıklı olmak. Aydınlık etmek. |
izafat |
(İzâfet. C.) İzafetler, isim takıları, isim tamlamaları. * Gr: Zincirleme isim tamlaması. |
izafe(t) |
Bir şeyi bir kimseye veya bir şeye nisbet etmek, yakın etmek. İsnâd etmek. Katmak, katıştırmak. * Bir şey üzerine meylettirmek, havale olmak, bağlanmak. * Mal etmek. * Gr: İki isimden More… |
izafeten |
İsnad etmek suretiyle, isnad ederek, ona bağlıyarak. |
izafî |
İzafetle alâkalı, izafete dâir. Ona bağlamak suretiyle. Alâkalı göstererek. |
izafiyye |
Münasebet. Bağlı oluş. Alâkalılık. |
izah |
Açıklamak. Bir şeyi anlaşılır hâlde söylemek veya yazmak. |
izaha |
Bir şeyin çevresini dolaşma. |
izahat |
(İzah. C.) İzahlar, açıklamalar. |
izahe |
Bir şeyi ayırma. * Kurtulma. * Yok etme. |
izahen |
Açıklayarak, izah ederek. |
izahet |
(C.: Izât) Dikenli büyük ağaç. * Yalan, sihir, bühtan. |
izaka |
(Zevk. den) Tattırma veya tattırılma. Lezzet ve zevk hissettirme. |
izale |
Halsiz bırakma. * Uzun etekli elbise. * Kadın yaşmağını açma. * Sarığın ucunu uzatma. ◊ Zevale erdirmek. Gidermek. Ortadan kaldırmak. Mahvetmek. |
izam |
(Azim. C.) Büyükler. Büyük kimseler. * (Azm. C.) Kemikler. ◊ (Bak: İzâm) |
izan |
Bildirmek. * Ezan okumak. |
izar |
Peştemal. Futa. Göğüsten aşağı örtülen elbiseler. * İsmet, iffet. * Zevce. ◊ Yanak. İnsanın yüzündeki yanak kısmı. ◊ f. Suyun dibi. |
izare |
Bir kimseyi kuşkulandırıp vesveseye düşürme. ◊ Ziyaret ettirme. |
izat |
Yalan. Sihir. Bühtan. * Dikenli büyük ağaç. ◊ (C.: Izât) Nasihat, öğüt. |
izaz |
Berk muhkem yer. |
izazat |
Noksanlık. |
izbad |
Köpüklenme. * (Ağaç) çiçek açma. |
izbandut |
Eskiden Rum korsanlarına verilen addır. * Haydut, yolkesen, şaki, eşkiya. * İri vücutlu, korkunç. |
izbar |
Yazma. Yazma ile bildirme. |
izbe |
Kuytu. Loş. Pis ve nemli yer. |
izca' |
Yırtma. * Yatarken vücudun yan tarafı üzerine yatma. ◊ Defetme, kovma. |
izdicar |
Nasihatı dinleyip kabul etme. Söylenen sözü dinleyip tutma. |
izdiham |
Kalabalık bir yerde halkın çok birikmesinden meydana gelen sıkıntı. |
izdira' |
Tahkir etme, hakir ve âdi görme. ◊ Ekin ekme, zirâat yapma. |
izdirad |
Yutma. |
izdiram |
Lokmayı iri iri yutma.İZDİVAC: Çift olmak, birbirine eş olmak. Meşru nikâhla evlenmek. |
izdiyad |
Ziyadeleşmek. Çoğalmak. Artmak. |
izdiyal |
Kaybetme, yok etme. |
izdiyan |
Süslenme, bezenme. |
izdiyar |
Ziyâret etme, gidip görme. |
izem |
Büyüklük. |
izen |
Gr: O halde, o takdirde, öyleyse. (Bak: Huruf-u nasibe) |
izfaf |
Gelin gönderme. |
izfar |
Biri tarafından tırnaklanma. Bir kimseyi tırnaklama. |
izhab |
Gönderme. * Giydirme veya giydirilme. * Altun kaplama. |
izhac |
Oturma, ikamet etme. |
izhaf |
Yalan söyleme. * Hıyanet etme, verdiği sözünü tutmama. * Hayrette bırakma, şaşırtma. |
izhak |
Yok etme, mahvetme. * Öldürme. * Oku, nişandan ayırma. |
izhal |
Hatırdan çıkarma, unutma. |
izhar |
Açığa vurma. Meydana çıkarma. * Göstermek. Zâhir ve âşikâre ettirmek. * Yalandan gösteriş. * Tecvidde, iki harfin arasını birbirinden ayırıp açarak ihfâsız, idgamsız olarak okumaya denir. Bu More… |
izîn |
(İze. C.) Her biri bir fırkaya mensub. Parça parça, fırka fırka. Müteferrik hâlde. |
izin |
(Bak: İzn) |
izinname |
f. Eskiden bir nikâhın kıyılabilmesi için kadı tarafından verilen izin kâğıdı. |
izk |
Ağaç dalı. * Hurma salkımı. ◊ (C. Azâk) Hurma salkımı. |
izkâm |
Zükâm hastalığına yani nezleye uğratma. |
izkâr |
Hatıra getirmek, andırmak, hatırlatmak. |
izlaf |
Yakın etmek. Toplamak, cem' etmek. |
izlak |
Süçtürüp kaydırma. ◊ (Bak: Zelâka) |
izlal |
(Zıll. dan) Gölge yapmak. Gölge koymak. Gölgelendirmek. ◊ (Züll. den) Alçaltmak. Haysiyetsiz ve hakir etmek. ◊ Gölgeli olma, gölgelendirme. ◊ (Bak: Idlâl) |
izlam |
Karanlık olmak. Zulme giriftar olmak. Zulme tutulmak. ◊ Karanlık, zulmet. * Zulmetme, karanlıkta bırakma. |
izmam |
Bir kimseden söz alma. * Bir insanı kötülenecek bir halde bulma. |
izmame |
(C.: Ezâmim) Cemaat, topluluk. |
izmar |
(İzmâr) Kalbde gizlemek, saklamak. Belli etmemek. ◊ (Bak: Izmar) |
izmihlal |
Bozulup gitmek. Perişan olmak. Yok olmak. Görünmez hale gelmek. |
izmihrar |
Surat asma. * (Yıldız) parıldama. * Kış mevsiminin şiddetli olması. |
izmil |
Keskin demir. * Çekiç. * Deri kesmekte kullanılan bıçak. |
izn |
(İzin) Yasağı kaldırmak. Bir şeye ruhsat vermek. Yol vermek. Hizmetten çıkarmak. |
iznab |
Günah işleme. Günahkâr olma. * Kuyruk takma. |
iznan |
Bir kimseyi kabahatlı çıkarma. |
iznillâh |
Allah'ın (C.C.) müsaadesi, izni. |
izra' |
Korkutma. * Çok fazla medhetme, aşırı derecede övme. * Altun arama. ◊ Zelil etmek, hor hakir etmek, alçaltmak. ◊ Arşınlama, ölçme. |
izraf |
Zarflamak. Zarfa koymak. |
izram |
Ateşi tutuşturma, ateşi alevlendirme. |
izrar |
Zarar vermek. Zarara uğratmak. |
izrat |
Yellendirmek. |
iztica' |
Namaz kılarken secdede koltukları sıkarak göğsü yere değdirme. * Yan üstüne yatma. |
iztilam |
Koparmak. Kat'etmek, kesmek. |
iztimar |
Atı, idman yaptırarak yola dayanabilecek şekilde kuvvetlendirme. * İnce belli olma. |
iztina' |
Sıkılma, utanma, kızarma. |
iztirab |
Acı, elem, sıkıntı, vesvese, azab. |
iztirab-âver |
f. Iztırab veren, elem çektiren. |
iztirabat |
(Iztırâb. C.) Elemler, acılar, sıkıntılar, azablar. Vesveseler. |
iztiram |
Saç ve sakala kır düşme. * Alevlenme. |
iztirar |
Çâresiz olmak. Mecburiyet. İhtiyaç. |
iztirarî |
Çaresizlik içinde oluş. Mecburiyet. |
iztirariyat |
(Iztırarî. C.) Mecburi olarak yapılan şeyler, mecburiyetler.İA' Bir nesneyi kab içine koyup saklamak. |
izyan |
Süslenme, donatılma. |
izz |
Kıymet. Değer. Güçlü oluş. Alikadir olmak. Kavi. Şerif. Azim. |
izz ü şerefle |
Güle güle, uğurlar olsun. |
izzet |
Bir kimse zelil iken kavi ve kudret sahibi olmak. Ziyâdelik ve üstünlük. * Değer, kıymet. Kuvvet. Muhterem ve mu'teber olmak. * Bulunmaz derecede az olan şey. |
izzetlû |
Şeref ve itibar sahibi. * Eskiden belirli bir mevki ve rütbe sahiblerine verilen ünvan. |
izzî |
Tahammüllü, sabırlı kimse. |
j |
Osmanlı alfabesinin ondördüncü harfi olup, ebced hesabında ' harfi gibi, 7 sayısına tekabül eder. |
jaje |
f. Bâtıl, edebsizce olan söz. |
jajha |
f. Saçma sapan söyliyen. Mânâsız ve boş konuşan. |
jajhayan |
f. Saçma sapan söz söyleyenler. Mânâsız ve boş konuşanlar. |
jajhayî |
f. Mânâsız söyleyicilik. |
jajhor |
f. Mânâsız ve mâlâyani şeyler konuşan. |
jajî |
f. Tereyağı ile karışık peynirin tuluma konan şekli. |
jaketatay |
Fr. Arkası yırtmaçlı, etekleri uzun ve ön köşeleri yuvarlakça kesilmiş olan resmi ceket. |
jale |
f. Çiğ. Kırağı. (Bak: Şebnem) |
jaledar |
f. Üzerine çiğ düşmüş, kırağılanmış. |
jaleriz |
f. Çiğ saçan, kırağı saçan. |
jandarma |
Fr. Yurt içinde asayişi sağlamak gayesiyle meydana getirilen ve orduya mensup silâhlı kuvvet. Ve bu kuvvette yer alan asker. |
jar |
Zaif, takatsiz, bitkin. |
jardiniyer |
Fr. Salonlara süs için konulan ve içine çiçek ekilmek üzere bir sandığı bulunan bir mobilya. |
jartiyer |
Fr. Çorap bağı. |
jean |
Dev. Gayet büyük. Dev cüsseli. |
jegale |
f. Çığlık, nâra. * Darı ekmeği. |
jegand |
f. Sağlamlık, metanet. * Vahşi ve yırtıcı hayvanların korkunç sesi. |
jegar |
f. Küf, kir, pas. * Yüksek ses, nâra. |
jeh |
f. Siğil, sivilce. |
jelatin |
Fr. Tıbda ve fotoğrafçılıkta kullanılan şeffaf, renksiz ve kokusuz bir cisim. Hayvanların kemik ve kıkırdak gibi kısımlarından elde edilir. * Bir cins kâğıt. |
jende |
f. Yamalı, eski. * Eski-püskü. Pejmürde. |
jendepuş |
f. Yamalı hırka giyen kimse. Fakir. |
jeng |
f. Pas, küf, kir. |
jeng-bar |
f. Pas saçan. |
jeng-beste |
f. Paslı, kirli, küflü, pas tutmuş. |
jeng-dar |
f. Küflü, paslı, kirli. |
jeng-yab |
f. Paslı, küflü, kirli. |
jengar |
f. Kir, küf, pas. * Bakır pası. |
jengarî |
f. Bakır yeşili. Bakır pası renginde olan boya. |
jengdan |
f. Çan. Çıngırak. |
jengele |
f. Çatal tırnaklı hayvan. * Hayvanda bulunan çatal tırnak. |
jenk |
Yüzde hâsıl olan buruşukluk. |
jeoloğ |
yun. Yer (Arz) ilmi ile uğraşan. |
jeoloji |
yun. Yerin (Arzın) yapı kütlelerini inceleyen ilim kolu. |
jerd |
f. Çok yiyen, obur. |
jerf (jerfa) |
f. Derin. Suyun derin yeri. |
jerfbîn |
f. Dikkat sâhibi, dikkatli. |
jerfî |
f. Derinlik. |
jerfin |
f. Kapı sürmesi. Kapının ardına konulan dayak. |
jest |
Fr. Çalım. Mânâlı ve gösterişli hareket. |
jeton |
Fr. Para yerine kullanılan marka. * Telefonlarda veya garsonların kasa ile hasaplaşmasında kullanılır. |
jey |
f. Göl. * Irmak. |
jik |
f. Yağmur damlası. * Kirpi. |
jikase |
f. Kirpi. |
jile |
Yelek. |
jimnastik |
(Bak: Cimnastik) |
jimnaz |
Bazı memleketlerde orta tahsil müesseselerine verilen isim. İdadî mektebi. |
jir |
f. Göl. Havuz. |
jirnet |
Fırıldak. Rüzgârın istikametini gösteren âlet. |
jive |
f. Civa. |
jiyan |
f. Kızgın, kükremiş, hışımlı. (Bu tabir, ekseriyetle arslanlar hakkında kullanılır.) ◊ f. Kükremiş, kızgın. (Ey yâreli şir-i jiyan, bu hâb-ı gafletten uyan.) |
jön türk |
Fr. Genç Türk. 1868'den sonra, Avrupa'daki gibi, güya yenilik ve terakki isteyen Genç Osmanlılara Avrupalılarca takılan isim. |
jügal |
f. Kömür. Maden kömürü. |
jülide |
f. Dağınık, perişan, karma karışık. |
jun |
f. Sanem, put. |
jüri |
ing. Herhangi bir mes'ele için hüküm vermek üzere toplanan hey'et, cemaat. |
k |
Osmanlı alfabesinin yirmidördüncü harfi olan kaf ile, yirmibeşinci harfi olan kef harfini karşılar. |
ka' |
(C.: Akva') Düz yer. |
ka'b |
(Ölm: Hic: 32) Yahudi âlimlerinden olup İsrailiyatı İslâmiyet'e en çok aktaranlardan biridir. Hz. Ebubekir devrinde Müslüman olmuştur. Sa'lebi ve Kisai gibi İslâm tarihçileri. |
ka'berî |
Ailesine, arkadaşına, yoldaşına, kabilesine ve halkına katılık eden, kötü ahlâklı kişi. |
kâ'beteyn |
İki Kâbe. Mekke-i Mükerreme'deki Kâbe-i Muazzama ile, Kudüs'teki Mescid-i Aksâ. |
ka'd |
Çuval. |
ka'de |
Bir defa oturuş. Oturma. * Ist: Namazdaki bir defa oturuş. Teşehhüd için, Ettahiyyâtü duâsını okumak maksadı ile olan oturuş. Birinci oturuşa Ka'de-i ulâ, ikinciye de Ka'de-i âhire More… |
ka'del |
Yağhane sepeti. |
ka'f |
(C.: Kıâf) Ayağı sert olarak basmak. * Ayak ile toprağı yerinden koparıp küremek. * Kap içindeki suyun tamamını içmek. * Koparmak. |
ka'k |
Kuru ekmek. Peksimet. |
ka'ka |
Kuru, yâbis. Meşakkatli yol. * Yemame'den Kûfe'ye giden geniş yol. |
ka'ka' |
Korkak, zayıf kişi. |
ka'kaa |
Silâh çatırtısı. Kılınç veya süngü gibi silâhların birbirine çarpmasından çıkan ses. |
ka'kea |
Men'etmek, engel olmak. * Hapsetmek. |
ka'm |
(C.: Kiâm) Devenin ağzını bağladıkları şey. * İçinde silah saklanan kap. * Bağlamak. * Öpmek. |
ka'r |
Derinlik. Dip. Her şeyin dibi. Nihâyet. * Yemeği dipten yemek. * Çalmak. koparmak. ◊ Karnı yemekten dolmak. * Arkası yağlı olmak. |
ka's |
(C: Kiâs) Parmak kemiği. ◊ Çirkin kokulu toprak. ◊ Ölüm, mevt. |
ka'ş |
(C.: Kuuş) Ağacın başını çekip eğmek. * Cem etmek, toplamak. * Kadınların bindiği merkep. |
ka'sa |
Devamlı olarak yerinde sabit olan kadın. * Arkası içerisine girdiğinden arkasını yere koyamayan kadın. |
ka'seb |
Büyük karınlı, kalın. |
ka'sele |
Yürürken bir ayağını yere sürüyüp tozutmak. |
ka'sere (ka'serâ) |
Yoğun, sağlam, kalın, katı. |
ka't |
Kısa boylu kimse. |
ka'va' |
İncikleri ince olan kadın. |
ka've |
Evin ortası. |
ka'z |
Keçi ve sığırın, ağacın başını çekip kendine eğmesi. |
kaa |
Ev avlusu. |
kaa' |
Acı su. |
kaaki' |
Birbiri ardınca meydana gelen gök gürlemesi. |
kaan |
Hükümdar, hâkan. |
kaaret |
Derinlik. |
kaas |
Boynu göğüse girmek. |
kaat |
Gadap, hiddet, öfke. * Darlık. * Yaşlı koyun. * Davar memesi. * Bağırma ve çığlık şiddeti. |
kab |
Çok eski devir silâhlarından olan yayın kabzası (tutacak yeri) ile köşesi arasındaki mesafe, her 'yay' da 'iki kab' olan miktar. |
kab' |
Seyahat edip gezmek. * Nefesi tutulmak. * Atın burnu içinden çıkan hırıltı. |
kaba' |
(C.: Akbiye) Üste giyilen elbise. Kaftan, cübbe. |
kaba'ser |
(C.: Kabâis) Büyük, kuvvetli, sağlam. Zayıf deve yavrusu. * Deniz canavarlarından bir canavar. |
kabaçe |
f. Entari. Hafif giyecek. |
kabadayi |
Mc: Cesur, kahraman, cengâver. Eskiden kabadayılar ağırbaşlı, fenalıktan kaçınır, iyiliği sever insanlar oldukları için muhitlerinde hürmet görürlerdi. (O.T.D.S.) * Kimseden korkmaz More… |
kabahat |
Kusur, çirkin iş, tekdir edilmeğe müstehak hareket. |
kabahât |
(Kabahat. C.) Kusurlar, kabahatler. Suçlar, çirkin hareketler. |
kabaih |
(Kabayih) (Kabiha. C.) Kabahatlar. Çirkin işler, kabih haller. |
kabail |
(Kabile. C.) Kabileler. Bir soydan türemiş cemaatler, silsileler. |
kabakulak |
Tıb: Daha ziyade tükrük bezlerini şişiren bulaşıcı ve ateşli bir hastalık. |
kabale |
Kadı'nın (hâkimin) verdiği hüccet. * Toptan, götürü ile yapılan satış. * Yahudilerin kendi cemaatlarına verdikleri vergi. |
kabas |
Ciğer hastalığı. * Yüksek ve kalın. * Hafiflik. * Neşat, sevinç. |
kabatî |
(Kıbtî. C.) Çingeneler. |
kabaza |
Hız. Sür'at. |
kabb |
İnce belli olmak. * Gönlün eğlendiği gönül eğlencesi. * Makara ortasındaki ağaç. |
kabba |
İnce belli, zayıf kadın. (Müz: Akbeb) |
kabban |
Büyük terazi, baskül. |
kâbbe |
Hüzünden ve gamdan dolayı, hali kötü ve kalbi kırık olmak. |
kabbe |
Yağmur damlası. * Gök gürlemesi. |
kabce |
(C.: Kubec-Kibâc) Keklik kuşu. |
kabe |
Usanmak, bıkmak. * Kırılmak. ◊ Yumurta. |
kabele |
(C.: Kıbel) Göz boncuğu. |
kabes |
Ateş parçası. * Ateş şulesi. * Öğretmek. * Öğrenmek. |
kabet |
Kederli ve ıztırablı olma. |
kâbi' |
Dolu kap. |
kabia |
Kılıç kabzasının başında olan gümüş veya demir. |
kabih |
(Kabiha) Çirkin, fena, kötü, yakışıksız, ayıp. |
kabiha |
(C.: Kabâih) Çirkin davranış, ayıp iş. Fena muamele. |
kabil |
Gibi, türlü, biraz evvel, az önce. Aşikâr. İleri gelen. Kabul eden. * Sınıf, nevi, soy. * Kefil. * Birbirine muhalif kavimden üç beş kişi. ◊ Kabul eden. Olabilir, istidatlı, More… |
kabile |
Birlikte yaşayan, konup göçen, bir sülâleden türemiş insanlar. Bir reisin idaresi altında bulunan ve ekserisi aynı soydan gelen insanlar. ◊ Kadın ebe. * Kabul edici. * Ses More… |
kabiliyet |
Dıştan gelen te'sirleri alabilme gücü. * İstidat, anlayış, kabul edebilirlilik. Kabul edici yüksek bir kuvvete mâlik olmak, olabilirlilik. |
kabin |
f. Güveğinin geline verdiği ağırlık, eşya, para. |
kabina siğmamak |
t. Sabırsızlık, acelecilik. * Şişmanlamak. |
kabine |
Fr. Vekiller hey'eti. Bakanlar kurulu. * Küçük oda. * Doktorun muâyene yeri. |
kabir |
Büyük, ulu. ◊ (Bak: Kabr) |
kabis |
Yusuf Aleyhisselâm'ın rüyasında gördüğü yıldızlardan birisi. ◊ Hızlı giden at. Süratli at. |
kabisa |
Parmak ucuyla yenen şey. |
kâbise |
Ucu üstüne eğri ve kıvrık olan burun. |
kabise |
Üveyik kuşu. |
kabiz |
Kabzeden, tutan. |
kabkab |
Karın, batn. |
kabkaba |
Haykırma, kükreme. (Deve ve arslan hakkında kullanılan bir tâbirdir.) |
kabl |
Önce. Evvel. İleride. Evvelki. |
kablî |
İlke ve önceliğe âit. Hiçbir tecrübeye dayanmadan. Yalnız akıl ile. |
kablo |
Fr. Telgraf, telefon hatlarında veya elektrik akımı iletmede kullanılan izole edilmiş tellerin bütünü. |
kabotaj |
Fr. Bir ülkenin kendi limanları arasında gemi işletme işi. |
kabr |
(Kabir) Mezar. Merkad. Ölünün toprağa gömüldüğü yer. (Bak: Âlem-i berzah) |
kabristan |
f. Mezarlık. |
kabs |
Her şeyin esası, aslı. * Tâlim etmek. ◊ Parmak ucuyla yemek. |
kabsa |
Başı büyük ve sivri olan kadın. |
kabt |
El ile bir şey toplamak. |
kabtarî |
Yünden dokunan bir elbise. |
kâbuk |
f. Yuva. Kuş yuvası. |
kabuk |
Bir şeyin dışındaki sert örtü, kışır. * Bazı hayvanların katı mahfazaları. |
kâbul |
Avcıların kemendi. |
kabul |
Bir malı satın almak için kabul ettiğini bildiren sözdür. (Bak: İcab) |
kabulgâh |
f. Kabul yeri. |
kaburga |
Göğüs kemiklerinin beheri. Göğüs kemiklerinin bel kemiğine bağlanmak suretiyle meydana getirdikleri şeklin bütünü. * Gemi, sandal, kayık gibi deniz nakil vasıtalarının hayvan kaburgasına More… |
kabus |
Uykuda ağırlık basması. Korkulu ve insanda hareket bırakmayan rüya. Karabasan. |
kabz |
Tutmak. Ele almak. Kavramak. Almak. * Tahsil etmek. Teslim almak. * Amelde zorluk çekmek. * Kuşun süratle uçması. * Mülk. |
kabz u bast |
Ruhen sıkıntı. Daralma ve genişleme. Sıkıntı ve ferahlık. * Birini diğeri üzerine tercih etme. * Münkabız bir adama ferahlık ve sürurluluk vermek, sevindirmek. * Beyan ve ifâde etmek. * Uzun More… |
kabza |
Kılınç gibi şeylerin tutacak yeri. Sap. * El, pençe. * Bir tutam, bir avuç şey. |
kabzimal |
Meyve ve sebze yetiştiricileriyle, satıcı arasındaki aracı. |
kâc |
f. Küçük bir çeşit çam. |
kâd |
Mahzun olma, hüzünlü ve kederli olma. ◊ f. Hırs, tamahkârlık. |
kad |
Gr: İsmiyye veya harfiyye olan bir kelimedir. İsmiyye olduğunda iki vecihle kullanılır. yerine muzari olur. Yetişir, kifayet eder mânasınadır. Yahut kelimesine müradif isim olur. Harfiyye More… |
kad' |
Men etmek, engel olmak. |
kadah |
Çömlek içinde pişen yemeğin kokusu. ◊ Küçük toprak çanak. |
kadana |
Forsaların ayağına vurulan zincir. |
kadastro |
Fr. Bir ülkedeki arazi ve mülklerin alanını, sınırlarını ve yerini belirtip plânlama işi. |
kadd |
Boy, bos. |
kadd ü kamet |
Boy bos. |
kadd-i bâlâ |
f. Yüksek, uzun boy. |
kadd-i bülend |
f. Uzun, yüksek boy. |
kadda' |
şiddetli. |
kaddah |
Kadeh yapan. Kadeh yapıcı. * Zemmeden. Gıybet eden. Hicveden, yeren. |
kaddahe |
Çakmak taşı. |
kaddesallah |
Allah mübarek ve mukaddes eylesin. |
kaddese |
Takdis etti, takdis eder, takdis etsin, mutlu olsun. |
kade |
Gr: Yardımcı fiillerdendir. Cümlede ifade edilen hükmün yaklaştığını bildirmek için söylenir. Mübtedâ ile haberin başına gelerek, birincisini isim adı ile merfu' kılar, haberini de More… |
kadem |
Ayak. Adım. Metrenin üçte biri kadar olan uzunluk. Oniki parmak uzunluğu, yarım arşın. * Uğur. |
kadem-bus |
f. Ayak öpen. |
kademe |
Derece, sıra. * Merdiven basamağı. |
kademe kademe |
Basamak basamak, derece derece. |
kademî |
Ayakla alâkalı. Ayağa mensub. |
kademiyye |
Ayak bastı parası. * Eskiden hükûmete ait bir davetiye veya emri tebliğ etmek için gönderilen memura, masrafları karşılığı olarak verilen ücret. |
kademkeş |
f. Ayağını çeken. Yanaşmayan, gitmeyen. |
kademnih |
f. Ayak basıcı. |
kademnihade |
f. Gelmiş, ayak basmış olan. |
kademran |
f. Adım atan, ilerliyen. |
kademrence |
f. Lütfen kabul, tenezzül. |
kader |
Cenâb-ı Hakk'ın kâinatta olmuş ve olacak her şeyin evsafını ve havassını ve sâir geleceğini ve geçmişini ezelden bilip, levh-i mahfuzunda takdiri ve yazması. Takdir-i İlâhî. * Ezelî More… |
kaderî |
Kader ile alâkalı. Kader, tali' nev'inden olan. |
kaderiye |
Kul, kendi yaptıklarının halıkıdır deyip ifrat ederek Hak mezhebinden ayrılan bir dalâlet fırkası. (Bak: mu'tezile) |
kadh |
Zemmetme, çekiştirme. Bir kimsenin ayıb ve kusurlarını söyleyerek gıybet etme. * Men'etmek, engel olmak. * Çakmak taşını çakmak. * Bir kimsenin işine halel vermek. |
kadî |
Hâkim. Peygamber (A.S.M.) nâmına suçluyu ve suçsuzu ayırıp şeriatla hükmeden hâkim. * Kaza eden. |
kadî naibi |
Kadıların (hâkimlerin), gitmedikleri yerlere gönderdikleri vekiller. |
kadîb |
(C.: Kıdbân) İnce ve düz fidan, dal veya çubuk. * Erkeklik âleti. |
kadîd |
Kurutulmuş et. * Pek zayıf, kuru ve çelimsiz insan. * Etleri dökülmüş olup yalnız kemikten ibaret olan gövde. İskelet. |
kadîh |
Tencere dibinde arta kalan. |
kadih(a) |
(Kadh. dan) Bir kimse hakkında kötü söz söyleyen. Zemmedici, çekiştirici, kötüleyici. |
kadim |
(A, uzun okunur) Ayak basan. Ulaşan. Varan. * Azanın mukaddemesi olan insanın başı. |
kadîm |
Eski zaman. * Başlangıcı olmayan. Uzun zamandan beri var olan. * Evveli bilinmeyen hâl ve keyfiyet. |
kadim(a) |
Kemirici hayvan. |
kadime |
Ordunun ileri karakolu. * Kuşun kanadının ön tarafındaki uzun tüyleri. |
kadîmen |
Eskiden beri. Kadim olarak. |
kadîmî |
Eskiden beri var olan. Eski. |
kadir |
Bir işi yapmaya gücü yeten. Kudret sâhibi ve herşeye kudreti yeten. (Allah C.C.) |
kadîr |
Mukaddir. Muktedir. Kudreti mutlak olan ve her hususa muktedir olan. Nihayetsiz kudret sahibi. |
kadir alayi |
Tar: Kadir gecesi padişahların saraydan çıkıp, civardaki camilerden birinde namaz kılmaları münâsebetiyle yapılan merâsim. |
kadir gecesi |
(Bak: Leyle-i Kadir) |
kadir-endaz |
f. İyi ok atan ve attığı her oku hedefe isâbet ettiren kimse. |
kadir-şinas |
f. Kıymet ve değerden anlayan. Değerli kimseleri tanıyabilen. |
kadirdan |
f. Kadirbilir. Değerbilir. |
kadirga |
Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan harp gemilerinden biri. Kürek ve yelkenle kullanılırdı. Kadırgalar 25 oturaklı idi ve her küreği dörder adam tarafından çekilirdi. (O.T.D.S.) More… |
kadirî |
Abdülkadir-i Geylanî Hazretlerinin yolunda olan, onun tarikatına mensub. olan. (Bak: Geylanî) |
kâdiye |
Soğuk. * Afet, belâ. |
kadiye |
Azlık. Az cemaat. |
kadiz |
Hep olduğu yerde kalan büyük fıçı. |
kadkeşide |
f. Boy atmış, uzamış. Boyu uzamış. |
kadr |
İtibar. Değer, kıymet. Haysiyet. Derece miktarı. Miktar. Meblağ. Takat. Takdir, rızkı taksim eylemek. Gına. |
kadr suresi |
Kur'an-ı Kerim'de 97. sure olup İnna Enzelna diye de söylenir. |
kadro |
ing. Bir işin yürütülebilmesi için icab eden bir cinsten şeylerin, bilhassa insanların tamamı veya bütünü. |
kadum |
(C.: Kudm) Keser. * Şam yakınında bir köyün adı. |
kadv |
Yemeğin kokusu iyi olmak. |
kady |
Yemeğin kokusu güzel olmak. |
kaf |
Ufuk. * karfinin ismi. * Bir dağ adı. |
kaf suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 50. suresidir. Bâsikat ismi de verilir. Mekkîdir. |
kaf'a |
Yağcılar tokmağı. * Hurma kabuğundan yapılan, zenbile benzer kulpsuz bir nesne. ◊ Yumuşak kuru ot. * Parmakları soğuktan dökülmüş ayak. |
kafa |
(C.: Akfâ) Baş. Kafa. * Ense, arka. * Akıl, zekâ, anlayış. |
kafadar |
f. Arkası sıra giden, peşinden ayrılmayan. * Kafaları birbirine uyan, kafaca birbirine denk olan arkadaş. |
kafar |
Katıksız ekmek. |
kafave |
Sütten yapılan azık. |
kafavî |
Kafa ile alâkalı. |
kafd |
Bileğin eğri olması. |
kafder |
Çirkin yüzlü, katı başlı kimse. |
kafedan |
Attarların eczâ koydukları kese veya torba. |
kafender |
Çirkin yüzlü, katı başlı kimse. |
kafer |
Zayıf ve etsiz olmak. |
kafes |
Tel, ince demir veya ağaç çubuklarından yapılan ve içine kuş ve saire konulan şey. * Dışardan içerisi görünmesin diye, ince tahta çubuklarından yapılıp harem pencerelerine takılan siper, * More… |
kaff |
Parmak arasına birşey gizlemek. * Ot kurutmak. |
kaffaf |
Parmakları arasında birşey gizleyip çalan kimse. |
kaffal |
Çilingir. Anahtarcı. |
kaffan |
Büyük terazi. |
kâffe |
Hep. Bütün. Cümle. |
kâffeten |
Bütünü. Hepsi birden. |
kafh (kifâh) |
Başa vurmak. * İçi boş olan şeyi vurmak. |
kâfi |
Kifayet eden. Vâfi, başka şeye ihtiyaç bırakmayan. Yeten, yetişen, elveren. |
kafî |
Birine uyup peşinden giden. |
kâfil |
Birinin yerine ödemeyi kabul eden. Kefil olan. |
kafîl |
Kuru ağaç. * Parça parça olmuş ot. * Kamçı. Bir otun adı. |
kafile |
(A, uzun okunur) Birlikte sefere çıkanların cemaatı. Kervan. |
kafile-sâlâr |
f. Kafile reisi. Kafile başı. |
kafîne |
Kafasından kesilen koyun. |
kâfir |
Hakkı görmeyen ve örten. İyilik bilmeyen. Allah'ı inkâr eden. Dinsiz. |
kafîr |
Hayvan tersi. |
kâfirane |
f. Kâfire yakışır şekilde, kâfir gibi. |
kâfirûn |
Kâfirler. |
kâfirûn suresi |
Kur'an-ı Kerim'de 109. sure olup El-Kâfirûn da denilir. |
kafiye |
Tâbi olan şey. * Herşeyin son tarafı. *Edb: Manzum yazılan satırların ses bakımından sonlarının aynı olması. (Yaman, duman, saman... gibi.) |
kafiyeperdâz |
f. Kafiye uyduran. Şair, nâzım. |
kafiyeperestlik |
Kafiye için safiyeyi feda edecek derecede kafiyeye ehemmiyet vermek. Birinci derecede kafiyeyi düşünüp, mânayı arka plana atmak. |
kafiyesenc |
f. Kafiye dizen. Nâzım, şair. |
kafiz |
(C: Kufzân-Akfize) Ölçek. |
kafkaf |
şahtere otu. ◊ şarap, hamr. |
kafkafe |
Titremek, titretmek. |
kafn |
Kafa. |
kafr |
Arz. Çöl. Beyâban. |
kafs |
Sıçramak. * Hafiflik. * Sevinç, neşat. * Hayvanın ayaklarını bağlamak. ◊ Zorla birşey almak. * Gadap, hiddet. * Mevt, ölüm. |
kafş |
Yemekten lezzet alma, fazla yemek yemek. * Pabuç. * Cem'etmek, toplamak. |
kafsal |
Arslan. |
kafşelil |
Kepçe. |
kafta |
Cima etmek. |
kaftan |
Ekseriya mükâfat ve taltif olarak giydirilen süslü üstlük elbise. Hil'at, esvab. |
kâfur |
Beyaz ve yarı şeffaf, kolaylıkla parçalanan bir madde. Sert, güzel kokulu, katı ve yağlı bir madde. * Cennette bir kaynak ismi. |
kafur (kufur) |
Hurma çiçeğinin kılıfı. |
kafv |
Bir kimsenin ardına düşüp ittibâ etmek, ona tâbi olup uyma.KAFY: Uymak. * Kafasına vurmak. |
kafz (kafazân) |
Sıçramak. |
kafzea |
(C: Kafâzi) Başın çevre yanlarının saçı. |
kâgaz |
f. Kâğıt. |
kağithane |
Kâğıt fabrikası. * İstanbul'da vaktiyle böyle bir fabrikanın bulunduğu yerdeki mesire. |
kağni |
(Kağlı) İki tekerleri dingille sâbit öküz arabası. |
kagşar |
Yıkılmak üzere. Yıkılıp harabolmaya yüz tutmuş. |
kâh |
f. Köşk, kasır. * Tek oda. Bir gözlü oda. * Yüksek binâ. ◊ f. Saman. Saman çöpü. |
kah |
Sultan. |
kaha |
Ev ortası, saha. |
kahal |
Koyunların derisini kurutan bir hastalık. |
kahame |
İlerlemiş yaşlılık. |
kahb |
Yaşlı, ihtiyar. * Büyük dağ. |
kâhban |
f. Harman bekçisi. |
kahbe |
Namussuz kadın. Fâhişe. * Mc: Hilekâr, kalleş ve sözünde durmaz adam. |
kahd |
Koyunun beyaz kuzusu. * Açılmamış nergis. |
kâhdan |
f. Samanlık. İçine saman doldurulan oda. |
kahde |
(C.: Kıhâd) Devenin hörgücü dibi. |
kahf |
Kap içindeki suyun tamamını içme. |
kâhgil |
f. Samanlı sıva çamuru. |
kahhar |
Galib-i Mutlak ve her an kahretmeğe muktedir olan Allah (C.C.) Hak Celle ve A'lâ'nın esmâ ve sıfâtındandır. |
kahharane |
Kahharcasına. Kahredercesine. |
kahif |
Şiddetli yağmur. |
kâhil |
Saçına ak düşmüş adam. Yaşlı, ihtiyar. Tembel. |
kâhilane |
f. Tembelce, tembelcesine, tembel olana yakışır surette. |
kâhin |
Karışık ve tahmini sözlerle gaibden haber verdiği söylenen kimse. Haberci. Falcı. * Âlim. |
kâhinane |
f. Kâhin gibi ve ona benzer şeklide haberler veren. Bir nevi zan ile gaibden haber verir gibi. |
kâhine |
Kadın kâhin. |
kahir |
(A, uzun okunur) Üstün gelen. Yenen. Galip gelen. * Zorlayan. Mecbur eden. |
kahit |
Şiddetli kıtlık olan sene. |
kahiz |
Müşkil, zor nesne. |
kahkaha |
Yüksek sesle ve çokça gülme. |
kahkaha' |
Öldürücü bir yılan. |
kahkahazen |
f. Kahkaha atan, fazlaca yüksek sesle gülen. |
kahkar |
Katı, sert, sağlam taş. ◊ Taş. |
kahkara |
Geri geriye gelme, dövüşerek çekilme. |
kahkarî |
Birdenbire geri dönme, aniden arkaya dönme. * Geri çekilmekle ilgili, geri dönmekle ilgili. |
kahkariye |
Geri dönme. Rücu'. |
kahl |
Zemmetmek. * Nimete nankörlük etmek. ◊ Göze sürme çekmek. |
kahl (kuhul) |
Kurumak. |
kahlese |
Yuvarlak baş. |
kahm |
(Kuhum) - Düşünmeden kendini bir iş içine atmak. |
kahpe |
(Bak: Kahbe) |
kahr |
Zorlama. Cebir. * Ezme. Mahvetme. * Fazlaca üzüntü. Keder içine işleme. * Cenâb-ı Hakkın şiddetli ve azab verici vasıflarının tecellisi. (Kahr, lütfun zıddıdır.) (Bak: Celal) ◊ More… |
kahraman |
(C.: Kahramanan) f. Yiğit, cesur, bahadır. * Fars mitolojisinde Rüstem'in yendiği kişi. * İş buyuran, hüküm sâhibi. |
kahramanan |
(Kahraman. C.) f. Kahramanlar. Cesur kimseler, yiğitler. |
kahramanane |
f. Kahramanca, yiğitçe, cesurane. |
kahramanî |
f. Yiğitlik, kahramanlık, cesurluk. |
kahreban |
Kehribar. |
kahrenî |
Kahr ile, zorla. Ezerek, cebren. |
kaht |
Kıtlık. Kuraklık. Kuraklıktan dolayı mahsulün yetişmemesi. |
kaht ü galâ |
Yokluk. Kıtlık. Fakirlik. * Pahalılık. |
kahus |
Uzun boylu erkek. |
kahvalti |
t. Sabah ve ikindi vakitleri yenilen hafif yemek. |
kahve |
şarap. * Hâlis süt. * Kahve. * Güzel koku. * Bolluk, bereket. * Kahvehane. |
kâhya |
Büyük konaklarda ev işlerini idare eden kimselerle san'at ve ticaret sahiplerinin işlerine bakmak üzere hükümet tarafından seçilen kimselere eskiden verilen addır. |
kahz |
(Ok atmak. * Sıçramak. * Yarmak. |
kahz (kihz) |
İbrişim karışıklı beyaz bez. |
kaib |
(C.: Kevâib) Tomurcuk memeli kız. |
kaibe |
Hüzün ve gamdan perişan olmak. |
kaîd |
(C.: Kavayid) Çekirge. * Ulu, yüce kişi. |
kaid |
(A, uzun okunur) Süren. Sevkeden. * Koyunların önünden giden ve 'Küsem' denilen koyun. * Yedeğine alıp çeken. Çavuş. Serasker, kumandan. * Sıradağ. * Geniş ark. ◊ More… |
kaidan |
(Kaid. C.) Kumandanlar, komutanlar, seraskerler. |
kaide |
Esas. Temel. Düstur. Nizam. Yol. Ayaklık. * Dip taraf. * Bir şeyin meydana gelmesine şart ve düstur olan husus. * Bir ilim ve fennin düsturlarından her biri. * Fık: Hayızdan ve çocuktan More… |
kaiden |
Oturarak, oturduğu hâlde. |
kaideşiken |
f. Kaide ve usullere uymayarak. Kuralları çiğniyerek. |
kaideşikenâne |
f. Usul ve kaideye riayet etmeyerek, kuralları çiğneyerek, kaideyi bozarak. |
kaideten |
Kaide ve hükümlere göre. Kurala uygun olarak. |
kaidevî |
Kaide ve kural ile alâkalı. *Mat.: Tabana ait. |
kaif |
Yeri kazıp götüren, toprağı sürükleyen yağmur. |
kail |
Söyleyen. Anlatan. Nakleden. Söz sahibi. İnanmış. * Boyun eğmiş. Rıza göstermiş, razı olmuş. |
kaile |
(C.: Kavâil) Dağ başı. |
kaim |
Ayakta duran. Mevcut. Baki. * Vaktini ibadetle geçiren. |
kaime |
Uzun bir kâğıda yazılan ferman. * Kitap yaprağı. * Kâğıt para. |
kaimen |
Ayakta durarak. Yıkılmamış. * Canlı olarak. |
kâin |
Olan. Var olan. Bulunan. Mevcut. |
kâinat |
Var edilen şeylerin hepsi. Yaratılanlar. Mevcudat. Âlemler. |
kâinat-efruz |
f. Kâinatı süsleyen, cihanı donatan. |
kaîr |
Daha derin, çok derin. |
kaîs |
Çok yağmur. |
kâj |
f. Eğri, bükülmüş. * Şaşı. |
kak |
Uzun, tavil. * Alaca karga. |
kakül |
(Kâgül) f. Alnın üzerine sarkıtılan kısa kesilmiş saç. |
kakum |
Kürkü makbul bir cins kedi. |
kakunc |
Kanbel otu. (İt üzümünün bir nevidir.) |
kakuze |
(C.: Kavâkiz) Boş maşrapa. |
kal |
(A, uzun okunur) Söz. |
kal u kîl |
Dedi denildi şeklindeki nakiller. |
kal' |
Bir şeyi kökünden çekip koparmak. * Kendisinden iyi kalay çıkan maden. * Azletmek. Bir tarafa ayırmak. |
kal'a |
Kale. Eskiden yapılan büyük merkezlerin ve şehirlerin bulunduğu etrafı duvarlarla çevrili ve düşmanın hücumundan muhafaza edilen yüksek yerlerde inşa edilmiş yapı. * Çobanın çantası. * Hurma More… |
kal'a-bend |
f. Bir kale içinde yaşamağa mahkûm olmuş olan. Kal'aya bağlanmış. |
kal'a-dâr |
f. Kale koruyucusu, kal'a muhafızı. Dizdar. |
kal'a-gir |
f. Kale tutan. |
kal'a-küşa |
f. Kale zapteden. |
kal'a-nişin |
f. Kalede oturan. |
kâla |
f. Kumaş. * Ev eşyası, giyim eşyası. * Sermaye, anamal. |
kala |
Buğz, adâvet. |
kalafat |
Geminin tahtalarının aralıklarını üstüpü vs. ile doldurup üzerine zift sürme işi. * Sahte süs, düzen. ◊ Vaktiyle Yeniçeri Ağasının giydiği kırmızı bir başlık. |
kalah |
Diş sarılığı. * Sarık uzunluğu. |
kalaid |
(Kılâde. C.) Gerdanlıklar. * Akarsular. |
kalail |
(Kalil. C.) Az şeyler, kaliller. |
kalak |
Can sıkıntısı. Gönül darlığı. Kararsızlık. * Zahmet. Meşakkat. |
kalalib |
(Kullâb. C.) Çengeller, kancalar. Uçları eğri olup bir şeyler asmağa yarayan demirler. |
kalânis |
Takkeler, külâhlar. |
kalânisî |
Takkeci. |
kalansuve (kulensiye) |
(C.: Kalânis-Kalânis-Kılâs) Takke, külâh, kavuk. (Bak: Kalensüve) |
kalantor |
Zenginliğini göstermeye özenen kellifelli ve şişman adam. |
kalar |
f. Büyük sel yarıntısı. |
kalavra |
Eskimiş meşin eşya veya yamalı ayakkabı. |
kalaye |
Kilise odası. |
kalb |
Vücudun kan dolaşımı merkezi. Yürek. * Gönül. * Herşeyin ortası. * Bir halden diğer bir hale çevirme. Değiştirme. |
kalben |
İçten, kalbden, yürekten, gönülden. Samimi olarak. Kendi kendine. |
kalbgâh |
f. Ordunun sağ ve sol kanadlarının ortası. Merkez bölümü. * Canevi. |
kalbî |
İçten. Yürekten. Kalbe ait ve müteâllik. Samimiyetle. Riyâsızca. |
kalbolma |
t. Başka hâle gelme. Değişme. |
kâlbüd |
f. Kalıp, şekil. * Gövde, beden, insan veya hayvan cesedi. |
kalbzen |
f. Kalpazan. Sahte para basan. * Yalancı. |
kald |
Gümüş bilezik. |
kale |
(A, uzun okunur) Dedi. O söyledi. ◊ f. Kumaş. * Ham kavun, kelek. ◊ Söz söylemek. ◊ (Bak: Kal'a) |
kaleb |
Dudak dışarıya sarkmak. ◊ (C.: Kavâlib) Kalıp. |
kalebe |
Hastalık. İllet. |
kalehzem |
Yeyni, hafif. * Suyu çok olan büyük deniz. |
kalem |
(C.: Aklâm) Kamış. Yazı için ucu inceltilen bir nevi ince ve sert kamış. * Yazı yazmak için kullanılan her türlü âlet. * İfâde. Üslub. * Mâden, taş ve tahta üzerinde oymak için ucu sivri More… |
kalem suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 68. suresinin ismidir. Mekkîdir. |
kalemdan |
f. Kalem kutusu, kalemlik. |
kalemen |
Yazı ile, kalem ile. * Sayıca, sayı bakımından. |
kalemgir |
f. Yazı yazarken kalemin kâğıda takılmadan rahatlıkla kayması. |
kalemî |
(Kalemiyye) Kalemle alâkalı. Kalemle münâsebet ve alâkası olan. |
kalemiyye |
Eskiden kalemlerde yazı karşılığı olarak alınan para. |
kalemkâr |
f. Tülbent veya ince kumaş üzerine fırça ile şekiller yapan yazmacı. * Maden üzerine kazarak şekiller yapan kimse. * Duvar veya tavanlara süs yapan, nakkaş. |
kalemkârî |
f. Resimcilik, ince nakkaşlık. * İnce nakkaşın elinden çıkmış. |
kalemkeş |
f. Yazan, yazıcı, yazar, müellif. * Çizen. * Yazıda silinti yapan. |
kalemrev |
f. Bir hükümdar veya hükümetin hükmünün geçtiği yer. |
kalemzede |
f. Yazılmış, kaleme alınmış. |
kalemzen |
f. Yazan, yazıcı, kâtib. |
kalen |
(A, uzun okunur) Söylemek suretiyle. Söyleyerek. |
kalender |
f. Dünyayı terkederek elini çekip Allah yolunda giden kimse. * Dünyâdan elini çekip herşeyi hoş gören kimse. * Dünya alâkalarından uzak, alâyişe aldanmaz hakikat adamı. Filozof. |
kalenderâne |
f. Kalenderce. Kalender olan bir kimseye yakışır surette. |
kalenderî |
'f. Feylesofluk; kalenderlik; dervişlik; serserilik. * Edb: Halk edebiyatı tâbirlerindendir. Halk şâirleri 'mef'ulü, mefaîlü, mefaîlü, feûlün' vezninde tanzim ettikleri More… |
kalensüve |
Üzerine sarık sarılarak başa giyilen külâh. * Mantarın başlığı, tablası. |
kales |
Kusuntu. |
kalet |
(C.: Kılât) Helâk olmak. * Dağlarda, içinde su biriken çukur. * Göz çukuru. * Baş parmağın dibinde olan çukur. |
kalfa |
Sarayla konaklardaki cariyeler hakkında kullanılan bir tâbir idi. Konaklarda bu tâbir, daha çok bunların eskileri ve yaşlıları hakında kullanılırdı. Gençlerine 'kız' denilir ve More… |
kalgay |
Eskiden Kırım Hanlığı'nın veliahtlerine verilen ünvan. |
kalh |
Eşek anırtısı. Aygır kişnemesi. ◊ Ferc. |
kalheban |
Uzun, tavil. |
kalhebe |
Beyaz bulut. |
kâlî |
Veresiye satmak. |
kali |
f. Halı. |
kalî |
Dedikoducu, gıybet eden, çekiştirici. * Söylemekle. Söylenmiş. Söz olarak. Söze dair ve müteallik. |
kali' |
(Kal. dan) Kökten söküp atan. Kökünden çıkaran. |
kalib |
(Ka, uzun okunur) Hususi bir biçim, bir şekil alması istenen bazı şeylerin konmasına mahsus araç. (Buz kalıbı, çizme kalıbı gibi) * Hususi surette dökülmesi istenen şeylere mahsus zarf. * More… |
kalîb |
Kuyu, çok eski zamandan kalmış kuyu. |
kâlib (kelib) |
İt tutan kimse. Köpeğe av tâlim ettiren kimse. |
kaliçe |
f. Küçük halı. |
kalif |
Sünnet olmamış kimse. |
kalîf |
Hurma kabuğu. |
kalifiye |
Fr. Yetişmiş usta, işçi vs. |
kâlih |
Katı, şiddetli, şedid. |
kalil |
Az. * Bodur kimse. |
kalilen |
Az olarak. |
kalita |
ing. Eskiden kalyon cinsinden yük gemisi. |
kalite |
Fr. Vasıf. |
kaliyye |
Tava kebabı. * Kavrulmuş. |
kalizem |
Kuyu. * Suyu çok olan deniz. |
kalkadis |
Siyah boya. |
kalkal |
Deprenmiş, hareket etmiş. |
kalkale |
Bir şeyi titretmek. * Tecvidde: Okurken harflerin üzerinde birden durarak harfi, mahrecinden çıkar çıkmaz kesmek suretiyle bu harfleri tekrar okumak. |
kalla' |
Beylere koğuculuk yapan yalancı. * Halk içinde tanınmak için kendine bir alâmet yapan kimse. |
kallab |
(Kalb. den) Düzenbaz, hilekâr. * Kalpazan. Sahte para basan kimse. |
kallas |
Takke dikici, takke diken. |
kallaş |
Kalleş. Hileci, dönek. |
kallavî |
Vaktiyle vezirlerin giydikleri bir cins kavuk. |
kalle |
Az olmak. |
kalleys |
San'a şehrinde bir kilise. |
kalli |
t. Sözlü. Dil ile. |
kallidnâ |
Boynumuza geçir, tak (manâsındadır). |
kalm |
Kesmek. |
kalmes |
Ulu kişi, seyyid. |
kalori |
Lat. Bir kilogram suyu bir derece ısıtmak için lâzım olan ısı miktarı. * Gıdaların vücuda yarayışlı olması ve hararet vermesi bakımından değeri. |
kalp |
t. Hileli. Sahte. Taklit. * Yalandan cesaret satan korkak adam. * Yalancı. Kendisine güvenilmez olan. |
kaltaban |
f. Namussuz. Pezevenk. |
kalû |
(A, uzun okunur) Dediler. Onlar söylediler (meâlinde fiil). |
kalû belâ |
Cenab-ı Hak ruhları yaratıp, onlara Rabbiniz değil miyim, meâlinde: 'Elestü Bi-Rabbiküm' buyurduğunda, ruhlar 'Evet Rabbimizsin' meâlindeki Kalu Belâ diye cevap. |
kâluc |
f. Küçük parmak. * Güvercin kuşu. |
kâlus |
f. Ahmak, ebleh, akılsız. |
kalus |
(C.: Kulus-Kalâyıs) Ayakları uzun genç deve. * Yüksek. * Murdarlıklar akan çay. Kirli ırmak. |
kâlusane |
f. Akılsızcasına, ahmakçasına. |
kaluşe |
f. Çömlek. * Tencere. |
kaly |
Et ve buğday kavurmak. * Buğz, adavet, düşmanlık. |
kalyan |
f. Nargile. |
kalyon |
Buharlı gemilerin icadından evvel kullanılan yelkenli ve kürekli harp gemilerinden biri. |
kâm |
f. İstek. Arzu. Maksad. Murad. Dilek. Lezzet. * Ağzın üstü. Damak. * Koyun, sığır ağılı. * Ağaç kilit. |
kâm na kâm |
f. İster istemez. |
kâm u nâkâm |
Elbette, ister istemez. |
kam' |
Kahretmek. Zelil etmek. * Zabtetmek. Ezmek. Kırmak. * Hasta etmek. * Başına vurmak. * Bir sese kulak verip dinlemek. * Ağzı dar olan bir şeyin içine huni ile akıcı maddeyi koymak. * Huni. More… |
kâm-binan |
(Kâm-bin. C.) f. Bahtiyarlar, mesutlar, mutlu kimseler. |
kâm-binî |
f. Bahtiyarlık, saadet, mutluluk. |
kama |
İki tarafı keskin, ucu sivri ve enli bıçak. * Duvara veya keresteye çakılan büyük tahta çivi. * Ağaç, kütük ve sâireyi yarmak için kullanılan ucu ince, arka tarafı kalın ağaç veya demir More… |
kamakim |
(Kumkuma. C.) İçlerine mürekkep, zemzem gibi şeyler konulan yuvarlak testiler. |
kamame |
Süprüntülük. |
kamara |
Vapurlarda mevki sayılan odalar ve salonlar. * Gemide kaptan gibi erkâna mahsus odalar. * Buğday ve arpa gibi mahsul demetlerinden harman yerinde yapılan küme. * Avrupa devletlerinde millet More… |
kamarî |
(Kumriye. C.) Dişi kumrular. |
kamarot |
Vapurlarda kamaraların hizmetini gören adam. |
kamatir (kamtarir) |
Katı, sağlam. |
kâmbahş |
f. Herkesin isteğini yerine getiren. * Bağışçı, ihsan edici. |
kamber |
(Bak: Kanber) |
kâmbin |
f. Merâmına erdiren. İsteğine kavuşturan. |
kamcere |
Islah etmek. |
kâmcu |
f. İsteğini ve meramını arıyan. Maksadına ve gayesine ulaşmak isteyen. |
kâme |
f. Arzu, istek, meram, gaye, maksad.KAM'E (Kumu'): Hakaret. |
kame |
(C.: Kumme) Başını sudan kaldıran davar. |
kamea |
(C.: Kamâ) Büyük gök sinek. * Gözün kirpikleri diplerinde çıkan sivilceler. |
kamed |
Binanın temeli. |
kamel |
Bitli kişi. * Karnın büyük olması. |
kamen |
Lâyık. |
kamencer |
Yaycı, kavvas. |
kamer |
Gökteki ay. Hilâl. * Ay ışığında uyumayıp uyanık durmak. |
kamer suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 54. Suresinin ismi olup İktarabet Suresi de denir. Mekkîdir. |
kamerî |
Ay ile alâkalı. |
kamerî sene |
Arabi aylara göre olan yıl. Senesi 360 gün olan yıl. (Bak: Hicret) |
kameriyye |
Çardak. Bahçelerde, mehtaplı gecelerde oturmak üzere yapılıp, etrâfı sarmaşık v.s. çiçeklerle örtülü bulunan yer. Küçük köşk. |
kamervari |
f. Ay gibi, kamere benzercesine. |
kames |
Suya daldırmak ve batırmak. * Hareket edip acı çekmek. |
kamet |
(A, uzun okunur) Namaza başlama işâreti, namaz kılmak için okunan ezan. * Boy. Boy-bos. Endam. |
kamet almak |
Namaza başlamak için, hususen farz namazından önce ezan okumak. |
kamez |
Menfaatsiz, hor hakir nesne. |
kâmgüzar |
f. İsteğini elde edebilen. Arzusuna kavuşabilen. |
kamh |
Yemeğe iştihâsı az olmak. * Suya dalmak. * Davarın başını sudan kaldırması. ◊ Buğday. * Yukarı kaldırmak. |
kamha |
Kasap merhemi adı verilen ilaç. |
kamih |
Kam' eden, ezip kıran, mahveden, perişan eden. Kahreden, yok eden. Alçaltan, zelil eden. ◊ Suyu içmeyip, başını kaldırıp duran davar. ◊ Tarhana. * Kokutup ekşitilmiş More… |
kâmil |
(Kemal. den) Bütün, tam, olgun, eksiksiz, kemalde olan, kusursuz. Kemal ve fazilet sâhibi. |
kâmilen |
Noksansız, eksiksiz olarak. Tam olarak. Kâmil olarak. Bütünü ile. Tamamen. |
kamim |
Tere otunun kurusu. |
kâmin(e) |
Saklı. Gizli. Belirsiz. Pusuda duran. |
kâminun |
(Kâmin. C.) Saklı ve gizli olanlar. |
kamis |
Gömlek. * Döl yatağını kaplayan ince deri. * Bâzı nebatlardaki ince zar. |
kamit |
Bağlanmış. * Tam olgun, kâmil. |
kamkam |
(C.: Kumâkım) Ulu, şerif kimse. *İyi, keskin kılıç. * Büyük deniz. * Çok adet. * Saç dibine düşen yavşak. * Küçük kene. |
kamkame |
(C.: Kamkâm) Büyük, derin deniz. |
kâmkâr |
f. İsteğine ulaşmış. Matlubunu elde etmiş. Hedef ve gayesine varmış. * Mutlu, bahtiyar, mes'ud. |
kâmkârane |
f. Mutlu olan bir kimseye yakışır şekilde, mutlulukla. |
kâmkârî |
f. Mutluluk, saâdet, bahtiyarlık. Murada ermeklik. |
kaml(e) |
Bit, kehle. |
kamlul |
Yabâni hıyar. |
kamm |
Evi süpürmek. |
kammas |
Suya dalan. |
kammaş |
Külhancı. |
kamme |
Süpürmek. |
kamp |
Karargâh. Kırda asker, izci veya talebelerin kurdukları karargâh. * Esirler karargâhı. |
kampanya |
Sıkı bir iş ve çalışma devresi. * Maksatlı uğraşma. Bir maksad için faaliyete geçme. |
kamr |
Göz kamaşmak. |
kamra |
Ay ışığı olan gece. |
kâmran |
f. Arzusuna nâil olan, bahtiyar, mes'ud. |
kâmranî |
f. Mutluluk, kâmranlık. İsteğine, arzusuna kavuşmuş olma. |
kâmreva |
f. İsteğine erişen. Arsuzuna kavuşan. Gayesine ulaşan. |
kamş |
Bir şeyi şundan bundan toplamak. |
kams (kimâs) |
Hareket ettirmek. * Davar önüne sıçramak. |
kamt |
Kuş, dişisine cima etmek. * Doğan çocuğu beze sarmak. |
kamtarir |
Çatık suratlı. |
kamu |
(Kamuğ) t. Hep, bütün, tamamen. |
kamuflaj |
Fr. Gizlenme, örtme. Aldatma gayesiyle yapılan tertibat. Daha ziyade harp zamanlarında araçlar ile insanların, bulundukları mekâna göre kılığa girmeleri. |
kâmuran |
(Bak: Kâmran) |
kamus |
Deniz. Derya. * Denizin ortası, derin yeri. * Büyük Lügat Kitabı. ◊ Arslan, esed. |
kâmver |
f. İsteğine kavuşmuş. Gaye ve maksadına vâsıl olmuş. Mutlu, bahtiyar. |
kâmverân |
(Kâmver. C.) f. Mutlular, bahtiyarlar, arzularına kavuşmuş olanlar. |
kâmyab |
İsteğine kavuşmuş. Murâdına ermiş olan. |
kân |
f. Bir şeyin menbaı. * Kuyu. Kaynak. * Mâden ocağı. * Bir keyfiyetin. (niteliğin) bol olarak bulunduğu kimse. ◊ f. Ahmak, ebleh. Câhil. İdraksiz, düşüncesiz. |
kan'ar |
Büyük, kaba budaklı ağaç. |
kana |
Süngüler. |
kanaat |
Aç gözlü olmayıp hırs göstermemek. Kısmetinden fazlasına göz dikmemek. Helâl ile yetinip haramı istememek. Az şeyi de olsa kısmetine razı olmak.(Semere-i sa'yine ve kısmetine rıza More… |
kanaatbahş |
f. Kanaat verici, inandırıcı. |
kanaatkâr |
f. Kanaat sâhibi. Kanaat edip az şeyle iktifâ eden. |
kanaatkârane |
f. Kanaat sâhibi bir kimseye yakışır tarzda. |
kanadil |
(Kandil. C.) Kandiller. |
kanafiz |
(Kunfuz. C.) Kirpiler. * Dağ fareleri. |
kanah |
(C.: Kanevât-Kınâ-Kınaâ) Yer altında olan su yolu. * Kendir ağacı. |
kanas |
Av yeri. |
kanat |
(C.: Kanavât) Yeraltına döşenmiş olan künk. Küçük kanal, su borusu. * Sopa, mızrak. |
kanata |
ing. Bol ağızlı su testisi. * Sıvı koymaya mahsus kap. * Bazan ölçü gibi de kullanılır. |
kanatir |
(Kantara. C.) Taştan yapılan kemerli büyük köprüler. Kantarlar. ◊ (Kantar. C.) Kantarlar. |
kanavat |
(Kanât. C.) Yeraltına döşenmiş olan künkler. Su yolları. * Mızraklar, sopalar. |
kanazi' |
(Kunzua. C.) Uzamış saç. * Baş traş edilirken yer yer bırakılan saç. |
kanber |
Hz. Ali'nin (R.A.) sâdık, vefakâr ve sevgili kölesinin adı. * Mc: Bir evin gediklisi. * Herşeye burnunu sokan, her düğün ve eğlencede bulunan bir adamdan kinâye olarak kullanılır. |
kand |
Şeker, şeker kamışının donmuş suyu. |
kandal |
Büyük başlı. |
kandave |
Yaramaz huylu. * Gıdası olmayan taam. * Büyük iri. |
kandefir |
Yaşlı kimse, acuz. |
kandî |
şekerimsi, şekerle ilgili, şekerden. |
kâne |
(Kevn. den) İdi, oldu...mânasında, fiilin geçmiş zamanı. |
kanef |
Kulağın küçük ve kalın olması. |
kaneme |
Kir. * Yağdan gelen pis koku. |
kaneşvere |
Hayız görmez kadın. |
kanfa |
Kulakları küçük ve kaba olan kadın. (Müz: Aknef) |
kanfaş |
Yaşlı, ihtiyar. |
kanfese |
Tesbih böceği. |
kangren |
Yun: Canlı vücudun belirli bir kısmında hücrelerin ölmesiyle meydana gelen bir hastalık. |
kanh |
Suyu içip kandıktan sonra başını kaldırmak. |
kâni |
(Kinaye. den) Dokunaklı ve iğneli söz söyleyen. Kinayeli konuşan. |
kani' |
(A, uzun okunur) Kanaat eden. Kendinde olan helâla razı olup, başkasının hiçbir şeyine göz dikmeyen. * Kanmış. İnanmış. Tatmin olmuş. |
kanib |
İnsan topluluğu. |
kânif |
Udul eden, dönen, yoldan çıkan. |
kanif |
İnsan cemaati. * Çok yağmur ve bulut. * Geceden bir parça. |
kanis |
Avcı. |
kanisa |
(C.: Kavânıs) Taşlık denilen ve kuşlarda olan bir organ. |
kanit |
(A, uzun okunur) (Kunut. dan) Kunut ve duâ eden. * İtaatlı. * Sükût eden. ◊ Ümidi tamamen sönmüş. Ye'se düşmüş, ümitsiz, kederli, hüzünlü. ◊ (Bak: Delil) |
kanitîn |
Kunut ve duâ edenler. Allah'a itaat ve ibadet edenler. |
kâniz |
Defneden, gömen. |
kankal |
Büyük kile. |
kankane |
Yol göstermek. |
kankaris |
Börek. |
kânken |
f. Madenci. Maden kazıcısı. |
kannad |
şeker yapan, şekerci. |
kannas |
Avcı, seyyad. |
kannis |
Avcı, av. |
kannur |
Başı büyük kişi. |
kans |
Av. Av avlama. |
kansa |
(Kuşlarda) Kursak. |
kantar |
Ağırlık ölçüsü âleti. * Binikiyüz dinar, onikibin okiyye, yüz okiyye gibi hudutsuz bir vezindir. * Kırk okka. |
kantara |
Taştan yapılan, kemerli büyük köprü. |
kantariyye |
Kantar ücreti. Tartma parası. |
kantin |
Fr. Kışla, fabrika, mekteb gibi yerlerde bakkal veya aşcı dükkânı. |
kanu' |
Kanaat sâhibi. Kanaatkâr, kanaatli. Hakkına razı olan. |
kânun |
Ocak. Ateş yanan yer. Zaman. * Kış mevsimi. * Sakil, ağır adam. * Kış mevsiminin ilk iki ayı. * Mangal. Soba. |
kanun |
(C.: Kavânin) Herkesin uyması için devletin teşri kuvveti tarafından konulan her türlü meşru nizam, kaide, emir, nehiy ve yasaklar. * Kaziye-i külliye. Kâinatta Allah'ın koyduğu More… |
kanunen |
Kanuna göre. Kanunca. Kanuna uyarak. Kanun yolu ile. |
kanuni |
Kanuna dâir. Kanuna ait. * Avrupavâri kanuna vesile olan Osmanlı Padişahı Sultan Süleyman'ın bir nâmı. (Bak: Sultan Süleyman Han) |
kanuniyet |
Kanunluluk. Kanun haline gelmek. |
kanunname |
f. Kanun kitabı. Anayasa. |
kanunşinas |
f. Kanun ve nizam koyan, kanunun inceliklerini bilen. |
kanva' |
Büyük burunlu kadın. |
kanzaa |
İbik. |
kapasite |
Fr. İçine alma, ihtiva etme kabiliyeti. * Kabiliyet, bilgi. |
kapçak |
Tar: Eski zaman muharebelerinde muhasara edilen kalelerin duvarlarına tırmanmak için kullanılan büyük çengel. |
kapikulu |
Osmanlı devletinin daimi ordusunu teşkil eden yaya ve atlı askerlerin bütününe verilen addır. |
kaplica |
Üstüne bina yapılmış sıcak maden suyu, üstü örtülü kaynarca, ılıca. |
kapora |
(Kaparo) Pey olarak verilen para. |
kapris |
Geçici heves. Maymun iştahlılık. İnsanın zayıf tarafı. Evham. |
kaput |
Fr. Askerlerin üstlük elbisesi, yağmurluğu. * Otomobillerin motor kısmını örten kapak. |
kâr |
f. (Kelimeye bir ek olup, isimleri sıfat yapar) Eden, edici, yapan mânâlarına gelir ve li, lı, cı, ci gibi eklerin de karşılığıdır. İtaat-kâr, hilekâr, isyan-kâr, hamur-kâr, kanaatkâr...gibi. More… |
kar |
(C.: Kur-Kirân) Zift, kara boya. * Deve. Dağ keçisi. * Ses çıkmasın diye ayağın kenarıyla yürümek. * Küçük tepe. * Kara taşlı yer. * Kara büyük taş. |
kar' |
Vurmak. Çakmak. Kapı çalmak. * Savt. Avâz. Ses. * Kabak. * Gülsuyu kabı. * Eti soyulmuş kemik. |
kar' (kur') |
(C.: Ekrâ) Cem'etmek, toplamak. * Okumak, kıraat. |
kar'uş |
İki hörgüçlü deve. * Arslan eniği. |
kâr-âgâh |
f. İşbilir, uyanık. |
kâr-âgâhî |
f. Uyanıklık, iş bilirlik. |
kâr-âzmayî |
f. Görgülülük, iş bilirlik, tecrübeli oluş. |
kâr-azmude |
f. Görgülü, tecrübeli, görmüş geçirmiş. |
kâr-danî |
f. Uyanıklık, iş bilirlik. |
kâr-nüma |
f. Menfaat gösteren. * Usta çıkacak olan çırakların, ustalıklarını göstermek için yaptıkları örneklik iş. |
kâr-zâr |
(Kâr ü zâr) f. Kavga, cenk, savaş, harp, muharebe. |
kâr-zârgâh |
f. Savaş meydanı. Harp alanı. Muharebe sahası. |
kara |
(C.: Ekrây-Karvât) Bahçe ve bostan içindeki su arkı. * Su ile karışmış süt. ◊ (C.: Ekrâ) Arka. |
kara' |
Deve yavrusunda çıkan beyaz bir sivilce ve kabarcık. * Baştaki saçların hastalıktan dökülmesi. ◊ (Kar'. C.) Su kabakları. * Gülsuyu kapları. |
kara'belane |
Karnı büyük, yassı bir böcek. |
karabasan |
t. Kâbus. Sıkıntılı ve korkunç rüya. * Bir kimsenin içine düştüğü pek sıkıntılı ruh durumu. |
karabe |
Kırba. Büyük testi. |
karabet |
Soyca yakınlık. Hısımlık. Akrabalık. |
karabin |
(Kurban. C.) Kurbanlar. Allah için kesilen koyun, sığır ve deve gibi hayvanlar. |
karaborsa |
Piyasadan çekilen eşyanın, yüksek fiatla satıldığı gizli pazar. |
karafi |
(Şihâbüddin Ahmed El-Karafi) Maliki Mezhebi'nin büyük âlimlerindendir. Milâdi 1285 de vefat etmiştir. |
karah |
(C.: Akriha) Bina ve ağaç olmayan arazi. |
karaib |
(Karib. C.) Yakınlar, hısımlar. Akraba. |
karain |
(Karine. C.) Karineler, ip uçları. |
karakter |
yun. Huy. Mizac. Seciye. Bir şeyi benzerlerinden ayırdetmeğe yarayan temel hususiyet. |
karamil |
Örülüp ucu sarkıtılan saç bağı. |
karan |
Mekke arzı. |
karanful (karanfül) |
Yaprağı, çiçeği ve kokusu güzel ve uzun olan budaklı bir nebat. Karanfil. |
karanitis |
Kişiyi sersem eden dimağ dolgunluğu. |
karar |
Değişmez hâle gelmek. * Sabit ve sakin olmak. * Ne az ne çok olan tam ölçü. Ölçülülük. * Gitmeyip kalmak. * Oturaklı yer. Sâkin olacak yer. * Anlaşılan ve sabit hâle gelen son karar sözü. * More… |
karardâde |
f. Durgun hâle gelmiş. * İstikrar bulmuş. Kararlaşmış. Karar verilmiş. |
kararet |
Kısa ayaklı ve çirkin yüzlü bir cins koyun. * Düz yuvarlak yer. |
karargâh |
f. Karar verilen yer. Karar yeri. * Askerî birlikte kurmay heyetinin toplandığı yer. Merkez. |
karargir |
f. Karara bağlanmış. Kararı verilmiş. |
kararit |
(Kırat. C.) Kuyumcu tartıları. Kıratlar. |
kararname |
f. Bakanlar Kurulu'ndan çıkan resmî emirler. * Verilen karârı bildiren yazı. |
kararyab |
f. Karar bulan. * Bir yerde oturup dinlenen. |
karaşime |
Maymunların gece çıkıp yattığı bir ağaç. |
karatis |
(Kırtâs. C.) Kâğıtlar, sahifeler. Kâğıt tabakaları. |
karavana |
Bakırdan yayvan yemek kabı. * Kışla, okul, hastahane gibi müesseselerde tevzi edilecek yemeği içine koydukları kap. * İnce ve yassı elmas. * Atışta hedefe vuramama. |
karavol |
f. Karakol. |
kârazma |
f. Görgülü, tecrübeli. |
kârban |
f. Kervan. |
kârban-saray |
f. Kervansaray. Şehirlerde veya yol üzerlerinde kervanların ve yolcuların gecelemelerine mahsus büyük han. |
karbon |
Lât. Basit olup kömürleşmiş hâlde bulunan bir temel unsur. Kömür. Billurlaşmış halde kömürleşmiş cisim. |
karbonik |
Fr. Bir karbonla, iki oksijenin birleşmesi ile meydana gelen gaz. |
karbus |
(C.: Karâbis) Eğerin ön ve arka kaşı. * Saç. |
kârd |
f. Bıçak. |
kârdan |
f. İşten anlar, iş bilir. |
kârdar |
f. İşi elinde tutan. |
karded |
Kaba mekan. Düz arz. |
kârdide |
(C.: Kâr-didegân) f. Uyanık, tecrübeli, iş bilir, görgülü. |
kardinal |
Fr. Katolik mezhebinde en büyük pâye. |
kâre |
Arka yükü. |
kare |
Anasından gözsüz doğan. Kör olarak dünyaya gelen. * Koyun sürüsü. ◊ (C.: Kâr-Kur) Dişi ayı. * Meşe. * Yüksek yer. * Kabile ismi. |
karef |
Hastalara yakın olmak. |
kareh |
Kişinin gövdesi kirli olmak. Vücut kirliliği. |
karem |
Et arzu etmek. * Deniz içinde biten çınar ağacına benzer bir ağaç. |
karen |
(C.: Akrân) Ok mahfazası. * Kılıç. * Ok. * İki deveyi biribirine çattıkları ip. Başka deveye çatılmış deve. * Çatık kaşlı olmak. * 'Yakınlık' mânâsına mastar. * Necid ahâlisinin More… |
karenba |
Ayakları uzun bir böcek. |
karf |
Töhmet etmek, ayıplamak. * Ayıp isnad etmek. * Dibâgat olunmuş deriden yapılan dağarcık gibi bir kap. |
kârferma |
f. Amir, iş buyuran. |
kârgâh |
f. Fabrika, iş yeri. Atölye. |
kârger |
f. İş yapan, işleyen. * Etki yapan, tesir eden, nüfuzlu. |
kârgil |
f. Kerpiçten yapılmış bina. |
kârgir |
f. Taş veya harçla yapılmış olan. * İş tutan, iş yapan. |
kargüzar |
f. Becerikli. İş yapabilen. Elinden iş gelen. |
karh |
Yaralama. * Hasta olmak. * Bedende çıkan yara. * Su olmayan yerde kuyu kazmak. * Yanlış ve yalanla hakkı değiştirmek ve battal etmek. |
karha |
(C.: Kuruh) Yara, ceriha. Ülser. |
kârhane |
f. İş yeri, iş yapılan yer. * Süt satılan yer. Süt fabrikası. |
karheb |
Yaşlı, ihtiyar. * Yaşlı öküz. * Çok kıllı keçi. * Ulu ve şerefli kişi. |
kari |
(A, uzun okunur) Köyde sâkin olan, köylü. |
kari' |
(Kari'e) (A, uzun okunur) Okuyucu. Okuyan. * Âbid ve zâhid olan. * Kur'anı tecvide göre okuyan. ◊ Ulu kişi, seyyid. |
karia |
(A, uzun okunur) Ansızın gelen belâ. Kıyâmet. * Belâ ve musibetten hıfz-ı İlâhiye dâir okunan dua ve âyetler. * Peygamberimiz'in (A.S.M.) düşman üzerine saldığı asker grubu. * Pek More… |
karia suresi |
Kur'an-ı Kerim' in 101. Suresidir ve Mekkîdir. |
kariat |
(Karie. C.) Okuyan kadınlar. Kıraat eden kadınlar. |
karib |
Çok yakın. Yerce ve mekânca uzak olmayan. * Yakın hısım. |
karib (kareb) |
(C.: Kavarib-Ekrub) Gemi sandalı. |
kâriban |
f. Kervan. |
kariben |
Bir zaman sonra, yakın vakitte. Çok zaman geçmeden. * Sülâlece ve soyca yakın olan. |
karie |
(C.: Kariât) Okuyan kadın. Kırâat eden kadın. |
karih |
(C: Kuruh-Kavârih) Kesbedici, kazanan. * Dişleri tam olan davar. ◊ Yaralı, cerihalı. * Çıbanlı. |
kariha |
Fikir kabiliyeti. Zihin kudreti. Düşünme istidadı. * Akıldan hâsıl olan fikirler. Her şeyin evveli. * Kuyudan çıkarılan ilk su. |
kariha-zâd |
f. Karihadan doğan, karihadan meydana gelen. |
karik |
Düz yer. |
karikatür |
Bir insanın veya bir şeyin gülünç bir tarzda yapılan resmi. * Kaba, âdi ve mizahi resim. |
karin |
Yakın. Hısım. Akraba. * Arkadaş. Yaşı aynı olan arkadaş. Refik. Komşu. * Bir şeyi elde eden, nâil olan. * Pâdişahın daimi surette yakınında bulunan. Mâbeynci. ◊ Kılıcı ve oku More… |
karine |
Bilinmeyen bir şeyin anlaşılmasına yarayan ip ucu. Anlaşılması zor olan hususun hak ve hakikatına dâir cüz'i delil olan şey. İşaret. |
karir |
Mesrur, sevinmiş, memnun. Beşâret ve müjde sebebi ile parlayan göz. |
karis |
Donmuş, câmid. * Pıhtı. Sirke ile pişmiş balık. ◊ Ekşi yoğurt. |
karisa |
(C. Kavâris) İncitici söz. |
kariye |
(C: Kavâri) Uzun burunlu, kısa ayaklı, arkası yeşil bir kuş. * Süngü demirinin keskin yeri. * Kılıcın ve ona benzer şeylerin keskin yeri. |
kariyer |
Fr. Bir insanın kendisini hasretmiş olduğu meslek. * Bir meslekte alınan merhalelerin bütünü. |
kark |
Tavuk gıdaklaması. |
karkaf |
şarap, hamr. |
karkal |
(C: Karâkıl) Kadın gömleği. * Yeleksiz elbise. |
karkar |
Kilim veya halı ucu. * Hışımla gürleyerek çağır demek. ◊ (C: Karâkır) Düz açık yer. |
karkara |
Karın gurultusu. * Kumru kuşunun ötmesi. * Kahkaha ile gülmek. * Su içerken bardağın guruldayıp ötmesi. |
karm |
(C.: Kurum) Değerli insan. Kıymetli insan. |
karmele |
Yapraksız küçük ağaç. |
karmeşe |
Cem'etmek, toplamak. |
karn |
Zaman, devre. * Bir insanın ortalama ömrü olan altmış sene. * Yüz yıllık zaman. Asır. * Boynuz. Hayvanda başın boynuz yerleri, boynuz yerinden sarkan saç. |
karnabit |
Karnıbahar. |
kârname |
f. Usta çıkacak kişilerin ustalıklarını göstermek için yaptıkları iş örneği. |
kârnedaşte |
f. İş bilmez, acemi, işten anlamaz. |
karnesa |
Doğan kuşunun, avının ardına düşmesi. |
karneyn |
İki boynuz. |
kârperdaz |
f. İş düzenliyen. * Konsolos, şehbender. |
kârperverd |
f. Becerikli, iş yapan, elinden bir iş gelen. |
karr |
Durma. * Karar verme. * Su dökmek. * Kulağına söylemek. * Mahfe. |
karra |
Bir kimsenin kulağına söylemek. * Soğuk su dökmek. |
karra' |
(C.: Karrâun) Güzel okuyan. ◊ Ağaçkakan kuşu. |
karraun |
(Karrâ. C.) Güzel okuyanlar. |
karre |
Soğukluk, soğuk. |
kars |
İki parmağıyla çimdiklemek. * Karıncanın ısırması. ◊ Şiddetli soğuk. ◊ Küçük ibrik. |
karş |
Kesbetmek, kazanmak. * Toplamak, cem'etmek. |
karsa (karisâ) |
Bir hurma cinsi. |
karsa' |
Deve kuşunun erkeği. |
karsaa |
Buruşup büzülmek. * Yazıyı sık yazmak. |
karşame |
Atmaca kuşu. |
kârsaz |
f. Becerikli, elinden iş gelen. |
karsel |
Kısa boylu adam. (Müe: Karsele) |
kârşinas |
f. İşten anlar, iş bilir. |
kart |
Tazeliği geçmiş, katılaşmış. * Gençliği geçmiş, geçkin, yaşça büyük. |
karta' |
Gözünün birisine sürme çekip diğerini unutan ve gömleğini ters giyen budala kadın. |
kartaban |
Karısı ile nâmahrem kimseyi gördüğü hâlde aldırış etmeyen. |
kartabus |
Zahmet, meşakkat. |
kartak |
(C: Karâtit) Kadife. * Terlik. * Etekli kaftan. |
kartale |
Eşek yükünün dengi. |
karun |
(A, uzun okunur) Peygamber Musâ (A.S.) devrinde yaşamış, malı ile mağrur olarak haddini aşmış ve Cenab-ı Hakkın zekât emrini dinlemediğinden Musa'nın (A.S.) duâsından sonra malı ile More… |
karur |
Duş yapılacak soğuk su. |
karure |
(C.: Kavârir) Göz bebeği. Gözün siyah kısmı. * Şişe. |
karv |
Ağaç kadeh. * Köpek yalağı. * Hurma ağacının kökü. * Uzun havuz. * Hayanın derisi inip büyümek. * Kast. * Etraflıca araştırmak, tetebbu. * Bir kimsenin mesleğine girmek, onun yoluna süluk More… |
karva |
Uzun hörgüçlü deve. |
karvah |
Uzun ağaç. * Uzun deve. |
kârvan |
f. (Bak: Kervan) |
karya |
Eski çağlarda Bursa ve Balıkesir bölgesinin adı. |
karye |
Köy. Nâhiyeden küçük olan, insanlarla meskun yer. |
karyeteyn |
Mekke ile Taif şehirleri. |
karz |
Borç, ödünç. Kesmek, kat'etmek. * şiir söylemek. ◊ Selem ağacının yaprağı. |
karzen |
Borç, ödünç olarak. |
kâş |
f. Çok istek, arzu, özleme. |
kas' |
Bir şeye el ayası ile vurmak. * Gidermek. * Tahkir etmek, küçümsemek. |
kaş' |
(Kış') Şaşkın ve ahmak adam. Zayıf adam. * Açmak. * Gidermek. Dağıtmak. * Kuru deri. Deriden olan çadır. * Hamam pisliği. * Deriden yapılmış döşek. * Balgam. |
kas'a |
(C.: Kısâ') Çanak, kâse. * Yemek kabı. |
kaş'arire |
Ürpermek, titremek. |
kasa |
Kabalık. * Şiddet. * Katılık. |
kasa'nine |
Katı olmak. * Büyük olmak. |
kasab |
Saz, kamış. * Parmak kemikleri. * Nefes borusu, bronş. * İnce keten bezi. |
kasaba |
(C.: Kasabât) Akciğerdeki nefes borularından herbiri. Bronş. * Küçük şehir. Çarşısı olan büyük köy. * Ahalisi beş-on bin raddelerinde olan mâmure. |
kasabat |
(Kasaba. C.) Bronşlar. * Kasabalar. |
kasabe |
Kötü hurma. |
kaşaği |
Hayvanları kaşıyıp tozlarını düşürmeğe mahsus âlet. * İhtiyar kimselerin, sırtlarını kaşımak için kullandıkları, ağaçtan uzun saplı ve bir ucundaki levhası dişli bir âlet. |
kasah |
Sırtlan. |
kasaid |
(Kaside. C.) Kasideler. |
kasal |
Buğday içinde olan siyah taneler. |
kasam |
Şiddetli sıcaklık. * Güzellik. |
kasame |
(Kasem. den) Katili bilinmeyen kimsenin bulunduğu, şüphelenildiği mıntıka halkından elli kişiye yemin ettirme. |
kâşâne |
f. Büyük, süslü ve gösterişli ev. Saray. Kışlık, rahat ve mükemmel ev, oda. |
kasar |
Üşenme, tembellik etme. * Güç ve kuvvetin son sınırı. * Boğazı tutup nefes aldırmayan bir zahmet. |
kasara |
(C: Kasr-Kasarât) Boyun kökü. * Yoğun ağaç. * Gemilerin baş ve arka taraflarında güverteden daha yüksek yapılan güverte. |
kasaret |
Kısalık. Kısa olma. |
kasas |
Haber vermek. Hikâye etmek, anlatmak. * Tetebbu' etmek. * Tıb: Göğüs kemiği. Göğüs ortası. ◊ Arslan. |
kâsat |
(Ke's. C.) Kadehler, ke'sler. |
kasat |
Davarın arka ayaklarının dik ve doğru olması. |
kasatura |
Askerlerin, bellerine bağlayıp taşıdıkları ve süngü gibi kullandıkları düz ve kısa kılıç. |
kasavet |
Kalb katılığı, gaflet. * Kaygı, tasa, üzüntü, keder. (Bak: Kasvet) |
kasavise |
(Kıssis. C.) Papazlar, ruhbânlar, keşişler. |
kasb |
Ağızda tez dağılan ve çekirdeği katı olan kuru hurma. * Sağlam, sert. ◊ Kat'etmek, kesmek. |
kaşb |
Karıştırmak. * Zehir içirmek. * Yaramazlıkla hatırlamak. * İncitmek. |
kasba |
Kamış. Kamışlık. |
kaşbe |
Hasis kişi. * Maymunun dişisi. |
kasd |
Bir işi bile bile yapmak. * İsteyerek. Niyet ederek. * Niyet. Tasavvur. * İstikamet. Yolu doğru olmak. |
kasden |
Bile bile, isteyerek. |
kasdî |
İstiyerek, kastederek, niyetle ve bile bile yapılan. |
kâse |
f. Tas veya çanak. Kâse gibi olan çukurluk. * Başı kaplayan ve başın üstündeki kemik. |
kaşe |
Mühür, imza. * Bir nevi kumaş. |
kâse-bend |
f. Çatlamış, kırılmış. * Kâse gibi şeyleri tamir eden kimse. |
kâse-ger |
f. Kâseci, kâse yapan. |
kâse-i fağfur |
f. Çin porseleni. Çin porseleninden yapılan kâse. |
kâse-lis |
(Kâselis) f. Çanak yalayıcı. Çok yiyen, obur. Hırslı. * Dalkavukluk. Alçak huylu kimse. * Dilenci. |
kased |
şahyar dedikleri nesne. |
kâseha |
(Kâse. C.) Kâseler. |
kasem |
Yemin. Ahdetme. |
kaşem |
Yetişmeden yenen beyaz hurma koruğu. |
kasemât |
Ahdler, yeminler. |
kaşer |
Çok fazla kırmızılık. Ziyâde kızıllık. |
kases |
Hidayet edici delil. |
kasf |
Kırmak. * Oyun, eğlence. * Devenin diş gıcırdatması. |
kasfe |
(C.: Kasf-Kasefât) Deve sesi. * Merdiven ayağı. * Bir parça kum yığını. |
kash |
Kuruluk, katılık. |
kashab |
Kalın, yoğun, büyük. |
kasî |
(Kasiye) Duygusuz. Katı, hissiz, taş gibi katı. |
kaşî |
f. İran'ın Kâş şehrinde yapılan bir çeşit çini. |
kasi' |
Yaramaz huylu, yaşlı ve boyu kısa olan kimse. |
kaşi' |
Kararı ve sebâtı olmayan kişi. * Dağılmış, müteferrik. |
kasi'a |
Yaban fâresinin ini. Yuvası ve bu yuvadaki iki deliğinden âşikâr olanıdır. Diğeri gizlidir. (Bak: Nâfıka) |
kâsib |
Kazanç sahibi. Kazanmak için çalışan. Kesbeden. Marifet için çalışan. |
kasib |
(C.: Kasâyib) Kadınların yüzleri üstüne bıraktıkları kıvırcık saç. Kâkül. ◊ Düdük çalan. |
kaşib |
(C.: Kuşbâ) Yeni veya eski. |
kâsid |
Kesat olan, eksik olan, verimsiz olan. |
kasid |
(C.: Kasidân) (Kasd. dan) Tasarlıyan, kasdeden. * Haberci, postacı. ◊ Kasd eden, niyet eden, isteyen. ◊ Kaside. |
kaside |
(C.: Kasâid) Onbeş beyitten az olmamak üzere, her beyit kafiyeli olarak, büyük kimseleri veya herhangi bir şeyi medh ü senâ eden, öven manzume şekli. Büyük zatları ve daha çok Cenâb-ı More… |
kaside-gû |
f. Kaside yazan, kaside söyliyen. |
kaside-perdaz |
f. Kaside yazan, kaside düzenliyen. |
kaside-serâ |
f. Kaside söyliyen, kaside yazan. |
kâşif |
Keşfedici. Keşfeden. Gizli bir şeyi meydana çıkarıp, izah eden. Açıklayan. * Mısır'da nâhiye veya kaza idarecilerine verilen ad. |
kasif |
Kasırga. Rastladığı şeyi kıran şiddetli rüzgâr. * Şiddetle seslenen. Çok gürleyen. ◊ Deve avazı. * Ağacın ince ve kuru olması. * Kırılması kolay olan şey. |
kasîf |
Kuru ince ağaç. * Gök gürültüsü. * Deniz sesi, dalga sesi. |
kâşiger |
f. Çinici, çini yapan san'atkâr. |
kâşih |
Düşmanlığını gizleyip izhar etmeyen. * Dağılıp uzaklaşan kimse. |
kasik |
t. Karnın alt tarafı. |
kasîl |
Hayvanlara vermek için vaktinden evvel biçilen yeşil ot. * Kesilmiş nesne. |
kasim |
(A, uzun okunur) Taksim eden, ayıran, bölen. ◊ (A, uzun okunur) Kırıcı, ezici, ufaltan. |
kasîm |
Güzel kimse. * Taksim eden, bölen. |
kasîme |
(C.: Kasim) Dikenden başka ot bitmeyen kumlu yer. |
kâsir |
(Kesr. den) Kıran, kırıcı. * Tavşancıl kuşu. ◊ Çok olan, kesir, bol olan. |
kasir |
(A, uzun okunur) Kısa, eksik. * Kusur işleyen. Kusurlu. ◊ (A, uzun okunur) Zorla işleten, yaptıran. |
kasîr |
(Kasr. dan) Kısa, boynuz, ufak boylu. |
kasirane |
Âcizane, beceriksizcesine. |
kasire |
Evinde hapsedilip dışarı çıkartılmayan kadın. |
kaşire |
Derisi yarılmış olan baş yarığı. * Yerin yüzünü kazıp götürmüş olan yağmur. |
kasirga |
Çevrintili rüzgâr. Tozu ve toprağı birbirine katarak, ağaçları sökerek bir an esip kesilen rüzgâr. |
kasis |
Fr. Bir yolu, bir tarafından diğer tarafına kadar kesen su arkı. |
kasisa |
(C.: Kasis) Devecilerin, azıklarını ve elbiselerini yüklettikleri deve. * Bir ot. |
kasitîn |
(A, uzun okunur) Zulmeden ve haktan sapanlar. * Haklı olanlar. * Kısımlara bölenler. |
kasiyy |
Uzak, baid. Irak. |
kasiyy (kisiyy) |
Soğuk gece. * Kas adı verilen mahâlde yapılan ibrişimli bir elbise. |
kaskas |
Açlık. * Sür'at yapan, hızla giden. * Yol gösterici. * Devenin yediği bir ot. |
kaşkaşa |
Bir şeyin kabuğunu soymak. * Hasta iyi olmak. * Halâs etmek, kurtarmak. * Uyandırmak. |
kaskase |
Yol göstermek. * Köpeği 'kuçu kuçu' diye çağırmak. ◊ Çok karanlık gece. * Asâ, sopa, baston. |
kaşki |
f. 'Keşke, ne olurdu' gibi, özleme veya pişmanlık ifade eder. |
kasl |
Kesmek. |
kasm |
Kapa kapa yemek, bütün bütün yutmak. * Kesmek. * Cem'etmek, toplamak. * İ'tâ etmek, vermek. ◊ Bölmek. * Ayırmak. * Bahsetmek. * Kesmek. |
kaşm |
Yemek. * Açlık. * Cem'etmek, toplamak. |
kasma |
Ufak boynuzlu dişi koyun. |
kasme |
Yüz, çehre, vech. ◊ Merdiven ayağı. |
kasmel |
Arslan, esed. |
kaşmeş |
Kuş üzümü. |
kasr |
Kısa olmak. Kısa kesmek. * Birisini bir hususa, bir işe tahsis etmek. * Bir işte tembellik etmek. * Akşamlamak. * Hapseylemek. * Yekpâre taş. * Beyazlatmak. * Gevşetmek. * Noksanlaştırmak. More… |
kaşr |
Bir şeyin kabuğunu soyma. |
kasrî |
Zorla, cebren. |
kasriyyet |
Zorlama hâli. |
kass |
Talep etmek, istemek. * Nemime, söz götürmek, lâf taşımak. ◊ Göğüs. * Saç kesmek. * Kırkmak. * Koyundan kırkılmış yün. ◊ Cem'etmek, toplamak, biriktirmek. |
kaşş |
Yaranın iyileşmesi. * Hasta iyi olmak. * Evmek. |
kassa |
Kireç. |
kassab |
Düdükçü. * Kesici. * Parçalayıcı. |
kassabiyye |
Hayvan kesme ücreti, kasaplık ücreti. |
kassam |
Huk: Vârisler arasında miras malını taksim eden ve küçüklerin hakkını koruyan şeriat memuru. * Taksim eden. ◊ Hayrı çok olan kimse. * Yorulmuş, kendini bırakmış, mahzun kişi. * More… |
kassar |
Leke çıkaran. * Çırpıcı, yıkayıcı. |
kassî |
Göğüsle alâkalı. Sadrî. |
kast |
f. Noksan, eksik, kusur. |
kaşt |
Deri yüzmek. * Açmak. * Koparmak. |
kasta' |
Ayaklarının siniri büzülüp kurumuş olan deve. |
kastal |
Cenk ederken olan toz, dövüşürken çıkan toz. ◊ şeker tozu. |
kastalanî |
(Hic: 851-923) (İmam-ı Ahmed İbn-i Muhammed) Büyük Şafiî âlimlerindendir. Çok eser yazmıştır. En meşhur eseri Mevahib-ül Ledüniyye'dir. Mısır'da vefat etmiştir. ◊ Ok More… |
kâstar |
f. Yalancı, hilekâr. |
kastar |
(C.: Kasâtıra) Hâzık, basiretli, mahâretli kimse. * Paranın sahtesini seçip çıkaran kimse. |
kâste |
f. Eksik, noksan, eksilmiş, azalmış.KASUB: Mestler. KASUS: Yalnız otlayan deve. KASV: Deve kulağının kenarı. |
kaşur |
(C.: Kaşurât) Yarış atlarının en sonra geleni. |
kaşv |
Kabuğu soyulmuş olan. |
kasva |
Kulağının dörtte biri kesik olan koyun veya deve. |
kaşvan |
Zayıf erkek. |
kasvere |
Yaşça büyük olmak. * şecaatli, kuvvetli. * Aslan. * Bir nebat ismi. |
kasvet |
Katılık. * Sıkıntı. İç sıkıntısı. * Kalb katılığı. (Bak: Kasavet) |
kasvet-bahş |
f. Kasvet ve sıkıntı veren. |
kasvet-efza |
f. Kasvet ve iç sıkıntısı veren. |
kasvet-engiz |
f. Kasvet ve iç sıkıntısı veren. |
kasvet-nâk |
f. İç sıkan, sıkıntı veren. |
kat' |
Kesme, ayırma. * Geçme. Yol almak. Yüzerek geçmek. * Delil ve bürhan ile ilzam etmek. * Edb: Sözün te'sirini arttırmak ve dinleyenin anlayışına bırakmak için söz bitmeden More… |
kat'a |
Aslâ, hiçbir zaman. |
kat'an |
Hiçbir zaman, aslâ, katiyyen. |
kat'î |
Mutlak. şüphesiz. Tereddütsüz. |
kat'î delalet |
şüphesiz, kat'i delil. |
kat'iyyen |
Kat'i ve kesin olarak. * Aslâ, hiçbir zaman. |
kat'iyyet |
Kesinlik, kat'ilik. |
katade |
(C.: Kutad) Dikenli ot. Mugaylan dikeni. |
kataif |
'(Katife. C.) Saçaklı, tüylü havlular; ehramlar. * Kadayıf tatlısı.' |
katalog |
Fr. Kitaplık halinde, yahut neşriyata tabi bulunan bir şeye ait etraflı geniş liste, eşya listesi. |
katam |
Cimâ arzulamak. * Et arzulamak. ◊ Toz, gubar. |
katan |
Kuşların kuyruğu dibi. * Dağ ismi. |
katane |
Az yemeklik. |
katar |
Arabistan yarımadasında müstakil bir devlettir. İstiklâlini 1/1/1971 de ilân etmiştir. Hükümet merkezi Doha şehridir. Üç yanı denizle çevrilidir. Halkı müslümandır. Resmi lisanı Arapçadır. More… |
katarat |
(Katre. C.) Katreler, su damlaları. |
katare |
Kuyudan veya başka bir yerden damlayan su. |
katat |
Kısa, kıvırcık saç. |
katb |
(Katub) Daim çatık çehreli, ekşi yüz. * Bir kimseyi darıltmak, gücendirmek. * Birikmek, biriktirmek, doldurmak. * Dolu çuval taşımak, götürmek için hazırlamak. * Arslan. |
katea |
(C.: Kutâ) Güve. *Ağaç kurdu. |
kateb |
(C.: Aktâb) Deve palanı. |
kated |
(C.: Aktâd-Kutud) Semer ağacı. |
katedral |
Piskoposluk kilisesi. Bir şehrin büyük kilisesi. |
kategori |
Aralarında herhangi bir bakımdan alâka veya benzerlik bulunan şeylerin hepsi. * Zümre, grup. |
katel |
Nefs. Cismin bakiyyesi. |
katele |
(Katil. C.) Katiller. İnsan öldürmüş kimseler. |
kater |
(Katre. C.) Katreler, damlalar. |
katere |
Bir şey üzerine çökmüş toz. * İs gibi bir karanlık. * Toz. * Kebap yapmak. * Pişmiş şeyin kokması. |
katf |
Atın veya diğer davarın adımını geç atması. * Tırmalamak. * Üzüm kesmek. * Ağaçtan meyve devşirme. * Devşirme mevsimi. |
kati' |
(Kat'. dan) Kesen, Kat' eden. Durduran, mâni olan. * Keskin ve iyi bileylenmiş kılıç. ◊ (C.: Ekâti-Aktâ-Kutân) Kamçı. * Deve ve koyun sürüleri. |
kati'a |
Kesen, kesici. |
katia |
(C.: Katâi') Kesme, kat etme. * Kırılma. * Alâkayı kesme. Ahbaplığı kesme. * Vergi. * Arazi. |
kâtib |
Yazan, yazıcı, kitâbet eden. Usta yazıcı. |
kâtibane |
Kitâbet kaidesine göre, kâtipcesine. |
katibe |
(A, uzun okunur) Hepsi, tamamı. Cümleten. * Bütün hâllerde. |
katibeten |
Tamamıyla, bütünüyle, cümleten, hepsi. * Hiçbir zaman, aslâ. |
katife |
(C.: Katâif) Kadife. |
katil |
(A, uzun okunur) Öldüren. İnsanın ölümüne sebep olan insan. ◊ Öldürülmüş, vurulmuş. Maktul. |
katile |
Su silmede kullanılan bez parçası. |
kâtim |
(Ketm. den) Ketmeden, saklıyan, tutan. Sır saklayan. |
katim |
Toz çokluğundan karanlık olan. |
katin |
(C.: Kuttân) Oturan, yerli. Ev halkı. ◊ Kene. * Az yiyen kimse. * Testi. |
katir |
İhtiyarlık, saç ağarmak. * Perçin yapılan çivi uçları. |
katl |
(C.: Mekâtıl) Kesmek. ◊ Öldürmek. |
katlâ |
(Katîl. C.) Öldürülmüş kimseler. |
katlgâh |
f. Öldürme yeri. Cinayet mahalli. |
katm |
Kesmek. Isırmak. * Tatmak, zevk. * Devenin kükremesi. |
katmer |
t. Bir şeyin kat kat olması. * Çok yapraklı oluşu. (Gülün, çiçeğin, böreğin, elbisenin kat kat olduğu gibi.) |
katne |
Kırkbayır. * Boş. |
katolik |
Fr. Hıristiyanlardan bazılarınca Hz. İsa'nın (A.S.) vekili telâkki ettikleri papanın reisliği altında Hıristiyanlıkta bir mezheb ve bu mezhabe bağlı olanlar. |
katr |
Damlamak. Damlatmak. Damlayan şey. * Develeri katarlamak. * Birisini şiddet ve hiddetle yere çalmak. * Yağmur. ◊ Darlık. |
katran |
(Katıran) Siyah, sert kokulu, süretle yanan, hararetli, keskin ve suda erimeyen bir madde. |
katre |
Damla. Su damlası. * Bir damla olan şey. |
katrecu |
f. Bir damla arıyan. |
katred (katârid) |
Koyunu ve kuzusu çok olan kişi. |
katrefeşan |
f. Damla saçan. |
katt |
Kuru yonca. * Koğuculuk etmek, yalan söylemek, dedikodu yapmak. * Zeytin yağını fesliğen ile kokutmak. ◊ Katı bir cismi yontma, enine kesme. * Saçın kıvırcık olması. * Narhın, More… |
katta' |
Çok kat'eden, adah çok kesen. |
kattal |
(Katl. den) Çok öldüren, çok katleden. |
kattan |
Pamuk satan. |
kattat |
Hokkalar yapan, çıkrıkçı. |
katub |
(Bak: Katb) |
katube |
Arkasında semeri olan deve. |
katuf |
Tenbel. * Yavaş yürüyüşlü davar, yavaş olan hayvan. |
katv |
Sürur ve neşeyle ağır ağır yürümek. * Adımını biribirine yakın atmak. ◊ Hizmet. |
kaud |
Binilmeğe kabil deve (en az iki yaşında olur.) ◊ Yavaş giden at. |
kaur |
Çok derin. * Çöllerde, rüzgârların esmeleri sebebiyle yığılan kum tepeleri. Kumullar. |
kaus |
Yaşlı, koca, ihtiyar. |
kav' |
(C.: Akvâ) Erkek dişiye aşmak. * Üstüne hurma ve buğday döktükleri düz yer. |
kava' |
Kimse olmalan ıssız yer. * İki tarafına yağmur yağıp ona yağmayan yer. |
kavabil |
(Kabile. C.) Ebeler. * (Kabiliyet. C.) Kabiliyetler veya kabiliyetliler. |
kavad |
Katili maktul yerine kısas etmek. ◊ Kaltaban. Arsız, gayretsiz. |
kavadih |
(Kadiha. C.) Çekiştirenler, zemmediciler, kötüleyiciler. * Çekiştirilecek ve zemmedilecek şeyler. |
kavadim |
(Kadime. C.) Kuyruklar. * Kuşların kanatlarının ön tüyleri. |
kavaf |
Kundura ve terlik gibi ayakkabıları hazır olarak satan. |
kavafî |
(Kafiye. C.) Kafiyeler. |
kavafil |
(Kafile. C.) Kafileler. Birlikte yolculuk eden topluluklar. * Sıra sıra ve takım takım gönderilen şeyler. |
kavaid |
(Kaide. C.) Kaideler. Hareket porgaramları. Dil öğreten bir kitaptaki kaideler. Arab lisanındaki kaidelerin dercedildiği gramer kitabı. |
kavaim |
(Kaime. C.) Kaimeler. |
kavakiz |
(Kakuze. C.) Boş maşrapalar. |
kavalib |
(Kalıb. C.) Kalıplar. |
kavam |
Adâlet. * Güzel ve uzun boy. |
kavanin |
(Kanun. C.) Kanunlar. Devlet idare kaideleri. Şeriatın her bir mes'elesi. |
kavari' |
(Karia. C.) İnsan öleceği zaman, halet-i nezi'de okunan âyet-i kerime. * Şiddetli esen rüzgârlar. * Ansızın Allah tarafından gönderilen belâ ve musibetler. |
kavarir |
(Karure. C.) Gözbebekleri. * Şişeler.KAVAS: Eskiden vezirlerin maiyetlerinde kullandıkları silâhlı adamlar. |
kavasif |
(Kasıf. C.) Şiddetli esen rüzgârlar. Fırtınalar. |
kavasim |
(Kasım. C.) Ezici, kırıcı ve ufaltıcı şeyler. |
kavayim |
Davarın ayakları. * Evin direkleri. |
kavb |
Kesmek. * Çukur kazmak. |
kavd |
Boy uzunluğu. * At sürüsü. |
kavda |
(C.: Kud) Uzun boyunlu kadın.* Alt dişlerin uzun başlısı. |
kaveme |
(Kavme) Namazda, rükudan kıyama kalkıp, bir kere 'Sübhâne Rabbiyel Azim' diyecek kadar durmak. |
kavf |
Bir kimsenin peşinden gitmek. * Ense saçı. |
kâvî |
(Key. den) f. Yakan, yakıcı. Dağlayan. Demirci. |
kavi |
Sağlam, metin, zorlu, kuvvetli, güçlü. * Varlıklı, zengin, sâlih, emin, mutemed. |
kavim |
Doğru, dik, ayakta. * Dürüst. * İsabetli. * Boyu düzgün ve güzel. ◊ (Bak: Kavm) |
kâviş |
f. Eşme, kazma. |
kâvişger |
f. Kazıcı, eşici, kazan. |
kavisname |
f. Okçular ve okçuluk hakkında yazılan eser. |
kaviyyen |
Kuvvetle, kat'i olarak. Şüphesiz olarak. |
kaviyyen me'mul |
Çok kuvvetle ümid edilen. |
kâviyyet |
Yakıcılık, dağlayıcılık. |
kavkaa |
Salyangoz, midye gibi hayvanların sert kabuğu. |
kavkah |
Tavuk gıdaklaması, tavuk sesi. |
kavkal |
Bağırtlak kuşunun erkeği. * Keklik. * Turaç kuşu. |
kavl |
Anlaşma. Sözleşme. * Konuşulan söz. Söz cümlesi. * İtikad, delâlet. * Tarif. * İlham. |
kavl-i şârih |
Mânasını açıklayan söz. Şerheden söz. Tarif. Şerhedenin sözü. |
kavlen |
Söyleyerek. Söz ile. Anlaşarak. |
kavlî |
Sözle alâkalı. Söz niteliğinde. |
kavliyyat |
Kaviller, kuru lâflar, boş sözler. |
kavm |
(Kavim) Bir peygambere tâbi ve bağlı insan topluluğu. Aralarında dil, âdet, örf, kültür birliği olan cemâat, topluluk. Millet. Bir işe başlamak. * Pazar kurmak. * Müşteri ile anlaşmak. |
kavmî |
Kavme âit, kavimle alâkalı. |
kavmiyet |
Kavimcilik. Milliyetçilik. Bir kavmin hususiyetleri. |
kavmiyetçilik |
İslâmiyetin âyet-i kerime ve hadis-i şerifle men'ettiği, soy sop üstünlüğü ileri sürerek, kendi kavminden olmayanlardan ayrılmak ve onları hakir görmek. (Bak: Asabiyet-i câhiliye) |
kavnes |
(C.: Kavânis) Atın iki kulağı arası. * Başa giyilen miğferin tepesi. |
kavra |
Geniş yer. |
kavs |
Yay. * Eğri, yay biçiminde olan şey. * Dokuzuncu burcun adı. |
kavs-pare |
f. Küçük yay, küçük kavs. |
kavsaf |
Kadife. |
kavsarra |
Kamıştan yapılan hurma sepeti. * Şeker yükü. |
kavseyn |
İki yay. |
kavsî |
Yay biçiminde olan, yay gibi olan. |
kavt |
İhtiyaç miktarı yemek vermek. ◊ (C.: Akvât) Koyun sürüsü. |
kavvad |
Arsız, pezevenk, deyyus, kaltaban, gayretsiz. |
kavval |
(Kavl. den) Geveze, çok konuşan, çok söyliyen. * Sözü yerinde söyliyen. Lâf ebesi. |
kavvam |
Nezaret ve muhafaza eden kimse. İşlerin mes'uliyetini üzerine alıp iyi idare eden. |
kavvas |
(Kavs. dan) Oklu asker. * Ok imâl eden kimse. Okçu. |
kavz |
(C.: Akvâz-Akâviz-Kızân) Küçük kum tepesi. * Düşmek. * Bağlamak. ◊ Bozmak. Yıkmak. |
kay |
Kusma, istifrağ. Hastalıktan dolayı ağızdan çıkan hazmolmamış gıdâ maddesi. ◊ Yağmurlu hava. |
kay' |
Kedi, sinnevr. |
kay'am |
(C.: Kayâım) Kedi. |
kayane |
Demircilik. |
kayasire |
(Kayser. C.) Kayserler. Eski Bizans ve Roma İmparatorlarının lâkapları. |
kayd |
Kelepçe, bağ. * Bağlamak. * Bir şeyi bir yere yazmak. * Deftere geçirmek. * Sınırlamak. * Şart. |
kaydahr |
Halkın her işine karşı gelen. * İri gövdeli deve. |
kaydehur |
Yaramaz huylu. |
kaydetmek |
Yazmak. * Bağlamak. * İlgilenmek, alâkalanmak. |
kaydiyye |
Deftere kaydetme ücreti. |
kaydum |
Her nesnenin önü. |
kayh |
(C.: Kuyuh) İrin. |
kayid |
(C.: Kıvâd-Kâde-Kavâyid) Çekici, çeken. * Çavuş. * Koyunların önünde yürüyen 'kösem' dedikleri koyun. |
kayif |
Ferasetle bir kimsenin nesebini bilen kişi. |
kayile |
(Bak: Kaylule) |
kayim |
Durucu, duran. * Kılıç kabzası. |
kayin |
Kadının veya kocanın erkek kardeşi. |
kayinço |
Kayın. Kayınbirader. |
kayisa |
(C.: Kavâsi) Derenin son bulduğu yer. |
kayka' |
Tavuk avazı, tavuk sesi. |
kaykaban |
İğde yemişi gibi akça yemişi olan bir ağaç. |
kayl |
(C.: Akyâl) Ulu şerif kimse. * Öğle vakti şarap içmek. |
kaylule |
Kerâhet vakti olmayan kuşluk vakti uykusu, öğle uykusu. |
kayn |
(C.: Kuyun) Demirci, haddad, * Kul, köle. |
kaynan |
At ve deve ayaklarının ip bağlanacak ve bukağı vuracak yeri. |
kaynata |
Karı ve kocaya göre birbirlerinin babası. * Kayınpeder. |
kays |
Leylâ ile Mecnun hikâyesinin erkek kahramanı olan Amirinin adı. * Süngü miktarı. ◊ Düşmek, sukut. |
kayser |
Eski Roma ve Bizans İmparatorlarının lâkabı. |
kayserî |
(C.: Kayâsir, Kayâsire) Büyük şeyh. * Büyük deve. ◊ f. Hükümdarlık, imparatorluk, kayserlik. |
kaysum |
Marsama denilen ot. |
kaytas |
Balina balığı. * Kadırga balığı. |
kaytun |
(C.: Kayâtin) Hazine. Kiler. Ziyâfethâne. |
kaytus |
Bir yıldız kümesi. |
kayy |
Fakirlik. |
kayyim |
'İnsanları birbirine kardeşlikte ve sevgide bir araya toplayıp dünya ve âhirette necat ve iyilikler yolunda cem' edici olduğundan; bütün iyilikleri haseneleri toplayıcı ve More… |
kayyime |
Müstakim, âdil. Çok değerli. |
kayyum |
(Kıyâm. dan) Camilerde iş gören kimse. Cami hademesi. |
kayyumiyet |
Allah'ın ezelî ve ebedî oluşu, dâimî mevcudiyeti, bâkiliği. (Bak: Kayyum) |
kayz |
Yaz mevsiminin en sıcak zamanları. |
kâz |
(Gâz) f. Makas. |
kaz' |
Kesmek. * Kahretmek. * Çiğnemek. * Fuhşiyat söylemek. Sövmek. |
kaza |
Birdenbire olan musibet. Beklenmedik belâ. |
kaza' |
Çocukların başını traş edip, bazı yerlerinde kısım kısım saç bırakmak. |
kazaa |
Bulut parçası. |
kazab |
Katılık, şiddet. |
kazabe |
Kesinti. Bağ ağacından ve diğer ağaçtan kesilen parçalar. |
kazaen |
Kaza olarak, tesadüfen. İstemiyerek. Bilerek değil. Beklenmedik halde. |
kazaet |
Ayıp, âr. * Fesad. |
kazaha |
(Kazâ. dan) Kazalar. İlçeler. Kaymakamlık idareleri. |
kazaî |
Kaza ile alâkalı. Hüküm vermeğe ait. |
kazak |
Her kavmin askerliğe, akın ve çapula ayrılmış efradı. * Çarlık Rusyasında ayrıca bir sınıf teşkil eden sipahiye benzer süvari askeri. |
kazal |
(C: Kuzul-Akzile) Başın arka tarafı. |
kazam |
şey. |
kazan (kevzân) |
Semiz şişman kimse. |
kazanfer |
(Bak: Gazanfer) |
kazar |
Kirlenme, pislenme. |
kazara |
f. Kazâ olarak. Rastlayarak. |
kazaret |
Murdarlık, necâset, pislik, pis olma hâli. |
kazasker |
İlmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri. Lügat mânası asker kadısı, ordu kadısı demektir. Osmanlılarda Kazaskerliğin ihdası Sultan I.Murat zamanındadır. İlk Kazasker de More… |
kazaya |
(Kaziye. C.) Kaziyeler. Hükümler. |
kazaz |
Ufak taş. * Döşek üstünde olan toprak. * Toz toprak bulaşmaz nesne. |
kazb |
Kesmek. * Yonca otu. ◊ Çok nikâh. |
kazbe |
(C: Kuzub) Yonca otu. |
kâze |
Uyluk dibi. |
kazef |
Irak, baid, uzak. |
kazein |
Fr. Sütte bulunan albüminli maddeler. |
kazel |
Çok fazla aksaklık. (Müe: Kazlân) |
kazem |
Bütün bütün yutmak. * Asılsızlık. ◊ Tez, seri, acele. |
kazer |
Nezafetsizlik, temiz olmamak. |
kazez |
Pire. |
kazf |
Atmak. İftira atmak. Ehl-i namus bir kadına zina isnad etmek. Buna 'kazf-ı muhsenat' da denir. (Bak: Kebair) |
kazf (kazâfe) |
(C.: Kızâf) İncelik, zayıflık. |
kazh |
Atmak, saçmak. |
kazi |
(A, uzun okunur) Dâvalara hüküm ve kaza eden. Şeriat kanunlarına göre dâvalara bakan hâkim. Kadı. * Yapan, yerine getiren. |
kazib |
Karada ve denizde ticarete hırslı olan kimse. ◊ (C.: Kavâzıb-Kızâb) Kesici, kesen. ◊ (C.: Kuzıbân) Ağaç dalı. |
kâzib(e) |
Yalancı. Yalan söyleyen. |
kazife |
Sövdükleri söz. * Attıkları nesne. |
kâzim |
Öfkesini yenen, meydana vurmayan. |
kazim |
(C.: Kazmân-Kazam) Gümüş. * Yazı yazmada kullanılan beyaz deri. * Davara verdikleri arpa. |
kazim(a) |
Kemirici hayvan. |
kâzime |
(C.: Kezâyim) Yanında bir kuyu daha olup bundan ona, ondan buna su geçen kuyu. * Büyük şehir. |
kazime |
(Bak: Kâzıme) |
kâzimûn (kâzimîn) |
Öfkesini yenenler. Hırsını yenenler. |
kaziye |
Ölüm. |
kaziye (kaziyye) |
Man: Hüküm. Bir hükmü ifâde eden kelâm. * Karar. Fikir. İfâde. * Hak veya bâtıl mâna ifade eden söz. * Hükmeylemek. * Hükümet. |
kaziz |
Ufak taşlar, taş parçaları. * Topluluk, cemaat. |
kazkaz |
Arslanın, kemiği parça parça etmesi. * Yavuz arslan. |
kazkaza |
Kemiği parçalamak. |
kazm |
Kuru şeyler yemek. * Dişlerin etrafıyla bir şeyi ısırıp yemek. |
kazr |
Bir kimsenin peşinden gitmek. |
kazuf (kazif) |
Irak, uzak, baid. |
kazulet |
Kocaman. |
kazur |
Temiz olmayan şeylerden sakınan kimse. |
kazurat |
Pislikler, süprüntüler, insan pisliği. |
kazure |
(C.: Kazurât) Pislik. * Mezbele, süprüntülük. |
kazuze |
Maşrapa. |
kazz |
Bükülmüş ibrişim. Ham ipek. * Sıçramak. * Irak olmak, uzak olmak. ◊ Büyük taş. * Topraklı olan. * Topluluk, cemaat. ◊ Okun yeleğini kesmek. * Yalnız, tek, ferd. |
kazzabe |
Çok keskin. |
kazzafe |
Sapan. |
kazzan |
Pire. |
kazzaz |
İpekçi. İpek yapan veya satan kimse. |
kazze |
(C.: Kuzâ) Su üstündeki çörçöp. * Göze düşen çöp. * Gözün çapağı. |
ke |
Gibi mânasındadır. (Arapça teşbih edâtı) Kelimenin başına getirilir. Meselâ: (Kezâlike: Bunun gibi) * Harfin ve kelimenin sonuna gelirse sen zamiri yerindedir. Meselâ (Kitâbü-ke: Senin. |
ke'kee |
Zorla reddetmek, def'etmek. |
ke's |
Çanak. * Kadeh. Dolu kadeh. |
ke'sen dihak |
(Kulpsuz) dolu kadehler. |
keb' |
Men'etmek, mâni olmak, engellemek. * Dinar. Dirhem. |
kebab |
Ateşte pişirilen et. * Ateşte kavrularak veya alazlanarak pişirilen her türlü yiyecek. |
kebabe |
Bir ot ismi. |
kebad |
İri limon. |
kebade |
f. Tâlim yayı. |
kebade-keş |
f. Ok atma tâlimi yapan veya ok atmaya hevesli olan. Tâlim yayını çeken. |
kebade-keşî |
f. Ok atmaya hevesli olma, tâlim yayını çekme. |
kebair |
(Kebire. C.) Büyük şeyler, büyük günahlar. |
kebas (kebes) |
Misvak ağacının yemişi. * Bir şeyin kokup bozulması. |
kebb |
Hor ve zelil etmek, yüzü üstüne bırakmak, helâk etmek. |
kebbah |
Gönden bardak ve matara diken kimse. |
kebban |
Büyük terâzi. Kantar. |
kebbe |
İzdihamlık, kalabalık. * Cenk ve kıtal içinde sür'at etmek. Savaşta acele hareket etmek. |
kebc |
Davarı durdurmak için dizginini çekmek. |
kebe |
Çobanların ve köylülerin giydikleri yünden bir nevi aba. |
kebed |
Ciğer ağrısı. * Kara ciğer. * Meşakkat. Şiddet. Mihnet. * Karnın şişmesi. |
kebel |
Kısa. |
kebg |
f. Keklik. |
kebib |
Darı. |
kebicek |
Kış otu. |
kebir |
Büyük, âli, yüce. |
kebire |
(Müe.) Büyükler. Büyük günahlar. (Bak: Kebair) |
kebise |
Dört senede bir takarrur eden ve bir gün fazlası olan sene. Şubatın 29 gün olduğu sene. |
kebit |
Deve avazı. Sığır avazı. |
kebkeb(e) |
f. Ayak patırtısı. |
kebkebe |
Yüz üstüne düşürme. * Çukur bir yere döne döne düşme. |
kebl |
Bağlamak. * Kovanın ağzını iki kat edip dikmek. |
kebn |
Kova ağzını iki kat edip dikmek. * Udul etmek, dönmek, vazgeçmek. * Besili ve semiz olmak. * Kaybetmek. |
kebs |
Çukur bir yeri doldurup düzeltme. * Bir cins hurma. * Misk hokkası. |
kebş |
(C.: Kibâş) Erkek koyun. Koç. |
kebse |
Beraberlik, eşitlik, müsavat. * Ebucehil karpuzu. |
kebt |
Zelil etmek, hor hakir etmek. * Sarfetmek, harcamak. |
kebud |
f. Mavi. Gök rengi. |
kebudfâm |
f. Gök renginde olan. Mavi renkli. |
kebudî |
f. Mâvilik. |
kebuter |
f. Güvercin. |
kebuter-bâz |
f. Güvercin besleyen, yetiştiren, satan kimse. |
kebuterân |
(Kebuter. C.) Güvercinler. |
kebv (kebve) |
Davarın, başını vücuduna sürçmesi. * Çakmak çöngelip ateşi çıkmaz olmak. * Görmek. * Kabın içindekini dökmek. * Ateşi kül bürüyüp örtmek. |
kec |
f. Eğri, çarpık. |
kecabe |
f. Devenin üstüne konan oturulacak bir çeşit tahtırevan. |
kecave |
f. Deve üstüne konulan bir cins tahtlrevan. |
kecbaz |
f. Oyunda hile yapan. |
kecbin |
f. Şaşı. * Eğri gören. * Yanlış ve ters düşüren. |
kecçeşm |
f. Şaşı gözlü. Gözü şaşı olan. |
keçel |
f. Başı kel olan kişi. Başında saç olmayan kimse. |
keçeli |
Tar: Yeniçerilerden keçekülâh giyenler. |
kecfehm |
f. Yanlış anlıyan. |
kechulk |
Kötü huylu kimse. Huyu kötü olan kişi. |
keckülah |
f. Eğri külâhlı, külâhı eğri olan. * Mc: Hoppa. |
kecmizac |
f. Mizaç ve tabiatı hoş olmıyan. Huysuz. |
kecnazar |
f. Kıskanç, hasetci. * Eğri bakışlı. |
kecnigâh |
f. Eğri bakışlı. Bakışları eğri olan kimse. |
kecnihad |
f. Aksi ve ters huylu olan. |
kecre'y |
f. Reyi, sakat, düşüncesi ters olan. |
kecreftar |
f. Ters yürüyen. Gidişi eğri. KECREV: f. Eğri giden. * Tuttuğu yol sakat ve yanlış olan. |
kectab' |
f. Mizacı, tabiatı ters olan kimse, aksi. |
ked |
f. Ev, hâne, mesken. |
ked-banu |
f. Bir daireyi idare eden kâhya kadın. |
keda |
Mekke-i Mükerreme üstünde, Mekâbir yakınında bir yolun adı. |
keda' |
Defetmek, kovmak. |
kedad |
Araplar arasında mâruf bir erkek eşeğin adı. (Ona nisbet edip 'benat-ul kedad' derler.) |
kedb |
Tâze kan. |
kedd |
Emek. İş. Çalışma, uğraşma, çabalama. |
keddere |
Bulandırdı (meâlinde fiil). |
kede |
f. 'Mahal, ev, yer' anlamına gelir ve birleşik isimler şeklinde kullanılır. Meselâ: Ateşkede, bütkede, meykede... gibi. |
kedeme |
Hareket. |
keden |
Toprak suyu çekip, yerinde bulanıklık kalmak. |
keder |
Tasa, kaygı, can sıkıntısı. Bulantı. Gam. |
kederefzâ |
f. Keder ve sıkıntı veren. Keder verici. |
kederengiz |
f. Üzüntü, keder ve sıkıntı meydana getiren. |
kedernâk |
Keder verici, kederli. |
kedeven |
Palan atı. |
kedh |
Amel, cehd. Sa'y. * Isırma veya yırtma ile hasıl olan iz. |
kedhüda |
f. Kâhya. |
kedid |
Davar tırnağıyla didilmiş ve yumuşamış olan yumuşak yer. |
kedin |
Etli ve yağlı kişi. |
kedir (kedirâ) |
İçinde hurma ıslanmış süt. |
kedkede |
Ağır ağır seğirtmek. * Katı bir cisme dokunmaktan çıkan ses. |
kedm |
Isırma. |
kedme |
Yara izi, bere. |
keds |
Tez tez yürütmek. |
kedş |
şiddetle sürmek. * Yırtmak. * Kazanmak. |
kedu |
f. Kabak. * Mc: Kafatası. |
keduh |
Amel ve sa'yedici, çalışan. |
kedum |
Adam ısıran eşek. |
keduret |
Bulanıklık. * Gam, tasa, keder. |
kef |
Elin iç tarafı. Avuç. * Ayağın altı, tabanı. * Avuç dolusu. ◊ f. Köpük. |
kefa |
f. Sıkıntı, meşakkat, mihnet. |
kefa' |
Kabı başaşağı etmek, ters çevirmek. |
kefaet |
Denklik. Denk olmak. Beraberlik. Bir şeye yeterlik. Küfüv oluş. |
kefaf |
Ancak yaşayabilecek kadar olan rızık. * Misil, miktar. * Berâberlik. |
kefaleten |
Kefil olarak. Kefillik suretiyle. |
kefaletname |
f. Kefillik kâğıdı, kefalet senedi. |
kefaret |
(Bak: Keffaret) |
kefc |
f. Ağızdan gelen köpük. |
kefçe |
f. Kepçe. |
kefe |
(Keffe) Terazinin bir gözü. |
kefef |
(Keffe. C.) Kefeler. Terazinin tablaları. |
kefel |
Dip, ard, kıç. |
kefenbeduş |
(Kefenberduş) f. Kefeni sırtında. Ölümü göze almış. |
kefenpuş |
f. Kefene sarılmış. Kefenlenmiş. |
kefere |
(Kâfir. C.) Kâfirler. |
kefeş |
(Bak: Kafş) |
kefeteyn |
Terâzinin iki tarafı. |
keff |
Vaz geçme, el çekme, çekinmek, men'etme, imtinâ etmek, sâkit olmak. * Avuç, el, avuç içi. * Nimet. |
keffaret |
(Masdar gibi kullanılıyorsa da 'keffâr' mübalâğa isminin müennesi olup, asıl mânası: örtücü ve imhâ edici demektir.) Bir mecburiyet altında veya yanlışlıkla işlenmiş günahı. |
keffe |
(C.: Kifef) Terazi kefesi. * Her yuvarlak cisim. * (C.: Ükef) El ayası. |
kefgir |
f. Köpük tutan. * Kevgir, delikli kap. |
kefh |
Karşı karşıya savaşma. |
kefi |
Nazir, misil, benzer, denk, eş. |
kefil |
(Kefâlet. den) Birisinin bir borcu ifâsı lâzım gelirken, ifâ etmediği takdirde, o borcu ifâyı kendi üzerine alan kimse. Kefâlet eden kimse. |
kefit |
Seri yürüyüş, hızlı yürüyüş. * Kuvvet. |
kefiye |
Başa sarılan ve omuzların üzerine kadar gelen, uçları püsküllü ince ipek örtülü kumaş. |
kefkefe |
Men'etmek, engel olmak. |
kefl |
Okşamak. * Kefil olmak. * Yaramaz gönüllü olan. |
kefn |
Yün eğirmek. |
kefr |
(C.: Küfur) Örtme, sarma, * Köy, karye. |
kefş |
(Bak: Kafş) |
keft |
Cem'etmek, toplamak. * Sarfetmek, harcamak. * Evmek. * Katı katı sürmek. |
keftar |
f. Sırtlan. |
kefter |
f. Güvercin, kebuter. |
kefur |
Hakkı gizleyici, doğruyu gizleyen. |
keh |
f. Saman. Saman çöpü. |
keha |
f. Mahcub, utangaç. |
kehail |
(Kehil. C.) Sürmeli gözler. Sürme çekilmiş gözler. |
keham (kihâm) |
'Yaşlı, ihtiyar. (Kesmez kılıca 'seyf-i kihâm'; peltek lisana 'lisan-ı kihâm'; ağır yürüyüşlü ata 'feres-i kihâm' derler.)' |
kehanet |
Gaibden haber vermek. Falcılık. Kâhinlik etmek. |
kehat |
Büyük, semiz dişi deve. |
kehb |
Koruk. |
kehd |
Ayağı yere vurmak. |
kehdel |
Genç hâtun. * Yaşlı hâtun, acuze. (Ezdattandır) |
kehene |
(Kâhin. C.) Kâhinler, falcılar. |
kehf |
Mağara, in. Sığınacak yer altı. * Tıb: Verem hastalığında akciğerde açılan oyuk. |
kehf suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 18. suresidir. Mekke-i Mükerreme'de nâzil olmuştur. |
kehhal |
Gözlere sürme süren. * Göz doktoru. |
kehib |
Patlıcan. |
kehil |
(Kehile) Sürme çekilmiş göz. Sürmeli göz. |
kehila |
Gözleri yaradılıştan sürmeli olan kadın. |
kehire |
Kısa boylu kadın. |
kehkah |
Zayıf erkek. |
kehkeşan |
f. Samanyolu. Saman uğrusu. (Gökte sık yıldız ışıklarıyla hasıl olan yol biçimi uzayıp giden ışıklı manzara.) |
kehl |
Göze sürme çekme. * Kıtlık yılı. (Bak: Kahl) |
kehl(e) |
Otuz yaşını geçmiş, saçına aklık karışmış kimse. (Bak: Kühulet) * Bit. |
kehlâ' |
Sürmeli kadın. * Sığırdili dedikleri ot. |
kehm |
Men'etmek, engel olmak. * Kaldırmak. |
kehmel |
Ağır ve kaba. |
kehmes |
Boyu kısa olan. |
kehr (kührüre) |
Yüz pörtürmek. * Men'etmek, engel olmak. |
kehreba |
Bir şeffaf zamk ismi. |
kehribar |
Cevher saçan. * Güzel sözler söyleyen. |
kehrüba |
f. Saman kapan. * Bir yere hızlıca sürüldüğü zaman, hafif şeyleri kendine çeken bergâmi taş. (Türkçede tahrif edilerek 'Kehribâr' denilir.) |
kehrübaî |
Kehribar gibi, cezbedici, elektrikli olan. |
kehs |
Bir şeyi eliyle almak. |
kehulet |
(Bak: Kühulet) |
kehvare |
f. Beşik. |
keib |
Mahzun, hüzünlü, münkesir ve kötü halli olan kişi. (Müe: Keibe) |
kej |
f. Çarpık, eğri. Kumral. Tüylü keçi. |
kejçeşm |
f. Şaşı, eğri bakışlı. |
kejdüm |
f. Akrep. |
kejdümî |
f. Akrep gibi, akreple ilgili. |
kekeme |
t. Harfleri serbest söyliyemeyip tekrarlayan. Dilinde tutukluk olan. |
kekre |
t. Ekşi, acımtırak. |
kela |
Yeşil ot. |
kelab |
Tıb: Kudurma. Kuduz hastalığı. |
kelacu |
f. Kadeh. |
kelaet |
(Bak: Kilaet) |
kelah |
Kıtlık olan yıl, kıtlık yılı. |
kelâl |
Yorgunluk. Bitkinlik. Usanç. * Göz nuru zayıf olmak, yorgun olmak. |
kelâl-âver |
f. Yorgunluk ve bıkkınlık veren. Sıkıcı, yorucu. |
kelâl-bahş |
f. Sıkıcı, yorucu. Yorgunluk getiren. |
kelâlet |
Yorgunluk. Bitkinlik. Usançlık. * Bıçak ve kılıç gibi şeylerin kesmez olması. * Akrabalığı uzak olanlar. (Amcazâdeler topluluğu gibi). * Kör ve kesmez olan. |
kelâlib |
(Küllâb. C.) Çengeller, kancalar, uçları eğri olan demirler. |
kelâm |
Söz. Bir mânayı ifâde eden, bir maksadı anlatan ifâde. * Allah'a mahsus bir sıfat. * Fık: Allah (C.C.) Kelâm sıfatını da hâizdir. Onun kelâmı harften ve savttan (sesden) münezzehtir, More… |
kelâm-i tünd |
f. Sert söz. |
kelâmî |
Söz ve kelâma ait. Sözle alâkalı. |
kelâmiyyun |
Kelâmcılar. İlm-i kelâm âlimleri. (Bak: Mütekellimîn) |
kelâmullah |
Allah kelâmı, Kur'ân-ı Kerim. |
kelan |
f. İri, cüsseli, büyük. Heybetli.* Geniş, enli. * Baş. |
kelânî |
(Kilâet. den) Sakladı ve beni muhafaza etti veya eder, (meâlinde). |
kelanter |
f. Çok iri. Daha büyük. |
kelaseng |
f. Sapan. |
kelave |
İpek veya iplik saracak çark. |
kelb |
(C.: Ekâlib-Eklüb-Kilâb) Köpek, it. * Meşhur bir yıldız. * İki adım arasına koyarak dikilen kayış. * Yolcuların, yük üstünde azıklarını astıkları demir çengel. * Şiddet. * Hırs. |
kelb-ül mâ' |
f. Köpek balığı. * Kunduz. |
kelbetan |
f. Kerpeten. |
kelbî |
Köpeğe ait, köpekle alâkalı. Köpek cinsinden olan ve köpeğe müteallik. |
kelbiyyun |
Kalenderane yaşamayı alışkanlık haline getiren meşhur Diyojenin de içinde bulunduğu bir fırka. Bunlara Kelbiye tâifesi veya Melâmiyyun da denir. |
kelce |
Kile, mikyâl. |
kelde |
(C.: Külud) Bir parça kaba yer. |
kele |
f. Yanak. |
kele' |
Ayakta olan yarıklar. * Kir. |
keleb |
(C.: Kelâlib) İt sürüsü. * İncitip eza etmek. |
kelebçe |
Yakalanan suçluların iki bileğine birden takılan demir halka. Demir bilezik. |
kelef |
Yüzdeki benek. * şiddetli sevgi. |
kelendi |
Bir para. * Sağlam ve sert yer. |
kelepçe |
(Bak: Kelebçe) |
kelepir |
Çok ucuz ele geçen. Zahmetsiz, ücretsiz. * Üvey evlât. Evlâtlık. |
kelfa |
Yüzünde çiğitli olan kadın. (Müz: Eklef) |
kelh |
Söğüt ağacına benzer, uzunca, dik bir ot. ◊ Katı yüzlülük. |
kelif |
Haris kimse. |
kelil(e) |
Körleşmiş. * Az gören, donuk gören göz. Uzağı veya yakını iyi göremiyen göz. Miyop veya hipermetrop göz. * Kesmez olan âlet. * Çakal. * Yorulmuş kişi, yorgun kimse. |
kelim |
Kendine söz söylenilen, kendine hitab olunan. * Hz. Musa'nın (A.S.) bir ünvanı. * Söz söyleyen, konuşan. İkinci şahıs. * Yaralı kimse. ◊ (Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, More… |
kelim-dest |
f. Olgun kimse. |
kelimat |
(Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, sözler. |
kelime |
Gr: Mânası olan en küçük söz veya cümlenin yapısını teşkil eden unsurlardan birisidir. Kelime, isim, fiil ve harf olmak üzere dilbilgisinde üç kısma ayrılmıştır. 'Bir tek söze' More… |
keling |
f. Şaşı. |
kelk |
f. Koltuk (insanda). |
kelkâhya |
Mc: Vazifesi olmayan şeylerle alâkadar olan. Her şeye karışan. |
kelkel (kelkâl) |
(C.: Kelâkil) Göğüs, sadr. |
kell |
(C.: Külul) Ağırlık. * Yorgunluk. * Ufak taneli yağmur. * Yetim. * Semizlik, besililik. * Cibinlik dedikleri ince örtü. |
kella |
Geminin durup demirlediği yer. |
kellâ |
Öyle değil. Aslâ. |
kellab |
İt tutan kimse. Köpeğe av tâlim eden kimse. |
kelle |
f. Kafa, baş. * Ekinlerde başak. * Baş gibi yuvarlak olan nesne. |
kellepuş |
f. Başa giyilen şey. * Bir cins başörtüsü. |
kellit (killit) |
Sırtlanın yataklandığı inin ağzını kapattıkları taş. |
kellub |
(C.: Kelâlib) Kerpeten. * Çengel. |
kelm |
(C.: Külum-Kilâm) Cerâhat. |
kels |
Hamle etmek. Cür'et etmek. |
kelseme |
Cem'olmak, toplanmak. |
kelt |
Ahmaklık. * Toplamak. |
kelz |
Cem'etmek, toplamak. |
kem |
Gr: Ne kadar? Kaç? (Mikdar için soru ifâdesinde kullanılır.) (Farsçada: Çend) ◊ f. Az, noksan, eksik. * Kötü. Fenâ. Ayarı bozuk. * Fakir, hakir. |
kem göz |
Kötü niyetle bakan göz. |
kem'e |
Yer mantarı. |
kem-asl |
f. Aslı ve nesli bozuk. |
kem-ayar |
f. Ayârı doğru olmayıp bozuk olan. Hileli, kalp. |
kem-baha |
f. Kıymetsiz, değersiz, âdi. |
kem-baht |
f. Tâlihsiz, bahtsız, şansız. |
kem-bidaa |
f. Sermayesi az. * Bilgisi zayıf, câhil. Az okumuş. |
kem-güftar |
f. Az konuşan. Az söyliyen. |
kem-harf |
f. Az söyliyen kimse, az konuşan kişi. |
kem-havsala |
f. Tahammülü az olan kişi, tahammülsüz kimse. |
kem-iyar |
f. Ayarı bozuk. Hileli. Kalp altun veya gümüş. |
kemâ |
(Ke ile Mâ edatlarından mürekkebdir) 'Gibi' mânâsına gelir. |
kemâ biş |
f. Aşağı yukarı. Takriben. |
kemâ hiye |
(Kemâ hüve) Onun gibi, nitekim, olduğu gibi. |
kemâ hiye hakkuhâ |
Gereği gibi. |
kemâ kâne |
Eskiden olduğu gibi, eski tarzda. |
kema yenbagî |
İcabettiği gibi, uygun olduğu üzere, lâyıkı gibi. |
kemain |
(Kemin. C.) Pusuya gizlenmiş adamlar. |
kemakl |
(Kem-akl) Aklı kıt. Ahmak, ebleh. |
kemal |
Kâmillik, olgunluk. Olgunlaşma. Erginlik. Bütün güzel sıfatlarla muttasıf olmak. Fazilet. * Değer, baha. * Fazlalık. * Sıdk ile yapılan güzel iş. |
kemalât |
(Kemal. C.) Faziletler, iyilikler, mükemmellikler. Ahlâk ve huy güzellikleri. Terbiyelilik, edeblilik. |
kemalât-perver |
f. Kâmil ve olgun insan. Kemalât sahibi. |
keman |
f. Yay. Kavis. * Yayı andırır her şey. * Keman. |
keman-dâr |
f. Yay tutan, yay tutucu. |
keman-ger |
f. Yay yapan san'atkâr. |
keman-keş |
f. Keman çalan. * Ok atmakta usta olan. Yay çeken. |
kemane |
f. Keman veya kemençe yayı. * Güreşte bir çeşit oyun. |
kemanî |
f. Kemancı. Keman çalan çalgıcı. |
kemc (kemh) |
Atı dizgini ile durdurmak. |
kemed |
Gam, tasa. |
kemenan |
(Kemin. C.) Pusuya gizlenmiş askerler. * Pusular. |
kemençe |
f. Çiftçilerin tarlalara kimyevi gübre atmak için kullandıkları bir nevi âlet. * Tırnağı tellerine değdirmekle ses çıkaran kemana benzer küçük bir çalgı âleti. |
kemend |
f. Eskiden idam için boyna geçirilen yağlı kayış. * Uzakta bulunan herhangi bir nesneyi yakalayıp çekmek için üzerine atılan ucu ilmekli uzunca ip. * Geyik ve benzeri hayvanların yuları. * More… |
kemer |
f. Yay gibi eğik olan yapı. * Bele bağlanan kuşak. * İç çamaşırın bele rastlayan kısmı. |
kemerbend |
f. Kemer bağı. * Kemeri takılmış. Belinde kemer olan. * Mc: Derviş. |
kemerbeste |
f. Kuşak bağlamış, hazır olmuş. Hazır olup emri bekler hâlde olan. |
kemerdece |
Yab yab yürümek. |
kemergâh |
f. Kemer takılan yer. Bel. |
kemgû |
f. Az konuşan. Az söyleyen. |
kemh |
Gözsüzlük. |
kemha |
f. Bir cins ipek kumaş. |
kemî |
(C.: Kümât) Yiğit, kahraman, bahadır. Savaşçı, cengâver. |
kemi' |
Bir yerde ve bir döşekte beraber yatan kişi. * Düz yer. |
kemin |
(C.: Kemâin) Pusuya saklanmış adam. * Pusu. * Belirsiz. Gizli yer. ◊ f. Pek küçük, çok ufak. Çok az. |
kemine |
Hakir. Aşağı. Dûn. Âciz. Noksan. Eksik. |
kemingâh |
f. Pusu yeri. Tuzak kurulan yer. |
kemingüşa |
Pusu kuran. Tuzak kuran. |
keminsaz |
f. Pusu tutmuş olan. Tuzak kurmuş olan. |
kemiş |
Tez yürüyüşlü at. * Zekeri küçük at. * Memesi küçük koyun. |
kemişe |
Küçük emzikli deve. |
kemiyet |
(Bak: Kemmiyet) |
kemiyy |
Bahadır kişi. * Kahraman, şucâ. |
kemkadr |
f. İtibar ve kıymeti düşük. Adi, bayağı. |
kemkaim |
f. Anlayışsız. İdrakten âciz. |
kemkâm |
Katı yüzlü, kaba ve tıknaz kimse. * Pelit ağacına benzer bir ağacın zamkı veya kabuğu. |
kemkiymet |
f. Değersiz, kıymetsiz. |
kemlul |
Yabâni hıyar. |
kemmen |
Sayıca azlık veya çokluk cihetiyle. Sayıca. |
kemmî |
Azlık veya çokluğa dair. Kemmiyete âit ve müteallik. Cesur. Yiğit. Silâhlı. |
kemmiyat |
(Kemmiyet. C.) Kemiyetler. |
kemmiyet |
(Kemiyet) Miktar, sayı, nice oluş. Az veya çok oluş. |
kemmun |
Kimyon. |
kemn |
Gizlemek, gizlenmek. |
kemnam |
f. Adı sanı belirsiz. Namsız, şöhretsiz. |
kemne |
Tıb: Karasu adı verilen bir göz hastalığı. |
kempaye |
f. Rütbe ve derecesi düşük. Pâyesi düşük olan. |
kemra |
f. Mandıra, ağıl. |
kemre |
Gübre. * Pul pul kalkmış deri. |
kemş |
Kesmek. |
kemsal |
f. Genç. Yaşı küçük. |
kemsere |
Cem'olmak, toplanmak. * Bazısı bazısına girmek. * Yab yab yürümek. |
kemsuhan |
f. Az konuşan. Az söyleyen. |
kemter |
f. Aciz. Fakir. İtibarsız. * Başka şeylere göre daha az olan. Pek aşağı. * Noksan, eksik. |
kemterane |
f. Fakirce. Acizce. Çok küçük nisbette. |
kemterîn |
f. Pek âciz ve güçsüz. Çok hakir. * En küçük, en âşağı. Pek çok noksan veya eksik. |
kemy |
Gizlemek, ketmetmek. |
kemyab |
Az bulunan. Nâdir. Bulunmayacak kadar az olan. |
kemzeban |
f. Az konuşan kimse. Az söyleyen kişi. |
kemzede |
f. Tâlihsiz, şanssız, bahtsız. |
kemzen |
f. Tâlihsiz, şanssız. |
ken |
f. 'Kazan, kazıcı, koparan, yıkan, söken.' anlamlarına gelir ve kelimelere katılır. Meselâ: (Kuh-ken: Dağ deviren, tünel açan) gibi. |
ken' |
(C.: Kün'ân) Tilki eniği. * Cem'etmek, toplamak. * Yakın olmak. * Mülâyemet. * Alçaklık yapmak. * Firar, kaçmak. |
ken'ad |
(C.: Kenâıd) Balık kılçığı. |
ken'an |
Filistin. Hz. Yâkub'un (A.S.) memleketi. |
ken'at |
Bir balık cinsi. |
kena' |
Parmakların sinirleri çekilip yumulmak. |
kenain |
(Kinâne. C.) Ok kılıfları, okluklar, sadaklar. |
kenais |
Keniseler, kiliseler. |
kenak |
f. Karın ağrısı. Buruntu. |
kenane (kinâne) |
(C.: Kenâyin) İçine ok ve yay konulan ve beylik adı verilen kap. |
kenar |
f. Çevre, kıyı, Sâhil, deniz kıyısı. * Köşe, uç. * Son, nihâyet. * Çember. * Etrâfı çevrilen şey. * Kucaklama. Kucağa alma. |
kenar-gir |
f. Fıçı çemberi. |
kenare |
f. Kıyı, kenar. * Kucak. * Kasap çengeli. Kayış asılan çengel. |
kenaz |
Zahire vakti. |
kenb |
İş yapmaktan ellerin iri iri olması. |
kenbur |
(Kenbure) f. Yalan, hile. |
kend |
Kesmek, kat'etmek. * Bir kimsenin nimetini ve iyiliğini bilmeyip inkâr etmek. |
kende |
f. Hendek, çukur. * Biçilmiş, kesilmiş. * Kokmuş, ağır kokulu. |
kende-hâye |
f. 'Hayası kesilmiş: Hadım ağası. |
kendeş |
Bir nevi devâ. |
kendide |
f. Kokmuş. |
kendu |
f. Epey genişçe toprak. |
kenduc |
Yer altında giyecek eşya koymak için yapılan oda. |
kendüm |
f. Buğday. |
kendure |
f. Peşkir. * Deriden yapılmış büyük sofra. |
kene |
Hayvanın etine yapışıp kanını emen küçük bir böcek. |
kenef |
(C.: Eknâf) Yön, taraf. * Sığınılacak yer. Korunulacak mekân. * Tuvâlet, helâ, ayakyolu. |
kenehbül |
Bir cins ağaç. |
kenehver |
Büyük beyaz bulut. |
kenet |
(Esâsı: Kinet) İki sert cismi birbirine bağlamak için çakılan iki ucu kıvrık madeni parça. |
kenf |
Hıfzetmek. * Örtmek, setretmek. |
kenfile (kenfelik) |
Kaba ve uzun sakal. |
kenif |
(C.: Künüf) Hıfzedici, koruyan. * Örtücü. * Kalkan. * Deve ağılı. * Ayakyolu, tuvalet. |
kenin |
Örtülü, gizli, mahfuz. |
kenisa |
(Kenise) (C.: Kenâis) Kilise. |
keniz |
f. Esir kadın. Hayalık, câriye. |
kenizek |
f. Küçük cariye. |
kenker |
Enginar. |
kenn |
Örtülüp gizlenme. |
kennas |
Süpürgeci. |
kenne |
(C.: Kınât-Kenâyin-Kenânin) Bir kimsenin gelini, oğlunun hanımı. |
kennî |
(C.: Ekniyâ) Lâkabdaş kimse, isimleri aynı olan. |
kens |
Süpürge ile süpürme. |
kenta |
Bir ot cinsi. |
kental |
Fr. Yüz kilogram ağırlığında bir tartı birimi. |
kenud |
Çok küfran-ı nimet eden kimse. Çok levm ve küfreden cahud. * Birşey yetiştirilemiyen verimsiz arazi. * Kocasının hukukuna ve iyiliklerine küfran eden nankör kadın. * Yemeğini misafirden More… |
kenz |
Define, hazine. Yer altında saklı kalmış kıymetli eşya, para veya altın gibi şeyler. ◊ şiddet, zorluk, meşakkat. |
kenz suresi |
Fâtiha Suresi. |
kepade-keş |
f. Okçuluğa yeni başlıyan. |
kepan |
f. Büyük terazi. |
kepaze |
İtibarsız, âdi, mübtezel, kıymetsiz kimse. Haysiyetsiz, şerefsiz, rezil. Hürmet ve saygıya müstahak olmıyan. * Tâlim için kullanılır yay. |
kepenek |
f. Çobanların giydiği kolsuz ve dikişsiz, keçeden dövülerek yapılan giyecek. |
ker |
f. Sağır, işitmez. * Kudret, kuvvet. * Maksad ve meram. KERA': Baldırları ince olmak. * Yağmur suyu. |
ker' |
(C.: Küru') Suyu yerinden ağız ile içmek. * Yağmur suyu. * (Kız) erkek istemek. |
ker'a |
Çocuk seven kadın. |
kera |
Turna kuşunun erkeği. * Hafif uyku. ◊ Uyku, nevm. |
kerabis |
(Kirbâs. C.) Kumaşlar. Bezler. |
kerad(e) |
f. Yırtık ve eski elbise. |
kerahe |
(Kerâhiye) Meşakkat, zahmet, şiddet. |
kerahet |
İğrenme, iğrençlik, mekruh oluş. İslâmiyetçe iyi sayılmayan şey. * İstenmiyerek, zorla. *Fık: Şer'an yapılmaması sevablı ve hayırlı olan bir şeyin terk edilmeyip yapılması. (Bak: More… |
kerahet vakti |
Güneşin doğuş, batış ve zeval vakti. |
keraheten |
Kerahet olarak, makbul olmayarak, istenmiyerek. |
kerahiyyet |
Mekruh oluş. Kerih ve çirkin olan işin hâli. |
keraih |
(Kerihe. C.) Nefret edilecek ve iğrenç şeyler. |
keraker |
f. Kuzgun. * Karga. |
keramat |
(Keramet. C.) Kerametler. |
kerame |
İzzet, şeref. Küp ağzına koydukları tabak. |
keramend |
f. Münasib, muvafık, lâyık, uygun, şayeste. |
keramet |
Allah (C.C.) indinde makbul bir veli abdin (yâni, âdi beşeriyyetten bir derece tecerrüd edebilen zatların) lütf-u İlâhî ile gösterdiği büyük mârifet. Velâyet mertebelerinde yükselen bir More… |
keran |
f. Kenar, uç, âhir, son, nihayet. ◊ Sabah. |
keran tâ keran |
Bir uçtan bir uca. |
kerar |
Arap kadınlarının takındıkları boncuk. |
keraris |
(Kürrâse. C.) El yazması kitapların sekiz sahifeden ibâret olan formaları. |
keras |
Hilyon ve marulca dedikleri ot. |
keraste |
f. Kereste. |
kerb |
(C.: Kurub-Küreb) Yeri sürüp aktarmak. * Dar etmek. * Yakın olmak. * Gam, tasa, keder, endişe. |
kerbe (kürbe) |
Gam, tasa, endişe. |
kerbela |
Irakta Seyyid-üş şühedâ Hz. İmam-ı Hüseyin Efendimizin (R.A.) meşhed-i mübârekleri olan yer.(Cibril var haber ver Sultân-ı Enbiyâya.Düşdü Hüseyin atından sahra-yı Kerbelâya) (Kâzım) |
kerbele |
Ayaklarda olan gevşeklik. Yürüdüğünde balçık içinde yürür gibi yürümek. * Buğday ve arpa gibi hububatın kalburlanması. |
kerd |
Sürmek. * Def'etmek, kovmak. * Boyun. |
kerdem |
Şişman ve kısa boylu olan adam. |
kerdeme |
Kısa düşman. |
kerdese |
Bağ, kayd. * Ayağı bağlı olan kimsenin yürüyüşü. |
kereb |
Kova bağladıkları ip. * Suyu yatıp ağızla içmek. * Hurma ağacının kökü. |
kerebbe |
Yaz günlerinde kumlu yerlerde biten bir ağaç adı. |
kerebe |
(C.: Kirâb) Suyun aktığı yer. |
kerefs |
Kereviz otu. |
kerem |
'Nefaset, izzet, şeref. Al-i-cenâbâne ihsan, inâyet. * Kıymetli şeyleri kemal-i rıza-i nefisle verme. * Mecd ve şeref. *Cenab-ı Hakk'a atfolunursa eltaf ve ihsan-ı İlâhî More… |
kerem etmek |
Müsâade etmek, lutfetmek. Razı olmak. |
keremgüster |
f. Cömert, mükrim, kerem sâhibi. |
keremkâr |
f. Kerem eden, ikram eden. Cömert, eli açık olan, bağışlayan. |
kerempe |
Yun. Denize doğru uzanan kayalık çıkıntı. * Dağın en yüksek yeri, tepesi. * Geminin baş tarafı. |
kerempe burnu |
Batı Karadeniz kıyısında Cide Kazasının sınırları içinde kalan kara çıkıntısı. |
keremperver |
f. Kerem sâhibi. Eli açık, cömert. Mükrim. |
kerev |
f. Örümcek, ankebut. |
kerevet |
Tahtadan yapılan ve üzerine yatak veya minder konularak yatmağa ve oturmağa yarayan yüksekçe yer. |
kerf |
Hımarın, bevlini koklayıp başını yukarı kaldırması. |
kerh |
İğrenme, hoşlanmayıp tiksinme. * Zorlama. * Bir şey sonradan nâ-hoş ve kerih olmak. ◊ Bağdat şehrinde bir mevziin adı. |
kerhen |
İstemiyerek, tiksinerek, zoraki. |
kerî |
f. Örümcek ağı. * Sağırlık, duymazlık, işitmezlik. ◊ Kazmak. |
keribe |
(C.: Kerâyib) Katı, sert. |
kerih |
İğrenç, tiksindirici. * Muharebe ve cenkte olan şiddet. * Pis, çirkin, fena şey. * Nefse kerahetlik vercek kabahat. |
kerihe |
(C.: Kerâih) Nefret edilecek, iğrenç şey. |
kerihet |
Harpte şiddet. * Zahmetli ve meşakkatli olan. |
kerim |
Her şeyin iyisi, faydalısı. Kerem ile muttasıf olan, ihsan ve inayet sâhibi. Şerefli ve izzetli. Muhterem, cömert, müsamahakâr. |
kerimane |
f. Kerim olana mahsus hâlde. Lutfederek. Kerime hâs bir suretde. |
kerime |
Kız evlâd. * Kendine ikram edilmiş kimse. Şerefli. * Güzide, seçkin, kıymetli şey. * Vücudun kıymettar yerlerinden her biri. |
kerir |
Boğulmuş ses gibi bir ses. |
keriş |
(C.: Küruş) İşkembe. |
keriyy |
Kiraya veren veya kiraya alan. (ikisine de ıtlak olunur.) |
keriz |
Yoğurtan yapılan keş. |
kerkeç |
Eskiden muhasara olunan kaleleri tazyik etmek ve top ve tüfekle dövmek için dışarısına yapılan kule ve tabyalar. |
kerker |
Karındaş sığır. |
kerkere |
Tavuğa çağırmak. * Rüzgârın bulutu toplayıp dağıtması. |
kerkes |
f. Akbaba (kuş). |
kerkese |
Tereddüt etmek, karar verememek. |
kerküz |
f. Delil, işâret, alâmet. |
kerm |
(C.: Kürum) Bağ kütüğü. Asma, üzüm çubuğu. |
kermarik |
Ilgın ağacının koruğu. |
kerme |
Etli ve yuvarlak olan uyluk başı. |
kernaf |
(C.: Kerânif) Hurma ağacının budaklarının aslı. (Kesildikten sonra ağacında bâki kalır.) |
kernafe |
(C.: Kürnüf) Dibinden kesilmiş olan hurma ağacının budakları. |
kernebe |
Zengin kadın. KERR: Çekilerek yeniden hücum etmek. * Birşeyden vazgeçtikten sonra tekrar ona, o işe yönelmek. * Devlet. * Gemi halatı. * Hurma ağacına çıkmakta kullanılan urgan. |
kerr u ferr |
Muharebede geri çekilerek tekrar hücum etmek. |
kerram |
Bağcı. |
kerrar |
Harpte, çekilip tekrar saldırmak. Döne döne saldırmak. |
kerrat |
Kerreler. Defalar. Çarpım cetveli. |
kerraz |
Çobanın torbasını veya dağarcığını taşıyan kuvvetli boynuzsuz koç. |
kerre |
Bir defa. Bir adet. Bir. |
kerretan |
Sabah ve akşam. |
kerrubî |
Meleklerin büyüğü. |
kerrubiyyun |
(Mukarrebûn) Sadece ibadetle meşgul olan melekler. Allah'a en yakın olan melekler. Büyük melekler. Kerubiyyun yalnız hamele-i arştır diyenler olduğu gibi, Kerrubiyyun diyenler de More… |
kerrus |
Büyük başlı. |
kers |
Kadının hayız görmesi. * Cebretmek, zorlamak. |
kerş |
Karın. * İşkembe. * Topluluk, cemaat. * Kişinin çoluk çocuğu veya küçük evlâdı. |
kerşa |
Karnı büyük kadın. * Parmakları kısa düz taban. |
kerşeb |
Yaşlı, ihtiyar. * Hali kötü olan kimse. * Kalın ve uzun nesne. * Arslan. * Çok yiyen, obur. |
kerub |
Allah'a en yakın olan melekler. |
kerubiyyun |
(Bak: Kerrubiyyun) |
kerv |
Top oynamak. * Kapı içini taş ile örmek. |
kervan |
f. Birbirini takib ederek giden insan veya hayvan sürüsü. Kafile ve hey'etle giden yolcular takımı. ◊ (C: Kirvân-Kerâvin) Balıkçıl kuşu. |
kery |
Kazmak. |
keryan |
Uyuyan kişi, nâim. |
kerye |
Tam olmak, tamam olmak. |
kes |
f. İnsan. Kişi. |
keş |
f. (Keşiden) Çekmek fiilinin emir kökü. Birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Cefâ-keş - Cefâ çeken. Esrar-keş Esrar çeken, esrar içen serseri. ◊ Yoğurt peyniri, yağsız. |
kes' |
El veya ayak ile bir nesnenin arkasına vurmak. * İttibâ etmek, tâbi olmak. * Yemen'de bir kabile adı. ◊ Uzun olmak. * Çok olmak. |
keş' |
Kalb sıkıntısına uğrayıp huzursuz olmak. |
kes'am |
Pars (canavar). |
kes'e |
Bitmek. * Yüksek olmak. |
kesad |
Alış veriş durgunluğu. Kıtlık. Eksiklik. Verimsizlik. |
kesafet |
Bulanıklık. Kir. Açık veya berrak olmamak. * Kalınlık, yoğunluk, kesiflik, koyuluk. Şeffaf olmamak. |
keşah |
Bir hastalık. (İnsanın böğrüne vâki olur da dağlarlar.) |
keşakeş |
f. Münâkaşa, çekişme. * Keder, hüzün, tasa, gam.* Sıkıntı, felâket, ıztırab. * Tereddüt, kararsızlık. * Pehlivanların birbirleriyle mücâdeleleri. * İki kişinin, bir şeyi birer uçlarından More… |
kesalet |
Tembellik. Üşenmek. Uyuşukluk. Rehâvet. |
kesan |
f. Adamlar. İnsanlar. Kişiler. |
keşan |
(Keş. C.) f. Çekenler, çekiciler. * Çeken, çekerek. Çeke çeke. ◊ Zincirden yular. |
keşan ber keşan |
Çeke çeke, zorla sürükleye sürükleye götürerek. |
keşan keşan |
f. Sürükleye sürükleye, zorla çekerek götürerek. |
kesane |
f. İnsan gibi. İnsana yakışır şekil ve surette. |
keşaverz |
f. Ekinci, çiftçi. Ekinlik. |
kesb |
Kazanç. Çalışmak. Sa'y ve amel ile kazanmak. Elde etmek. Edinmek. Kazanç yolu. * Fık: Bir insanın kendi kudret ve iktidarını bir işe sarfetmesi. |
kesbî |
Çalışmakla kazanılan. Sonradan elde edilen. Doğuştan olmayan. Vehbî olmayan. |
kesd |
Davarı üç parmakla sağmak. * Bir şeyi dişiyle kesmek. |
kese |
Kısa yol, kestirme yol. * Mc: Mali iktidar, servet. (Para kesesi manasında olan kelime için Bak: Kise) |
keşe' |
Kebap yapmak. * Yemek. * Çok dolu olmak. |
keseb |
Yakınlık, kurbiyet. |
keşef |
Alın saçının ve kâkülün dâire şeklinde yukarı doğru devrik olması. ◊ f. Kaplumbağa. |
kesel |
Tembellik. Uyuşukluk. * Yorgunluk. * Ağırlık. |
keselan |
Tembellik. Yorgunluk. Uyuşukluk. |
keşende |
f. 'Çeken, çekici' mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapmakta kullanılır. Meselâ: (Mihnet-keşende: Mihnet çeken.) * Dayanan, tahammül eden, mütehammil. |
keser |
Hurma çiçeği. |
keses |
Alt dişleri çenesiyle çıkmak. * Dişleri kısa olmak. |
kesf |
(Güneş veya Ay) ışığını kesme. * Görünmez olma. * Kesmek. * Yaramaz olmak. |
keşf |
Açmak. * Olacak bir şeyi evvelden anlamak. Gizli kalmış bir şeyin Cenab-ı Hak tarafından birisine ilham olunması ile o gizli şeyin meydana çıkarılması. |
keşf-i râz |
f. Gizli bir şeyi meydana çıkarmak, açıklamak. * Sır toplamak, casusluk etmek. |
keşfî |
Keşifle alâkalı. |
keşfiyat |
(Keşf. C.) Keşifler. Bulup meydana çıkarılan şeyler. |
kesh |
Aksaklık. |
keşhan (kişhân) |
Deyyus. |
kesî |
f. Bir kimse. |
kesib |
Kum tepesi. |
kesid |
Sürümsüz, geçmez, aranmaz. Bayağı, aşağı. |
keşide |
f. Çekilen, çekilmiş. Çekmek. * Tartılmış. Dizilmiş. Tertibedilmiş. Yazılmış. |
keşide-kamet |
f. Uzun boylu. |
kesif |
Koyu. Çok sık ve sert. Şeffaf olmayan. |
keşih |
(C: Küşuh) Perâkende olmak, parça parça dağılmak. * Böğür. * Cânip, taraf. |
kesil (keslân) |
(C.: Küsâlâ) Tenbel kimse. |
kesir |
Çok. Bol. Kesret üzere olan. * Türlü. Çeşitli. ◊ (C: Kesrâ) Parçalanmış, dağıtılmış. Kırılmış. |
kesis |
Hurma şarabı. * Darı bozası. * Arapların taş üstünde kurutup ve dövüp azık edip yedikleri et. ◊ Titremek. Deprenmek. * Eğrilik. |
keşiş |
f. Papaz. Manastır rahibi. (Arapçası: Kıssis) ◊ Ayı avazı. * Deve avazı. |
kesisa |
Avcıların tuzağı. |
keşişân |
(Keşiş. C.) Papazlar, manastır rahibleri. |
keşişâne |
f. Keşişe yakışır yolda. Papaza uygun şekil ve surette. |
keşişhâne |
f. Kilise, manastır. |
keşk |
Kavi, kuvvetli, sağlam. * Kabuğu çıkmış arpa. * Arpa suyu. * Yoğurt keşi. |
keşkek |
Haşlandıktan sonra kurutulmuş buğday. |
keskese |
Söylerken sin'i kef'e tebdil edip sin yerine kef okumak. * Çabuk kesmek. |
keşkeşe |
Şin harfini kef gibi okumak. * Yılan ötüşü. |
keslan |
Uyuşuk, tembel, gevşek. Yorgun. |
kesm |
(C: Ekâsim) Bir şeyi eliyle parmaklamak. * Çok miktar atlar. ◊ Doldurmak. * Ağzına alıp kırmak. |
keşmekeş |
f. Kararsızlık. Karışıklık. Tereddüd. Kavga. Çekişme. |
keşni |
f. Koruluk, orman. |
kesr |
Kırmak. Parçalamak. Parçalara ayırmak. *Mat.: Bir bütünün parçalarından her biri. |
keşr |
Gülünce dişlerin görünmesi. |
kesra |
(C: Ekâsire) Acem meliklerinin lâkabı. |
kesre |
Kur'an-ı Kerim yazısında harfin altına konarak, o harfi 'İ' veya 'I' diye okutan ve bir adı da 'esre' olan işâret. |
kesret |
'Çokluk, sıklık. * Bir şeyin ekserisi ve muazzamı. Bolluk. (Bunun zıddı kıllettir)(Hayat, kesrette bir çeşit tecelli-i vahdettir. Onun için ittihada sevkeder. Hayat, bir şeyi her şeye More… |
kess |
Sakal kıllarının sık ve kıvırcık olması. ◊ Alt dişleri çenesiyle çıkmak. |
keşşaf |
Keşfeden. Gizli şeyleri bulup meydana çıkaran. * Meşhur bir tefsir ismi. * İzci. |
kessare |
Çoğaltan. Artıran. |
keşt |
Soymak. * Keşfetmek. * Fazlalığı kesmek. Koparmak. * Açmak. Deriyi yüzmek. * Yüzden perdeyi kaldırmak. ◊ Seyir ve temâşâ etmek. Gezmek. * Hanzale. |
kestel |
itl. Küçük kale. Hisarcık. |
keştî |
f. Gemi, sefine. |
keştîban |
f. Gemici, kaptan. |
keştîgâh |
f. Liman. Gemilerin barındığı yer. |
keştîger |
f. Gemi yapan veya tamir eden kimse. |
keştînişin |
f. Gemide oturan. Gemide bulunan kimse. |
keştite |
Yuvarlak karpuz. |
kesub |
Çok kazanan ve kesbeden. |
ketaib |
(Ketibe. C.) Askerler, neferler, erler. Alaylar, birlikler. |
ketb |
Yazma. * Toplama, cem'etme. * Dikme. |
ketd (kitd) |
Bir yıldız adı. * Omuzlar ile sırt arası. |
ketebe |
'Kâtibler. Yazıcılar. * Bir hattatın yazdığı eserinde imza yerinde 'Ketebehu; Onu yazdı' mânasında kulllanılır.' |
keter |
(C: Ektâr) Kadr, mertebe, derece. |
ketf |
Omuz. Omuz kemiği. * Parça parça kesmek ve bağlamak. |
keth |
Kesbetmek. Çalışmak, kazanmak. Amel ve sa'yetmek. |
ketib |
Dikici, diken. |
ketibe |
Asker bölüğü. Ordudan ayrılmış toplu alay. Düşmana çapul eden birkaçyüz kişilik süvari kolu. |
ketibeperver |
f. Askeri koruyan ve seven. Asker yetiştiren. |
ketif |
(Kitf-Ketef) (C.: Ektâf) Omuz. * Kürek kemiği, omuz küreği. |
ketife |
Hased. * Kapıya çakılan yassı büyük demir kilit. |
ketit |
Deve avazı. * Sığır avazı. |
ketite |
Sinir. |
ketiz |
Yemeği çok yeyip karnını iyice dolduran kişi. |
ketkat |
Kelâmı çok olan, sözü çok olan, fazla konuşan. |
ketkete |
Kahkaha derecesinden azca gülmek. * Toy kuşunun sesi. |
ketm |
Saklamak. Gizlemek. Sır tutmak. Söylememek. |
ketn |
Kir, pas. |
kett |
Zayıf vücutlu kimse. * Mal kazanıp yığan. |
kettan |
Keten. |
ketum |
Sır saklayan. Herkese her şeyi konuşmayıp sırrını belli etmiyen. * Her şeyi gizleyen. |
ketumane |
f. Ketum olup ağzı sıkı olan, herşeyi söylemiyen kimseye yakışır surette. |
ketumiyyet |
Ketumluk. Ağız sıkılığı. Sır vermemeklik. |
keu' |
Korkak olmak. |
keûd |
Meşakkatli sarp yokuş. |
kev' |
Vurmak. * Korkmak. |
kev'a |
Eli bileğinden eğri olan kadın. (Müz: Ekvâ) |
keva' |
Bileğin çıkması. * Bilek kemiği. |
kevahil |
(Kâhil. C.) Sırtlar, arkalar. * Gayretsizler, uyuşuklar, tembeller. |
kevahin |
(Kâhin. C.) Kâhinler. Falcılar. Gaibten haber verenler. * Alimler. |
kevaib |
(Kâib. C.) Yeni yetişmiş turunç memeli kızlar. |
kevakib |
(Kevkeb. C.) Yıldızlar. |
kevakib-şinâs |
f. Müneccim. |
kevalik |
Kısa boylu. |
kevar(e) |
f. Meyve veya üzüm küfesi. * Bal arısı gömeci, petek. * Geceleri havada peyda olan bulut. Sis. |
kevd |
Yakın olmak. |
kevden |
(C.: Kevâdân) Semerli at. * Akılsız, ahmak, düşüncesiz. |
kevh |
Gâlip olmak. |
kevkeb |
Yıldız. * Parıldamak. |
kevkebe |
f. Fevkalâde tantana. İhtişam, debdebe, şöhret. ◊ Necim, yıldız. * İnsan cemaatı. Süvari alayı. |
kevkebî |
Yıldıza ait, yıldızla ilgili. |
kevlan |
Kandıra adı verilen ot. |
kevlem |
Fülfül denilen karabiber cinsi. |
kevma |
Büyük ökçeli dişi deve. |
kevmah |
Dübürü büyük kimse. |
kevme |
Küme. |
kevn |
Hudus. Varlık, var olmak. Vücud, âlem, kâinat. Mevcudiyet. |
kevn ü fesâd |
Var olup sonra bozulmak. |
kevn ü mekân |
Kâinat, âlem, dünya. |
kevneyn |
İki âlem. Dünya ve Ahiret. |
kevnî |
Oluşa ait ve müteallik. Kâinat ilmine dair. Varlıkla alâkalı. |
kevniyyat |
Kâinat ilmi, kozmoloji. * Mevcudat, varlıklar. Vücuda gelmeler. |
kevr |
Devretmek, dönmek. * Sarık sarmak. Tülbend sarmak. * Bir yerde toplanmış olan develer. * Çokluk, bolluk, ziyadelik. * Mukül dedikleri darı cinsi. |
kevs |
(C.: Ekvâs) Pabuç. |
kevsec |
Köse kişi. * Testere gibi hortumu olan bir balık cinsi. |
kevsel |
Geminin kıç tarafı. |
kevser |
Kıyamete kadar gelecek Âl, Ashâb, Etbâ' ve onların iyilikleri, hayırları. * Bereket. * Kesretten mübâlağa. Çokluğun gayesine varan şey. Gayet çok şey. * Pek çok hayır. Hikmet, ilim. More… |
kevser suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 108. Suresi. |
kevter |
Fülfül dedikleri karabiber cinsi. |
key |
Arapçada muzari fiilini nasbeden (son harfini üstün okutan) ve 'İçin, tâ ki, hangi, nasıl?' yerinde kullanılan harf. (Bak: Huruf-i nâsibe) ◊ f. Ne vakit, ne zaman? More… |
key' |
Yaramaz gönüllü olmak. |
keyan |
(Key. C.) f. şahlar, hükümdarlar, keyler, hakanlar. |
keyanî |
f. Şaha ait. Hükümdarla alâkalı. |
keyd |
Tuzak. Kötülük, hile. * Men'etmek. * Kusmak. * Çakmağın tezce ateşi çıkmayıp geçmek. * Cenk etmek, dövüşmek. * Karganın ötmesi. |
keyf |
Afiyet, sağlık, sıhhat. * Memnunluk, hoşlanma. * Neş'e, sevinç, sürur. * Mizaç, tabiat. * İstek, taleb, arzu, heves.* Gönül açıklığı. |
keyfe |
Arabçada sual cümlesinin başına gelir. 'Nasıl? Nice?' mânalarınadır. |
keyfe hâlük |
Hâlin nasıl? Nasılsın? |
keyfe mettefak |
Hangisi olursa. Nasıl rast gelirse. |
keyfemâ |
Her nasıl? |
keyfemâ yeşâ' |
Nasıl isterse, istediği gibi. |
keyfer |
f. Karşılık, mukabil. * Mükâfat veya ceza. |
keyfî (keyfiyye) |
Keyfe, arzuya bağlı. İsteğe âid ve müteallik. |
keyfiyyet |
Bir şeyin esâsı ve iç yüzü. Nasıl olduğu ciheti. * Kalite. Madde. (Kemmiyetin zıddıdır.) |
keyhan |
f. Dünya, arz. |
keyl |
Ölçme. * Kile. Hububat ölçüsü. Ölçek. |
keylekan |
Bir pırasa cinsi. |
keylî |
Kile ile ölçülen şeyler. |
keylus |
Hazmı kolay olan gıda. |
keymus |
yun. Yiyecek ve içecek maddelerin midede hazmolunup erimesinden hâsıl olan bir sıvıdır ve kana karışır. |
keynunet |
Varlık, var olma. |
keys |
Zekâ, kavrayış, anlayış, idrâk. ◊ Yaramaz huylu kişi. |
keysan |
Ayakla bir kimsenin dübürüne vurmak. * Özür, mâzeret. |
keysaniyye |
Revâfiz tâifesinden bir sınıf. |
keysum |
Çok miktar olan kuru ot. |
keyt |
(Keyte) şöyle, şöylece, kezâ. |
keyul |
Muharebe gününde dizilen safların son safı. |
keyvan |
f. Satürn (Zuhal) gezegeni. |
keyy (keyye) |
Adama veya davara yapılan nişan. * Yarayı dağlama. |
keyyal |
Kile ile ölçen kimse. Kileci. |
keyyefe |
(Tekyif. den mâzi fiili) İnceleyip iç yüzünü bildi, idrak etti manasınadır. |
keyyis |
(Keyyise) Akıllı, anlayışlı, kiyasetli, idrakli, zeki. * Zarif. |
keza |
Böyle, böylece. Bu dahi öyle. |
kezalik |
Bunun gibi. Böylece. Bu da böyle. |
kezame |
(C.: Kezâyim) İki kuyu arasındaki yarıklar ve delikler. (Su birinden birene akar). * Terazi iplerinin kendinde toplandığı halka. |
kezan |
Küfeki taşı. |
kezaz |
(Kezazet) Hadden tecavüz etmek, haddini aşmak. * Tıb: Nefes alamıyacak derecede mide dolgunluğu. |
kezaze |
Kuruluk, münkabız olmak, kabızlık. |
kezb |
Tırnakta görünen beyazca yer. |
kezbere |
Kanbel otu. * Baldırıkara otu. |
kezeb |
(Kezub. C.) Yalancılar. |
kezîm |
Öfke ve kızgınlığını yenen. |
kezkaz |
Tez tez yürümek, hızlı hızlı gitmek. |
kezkez |
Kenger otu zamkı. |
kezkeza |
Kırbanın dolu olması. |
kezkeze |
Çok fazla kırmızılık. |
kezm |
Bir şeyi ağzına alıp ön dişiyle kırmak. * Burnun kısa ve yüksek olması. * Parmakları kısacık olmak. * Atın dudaklarının kaba ve kısa olması. ◊ Kızgınlığı yenme. Öfke ve hiddeti More… |
kezma |
Parmakları kısacık olan kadın. |
kezmazic (kezmâzil) |
İlgın ağacının koruğu. |
kezub |
Çok yalancı, aldatıcı. Daima yalan söyleyen. |
kezum |
Sükut etmek. Susmak. |
kezv |
Çokluk, kesret, fazlalık. ◊ Çok olmak. |
kezz |
Boğazına çıkana kadar yemek. * Çok yemekten dolayı ağırlaşmak. ◊ Dar. * Münkabız, katı. |
kezzab |
Yalancı. Çok yalan söyleyen. |
kezze |
Katı sesli. * Kısa. |
ki'de |
Halı. * Bir oturma tarzı. |
kiba |
Süprüntü. |
kibab |
(Kubbe. C.) Kubbeler. Tepesi yarım küre şeklinde olan binâ damları. |
kibah |
(Kabih. C.) Çirkinler, kabihler. |
kibal |
(Bir yazıyı) karşılaştırma, mukabele etme. * Pabucun ayak üstüne gelen yeri. |
kibal(e) |
Ebelik bilgisi ve işi. |
kibar |
(Kebir. C.) İnce ve nârin yapılı. Terbiyeli ve nezaket sahibi. Hassas. * Kebirler. Büyük rütbeliler. Büyükler. |
kibarane |
f. Büyük adamlara, nâzik ve görgülü kimselere yakışır şekil ve surette. |
kibare |
Ululuk, büyüklük. |
kibaş |
(Kebş. C.) Erkek koyunlar, koçlar. |
kibase |
Bütün olan hurma salkımı. |
kibb |
Kişinin arkasında yumrulanan kemik. |
kibbe |
(C.: Kıbbât) Kırkbayır adı verilen karın. |
kibel |
Yan, taraf, yön, cihet, cânib. |
kiber |
Ululuk. Büyüklük. Yaşlılık. |
kibir |
(Kibr) Kendisini büyük gösteriş. Büyüklük. Kendisini, başkalarından üstün olmadığı hâlde üstün görme ve tutma hastalığı. * Şeref ve şan. * Bir şeyin muazzamı. Büyük. |
kible |
Kâbe-i Muazzamanın bulunduğu Mekke-i Mükerreme ciheti. Kıble tarafı, güney. * Cenubdan esen rüzgâr. |
kiblegâh |
f. Kıble tarafı. Kıblenin bulunduğu yer. |
kiblenüma |
(Kıblenâme) f. Kıblenin tâyinine yarayan pusula. Cihet ve yön gösteren âlet. |
kibrit |
Kükürt. * Kırmızı, yakut, altun. * Ucu kibritlenmiş yakacak madde. |
kibritî |
Kükürtle alâkalı. * Kükürt renginde olan. Açık sarı rengi. |
kibritiyet |
Kükürt niteliği. |
kibriya |
Azamet. Cenab-ı Allah'ın azameti ve kudreti, her cihetle büyüklüğü. |
kibs |
Çok adet, çok miktar. ◊ Menzil, mekân. |
kibt |
Mısır'ın eski yerli halkı. ◊ f. Bal arısı, nahl. |
kibtî |
(C.: Kabâti) Kıbt soyundan olan. Çingene. * Çingene ile alâkalı. |
kibtiyan |
(Kıbti. C.) Kıbtiler, çingeneler. |
kic |
Dağın yüksek ve yüce yeri. |
kidad |
Perâkende olup dağılmak. |
kidah |
Temrensiz ok. |
kidd |
Kayış. |
kidde |
Tarikat. * Bölük. |
kidem |
'Öncelik ve eskilik. * Evveli bulunmamak. Ezeli olmak. * Başkasından daha önce olmak. Zamanca daha evvelki olmak. Rütbece daha yüksek olmak. * Cenab-ı Hakkın 'Kıdem' sıfatı, More… |
kidemen |
Kıdemce, kıdem yoluyla. |
kidn |
Havan. * Kadının mahfe içinde kendisi için koyup sakladığı giyim eşyası. |
kidne |
Et. * Yağ. |
kidr |
(C.: Kudur) Çömlek, tencere ve kazan gibi, yemek pişirmeye mahsus kaplar. |
kidve |
İlimde ileri olup kendisine uyulan. Kendine itimad edilip ardınca gidilecek olan. |
kifa |
Bir parça veya iki bez (ki birbirine dikip çadır eteğini yaparlar.) * Eşitlik, beraberlik, müsâvât. |
kifaf |
(Aslı: Kefaf) Yetecek kadar olma. İhtiyaca yetecek kadar azık. * Bir şeyin güzide ve hayırlısı. * (Keffe. C.) Terazi kefeleri. |
kifah |
Din için muharebe. |
kifar |
Çöller. Susuz, otsuz yerler. |
kifat |
Cem'olmuş, toplanmış, biriktirilmiş. * İçinde birşey toplanıp biriktirilen yer. * Hızlı uçmak, gitmek. * (Küfv. C.) Küfüvler, benzerler, eşler, denkler. |
kifayet |
Lüzumlu kadar olmak. Yetişmek. Bir işe yetecek kadar olmak. İktidar. Liyâkat. Yararlık. |
kiffe |
(C.: Kifef) Ağ. Tuzak. * Terazi kefesi. * Her yuvarlak nesne. |
kifl |
Nazir, benzer. * Nasib, ecir. * Oturma yeri. |
kifr |
Büyük dağ. |
kift |
(C.: Kifât) Küçük çömlek. * Çuval ve buna benzer kap. |
kifve |
Kuyruk. * Fuhuş sözle iftira etmek. |
kig |
f. Göz çapağı. |
kih |
(C.: Kihân) f. Küçük, sagir. ◊ İrin, cerahat. |
kihal |
(Kehl. C.) Kemâlini bulmuş kimseler. Kâmil insanlar. Olgunluk çağında bulunanlar. |
kihalet |
Göz için sürme yapma. Sürmecilik. * Göz doktorluğu. Göz hastalıkları bilgisi. |
kihan |
(Kih. C.) Küçükler. |
kihan ü mihan |
Küçükler ve büyükler. |
kihanet |
(Bak: Kehânet) |
kihf |
(C.: Akhâf) Kafatası. Beynin, içinde bulunduğu kafa kemiği. |
kihin |
f. Küçük, sagir. |
kihter |
f. Yaşça en küçük olan. |
kihterî |
f. Yaşça küçüklük. |
kik |
Uzun ve dar sandal. |
kîl |
Söz, kelâm, denilen. |
kîl u kal |
Dedikodu. |
kil ü kal |
(I ve A, uzun okunur) Dedikodu. |
kil' |
(C.: Kılâ) Gemi kanadı. * Eyerde oturmayan kimse. |
kilâ |
Her ikisi, her iki (mânalarında olup dâima izâfet olur). |
kila' |
(Kal'a. C.) Surlar, kaleler, hisarlar. |
kilâ' |
Saklamak, korumak. |
kilaa |
Yelken. |
kilâb |
(Kelb. C.) Köpekler. |
kilade |
Gerdanlık. Boyna takılan kıymetli şey. * Akarsu. |
kilaet |
Korumak. Gözlemek. Muhafaza. |
kilafet |
Gemi ziftleme san'atı. Kalafatlık. |
kilar |
f. Kiler. |
kilavuz |
Yol gösteren, rehber. * Vapurlara yol gösteren. * Bazı hayvan katarlarının önüne düşüp, onları sevkeden hayvan. * Eskiden evlenme işlerine vasıtalık eden kadınlar. * Düşman hakkında mâlumât More… |
kilaz |
Bodur, tıknaz kimse. |
kilde |
Yağ tortusu. |
kile |
40 litrelik hububat ölçüsü. Eski bir ağırlık ölçüsü. ◊ (C.: Kilel) İnce tülbendden yapılan cibinlik. |
kilece |
(C.: Kilecât-Keyalic) Arpa. * Kile, mikyal. |
kilem |
(Kelime. C.) Kelimeler, kelâmlar, sözler. |
kiler |
Erzak koymağa mahsus dolap. Yiyecek, içecek şeyler koyulan mahzen, anbar veya oda. (Bak: Kilar) |
kilevb |
Kurt, zi'b. |
kilhim |
Yaşlı hayvan. |
kilibik |
Karısının sözünden çıkmayan erkek. Karısının baskısı altında olan adam. |
kilisa |
f. Kilise. |
kilise |
Hıristiyanların mâbedi. Hıristiyan mezhebi. |
kilk |
f. Kalem. Kamış kalem. * Kamıştan ok. |
kilkal |
Hareket ettirmek. |
kilkil |
Siyah tohumlu bir ot. |
kille |
Kesmez olmak. * Yorulmak. Müsterâh. |
kille(t) |
Titremeğe benzer bir hâlet ki hiddet vaktinde ârız olur. * Azlık. Nâdirlik. Kıtlık. |
killîb |
Eski kuyu. * Kurt. |
kils |
(C.: Kulus) İftira etmek. * Atmak. * Liften yapılmış kalın ip. * Kusmak. * Kap dolup dökülmek. ◊ Kireç, kireçtaşı. |
kilsî |
Kireçtaşı yapısında olan. |
kilte |
Deste, demet. |
kilv |
Yeyni eşek. * Çelik oyunu oynamak. |
kilvaz |
Tevrat'ın mukaddes sandığı. |
kilyan |
Beyaz nohut. |
kilye |
Böbrek. |
kilyeteyn |
İki böbrek. |
kilyevî |
Böbrek şeklinde olan. Böbrekle ilgili. |
kimad |
Sıcak bez ile âzâyı kızdırmak. |
kimah |
Sudan başını kaldırmak. |
kimam |
(Kimm. C.) Tomurcuklar. * Hayvan ağızlığı. Boyunduruk. |
kimar |
Kumâr. |
kimat |
Örtü, sargı. Sarılacak bez. Beşik bağırdağı. * Keserken koyunun ayağını bağlamada kullanılan ip. |
kimatr |
Eşya veya kitab saklanan yer. Kitaplık. |
kimcar |
Bıçak kını. |
kimiz |
Ekşimiş kısrak sütü. |
kimkim |
İyi cins olmıyan kuru hurma. |
kimme |
(C.: Kumem) Boy, kamet. * Beden. * Başın tepesi. * Dağ tepesi. * Her şeyin yükseği. * İnsan cemaati, topluluk. |
kimn |
Saman. |
kimt |
Kamıştan yapılan evlerin kamışlarını bağladıkları ip. |
kimya |
Basit cisimlerin hususiyetlerini, bu cisimlerin birbirlerine olan tesirlerini ve bundan ileri gelen birleşmeyi inceleyen ilim. Basit maddelerdeki değişikliği anlamağa çalışan ilim kolu. * More… |
kimyager |
Kimyacı. |
kimyevî |
Kimyâ ile alâkalı |
kin |
f. Gizli düşmanlık. Garaz. Buğz. Adâvet. |
kin'ar |
Dağ keçisinin semiz ve büyük olanı. |
kin'as |
Büyük deve. |
kina |
Burnun ortası yumru olmak. * Hurma salkımı. ◊ Râzı olmak, kabul etmek. |
kina' |
Başörtüsü, eşarp. Örtü, yaşmak, peçe, nikâb. * İçinde hediye gönderilen tabak. |
kinaf |
Büyük burunlu kişi. |
kinaiyyat |
(Kinâye. C.) Temsillerle anlatılan imalı ve dokunaklı sözler. |
kinan |
(C.: Eknan-Ekinne) Perde, örtü. |
kinane |
(C.: Kenâin) Okluk, sadak, ok kuburu. |
kinas |
(C.: Künüs) Geyik yatağı. |
kinaye |
Dolayısı ile dokunaklı söz. Maksadı dolayısı ile anlatan söz. Üstü örtülü dokunaklı söz. Açıktan olmayıp hakiki mânâyı başka ifâde ile dokunaklı konuşmak. |
kincer |
f. Büyük fil. |
kindar |
f. Kin tutan. İçinde kin ve garez besliyen. Öc ve intikam almağa düşkün. |
kindarane |
f. Kinci olarak, kindarcasına. |
kindare |
Arkasında deve hörgücü gibi, hörgücü olan bir cins balık. |
kindîd |
şarap, hamr. |
kindir |
Kaba eşek. |
kine |
f. Kin, garaz. Kalbde beslenen düşmanlık. |
kinecu |
f. Öc almağa uğraşan, intikam almak için çalışan. |
kinedâr |
f. Kindâr, kin güden, düşmanlık besliyen. |
kinegâh |
f. Savaş meydanı, muharebe alanı, harp sahası. |
kinehâh |
f. İntikam ve öc almak istiyen. Müntakim, kinci. |
kinekeş |
f. Düşmandan öc ve intikam alan. |
kinemeşhun |
f. Kinle, intikamla dolu. |
kinetik |
Fr. Hareketle alâkalı. Hareket dolayısıyla meydana gelen, hareketli. |
kinever |
f. Kin besleyen, hased eden, kinci. |
kinf |
Zenbil. * Çoban dağarcığı. |
kinfire |
Burun ucu. |
kinkin |
Yol gösterici, kılavuz. * Bir cins çekirge. * Yer altındaki suyun miktarını bilip kazan kimse. |
kinn |
(C.: Aknân-Akınne) Köle. ◊ (C.: Eknân) Perde, örtü. |
kinnar |
Bez ve keten parçası. |
kinnarat |
Bir nevi elbise. * Çalgılar, defler. |
kinnare |
Mezbaha. |
kinne |
(C.: Kinen) Hurma lifinden yapılan urganın sağlam ve dayanıklı olması. * Dâne çadırı dedikleri ot. * Bir nevi devâ. ◊ Erkek görmüş kadın. |
kinneb |
Kendir otu. * Kınnap. İnce sicim. |
kinnesrin |
Şam diyârında bir mekân adı. |
kinnîne |
Büyük şişe. * Şarap kabı. |
kins |
Her nesnenin aslı ve bitecek yeri. |
kintar |
(C.: Kanâtir) Yüzyirmi rıtıl veya yetmiş bin dinar. * Çok mal. * Bir sığır derisi dolu altın ve gümüş. ◊ Belâ, meşakkat, zahmet. |
kinve (kunve) |
Koyunu döl için saklamak. |
kipti |
Avrupanın bazı cihetlerine Hintten gelerek yerleşen çingenelere verilmiş isim. Çingene. |
kîr |
Katran, zift. |
kir'av |
Çorak tarla. |
kira |
Konaklık etmek. * İhsan etmek. |
kira' |
Kirâ. Bir eşya veya yerin, geçici bir zaman kullanılmak üzere para ile bir kimseye verilmesi. * Böyle bir şey karşılığı alınan para. ◊ Cimâ etmek. * Sağlam, muhkem. * Şiddetli. |
kiraat (kiraet) |
Okuma. Düzgün ve çabuk okuma. * Okuma kitabı. * Fık: Namazda Kur'an-ı Kerim'den bir miktar okumak. |
kiraathane |
Müşterilerine gazete, mecmua ve kitap gibi şeyleri bulunduran geniş ve içi döşenmiş kahvehane. |
kirab |
(Kerübe. C.) Yeri sürüp aktarmak. * Yeri süpürmek. * Suyun aktığı yerler. ◊ Kılıç veya bıçak kını. |
kirabe |
Yeri sürüp aktarmak. |
kiraf |
Cima etmek. * Karışmak. |
kiraği |
(Bak: Şebnem) |
kiram |
Benzetmeli, kinâyeli. * (Kerim. C.) Kerimler, şerefliler. * Eli açık cömert kimseler. ◊ Nakışlı perde. * Duvara tutulan örtü. * Çarşaf. |
kiramen kâtibîn |
İnsanların iki tarafında bulunup, sevablarını ve günahlarını yazan meleklerin adı. |
kiran |
(C.: Kırânât) Yakınlık, mukarenet. * Ayrı iki şeyin birleşmesi. * İki gezegenin bir burçta bulunması. |
kirar |
Davarın yaşını anlamak için dişine bakmak. ◊ Bir daha, tekrar. Tekerrür. |
kiraren |
Tekrar tekrar, çok sefer, tekrar suretiyle. |
kirat |
Dirhemin onaltıda birini ifade eden eski bir ağırlık ölçüsü. |
kiraz |
Rahmin, kabul ettikten sonra yine dışarı döktüğü meni. ◊ Evmek, acele. |
kirba |
(C.: Kıreb-Kırebat) Saka tulumu. Deriden su kabı. * Tıb: Çocuklarda karın şişmesi. * Süt tulumuna da kırba denir. * 13 bin dirhemlik veya 32 okıyyelik bir kab. |
kirbal |
(C.: Kerâbil) Hallaç yayı. * Kalbur. |
kirban |
Yakınlık. * Cimadan kinâye olur. ◊ Dolu kap. |
kirbas |
(C.: Kerâbis) Bez. Kumaş, keten veya pamuk bez. |
kirbasî |
Bez satıcı kimse. |
kird |
Atılmış yünü andıran bulut. * Maymun. |
kirdar |
Bir kimse, tasarruf ettiği yerin bir zirâ veya iki zirâ toprağını almak için başkasına satmak. * Bina. * Ağaç. |
kirdide |
(C.: Kerâdid) Bir miktar toplanmış hurma. * Sepet dibinde geri kalan hurma. |
kirdikâr |
f. Sâni. Yapan Allah (C.C.). |
kirf |
Kabuk. |
kîrfam |
f. Simsiyah, katran renginde. |
kirfe |
Töhmet. * Ağaç kabuğu. * Darçın. |
kirfî |
Bazısı bazısının üstüne yağılmış olan yüksek bulutlar. * Yumurtanın dış kabuğu. |
kiris |
f. Yaltaklanma. * Aldatma, kandırma, hile yapma. |
kirişek |
f. Savaşçı, cengâver, muharib. |
kirişte |
f. Çerçöp. |
kiritik |
(Bak: Kritik) |
kirkanbar |
İçinde çok çeşitli şeyler bulunan yer veya kap. * Çok şeyler bilen kişi. |
kirkbayir |
Geviş getiren hayvanların midelerinin bir bölümü. |
kirkire |
(C.: Kerâkir) Şecaat. * Deve göğsü. |
kirkis |
Küçük üvez.* Köpeği çağırmak. * Yüzük yapılan özlü balçık. |
kirla |
'Bir kuş cinsidir ve sulardan balık avlar; derler ki su içine girdiğinde bir gözüyle üstünü gözler, bir gözüyle su içinde avını gözler. Gayet korkak bir kuştur.' |
kirm |
(C.: Kurum) Ulu şerif, şerefli kişi. ◊ f. Böcek kurdu. |
kirmaz |
Beyaz ekmek. |
kirmeta |
Kitapla satırların veya yürürken adımların birbirine yakınlığı. |
kirmîd |
(C.: Karâmid) Pişmiş kiremit. |
kirmil |
(C.: Karâmil) Azgın devenin yavrusu. * İki hörgüçlü deve. |
kirn |
Korkak. |
kirnak |
Halayık, cariye, esir kadın. |
kirnas |
Doğan kuşunun, avının ardınca gitmesi. |
kirpas |
f. Padişah veya vezir konaklarındaki divanhâne. |
kirpik |
Göz kapağının kenarındaki kıllar. * Bir nevi taş. * Hayvan ve nebatların beden yapısında bâzı küçük ve ince uzantılar. |
kirra |
Soğuk, berd. * Çok fazla susuzluk. * Akıllılık. |
kirrîs |
Sazan balığı. |
kirs |
(C.: Ekrâs-Ekâris) Her nesnenin aslı. * Bir araya getirilmiş beytler. * Biri biri üstüne yığılmış kalmış davar tersi. |
kirş |
İşkembe. Geviş getiren hayvanların midesi. * Karın, mide. |
kirşib |
Yaşlı davar. * Arslan. Çok yiyen, obur. * Uzun boylu kimse. * Kötü ahlâklı. |
kirta'be |
Bez parçası. |
kirtab |
Kafası üstüne yıkmak. |
kirtale |
(C.: Kırtâl) Yemiş toplamakta kullanılan sepet. |
kirtas |
(C.: Karâtis) Kâğıt. Kâğıt tabakası, sahife. * Kâğıtçı. |
kirtasiye |
Kâğıt işleri. Kâğıtla alâkalı. Onunla yapılan muâmeleler. |
kirtibiyy |
Bir nevi oyun. |
kirtît |
Zahmet meşakkat. |
kirvan |
Kafile, kervan. * Dünyanın her tarafı. Doğu ve batı. |
kirzab |
(C.: Karâzıbe) Keskin kılıç. * Hırsız. |
kirzam |
Saçma sapan şeyler konuşan. Manâsız sözler söyliyen kimse. |
kirzim |
(C.: Kerâzim) Yüksek burunlu kimse. * Büyük balta. |
kirzîn (kirzin) |
(C.: Kerâzin) Büyük balta. |
kis |
(C.: Ekyâs) Cepte taşınır küçük para kesesi. * Rahimde döl yatağı. * Bedendeki bâzı sıvıların toplandığı kese biçimindeki oyuklar. ◊ Kıyas et, buna benzet, bununla ölç! More… |
kiş |
f. Din, mezheb. * Keten kumaş. * Ok kuburu, sadak. * şimşir. |
kiş' |
(Bak: Kaş') |
kiş'a |
Bulut açılıp dağıldıktan sonra havada geri kalan parça. |
kiş'ame |
Fak dedikleri nesne. * Küçük arı. * Kene. |
kisa |
Halı, seccâde. Yünden yapılan elbise. |
kisa' |
(Kas'a. C.) Tabaklar, çanaklar, çömlekler. |
kişa' |
(C.: Kuşu) Hamam süprüntüsü. * Kuru deri. * Deriden olan ev. |
kisabe |
Kesicilik, kasaplık. |
kişaf (küşâf) |
Bir kaç yıl üstüne yük vurulmayan deve yavrusu. * Dişi deve hâmile iken erkek devenin ona cimâ etmesi. |
kişah |
Davarın böğrüne yapılan işaret. |
kisal |
Bir yerde oturup kalan ve gideceği yere geç giden. |
kisar |
(Kasir. C.) Kısalar. Kasr olanlar. |
kisas |
Cinayette ödeşmek. Bir suç işliyenin aynı şekilde cezalandırılması. Öldürme veya yaralanmada suçlu olana aynı şeyin yapılması. Suçsuz yere adam öldürene veya yaralayana şeriatın aynı cezayı More… |
kisasen |
Kısas yoluyla. Öldüren veya yaralayanı eşit şekilde cezalandırarak. |
kisb |
(Bak: Kesb) |
kisb ü kâr |
Kazanç, iş güç. |
kişbar |
Ağaç parçası. |
kisbî |
Kazanılmış, kesbedilmiş. Kesb ile alâkalı. |
kisde |
(C.: Kusad) Bir şey kırıldığında herbir parçası. |
kişde |
Yağın tortusu. * Maymunun dişisi. |
kise |
(Kis-Kese) f. Küçük-büyük torba kab. * Para kesesi. Kumaştan çanta biçiminde torba kab. * Yoğurt kesesi. * Para. Para hesabı. Öz para. * Kestirme yol. |
kisebür |
f.Yankesici, hırsız. |
kisedar |
f. Parayı toplıyan, para hesabını tutan kimse. Vekilharç. |
kisef |
(Kisf. C.) Kıt'alar, parçalar, kısımlar. |
kisfe |
(C.: Kisef) Kısım, cüz, parça, bölüm. |
kisim |
(Kısm) Bir parça, bölük, takım, kesim. * Kapalı avucunun alabildiği miktar. |
kisir |
Çocuğu olmaz, doğurmaz. * Münbit olmayan ve mahsul alınamayan verimsiz toprak. |
kiskis |
Taşın ve toprağın ufağı. |
kisl |
Zayıf kişi. |
kişla |
Askerlerin barınmalarına mahsus bina veya yer. |
kişlak |
Kışın, otundan ve suyundan istifade edilen arazi. |
kislam |
Isırıcı hayvan. |
kişm |
Et. * İç yağı. |
kismal |
Kesmek. |
kisme |
Kırık parçası. * Misvak parçası. |
kismen |
Bir kısım olarak. Bir parça olarak. |
kismet |
Bölmek ve ayırmak. Bahşetmek. Taksim etmek. * Fık: Hisse-i şâyiayı, yani, taksim olunmamış maldaki hisseleri sahiplerine tahsis etmektir. |
kismî |
Bir kısmı, bir parça, bir bölüm. |
kişmiş |
f. Çekirdeksiz çok küçük tâneli üzüm. |
kişniş |
Güzel kokulu bir tohum olan karakimyon. |
kisr |
Üstünde eti çok olmayan kemik. * Çadır eteği. |
kişr (kişir) |
Kabuk. Dış taraf. * Libâs. |
kisra |
Husrevden muarreb veya galat olan bu isim Sa'sâniler sülâlesinden olan Eski İran padişahlarına ve bilhassa Nevşirvan'den sonrakilere verilmiş olup, Rum imparatorlarına Kayser, Çin More… |
kisra (kusâre) |
Ekincilerin kesmik dedikleri başakta kalan buğday. Buğday çalkandığında kalbur içinde kalan kaba buğday başları. |
kisre |
(C: Kiser) Ekmek parçası. * Parçalanmış olan şeyin bir parçası. |
kişre |
Yüzüne gülmek. |
kişrî |
Kışra, kabuğa dair. Dış yüce ait ve müteallik. Yüzünden. Derinden ve esastan olmayan. Künhü ve esası olmayan. |
kiss |
Nasâra tâifesinin ulusu, reisi ve danişmendi. * Bir yerin adı. |
kissa |
Fıkra. Hikâye. İbret verici hikâye. Vak'a. Mâcerâ. Rivâyet. |
kissagû |
f. Hikâye ve kıssa anlatan. |
kissagüzâr |
f. Hikâye anlatan kimse, masal söyliyen kişi. |
kissahân |
f. Hikâye söyliyen, kıssa ve masal anlatan. |
kissaperdâz |
f. Hikâye düzen kişi. Kıssacı, masalcı. |
kissât |
(Kıssa. C.) Kıssalar. Hikâyeler. |
kişşebe |
Dişi maymun eniği. * Cüssesi küçük olan kız. |
kissis |
Keşiş. Papaz. Hristiyan din adamı. |
kist |
Pay. Hisse. Nasib. Kısım. Mizan. Rızık. Kısım kısım verilen bir hediyenin, borcun her defada verilen bir parçası. Tartı ve ölçüde doğruluk. Adalet etmek. ◊ f. Kimdir? (mânâsına More… |
kişt |
f. Ekin. * Tarla. |
kistas |
Mizan, ölçü. Büyük terazi. Kıyamet günündeki büyük terazi. * Mânevi değer ve kıymet ölçüsü. * En doğru tartan. * Taksit. Taksit ile ödenen şey. |
kisteyn |
İki hisse, iki pay. İki ölçü, iki parça. |
kiştkâr |
f. Çiftçi, ekinci. |
kiştzar |
f. Ekinlik, ekin tarlası, tarla. |
kisve |
Elbise. Kılık. Hususi kıyafet. Küsve. Kisbet. |
kisved |
Kuvvetli, boynu kalın olan kişi. |
kişver |
f. Memleket, ülke. * İklim. |
kişvergir |
f. Ülke tutan. Pâdişah, hükümdar. |
kişvergüşa |
f. Ülke açan, cihangir. |
kişverhüda |
f. Hükümdar, pâdişah. |
kişverküşa |
Memleket fetheden. |
kisvet |
Elbise. * Özel kıyâfet. * Yağlı güreş yapan pehlivanların giydikleri, meşinden ve dar paçalı olan pantolon. Kisbet. |
kit' |
(C.: Aktâ-Aktu) Deve palası. * Yük üstüne örttükleri palas. * Gecenin bir miktarı. * Yassı ve büyük olan ok temreni. |
kit'a |
(C.: Kıtat) Dünyanın kara parçalarından her biri. * Memleket. Ülke. *Mat.: Bir dairenin bir yayı ile onun çapı arasındaki kısım. * Tıb: Kesik organın vücudda kalan parçası. * Aks: Çok More… |
kita' |
Kesme, parçalama, kat etme. * Haram olan şey. |
kitaat |
(Kıt'a. C.) Bölümler, cüzler, parçalar. * Büyük kara parçaları. * Askeri birlikler. * Ülkeler, memleketler. |
kitab |
Kitab. * Levh-i mahfuz. * Kur'ân. |
kitab (kutub) |
Karıştırmak. * Yüzünü pörtürmek. * Kaşlarını bir yere toplayan. |
kitab-hane |
f. Kitabevi, kütüphane. Kitap okunan veya satılan yer. |
kitabe |
Kabartılarak veya oyularak sert levhalar üzerine yazılan yazı. Levha olarak yazılan manzum olmayan nesir halinde levha yazma ilmi. * Mezartaşı yazısı. |
kitabet |
Yazmak. Kâtiblik. Usulüne göre bir şeyi yazmak. |
kitabî |
Kitaba dair ve müteallik. Kitaba tabi olan. Kitaba uygun. Kur'an, İncil, Tevrat kitablarından birine inanan. Semavî kitaplardan birine inanan. |
kitade |
Geven, dikenli ot. |
kitaf |
Bağdan üzüm kesecek ve ağaçtan yemiş devşirecek vakit. ◊ İp. |
kital |
Muharebe. Kavga. Öldüresiye yapılan karşılıklı harp. |
kitar |
(C.: Kutur-Kuturât) Deve katarı. |
kitb (kitbe) |
(C.: Aktâb) Bağırsak. |
kitbe |
Kitabe yazmak. Zam ve cem'etmek. Artırmak ve biriktirmek. |
kîte |
Bir gün veya bir gece yenecek yemek. |
kitf |
Üzüm salkımı. Salkım. * Toplanmış yemiş. |
kitfeyn |
İki omuz küreği. |
kitfir |
Zeliha'nın kocası olan Mısır azizinin ismi. |
kiti |
(Giti) f. Dünya. Yer. Cihan. Âlem. |
kitkit |
Ufak taneli yağmur. |
kitl |
(C.: Aktâl) Düşman, adüvv. * Misil, benzer, eş. |
kitle |
Kütle. Yığın. Küme. * Mâden, taş gibi şeylerden toplu şey. |
kitlik |
Kahtlık. (Bak: Kaht) |
kitman |
Sır saklama. Kimseye sır açmama hâli. |
kitmir |
Ashab-ı Kehf'in köpeğinin adı. * Hurma ile çekirdeğinin arasındaki ince zar. Çekirdeğin arasındaki ince pürüz. * Hakir ve küçük olan şeylerde mesel olmuştur. |
kitr |
Her nesnenin ortası. * Deve hörgücü. ◊ Nişan oku. * İblisin ismi. ◊ Erimiş bakır. |
kitt |
(C.: Kutut) Nasib, hisse. * Kitab ve kâğıt. * Erkek kedi. |
kitta |
Dişi kedi. |
kittavş |
Kedi. |
kivam |
Olgunluk derecesi. Her şeyin en uygun hali. * Mâyi bir şeyin koyulaşmış hali. * Tav. * Durma. * Çağ. * Bir şeyin nizamı. * Doğrular. Dikler. Dik ve doğru çizgiler. |
kivare |
Petek. |
kivra' |
Horozların birbiriyle döğüşmesi. |
kiy'a |
Düz yer, arz-ı müstevi. |
kiya' |
Erkek dişiye aşmak. * Hurma ve buğday döktükleri düz yer. |
kiyad (kiyâde) |
Çekmek. |
kiyadet |
Kumandanlık, seraskerlik. Kumanda. |
kiyae |
Zayıflık. * Korkaklık. |
kiyafet |
Bir şeyin dış görünüşü, zâhiri. * Bir kimsenin giydiklerinin bütünü. * Heyet, şekil, suret. * Feraset. * Bir kimsenin ardınca olmak. |
kiyah |
f. Ot. |
kiyahbeste |
f. Ot bitmiş, ot yetişmiş. |
kiyam |
Ayakta durmak. Ayağa kalkmak. * Ayaklanmak. İsyan. * Ölümden sonra tekrar dirilmek. * Bir işe başlamak, devam etmek. * Satılan bir mal hakkında müşteri ile anlaşıp kararlaşma. * Canlanmak. * More… |
kıyamet |
Dünyanın yıkılıp harab olması. Her şeyin mahvolması. Dünyanın sonu ve mahşer meydanına bütün insanların dirilip toplanacağı zaman. * Mc: Büyük belâ. * Fazla sıkıntı. |
kiyamet suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 75. Suresi olup 'Lâ Uksimu' Suresi de denir. Mekkidir. |
kiyan |
f. Merkez. * Yıldız, seyyâre. ◊ Tabiat. |
kiyane |
Kefâlet, kefil olma. |
kiyas |
Benzetmek, karşılaştırmak, mukâyese. İki şeyi birbiri ile karşılaştırmak. Benzeterek hüküm ve muhâkeme etmek. * Man: Doğru kabul edilen iki hükümden bir üçüncü hükmü çıkarmak. * Fık: İki More… |
kiyasen |
Kıyas yoluyla, benzeterek, kaideye tatbik ederek. |
kiyaset |
Zeki. * Uyanıklık. Zekâ. Ferâset. Zeyreklik. |
kiyasî |
(Kıyâsiyye) Benzetme ile olan. * Genel kaideye uygun ve muvafık olan. |
kiyasiyyat |
(Kıyâsi. C.) Benzetme veya tatbik ile olanlar. * Umumi kurallara uygun olanlar. |
kiyate |
Azık vermek. |
kiyem |
(Kıymet. C.) Kıymetler, değerler. |
kiyemî |
(C.: Kıyemiyyât) Az bulunan pahalı şey. |
kiyemiyyat |
(Kıyemî. C.) Değerli nesneler, az bulunan pahalı şeyler. |
kiyfal |
Baş damarı. |
kiyfe (kife) |
Bez parçası. |
kiymet |
Değer, baha, semen, bedel. |
kiymet-agâh |
f. Kıymetten anlar, değer bilir. |
kiymet-dâr |
f. Değerli, kıymetli, pahalı. |
kiymet-nâ-şinâs |
f. Değer takdir edemiyen, kıymet bilemiyen. |
kiymet-şinas |
f. Kıymet bilir. İnsaniyetli, değer bilir. |
kiyr |
Demirciler körüğü. * Dağ, cebel. |
kiytas |
Balina balığı, kadırga balığı. |
kiyya |
Sakız. |
kiyye |
Okka. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Kıyye-i atika da denir. Şimdiki 1282 gram. (Bak: Okıyye) ◊ Sakız. |
kîz |
Küçük kap. |
kiza |
Yemeği çok yemekten dolayı basan ağırlık. ◊ Yumuşak yerlerde biten bir ot cinsi. |
kizaf |
Sür'atle gitmek, hızla gitmek. |
kizan |
Oğlan, erkek çocuk. * Delikanlı, cesur ve silâhlı köylü genç. |
kizb |
Yalan. Yalan söyleme. (Sıdkın zıddı) |
kizban |
(Kadib. C.) İnce düz fidanlar, çubuklar, dallar. |
kizbere |
Baldırıkara adı verilen ot. |
kizil |
t. Kırmızı, alrenk. * Kıldan yapılan ip. * Aşırı, müfrit. |
kizil tehlike |
Dinsizlik, anarşistlik ve komünistlik tehlikesi. |
kizilbaş |
Râfizîlere verilen bir isim. |
kizilelma |
Tar: Osmanlı Türkleri tarafından Roma'ya verilen addır. (O.T.D.S.) |
kizilhaç |
Hristiyan ülkelerde Kızılay karşılığı olan yardım teşkilâtı. |
kizir |
Köy muhtarının yamağı hükmünde olan adam. Köy kâhyası. |
kizm |
Katı, şiddetli, şedit. |
kizr |
Pak olmayan nesne. * Temiz olmayan şey. |
kizyun |
Toprak parçası. |
kizze |
Ufak taş. * Taşlı çukur yer. * Kızlık dedikleri hâlet. |
klasik |
Fr. Çok eskiden yazıldığı hâlde değerini kaybetmeyen eser veya san'at eseri. * Âdet hâline gelmiş usul. |
klasör |
Fr. Tasnif işlerinde kullanılan, gözlere ayrılmış dolap veya çekmece. * Geniş mukavva dosya. |
klinik |
yun. Hastaya bakılan yer. * Ders gösterilen hastahane koğuşu. |
klişe |
Fr. Matbaada tipografik baskıda kullanılan kabartma resim veya yazılar çıkarılmış madeni levha. |
klüp |
ing. Eğlenerek boş olarak vakit geçirmek yahut okumak, konuşmak üzere üyelere mahsus toplantı veya eğlence yeri. |
koalisyon |
ing. Bir maksad için birleşen kuvvetler yahut partiler topluluğu. |
koç yiğit |
Güçlü kuvvetli, bahadır, gözünü budaktan sakınmaz, cengâver. |
koçkar |
Dövüş için terbiye olunmuş iri koç. |
kodaman |
İleri gelen. Servet veya mevki sahibi kimseler hakkında alay yollu söylenir. |
kodes |
Tavuk yeri, kümes. * Hapishane. |
kof |
İçi boş. Kovuk. * Aklı ve ilmi olmayan. Câhil. |
köftehor |
(Bak: Kuftehar) |
köhne |
f. Eski, eskimiş. * Zamanı geçmiş. Demode olmuş. |
köhnebahar |
Sonbahar. |
kokona |
Yaşlı rum kadını. |
kolağasi |
t. Eskiden mevcud olan yüzbaşı ile binbaşı arasındaki rütbe. |
köle |
t. Bütün tarihî devirlerde başka milletlerden, yabancılardan zorla kaçırılıp hürriyetten mahrum hale getirilerek hizmette kullanılan erkek. |
kolon |
Fr. Sütun. * Matbaacılıkta, dizilen yazı sütunu. |
koloni |
Fr. Bir ülkenin, sınırları dışında işgal ettiği ve yönettiği ülkeye sıkı bağlarla bağlı arazi. * Başka bir memlekete yerleşmeğe giden göçmen topluluğu veya bir topluluğun yerleştiği yer. * More… |
kolordu |
t. Ekseriyetle üç tümen ve diğer tamamlayıcı birliklerden kurulan askeri birlik. |
komando |
(Portekizce) Aks: Müstakil olarak çalışan ve baskın, sabotaj v.b. gibi özel vazifeler yapan, az sayıda askerlerden kurulu birlik, çete. |
kombinezon |
Fr. Tertib, düzenlemek. * Çare. * Kadın iç gömleği. |
komedi |
yun. Cemiyetin gülünç ve kusurlu hâllerini ortaya koyan tiyatro eseri. * Uydurma, yapmacık hareket veya söz. * Gülünecek hareketler. |
komediyen |
İki yüzlü, riyakârlık gösteren. * Komedi oynayan tiyatro oyuncusu. Maskara. |
komiser |
Fr. Emniyet teşkilâtının meslek dereceleri içinde yer alan ve en az lise tahsilini yapmış, polis enstitüsünün orta ve yüksek kısmını tamamlamış üniformalı veya sivil memur. |
komisyon |
Fr. Meclis şubesi. Hususi surette teşkil olunan meclis. * Ticarette vasıtalık etme, dellâllık ücreti. |
komita |
(Slavca) Maksadına ulaşmak için ekserî silah kullanan, siyasî, gizli ihtilaki cemiyet. Eşkiya. |
komitaci |
Siyasi bir gayeye ulaşmak için, silâhlı mücadele yapan gizli bir topluluk veya teşkilâtın mensubu olan kimse. |
komite |
Fr. Bir komisyon arasından seçilmiş âzası bulunan, bir iş için toplanan hey'et. Meclis şubesi. Hey'et. |
kompartiman |
Fr. Yolcu trenlerinde vagonların bölümlerle ayrılmış kısımlarından her biri. |
kompetan |
Fr. Bir işi iyi bilen. Bir şey hakkında yerinde kararlar alabilen kimse. |
kompleks |
Fr. Bir anda kavranamıyacak şekilde çeşitli sebeblerden, unsurlardan meydana gelmiş. * Basit olmayan. Mürekkep. * İnsanların davranışlarına, ruh hâllerine yön veren birbirine bağlı şuuraltı More… |
komplo |
Fr. Bir kişiye karşı toplu olarak alınan karar. Tuzak. Suikast. |
komprime |
Fr. Toz halinde iken sıkıştırılıp ufak hap haline getirilmiş ilaç. |
konak |
Menzil, yolculukta gece vakti inilen yer. * Yolculukta bir yerde durma, dinlenme. İki menzil arasındaki yol. * Büyük ev, zengin ve mükellef ikâmetgâh. * Resmi dâire. |
kondüktör |
Fr. Kılavuz, memur, müdür. * Trenlerde vagon ve bilet işlerine bakan vazifeli kimse. |
konferans |
Fr. Dinleyicilere herhangi bir mevzu hakkında bilgi vermek gayesiyle yapılan konuşma. |
kongre |
Fr. Çeşitli memleketlerden yöneticilerin, elçilerin ve delegelerin katılmasıyla yapılan toplantı. |
konsey |
Fr. İdare vazifesi yüklenmiş kişilerin topluluğu. * Müzakere hâlinde bulunan kimselerin meydana getirdiği kurul. * Bu tarz bir toplantının yapıldığı yer. |
konsolit |
(Konsolide) Fr. Ana sermayenin ödeme tarihi belli olmayan ve yalnız faizi ödenen devlet tahvili. |
konsolos |
İtl. Yabancı ülkelerde yurttaşlarının haklarını korumak ve bağlı bulunduğu hükümete siyasî ve ticarî bilgileri vermekle vazifeli hariciye memuru. |
kontenjan |
Fr. Alâkalıların her birine düşen miktar veya yer. Pay miktarı. |
konvoy |
ing. Aynı yere giden nakil vasıtaları topluluğu. * Aynı yere nakledilen insan grubu. * Harb gemilerinin himayesinde sefer yapan yük gemileri katarı. |
kopil |
Küçük Rum çocuğu. * Çapkın, külhani. |
kor |
t. Her tarafı iyice yanıp içine kadar ateş hâline gelmiş kömür veya odun parçası. * Askeriyede kolordu. |
korsan |
itl. Deniz haydutu. Deniz eşkiyası. * Başkaların haklarını zor kullanarak yiyen kimse. * Bir hakkı izinsiz olarak kullanan. |
korsan gemisi |
Deniz hırsızlığı ve korsanlık yapan gemiler. Düşman gemilerini basarak mallarını alan bir devletin donanma gemilerine de aynı ad verilirdi. |
körük |
Ateşi havalandırmak için yapılmış bir âlet. * Hava ile çalışan bazı çalgıların hava vermeğe mahsus kısmı. |
köşe |
(Bak: Kuşe) |
köşeli parantez |
t. Cümleden tamamıyla ayrı 'haşiye' gibi bir sözü içine alır. |
kostantiniyye |
İslâm dünyasında İstanbul için kullanılmış isimlerden biri. |
kotra |
ing. Tek direkli, yelkenli, narin küçük gemi. |
koy |
Küçük körfez. Karanın içine girmiş, rüzgârdan saklı deniz parçası. Deniz koyuna benzer, çevresi mahfuz yer. Köşe, bucak. |
kozmoğrafya |
yun. Yıldızların yerlerinden ve hareketlerinden bahseden ilim. Felekiyyat. İlm-i hey'et. |
kozmopolit |
Fr. Her yabancı şeye karşı alâka gösteren, milliyet duygularından mahrum kimse. * Çeşitli milletlerden insanları içine alan. |
kozmoz |
(Kozmos) yun. Kâinat. Bütün gökler. |
kramp |
Fr. Adalenin kasılması. |
krater |
(Bak: Atmiye) |
kritik |
yun. Tenkid. Sıkışık durum, sıkıntılı. * Tıb: Hastalığın en kötü zamanı.KRUVAZÖR: Fr. Daha ziyade toplarla mücehhez açık denizlerde emniyeti te'min etmek ve konvoyları korumakla More… |
ku'bere |
Bileği meydana getiren iki kemiğin küçüğü. |
ku'ku' |
Alaca renkli, uzun gagalı bir büyük kuş. |
kual |
Üzüm çiçeği. |
kuas |
Koyunun burnunda olan bir hastalık. ◊ Bir hastalık (ki göğüsü tutar.) ◊ Boynun içine geçik olması. |
küayt |
(C: Ki'tân) Bülbül. |
kub |
f. 'Vuran, vurucu, döven' mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: (Leked-kub: Tekme vuran) |
kuba' |
Hınzır avazı. * Büyük ölçek. |
kubaa |
Serçe gibi küçük bir alaca kuşun adı. * Avcıların giydiği hırka. |
kübab |
Bir yere toplanmış kum. |
kübad |
Tıb: Karaciğer iltihabı. |
kubakib |
Acele eden kimse, aceleci.* Bir yıldan sonra olan yıl. |
kubale |
Mukabele. * Kapı önü. |
kuban |
(Kub. C.) f. Vurucular, dövücüler. * Vurarak, döverek mânâlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. |
kübas |
Başı büyük olan erkek. |
kubb |
Kürk. |
kubbe |
Yarım küre şeklinde yapılan bina damı. |
kübbe |
(C: Kübb) At sürüsü. * İplik yumağı. |
kubbe alti |
Tar: Topkapı Sarayı'nda başta sadrazam olmak üzere devlet adamlarının ve vezirlerin toplanıp devlet işlerini görüştükleri yer. |
kubbe-nişin |
f. İstanbulda Topkapı Sarayı'nda Kubbealtı denen yerde toplanan kabine üyeleri denebilecek toplantıya katılan vezirlerin herbiri. |
kübbene |
Bahil kişi. |
kubbere |
(C: Kubber-Kabbere) Turgay dedikleri küçük kuş. * Bacaksız, kısa boylu kimse. |
kubbitî |
Beyaz helva satan kimse. |
kubeb |
(Kubbe. C.) Kubbeler, kemerler. Tepesi yuvarlak, yarım küre şeklinde yapılan binâ damları. |
kübera |
(Kebir. C.) Büyükler. Ulular. |
kubh |
Günah ve çirkin hareket. Kabahat. Suç. * Fık: Aklen ve şer'an müstehcen olup dünyada zemme, âhirette azaba ve itaba mahal olan şey. |
kubhiyyat |
(Kubh. C.) Çirkin hareketler ve işler. Günah ve çirkin şeyler. |
kubkuba |
Acele etmek. |
kübkübe |
İnsan topluluğu. * At sürüsü. |
kuble |
Öpme. |
kübr |
Yakınlık. |
kübra |
(Ekber'in müennesi) Büyük, daha büyük, en büyük. * Man: İkinci kaziye (İkinci önerme). Yâni, hadd-i ekberin bulunduğu cümle (Bak: Hadd-i ekber). |
kubtiyye (kibtiyye) |
(C: Kubâti) Mısırda yapılır parlak ince keten bezi. |
kubu' |
Kirpinin büzülüp başını derisine çekmesi. * Bir kimsenin başını yakasına çekmesi. |
kubub |
Kuruluk. |
kübud |
(Kebed. C.) Karaciğerler. |
kubul |
Erlerin ve kadınların önü. * Evvel, önce, ilk. |
kubun |
Gitmek. |
kubur |
(Kabr. C.) Kabirler, mezarlar, türbeler. |
kubus |
Sür'atle yürüdüğünden yere tırnağının ucundan başka yeri değmeyen at. |
kubza (kabza) |
(C: Kubzât) Bir tutam nesne. |
küca |
f. Nereye? Nasıl? |
kuçe |
f. Dar sokak, küçük sokak. * Pazar, çarşı. |
küda |
Mekke-i Mükerreme'de Bâb-ı Umre'nin yolu. |
küdade |
Çömlek dibinde kalan yemek. |
kudahis |
Bahâdır, kahraman, şucâ. |
kudam |
f. Hangisi? Hangileri? (mânasına sorudur) |
küdame |
Her nesnenin bakiyyesi. |
kudar |
Büyük yılan. * Aşçı, tabbah. Deve boğazlayıcı, deve kasabı. |
kudas |
Gümüş boncuk. |
küdas |
Hayvan aksırığı. |
kudat |
(Kadı. C.) Kadılar. Şeriat kanunlarıyla hâkimlik edenler. |
kuddam |
Ön taraf. İleri taraf. |
kuddamî |
Ön. |
kuddise |
Mübarek, kudsi ve mukaddes olsun. anlamına gelen bir kelimedir. |
kuddus |
Kusur ve noksanlıklardan müberrâ olan, en mukaddes. Hiç eksiği olmayan, pâk, temiz. Cenab-ı Hakk'ın sıfatlarındandır. * Mübarekliğin hadsiz derecesini ifâde eder. 'En More… |
kuddusî |
Cenab-ı Hakk'ın Kuddus sıfatına dair ve müteallik. Kusursuz olan Cenab-ı Hakk'a ait. * Kudsi ve temiz olana ait ve ona müteallik. |
kudegî |
f. Çocukluk. |
kudek |
(C.: Kudegân) f. Çocuk, sabi. |
kudek-meniş |
f. Çocuk tabiatlı. Çocuk mizaclı. |
kudema |
(Kadim. C.) Kadimler. Eski büyükler. Eski adamlar. İleri gelen büyükler. Eski zamanda gelmiş olanlar. |
kudeyh |
Küçük kadeh, kadehcik. |
kudmus |
Kadim nesne, eski. |
kudret |
Güç. Takat. * Her yeri kaplayan kudretullah. * Varlık. Ehliyet. Becerebilme. * Zenginlik. * Kabiliyet. |
kudretyâb |
f. Gücü yetebilen, yapabilen, kuvvet ve kudreti olan. |
kuds |
Mübareklik. Kudsilik. Nezafet. Pâk olmak. Noksanlardan uzak olmak. |
küds |
Dövülmemiş harman. |
kudsî |
(Kuds. dan) Mukaddes, kutsal, muazzez. |
kudsiyan |
Kudsiler. * Melekler. Melâike taifesi. |
kudsiyet |
Kudsilik, mukaddeslik, azizlik. * Temizlik, paklık. |
kudsüman |
Erkek örümcek. |
küdû |
Yerin otu geç bitmek. |
küdu' |
Soğuğun bitkilere zarar vermesi.KÜDUR: (Keder. C.) Kederler, hüzünler, üzüntüler, sıkıntılar, ıztırablar. |
kudum |
Uzak ve uzun bir yoldan gelmek. * Ayak basmak. * İleri geçmek. İlerilik. |
kudumiyye |
Uzak yoldan gelen bir büyük zâta, oranın halkı tarafından takdim edilen hediye. * Edb: Böyle bir vaziyetten dolayı yazılan kaside. |
kudur |
(Kıdr. C.) Çömlekler, tencereler. Yemek pişirilen kaplar. |
küduret |
(Keder. den) Bulanıklık. * Koyuluk, kesiflik. * Kaygı. Tasa. Kederlilik. |
kudurî |
(Hic: 362 - 428) Bağdadlıdır. Ahmed İbn-i Muhammed Bağdâdi diye de anılır. Hanefi fıkıh âlimlerindendir. Bu zatın, fıkha dâir meşhur kitabının ismi de Kudurî'dir. |
küdürr |
Azâsı çok şişmiş olan yiğit. |
kudve |
Halkın uyup tâbi oldukları kimse. |
küdye |
Kazılması güç olan sert yer. |
kuf |
f. Baykuş denen bir kuş cinsi. |
küf |
Yetiştiği satıhta kimyevî değişikliklere sebep olan küçük boylu mantarlara verilen umumi ad. * Maddelerin oksitlenme neticesinde dış tarafını kaplayan tabaka. Pas. |
küfae |
Davarın bir yıllık dölü, sütü, yoğurdu, yünü ve yapağısı. |
kufahir (kufâhirî) |
Büyük ve iri cüsseli kimse. |
kufaî |
Burnu sıcaktan kavlar kızıl kimse. |
küfale |
Zammetmek, artırmak. * Boynuna almak. |
kufan |
Zahmet, meşakkat. * Kufe dedikleri beldenin adı. |
kufar |
(Kafr. C.) Issız ve susuz yerler. Çöller, sahralar. |
küfat |
(Küfv. C.) Eşitler. * Denkler, müsaviler. |
kûfe |
Kızıl kum. * Kızıl kumlu bir yerin adı ki o sebebten 'Kûfe' diye isim verilmiştir. ◊ f. Küfe. Dayanıklı ve kaba büyükçe sepet. |
küfe |
f. Taze dallardan veya kamıştan örülmüş, derin ve çeşitli boyda kaba sepet. |
kuff |
Yüksek yer. |
küffar |
(Kâfir. C.) Gâvurlar. Hak din olan İslâmiyeti inkâr edenler. Kâfirler. |
kuffaz |
Kadınların ellerine ve ayaklarına taktıkları bir süs eşyası. * Eldiven. |
kuffe |
(C: Kıfâf) Pamuk sepeti. * İçine kumaş konan nesne. * Yüksek yer. * Kurumuş. * Çürük ağaç. |
küffe |
(C: Küfât) Kaftan nigendesi, kaftan zencifi. |
kufî |
Kûfe şehrine mensub. Bu şehirle alâkalı. |
küfiyyun |
Eski arabça âlimlerinin ayrıldığı iki büyük şubeden biri olup diğerine Basriyyun denirdi. |
kufl |
(C.: Akfâl) Kilit, sürgü. |
küfne |
Ağaç, şecer. |
küfr |
Örtmek mânâsınadır. Kalbe âit bir sıfattır. Hak dini inkâr edip, hakkı inkâr edene ve gizleyene 'kâfir' denilir. Kâfirliğin sıfatı küfürdür. * Allaha inanmamak. Hakkı görmemek. More… |
küfr ü dalal |
Kafirlik ve sapıklık. Dinsizlik. |
küfran |
Nankörlük etmek. Allah'ın ihsan ve inayetine mukabil teşekkür etmeyip fiilen veya kavlen inkâr etmek. |
küfriyyat |
Küfre sebep olan işler ve sözler. |
kûfte |
f. Kıyılıp ezilmiş veya dövülmüş et, köfte. |
kuftehar |
f. Köfte yiyen. * Geveze, çenesi düşük. * Şarlatan. Kendini beğenmiş. * Çapkın. |
kufuf |
Kişinin korkudan tüyü ürperip kalkmak. |
küfuf |
(Keff. C.) Avuçlar, el ayaları. |
kuful |
(Kufl. C.) Kilitler. * Seferden veya yolculuktan dönme. |
küfürbaz |
f. Küfür sözü söyleyen. Ahlâksız. Küfrü âdet edinmiş olan. |
küfüv (küfv) |
şerik. Nazir, akran, denk, eş, benzer, misil. Hemtâ. (Bak: Kefâet) |
küfye |
Ancak geçinebilecek kadar olan yiyecek. |
kûh |
f. Dağ. |
küh |
(Bak: Kûh) |
küh-sar |
f. Dağ tepesi. Dağlık. |
kuhab |
At ve deve öksürüğü. |
kuhamun |
f. Tepesi düz olan dağ. |
kuhan |
f. Kambur. * Eyer, at eyeri. * Sığır veya deve hörgücü. |
kuhariye |
Yaşlı kadın. * Yaşlı hayvan. |
kuhaz |
Koyunlara ârız olan bir hastalık. |
kühbe |
Kırmızılığa yakın olan beyaz renk. |
kuhbeden |
f. Dağ gibi iri vücutlu kimse. İri yarı kişi. |
kuhciğer |
f. Dağ yürekli, kahraman, bahâdır, yiğit. |
kuhe |
f. Dağ. * Hücum, saldırma. * Dağ tepesi gibi kubbeli ve sivri olan şey. * Deve hörgücü. * At eyeri. |
kühen |
f. Eski, zamanı geçmiş. Demode olmuş. Yıpranmış. |
kühenpir |
f. Yaşı ilerlemiş. Çok yaşlı, ihtiyar. |
kühensâl |
f. Yaşlanmış, ihtiyarlamış, kocamış. Eskimiş. |
küheylan |
Cins arab atı. (Gözü sürmelidir.) |
kuhh |
Halis, saf, katıksız. |
kühhan |
(Kâhin. C.) Kâhinler, falcılar. |
kuhî |
f. Dağa mensub. * Dağla alâkalı. * Dağlı. |
kuhistan |
f. Dağlık bölge, dağlık yer. |
kühistan |
f. Dağlık yer, dağı çok olan mevki. |
kuhken |
f. Dağ kazan, dağ deviren. |
kuhkub |
f. Dağ vurucu. Dağı yerinden oynatan. * Kuvvetli at veya katır. * Kale veya sur döven top. |
kühküm |
Oturak yeri kemiği. |
kuhl |
Göz ilâcı. * Göze çekilen sürme. |
kühl |
Sürme. Göz için sürme boyası. |
kühle |
Sığırdili denilen ot. |
kuhlî |
Sürme gibi siyah olan. |
kuhme |
Düşünmeden bir işe girişme. * Şiddet. * Kıtlık senesi. * Zor iş. |
kuhnümun |
f. Heybetli, azametli. Dağ gibi görünen. |
kuhpare |
f. Kuvvetli at. * Dağ parçası. |
kuhpaye |
f. Dağlık arazi. |
kuhpüşt |
f. Kanbur. |
kuhsar |
f. Dağ tepesi. * Dağlık yer. |
kühuf |
(Kehf. C.) Mağaralar. |
kühul |
(Kehl. C.) Orta yaşlı kişiler. Olgun kimseler. |
kühulet |
Orta yaşlılık. (35-40 yaş arası) Olgunluk çağı. Bazılarına göre: Yirmibir ile altmış yaşa kadar olan insanın hayat devresi. Veya otuz ile elli arası. |
kühure |
Yüzünü pörtürmek. |
kuhut |
Kıtlıktan sıkıntı ve eziyet çekme. |
kuknas |
Hindistan'da olan bir cins beyaz kuş. |
kul |
De, söyle, bildir (meâlinde emirdir)('Kul' kelimesi Kur'anın çok yerlerinde mezkûr veya mukadderdir. 'Kul' emri risalet ve nübüvvete işarettir. İ.İ.)Türkçede More… |
kül'a |
Devenin arkasında olur bir hastalık. * Koyun sürüsü. |
kul'a(t) |
(C: Kulu') Ödünç mal. Yurt edinmeye müsait olmayan yer. |
küla |
Kuş kanadının sonunda olan dört telek. |
kula' |
Ağız ağrısı. |
kulaa |
Suyu emip yarılmış ve yerden koparılmış balçık. * Büyük taş. |
kulab |
f. Büyük dalga. * Göl, büyük havuz. ◊ Bir çeşit deve hastalığı. |
külae |
Tehir etmek, sonraya bırakmak. |
kulafe |
Kılıf, kın, kabuk. Zarf. |
külah |
Takke. Kalpak. Baş örtüsü. * Kazıkların toprağa girmesini kolaylaştırmak için uçlarına geçirilen huni şeklindeki demir gömlek. |
kulakil |
İhlâs ve Muavvezeteyn sureleri. |
kulal |
Az, kalil. |
külale |
f. Çiçek demeti. * Kıvrım kıvrım olan saç. Kıvırcık saç. Bukle. |
külam |
Kaba, muhkem ve sağlam yer. |
kulame |
Tırnak kesintisi. Kesinti. |
kulameteyn |
İki tırnak kesintisi. Parantez. ( ) |
kulb |
Bilezik. * Bir yılan cinsi. |
külbe |
f. Kulübe. |
külbe(t) |
Sıkıntı, zorluk, ıztırab. Şiddet. * İki sahtiyan arasına konup dikilen kırmızı kayış. |
külçe |
Eritilip tasfiye olunmamış veya topraktan çıkartıldığı gibi bulunan maden. * Büyük parça şeklinde dökülmüş maden. |
kule |
(C: Kulul-Kılâl) Çocukların oynadıkları bir oyun. |
külef |
(Külfet. C.) Külfetler, zahmetler, sıkıntılar, zorluklar. * Merâsimler. |
kulel |
(Kulle. C.) Kuleler. * Dağ tepeleri. |
küleng |
f. Turna kuşu. |
kulfe |
Zeker ucundaki sünnet edilecek deri. |
külfet |
Zahmet. Sıkıntı. Yorgunluk. Zahmetli iş. Adetten ve lüzumundan çok yorularak çalışmakla iş yapmak. * Merâsim. |
külhan |
f. Hamam ocağı. Hamamda su ısıtmak için ateş yakılan yer. |
külhani |
f. Serseri, çapkın, âvâre. |
küliçe |
f. Külçe. |
kulis faaliyeti |
Toplantı yapılan yerlerde, toplantı haricinde çeşitli grupların yaptığı gizli çalışma. |
kulkalan |
Bir nevi ot. |
kulkul |
Şen, çevik, atik. * Bir şeyin deprenmesiyle çıkan ses. * Büyük, derin deniz. * Hızlı giden at. |
külkül (külkâl) |
Kısa boylu bodur adam. |
kulkulani |
Üveyik kuşuna benzer bir kuş. |
küll |
Hep, tüm, bütün. Çok. Cüz'lerden meydana gelen.Bütün cüzlerin şumul ve istiğrak üzere ifadeleri. |
kullab |
(C.: Kalalib) Çengel, kanca. Ucu eğri nesne. |
küllab |
(C.: Kelâlib) Çengel, kanca. Ucu eğri demir. |
kullam |
Çöğene benzer bir otun adı. |
kulle |
(C.: Kulel) Doruk, dağ tepesi, zirve. * Kule. * Bazı harp gemilerinin güvertelerinde bulunan ve makine ile hareket eden ağır top. |
külle |
f. Topuk. * Kâhkül. |
külle yevm |
Her gün. |
küllî |
'Külle mensub. Cüz'iyat ve ferdlerden meydana gelmiş olan. Umumi, bütün. * Çok, ziyade, fazla. * Man: İnsan dediğimiz zaman küll'ü ve küllîyi ifade etmiş oluyoruz. İnsanın More… |
külliyat |
(Külliyet. C.) Bütün. Hepsi. Hepsi birden. * Bir müellifin bütün eserleri. |
külliye |
(Külliyet) Bütünlük, umumilik, genellik. * Bolluk, çokluk, ziyadelik. * Tar: Osmanlı İmparatorluğu zamanında Arap vilâyetlerinde bazı medreselere, üniversite karşılığı verilen ad. |
külliyen |
Kâmilen, tamamen. Cüz'î olmamak üzere. Büsbütün. Tamamıyla, toptan, kâffesi. |
küllü amm |
Her sene, bütün sene. |
küllü dain |
Bütün hastalıklar. Bütün dertler. |
kulmuh |
Bir ot. |
küls |
Kireç. |
külse |
(C.: Ekles) Kireç renginde olmak. |
külsum |
Yuvarlak yüzlü. * Yanağı ve yüzü etli olan. KÜLTÜR: Fr. Her türlü fikir, san'at ve âdet varlıklarının hepsi. * Bir kimsenin umumi bilgi seviyesi. * Terbiye. * Ziraat. * Tıb: Tecrübe. |
kulub |
(Kalb. C.) Kalbler, gönüller. |
kuluce |
Ekin ekmek için yeri ıslah etmek. |
küluh |
Katı yüzlülük. |
kulunç |
Tıb: Şiddetli bağırsak ağrısı. Omuzlarda ve vücutta bir ağrı. |
külüng |
f. Taşçı kazması. |
külve |
(C: Külu-Külliyât) Dağarcık altına çepeçevre diktikleri deri. * Tirşe dedikleri kayış. |
kulzüm |
Deniz, bahr. * Kızıldeniz. |
kum (kumi) |
(Kavm. den) Kalk (mânasına emir). |
küm' |
Ev, beyt. |
kümahe |
f. Nazarlık. |
kumame |
(C: Kumâm) Cemaat, topluluk. * Süprüntü. |
küman |
f. (Bak: Gümân) |
kumanya |
ing. Bir gemi içinde bulunan kimselerin beslenmeleri için gemiye doldurulan erzak. Gemi zahiresi. * Eskiden piyade kayığının arka kısmındaki dolapçık. * Gemi kileri. Geminin erzak koymağa More… |
kumar |
Para vs. karşılığında oynanılan oyun. |
kumar-hane |
f. Devamlı olarak kumar oynanan yer. |
kumarbaz |
Kumar oynayan. Kumarcı. |
kümaşe |
Sürat, hız. |
kümat |
(Kemi. C.) Yiğitler, kahramanlar, savaşçılar. |
kümdet |
Renk değiştirme. |
kume |
Bir yere toplanmış olan şeyler. * Yüksek, yüce yer. |
kümeyt |
Koyu doru at. * Kırmızı şarap. |
kumistan |
f. Kumluk çöl veya arâzi. |
kumkuma |
(C: Kamâkım) İçine mürekkep, zemzem gibi şeyler konulan yuvarlak testi. * Bakır şişe, bakır ibrik. |
kümm |
(C: Ekmâm-Ekmime) Gömlek yeni. |
kumme |
Arslanın, ağzı ile aldığı şey. |
kümme |
Kavuk. |
kummehan |
Za'ferân. * Şarap köpüğü. |
kümmel |
(Kâmil. C.) Kâmiller. Olgunlar. İlmen, dinen ve mânen kâmil olan büyük zatlar. Büyük mâneviyat ve fazilet sahibi insanlar. |
kummele |
(C: Kummel) Kene cinsinden bir böcek. |
kümmelîn |
(Kâmil ve kümmel. C.) Kâmiller. |
kümmî |
Konik. Koni biçiminde olan. |
kumpanya |
Fr. şirket. * Mc: Cemaat, zümre. |
kumrî |
(C: Kamâri) Kumru. Dişisine 'kumriye', erkeğine 'sakhar' derler. |
kümserat |
(C.: Kümsereyât) Armut. |
kümte |
Kızıllık, kırmızılık, humret. |
kümter |
(C: Kemâtir) Kısa boylu kaba adam. * Yabani eşek. Vahşi hımar. |
kumudd |
Sağlamak, sert, katı. * Uzun, tavil. |
kümun |
Pusulanıp gizlenmek. * Tıb: Gözde 'gümne' denilen bir dumanlı hastalık görünmesi. |
kumus |
Suya batıp kaybolmak. |
kumze |
Toplanmış hurma. |
kümze |
Bir yere toplanmış hurma. |
kûn |
Kuyruk sokumu bölgesi. Arka, mak'ad, kıç. |
kün |
'Ol mânasında emirdir. Allah (C.C.) bir şeye Kün dese; o şey olur.' |
kün feyekûn |
(Bak: Emr-i kün) |
küna |
f. Arâzi. Tarla. Etrafı çevrilerek ekilen yer. |
kunabe |
Toplu yapraklar (Buğdayın başı onun içinde olur.) |
kunah |
Çomak. |
kunais |
(C: Kanâıs) Büyük cüsseli, iri vücutlu kişi. |
künam |
f. Kuş yuvası. * Hayvan ini. * İnsanın rahat edip dinleneceği yer. |
kunan |
Koltuk kokusu. * Gömlek yeni. |
künan |
f. 'Ederek, yaparak, eden, yapan' manâlarına gelerek kelimelere eklenir. Meselâ: (Hande-künân: Gülerek) |
künasat |
(Künâse. C.) Künâseler, süprüntüler. |
künase |
Süprüntü, zibil, çöp. |
künat |
(Kâni. C.) Kinâyeciler. Kinâye söyliyenler. |
künbed |
f. Kubbe. |
kunbua |
(C: Kanâbi) Kestikten sonra yine içinde kalan nesne (Ot kökü gibi) |
künbül |
Sağlam, dayanıklı, sert, katı. |
kunbul(e) |
(C.: Kanâbil) Kalın vücudlu kimse. Sinirli ve hiddetli olan. * 30 ilâ 40 yaş arasındaki kimse. * At. * Bomba. |
kunbura |
(C: Kanâbir) Çökük kuşu. |
kunbuza |
(C: Kunbuzât) Kısa boylu kadın. (Müz: Kunbuz) |
künc |
(Günc) f. Köşe. Bucak. Bodrum. |
küncüd |
f. Susam. |
künd |
Biçimsiz, yakışıksız, kısa. * Kesmez, kör. * Yiğit, cesaretli, cesur. * Anlayışsız. Fehim ve idraki kısa. |
kundak |
Küçük çocukları sıkı bağlamaya yarıyan bezler takımı. * Yangın çıkarmak için bir yere sokulan, tutuşturulmuş yağlı bez çıkısı. |
kundak sokmak |
Mc: Ara bozacak bir söz söylemek veya böyle bir harekette bulunmak. * Yangın çıkarmak. |
künde |
f. Suçlu bir kimsenin ayaklarına geçirilen tomruk. * Kalın ve yüksek ağaç. |
kündekâr |
f. Sedefçi. Kıymetli ağaçları işleyen. Marangoz. |
kündgûş |
f. Sağır, işitmez. |
kündür |
(C: Kenadir) 'Günlük' denilen nesne. * Şişman ve kısa boylu kimse. * Vahşi hımar, yabani eşek. * Büyük çuval. |
kündüs |
Saksağan kuşu. |
kunefhar |
Büyük cüsseli, iri vücutlu. |
künende |
f. 'Edici, yapıcı' mânâlarına gelerek kelimelere eklenir. |
kunfuz(e) |
(C: Kanâfiz) Kirpi. * Fare. * Devenin, kulakları ardında terleyen ve teri akan yerleri. * Otları dolaşık yer. |
küngân |
f. Toprak ve çimento gibi şeylerle yapılan su borusu, su yolu. |
küngüre |
f. Kubbenin en yüksek yeri, tepesi. |
künh |
Bir şeyin aslı, cevheri, mikdarı. Dip. Kök. Özü, nihâyeti, vechi. * Vakit, zaman. |
küniş(t) |
f. Mecusi tapınağı. * Yahudi havrası. |
kunn |
Gömlek yeni. |
künnaşe |
(C.: Künnâşât) Kök. |
künne |
Ev kapısı üstüne yapılan sundurma. |
kunne(t) |
(C.: Kanan-Kunen-Kınan) Dağ başı. |
kunneb |
Kendir. Kenevir. |
kunnebit |
(C.: Kannâbit) Lahana cinsinden bir bitki. |
künnes |
(Kânis. C.) Yuvasında ve yatağında olan geyikler. * Gündüzün gizlenen, gece görünen seyyar yıldızlar. (Bak: Hunnes künnes) |
kunta |
Karalık. |
küntan |
Kısa boylu. |
kunu' |
Kanaat etme, kâfi bulma. * Suâl ve tezellül. |
künu' |
Yakın olmak. |
künübdür |
Kaba nesne. |
künud |
Nankörlük. Nimeti inkâr etmeklik. |
künun |
Birşeyi gizleme, saklı tutma. ◊ f. şimdi. El'an. |
kunut |
Ümidsizlik. Ye'se kapılma. |
künuz |
(Kenz. C.) Hazineler. Defineler. |
künuzât |
Kenzler. Hazineler. |
kunv |
(C: Kınân-Kınyân-Aknâ) Üzerinde hurması olan hurma salkımının çöpü. |
kunyan (kinyân) |
Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal. |
künye |
Bir kimsenin nereden ve kimden olduğunu bildiren ve hüviyeti yazılı olan kâğıt. |
kunye (kinye) |
Kişinin nefsi için saklayıp elden çıkarmadığı mal. |
kunzua |
(C: Kanâzı') Çakıl taşı. * Tıraş edilmiş başın üstünde bırakılan bir tutam saç. |
kûpal |
f. Gürz. Demir topuz. |
küpeşte |
Geminin kenarlarındaki tahta siper. * Parmaklığın üzerindeki düz ve kalın tahta. |
kûr |
(C.: Kûrân) f. Kör, âmâ. |
kur'a |
Talih denemek maksadı ile çekilen kapalı pusla veya fal açma. |
kur'an |
Allah (C.C.) tarafından Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâma Cebrâil Aleyhisselâm vâsıtası ile (yâni vahiyle) gönderilen ve beşeriyetin bütün saadet düsturlarını hâvi en mukaddes ve en son More… |
kûr-boğaz |
f. Obur, körboğaz. |
kura |
(Karye. C.) Karyeler, köyler, kasabalar. |
kura' |
İbâdet eden. |
küra' |
'(C: Ekru-Ekâri) İnsanda boyundan aşağısı; hayvanda topuktan aşağısı. * Koyun ve sığır baldırı.' |
kuraa |
Kalem kesintisi. Kalem yongası. |
kurab |
(Kurbet. C.) Yakınlar, akrabalar. |
kûrabe |
f. Kubbeli mezar, türbe. |
kürabe |
Ağaç dibine düşen hurmaları toplamak. |
kurad |
(C: Kırdân-Ekride) Kene adı verilen böcek. |
küraiyy |
Paça satan. |
kurakir |
Güzel sesli kimse. |
kûrân |
(Kur. C.) f. Körler. âmâlar. |
küran |
f. Al renkli at. |
kûrâne |
f. Körcesine. |
kurare |
Çömlek içindeki yemek piştikten sonra yanmasın diye içine konulan su. |
kurat |
Fitil ucundan yanmış yer. |
kürat |
(Küre. C.) Küreler. Yuvarlak olan nesneler. |
küraz |
Ağzı dar bardak. |
kuraz (kariza) |
Isırgan otu. |
kuraze |
Altun ve gümüş kırıntısı. * Kumaş parçaları. |
kurb |
Yakınlık. Yakında oluş. Yakın olmak. Yakınlık kazanmak. (Zamanda, mekânda, nisbette, hatvede ve kuvvette kullanılır.) * Tıb: Böğür. Karnın yumuşaklığına kadar olan yer. |
kürbak |
Dükkân. |
kurban |
Allah'ın rızasını kazanmağa sebep olan şey. * Etleri, fakirlere parasız olarak dağıtılmak niyetiyle farz, vâcib veya sünnet olarak kesilen koyun, keçi, deve, sığır.. gibi hayvan. * Bir More… |
kürbe |
f. Dükkân. |
kurbet |
Yakınlık. * Fık: Allah'a manevî yakınlığa sebeb olan amel-i sâlih. |
kürbet |
(Kerb. den) Sıkıntı. Tasa. Keder. * Belâ. Musibet. |
kurbiyyet |
Yakınlık kazanmak. Yakınlık. Bir şeye kendi gayretiyle yakınlaşmak. |
kurbuk |
Mevzi ismi. * Yardım. * Dükkân. |
kürdabe |
Büyük su içinde olan çürüntü. |
kurdah |
Maymun. |
kürde |
(C: Kürüd) Sürülmüş tarla. |
kürdevs |
(C: Kerâdis) Kemik başı. * At sürüsü. |
kûrdil |
f. Câhil. Gönlü kör. |
kürdistan |
Kürdlerin oturdukları bölge. * İran'ın Ardelân eyaletinin eski adı. |
kurduh |
Maymun. * Küçük karınca. |
kûre |
f. Demirci ocağı. Kuyumcu ocağı. * Küre. |
küre |
(Kürre yanlıştır) Yuvarlak cisim. * Şeklin sathındaki bütün noktalar merkeze aynı uzaklıktadır. Dünya da yuvarlak olduğundan 'Küre-i arz' denilmiştir. 'Küre-i zemin' de More… |
kürek cezasi |
Tanzimattan önce ve yelkencilik devrinde işledikleri ağır cürümden dolayı harp gemilerinden kürek çekmek üzere gemi hizmetine verilen kimseler. Bu gibiler, gemilerde kürek çektikleri için bu More… |
kürema |
(Kerim. C.) Kerimler. |
kurena |
Bir padişâhın yakınında bulunan ve onun sohbetine iştirak edenler. Yakınlar. Arkadaşlar. |
kürend |
(Küreng) f. Al at. |
kureng |
f. Al at. |
kurevî |
(Kurâ. dan) Köylü. Köye âit, köye dâir. |
kürevî |
Yuvarlak. Küre şeklinde. |
küreviyat |
(Küreviyet. C.) Küre gibi oluşlar. Küreler. Yuvarlaklıklar. |
küreviyet |
Yuvarlaklık. Küre gibi oluş. |
küreyc |
Dükkân. |
kureyş |
Kökü Hz. İbrahim'e (A.S.) dayanan, Peygamberimiz Hz. Muhammed'in de (A.S.M.) mensub olduğu Arab kabilesi. |
kureyş suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 106. Suresidir. Liilâfi Suresi de denir. Mekkîdir. |
kureyşî |
Kureyş kabilesinden olan. Kureyş'e mensub. |
küreyvat |
Kandaki küçük yuvarlak cisimler. Küçük küreler. |
küreyve |
(C.: Küreyvât) Küçük yuvarlak. |
kureyza |
Medine-i Münevvere yakınında Yahudi taifesinden bir kavim. |
kürh |
Sıkıntı, meşakkat, zahmet. |
kurha |
(C: Kuruh) Silâh yarası. * Çıban. |
kurhane |
(C: Kurhân) Bir cins mantar. |
kûrî |
f. Körlük, âmâlık. |
küriz |
f. Hizmetkâr, hâdim, hademe. |
kürizî |
f. Beli bükük ve sefil ihtiyar. |
kürk |
Kızıl, kırmızı, ahmer. |
kürkî |
(C: Kürâki) Turna kuşu. |
kurkube |
Et, lahm. |
kurkul |
Çekirge. |
kurkur |
Büyük gemi. |
kurkus |
Geniş, bol, vâsi. |
kurmay |
Ordunun muharebeye hazırlanmasında ve savaş sırasındaki sevk ve idaresi için hususi tarzda yetiştirilmiş subay. * Mc: Becerikli. |
kurme |
İşaret için devenin burnundan bir miktar deri kesip tam ayrılmadan yine burnu üstüne yapıştırmak. |
kürmih |
f. Çivi, mıh. |
kurmud |
Dağ keçisinin erkeği. |
kurmus |
(C: Karâmıs) Avcıların dağda olan kulübesi veya soğuktan sakındıkları küçük çukur yer. |
kurnas |
Dağın burnu. |
kurne |
Sivri veya tümsek şey. * Hamam kurnası. Kurna. |
kurneve |
Boya otu. |
kürnüb |
Kelem dedikleri lahana. |
kurnuk |
Yumuşak bedenli delikanlı. |
kurr |
Karar. * Soğukluk. |
kürr |
(C: Ekrâr) Yediyüz bin kırksekiz dirhem. * Ölçek. |
kurra |
(Kari'. C.) Okuyucular. Kur'ân-ı Kerimi usul ve tecvidine göre okuyanlar. Dindar ve sâlih kimse. |
kürras |
Pırasa. |
kurrasa |
(C: Kırâs) Papatya çiçeği. |
kürrase |
(C: Kerâris) Elyazma kitapların sekiz sahifeden meydana gelen forması. |
kurre |
Parlaklık. Tâzelik. Gözün parlak ve nurlu olması. * Ağlamaktan sonraki serinlik. * Dilşâd olmak. * Bir atımlık şey. * Kurbağa. |
kürre |
Deve ve koyun terslerinin parçası. ◊ f. Hayvan yavrusu. Sıpa. Tay. ◊ (Bak: Küre) |
kürrec |
Top. |
kürrez |
İki yaşına girmiş doğan kuşu. * Kötü ve hâzık kimse. |
kurs (kursa) |
Kelepçe. * Çevrik nesne. * Yuvarlak. Tekerlek şeklinde olan. |
kürsi |
Oturulacak yüksekçe yer. Câmilerde vâizin, medreselerde müderrisin oturduğu yer. * Taht, serir. Erike. Koltuk. * Kaide. * Merkez. * Vazife. * Saltanat, kudret ve mülk. * Başkent, hükümet More… |
kürsi-nişin |
f. Tahtta oturan hükümdar, pâdişah. * Vâli. * Câmide vaaz eden. |
kürsu' |
Bilek kemiğinin ucunun serçe parmak tarafında olan yumruca kısmı. |
kürsüb |
Kesbetmek, kazanmak, çalışmak. * Sert ve sağlam ağaç. |
kürsüf |
(C: Kerâsif) Pamuk. |
kurşum (kirşâm) |
Büyük kene. |
kurt(a) |
(C.: Kırta-Kırat) Küpe. |
kürtaj |
Dölyatağı (rahim) veya kemik apsesi boşlukları içinde bulunan yabancı cisim veya hasta organları özel bir âletle çıkarıp almak işlemi. Rahmin temizlenmesi ameliyesi. |
kurtan |
At'ın arkasına vurdukları keçe. |
kurtat |
Eyer altına konan bir nesne. * Boyun. |
kurtubî |
Kılıç. Halid bin Velid'in kılıcı. |
kurtum |
(C: Karâtım) Usfur otunun tohumu. ◊ Mestin burnu. |
kürub |
(Kerb. C.) Kederler, tasalar, kaygılar, gamlar. |
kuruh |
(Kurha. C.) Yaralar. |
kürük |
f. Deve yavrusu. |
kurultay |
(Bak: Meclis) |
kurum |
(Karm. C.) Değerli insanlar. Kıymetli ve değeri büyük kişiler. |
kürum |
(Kerm. C.) Üzüm kütükleri. Bağ kütükleri. |
kurun |
(Karn. C.) Asırlar. Devirler. Çağlar. |
kurune |
Nefis. |
kurur |
Gözün parlak olması. |
kürur |
Bir şeyin tekrarlanması. * Geri çekmek. * Menetmek, engel olmak. |
küruş |
(Keriş. C.) İşkembeler. |
kurut |
Küpeler. Kadınların kulaklarına taktıkları mücevherler. ◊ Kuruluk. |
kuruz |
(Karz. C.) Borçlar. Ödünç olarak verilen paralar. |
küruz |
Dühul etmek, girmek, dâhil olmak. * Bir kimseye ilticâ etmek, sığınmak. |
kürz |
(C: Karaze) Çan. * Dağarcık, torba. |
kurzub |
Fakir kimse. |
kurzül |
Kadınların başına örttükleri nesne. * Kayıt. * Kötü kimse. * At ismi. * Bel, sulb. |
kurzum |
Kavafların ve kunduracıların üzerinde gön ve sahtiyan kesip düzelttikleri yuvarlak tahtalar. |
kûs |
f. Kös. Eskiden muharebelerde deve veya araba üstünde taşınarak çalınan büyük davul. |
küş |
f. 'Öldüren, öldürücü' mânalarına gelerek tamlama yapmada kullanılır. Meselâ: Düşman-küş - Düşman öldüren. |
küs' |
Tâbi olmak, ittiba etmek, uymak. |
kuş'am |
(C: Kaşâım) Yaşlı ihtiyar, koca kimse. * Belâ. * Arslan. * Sırtlan. * Örümcek. * Karınca yuvası. |
kuş'aman |
Büyük erkek akbaba. |
kuş'ar |
Hıyar. |
kus'ul |
Yaramaz, leim, lânet edilen kimse. * Kurt eniği. |
kusa |
Zayıflık. * Nâhiye. |
küşa |
f. 'Açan, açıcı' mânâlarına gelerek tamlama yapımında kullanılır. Meselâ: Dil-küşâ - Gönül açan, gönül açıcı, ferahlık veren. |
kuşa'rire |
Titreme. * Tavuk derisi gibi ürperip kabarmış deri. |
küşad |
(Küşât) f. Açış. İlk açılış merasimi. * Açma, fethetme. * Yeni yapılan resmi bir yapının ilk defa olarak açılması. |
küşade |
(Küşude) Açık. Açılmış. Ferahlı. |
küşadetmek |
Açmak. Açış merâsimi. |
küsaha |
Süprüntü. |
kusakis |
Çok acı olan sarmısak. |
kusale |
Buğday ve arpa kesmiği. |
kuşam (kuşâme) |
Sofrada artan yemekler. |
kusame |
Kassamlara verilen taksim ücreti. |
kusara |
İsteğin ve arzunun son derecesi. |
kusare |
Hususi hücre. * Gemilerde güvertelerin en üstündeki yarım güverte. |
kusas |
Saçın önünde ve ardında nihayeti. |
kusasa |
Tırnak kırpıntısı. * Az miktar, az şey. |
küşayiş |
f. Açıklık. Ferahlık. |
kusb |
(C: Aksâb) Göden bağırsak denilen büyük bağırsak. |
kusbe |
(C: Kuseb) Göden bağırsak. |
küsbe |
Bir parça süt ve hurma. * Taamdan veya başka şeyden az iken çoğalıp toplanan nesne. ◊ Yağı veya suyu çıkartılmış her çeşit nebâti artıklar. Yağ posası. |
küsbüre |
Kanbel otu. |
kuse |
f. Köse. |
kuşe |
Köşe. |
kusec |
f. Köse. |
küşende |
f. Öldüren, katil, öldürücü. |
kuseybe |
Bronşcuk. |
kuseyra |
İyeği kemiklerinin altındaki kemik. |
küseyra |
Bir dikenli ağacın zamkı. |
küseyre |
Hurma koruğu. |
kusfend |
f. Koyun. |
küsfüre |
Kanbel otunun tohumu. |
kuşiş |
f. Çalışma, çabalama, gayret sarfetme, uğraşma. |
küşiş |
f. Öldürme, öldürüş. Katletme. |
küsiste |
(Güsiste) f. Gevşek, uyuşuk, tembel. * Kopuk, kopmuş. |
kuskus (kuskusa) |
(C: Kusâs) Kaba, kısa boylu erkek. |
küşle |
Hind vilâyetinde yetişen zehirli bir ot kökü. |
kuslub |
Kuvvetli, dayanıklı, sağlam. |
küsr |
Çok mal. |
kusre |
Yakın, karib. |
kussa |
Alın saçı. |
küssab |
Küçük ok. |
kussabe |
(C: Kısâb) Kamış boğumu. * Düdük. |
küssar(e) |
Kırılan şeyin parçaları. |
kussas |
Bir demir madeninin adı. |
küsse |
Kaba sakal. |
kust |
Topalak dedikleri ot. |
küştar |
f. Kesilmiş veya kurban edilmiş koyun. * Et. |
kustar (kistâr) |
Kesedar. Sarraf. * Tüccar, tâcir. * Mizan, ölçü. * Bir şehre veya bir beldeye vâli olan kimse. |
kustas |
Büyük terazi. |
küşte |
(C.: Küştegân) f. Öldürülmüş, maktul. |
küştegân |
(Küşte. C.) Öldürülmüşler, öldürülmüş olanlar. |
küşten |
f. Öldürmek. |
küsterde |
f. Döşenmiş, yayılmış. |
küştere |
f. Uzun dülger rendesi. |
küştî |
f. Pehlivanlık, güreşme. |
küstic |
(C.: Kesticât) Mecusiler kuşağı. |
küştîgir |
f. Pehlivan, güreşçi. |
küştîgirî |
f. Pehlivanlık. |
kusu |
Uzaklık, ırak olmaklık. * Son olmaklık. |
küsud |
Çekilme, vaz geçme. Ric'at. Gayeye varmadan geri dönme. ◊ Az nesne. ◊ Kesad. |
küşud |
Memesi küçük davar. |
küsuf |
Güneş tutulması. Ay'ın, dünya ile güneş arasına gelerek dünya üzerinde gölge yapması. |
küsul |
Tembel, uyuşuk, gevşek. |
kusur |
Noksanlık. Eksiklik. Noksan ve âcizlik. İhmal. Tedbirsizlik. * Cem' olmalar. * Pahalanmak. *Eksilmek. * Şiddetli olan şeyin yavaşlayıp sâkin olması. * Bereketlenmek. * İmtina', More… |
kuşur |
(Kışr. C.) Kabuklar, kışırlar. |
küsur |
(Kesir. C.) Artan parçalar, geri kalan adetler. Artık. |
küsurât |
(Küsur. C.) Artan kısımlar, küsurlar, artıklar. |
kusure |
Acizlik, güçsüzlük. |
kusut |
Haktan sapmakla cevr ve zulmetmek. * Birşeyi kısımlara ayırmak, tefrik etmek. |
kuşuta |
Burnun çökük ve yassı olması. |
küsv |
Bir yere yığılmış ve toplanmış nesne. * Az, kalil. |
kusva |
Son derecede bulunan. * Son, nihayet. * Son sınır. Erişilecek olan en son nokta. |
küsve |
Az, kalil. |
kut |
Yaşatacak gıda, rızık. * Kuvvetlendirmek. |
kut'a |
Bir hurma cinsi. |
kuta' |
(C: Kutâ-Kutevât) Atın arkalaşacak yeri. * Bağırtlak kuşu. |
küta' |
(C.: Küt'ân) Tilki eniği. * Kötü adam. * Tamamlanmak, toplanmak. |
kuta' (kutu') |
Düş yormak, rüya tâbir etme. * Su kesilmek.* Başka yere gitmek. |
kutaa |
Bir şeyin kesintisi ve kırıntısı. |
kutafe |
Toplarken düşüp dökülen üzüm ve yemiş döküntüsü. |
kûtah |
(Kuteh) Kısa, boysuz. |
kûtah-âstin |
f. Aslında kötü olduğu hâlde iyi gibi görünen kimse. |
kûtah-bîn |
f. Neticeyi göremiyen, basiretsiz, kısa görüşlü. |
kûtah-terin |
f. En çok kısa. |
kûtahter |
f. Pek kısa, çok ufak. |
kütale |
Ağırlık, sıklet. |
kutar |
Kebap kokusu. Ot kokusu. |
kütar |
Kereviz. |
kutb |
(Kutub) Dünyanın şimâl veya cenub uçları. (Güney ve kuzey taraflarının son kısımları.) * Elektrik cereyânını meydana getiren veya mıknatısın uçlarından her biri. * Dini bir meslek veya More… |
kutbe |
Nişan okunun temreni. * Erkek ismi. * Nişanlara atılan ufak ok. |
kütbe |
Dikiş. |
kutbeyn |
İki kutub. Şimal ve cenub kutbu. Kuzey ve güney kutubları. |
kutbî |
(Kutbiye) Dünya kutuplarına ait. Onlarla alâkalı. |
kutbiye |
Deve ve koyun sütünün birbirine karışması. |
kutbiyet |
(Bak: Kutb-ul aktab) |
kûteh |
(Kutâh) f. Kısa, boysuz. |
küteh |
(Kutah) f. Kısa. |
kûtehbâl |
f. Kısa boylu. |
kûtehbîn |
f. Kısa görüşlü. İleriyi göremez. |
kûtehdest |
f. Kısa elli. Elli kısa olan. * Mc: Hasis, cimri, tamahkâr, keremsiz. |
kûtehendiş |
f. Sonunu ve istikbali düşünmeyen. Kısa görüşlü. |
kutela' |
(Katil. C.) Öldürülmüş kimseler, maktuller. |
kütfane |
(C.: Kütfân-Ketâyif) Çekirgenin evvel kanatlanıp uçanı. |
kûtî |
Kısa boylu adam. |
kutile |
(Katil. den) Katledildi, kahroldu veya kahrolası meâlindedir. |
kütle |
(Kitle) Bir cismi terkib ve teşkil eden kısımların bütün hey'etine denir. Toplu şey. Deste. Yığın. Külçe. |
kutme |
Bozluk ve kızıllık olan renk. (O renkte olana 'aktem' derler.) (Müe: Katmâ) |
kutn |
(C: Aktân) Pamuk. |
kutne |
Geviş getiren hayvanların midelerinin bir bölümü. Şirden. |
kutniye |
Aşure tatlısı. |
kutre |
Avcılar kümesi. |
kutrenî |
Kutur itibariyle, çap olarak. |
kutrub |
Bir kuş. |
kutrutî |
Kısa boylu küçük adam. |
kütt |
Malı kazanıp yığan kimse. |
kutta' |
(Katı'. C.) Kesiciler, kat' ediciler, kesenler. |
küttab |
(Kâtib. C.) Kâtipler. * Mektep, okul. * Başı yuvarlak küçük ok. (Oğlancıklar onunla ok atmayı öğrenirler.) |
kuttal |
(Katil. C.) Katiller, öldürücüler, öldürenler. Katledenler. |
kuttan |
(Katın. C.) Yerliler, oturanlar, sâkinler. |
kutu' |
Sudan veya bir yoldan geçme. * (Kuşlar) göç etme. * (Kat'. C.) Kesintiler. ◊ Zelil olmak. Hakarete uğramak. |
kutub |
(Kutb. C.) Kutublar. |
kütüb |
(Kitâb. C.) Kitablar. |
kütübhane |
Kitapların bulunduğu salon veya bina. * Belli bir kaideye göre tasnif edilmiş kitaplardan meydana gelen bütün. * Kitap koymağa yarayan bölmeli dolap. |
kütüm |
'Bir otun yaprağı. (Mersin yaprağına benzer; kına ile karıştırıp boya yaparlar.)' |
kutur |
Pintiliğinden dolayı ailesini sıkıntı içinde bırakan adam. |
kûtval |
f. Kale muhafızı. Dizdar. * Belediye reisi. Şehir ağası. |
küub |
(Küubet) Kızın memesinin büyümesi. |
kuud |
Cülus. Oturmak. * Namazın oturarak kılınan kısmı. Secdede iken kalkıp oturmak. |
küul |
İspirto. Alkol. |
kuule |
Ayağının arkasıyla yerden toprak saçmak. |
kuur |
(Ka'r. C.) Dipler, derinlikler. Nihâyetler. |
küus |
(Ke's. C.) Kaplar, çanaklar, çömlekler. * kadehler. Bardaklar. |
küv' |
Bileğin başparmak tarafı. |
kuvâ |
(Kuvvet. C.) Güçler. Kuvvetler. * Hisler. Hasseler. Takatler. * Şeriatın birer hükmü. |
kuva' |
Erkek tavşan. |
kuvam |
Koyunun ayaklarını tutan bir hastalık. |
küvar |
(Kivar) f. Petek, bal peteği, kiler. (Bak: Kevare) |
kuvare |
Yuvarlak parça (ki gömlek yakasından veya kavun, karpuz başından keserler.) |
kuvb |
Yavru. |
küvb |
(C.: Ekvâb) Kulpsuz bardak. Küp. |
küvbe |
Tavla oyunu. * Dümbelek. |
küvet |
Fr. Leğen olarak kullanılan kapların umumi adı. |
küvh |
(C.: Ekvâh) Penceresiz ev. |
küvm |
Bir yere toplanmış olan bir miktar deve. * Yükseklik, yücelik. |
küvr |
(C.: Ekvâr-Ekvür-Kirân) Deve palanı. * İz. * Ateş yakacak yer. * Arı kovanı. |
küvre |
(C.: Küvr-Kirân) Ateş yakacak yer. * Düz nâhiye. * şehir. |
küvs |
Göç vakitlerinde çalınan meşhur bir büyük sazın adı. |
küvsiyy |
Küçük yürügen at. |
kuvvad |
Kumandanlar, seraskerler, komutanlar. |
küvvare |
(C: Küvvârât) Arı kovanı. |
kuvve |
Kuvvet. Güç. * Salâhiyyet. İktidar. * Fikir. Niyet. * Hasse. His. Duygu. Meleke. * Kabiliyyet. (Za'fiyyetin zıddı) |
küvve (kivve) |
(C.: Kivâ) Evin duvarına açılan delik. Pencere. |
kuvve-i azm |
f. Azim kuvveti. Emele muvaffak olmak için gösterilen azim, cehd kuvveti. |
kuvve-i bâsira |
f. Görme duygusu, görme kuvveti. |
kuvve-i hâfiza |
f. Zihinde hıfzetme, belleme kuvveti. |
kuvvet |
Sükunette bulunan cisimleri harekete, hareket ettikleri sükunete getirmeğe muktedir olan sebeb. |
küvviret |
(Tekvir. den) Toplandı, dürüldü. |
küvz |
(C: Ekvâz-Kizân-Kize) Bardak. |
kuy |
f. Karye, mahalle, sokak. * Yol. Semt. |
kuya |
Çok kusmak. |
kuydaş |
f. Aynı köyden olanlar. Köyleri aynı olan kimseler. |
kuyud |
(Kayd. C.) Kayıtlar. Resmi muâmelelerin veya her hangi bir şeyin kayıtları, deftere geçirilmeleri, yazılmaları. |
kuyudat |
Kayıtlar. |
küyy |
Pencere. |
kuz |
Bardak, kadeh. * Tas, çanak. ◊ f. Kambur. |
kuza' |
Hırka parçası. ◊ Ağız ağrısı. |
kuza'mel |
Büyük şişman deve. |
kuza'mele |
Kötü huylu, kısa boylu kadın. * Şey. |
kuzah |
Mevzi ismi. * şeytan ismi. (Bak: Kuzeh) |
kuzakiz |
Yırtıcı ve paralayıcı yavuz arslan. |
kuzat |
Şeriat nâmına hükmeden hâkimler. Kadılar. (Bak: Kudât) |
küzaz |
Tıb: Tetanos. Sinir gerilmesi. |
kuzazat |
Ok yeleği kırpıntısı. * Altın parçaları. |
küzaze |
Soğuğun şiddetinden olan bir hastalık. |
küzb |
Küsbe. |
kuze |
f. Su testisi. |
kuze-ger |
f. Çömlekçi, bardakçı. |
küzebzib |
Çok yalancı. |
kuzeh |
Renk renk çizgiler. * Bulutları idâreye me'mur bir melek ismi. |
kuzehiye |
Gözün renkli olan tabakası. İris. |
kuzfe |
(C.: Kuzuf-Kuzefât) Yüksek yer. |
kuzha |
(C: Kuzeh) Yol, tarik. |
küzinyak |
Bez yıkayanların tokmağı. |
küzr |
Yay gezi. |
kuzu' |
Evmek, acele. |
küzum |
Ağzında dişi olmayan yaşlı deve. |
kuzz |
Yeleksiz oklar. |
kuzze |
(C: Kuzze) Ok yeleği. * Pire, bürgus. |
lâ |
Arabçada kelimenin başında nefy edatı'dır. Cevap yerine veya yersiz inkârda kullanılır. 'Yoktur, değildir' gibi. |
lâ ve neam |
Hayır ve evet. (Daha çok, hiçbir fikir beyan edilmediği zamanlar kullanılır.) |
lâ yezalî |
Zevalsiz olana ait, sonu olmayanla ilgili. |
la' |
Korkak. |
la'b |
Ağızdan salya akmak. |
la'be |
Bir kere oynamak. |
la'c |
(C.: Levâıc) Halecan etmek. * Acı vermek, elem vermek. * Yakmak. * Muhabbet ve aşktan dolayı yürekte hâsıl olan hararet. |
la'k |
Yalamak. |
la'l |
Kırmızı. Al renk. * Dudak. Kırmızı ve kıymetli bir süs taşı. |
la'l-fam |
f. Kırmızı renkli, al. |
la'l-gun |
f. Al renkli. Kırmızı renkli. |
la'l-reng |
f. Kırmızı renkli. Al renkte. |
la'laa |
Kırmak. |
la'lus |
Kurt, zi'b. |
la'n |
Lânet etme. Lânetleme. |
la'net |
Nefret. Tiksinti. |
la'netullah |
Allah lânet eylesin mânâsında beddua. |
la'netullahi aleyh |
Allah'ın lâneti onun üzerine olsun. |
la'sa |
Dudağının rengi az siyâha yakın olan kadın. (Müz: El'as) |
la't |
Sakınmak, sakındırmak. |
la'v |
Ahlâkı yaramaz kişi. * Haris adam. |
laahlâkî |
Ahlâk dışı. Terbiye hârici. |
laakall |
'En az. Hiç olmazsa.(Ey nefis! Bil ki, dünkü gün senin elinden çıktı, yarın ise; senin elinde sened yok ki, ona mâliksin. Öyle ise; hakiki ömrünü bulunduğun gün bil. Lâakall günün bir More… |
laalettayin |
Gelişigüzel. Ayırd etmeksizin. Rastgele. |
laalgun |
f. Kırmızı renkte. Al renkte. |
laalik |
Doğrulukla kalkıp durmak. |
laalle |
Arabçada olması mümkün şeyler için kullanılır. Ola ki, umulur, ümid edilir, umulur ki mânâlarınadır. Ümide veya endişeye delâlet eder. (Bak: İnne) |
laanallah |
Allah lânet etsin. |
laane |
Lânet etti. (mânâsına fiil.) |
laas |
Dudağın rengi açık siyâha yakın olmak. ◊ Çok yemek, çok içmek. |
labe |
f. Yalvarma, yaltaklanma, dalkavukluk etme. Acz gösterme. * Bu yolda söylenen söz. |
labe's |
Beis yok, zararsız. |
labirent |
Fr. Bir defa içine girildiğinde çıkış yolu çok güçlükle bulunabilen bina. * Çok karışık ve birbirini kesen yol. |
labis |
Giyinmiş. Giyen. |
labişartin |
(Lâ bişartın) Kayıtsız şartsız. Bir şarta dayanmaksızın. LABORATUVAR: Fr. İlmî ve sınaî çalışma ve araştırmalar yapmak için çeşitli cihaz ve malzemelerin bulunduğu yer. |
labüdd |
Çok lâzım. Elzem. Gerekli. * Her halde. Mutlaka. Muhakkak. * Ayrılık yok. |
lac |
Dar şey. Geniş ve bol olmayan nesne. ◊ f. Çıplak. |
laç |
f. Oyun etme, aldatma, hile yapma. |
lacerem |
şüphesiz, elbette, besbelli. * Nâçar, zaruri. |
lacevab |
Cevapsız. Cevapdışı. |
laceverd |
Lacivert. * Koyu mavi renkte değerli bir süs taşı. |
laceverdî |
f. Lacivert renkte. |
lacî |
Muslih, ıslah eden, terbiye eden. |
lacin |
Ağaçtan dökülen yaprak. * Ağaçtan yaprak indirme. |
lad |
f. Duvar. |
lade |
f. Ahmak, akılsız, ebleh. |
laden |
f. Çamdan çıkarılan zift gibi siyah ve kokulu zamk. |
ladine |
f. Kendir. |
ladinî |
Dinle alâkası olmayan. Dinsiz. Din dışı. (Bak: Lâik) |
laedrî |
Bilmiyorum. (Eski zamanda şüpheci olup hiç bir şeye inanamıyan sofestailere Lâ edriye denirdi. Septisizm. (Bak: Sofizm) |
laf |
f. Konuşma, tekellüm. * Söz, lâkırdı. |
laf-i güzaf |
f. Boş yere söz. Boş lâkırdı. |
lafahr |
Fahirsiz. İftiharsız. İftihar etmeksizin. * Fahrolmasın. |
lafiyun |
Sütleğen cinsinden bir ot. |
lafk |
İki şeyi birbirine çarpma. |
lafz (lafiz) |
Ağızdan çıkan söz, kelime. * Bir şeyi atmak. |
lafz-perdazane |
f. Çeşitli ve çok söyleyerek. |
lafza |
Bir tek söz veya kelime. |
lafzan |
Lafız itibariyle. Söz olarak. Söyleyerek. Yazılı olmıyarak. |
lafzen |
f. Geveze, çok konuşan. * Övünen, kendini medheden. |
lafzî |
Lafza ait ve müteallik. * Gr: Kelimenin söylenişine ve yapısına aid, onlarla alâkalı. |
lafziye |
Sözde ve yazıda görülen ve çok defa tasannua kaçan kelime süsleri. |
lag |
f. Lâtife, şaka. * Oyun. |
lagar |
f. Cılız ve zayıf hayvan. |
lagarî |
f. Cılızlık, zayıflık. |
lagb (lügâb) |
Zahmet, meşakkat. * Güve yemiş kuş kanadı. * Zayıf adam. |
lagib |
Acıkmış ve yorulmuş kişi. |
lağim |
Kaleleri düşürmek için gedik açmak veya düşman ordugâhına zarar yapmak maksadıyla açılan ve barut konulup atılan yerler. Bu işi yapanlara 'lâğımcı' denilirdi. Sonradan bu türlü More… |
lagiye |
Edebe aykırı ve fena söz. |
laglaga |
(C.: Laglag) Ördekten küçük bir güzel kuştur, başında az miktar beyaz tüyü vardır. Türk diyârında yavrusunu çıkarıp kış günlerinde Mısır'a gider. |
lagm |
İnanmayacak söz söylemek. * Bulaşmak. |
lagt |
Hafif hafif ses çıkarma. Mırıldanma. |
lagv |
Faydasız çirkin söz. * Köpeğin ürkmesi. * Deve avazı. * Rağbet olunmayan nesne. * Hükümsüz. * Kaldırmak. * Hata etmek. * İbtâl etmek. |
lagviyyat |
(Lagv. C.) Lağvlar. Boş sözler. |
lagy |
Avaz, ses, savt. * Yaramaz fuhuş sözler. |
lagz |
Kayma, sürçme. |
lagzan |
f. Kayan, sürçen. |
lagzide |
f. Kaymış, sürçmüş. |
lagzide-pâ(y) |
f. Ayağı kaymış. Ayağı sürçmüş. |
lagziş |
f. Sürçme, kayma. * Kayış, sürçüş.- Lah: f. Kelimenin sonuna ilâve olunarak 'yer' mânâsını verir. Meselâ: (Senglâh: Taşlık yer.) |
lah' |
(Gövde) sülpük ve sarkık olmak. |
laha |
Boş ve faydasız sözler konuşmak. * Ekmeği ıslatıp yemek. * Gıda. * Aldatıp kandırmak. * Karnın sarkık ve sülpük olması. ◊ f. Yama. |
lahamet |
Semizlik, etlilik, şişmanlık. |
lahan |
Bozulup kokmak. |
lâhavle |
(Lâhavle ve lâkuvvete illâ billâhil-aliyyil azim' cümlesinin kısaltılmışı ki, 'Kuvvet ve kudret ancak Cenab-ı Allah'tadır.' meâlinde olup bir belâ ve tehlike esnasında More… |
lâhayr |
Uğursuz, hayırsız. |
lâhayre fih |
Bu işte hayır ve uğur yok. |
lahb |
Sür'atle gitmek. * Eti kemikten ayırıp soymak. |
lahc |
Dar olmak. * Bir nesne, kabında paslanıp çıkmamak. |
lahd (luhd) |
(C.: Lühud) Mezar. Üstü yükseltilerek yapılan mezar. * Eğilmek. * Bir tarafına meyilli olan çukur. |
lahe |
f. Yama. |
lahf |
Örtmek, setr etmek. ◊ şiddetli vuruş. |
lahh |
Ulaşmak, varmak. * Yağmuru kesilmeyen bulut. ◊ Göz yaşının çok olması. |
lahham |
Kaz gibi büyük, başı kızıl, kanadı kara bir kuş. Vezega dedikleri keler. |
lahi |
(Bak: Lahâ') |
lahî |
Oyuncu. * Boşuna ve mânasız eğlenen. Oyalayan. |
lahib |
Açık yol. |
lahif |
Zulüm görmüş, ıztırab ve sıkıntı çekmiş. |
lâhik |
Yetişen, ulaşan, erişen. Eklenen, katılan. * Fık: Namaz başlangıcında imama uymuşken ayrılarak tekrar namaz bitmeden imama uyan. |
lahik |
Yetişen, vâsıl olan, ulaşan. * İlâve olan, eklenen. * Sonradan tâyin edilen, yenisi. (Bak: Lâhık) |
lâhika |
Ek, ilâve, katılan şey. Zeyl. Sonradan ilâve edilen, eklenen. |
lahike |
(C.: Levâhik) Gr: Ek, ilâve. (Bak: Lâhıka) |
lahim |
Et yediren. * Devamlı olarak et yiyen. |
lahîm |
Semiz, etli, şişman. |
lahime |
Et yiyen hayvan. |
lahin |
Telâffuz esnasında hususan Kur'ân okurken yanlışlık yapan. |
lahis |
Susuzluk veya sıcaktan dolayı dilini çıkararak soluyan köpek. |
lahîs |
Örülmüş. Dizilmiş. ◊ Dar nesne. |
lahiyane ta'zib |
f. Oyun olsun diye zahmet vermek. Oynarcasına azab vermek. |
lahiz |
f. Sel suyu. |
lahîz |
Benzer, misil, nazir. |
lahk |
(Lehak) Geriden yetişmek, ardından yetiştirilmek. * Alüvyon. Liğ. Akarsuların taşımasıyla gelen maddeler. |
lahlaha |
Güzel kokuların karışmasından meydana gelen koku. * Güzel kokularla yapılan bir nevi macun. |
lahlahaniye |
Pelteklik, kekemelik. |
lahm |
Et. Her şeyin içi ve üzeri. * Bir işi sağlam kılmak. * Kırık şeyi kuyumcunun yapıştırması. Lehimlemek. * Bir yerde ilişip kalmak. |
lahm ü şahm |
Et ve yağ. |
lahme |
Et parçası. |
lahn |
Güzel ve kaideli ses. * Nağme. * Kaideye uymayan yanlış okuyuş. * Usulüne uygun okumak. * Sadece muhatabın anlıyacağı şekilde remizle söz söylemek. * Meyl. * Fehmeylemek. * Lisan. * Lügat. More… |
lahs |
Gözün üst kapağının etli olması. ◊ Yalamak. |
lahs (lihâs) |
Darlık. * Şiddet. * Meşakkat, zahmet. |
laht |
f. Bir şeyin parçası, cüz'ü. ◊ İri cüsseli kimse. |
lahus |
Uğursuz, meş'um. |
lahut |
İlâhî âlem. Uluhiyet âlemi. Ruhanî, manevî alem. |
lahutî |
Uluhiyet âlemine mensub ve müteallik olan. Sır âlemi. Gaybî âleme ait. Ruhanî âlemle alâkalı. |
lahutiyan |
Uluhiyet âlemine girebilen melekler. |
lahv |
Kabuğunu soymak. |
lahva |
Abes, bâtıl sözleri çok söyleyen, boş konuşan kadın. (Müz: Elhâ) |
lahy |
Sakalın bittiği yer. |
lahz |
(Lahzân) Göz ucu ile bakma. ◊ Ahlâkı yaramaz kimse. |
lahza |
Göz açıp kapayacak kadar kısa zaman. Bir an. En kısa zaman. Göz ucu ile bir bakış. Zaman. |
laic(e) |
(C.: Levaic) Kalbini aşk ateşi saran kimse. |
laiha |
(Bak: Lâyıha) |
lâilaç |
Çâresiz, dermansız, imkânsız. |
lâim |
(Lâime) Çekiştiren. Levmeden. Başkasını kötüleyen. |
lâime |
(C.: Levâim) Çekiştirme, levmetme, kınama. |
lâin |
Lânet eden. Lânetleyen. * Herkesin kınadığı. |
laîn |
Lânetlenmiş, kovulmuş, merdud. Allahın rahmetinden mahrum. |
lajverd |
f. Lâciverd. |
lak |
f. Hakir, zelil, aşağı. * Tahta kadeh. |
lak' |
Atmak. |
laka' |
(C.: Elkâ) Kıymetsiz hakir nesne. |
lakab |
Asıl isminden başka sonradan takılan ad. Meşhur olan birinin sonradanki adı. |
lakaf |
Duvar yıkılmak. |
lakane |
Zeki ve seri anlayışlı olmak. |
lakanik |
Sucuk gibi içi doldurulmuş olan şey. |
lakat |
Yabandan toplanan nesne. * Mâdende bulunan gümüş ve altın parçaları. |
lâkayd |
Kayıtsız. Alâkasız. Karışmayan. Kıymet ve ehemmiyet vermeyen. Aldırış etmeyen. |
lâkaydane |
Kayıtsız ve alâkasızca. Mühimsemiyerek. |
lâkaydî |
Kayıtsızlık, ilgisizlik, alâkasızlık. |
lâkelâm |
Hiçbir diyecek yok. |
lakf |
Yutmak, bel etmek. |
lakh (lakâh) |
Davar yüklü olmak. |
lakî |
(Lâkıy) İtibarsız ve değersiz, zelil kimse. * Önemsiz ve kıymetsiz şey. |
lâkih |
(C: Levâkıh) Ağaca su yürüten rüzgâr. * Yağmur yağdıran rüzgâr. * Karnında yavrusu olan hamile deve. |
lakîm |
Yontulmuş veya yonulmuş. |
lâkin |
Amma. Fakat. Ancak. şu kadar var ki. |
lâkinne |
İstidrak edatıdır. İdrak istemek, anlamak istemek edatıdır ve bulunduğu kelimede bir şeyin anlamak istendiğini bildirir. Evvelki sözden neş'et eden bir tevehhümü kaldırmak için More… |
lâkis |
Kötüleyici ve ayıplayıcı kimse. |
lâkişe |
Tutmaç aşı. |
lakît(a) |
Yerden kaldırıp alınmış ve sahipsiz kalmış bir şey. Sokakta bulunan mal, para. * Sokağa atılmış yeni doğmuş çocuk. (Bak: Lukata) * Üzerine ansızın gelinen kuyu. |
lakk |
Vurmak. |
laklak |
(C.: Lekâlik) Leylek. |
laklaka |
Leylek sesi. * Hareketten ve ıztıraptan dolayı çıkan ses. * Şiddetli ses ve galebe ile çağrışmak. * Boş ve mânasız söz. |
laklakiyyat |
'(Laklaka. C.) Faydasız, boş lâkırdılar; mânâsız sözler.' |
lakm |
Çabuk çabuk yemek yemek. Yutmak. * Seddetmek. |
lakn |
Anlamak. Fehmetmek. Çabuk kavramak. |
lakpüşte |
f. Kaplumbağa. |
laks |
Lâkab takmak. * Ayıplamak. * Yaramaz olmak. ◊ Yakmak. * Almak. |
lakt |
Dermek, toplamak, cem'etmek. * Ansızdan bir nesneye yetişmek. |
lakve |
Ağız çarpılması. |
lâl |
f. Dilsiz. Söz söyleyemiyen. |
lâl ü ebkem |
Şaşa kalmış. Sükuta mecbur olmuş. Susmuş. |
lala |
'f. Osmanlı İmparatorluğu zamanında sadrazamlar hakkında 'Atabek' karşılığı olarak kullanılan bir tâbir olduğu gibi, şehzâdelerin mürebbilerine de bu ad verilirdi. * Saraya More… |
lale |
Lâle denen meşhur çiçek. * Vaktiyle suçluların ve delilerin boynuna takılan halka. * İncir koparmak için ucu çatallı değnek. |
lalefam |
f. Lâle renginde. Rengi lâlenin rengine benzeyen. |
lalegun |
f. Lâle renkli. Pembe. |
lalehadd |
f. Lâle yanaklı. Yanakları pembe renkte olan. |
lalek |
(Lâlekâ) f. Taç. * Papuç, ayakkabı. * Horoz ibiği. |
lalerenk |
f. Lâle renginde olan. Lâle renkli. Pembe. |
laleruh |
f. Lâle yanaklı. Yanağı lâle gibi pembe olan. |
laleruhsar |
f. Lâle yanaklı, al yanaklı. |
lalesar |
f. Lâlelik. Lâlebahçesi. * Sığırcık kuşu. |
laleveş |
f. Lâleye benziyen. Lâle gibi. |
lalezar |
f. Lâle bahçesi. Lâlelik. |
lâm |
Kur'ân alfabesinde yirmialtıncı harf olup, ebcedi değeri otuzdur. |
lâmehale |
Hilesiz. * Çaresiz, imkânsız, ister istemez. |
lâmeşru |
Meşru olmayan, şeriata uymayan, umumi nizam harici. |
lâmi' |
Parlak. Parlayan. |
lâmia |
Parlak. Parlayan. Parıldayan. |
lâmih |
(Lâmiha) (Lemh. den) Parlıyan, parıldıyan. Parlak. |
lâmis |
El ile tutup yoklayan. Dokunan. Temas eden. |
lâmise |
Dokunma hissi, duygusu. El ile olan his. Bir şeyin cesâmetini anlama duygusu. |
lamme |
Cin çarpması. Çarpıklık. * Yaramaz nesne. |
lâmüdrik |
Anlamayan. İdraksiz. İdrak etmeyen. |
lâmüsellim |
Hayır! Hiç teslim etmem! |
lân |
f. Hakikatsızlık, vefasızlık. |
lânazîr |
Eşsiz, nazirsiz, benzersiz. Eşi ve benzeri olmıyan. |
lando |
Fr. Üstü önden ve arkadan açılıp kapanır, körüklü, geniş araba nevilerinden biridir. Halk arasında 'Landon' şeklinde telâffuz edilen bu araba, fayton ve kupalara nazaran daha ağır More… |
lâne |
f. Yuva, ev. |
lânegir |
f. Yuva tutan. |
lârayb |
şüphesiz, şeksiz, tereddütsüz. |
lâraybe fih |
Onda hiçbir şüphe yoktur. |
larkî |
Keçiboynuzu. |
las |
f. Köpek, kelb. * Adi ipek. * Dişi hayvan. |
laş |
f. Hakir ve aşağılık kimse. Adi, zelil, itibarsız ve alçak kişi. * Çapul, yağma. |
lasaf |
Bir cins hurma. * Gübre otunun diplerinde biter hıyar gibi bir nesne. * Yapışmak. * Kurumak. * Parlamak. |
lasaga |
Hindibâ denilen ot. |
lâsani |
Tek, vâhid. İkincisi olmayan. |
lasb |
Yapışmak. * Dar olmak. |
laşe |
Cife. Kokmuş et parçası. * Fık: Karada yaşayıp boğazlanmaksızın ölen veya şer-i şerife uygun olmayan şekilde kesilen kanlı hayvan ve bunların tabaklanmamış (dibagat edilmemiş) derileri. * More… |
lâşehâr |
f. Leş yiyen. |
lâşek |
şek ve şüphe yok. şüphesiz. Elbette. |
lâşey |
Bir şey değil. Değersiz. |
lasg (lüsug) |
Kemik üstündeki derinin zayıflıktan kuruması. |
lasib |
(C.: Levâsıb) Yapışkan. * Dar ve derin kuyu. |
lasîf |
Parlayan, parıldayan. Parlayıcı. |
lasik |
Yapışık, yapışmış olan. Yapışıcı, yapışkan. |
lasiyyema |
Bâhusus. Hususan. Buna gelince. Herşeyden ziyade. Ençok. |
lask |
Yapışmak. Yapışık olmak. Ulaşmak. |
lass |
(C.: Lüsus-Elsâs) Hırsız, sârık. |
lasta |
ing. Bir geminin alabildiği yük. |
lasv (lasy) |
Sövmek, şetm etmek. |
lât |
İslâmdan önce Arapların Kâbe'de bulunan putlarından biri. |
lat' |
Yalamak. * Ayağıyla bir kimsenin belinden aşağısına vurmak. |
lat' (lutû') |
Yapışmak. * Ulaşmak, varmak. |
lat'a |
Dudaklarının içi beyaz olan kadın. * Çok yaşamış, ihtiyar kadın. |
lat'e |
Alın, cebhe. |
lata' |
Dudak içinde olan beyazlık. |
latafe |
Hediye, armağan. |
lâtail |
Boş, faydasız, abes, mânâsız. |
lâtaknetu |
Ayet-i Kerimeden bir kısım olup, Ümidinizi kesmeyiniz (meâlindedir.) |
latenahi |
Nihayetsiz. Sonsuz. Bitip tükenmeyen. |
lateşbih |
Benzetmeksizin. Benzetmek olmasın. |
lath |
Her şeyin azı. * Bulaşmak ve karışmak. * Birine iftira atmak. ◊ El ayasıyla vurmak. |
latha |
Leke. |
latif |
Mülâyim. Yumuşak. Nâzik. Mütenasip. * Güzel. Şirin. Küçük ve hoşa giden. * Cisimle alâkası olmayan. Göze görünmeyen. * Çok lutf edici. * Derin, gizli. |
latife |
Hoş söz. Şaka. Mizah. Söz ile iltifat. İnsanın çok ince ve hassas olup kalbe bağlı bir duygusu. (Mukabili ciddiyettir) (Bak: Letâif) |
latifegu |
f. Lâtifeci, şakacı. Lâtife söyliyen. |
latifeperdaz |
f. Şakacı, lâtifeci. Lâtife yapan. |
latifeperdazan |
(Lâtifeperdâz. C.) f. Şakacılar, lâtifeciler. |
latîm |
Babası ve annesi olmayan kişi. * Yüzünün bir tarafı beyaz olan at. * Yarış atlarının dokuzuncusu. |
latîme |
(C: Letâyim) Misk. * Güzel kokular konulan kap. *Attarlar pazarı. * Güzel kokulu nesneleri götüren deve. |
latin |
Eski Roma civarında iken sonradan genişleyen ve devlet kuran eski bir kavim ismidir. * Eski Roma. * Şarkta Katolik mezhebinden olanın ismi. |
latince |
Eski Roma'da konuşulan ve bugünkü Fransızca, İspanyolca, İtalyanca gibi dilleri doğurmuş olan ana dil ki, Hint-Avrupa dil âilesinin önemli bir kolu olan İtalik grubundandır. |
latm |
Karıştırmak. Yapıştırmak. * Tokat vurmak. |
latma |
şamar, tokat. |
latmahâr |
f. Tokat yiyen. Şamar atılan kimse. |
lats |
Dövmek. * şiddetle basmak. |
latt |
(C: Litât) Gerdanlık. * Lâzım olmak. * İnkâr etmek. * Sarkıtmak. * Örtmek. |
lâtuhsa |
Sayısız. Sayıya gelmez. Hesaplanmaz. |
lâubali |
Alâkasız, kayıtsız, hürmetsiz, dikkatsiz. Senli benli. ('Lâ' harfi ile' Ubâli' muzari fiilinden müteşekkildir.) |
lâubaliyane |
f. Lâubalilikle. Kayıtsız, alâkasız, saygısız ve dikkatsiz bir şekilde. Senli benli olarak. |
lauk |
Yalanmış nesne. * Az, kalil. |
lav |
Fr. Yanardağların ve volkanların ağızlarından püskürüp soğuyunca donan madde. |
lâvallah |
Vallahi hayır. |
lavanta |
Çeşitli çiçek ve bitkilerden alınan esanslarla yapılan güzel kokulu sıvı. |
lay |
f. Tortu, posa. * Kül. * Çamur. ◊ f. Söyleyen, söyleyici. |
lâya'kil |
Aklı başında olmıyan, dalgın, bîhoş. Yaptığını bilmez. |
lâyebgiyan |
Biri ötekine tecavüz edip karışmaz ve hâsiyetini bozamaz (meâlinde olup, nefyedilmiş muzari fiilidir.) |
lâyecuz |
Câiz değil, olamaz, müsaade verilmez. |
lâyefhem |
Anlayışsız, idrakten âciz. |
lâyefna |
Bitmez, tükenmez. Fenaya gitmez. Yok olmaz. |
lâyemut |
Ölmez. Mahvolmaz. Hayatı sona ermez. |
lâyenbagî |
Lâyık olmaz. Yakışmaz. Uymaz. |
lâyenfekk |
Bölünemez, ayrılamaz. Parçalanamaz. |
lâyenkati' |
Aralıksız. Kesilmeksizin. |
lâyetecezza |
Bölünmez. Parçalanmaz. Ayrılmaz. Tecezzi kabul etmez. |
lâyetegayyer |
Değişmez, bozulmaz. |
lâyetenahî |
Sonsuz. Nihayetsiz. |
lâyetenahiyet |
Lâyetenahilik, sonsuzluk, nihayetsizlik. |
layetezelzel |
Sarsılmaz. Tezelzül etmez. |
lâyezal |
Zeval bulmaz. Yok olmaz. |
lâyih (lâyih) |
Parlak. Meydanda. Aşikâr. Hatıra gelen. |
lâyiha |
Düşünülen veya tasavvur edilen bir şeyin yazılması. Tasarı. |
lâyik |
(Liyakat. den) Yakışır ve yaraşır. Uygun, münasib ve muvafık. |
lâyim |
Azarlayan. |
lâyu'kal |
Anlaşılmaz, akıl ermez. Akıl ile idrak olunmaz. |
lâyu'la |
Üstüne çıkılmaz, çok yüksek. * Galip ve üstün gelinemez. |
lâyu'ref |
Bilinmez. Tarif edilmez. |
lâyuad |
Adedi belli olmayan. Sayısız. Pek çok. |
lâyüfhem |
Anlaşılmaz. Fehmedilmez. |
lâyüfna |
Tüketilmez, yok edilmez. |
lâyuhsa |
Hesaba gelmez. Hesabsız. Pek çok. |
lâyuhtî |
Hatâsız, hatâ işlemez. Yanılmaz. |
lâyülhîhi |
(İlhâ. dan) Ona gaflet vermez. Onu boş şeyler meşgul etmez. Boşuna iş yapmaz. |
lâyüs'el |
Mes'uliyetsiz. Mes'ul tutulamaz. Sorumsuz. |
lâyutak |
Güç yetmez. Dayanılmaz. Takat yetmez. Çekilmez. |
lâyuzal |
İzale edilmez, tükenmez, zeval bulmaz. |
laz |
Doğu Karadeniz bölgesinde, bilhassa Rize dolaylarında yaşayan bir kavim. * Bu kavimden olan kimse. |
laza |
Ateş. Alev. * Cehennem'in altıncı katı. |
lâzâle |
(Lâzâlet) Zeval bulmasın, zâil ve eksik olmasın. * Olsun! |
lâzâle âliyen |
Yüce ve âli olsun. |
lâzeval |
Zevalsiz. Sonu gelmez. Zeval bulmaz. |
lazî |
(Bak: Lazâ) |
lazib |
Sâbit olan, yapışan. |
lâzik |
Yapışkan, yapışıcı. Yapışmış olan. |
lâzim |
Lüzumlu, gerekli. * Bir şeyden aslâ ayrılmayan. Bir işte beraber bulunmasına ve vücuduna ihtiyaç olan şey. * Gr: Müteaddi olmayan. |
lâzim-amed |
f. Lâzım gelir, lüzum eder. Lâzım geldi. |
lazistan |
Lazlar'ın oturduğu bölge olan Rize dolayları. Osmanlı İmparatorluğu zamanında Rize sancağına verilen ad. |
lazlaz |
Yol gösterici, kılavuz. |
lazlaza |
Yılanın deprenmesi. |
lazuk |
Yaraya yapışıp onulmayınca kopmayan devâ. ◊ Yapışkan nesne. * Yapışkan balçık. |
lazz |
Devamlı yağan yağmur. * Men'etmek, engel olmak. |
le'va |
Şiddet. * Maişet darlığı, geçim zorluğu. |
leal |
İnci. |
leali |
(Leâl. C.) İnciler. Lü'lüler. |
leali-feşan |
f. İnciler saçan. |
lealle |
(Bak: Laalle-İnne) |
leamet |
Alçaklık, âdilik, zillet, denaet, aşağılık. |
leb |
f. Dudak. Şefe. * Kenar. * Sahil. Kıyı. |
lebab |
Sahralarda ve çayırlarda az miktar olan yaş ot. |
lebabe(t) |
Akıllılık, zeyreklik. Akıl sahibi olma. |
lebaçe |
f. Önü açık elbise. Hırka. |
lebad(e) |
f. Yağmurluk. |
lebaleb |
Ağzına kadar dopdolu. * Ağızdan ağıza. |
leban |
Göğüs. |
lebb |
Lâzım olmak. * Akıllı olmak. |
lebban |
Sütçü. |
lebbe |
Göğsün gerdanlık takılan yeri. * Devenin ve sığırın, göğsünden boğazladıkları yeri. * Evlâdını ve erkeğini seven kadın. |
lebbeleb |
(Leb-beleb) f. Dudak dudağa. |
lebbeste |
(Leb-beste) f. Ağzı bağlı. Susan, konuşmayan. |
lebbeyk |
Buyurunuz. Emredersiniz. |
lebbeyk-zen |
f. Lebbeyk diye söyleyen. Emre hâzır olan. Râzı olan. |
lebc |
Güreşmek. * Sar'a tutup düşmek. |
lebcünban |
f. Dudak oynatan. Söz söyliyen, konuşan. |
lebdeğmez |
t. Dudak değmez. * Edb: Dudaktan çıkan harflerden olan 'B-F-M-P-V' sessizlerinin içinde bulunmadığı manzumeler. |
lebeb |
(C: Elbâb) Göğüste gerdanlık takılan yer. * Atın göğsüne yapılan sinebend. * Devenin ve sâir davarın göğsüne bağladıkları nesne. * Dağ eteğinde olan azıcık yumuşak kum. |
lebed |
Yünden yapılan keçe. * Bir yerde mukim olmak. * Bir şeye yapışmak. |
lebeke |
Şerit parçası. |
leben |
Süt. * Boyun ağrısı. (Bak: Libâ') |
lebenî |
(Lebeniyye) Sütle alâkalı. Sütlü. |
lebeniyyât |
(Lebeniyye. C.) Sütlü nesneler. |
lebgüşa |
f. Dudağı açık. Söyleyen, konuşan. |
lebh |
'Bir büyük ağacın adı. (Bir kimse kabuğunu yarsa filhâl o kişiye uyuşukluk gelir; o ağaçtan tahtalar biçip gemi yaparlar. Rivâyet olunur ki, iki tahtasını birbirine bitiştirip bir yıl More… |
lebî |
f. Dilim. Ekmek, kavun, karpuz vs. dilimi. |
lebid |
Küçük çuval. |
lebik |
Tatlı sözlü. Yumuşak konuşan. * Zeki, anlayışlı, akıllı. |
lebine (libne) |
(C.: Lebin) Kerpiç. |
lebk (lebâka) |
Akıllı olmak. * Islah etmek, terbiye etmek. * Karıştırmak. * Yumuşak etmek, yumuşatmak. |
lebkus |
Mürr denilen acı Yemen zamkının adı. |
lebküşa |
f. Dudağı açık. Konuşan, söyleyen. |
leblab |
Sarmaşık denen bir bitki. |
leblebe |
Esirgemek. * Oğula ve kıza çok fazla düşkün olmak. |
lebn |
Vurmak. |
lebriz |
f. Taşacak kadar. Ağıza kadar. Taşkın. |
lebs |
Giyecek şey. * Giyme. Giyinme. * Bir mânayı diğer bir mânâ ile karıştırmak. Sözün karışık ve şüpheli olması. Sözü karıştırıp şüpheye düşmek. ◊ Bir yerde eğlenip durma. Vakit More… |
lebsan |
Hardala benzer bir ot. * Yabani hardal. |
lebt |
Güreşmek. |
lebteşne |
(C.: Lebteşnegân) f. Susamış. |
lebun |
Sütlü hayvan. Sütü bol olan hayvan. |
lebus |
Her giyecek ve örtünecek nesne. |
lebve |
Dişi arslan. |
lebz |
Vurmak. * Yemek. |
lec |
f. Tepme. |
leç |
f. Yanak. * Yüz. |
leca |
Su boğası. |
leca' |
Sığınmak. * Saklanmak, gizlenmek. * Zaruret. |
lecac |
(Lecâcet) Çekişme, inad etme, ayak direme (düşmanlıkta). Taannüd. |
lecc |
Dar şey. * Düşmanlıkta ve husumette inad edip ayak direme. |
leccac |
İnatçılık. Muannidlik. * İnatçı, inad edip ayak direten. Muannid. |
lecce |
Avaz, ses, savt. |
leceb |
Avaz, ses, savt. |
lecebe |
(C.: Elcâb-Licâb-Lecebât) Doğurduktan dört ay sonra sütü çekilmiş davar. |
lecem |
Cemaat, topluluk. |
lecen |
Bir şeye musallat olmak, ilişmek. |
lecin |
Ağaçtan yaprak dökmek. |
leclac |
Sözü tutuk söyliyen. * Satranç oyununun icatçısı. * Bir harfi iki kere söyliyen. |
leclec |
Tereddüt olunan. |
leclece |
(Sözde) karasızlık, tereddüt. * Lokmayı ağızda döndürmek ve çiğnemek. |
lecm |
Şahmed-ül arzdan büyük bir tepenin adı. |
lecn |
Yalamak. * Deve için yem yapmak. |
lecne |
Bir mes'ele için toplanan cemaat. |
lecüc |
Pek inadçı ve hasım olan. * Suyu çok olan yer. |
lecun |
Halsiz, yaşlı davar. |
lecz |
Ulaşmak, varmak. * Yapışmak. ◊ Köpeğin kab kacak yalaması. |
leda |
Beden. |
leda (lede) |
Sırasında, yapıldığında (mânâsına kullanılır). * Yan, nezd. (Bak: Ledün) |
ledd |
Düşmana galip olmak. * Husumet etmek, düşmanlık yapmak. |
leddam |
Eski elbiseleri yamalıyan. |
leded |
Katı husumet, şiddetli düşmanlık. |
ledem |
Akrabadan nikâhı haram olan. |
ledeyk |
Senin yanında. Senin indinde. |
ledg |
(Teldag) Yılan veya akrep sokması. * Mc: Sözle birini incitmek. * Ekşilik. |
ledîd |
Derenin iki tarafı. |
ledîg |
Yılan veya akrep gibi hayvanlar tarafından sokulmuş kimse. |
ledîm |
Yamanmış eski elbise. |
ledîs |
Tenbel kimse. |
ledm |
Taşı taşla vurmak. * Yere düşen taştan çıkan ses. * Kaftana yama vurmak. * Defetmek, kovmak. |
ledn |
(C.: Lidân-Ledun) Taze ve yumuşak olan ağaç budağı. |
leds |
Yalamak. * Davarın ayağına nal vurmak. * Yırtık dikmek. |
ledüd |
(C.: Elidde) Hastanın ağzına dökülen ilâç. * Çok husumet, şiddetli düşmanlık. |
ledün |
İnd kelimesi gibi, zaman ve mekân zarfıdır. |
ledünn |
(İlm-i ledünn) Garib bir ilim ismidir. Ona vakıf olan, mesturat ve hafâyayı, gizlilikleri münkeşif bir halde göreceği gibi, esrar-ı İlâhiyyeye de ıttıla' kesbeder. Bu ilm-i şerifin More… |
ledünnî |
Ledünn ilmine mensub ve müteallik. Ledünne dair ve ait. |
lef' |
Örtmek, setr etmek. * şâmil olmak. |
lef'e |
Kemiksiz et. |
lefa |
Vurmak. * Soymak. |
lefaif |
(Lifafe. C.) Sargılar, örtüler. Zarflar. |
lefaz |
Dinleyenin anlayamadığı belirsiz sesler. |
lefc |
(Lefce) Kalın dudak. |
lefef |
Pelteklik, kekemelik. * Yorgunluk. * Besililik, semizlik.LEFEHAN: Vurmak. |
leff |
Sarma. Dürme. İçine toplama. İliştirme. Rabtetme. |
leffaf |
Çok konuşan, çok lâf eden. Pek fazla söyliyen. Can sıkan. |
leffat |
Yaramaz huylu, ahmak adam. |
leffen |
Beraber sararak. İliştirilmiş olarak. Rabtedilmiş olarak. |
lefh |
Yakmak. * Vurmak. * Fakirlik, fakir. * İflas. * Tavşancıl kuşu. * Karga. |
lefif |
Sarılmış, dürülmüş. * Gr: Kökü üç harfli olduğunda iki harfi 'elif' veya 'yâ' nın yan yana olduğu kelime. |
lefk |
Giymek. * Örtünmek. * İki parçayı birbiri üstüne koyup dikmek. ◊ Hamâkat, ahmaklık. |
left |
Yüz döndürmek. |
leftiye |
Şalgam. |
lefüt |
Evvelki kocasından çocuğu olan ve daima çocuğuna iltifat eden evli kadın. |
lefz |
(C.: Elfâz) Atmak. * Söz. |
legabe |
Hamâkat, ahmaklık. * Zayıflık, zaaf. |
legat |
Sesler kelâmla karışık olmak. |
legorn |
ing. Çok yumurtlayan bir tavuk cinsi. |
legub |
Fikri, re'yi zayıf olan. Ahmak. |
leh (lehu) |
Hakkında, onun için, onun faydasına veya zararına. |
leha |
(Lehu. nun müennesidir) Hakkında. O kadın için. ◊ (Lehât. C.) Küçük diller. |
lehaa |
Zayıflıktan dolayı âzâların sülpük ve sarkık olması. |
lehak |
Çok beyaz. * Öküz, sevr. ◊ Çok beyaz olan. ◊ Yetişmek. |
lehame |
Etlilik, semizlik. |
lehan |
Akıllılık. |
lehas |
Susuz kişi. |
lehat |
(C.: Lehâ ve Lehevat) Küçük dil. |
lehaz |
Gözucu. |
lehaza |
Gözucu ile bir şeye dikkatlice bakmak. |
lehban |
Susuz kişi. (Müe: Lehbâ) |
lehbet |
Susuzluk. |
lehc |
Haris olmak. |
lehce |
Bir beldenin konuşma şekli, dil. Konuşma tarzı. |
lehcem |
Geniş yol. * Büyük kadeh. |
lehd |
Def'etmek, kovmak. * Ağır etmek, ağırlaştırmak. |
leheb |
Ateşin alevlenmesi. Ateş alevi. Havaya yükselen toz. |
leheb suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 111. suresi olup 'Tebbet, Mesed' Suresi de denir. Mekkîdir. |
leheban |
Ateşin alevlenmesi. |
lehef |
Kaybolan bir şeyden dolayı müteessir olup üzülme. |
lehesan |
Susuzluk. |
lehevat |
(Lehât. C.) Küçük diller. |
lehf |
Yok olan şey için hasret çekip üzülmek. |
lehfan |
Kalbi yanık, hasret çeken. Özleyen. |
lehhan |
Okurken çok yanlışlık yapan kimse. |
lehib |
Açık yol. |
lehîb |
Eti az deve, zayıf deve. |
lehîd |
Götürdüğü yük ağır olduğundan eziyet çeken deve. |
lehîde |
Koyu olan bulamaç. |
lehîf |
(Lehfân) Mahzun, hüzünlü, üzüntülü, kederli. |
lehinde |
t. Onun faydasına, aleyhinde olmadan. Onun için, iyiliğine. |
lehîre |
Kısa boylu kötü huylu kadın. |
lehiv |
(Lehv) Günahlı, şehevi, nefsâni meşguliyet. Kadınla yabancı erkeğin oynaması. * Eğlence, oyun. |
lehk |
şiddet. * Meşakkat, zahmet. * Birbiri içine girmek. |
lehle |
Süst ve zayıf nesne. * Seyrek dokunmuş bez. * Fusaha indinde makbul olmayan şiir ve söz. |
lehm |
Bir şeyi hemen yutma. |
lehs |
Nefesi kesilip dili dışarı çıkarma. ◊ Yalamak. |
lehsan |
Susuz. |
leht |
f. Bir bütünün cüz'ü. Bir şeyin parçası. ◊ Bir nevi yürüyüş. ◊ Vurmak. * Atmak. |
lehu |
(Bak: Leh) |
lehum |
Obur, çok yiyici. |
lehüm |
Onlar için. Onlara. |
lehüma |
(Tesniye) O ikisi için. İkisi hakkında. LEHV: (Bak: Lehiv) |
lehviyyat |
f. (Lehv. C.) Lehivler, kadınlı erkekli haram eğlenceler, oyunlar. Nefsanî gayr-i meşru oyun ve eğlenceler. |
lehz |
Vurmak. * Dürtmek. * Karıştırmak. |
leim |
Alçak, deni, rezil, zelil, levm edilen. Cimri. * Mayası bozuk ve kötü. |
leiman |
(Leim. C.) Alçak, zelil ve aşağılık kimseler. Pinti ve cimri insanlar. |
leimane |
Alçakça. Zelilane bir tarzda. |
lein |
Vallahi eğer. |
lek |
f. Ahmak, ebleh, sersem. * Yüzbin. * Kırmızı boya çıkarmaya yarayan bir maden. |
lek (leke) |
Sana, senin için, senin hakkında. |
lek' |
Isırmak. * Yapışmak. * Kir. ◊ Vurmak. |
leka' |
(Lek'â): Yaramaz, hakire kadın. |
lekalik |
Büyük, etli, şişman kadın. * Büyük deve. ◊ (Laklak. C.) Leylekler. |
lekanet |
Zeki ve anlayışlı olma. |
leke |
t. Benek. Kir izi. * Kusur. |
leked |
Yapışmak. * Lâzım olmak. ◊ f. Çifte, tepme. |
lekedar |
f. Lekeli, ayıplanmış. * Pislenmiş. * İttiham edilmiş. |
lekedhar |
f. Çifte yiyen. |
lekedkub |
f. Çifte yiyen. Hayvanların ayakları altında ezilen. |
lekedzede |
f. Çifte yiyen. |
lekedzen |
f. Tepme veya çifte vuran. Çifte atan. |
leken |
(C.: Elkân) Leğen. |
leki' |
Hor ve hakir kimse. |
lekîf |
Dolu havuz. |
lekîk |
(C.: Likâk) Zayıf ağaç. * Kemik aralarında olan et. |
lekîta |
(Bak: Lakita) |
lekleke |
Yoğun gövdeli ve şişman olmak, etli olmak. |
lekm |
Yumrukla vurmak. |
lekz |
Vurmak. |
lem |
(Arabçada cezm harfidir) Muzari fiilinin başına getirilirse, nefyeder, cezmeder, sâkin okutur. 'Gelir' fiilini 'gelmedi' yaptığı gibi. (Bak: Lem-yezel) |
lem' |
Parıldama, parlama. Parlayış. ◊ Terk etmek, bırakmak. |
lem'a |
(C.: Lemâat) Parlamak. Şimşek gibi çakmak. Güneş ve yıldız gibi parlamak. * El ile veya elbise gibi bir şeyle işaret etmek. |
lem'a-paş |
f. Parıldayan, parlayan. |
lem'a-riz |
f. Parlayan, parıldayan. |
lemean |
Parlama, parıldama. |
lemeat |
(Lem'a. C.) Parlayışlar, parıltılar. |
lemehat |
(Lemha. C.) Bir defa göz atmalar. * Parıltılar, çakmalar. |
lemem |
Günaha yakın olmak. * Küçük günahlar. * Delilik, cünun. * Musibete yakın olmak. |
lemh |
Göz atma, bir defa bakış. * Parlama, parıltı. |
lemha |
Bir göz atmak. * Şimşeğin bir defa çakışı. |
lemîs |
Câriye ismi. |
lemk |
Yazmak. * Bozmak, mahvetmek. * Vurmak. |
lemleme |
Bir şeyi evvel yapmak. |
lemm |
Parça parça şeyleri toplamak, cem' etmek. * Islâh etmek. * Bulduğu şeyi, haram helâl demeyip yemek. * Şiddet ve meşakkat. * Az şey. * Konmak. Nâzil olmak. |
lemma |
(Harf-i cerdendir) Vaktâki, o zaman (mânâsındadır.) İstisna için: 'İllâ' yerinde de olur. |
lemme |
(C.: Lemmât) şiddet. Meşakkat, zorluk. * Az şey. |
lems |
Dokunmak, el ile tutmak, ellemek, yapışmak. * Beş duygudan biri, dokunma duygusu. ◊ Yalamak. |
lemsa |
Pürüzsüz, düz. |
lemsî |
Hissedilmeğe, dokunma ile duymağa ait ve müteallik. |
lemsiyet |
Bir cisme veya bir mâdene parmakla dokunmaktan gelen his. |
lemy |
Dudak içinde olan siyahlık. |
lemz |
Ağızda olan yemek artığını dil ile araştırmak. ◊ Ayıplamak. Dil ile tân etmek. |
lemze |
Göz veya kaşla işaret etmek. |
len |
'Gr: (Muzâri fiilini nasbeden edatlardan birisi). Bir işin aslâ olamıyacağını ifade eder. cümlesinde; kâfirler aslâ Cennete giremezler, derken olduğu gibi. (Bak: Huruf-u nâsibe)' More… |
lenc |
f. Edâ, naz ve cilve ile salınma. |
lenf |
'(Lenfâ) Tıb: İnce damarların içinde dolaşan beyaz kan. Kanın esasını teşkil eden sıvı. * Eski tıbba göre; ahlât-ı erbaa'dan birisi. (Bak: Hılt)' |
lenfisam |
Aslâ kırılmaz, kopmaz. |
leng |
f. Topal, aksak. Yolcuların bir yerde iki gün kalması. * Tenasül organı. |
leng-fahte |
f. Topal güvercin. |
lengâne |
f. Topalcasına. Topallıyarak. |
lenger |
f. Gemiyi yerinde sâbit kılmak için denize atılan zincir ucundaki büyük demir çapa. * Bakırdan yayvan ve kenarları genişçe sahan veya tepsi. |
lenger-endaz |
f. Lenger atan, demir atan. Demir atmış olan gemi. |
lenger-hane |
f. Lenger yapılan yer. Lenger imal edilen yer. |
lengerî |
f. Büyük bakır sahan, lenger. |
lengî |
f. Aksaklık, topallık. |
lerzan |
f. Titrek, titreyerek. |
lerze |
f. Titreme, titreyiş. Sallantı. |
lerzebahş |
f. Titreme veren, titreten. |
lerzedâr |
f. Titrek, titreyici. |
lerzenâk |
f. Titrek, titreyici. Titremeğe tutulmuş. |
lerzende |
f. Titreyen, titrek. |
lerzeresan |
f. Titreme veren, titreten. |
lerziş |
f. Titreme, titreyiş. |
les' |
Yılan ve akrep gibi hayvanların sokması. |
lesa |
Islak ayakla bir şeye basmak. * Yaş olmak, ıslanmak. |
lesa' |
Kolayca çocuk doğurmak. |
lesak |
Yaşlık, ıslaklık. |
lesas |
Hırsızlık yapma. Sirkat. |
lesaset |
Hırsızlık. |
lesb |
Vurmak. * Yalamak. * Yapışmak. Cem'etmek, toplamak. |
lesd |
Yalamak. Emmek. |
lesen |
Fesâhat. Düzgün, güzel ve akıcı konuşma. |
lesin |
Ülfet, alışkanlık. |
lesk |
Yapışmak. |
leşker |
f. Asker. |
leşkergâh |
f. Ordu yeri. |
leşkerî |
f. Askere ait. Askerle alâkalı. |
leşkeriyan |
(Leşker. C.) f. Askerler, leşkerler. |
leşkerkeş |
f. Asker çeken. Askerleri idare eden. Kumandan. |
leşkerşikâf |
f. Düşman askerini kıran. |
leşkerşiken |
f. Düşman askerini kıran. |
leşkerşükûf |
f. Düşman askerini kıran. |
leslese |
Men'etmek, engel olmak. |
lesm |
Ağzını örtmek. * Öpmek. * Kırmak. ◊ İlzam etmek, susturmak. |
lesme |
Yüzörtüsü, peçe. |
less |
Dâim olan. Devamlı olan. ◊ Yemek. * Yalamak. |
lest |
f. Güzel, hoş, iyi. Kuvvetli, kavi. |
lesu' |
(Akrep veya yılan gibi hayvanlar) sokmuş. |
lesus |
(Lesusiyet) Hırsızlık, sirkat. Hırsızlık yapmak. |
let |
f. Dayak, kötek. * Dövme, vurma. * şiddetle çarpma. |
let' |
Atmak. * Doğurmak. * Cima etmek. |
letac |
Vahşi sığır, yabani sığır. |
letafet |
Hoşluk, lâtiflik. * Cisimden alâkayı kesip bir nevi nurâniyet kesbetmek. * Güzellik, nezaket, yumuşaklık, hafiflik. |
letaif |
Lâtif duygular. |
letb |
Gitmek. * Devretmek. * Bir şeyden ayrılmayıp, ona bağlanmak. |
leteyya |
Büyük emir. |
letf |
Sık olmak. * Bahçede ağaçların sık bitmesi. * Yaraşıklı olmak. |
lethan |
Karnı aç olan kişi. |
lethurde |
f. Dayak yemiş, dövülmüş, kötek yemiş. |
letm |
Davarın boğazlanacak yerine bıçak çalmak. |
letre |
f. Parça parça. Paramparça. * Eski, yırtık. |
lett |
Bağlama. * Karıştırma. * Vurma, dövme, dayak atma. * Yanaşma, yaklaşma. |
letta |
Büyük emir. |
leüm (leim) |
(C.: Liâm) Aslı alçak yaramaz kişi. |
leus |
Çok yeyici kişi, obur. |
lev |
Gr: (Şart edâtı) Dahâ ziyade, olsa bile (manâsına gelir.) 'İnne' gibi mâzi mânâsını muzariye çevirmeyip aksine muzâriyi de mâziye çevirir. Temenni edâtı ve vasıl edâtı olur. Meselâ More… |
lev' |
Yanma. * Yakma. |
lev'a |
(C.: Leveât) Gönül acısı, kalb acısı. Yürek yanıklığı. |
leva |
Bulgar parası. |
levahik |
(Lâhık. Lâhıka. C.) İlâveler, ekler. Lâhıkalar. |
levaic |
(Lâice. C.) Kalbleri aşk ateşiyle yananlar. |
levaih |
(Levâyih) (Lâyiha. C.) Lâyihalar. |
levaim |
(Lâime. C.) Bir kimsenin yüzüne karşı çekiştirmeler, levmetmeler. Zemmetmeler. Başa kakmalar. |
levami' |
(Lâmia. C.) Parıldayan şeyler, nurlar, parıldamalar. |
levazim |
İhtiyaç maddeleri. Lüzumlu madde. * Aks: Silâhlı kuvvetlerin yiyecek ve giyecek maddelerini, silâh ve cephane dışında kalan çeşitli araç ve ihtiyaçlarını ifade etmek üzere kullanılan umumi More… |
levazimat |
(Levazım. C.) Lüzumlu maddeler. |
levban |
Siyah taşlı yer. |
levc |
Ağız içinde lokma veya başka bir şeyi döndürüp çevirme. |
levca' |
Hâcet, ihtiyaç. |
leveat |
(Lev'a. C.) Sevgiden ve mecazî aşktan gelen iç yanıklıkları. Yürekten gelen acılar. |
levend |
(Levent) f. Yeniçeri devrinde deniz erlerine verilen bir isim. Asker. * Mc: Boylu boslu, yakışıklı, çevik kimse. |
levendân |
(Levend. C.) f. Leventler, askerler. |
levendâne |
f. Leventçesine, hızla, süratle. |
levg |
Ağızda bir cismi çiğneyip sonra dışarı tükürmek. * Yalamak. |
levh |
Görünen ibretli manzara. * Üzerinde yazı veya şekil çizilebilir düzlük. * Seyredilen yerin çizili sureti. * Ayet, hadis veya büyüklerin ders verici sözleri. Yazılı şey. * Şimşek çakmak. * More… |
levha |
Üzerinde yazı veya resim bulunan, duvara asılacak kâğıt. * Bir sayfanın üzerindeki kalın yazı. |
levid |
f. Çok büyük tencere. Kazan. |
levîse |
Çeşitli topluluklardan bir yere toplanmış olan kimseler. |
leviyye |
Bir kimse için ayrılıp saklanan yiyecek. |
levk |
Çiğnemek. |
levka |
Ceviz ağacı. |
levlake |
Eğer sen olmasaydın (meâlindedir). |
levleb |
Makara deliğine soktukları ip. |
levm |
Çekiştirmek. Birisinin yüzüne karşı kötü söz söylemek. Zemmetmek. Paylamak. Başa kakmak. |
levma |
(C.: Levâyim) Azarlama. |
levme |
Kınanmaya ve çekiştirilmeğe sebep olacak şey. |
levn |
Renk, boya. Sıfat, nev', çeşit, tür. Bir şeyi diğerinden ayıran alâmet. |
levs |
Pislik, murdarlık. Kir. * Zor. Kuvvet. * Tam olmayan, zayıf beyyine. * Bir şeyi ağızda öte beri gevelemek. * Deprenmek. * Bulaştırmak ve karıştırmak. Bulaşıklık. * Cerâhet, yara. More… |
levşeb |
Kurt, zi'b. |
levsiyyât |
Kirli ve pis şeyler. |
levt |
Gizlemek, saklamak. * Sorduklarını değil de başkasını haber vermek. ◊ Yapışmak. * Varmak, ulaşmak. |
levv (lüvv) |
Mürr dedikleri acı Yemen zamkı. |
levvah |
Yakıcı ve bozucu. |
levvam |
(Levvâme) Levm ve itâbedici. Zemmeden, çekiştiren, dedikodu yapan. Serzenişte bulunan. Başa kakan, paylayan. |
levy |
Bükmek. * Eğmek, meylettirmek. * Karın ağrısı. * Mide fesadı. |
levz |
Sığınma, himâyesine girme. LEVZ: Bâdem. |
levzaî |
Akıllı, zarif kimse. |
levze |
Bir tek bâdem. * Tıb: Bâdemcik. |
levzetân |
İki bâdemcik, bâdemcikler. |
levzeteyn |
Bâdemcikler, iki bâdemcik. |
levzîne |
f. Bâdemli helva. * Bâdem helvası. |
levzînec |
Bâdemli helva. |
levziyyat |
Bademle yapılmış tatlılar. |
ley |
f. Kab, zarf, mahfaza. * Çamur. |
leyail |
(Leyl. C.) Geceler. |
leyal |
(Leyâli-Leyâil) (Leyl. C.) Geceler. |
leyan |
f. Parlıyan, parıldıyan. Parlayıcı. ◊ Huzur ve rahatta olan. |
leyg |
İyi huylu olmak. * Sözü açık ve fasih söyleyememek. |
leyh |
Örtünmek, bürünmek. |
leyk |
f. Ammâ, lâkin, fakat. ◊ Lâyık olmak. |
leykin |
f. Lâkin, ammâ, fakat. |
leyl |
Gece. (Bak: Leyle) |
leyl suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 92. Suresinin ismidir. |
leyl ü nehar |
Gece ve gündüz. |
leyla |
Çok karanlık gece. * Arabi ayların son gecesi. * Leylâ ile Mecnun hikâyesinin kadın kahramânı. |
leylak |
Salkım şeklinde mor ve beyaz renkli çiçekleri olan bir nebat adı. |
leylakî |
f. Leylak renginde olan. Mor renk. |
leyle |
Bir tek gece, bir gece. * Gece. (Bak: Leyl) |
leylen |
Geceleyin, gece vakti. |
leylî |
Gececi. Geceleyin kalan. Yatılı. Geceye âit. Geceye mensub. |
leym |
İnsanlar arasında sulh etmek, barış yapmak. * Salâh. * Bir nârenciye meyvesi. |
leymun |
(Leymon) Limon. |
leynet |
Yumuşak koltuk yastığı. |
leys |
Adem. Yokluk. Gayr-ı mevcud. (Bunun aslı 'lâyese' idi. Yâ'yı tahfif için 'leyse' oldu.) Hükemâlar arasında 'eys' vücud, 'leys' adem mânâsında More… |
leys (lâyis) |
(C.: Lüyus) Arslan. * Sinek avlayan örümcek. * Arasında yaş ot bitmiş olan kuru ot. * Birbirine girmiş ot. * Semiz ve şişman kimse. |
leyse |
Olmadı (meâlinde fiil-i müşebbehtir) |
leyse kemislihi şey'ün |
Ne zâtında, ne sıfâtında, ne de ef'âlinde naziri yoktur, şebihi olamaz!. |
leyt |
Sarfetmek, harcamak. * Hapsetmek. ◊ Ulaşmak, varmak. |
leytan |
şeytan. |
leyte |
Keşke olsa idi. Ne olaydı meâlinde olan huruf-u müşebbeh bir fiildir. İsimlerini nasbeder, (yâni, üstün okutur), haberini ref'eder (yâni ötre okutur). (Bak: İnne) |
leyy |
Def'etmek, kovmak. * Harcamak, sarfetmek. * İlaç yapmak. * Aciz olmak. * Bir nesneyi dürüp boğazına tıkmak. |
leyya |
Sudan uzak olan yer. |
leyyan |
Def'etmek, kovmak. * Sonraya bırakmak, tehir etmek. |
leyyin |
Yumuşak. Mülâyim. Hafif. Yavaş olan. |
lez' |
Davarı iyi gütmek. ◊ Yakmak. |
leza |
(Bak: Lazâ) |
lezaiz |
Lezzetler. Zevk duyulan, eğlendirici, hoşa giden şeyler. |
lezam |
Lâzım ve gerekli olma. * Hiç ayrılmama. |
lezbe |
(C: Lezbât) Şiddet. * Kıtlık. |
lezc |
Yapıştırma. Yapışmak. Sıvanıp yapışmak. |
lezc (lüzuce) |
Kaypak olmak. * Çekilip uzamak. |
lezen |
Şiddet. * Darlık. * Halkın kuyu veya ırmak kenarında kalabalık meydana getirmesi. |
lezez |
Yapışmak. |
lezim |
(Bak: Lizâm) |
lezîr |
f. Akıllı, zeki. |
leziz |
(Lezize) Lezzetli. Tatlı, hoş. Tadı hoş ve güzel. (Lezzet umumidir, hâlavet ise hususidir.) |
lezk |
Bir şeyin diğer bir şeye vasıl olması. ◊ Yaranın iyileşmesi, onulması. |
lezlaz |
Kurt. (Canavar) |
lezn |
Darlık. Şiddet. Sıkıntı. |
lezz |
Uyku, nevm. * Sözü güzel olan, tatlı konuşan kişi. * Tatlı, leziz, lezzetli. ◊ Bağlamak. |
lezzat |
(Lezzet. C.) Tatlılıklar. Lezzetler. Tadı hoş ve güzel olan şeyler. |
lezzaz(e) |
Lezzetli, tatlı, leziz. |
lezzet |
(C.: Lezzât) Tad, çeşni. Hoş ve güzel olan şey. |
lezzet-şinas |
f. Tad alan, lezzet alan. |
lezzet-yâb |
f. Lezzet bulan, tad bulan, lezzetlenen. |
li |
Gr: Lâm harfinin esre ile okunuşu. Bir kelimenin başına geldiğinde, 'için, dolayı, ötürü, yüzünden, sebebinden' gibi mânâlara gelir. Kendinden sonraki isimleri cerreder. Yerine More… |
liab |
(Bak: Lüâb) |
liam |
(Leim. C.) Alçak, aşağılık ve zelil kimseler. Pinti ve cimri insanlar. |
liame |
(C.: Liem-Lüum) Kadın gömleği. |
lian |
Lânetleşmek. İki kişinin birbirini lânetlemesi. * Fık: Zevc ile zevcenin hâkim huzurunda şer'i usulüne uygun olarak dörder defa şahitlikte bulunduktan sonra, nefislerine lânet ve gadab More… |
lib'e |
(C: Libâ) Ağuz denilen koyu süt. (Her dişi davar doğurduğunda önce olur.) |
liba' |
Hayvan doğurduktan sonra gelen süt. Avuz (Ağuz) |
libab |
(Lebib. C.) Akıllılar, zeki kimseler. |
libaçe |
f. Elbise, libâs. |
liban |
Kadın sütü, insan sütü. * Süt emzirme. |
libas |
Giyilecek şey. Elbise. * Karı ve koca. * Mc: İctima'. * Şübhe kabul eden söz. |
libd |
(C.: Lübud) Yün. * Keçe. |
liberal |
Fr. Ferdî hürriyet lehinde, hürriyete elverişli. Ferdî teşebbüs ve hürriyet haklarını korumak için en iyi vasıta, devletin salâhiyyetlerini mümkün olduğu kadar tahdid etmek fikri. More… |
libs |
Kâbe-i Muazzama'ya örtülen örtü. |
libse |
Elbise giyme. Giyiş. |
licac |
İnat ve düşmanlığı devam ettirme. Hasımlığı sürdürme. |
licaf |
Kapının üst eşiği. |
licam |
(Ligâm) f. Dizgin. Gem. |
lidad |
Husumet etme. Dâvacı olma. |
lidam |
Eski elbiseye yapılan yama. |
lider |
Şef. Başkan. Siyasi bir topluluğun başı. |
lif |
Hurma çöpü. |
lifa' |
Örtünecek nesne. Yorgan. |
lifafe |
(C.: Lefâif) Sargı. * Kefen. Ölünün sarıldığı bez katlarının herbiri. * Bazı çiçeklerin etrafını çeviren değişik yapraklar. |
lifam |
Eskiden kadınların burun örtüsü. |
liff |
(C: Elfâf) Sıklığından yanındaki ağaca girmiş ve dolaşmış olan ağaç. |
lift |
Şalgam. * Parça, bölük. |
ligam |
f. Dizgin, gem. |
ligat |
Ses, sedâ. |
liha |
Ağaç kabuğu, kışr. * Çekişmek, niza edişmek, kavga etmek. ◊ (Lihye. C.) Lihyeler, sakallar. |
liha' |
(Lehât. C.) Küçük diller. |
lihaf |
(C.: Lühuf) Örtünecek ve sarınılacak şey. * Yorgan. Sargı. * Kabuk, zar. ◊ (Lahfe. C.) Yumuşak beyaz taşlar. * Yufka kaymak. |
lihak |
Yetişip ulaşma. Erişme. Vâsıl olma. |
liham |
Lehimleme. * Lehim. * (Lahm. C.) Etler. |
lihat (lehât) |
(C: Lehâ-Lehevât-Leheyât-Lihâ') Boğaz ağzında olan dilcik. |
lihaz |
Düşünme, mülâhaza etme. * Riâyet etme, uyma. Söylenen sözü kabul edip yerine getirme. |
lihaza |
Bundan dolayı, buna binaen, bunun için. |
lihevî |
Lihye ile alâkalı. Sakala ait, sakalla alâkalı. |
lihikmetin |
Bir hikmete mebni olarak. Bir hikmetten dolayı. |
lihyanî |
Uzun ve kaba sakallı olan. |
lihye |
Sakal. |
lihyedâr |
f. Sakallı. |
liîn |
Bostanlarda dikilen ve höyük denilen suret. |
lîk |
f. Lâkin, amma, ancak, fakat. |
lîka |
Eskiden mürekkep hokkalarına konulan ham ipek. |
lika |
Kavuşmak. Rast gelip buluşmak. Görüşmek. Yalnız görüşmek. * Yüz, sima, çehre. |
likaf |
Semer, palan. |
likah |
(Lükuh. C.) Süt veren dişi develer. |
likam |
f. Hayvanın ağzına takılan gem. Dizgin. |
likat |
Tarlada kalan başakları toplama. * Hizada olma. |
likaullah |
Allah'a kavuşmak. * Kıyamet günü, Cennet'te Allah'ı görmek. |
likf |
Kuyu ve havuz kenarları. |
likha |
Yeni doğurmuş ve sağılır deve. |
lîkin |
f. Lâkin, eğer, amma, fakat. |
liks |
Boğazına düşkün, obur. * Lokma sezdiği yere can atan kimse. |
likve |
Cimanın evvelinde gebe olan kadın. * Tez yüklü olan deve. * Kova. |
lillahi |
Allah için. Allah yoluna. Allah aşkına. |
lime |
f. Parça, uzun dilim. ◊ Niçin? |
lime lime |
Parça parça. |
limited |
Mes'uliyetleri, koydukları sermayeye göre hudutlu olan ortaklık. |
limmî |
(limmiye - lümmi) (Niçin mânâsındaki 'lime' den) Aleni. Açık. * Nazari. Akla dayanan. (Bak: Bürhan) |
lîmu |
f. Limon. |
lîn |
Yumuşaklık ve mülayim olmak. * Tecvidde: Bu sıfata sahib olan vav, ye harfleridir. |
linç |
Halk tarafından öldürülme. Halkın bir suçluyu tutup derhal öldürmesi. |
lîne |
(C.: Lun-Elvan) Hurma ağacı. |
lînet |
(Liynet) Mülâyimlik, yumuşaklık. |
lirik |
Heyecan ve ahenge fazla ehemmiyet verilen şiir. * Bu tarzda şiir yazan şair. |
lis |
f. Yalayıcı, yalayan. Birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Kâse-lis - Çanak yalayıcı. Dalkavuk. |
lisam |
Yüz örtüsü, yaşmak. Nikab. |
lisan |
Dil. Konuşma dili. Lehçe. (Bak: Dil) |
lisan-âşnâ |
f. Lisan bilir. Yabancı dil bilen. |
lisanen |
Konuşarak. Dil ile. Söz söyleyerek. |
lisanî |
Lisanla ilgili, dile ait. |
lisanullah |
Allahın lisânı. Kur'an-ı Kerim. |
lisat |
(Lise. C.) Tıb: Diş etleri. |
lisb |
Küçük kaya yarığı. * Derenin dar yeri. Dar olan her cins madde. * İçi zorla çıkan ceviz. |
lise |
(C.: Lisât) Diş eti. |
lisevî |
Diş etleriyle ilgili, diş etlerine ait. |
lisme |
Azarlamak, paylamak. |
liss |
(C.: Lüsus-Elsâs) Hırsız. |
lisse |
(C.: Lisâ-Lisât) Diş diplerinin eti. |
list |
Hırsız. |
lît |
Boyunun bir tarafı. * Boyun. * Baş. ◊ Her nesnenin rengi. |
lîta |
(C.: Lit) Kamış kabuğu. * Karnın dışarısındaki derisi. |
litaf |
(Latif. C.) Yumuşaklıklar. |
litam |
Tokat atma. Elin ayası ile vurma. |
litat |
Dağın sivri ve yüksek olan yeri. |
litlit |
Kokar çürük diş. * Yaşlı kadın. |
litosfer |
yun. Yeryüzünün katı kısmına verilen ad. Taşküre. |
litre |
İtl. Akıcı maddelerin, sıvıların ölçü birimi. |
liv |
f. Güneş, şems. |
liva |
Bayrak. Sancak. * Eskiden kazadan büyük, vilâyetten küçük yerleşme merkezlerine denirdi. Tugay. * Hz. Peygambere (A.S.M.) âit sancak. |
livae |
Sancak, âlem. |
livata |
Lutilik. * Erkekler arasındaki cinsi sapıklık. (Bak: Kebair) |
livaz |
Sığınma, iltica etme. * Birbirinin arkasına gizlenme. |
lîve |
f. Aldatıcı, dolandırıcı. * Şakacı, lâtifeci. * Çevik, atılgan. |
liyakat |
İktidar. Ehliyet. Hüner. Lâyık olmak. Fazilet. Kıymetlilik. |
liyakatmend |
(C.: Liyâkatmendân) f. Değerli, liyâkatli. * Faziletli. |
liyakatmendân |
(Liyâkatmend. C.) f. Değerli, liyâkatli kimseler, faziletli kişiler. |
liyan |
(Mülâyene) Mülayemetle, yumuşaklıkla muamele etmek. |
lizam |
(Lezm) Lazım olmak. İcâbetmek. Lüzumluluk. * Ölüm. * Kıyamet günü hesabı. |
lizaz |
(Leziz. C.) Lezzetli ve tatlı şeyler. ◊ Kapı ardına konulan ağaç sürgü. |
loca |
İtl. Bazı toplantı yerlerinde bir veya birkaç seyirciye mahsus hususi odacıklar. * Hücre, küçük bölme. * Masonların toplandıkları yeri. |
loça |
Geminin baş tarafında ve iki yanda demir zincirin geçmesine mahsus delikler. |
lodos |
Güneyden esen ılık yel, rüzgâr. |
lohusa |
(Bak: Lühusa) |
lojistik |
Ask: Askerlik san'atının ve seferi orduların iaşe, muhabere ve sevkiyat şartları, hareket ve harb kabiliyeti bakımından en etkili durumda bulundurulması için lâzım gelen çalışmalara aid. |
lokavt |
ing. Bir işverenin, isteklerini kabul ettirmek gayesiyle işyerini kapaması. |
lokman hekîm |
Kur'an-ı Kerim'de ismi geçen büyük zatlardan olup öğütleri ve ahlâkî, tıbbî sözleri ile tanınmıştır. Peygamber Davud (A.S.) zamanında yaşadığı rivayet edilmektedir. Peygamber veya More… |
lokman suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 31. Suresi olup Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. |
lombar |
ing. Harp gemisinin topun ağzı önündeki deliği. |
lu'b |
Oyun. Eğlence. (Bak: Sefâhet) |
lu'bbazân |
f. Oyuncular. |
lu'be |
Oyuncu. |
lu'bet |
Oynayan veya oynatılan şey. Oyuncak. * Herkesi hayrette bırakıp şaşırtacak şey. |
lu'betbâz |
f. Hayâl oyunu veya kukla oynatan. Oyuncu. |
lu'betgâh |
f. Oyun yeri. Sefih kimselerin eğlence yeri. |
lu'bî |
Oyun ile ilgili olan. |
lu'biyyât |
Oyunlar, eğlenceler. |
lü'ka |
Kaşıkla alınan şey. |
lu'lu' |
Serap. * Bir mevzi ismi. * Kurt. |
lü'lü' |
İnci. * Parlak. Ziyalı. Kıymetli. |
lü'lü'-bâr |
f. İnci yağmuru. İnci yağdıran. |
lü'lü'-feşan |
f. İnci saçan, inci dağıtan. |
lü'lü'-pâş |
f. İnci dağıtan, inci saçan. |
lu'muz |
Çok yiyen kişi, obur. |
lu'ta |
Koyunun boynunda olan karalık. * Siyah hat. |
luaa |
Yumuşak yaş ot. |
lüab |
(Liâb) Salya. Tükrük. Hazmolmamış, ağızdan geri gelen gıda. |
lüabî |
Tükrük ve salya ile alâkalı. * Salya gibi yapışkan. |
lüane |
Halka çok lânet eden kişi. |
lübab |
Her nesnenin iyisi, güzidesi, seçkini. |
lübade |
Yağmur için giydikleri kepenk. |
lübahiye |
Mükemmel hilkatli kadın. |
lüban |
Kendir. |
lübane |
(C.: Lübânât) Hâcet, ihtiyaç. * Önemli ve ehemmiyetli iş. |
lübata |
Kepenk. |
lübb |
İç. Öz. Her şeyin iyisi, hülâsası. * Akıl, içli şeyin içi. |
lübbî |
Öz ile alâkalı. Lübbe ait. |
lübce |
Çatal demir. |
lübde (libde) |
Çokluk. * Karıştırmak. * Yıkamak. |
lübed |
Çok mal mânasınadır ki sanki birbiri üstüne yığıla yığıla keçe gibi birbirine geçmiştir. |
lübna |
Bal gibi yapışkanlı sütü olan bir ağaç. |
lübs |
Giyme. |
lübse |
Sözün karışıklığı. |
lübub |
(Lübb. C.) Her şeyin hâlisleri. Özler. |
lübud |
Kuşun göğsü üstüne çöküp yatması. * Yapışmak. |
lübus |
(Libâs. C.) Esvaplar, elbiseler. * Savaş elbisesi. |
luç |
f. Şaşı. |
lüç |
f. Çıplak. |
lücc(e) |
Engin sular. * Gümüş. * Ayna. * Kalabalık cemaat. |
lüccî |
Büyük deniz. |
lücec |
(Lücce. C.) Engin denizler. * Kalabalık topluluklar, cemaatler. |
lüceyn |
Gümüş. |
lücme |
Irmak ağzı. |
lücube |
Davarın sütünün çekilip azalması. |
lücüm |
(Licâm. C.) Gemler, at dizginleri. |
lüdane |
Yumuşaklık. |
lüdd |
Çuval. |
lüdune |
Yumuşaklık. |
lüfaze |
Değirmenin öğüttüğü un. * Ağızdan çıkan söz. |
lüffah |
Kokulu geniş yapraklı bir ot. |
lüffan |
Ekşi nar. |
lüga |
(C.: Lügâ) Ses, sadâ. Kelâm, söz. |
lugat |
(A, uzun okunur) (Lügat. C.) Lügatlar, kelimeler. * Lügat kitapları. ◊ Kelime. Söz. * Her milletin dili. * Lügat kitabı, sözlük. |
lügat |
(Bak: Lugat) |
lugatnüvis |
f. Lügat yazan. |
lugatşinas |
f. İyi lügat bilen. |
lugavî |
Lügata mensup. Lügata, kelimeye âit. Lügattan anlayan. Mecazî olmayıp hakiki bir mânaya delâlet eden kelimeye âit olan. |
lugaviyyun |
Lügatçılar, kelimelerden anlayan âlimler. |
lügaz |
Edb: Manzum bilmecelere denir. Lügaz çözülürse insan, hayvan, eşya veya başka bir mânâ çıkar. Meselâ: (Hikmetullah şehrinin bir tânesiOğlunun karnında yatar annesi.)Bu manzum çözülürse cevap More… |
lügd (lügdud) |
Çene ile boyun arasında olan et. |
lügeyza |
Kertenkelenin bir yeri kazıp giderken bir tarafını da kazıp eğri çapraşık yollar yapması. |
lügnun |
(C.: Leganin) Çene ile boyun arasındaki et. |
lügub |
Yorgunluk, açlık, meşakkat. Ta'b. |
lüha |
Gümüş. * Bahşiş, atâ, hediye. |
lühab |
Ateş alevlenmek. * Işıklanmak, şule vermek. * Ateşi yakıp tutuşturmak. |
lüham |
Her şeyi yutan. * Çok miktar asker. |
lühaza |
(Bak: Lehâza) |
lühbe |
Sütü azalmış davar. |
lühce |
Kuşluk vaktinde yenen yemek. |
lüheym |
Zahmet, meşakkat. |
lühkuk |
(C.: Lehâkik) Yer yarığı. |
lühle |
(C.: Lehalih) Serap görünen geniş çöl. |
lühm |
Kevsec dedikleri balık. * Yemen diyârında bir kabile. * Etli ve kaba olmak. |
lühme |
Bez ırgacı. * Hısımlık, yakınlık. |
lühmum |
(C.: Lehâmim) İnsanlardan ve atlardan iyi ve cevvâd olanlar. * Sütü çok olan deve. |
lühne |
Misafire seferden geldiğinde verilen hediye ve armağan. * Savaş gününde başa giyilen tolga. Az şey. * Kahvaltı. |
luhud |
(Bak: Lühud) |
lühud |
(Lahd. C.) Çukurlar, kabirler, mezarlar. |
lühuf |
(Lihâf. C.) Örtüler, sargılar. Örtünecek şeyler. |
lühuk |
Ulaşmak. Yaklaşmak. Sonradan yetişmek. |
lühum |
Cömertler. İyiler. İyi insanlar. ◊ (Lahm. C.) Etler. |
lühusa |
Yeni doğurmuş kadın. Henüz yataktan kalkmamış kadın. Bu hâl 9 ilâ 40 gün kadar devam eder. |
lühve |
(C.: Lühâ-Lühât) Değirmencinin, eliyle değirmenin ağzına döktüğü tane. (Daha çok hediye, atâ ve hibe mânasına kullanılmıştır.) |
luk |
f. Kısa tüylü yük devesi. |
lük |
f. Kalın ve yoğun şey. * Kırmızı boya. |
luka |
Meşhur olmuş dört İncil kitabından birisidir. Hz. İsa Aleyhisselâm'dan sonra mühim Hristiyan doktorlarından birisi olan Luka adındaki zatın yazdığı İncil'dir. Bu Zâtın (Mil: 70) More… |
lüka' |
Hor ve hakir kimse. * Ufak çocuk. * At. |
lükaa |
Zahmet, meşakkat. * Ahmak, akılsız kişi. |
lükat |
Yabana dökülmüş ve saçılmış nesne. |
lükata |
Fık: Sâhibi belli olmayan sokakta bulunan şey. Bu malı yerden kaldırmağa İltikat, yerden kaldırana da Mültekit denir. |
lükata-çin |
f. Değersiz ve artık şeyleri toplıyan. |
lükk |
Nar ağacına benzer bir hindi ağacının zamkı. * Kılıç ve bıçak saplarını berkitmekte kullanılan meşhur bir nesne. |
lükkaa |
Hazırcevap olan. |
lükkah |
Hoş kokulu bir ot. |
lükkam |
Şam diyârında yüksek bir dağın adı. |
lukme |
Yutmak. * Bir yudum taam, lokma. |
lukme-şümar |
f. Herkesin lokmasını sayan. * Mc: Pinti, hasis, cimri. |
lüknet |
Pelteklik, dil tutukluğu, kekeleme. |
lüknunet |
Kekeleme, pelteklik, dildeki tutukluk. |
lüks |
Lât: Aşırı süs. * Işık ölçü birimi. * Kuvvetli ışık veren bir nevi petrol lâmbası. |
lukta |
Yerden toplanan şey. |
lükunet |
Dildeki tutukluk, pelteklik, kekeleme. |
lükya (lükyâne) |
Birbirini görmek. |
lükzuf |
Üzüm çöpü. |
lul |
(Luli) f. Utanmaz, hayasız ve namussuz kadın. * Nâzik ve zarif. * Şarkı söyleyip oynayan fahişe kadın. |
lule |
f. Çeşme, musluk gibi şeylere takılan küçük boru. * Lüle. Halka gibi dürülmüş şey. |
lüm'a |
(C: Limâ') El ayası miktarı. * İnsan topluluğu. * Kuruması gelmiş olan bir parça ot. |
lümah (limâh) |
Tokatla vurmak. |
lümaze |
Ağızda geri kalan nesne. |
lümey'a |
Küçük pırıltı. Küçük ışıkcık. Parıltıcık. |
lümeze |
Bir kimsenin arkasından ayıplarını söyliyen. Gıybet eden. |
lümme |
Nişan. Alâmet. Damga. Nokta. * Vesvese, kuruntu. * Çok cemaat, çok kalabalık. |
lümmî |
Toplanmaya dâir. * Nazarî ve aklî delil. (Bak: Limmî) |
lümmiyet |
(Limmiyet) İllet ve sebebiyet. |
lümta |
şiddet. Mihnet. |
lümza |
Bir parça yiyecek. * Beyaz nokta. * Atın alt dudağında olan beyazlık. |
lünc |
f. Ağzın içi. * Dudak. * Çolak. |
lurî |
f. Cüzzâm veya miskinlik denilen hastalık. * Fare avlıyan bir kuş. |
lüsat |
Diş etleri. |
lüseyn |
Küçük dil. Dilcik. |
lüsga |
'Söylerken rı'yı gayn'a veya lâm'a; ve sin'i te'ye kalbetmek.' |
lüsn |
(Lisân. C.) Diller, lisanlar. |
luss |
(C.: Lüsus-Elsâs) Hırsız, sârık. |
lüss (liss) |
(C.: Lüsus) Hırsız. |
lüsub (lesb) |
Yapışmak. |
lüsuk |
Yapışma, bitişik olma. Yapışıp tutma. * Ulaşma, vâsıl olma, erişme. |
lüsün |
(Lisân. C.) Lisânlar, diller. |
lüsus |
(Luss. C.) Hırsızlar, sârıklar. |
lüsuset |
(Lüsusiyet) Hırsızlık, sirkat. |
lüsusiyyet |
Hırsızlık yapma, sirkat. |
lut |
f. Tatlı yemekler. Lezzetli yiyecekler. * Çıplak. |
lut'e |
Tutmaç aşı. |
lutf |
(Bak: Lütuf) |
lütîn |
Adam boyu miktarı bir ağacın adı. (Bakla yaprağı gibi yaprağı olur, hurnup gibi dalları olur, içinde küçük taneleri olur.) |
lütne |
Kirpi. |
lütre |
f. Ancak konuşanların anlıyabileceği, başkalarının anlıyamıyacağı şekilde görüşülen uydurma dil, kuşdili. * Boşboğaz. |
lütuf |
Rıfk ve nevâziş. İltifatla mülâyemet üzere muâmele eylemek. Allah (C.C.) Hazretlerinin kullarını rıfk ve sühuletle murâdına muvaffak eylemesi. * Güzellik, hoşluk. * İyilik, iyi muâmele. |
lütut |
Sâbit ve lâzım olmak, gerekmek. |
lüuka |
Sür'at, hız. |
lüüme |
Öküz. * Çiftçilikte kullanılan bazı âletler. |
lüüse |
Uyku ağırlığı. |
lüvab (lüvabâ) |
Susamak. * Kulpsuz bardak. |
lüvam |
Melâmetlik, rüsvaylık, rezil kepaze olmaklık. |
lüvase |
Bir lokma yiyecek. |
lüvb |
Çokluk, kalabalık, izdihamlık. |
lüvbe |
(C.: Lüeb-Lub) Kara taşlı yer. |
lüvbiya |
Börülce. |
lüvka |
Kaymak, zübde. * Yapışmak. |
lüvse |
Zayıflık. * Eğlenmek. * İsabet etmek. |
lüzk |
(Lâzık) Yapışmak. * Ulaşmak varmak. |
lüzub |
Yapıştırma, yapışma. Birbirine kafes gibi girdirip yapıştırma. * Sâbit olma. |
lüzucet |
Yapışkanlık. Yapışan, uzayan şeyin hali. |
lüzucî |
Yapışkan. * Kopmadan uzayan. |
lüzuciyyet |
Çekilip uzayış. |
lüzum |
Lâzım olmak. Bir şey bir şeyden aslâ ayrı olmayıp onunla sâbit ve dâim olmak. Gereklilik. |
mâ' |
Su. Ab. |
ma' |
Yer yüzüne yayılıp döşenmek. |
ma'bed |
(Mâbet) (İsm-i mekân) İbadet edilen yer. (Mescid, câmi gibi) |
ma'bed-i fersude |
f. Eskimiş, yıpranmış mâbed. |
ma'ber |
(C.: Maâbir) (Ubur. dan) Geçit, kemer, köprü. * Geçilecek yer. |
ma'bud |
(Mâbud) Kendine ibadet edilen Allah (C.C.) |
ma'bude |
Şirk, evham ve putperestlikten doğan kadın heykeli ve emsali put. |
ma'c |
Süratle gitmek, hızlı gitmek. * Yürürken dolaşmak. |
ma'cel |
(C.: Maâcil) Yol. Menzile ulaştıran yol. |
ma'ceme |
Sabırlı, tahammüllü kimse. |
ma'ces |
Yay kabzası. |
ma'cez |
Çalışmaktan ve maişetten âciz oldukları yer. |
ma'd |
Taze hurma. * Taze ot. * Yumuşak. * Yoğunluk, gılzat. * Gitmek. * Çekmek. |
ma'dele(t) |
(Ma'dilet) Adalet eylemek. Hak ile hükmeylemek. * Adalet yeri. |
ma'deletgüster |
f. İnsaflı, adaletli, vicdanlı ve doğru kimse. |
ma'deletkâr |
f. Âdil, adaletli. |
ma'deletperver |
f. Doğru, insaflı, adaletli ve vicdanlı kimse. |
ma'den |
Maden. * Bir haslet veya hususiyetin kaynağı. * Herşeyin aslî mekânı, menbâ ve me'hazı olan yer. * Toprak, taş, kum gibi maddelerle karışık demir vesairelerin vaziyetlerine de maden More… |
ma'denî |
Madenden yapılmış. * Madenle alâkalı. |
ma'deniyat |
Madenî oluşlar. Madenler. Madenden çıkan şeyler. Maden ilmi. |
ma'dil |
Sapılacak yer. Ma'dul. |
ma'din |
(C: Meâdin) Hak Teâlâ'nın yerde halk ettiği. * İkamet ettikleri mevzi. |
ma'dud |
Hesabedilen. Sayılan. Addedilen. * Muayyen. Belli. |
ma'dudat |
Yumurta gibi sayı ile satılıp alınan şeyler. |
ma'dum |
Mevcut olmayan. Yok olan. Yok. |
ma'dumat |
Yok olanlar. Yokluklar. |
ma'dumiyet |
Yokluk, ma'dumluk, yok olma. |
ma'fuc |
Dübürüne vurulmuş. |
ma'fun |
Bozulmuş ve çürümüş şey. * Kokmuş et. |
ma'füvv |
Suçu afvedilmiş. Bağışlanmış. * İstisnâ edilmiş, müstesnâ kılınmış, ayrı tutulmuş. |
ma'hed |
(C.: Maâhid) Sözleşilen ve antlaşma yapılan yer. Buluşma yeri. |
ma'hud(e) |
Vaad edilen. Söz verilen. Belli olan. * Mezkur, sözü geçen. * Mc: Fena bilinen kadın. |
ma'hudiyyet |
(Ahd. den) Söz verilmiş olma. Ahdedilmiş bulunma. Belli olma. |
ma'k |
(C: Emâık-Emâik) Derinlik. * Sahradan bir taraf. ◊ Ovmak. * Tehir etmek, sonraya bırakmak. |
ma'kad |
Ahidnâme yapılan, anlaşma akdedilen yer. |
ma'kal |
(C: Meâkıl) Sığınacak ve saklanacak yer. * Kale. |
ma'ked |
(C: Meâkıd) Akdedecek yer. |
ma'kes |
Akis yeri. Akseden yer. (Ayna güneşin ma'kesi olduğu gibi.) |
ma'kid |
Düğüm yeri. Bağ. Akdedilecek yer. |
ma'kil |
Melce'. Sığınacak yer. |
ma'kud |
(U, uzun okunur) Akdolunmuş, bağlanmış, düğümlü, bağlı. |
ma'kul |
Akla yakın, aklın kabul edeceği. |
ma'kulat |
(Ma'kul. C.) Aklın uygun bulduğu, ancak akıl ile bilinir ve nakle müstenid olmayan meseleler ve ilimler. (Bak: Akliyat) |
ma'kule |
Diyet. |
ma'kuliyet |
Akla uygunluk, mantıki oluş. * Menkul olmayış. |
ma'kum |
Kapalı. |
ma'kus(e) |
Tersine dönmüş, aksetmiş, başaşağı çevrilmiş, zıddı. * Uğursuz. |
ma'kusen |
Ters olarak, aksine, zıddına olarak. |
ma'kusiyet |
Terslik, zıdlık, aksilik. |
ma'l |
Evmek, acele etmek, tez tez gitmek. * Alıp kaçmak. |
ma'lat |
(C.: Maâli) Derin ve yüksek fikir. * Ululuk, şeref, itibar. |
ma'leb |
(C.: Meâlib) Oyun yeri. |
ma'lef |
(C.: Maâlif) Ot ve saman gibi hayvan yemi konan yer. Samanlık. |
ma'lem |
(C.: Maâlim) Eser, iz, nişan, alâmet. |
ma'lufe |
Yulaf verilen davar. |
ma'lul |
İlletli, hasta, sakat, kötürüm. * Harpte bir uzvunu kaybetmiş gazi. |
ma'lulen |
Mâlul olarak, sakat olarak. |
ma'lulîn |
(Ma'lul. C.) Sakatlar. Hastalıklı ve illetli kimseler. |
ma'luliyet |
Hastalıklı olma, illetlilik. |
ma'lum |
Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bir nâmıdır. Onun geleceği, melekler, resuller ve nebiler tarafından mâlum olduğundan ve dünyaya teşriflerinden evvel kendilerinin ta'zim edilmesi ve ona More… |
ma'lumat |
Bilinen şeyler, bilinenler. Bir iş veya mevzu hakkındaki bilgiler. |
ma'lumatfüruş |
f. Mâlumat ve bilgi satan. Bilgiçlik taslıyan. |
ma'lumiyet |
Ma'lumluk. Bilinme, belli olma. * Bilinen ve belli olan şeyin hâl ve sıfâtı. |
ma'ma' |
Kimseye birşey vermeyen kadın. |
ma'maa |
(C: Meâmi) Acele etmek. * Ateşten çıkan ses. * Bahâdırların cenk içindeki haykırmaları. |
ma'mafih |
Öyle olmakla beraber. |
ma'mean |
Çok fazla sıcaklık. |
ma'mer |
Geniş menzil. |
ma'mul |
(Amel. den) Yapılmış, işlenmiş. * Gr: Avamil'in ikinci bâbı. |
ma'mulât |
İmal edilmiş, yapılmış şeyler. Makine veya elle işlenmiş eşya. |
ma'mulün bih |
Kendisi ile amel olunan. (Hukuk, nizam, program kaidesi) |
ma'mur |
İ'mar edilen, tamir edilmiş. |
ma'mure |
İnsanların bulunduğu bayındır yer. Ma'mur olan yer. Şehir, kasaba. |
ma'muriyet |
Bayındırlık, ma'murluk. |
ma'n |
Az miktar. * Kolay. |
ma'na |
(Mânâ) İç, içyüz. Bir sözden veya birşeyden anlaşılan. Lâfzın delâlet ettiği şey. * Rüya, düş. * Dilemek, irade. |
ma'nat |
Dilemek, iradet. * Kasdolunmuş nesne. |
ma'ne |
Ekmek. * Az olan akıcı su. * Şey. |
ma'nidar (mânidar) |
'f. Bir mânâyı mutazammın olan. * Nükteli, ince mânâlı. Bir mâna ifade eden. Bir mânayı şâmil olan. (Farsça bir ifade olup, mânâ; ma'ni diye okunmuştur.)' |
ma'nidarane |
f. Mânâlı şekilde. |
ma'ra |
Vücudun çok zaman çıplak olan yeri. |
ma'raz |
(Ma'rez-Ma'riz) Bir şeyin arzolunduğu yer. Göründüğü yer. Sergi, meşher. |
ma'razgâh |
Arzolunan yer, sergi. |
ma'rec |
Çıkacak yer, merdiven. |
ma'ref |
Yüzün, devamlı olarak açık görünen yeri. |
ma'refe |
Atın yelesi bittiği yer. |
ma'reke |
Muhârebe meydanı, çarpışma yeri. * Çarpışma. Kıtal. Cenk. |
ma'ret |
Kabahat, suç, ayıp, günah. |
ma'ric |
Merdiven, yükseliş yeri. |
ma'rife |
Gr: Arabçada mübhem olmayan ' ' harf-i ta'rifi ile bildirilen kelime. Böyle bir kelimeden tenvin kalkar, kelime belirli olur. (Bak: Lâm-ı ta'rif) |
ma'rifet |
Bilme, bir şeyi cüz'i vecihle bilmek. * Hüner. Üstadlık. San'at. * Tuhaflık, garib hareket. * Vasıta, tavassut. * İlim ve fenlerle tahsil olunan mâlumat. İrfan kazanmak. (Bak: More… |
ma'rifet mertebeleri |
(Bak: Yakin) |
ma'rifetperver |
f. Hünerli, marifetli. |
ma'riz |
(Ma'raz. dan) Bir şeyin görünüp çıktığı yer. Bir şeyin bildirildiği, arzolunduğu makam. |
ma'ruf |
Bilinen, tanınmış. Belli, meşhur. * Şeriatın makbul kıldığı veya emrettiği. * Adl, ihsan, cud, tatlı dil, iyi muamele. (Bak: Emr-i bi-l ma'ruf) |
ma'rufat |
Bilinen şeyler. Şeriatın emrettiği hususlar. |
ma'rufiyet |
Ma'rufluk. Ünlülük, meşhurluk, tanınmışlık. |
ma'rur |
Uyuz. |
ma'ruş |
Üstü çardak şeklinde yapılı bina. |
ma'ruz |
Bir şeyin etkisine uğramak veya uğratmak. * Arzolunmuş, arzolunan. * Serilmiş, yayılmış. * Verilmiş, sunulmuş. * Anlatılmış. * Bir şeye karşı siper alan. |
ma'ruzât |
(Ma'ruz. C.) Arz olunanlar. Arzedilenler, takdim edilenler. Küçükten büyüğe bildirilenler. |
ma's |
Tıb: Adalelerin tutulması, kasların büzülmesi. Kramp. ◊ Ovmak. * Dürtmek. |
ma'sara |
(Üzüm ve susam gibi şeylerin) sıkıldığı yer. |
ma'şeb |
Otlu yer. |
ma'şer |
Cemâat, müttehid cemâat. Birinin ehil veya iyâli. İns ve cin cemaatı. * Bölük, topluluk. |
ma'sere |
(Ma'seret) Zorluk, güçlük. |
ma'şerî |
Cemiyete âit. Topluluğa âit. Ortaklaşa. Pek çok. |
ma'siyyet |
İtaatsizlik, günah, isyan. |
ma'şuk(a) |
Aşk ile sevilen, sevgili. |
ma'şukiyet |
Sevilme hâli. Sevilen bir kimsenin hâli. |
ma'sum |
Günahsız, suçsuz. |
ma'sumâne |
Günahsızcasına, suçsuz olarak. |
ma'sume |
Suçsuz kadın veya kız. |
ma'sumiyet |
Ma'sumluk, kabahatsizlik, suçsuzluk. |
ma'sur |
Sıkılmış. Suyu veya yağı çıkarılmış. ◊ Zor, güç, zorlaştırılmış. |
ma'şuş |
Zayıf ve cılız adam. |
ma'tab |
(C: Meâtıb) Helâk olacak yer. |
ma'tebe |
Kızgınlık ve hiddetle hitabetmek. |
ma'tuf |
Ait ve râci' olan. * Bir tarafa meyletmiş. Mâil olan. * İsnadedilen. Yöneltilmiş. |
ma'tufun aleyh |
f. Bir rabt edatı ile kendisine bağlı olan kelime (Bak: Harf-i atıf) |
ma'tuh(e) |
(Ateh. den) Bunamış, bunak. * Sakat, kötürüm. Amelmânde. |
ma'tuhane |
Bunakçasına, bunamışçasına. |
ma'tuk(a) |
(C.: Maâtik) (Atâk. dan) Azat olunmuş. Azatlı. |
ma'tut |
Mağlup, yenilmiş. |
ma'v |
Olmuş taze hurma. * Ses, avaz. |
ma'vel |
Ağıt edecek yer. |
ma'y |
Su arkı. Su mecrâsı. |
ma'yub |
Ayıplanmış. Ayıplanan. Bir kusuru ve eksiği olan. |
ma'yubat |
(Ma'yube. C.) Ayıplanacak şeyler. Eksiklikler, noksanlıklar, kusurlar. |
ma'yuben |
Kusur ve ayıp sayılarak. Ayıplanarak. |
ma'z |
Keçi. Karaca. ◊ Çekmek. |
ma'zad |
Alemi, giyen kişinin pazusuna gelen alemli elbise. |
ma'zel |
(C: Meâzil) Irak, uzak, baid. |
ma'zeret |
Elde olmadan suç, kabahat işleme. * Mücbir sebeblerini söyleyerek yardım dileme. Özür dileme. |
ma'zeretcu |
f. Özür arıyan. |
ma'zerethâh |
f. Özür dileyen. Afvedilmesini isteyen. |
ma'zeretmend |
f. Özürlü, kusurlu. Mazeretli. |
ma'zil |
Ayrı. Ayrı bir yer. * Uzak. Baid. |
ma'zire |
(C: Meâzir) Özür etmek. |
ma'zub |
Kötürüm kimse. |
ma'zul |
(Azl. den) İşinden çıkarılmış, kovulmuş, azledilmiş. |
ma'zulen |
Azledilmiş olarak. İşinden çıkarılmış olarak. |
ma'zulîn |
(Ma'zul. C.) İşinden çıkarılmış olan kimseler. Azledilmişler. |
ma'zuliyet |
Azledilme hâli. Açıkta kalınış. |
ma'zur |
Özürlü. Özrü olan. |
ma'zuriyyet |
Ma'zurluk. Özürlülük. |
ma'zuz |
Katı, şiddetli, şedid. |
maa |
(Beraber) mânasında bir kelimedir |
maab |
Ayıp, eksiklik. * Ayıp şey, utanılacak nesne, ayıp yeri. |
maabid |
(Meâbid) (Mabed. C.) İbadet edilen yerler. Mâbetler. * (Abd. C.) Hizmetçiler. Kullar. |
maabîd |
(Ma'bud. C.) Ma'budlar. |
maabir |
(Ma'ber. C.) Köprüler, geçitler, kemerler. |
maacil |
(Ma'cel. C.) Yollar, |
maacîn |
(Ma'cun. C.) Macunlar. Hamur kıvamındaki yoğurulmuş şeyler. |
maad |
(Meâd) (Avdet. den) Âhiret. Dönülüp gidilecek yer. * Dönüş. * Ahiret işleri. Uhrevi işler. |
maada |
Başka. Fazla. Bundan gayrı. (Bak: Adâ) (İstisnâ kelimesidir) |
maadin |
(Maden. C.) Madenler. |
maafir |
Hemedan'da bir kabilenin adı. |
maahid |
(Ma'hed. C.) Buluşma yerleri. Anlaşma yapılan ve sözleşilen yerler. |
maahu |
Onunla beraber. Onunla. |
maak |
Meslek, mezheb. * Sığınacak yer. |
maakat |
Derinlik. |
maakid |
(Ma'kad. C.) Ma'kadlar, akdedilecek yerler. Toplantı yerleri. * Düğümler. Düğüm yerleri veya noktaları. |
maakil |
(Ma'kıl, Ma'kale ve Ma'kule. C.) Sığınacak yerler. * Kan pahaları. |
maakim |
(Ma'kım. C.) Eklemler, eklemeler. |
maakka |
Çocuğun, anababaya isyan etmesi. Veledin valideyne itaatsizliği. |
maal |
Yükseklik. İlerilik. Şereflilik. |
maal-esef |
Yazık ki. Maalesef. |
maalcemaa |
(Maa-l-cemâe) Cemaatle beraber, cemaatle birlikte. |
maalem |
İz. Eser. Nişân. * Dinî mes'ele. |
maalî |
şerefler. Yükseklikler. * Yüksek fikirler. * şerefli vazifeler. |
maalif |
(Ma'lef. C.) Ot, saman gibi yem konan yerler. Samanlıklar. |
maalim |
(Ma'lem. C.) Dinî inançlara, itikadlara dair mes'eleler. * İzler. Nişanlar. Eserler. |
maaliyat |
İnsan aklının yetişemediği veya zor yetiştiği yüksek fikir ve derin bilgiler. |
maami' |
(Ma'maa. C.) Ateş çatırtıları. |
maan |
Birlikte. Beraber. ◊ Menzil, mekân. |
maanî |
(Mâna. C.) Mânalar. * Belâgatın üç şubesinden biri. Lafzın muktezâ-yı hâl ve makama uygunluğuna mahsus bir ilim adı. (Bak: Belâgat) |
maar |
Ar ve hayâya sebep olacak şeyler. |
maarî |
İnsanın daima çıplak kalan organ veya azası. |
maarîc |
(Mi'rac. C.) Merdivenler. |
maarif |
Tahsil ile elde edilen ilim, malûmat, bilgi. * Meharet. Üstadlık. Hüner. * Marifetler. Mâruflar. Kültürler. * Çehrenin manzarada zâhir olan yerleri. * Bir memleketin okullarını ve tahsil More… |
maarif-mend |
(C.: Maarifmendân) f. Bilgili, bilgi sahibi. Kültürlü. |
maarif-perver |
f. Maarifin yayılıp intişar etmesine çalışan. Maârife ait şeyleri muhafaza eden. |
maarik |
(Ma'rek ve Ma'reke. C.) Savaş meydanları, muharebe alanları. Harp sahaları. |
maarîz |
(Mi'raz. C.) Kapalı mânâlar. * Edb: Birden fazla mânası olan bir kelimenin, en uzak mânasını kasdetmeler. |
maariz (meâriz) |
(Muarraz. C.) Bir sözü söyleyip başka bir şey murad etme ve cem' olmak, toplamak itibariyle ma'razlar, ta'rizler, adem-i tasrihler, sarahatsizlikler. |
maas |
Ayağın siniri çekilip büzülmek. * Ayağın eğri olması. |
maaş |
Geçinilecek şey. Yaşayış. Aylık para. |
maaşat |
(Maâş. C.) Maaşlar. Memur, emekli, dul, yetim vs. gibi kimselere verilen aylıklar. |
maaşen |
Yaşayış bakımından. |
maasî |
(Ma'siyyet. C.) Günahlar. * İsyanlar. |
maasir |
(Ma'sara. C.) Üzüm, susam gibi şeylerin sıkıldığı yerler. |
maaşir |
(Ma'şer. C.) (Bak: Ma'şer - İlticâ - Melce'). |
maatif |
(Ma'tıf ve Mı'taf. C.) Gözlenilecek veya bakılacak yerler. |
maatîr |
(Mı'târ. C.) Devamlı güzel koku sürünenler. |
maavil |
(Mi'vel. C.) Taş, kaya parçalamakta kullanılan sivri kazmalar. |
maavin |
(Maunet. C.) Yardımlar, muâvenetler. * Yol yiyecekleri. Azıklar. |
maayib |
Ayıplar. Lekeler. Kusurlar. |
maayir |
Ayıplanmış. |
maayiş |
(Maişet. C.) Geçinmek için gerekli şeyler. |
maaz |
Şiddetle gadap etmek, çok fazlasıyla hiddetlenmek. * Bir nesne güç gelmek, zor gelmek. ◊ Sığınacak yer. Penah. |
maazalik |
Şu var ki. Bununla berâber. |
maazallah |
Allaha sığındık. Allah korusun. |
maazim |
(Mu'zam. C.) Bir şeyde en büyük kısımlar. |
maazir |
(Bak: Meâzir) |
maaziyadetin |
Fazlasıyla, ziyadesiyle, çok miktarda, bol bol. |
maba'di |
(Mâbadi) Sonrası. Bundan sonrası. |
mabaki |
Geri kalan, kalan, artan. |
mabeyn |
Ara. Aradaki şey. İki şeyin arası. * Haremle selâmlık arasındaki oda. * Padişah yakınlarının bulunduğu oda. |
mabguz |
(Bugz. dan) Nefret ve buğzedilmiş. Sevilmemiş. |
mabsara |
Bedihî ve zâhir olan hususlar. Açık ve meydanda olan hususlar. |
mabtaha |
(C: Mebâtıh) Kavun karpuz ekecek yer. |
mac |
Tuzlu su. |
maç |
f. Öpüş. |
macc |
Ağzından sular akan yaşlı deve. |
macera |
Olup geçen şey. Baştan geçen hadise. |
maceraperest |
f. Maceracı. Macera meraklısı. |
macid |
Çok âli. Şerif. Yüce. Kerim. * Hoş. Nâzik meşreb. |
macin |
(C: Micân) Her dileğini yapan kimse. * Hile yolunu öğreten. |
maçin |
'Çin'e tâbi, Doğu Türkistan tarafındaki çöllerde ve Târim nehrinin güneybatısındaki dağlarda oturan Türk milletinden bir kavimdir ve simaca Moğol ile Aryâ cinslerinden mürekkeb More… |
macun |
Hamur kıvamındaki ilâç. * Hamur gibi yoğurulmuş şey. |
macuşun |
Gemi, sefine. * Boyanmış elbise. |
mad |
Yumuşak taze ot. |
madahik |
(Madhek. C.) Güldürücü ve komik kimseler. Soytarılar. |
madak |
Sıkıntı, darlık. |
madalle |
Yolun kaybolduğu yer. |
madalya |
İtl. Büyük işlerde muvaffak olanlara veya büyük fedakârlık ve kahramanlık gösterenlere hediye ve hatıra olarak verilen ve çok defa yuvarlak biçimde, göğüse takılacak şekilde olan kıymetli More… |
madarib |
(Madrab. C.) Darbedilecek, dövülecek yerler. |
madca' |
Yatılan yer. * Kabir. Mezar. |
madde |
Zahir duygularla hissedilen, ruhâni olmayıp, ağırlığı olan, cismâni bulunan. * Asıl, esas, cevher, mâye. * Bend, fıkra, kısım. * İlm-i Kelâmda: His âzâmız üzerine bir takım muayyen ihtisâsât. |
maddeten |
Cismen. Madde ve cisim olarak. * İş olarak, iş ile. * Gözle görülür ve elle tutulur şekilde. |
maddî |
(Maddiye) Cismâni. Madde ile alâkalı olan. Maddeye ait. * Paraca ve malca. * Paraya ve mala fazlaca ehemmiyet veren. * Dokunma, koklama, görme, işitme, tatma ile hissedilip duyulan şeyler. More… |
maddiyat |
(Maddiyet. C.) Maddi ve cismâni şeyler. Gözle görülüp elle tutulur cinsten şeyler. |
maddiyet |
(C.: Maddiyât) Gözle görülüp elle tutulan şey. Cismâni. |
maddiyyun |
(Maddiyun) Maddeciler. |
made |
f. Dişi. Erkeğin zıddı. |
mâder |
f. Ana. Çocuğu doğuran. Ümm. |
mâderane |
f. Annece. Anaya yakışır surette. |
mâderender |
f. Üvey ana. |
mâderî |
f. Analık. Annelik. |
mâderzâd |
f. Anadan doğma. Anadan doğduğu gibi. |
madg |
Çiğneme. Ağızda çiğneyiş. |
madgare |
Mukabil iki tarafın şiddetli hücumları ile meydanda gelen savaş. |
madhek |
Maskara. Gülünecek şey. Soytarı. Komik. |
madih |
(Medh. den) Öven, medheden. ◊ Keskin. |
madiyan |
f. Dişi at. Kısrak. |
madreb (madrib) |
(C.: Madarib) Darb edilecek, vurulacak yer. * Kakma, çakma yeri. |
madrebe |
Kılıncın ağzı. |
madrub |
Vurulmuş. Döğülmüş. Çarpılmış. Darbolunmuş. * Damgalanmış. *Mat.: Darbedilen (çarpılan) sayı. |
madrubeyn |
Mat: Birbirine çarpılan iki sayıdan herbiri. |
madrus |
Örülerek yapılmış. Örülmüş şey. |
mafsal |
Tıb: Vücuddaki kemiklerin ekli olan oynak yerleri. Eklem. |
maftur |
(Fıtrat. dan) Yaradılışta olan. Fıtratta bulunan. * Yaradılmış. |
magabbe |
Akıbet, son, netice. |
magabin |
(Magben. C.) Kasıklar, uyluk kemikleri. |
magabit |
İmrenilme. Gıpta edilme. |
magafir |
(Miğfer. C.) Çelik başlıklar, miğferler. ◊ Çirkin kokulu bir zamk. |
magak |
f. Çukur. |
magakçe |
f. Küçük çukur. Çukurcuk. |
magale |
şer, kötü. |
magalib |
Üstün gelen, galebe eden. |
magalik |
(Mağlak. C.) Kilitler, sürmeler. |
magamiz |
(Magmaz. C.) Karanlık yerler. Karanlık ve çukur yerler. ◊ Ayıplı, ayıplanmış. |
magani |
(Magni. C.) Evler, hâneler, menziller. |
maganim |
(Magnem. C.) Ganimetler. Düşmandan ele geçirilen mallar. |
magarat |
(Magare. C.) Mağaralar. |
magare |
(C.: Magarât) Mağara. |
magarib |
(Magrib. C.) Batılar, magribler, garplar. * Akşamlar. |
magarim |
(Magrem. C.) Diyetler. * Ödenecek borçlar. |
magaris |
(Magris. C.) Fidanlıklar, fidan bahçeleri. |
magas |
(C: Emgâs) Kıymetli iyi deve. |
magasil |
(Magsel ve Magsil. C.) Gusülhâneler, yıkanılacak yerler. |
magavir |
(Mugâvir. C.) Kıtal eden, harbeden, çarpışan. |
magazi |
Muharebeye âit hikâyeler. Gazâ hikâyeleri. * Savaşlar, muharebeler, gazalar. |
magazin |
Çeşitli mevzulardan bahseden resimli mecmua. |
magbat |
(C.: Magabit) Gıpta edilecek ve imrenilecek yer. |
magben |
(C.: Magabin) Uyluk kemiği. Kasık. |
magbun |
(Gabn. dan) Alışverişte aldanmış olan. * Şaşkın. Şaşırmış. |
magbuniyet |
Şaşkınlık. |
magbut |
(C.: Magabit) İmrenilmiş, gıpta edilmiş. |
magd |
Kurutan otu. * Yerüç otu. |
magdub |
Hiddet ve gadaba uğramış. Doğru ve hak dini tanıyamamış ve rahmetten mahrum kalmış. Lütf-u İlâhîden mahrum olmuş. * Fık: Gasbolan mal. |
magduben |
(Gadab. dan) Öfke ve hiddet ile. Gadap ile. |
magdubun minh |
Fık: Malı gasbolan kimse. |
magdur |
(Mağdur) Gadre, haksızlığa uğramış ve gadir görmüş. |
magdure |
Mağdur kadın. Haksızlığa uğramış ve gadir görmüş kadın veya kız. |
magduriyyet |
Mağdurluk. Gadre uğramış kimsenin hali. |
magfele |
Dudak altında biten kılların çevresi. |
magfiret |
(Mağfiret) Cenab-ı Hakk'ın kullarının günahlarını örtmesi, affetmesi, rahmeti ile lütfu. |
magfur |
(Mağfur) Rahmetlik olmuş. Günahlarının afvı için kendine dua edilmiş olan. Allah'ın, kendisini affı için dua edilen ölmüş kimse. |
magib |
Kaybolma. |
magin |
Mazaryon otu. |
magiz |
İçinde ağaç bitmiş olan su birikintisi. |
magl |
Yürek ağrısı, kalp ağrısı. |
maglak |
Kilitlenecek yer. |
maglata |
Mugalata. Boş ve mânasız söz. Zihin yanıltmak için söylenen saçma sapan söz. |
magle |
Yılda iki kez doğuran koyun ve keçi. |
maglub |
(Mağlub) Yenilmiş. Kendisine galib gelinmiş. Yenilen kimse. |
maglubane |
f. Mağlub olana yakışır surette. Yenilmiş bir kimseye uygun şekilde. |
maglubiyyet |
Yenilme. Bir kuvvetlinin idaresi altında bulunuş. |
magluk |
Kapalı. Kilitli. |
maglul |
Susuz kalmış. Su sıkıntısında bulunan. * Eli bağlı. Zincirle bağlanmış kimse. * Hapsedilmiş olan. |
magma |
yun. Jeo: Yanardağlardan çıkan hamur kıvamındaki yoğun madde. |
magmag |
Boğaz düdüğü. * Yemeği yağlı yapmak. |
magmaga |
Karışmak, ihtilat. |
magmas |
(C: Megâmıs) Çok fazla çukur olan yer. |
magmum |
Gamlı. Kederli. Tasalı. Sıkıntılı. * Bulutlu. Kapalı. |
magmumâne |
Kederlice. Gamlı olarak. * Mübhem olarak. |
magmumiyet |
Kederli, gamlı olma. * Hava bulutlu ve kapalı olma. |
magmur |
Şöhretsiz. Adı sanı silinmiş olan. * Harap. Yıkık. |
magmuriyet |
Mağmurluk, viranlık, haraplık. * Adı sanı kaybolmuş. |
magmuz |
Kabâhatli, suçlu. |
magn |
(C: Megân) Menzil. |
magna |
Durmak. |
magnatis |
Mıknatıs. |
magnem |
(C.: Maganim) Ganimet. Harpte düşmandan ele geçirilen mal. |
magnetik |
yun. (Manyetik) Mıknatıs gibi çekici kuvveti olan. |
magre |
(C: Migrât) Aşı dedikleri kırmızı balçık. |
magrefe |
Geniş yer. |
magrem |
Bir şeye çok düşkün, haris kimse. Tutkun. Aşık. * Borçlu. * Zarar, ziyan. * Cürüm, cinayet. |
magres |
Fidan bahçesi. Fidanlık. |
magrib |
(Mağrib) Batı taraf. Garb. Güneşin battığı cihet. Akşam vakti. Afrikanın şimâl tarafı. Türkiye'ye nisbetle garbda bulunan Fas, Tunus, Cezayir ve İspanya tarafı. |
magruk |
Gark olmuş. Suda batmış olan. |
magrukîn |
(Mağruk. C.) Suda Boğulanlar. |
magrur |
(Mağrur) Gururlu. Boş bir şeye güvenen. Fâni ve faydasız şeylere güvenip kendini aldatan. Mütekebbir. Kibirli kimse. Müteazzım. |
magrurane |
f. Gururlanarak. Kendini beğenircesine. Kibirlenerek. Güvenilmesi boş olan şeye güvenip kendini aldatırcasına. |
magruren |
Gururlanarak. Güvenerek, itimad ederek. * Aldanarak. |
magruriyet |
Gururluluk, kibirlilik. * Bir şeye itimad edip, güvenip aldanma. * Kibirlenme, gurulanma, övünme, tefahhur, tekebbür. |
magrus(e) |
(Gars. dan) Toprağa dikilmiş. |
magruz |
Taze. Bayatlamamış ve bozulmamış. |
mags |
Bağırsak ağrısı. |
magsel |
(C.: Magasil) (Gasl. den) Gusülhâne. Ölü yıkanan yer. |
magşi |
(Gaşy. den) Baygın. Gaşyolmuş. Kendinden geçmiş. |
magşiyane |
f. Bayılmış gibi, baygıncasına. |
magşiyy |
Aklı gitmiş hayran kimse. |
magşiyyen |
Bayılmış olarak, baygın bir halde. |
magşiyyün aleyh |
Bayılmış, baygın. |
magsub(e) |
(Gasb. dan) Zorla ve cebren alınmış. Gasbolunmuş. |
magsul |
Gaslolmuş. Yıkanmış. Gusletmiş. |
magşuş |
Katışık. Karışık. Saf olmayan. |
magşuşe |
Gümüş ve bakır karışığı akçe. |
magşuşiyyet |
Halis ve saf olmayış. Karışıklık. |
magt |
Çekmek. |
magtus |
Su, gaz veya hava gibi şeylerin içine batırılmış. |
magtuş |
Karanlık yer. |
maguse |
Medet gelmek, yardım gelmek. |
magv |
Kedi miyavlaması. |
magz |
Beyin. * Öz. İç. Lüb. İlik. * Dimağ. |
magza |
Maksad, gaye, meram, istek, arzu. * (C.: Magazi) Harb hikâyeleri. Muharebe ve gazaya ait hikayeler. * Savaş, muharebe, gaza, harb. |
magzab |
Gazap edecek yer. |
magzebe |
Hiddetlenme, öfkelenme, kızma. * Hiddet ve gazabı icâb ettiren şey. |
magzub |
(Bak: Magdub) |
mah |
Mahveden. * Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) bazı kitablarda geçen bir ismidir. Nübüvvet ve risaletinin nuru, küfür karanlıklarını mahvettiğinden bu isim verilmiştir. ◊ (Meh) f. More… |
mah be mah |
Aydan aya. |
mahabib |
(Mahbub. C.) Sevilen ve muhabbet edilenler. Mahbublar. |
mahabir |
(Mahber. C.) Mürekkep hokkaları. |
mahabis |
(Mahbus. C.) Hapsedilmişler, mahbuslar. Bir yere kapatılmış olanlar. ◊ (Mahbes. C.) Ceza evleri, zindanlar. Hapishaneler. |
mahabiz |
(Mahbeze. C.) Ekmekçi fırınları. |
mahacce |
Geniş yol. |
mahacir |
(Mahcer. C.) Göz çukurları. |
mahadim |
(Mahdum. C.) Mahdumlar, oğullar. |
mahafet |
Korku. Korkmak. |
mahafetullah |
Allah korkusu. |
mahaffe |
Mahfe. Deve veya katır üzerine konan ve içinde iki kişi oturabilecek yeri olan kapalı mahmil. |
mahafil |
(Mahfil. C.) Mahfiller. * Toplantı yerleri. Oturulup görüşülecek yerler. * Büyük câmilerde eskiden hükümdarlara veya müezzinlere ayrılmış ve etrafı parmaklıklarla çevrilmiş olan yerler. |
mahafir |
(Mihfer. C.) Beller, kazmalar. |
mahak |
Her arabî ayın son üç gecesi. |
mahakim |
Mahkemeler. |
mahakk |
Mehenk. Ayar taşı. |
mahale |
Çare, tedbir. * Hile. |
mahalib |
(Mahleb. C.) Yırtıcı hayvanların tırnakları, çengelli pençeleri. |
mahall |
Yer. Mekân. Cây. |
mahâll |
(Mahall. C.) Yerler. Mekânlar. |
mahalle |
(C.: Mahallât) Şehir ve kasabaların bölündüğü parçalardan herbiri. |
mahalletan |
Çömlek ve değirmen. |
mahallî |
Bir yere mahsus. Yerli. |
mahamid |
(Mahmedet. C.) İyi ve güzel huylar. İyi hasletler. * Şükürler, senâlar, medihler. Şükür edilmeğe değer davranışlar. |
mahamil |
Deve üzerine konan oturulacak sepetler. Mahmiller. * Kılınç bağ askıları. * İhtimâller. |
mahane |
f. Aylık maaş. |
maharet |
(Bak: Mehâret) |
maharib |
(Mihrâb. C.) Mihrâblar. |
maharic |
Çıkacak yerler. Huruc edecek yerler. |
maharim |
(Mahrem. C.) Mahrem olanlar. Haram olan şeyler. |
maharit |
(Mahrut. C.) Mahruti şekilller. Koniler. |
mahas |
Udul etmek, dönmek. |
mâhasal |
Hâsıl olan, meydana gelen. * Netice, sonuç. |
mahasin |
(Mehâsin) İyilikler. İyi ahlâklar. * İnsanın vücudunda hüsün ve cemal yerleri. * Güzel tavırlar. * İnsanın yüzüne güzellik veren bıyık ve sakal. |
mahaşşe |
Kıç, dübür, makad. |
mahatim |
(Mahtum. C.) Bağlanmış ve kilitlenmiş şeyler. * Mühürlenmiş şeyler. |
mahatt |
Konak, menzil. Yolculuk esnâsında inilip durulacak yer. |
mahatta |
İstasyon. |
mahavif |
(Mahuf. C.) Tehlikeli ve korkulu yerler. |
mahavir |
(Mihver. C.) Mihverler, eksenler. |
mahayil |
Alâmet, işaret. * (Mahile. C.) Hayâl eserleri. |
mahaz |
Su akacak yer. * Tıb: Doğum ağrısı. Doğum esnalarında gelen sancı. |
mâhâzâ |
Bu nedir? * Bu değil. |
mâhazar |
Daha evvelden hazır olan. Hazır olarak ne varsa. |
mahazi |
Rezalet ve kepazelik sebebi olan kötü huylar. |
mahazil |
(Mahzul. C.) Rezil ve kepaze olmuş kimseler. |
mahazin |
(Mahzen. C.) Mahzenler, sığınaklar, bodrumlar. |
mahazir |
(Mahzur. C.) Korkulacak ve sakınılacak şeyler. Maniler, engeller. ◊ (Mahzar. C.) Mahzarlar, mürâcaatlar. Umumi istidatlar. |
mahazz |
Kat'edecek, kesecek yer. |
mahba |
(C: Mehâbi) Elbise saklayacak mevzi. Kiler. |
mahbel |
Hayvanın gebelik zamanı. |
mahber |
(Mahbere) Mürekkep hokkası. Divit. |
mahbes |
Hapishane. Hapsedilen yer. Cezaevi. |
mahbez |
(C.: Mahâbiz) Ekmekçi dükkânı. Ekmekçi fırını. |
mahbub |
Muhabbet edilen. Sevilen. |
mahbubat |
Sevilenler. Sevgililer. |
mahbube |
(Hubb. dan) Sevilmiş veya sevilen kadın. Muhabbet edilen kadın veya kız. * Vaktiyle çok kıymetli ve pahalı olan lâle cinsinden bir çiçek. |
mahbubiyyet |
Sevilen olmak. Mahbub olmaklık. Sevilecek hâlde bulunuş. |
mahbuk |
Katı, şiddetli, şedid. |
mahbun |
Kıtlık için saklanan şey. * Edb: İkinci harfi düşürülmüş vezin. |
mahbus |
Hapsedilmiş olan. |
mahbushane |
f. Cezaevi, hapishâne, zindan. |
mahbusîn |
(Mahbus. C.) Hapsolunmuş kimseler. Bir yere kapatılmış olanlar. |
mahbusiyet |
Hapislik, mahbusluk. Hapis kalınan müddet. |
mahc |
Cima etmek. * Kovayı azıcık çekip yine dolsun diye suya vurmak. ◊ Soymak. * Yontmak. |
mahcah |
Lâyık olacak mevzi. |
mahçe |
f. Minare, kubbe, sancak gibi şeylerin başına konulan hilâl. |
mahçehre |
f. Ay yüzlü. (Aslı: Mâhçihre'dir.) |
mahcer |
Ev, hane. Hususi yer. * Göz çukuru. |
mahcir |
(C: Mehâcir) Göz çukuru. * Gözün çevre yanı. Yüzde perde varken gözden ve etrafından görünen yerler. * Bahçe. |
mahcub |
Utanan. Utangaç. * Perdeli, örtülü. Kapalı. * A'ma. * Yaşmak veya perde ile mestur olan. |
mahcubâne |
f. Utanarak, utanmış bir hâlde. Sıkılganlıkla. |
mahcube |
Namuslu ve utangaç kadın veya kız. Sıkılgan kadın. * Kapı ardına konulan ağaç. |
mahcubiyet |
Utangaçlık, sıkılganlık, mahcubluk. |
mahcuc |
Kasdolunmuş olan. * Çok gidilip gelinen. * Delil ve bürhanla isbat edilmiş olan. * Mekke-i Mükerreme'nin bir adı. * Kendi yerine hacca gidilmiş olan. |
mahcucun anh |
(Bak: İhcac) |
mahcur |
(Hacr. den) Huk.:Hacir altına alınmış, malını kullanmaktan men' edilmiş, hacredilmiş. |
mahcuz |
(Hacz. den) Huk.:Hacz edilmiş. Mahkeme kararıyla rehin altına alınmış. |
mahdem |
Baldırın köstek takacak yeri. |
mahdu' |
Hileye aldanmış olan. Kandırılmış kimse. * Boyun damarı kesilmiş kişi. |
mahdud |
Tesviye edilmiş. Silinmiş, düzgün. * Meyvesi çok olup da dalları eğilmiş. ◊ Sınırlanmış, çevrilmiş. Az sayılı. Hududlanmış. ◊ Dikeni kesilmiş ağaç. |
mahdudiyet |
Sınırlılık. Darlık. |
mahdum |
Oğul. Evlâd. * Kendisine hizmet olunan. Efendi. |
mahdumiyet |
Mahdumluk, oğulluk, evlâtlık. * Efendilik. |
mahdure |
Örtülü ve kapalı kadın veya kız. |
mahduş |
Vesveselendirilmiş, kuşkulandırılmış. * Tırmalanmış. |
mahe |
f. Matkap, burgu. |
mahfas |
Yuva. |
mahfaza |
(Hıfz. dan) Küçük kutu, kap. Zarf. |
mahfed |
(C: Mehâfid) İkamet yeri. Oturulan yer. * Bir renk cinsi. |
mahfel |
(C: Mehâfil) Dernek yeri. |
mahfî |
Gizli, saklı. |
mahfil |
(C.: Mahâfil) Toplanılacak yer. Toplantı ve görüşme yeri. * Büyük câmilerde eskiden pâdişahlara veya müezzinlere ayrılmış olan etrâfı parmaklıklarla çevrilmiş yüksekçe yer. |
mahfiyyen |
Gizlice. Gizli ve saklı olarak. |
mahfuf |
Zarar gelmesin diye etrafı çevrili, kuşatılmış. |
mahfuk |
Hafakanlı, ikide bir yüreği oynıyan. |
mahfur |
Kazılmış toprak. Hafriyat olunmuş. |
mahfuz |
(Hıfz. dan) Hıfzolunmuş, saklanılmış. * Ezberlenmiş. Hafızaya alınmış. * Korunup gözetilmiş. * Gizlenmiş, saklanmış. ◊ Alçalmış veya alçatılmış. |
mahfuz liman |
Bütün rüzgarlara kapalı olan ve her türlü hâllerde emniyet ile barınmağa müsâit bulunan limanlar. |
mahfuzat |
(Mahfuz. C.) Mahfuz olunmuş, gizlenilmiş şeyler. * Hıfzedilip ezberlenmiş şeyler. |
mahfuzen |
Polis veya jandarma gibi resmi bir muhafaza altında olarak. |
mahh |
Yumurtanın akı. |
mahi |
(Mahv. den) Yok eden, mahveden, perişan eden. ◊ f. Balık. Semek. |
mahic |
Sâfi, saf, katıksız. |
mahiciyy |
Palan vurdukları at. |
mahidan |
f. Balık havuzu. |
mahifüruş |
f. Balık satan. Balıkçı. |
mahigir |
f. Balık tutan. Balık yakalayan. Balık avlayan. |
mahihar |
f. Balık yiyen. Balık avlayan, balıkçıl. |
mahik |
(Mahk. dan) Yok eden. Silen. Ortadan kaldıran. |
mahile |
(C.: Mahâyil) Düşünmeğe sebebiyet veren işaret, alâmet. |
mahin |
(C.: Mihne-Mihan) Hizmetkâr. |
mahir |
Becerikli, hünerli, san'atkâr. |
mahirane |
f. Ustaca, ustalıkla, maharetle. |
mahîs |
Kaçacak yer. Kaçamak. * Kurtulmak. |
mahiyan |
(Mâh. C.) Aylar. * (Mâhî. C.) Balıklar, semekler. |
mahiyane |
f. Ay hesabıyla verilen ücret. Aylık. |
mahiyat |
Mahiyetler. Esaslar. Hakikatlar. İç yüzleri. |
mahiyet |
Bir şeyin içyüzü, aslı, esası. Bir şeyin neden ibâret olduğu, künhü, esası, hakikatı. |
mahiyye |
Aylık. |
mahiz |
(C: Muhaz) Ağrısı tutmuş hâmile kadın. |
mahîz |
Hayız hali zamanı. (Bak: Hayız) |
mahîza |
(C: Mehâyız) Hayız bezi. |
mahk |
Gidermek. * İptal etmek, saymamak. * Eksik, noksan. ◊ İnat etmek. * Birbirini tutup çekmek. |
mahkede |
İkamet mevzii, oturulan yer. |
mahkeme |
(Hüküm. den) Dâvaların görülüp hükme, karara bağlandığı yer. İcra-yı adalet için çalışan resmî daire. |
mahkî |
Hikâye olunmuş. Anlatılmış. Rivayet olunmuş olan. |
mahkiyyun anh |
Kendisinden bahsedilen, kendisinden anlatılan. |
mahkud |
Hased edilen, hased olunan. |
mahkuk |
Hakkedilmiş. Sert bir şey üzerine sert kalemle kazılarak yazılmış. |
mahkûm |
Aleyhinde hüküm verilmiş olan. Dâvayı kaybedip cezalanan. * Birisinin hükmü altında bulunan. * Zorunda ve mecburiyetinde olma. Katlanma. |
mahkun |
Suçsuz, masum. |
mahkur |
(Bak: Muhakkar) |
mahl |
Kıtlık, kaht. |
mahlas |
Nâm. Lâkab. Bazı muharrirlerde olduğu gibi, isme ilâve edilen başka bir isim. * Halâs olacak, kurtulacak yer. |
mahlasname |
şiir söylemeye yeni başlayan bir şâire, usta şâir tarafından mahlas verildiğine dair yazılan manzume. |
mahleb |
(C: Mahâlib) Kedi, arslan gibi hayvanların pençesi. ◊ Bal. * Süt sağacak kap. * Bir cins ot. |
mahlece |
(C: Mehâlic) Hallaçların yün ve pamuk attıkları yer. |
mahlefe |
Söğütlük. |
mahlu |
Hal' edilmiş. Tahtından indirilmiş padişah. * Reddedilmiş olan. |
mahlub |
Sağılmış hayvan. |
mahluc |
(Pamuk gibi) Atılmış, hallaçlanmış. |
mahluce |
Rey ve fikri doğru olmak. |
mahluf |
Yemin etme, and içme, kasem etme. |
mahluk |
Yaratılmış. Yoktan var edilmiş olan. ◊ Traş olmuş. |
mahluka |
Başkasının olup da benimsenen manzum parça. |
mahlukat |
(Mahluk. C.) Yaratılmışlar. Mahluklar. Allah'ın yarattığı şeyler. |
mahlul |
Çözülmüş, dağılmış. Hallolmuş, erimiş. * Murisi ölen sahipsiz mal. Mirasçısı bulunmayıp hükümete kalan miras. ◊ Delinmiş. * Öbür tarafına işlenmiş olan şey. |
mahlulat |
Mirasçısı olmadığı için evkâfa veya hükümete kalan miraslar. |
mahluliyet |
Mahlul olma hali, mahlulluk. |
mahlut |
(Halt. dan) Karıştırılmış. Katılmış. Karışık. |
mahluta |
Bulgurla karışık mercimek çorbası. |
mahmasa |
Azlık. * Açlıktan zayıf düşme. |
mahmel |
Üzerine yük konulan şey. |
mahmi |
Korunan, himaye gören. Hıfzolan. |
mahmidet |
(C.: Mahâmid) Övme, senâ etme, medhetme. |
mahmidetsâz |
f. Senâ ve medheden. |
mahmil |
Harameyne hacı kafilesi ile birlikte gönderilen hediyeler. * Deve üzerine konulan sepet. Mahfe. Sürre. * Bir ibareye hamledilen mâna ihtimâllerinden her birisi. |
mahmiye |
(Himâye. den) Bir şeyi koruma, muhafaza ve himâye etme. * (Muhâfazalı) büyük şehir. |
mahmud |
Medh olmaya müstehak, medhe lâyık. Öğülmüş, medh ü senâ olunmuş. * Peygamberimizin isimlerindendir. * Tar: Ebrehe'nin Kâbeyi yıkmak için getirdiği filin adı. |
mahmudiye |
Sultan 2. Mahmud adına yapılan ve kalyon büyüklüğünde olan eski bir harp gemisi. * Sultan 1. Mahmud zamanında basılan 23 ayar altın. * Sultan 2. Mahmud zamanında basılan ve yirmibeş gümüş More… |
mahmul |
Yüklenilmiş. Hamlolunmuş. Bir şey arkasına yüklenmiş olan. Üzerine alınmış. * Gr: Bir cümlede fâile yükletilen işi, oluşu veya hâli gösteren fiil. * Man: Müsned, haber. 'İnsan More… |
mahmule |
Yük. Hamule. |
mahmulen |
Mahmul olarak, yüklü olarak. |
mahmum |
Hummaya, sıtmaya tutulmuş. Sıtmalı olan. Ateşli olan. Mecnun. Saçma sapan konuşan. |
mahmumane |
f. Sayıklarcasına, sayıklıyarak. * Ateşler içinde, ateşli olarak. |
mahmur |
(Hamr. dan) Sarhoşluğun verdiği sersemlik. * Uyku basmış ağırlaşmış göz. Baygın göz. |
mahmurane |
f. Baygın bir şekilde. Mahmurcasına. |
mahmuz |
(Mihmaz. dan) Binilen hayvanın sür'atini arttırmak maksadıyla dürtme için potin yahut çizmenin ökçesine takılan demirden yapılmış âlet. * Kovanların çerçevelerine peteği tesbit etmek More… |
mahn |
Kuyudan su çıkarmak. * İmtihan etmek. * Bahşiş vermek. * Vurmak. ◊ Cima etmek. * Ağlamak. * Kuyudan su çekmek. * Uzun boylu adam. |
mahnak |
Boğazın boğacak yeri. |
mahniye |
(C: Mehâni) Derenin dar ve kısık yeri. |
mahnuk |
Boğulmuş. Boğazı sıkılmış. Boğuk. |
mahnukan |
Boğazı sıkılarak, boğulmuş olarak. |
mahnun |
Sar'alı. Cin taifesi dokunmuş hasta. Mecnun. |
mahpare |
f. Pek güzel kimse. * Ay parçası. |
mahperver |
f. Mehtaplı. |
mahpeyker |
(Bak: Mehpeyker) |
mahr (muhur) |
(C: Mevâhır) Yarmak. * Yükseltmek. * Rüzgârın çıkardığı gürültü. |
mahra |
Değerli ve itibarlı insan. * Uygun, münâsib ve elverişli şey. |
mahrab |
(C: Mehârib) Cenk edecek, dövüşülecek yer. |
mahref |
Bostan. Hurmalık. * Yemiş sepeti. |
mahrefe |
Yol. |
mahrek |
Koz: Bir gezegenin bir devrede üzerinden gittiği farzedilen dâirevi hat, hareket yeri. Mermi yolu. ◊ (Mahrak) Yakılacak yer. Bir şeyin yandığı yer. |
mahrem |
Gizli. * Dince ve şer'an müsaade olunmayan. * Birisinin hususi hâllerine ait gizli sır. * Nikâh düşmeyen, evlenilmesi haram olan yakın akraba. (Baba, dede, anne, nine, erkek ve More… |
mahreman |
(Mahrem. C.) Sırlar. Gizli şeyler. Esrar. * Sırdaşlar. |
mahremane |
f. Gizli ve saklı olarak. Mahrem bir tarzda. |
mahremiyyet |
Gizlilik. Mahrem olma hali. |
mahru |
(C.: Mâhruyân) f. Ay yüzlü. Yüzü ay gibi parlak olan. Güzel. |
mahrub |
Mahrum edilmiş. Elinden varı yoğu alınmış. Bomboş bırakılmış. ◊ Harabedilmiş, dağıtılmış. |
mahruf |
Toplanılmış devşirilmiş meyve. |
mahruk |
Yanan. Yanmış. |
mahrukat |
Yakılacak madde. Yanan şeyler. |
mahrum |
Maddi veya manevi nimetlerden uzak kalmak. * Malı bereket bulmaz olan bedbaht. Felâhtan nasibsiz olan. * İffetinden dolayı zengin zannedildiğinden sadakadan mahrum olan. |
mahrumane |
Mahrumcasına. Bahtsız ve nasipsizcesine. |
mahrumiyyet |
Elde edemeyiş. Yokluk. Mahrumluk. İstediğini elde edememe. |
mahrur |
Hararetli. Ateşli. İçi hararetli olan. |
mahrurâne |
f. Ateşli ateşli. Hararetli bir surette. |
mahrus |
Himâye edilen. Korunan. Gözetilen. ◊ Hırsla istenilmiş. |
mahrusa |
Büyük şehir. |
mahrut |
Geo: Tabanı daire olup, yan kenarları bir noktada birleşen geometrik şekil, koni. ◊ Kasnı denilen zamkın ağacı. |
mahrutî |
Mahrut şeklinde olan. Altı daire ve üstü sivrilerek bir noktada birleşen, huni şeklinde olan. Konik. |
mahrutiyyet |
Mahrutilik, konik olma hâli. |
mahruyan |
f. Güzeller, ay yüzlüler. * Mc: Veliler. Allah'a itaatten ayrılmayan manevî güzellik sâhibi kimseler. |
mahruz |
Kepâze, rezil, rüsvay, aşağılık, âdi. İtibarsız. |
mahs |
Hâlis olmak, saf ve katışıksız olmak. ◊ Hayaları çıkarılmış. İğdiş edilmiş. |
mahş |
Yakmak. |
mahsad |
Ekini biçilmiş yer. |
mahsebe |
şüphe etme, şüphelenme, sanma. |
mahser |
Huy, tabiat. |
mahşer |
Toplanma yeri. Kıyametten sonra insanların tekrar dirilip toplanmaları ve toplandıkları yer. Haşir meydanı. * Çok kalabalık. |
mahsub |
Sayılmış. Hesaplanmış. Hesabına kaydedilmiş. * Bir zata mensub kabul edilen. ◊ Kızamık çıkarmış kişi. |
mahşub |
Kesilmeye elverişli olmadan kesilen ağaç. |
mahsubât |
(Mahsub. C.) Hesab edilmiş olanlar. Hesaba dahil edilmişler. |
mahsuben |
Hesaplanarak. Hesaplı olarak. Hesabına kaydedilerek. |
mahsubiyet |
Mahsubluk, mensubluk. |
mahsud |
Kendine hased edilen. Kıskanılan kimse. ◊ Biçilmiş ekin. * Ekini biçilmiş tarla. |
mahşud |
Toplanmış. Yığılmış. |
mahsuf |
Husufa uğramış. Gölgelenmiş. Perdelenmiş. |
mahsul |
Husul bulan. Hâsıl olan. * Elde edilen şeyler. * Toprak ve hayvanlardan elde edilen şey. |
mahsulât |
(Mahsul. C.) Mahsuller. Hâsılat. Tarladan, bahçeden veya hayvanlardan elde edilen gıda maddeleri. |
mahsuldar |
f. Verimli, bereketli. Mahsul veren. |
mahsun |
İstihkâmlı. Kuvvetlendirilmiş. Sarp, sağlam ve metin kılınmış. |
mahsur |
Etrafı çevrilmiş. Muhasara altına alınmış. Hasrolunmuş. Hududlanmış. Kuşatılmış. ◊ Fersiz göz. Yorulmuş, uzun uzadıya bakmaktan donuklaşmış ve göremez olmuş göz. |
mahşur |
Toplanmış. |
mahsus |
Ayrılmış, tâyin edilmiş. * Herkese âit olmayıp bazılara âit olmuş olan. Yalnız birine âid olan. Hususileşmiş. Müstakil. * Bile bile, istiyerek. * Yalandan, şakadan, lâtife olarak. More… |
mahşuş |
(Haşşe. den) İçine girilmiş. * Buğzedilmiş. * Gizlice bir şey verilmiş. * Karalanmış. ◊ Kuru ot. |
mahsusa |
Mahsus, hususi. |
mahsusat |
Gözle görülen, hisle anlaşılan şeyler. (Ma'kulât'ın zıddı) |
mahsusen |
Ayrıca, bile bile, mahsus olarak. |
mahsusiyet |
Mahsusluk. Hususi olma hâli. |
mahşüv |
Fazla. * İçi doldurulmuş. |
maht |
Çıkarmak. * Çekmek. ◊ şiddetli. |
mahtab |
(C: Mehâtıb) Odun yığacak yer, odunluk. ◊ (Bak: Mehtâb) |
mahtam |
(C: Mehâtım) Burun. |
mahtid |
Kişinin durduğu mekân. |
mahtube |
Evlenmek için istenilen kadın. |
mahtum |
Mühürlenmiş. Damgalanmış. * Kilitlenmiş. * Bağlanmış. |
mahtumane |
f. Bir kitabı hatmettikten sonra verilen ziyafet. |
mahtun |
Sünnet olunmuş. Hitan edilmiş. |
mahtur |
(Hatar. dan) Hatara, tehlikeye yakın. * Düşünme. Fikir ve endişe. |
mahtut |
(Mahtute) Çizilmiş. Çizgilenmiş. Yazılmış. |
mahudane |
Bir ot adı. |
mahuf |
Korkulu. Tehlikeli. |
mahule |
Kocası ölmüş kadın. |
mahur |
f. Kumarhâne. Meyhâne. |
mahuza |
Temiz. İtibarlı, şerefli, asil. * Saf, hâlis, katıksız. |
mahv |
Harab olma. Yıkılma. Ortadan kalkma. Çökme. Bozulma. * Tas: Beşeri noksanlıklardan kurtuluş hâli. |
mahv ve sekir |
Fenafillâh makamında kendi varlığını hiç görmek ve bu mânevi hâlin zevk ve te'sirinden ruhi bir coşkunlukla kendinden geçme hâli. |
mahva |
Secdede karnını uyluklarından çekip ayıran kimse. |
mahvar |
f. Ay gibi. |
mahvare |
f. Aylık maaş. |
mahve |
Kuzey rüzgârı. |
mahveş |
f. Ay gibi. |
mahviyyet |
Alçak gönüllülük. Tevâzu. Kendi kusurunu bilip kendine haddinden fazla kıymet vermemek. Tevâzu içinde olmak. |
mahy |
Gidermek. |
mahya |
Ramazanlarda, kandillerde veya bayramlarda çifte minâreli olan camilerde iki minare arasına gerilen ipe asılmak suretiyle ışıklarla yazılan yazı veya yapılan resim. * Dam çatısında iki eğik More… |
mahyane |
f. Aylık. Aydan aya verilen maaş. |
mahyere |
Muhayyerlik, beğenip seçmede serbestlik. |
mahz |
Safi ve hâlis. Katıksız. Sırf. Hâs. Hulus ile muhabbet. * Tâ kendisi. * Sadece. * Su katılmamış hâlis süt. ◊ Yoğurdu çalkalayıp yağını almak. ◊ Nikâh. |
mahza |
Ancak. Yalnız. Tek. * Sâde. Hâlis. Katıksız. Tam. |
mahzan |
Ancak. Yalnız. Sadece. Tek. |
mahzane |
Güvercinlik. |
mahzar |
(Huzur. dan) Hazır olma. Gösteriş, görünüş. * Huzur yeri. Büyük bir insanın önü. * Birçok kimse tarafından imzalı dilekçe. * Mahkeme sicili. |
mahzem |
(C.: Mehazim) Atın kolan yeri. |
mahzen |
Hazine ve define gibi şeyleri koyacak yer. * Erzak yeri. * Bodrum. Yeraltı. ◊ Yalnız, ancak, tek. |
mahzî |
Kepâzelik ve rüsvaylığa sebep olan huy. Rezil olmağa sebebiyet veren kötü huy. |
mahzu' |
Boyun eğmiş. |
mahzub |
Boyanmış. |
mahzud |
(Mahdud) Silinmiş, tesviye edilmiş. * Düzgün. * Meyvesinin çokluğundan dalları basıp bükülmüş. |
mahzuf |
Silinmiş. * Yerinden düşürülmüş. Kaldırılmış. Hazfolunmuş. * Edb: Noktasız harflerle yazılmış olan. (Bak: Mücerred) |
mahzul |
Hakir. Kıymetsiz. Perişan. Hor. Rüsvay. |
mahzulen |
Hakir, kepaze, rezil ve rüsvay olarak. |
mahzum |
Burnunun halkasıyla tutulan sığır ve deve. * Her delinmiş nesne. |
mahzun |
Tasalı. Kederli. Hüzünlü. Gamlı. ◊ Hazinede saklanan şey. |
mahzunane |
f. Kederlice, düşünceli, üzgünce. |
mahzuniyet |
Mahzunluk. Kederli ve kaygılı oluş. Üzüntülü olma. |
mahzur |
Hazer edilecek şey. Özür. Korkulacak şey. Müsaade olmayan. Mâni. Çekinilecek şey. ◊ (Hazr. dan) Haram. Memnu şey. Yasak olan şey. |
mahzurat |
Hazer edilip korunulacak şeyler. Yasak olanlar. Engeller. ◊ Yasaklar. Mâniler. Haram şeyler. |
mahzure |
(C.: Mahzurât) Şer'an yasaklanmış olan şey. Men ve haram edilmiş şey. ◊ Çekinme, sakınma, içtinâb etme. * Cidâl, muharebe. |
mahzuz |
Memnun. Hoşnud. Zevkli. Hoşlanmış. Hazzetmiş. |
mahzuzât |
Hoşa giden şeyler. Hazlar. |
mahzuziyet |
Mahzuzluk, hoşlanma, hoşa gitme. |
maî |
Su cinsinden. Akıcı, su renginde, mâvi. Katı ve sert olmayıp su gibi, akıcı olan. |
maîb |
(C.: Maâyib) Kusur, eksiklik, noksanlık. Leke. * Ayıplanmış. |
maic |
Dalgalı deniz. |
maide |
Yemek sofrası. Üzerinde nimetler bulunan sofra. Ziyafet. * Kur'an'ın 5. Suresinin adıdır ve Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. |
maidesâlâr |
f. Sofracı başı. |
maika |
Derin, amik. |
mâil |
Eğik. Bir tarafa eğilmiş. Eğri. * Meyilli. Hevesli. İstekli. * Düşkün. * Benzer. |
maîl |
Ehil, iyal, çoluk çocuk. |
mâile |
Coğ: Dağların bir yana doğru alçalıp giden taraflarından her biri. * Eğri, eğilmiş. |
mâiliyyet |
Eğiklik. Meyillik. |
main |
Saf, akar su. * Göz önünde akan su. * Cennet şerbeti. * Zâhir, görünen. * Göz değmiş, nazar değmiş. |
main mehin |
Zayıf, hakir su. * Meni. |
mais |
Ağaçları sık bitmiş olan yer. |
maişet |
(Ayş. dan) Yaşayış. Yaşama. Ömür. * Yaşamaya lüzumlu bulunan maddeler. |
maişetgâh |
f. Maişet yeri. Geçim te'min edilen yer. |
maiyyet |
Beraberlik. Arkadaşlık. * Yüksek rütbeli bir kimsenin emri altında bulunan hey'et. * Yan. Nezd. |
maiz |
Keçi. * Az miktar keçi. Ufak keçi sürüsü. ◊ (C.: Mevâız) Keçi. |
majüskül |
Büyüklük bakımından diğerlerinden biraz daha farklı olan harfler. |
mak |
(C: Amâk-Emâık) Göz pınarı. |
mak' |
Atmak. * Emmek. |
mak'ad |
Oturulacak yer. Minder. * Oturulduğunda bedene temel olan âzâ. Kıç. |
mak'ade |
Kurbağa. |
maka |
Hıyarşenber denilen nebat. |
makabih |
(Makbaha. C.) Çirkin ve yakışıksız davranışlar. |
makabir |
(Kabr. C.) Kabirler. Mezarlar. |
makade |
Davar yedmek. |
makadim |
(Makdem. C.) Geri gelmeler. Dönüp gelmeler. |
makadir |
Mikdarlar. Kısımlar. Ölçüler. * Muayyen ve mâlum olan kısımlar. ◊ (Ka, uzun okunur) Kuvvetler. Kudretler. |
makal |
Söz. Lâkırdı. Kavl. Söyleyiş. |
makalat |
(Makale. C.) Makaleler. Söz ve yazılar. Bahisler. |
makale |
Söylenen söz. Söyleme. Söyleyiş. Kelâm. Nutuk. * Bir bahsin kaleme alınışı. |
makalid |
(Ka, uzun okunur) Hazineler. * Kilitler. Anahtarlar. |
makalim |
(Maklem. C.) Ucu budanmış ve sivrilmiş şeyler. |
makam |
Durulacak yer. * Rütbeli yer. * Câh. Mesned. Mansab. * Musikide usul. Tempo. |
makamat |
(Makam ve makame. C.) Makamlar, mertebeler. * Cemaatler, cemiyetler, kalabalıklar, topluluklar. |
makame |
(C: Makamât) Meclis. * Topluluk, cemaat, cemiyet, kalabalık. * Nutuk tarzında söylenen sözler. |
makami' |
(Mikmaa. C.) Gürzler, topuzlar. |
makani' |
(Mıkna' ve Mıknaa. C.) Başörtüleri, eşarplar. |
makariz |
(Mikrâz. C.) Makaslar, kesecek âletler. |
makarr |
(Karar. dan) Karar yeri. Karargâh. Kararlı yer. Merkez. Pâyitaht. |
makasid |
Maksadlar, istekler, gayeler. Niyetler. |
makasim |
(Maksim. C.) Su taksim edilen yer. |
makasir |
(Maksure. C.) Bir hânedeki en mahrem taraflar. Bir evin en mahrem tarafları. * Câmilerde etrâfı parmaklıklarla çevrili yüksek yer. |
makass |
Makas. |
makati' |
(Ka, uzun okunur) Kesmeler. Kesişmeler. Kesişen yerler. * (Kat'. C.) Sözdeki veya nazımdaki durak yerleri. Heceler. |
makatil |
(Maktel. C.) Katlin yapıldığı yerler, öldürme fiilinin geçtiği yerler, makteller. |
makatir |
(Maktar. C.) Damlalar, katreler. |
makavid |
(Mekud. C.) Yularlar. |
makavil |
Sözler. Kaviller. Lisânlar. Diller. |
makazz |
Başın arka tarafından iki kulağın arası. |
makbah |
(C: Mekâbih) Çirkin olmak. Çirkin olacak yer. |
makbaha |
(C.: Makabih) Kabih, yakışıksız ve çirkin hareket. |
makber(e) |
(C.: Mekabir) Mezar. Kabir. |
makbiz |
Kılıcın ve yayın kabzası. |
makbuh |
Beğenilmeyen. Çirkin ve kabih görülen. |
makbuha |
Kabih olan ve hoşa gitmeyip beğenilmeyen hâl veya iş. |
makbul |
(Makbule) Kabul olunan. Beğenilen. Sevablı. ◊ Ayağı bağlı olan. |
makbuliyet |
Beğenilmişlik, makbullük. |
makbur |
(Kabr. den) Gömülmüş, defnedilmiş, kabre konulmuş. |
makbuz |
(Kabz. dan) Alınmış, kabzolunmuş. Alınan. * Daraltılmış, sıkılmış. * Bir şeyin alındığına karşı verilen imzâlı ve mühürlü kâğıt. |
makbuzat |
(Makbuz. C.) Alınan paralar. Satıştan veya borçlulardan toplanan paralar. |
makdem |
(C.: Makadim) (Kudum. dan) Dönüp gelme. Gelme. |
makderet |
(Kudret. den) Kuvvet, kudret, güç, zor. |
makdis |
Mukaddes yer. |
makdud |
Uzun boylu kişi. |
makduh(e) |
(Kadh. den) Beğenilmemiş, ayıp. |
makdunis |
Maydanoz. |
makdur |
Güç. Kuvvet. Kudret. * Takdir olunmuş. Allah'ın takdiri. Daha evvelden takdir olunmuş. |
makdurat |
(Makdur. C.) Takdir-i İlâhi olanlar. Güç ve kuvvet. Elden gelenler. Takdir edilenler. |
maket |
Fr. Bina, şehir gibi eserlerin, belirli bir ölçüde küçültülmüş modeli. |
makh |
Sür'at, hız. |
makhur |
(Kahır. dan) Kahredilmiş. Mahvedilmiş. Bozguna uğratılmış. Mağlub. Mahkum. Allah'ın (C.C.) gazabına uğramış. Yenilmiş. Hakaret görmüş. |
makhurane |
Kahr ve gazaba uğramış hâlde. Gazaba uğramış olanlara benzer şekilde. |
makhuriyet |
Kahrolmuşluk, ezilmişlik, bitkinlik. Allah'ın kahr ve gazabına uğrama. |
maki |
Coğ: Çalı ve küçük ağaçlarla kaplı arazi. |
makid |
Kesilmeyen ve daimi olan. |
makîl |
Öğle uykusuna yatılacak yer. Kaylule yeri. Rahat edecek yer. Kuşluk uykusu. |
makinist |
Makine ustası. Makineyi çalıştırmakla vazifeli kişi. |
makir |
Hile yapan. Mekreden. |
makis |
(Mâkise) Durup dinlenen, duraklayıp eğlenen. ◊ Öşür ve vergi toplayan kimse. |
makîs |
(Kıyas. dan) Kıyas edilebilen. Benzetilebilen. |
makit |
Dar yer. |
makît |
Buğz edilmiş. Mebğuz. Nefret edilmiş, sevilmemiş, menfur. |
makiyan |
f. Tavuk. |
makk |
Yarmak. |
makl |
Suya batırmak. * Nazar etmek, bakmak. |
makleb |
Kalbetme. Bir şeyin altını üstüne çevirme. * Kalbedilecek, çevrilecek veya değişecek yer. |
maklete |
Helâk olacak yer. |
maklu' |
Sökülmüş, kökünden çıkarılmış, kal' olunmuş. |
makluan |
Sökülerek, kökünden çıkarılmış olarak. |
maklub |
(Kalb. den) Altı üstüne çevrilmiş, kalbolunmuş. Ters döndürülmüş. Başka şekle sokulmuş. * Harfleri tersinden okunduğu zaman yine aynı olan kelime veya cümle. (Anastas mum satsana cümlesi More… |
maklubiyet |
Ters döndürülmüşlük, altı üstüne getirilmişlik. Maklub olma hâli. |
maklud |
Fitil gibi bükülmüş olan. |
maklum |
Yontulmuş ve kesilmiş olan. |
makluv (makliyy) |
Pişirilmiş kebap. |
makmaka |
Sözü boğazı içinden söylemek. |
makmene |
Lâyık ve münâsip olacak yer. |
makna' |
Kanaat edip râzı olacak yer. * Şâhid, adâlet şâhidi. |
maknat |
Ümit kesecek yer. |
maknee (makneut) |
Güneş görmeyen yer. |
makr |
Çok acı olmak. |
makrebe |
Hısımlık, yakınlık. Karâbet. |
makreme |
(Bak: Mikrame) |
makru' |
Okunan. Okunmuş olan. |
makruf |
Töhmetli kimse. * Yabana atılmış nesne. |
makruh |
Yaralanmış, kahredilmiş. Mecruh. |
makrun |
(Karn. dan) Ulaşmış. Kavuşmuş. Yakın. * Müsaadeye mazhar. * Çatık kaşlı olmak. |
makruniyet |
Yaklaşma. Yakınlık. |
makrut |
Selem ağacının yaprağıyla dibâgat olan gön ve sahtiyan. |
makruz |
(Karz. dan) Ödünç verilmiş. İkraz edilmiş. Borç olarak verilmiş. |
maks |
Suya dalmak. Daldırmak. |
maksad |
(C.: Makasıd) (Kasd. den) Kasdolunan ve istenilen şey. Merâm, gâye. |
maksal |
Mahsul ekilen yer. |
maksar |
Nihâyet, son, netice. |
maksara |
(C: Mekâsır-Mekâsir) Köşk, kasr. |
maksebe |
Sazlık, kamışlık. |
maksee |
Hıyar tarlası. |
maksim |
(C.: Makasim) Taksim edilecek, dağıtılacak yer. * Suyun kollara ayrılma yeri. Masluk, savak. |
maksud |
Kasdedilmiş. Kasdedilen. * İstenilen şey. İstek. Arzu. Gâye. |
maksüe |
Hıyar tarlası. |
maksum |
Taksim edilmiş, ayrılmış, bölünmüş. * Kısmet, nasib. |
maksur |
(Kasr. dan) Kasrolunmuş, kısaltılmış, kasılmış, alıkonulmuş. * Mahbus. * Kasrolunmuş nesne. * Gelinin üzerine tutulan duvak. * Gr: Bir kısım arapça kelimelerin sonunda yâ şeklinde yazılan, More… |
makşur |
Soyulmuş, kabuğu çıkarılmış. |
maksure |
(C.: Makasir) Câmilerde etrafı parmaklıkla çevrilmiş biraz yüksekçe yer. |
maksus |
Kesilmiş, kırpılmış. |
maksuv (maksiyy) |
Kulağının ucu kesilmiş deve veya koyun. |
makşuvv |
Men' ve kahrolmuş. Tab'ından çıkarılmış. |
makt |
Kin, hiddet. İğrençlik. Şiddetli buğz. ◊ Vurmak. |
makta' |
'Kesilen yer, kat'edilen yer, kesinti yeri. * Uzun bir cismin enliğine kesildiği yerin görünüşü. * Edb: Her manzumenin, hususen gazellerin ve kasidelerin ilk beytine matla', More… |
maktaa |
Eskiden üzerinde kamış kalemin ucu kesilerek düzeltilen kemikten veyâ mâdenden yapılmış âlet. |
maktane |
Pamuk tarlası. |
maktar |
Damla, katre. |
maktel |
Birinin öldürüldüğü yer. Bir katlin yapıldığı yer. |
maktem |
Tozlu yer. |
maktu' |
(Maktua) (C.: Makati') Kesilmiş, kat olunmuş. * Pazarlıksız, değeri ve pahası biçilmiş. * Götürü. |
maktuan |
Götürü olarak, toptan. |
maktul |
Öldürülmüş, katledilmiş olan. |
maktulen |
Öldürülerek, katledilerek. |
maktulîn |
(Maktul. C.) Öldürülmüş insanlar. Vurulmuş veya katledilmiş kimseler. |
maktur |
Katranlı. Katran sürülmüş. |
makul |
(Kavl. den) Denilmiş, söylenilmiş. * Söylenilen söz. |
makulat |
(Makule. C.) Çeşitler, takımlar. Kategoriler. |
makule |
Takım, çeşit. Kategori. |
makv |
Cilâ yapmak. * Yıkamak. * Saklamak. |
makya |
Kusmak. * Kusma yeri. |
makye |
Duracak yer, konak yeri. |
makzaba |
Yonca ekilen yer. |
makzî |
Kaza olunmuş, ödenmiş, te'diye olunmuş olan. Ümid edildiği üzere tamam ve ikmâl edici olan. Ödeyici. Sâhib-i mucib ve muris. * Fık: Kendi irade ve kesbimizin neticesi olmak üzere More… |
makzuf |
(Kazf. den) İftira edilmiş. Namusu hakkında lâf edilmiş. * Hazfolunmuş. Atılmış. |
mal |
f. 'Süren, sürülen, sarılan, takılan' anlamlarıyla terkibler yapılmada kullanılır. (Meselâ: Pâymal - Ayak altında çiğnenen) ◊ Fık: Bir kimsenin tasarrufunda bulunan More… |
mal müdürü |
Kazâ mâliye memuru. |
mal-i hulya |
f. Vesvese, kara sevdâ, kuruntu, boş hayaller. |
malak |
Manda yavrusu. Buzağı. |
malakelam |
Diyecek yok. Söz götürmez. |
malamal |
Çok dolu, lebâleb, ağzına kadar dolu. |
malanihaye |
Sonsuz, nihâyetsiz. Uçsuz bucaksız. |
malarya |
ing. Sıtma. |
malaya'ni |
(Mâlâyâni) Mânasız, faydasız, boş söz. |
mâlâya'niyyât |
Faydasız boş sözler, boş konuşmalar, faydasızlık. |
malayutak |
Tâkat getirilmez, güç yetmez, dayanılmaz. |
malaz |
Sürülmüş toprak. * Sular altında kalmış tarla. |
maldar |
f. Malı mülkü çok olan. Zengin. |
maldarî |
Zenginlik, servet. |
male |
f. Duvarcı malası. |
malemyekün |
Sözden ibâret. |
malezim |
(Mâlezime) Lüzumlu ve gerekli şey. Malzeme. |
malî |
(Maliye) Mala ve paraya mensub. Mal ve para cinsinden. Mala ait. ◊ f. Dolu. * Fazla, çok. |
malide |
f. Sürülmüş, sürmüş. |
malih |
Tuzlu. |
malihulya |
(Bak: Mâl-i hulya) |
malik |
Sâhib. Malı elinde bulunduran. Bir şeyin mülkiyetini elinde tutan. * Her şeyin sâhibi olan Allah. * Cehennem zebânilerine hâkim ve onları idare eden meleğin adı. |
malikane |
'f. Büyük ve gösterişli köşk. * Tar: Bir kimseye, gelirinden hayatı boyunca istifade etmek; fakat satamamak ve miras bırakamamak şartıyla verilen beylik arazi.' |
malikî |
(Bak: İmam-ı Mâlik) |
malikiyet |
Malik ve sahib olma. |
maliş |
f. Sürme, sürüştürme. |
malişgâh |
f. Yüz sürülecek yer. |
malişger |
f. Sürtücü, oğucu. * Tellak. |
maliyat |
Maliye işleriyle alâkalı. Maliye bilgisi. |
maliye |
Devletin gelir ve masraflarının idaresi. * Gelir gider hesablarına bakan resmi dâire. |
maliyet |
Kıymet. Mâlolma değeri. |
maliyyun |
Maliyeci. |
malizme |
Eskiden yirmi sayfadan meydana gelen cüz, broşür. |
malkoç |
Osmanlı İmparatorluğu devrinde akıncıların başı. * Akıncı beylerinden meşhur bir hânedan. |
malperest |
f. Malı, mülkü ve parayı çok seven. Mala düşkün olan. |
mamelek |
Elinde bulunan şeyler, sâhib olduğu şeyler. Nesi var ise, hepsi. * Huk.:Bir şahsın alacak ve borçlarının hepsi. |
mameza |
Geçen veya geçmiş şey. Geçmiş zaman. Mazi. |
mamhuran |
Adilcevaz, Patnos, Erciş ve bilhassa Beytüşşebab havalisinde meskun olan bir aşiret ismi. |
mamisa |
Bir ot cinsi. |
mamizan |
Vers denilen ot. |
manahnü fîh |
Üzerinde durduğumuz, bahsini ettiğimiz mes'ele. Hakkında konuştuğumuz. |
mancinik |
Eskiden kale kuşatmalarında ağır taşlar fırlatmak için kullanılan, bir ucunda bir kepçe, öbür ucunda da bir karşı ağırlık bulunan kaldıraç biçiminde eski bir savaş âleti. |
manda |
Fr. Kendini idare edemeyen bir memleket ahalisini başka bir yabancı devletin idare etmesi. * t. Camız denen hayvan. Kömüş. |
mande |
f. Kalmış, gitmemiş olan. |
mandira |
'yun. Süt ve süt ürünlerinin elde edildiği; süt veren hayvanların barındığı yer.' |
manen |
Mânâca. Mânâ cihetiyle. Ruhca. Esasca. Bâtınen. İç varlık bakımından. |
manend |
f. Benzer. Denk. Eş. Gibi. |
manende |
Benzeyen, mümâsil. |
manevî |
(Ma'nevi) Mânaya âit. Maddî olmayan. Mücerred. Ruhani. |
maneviyyat |
Maddi olmayan kuvvet. Mânâ âlemine âit olanlar. |
maneviyyun |
Allah'a, dine, mukaddesata inanmış olanlar. |
manevra |
Fr. Bir makinenin, bir cihazın işleyişini düzenleme veya idare etme işi ve şekli. * Aks: Muharebede düşmanın savaş gücünü yok etmek maksadıyla eldeki askerî kuvvetlerin en te'sirli bir More… |
manga |
Ask. Tek bir kumandanın kolaylıkla sevk ve idare edebileceği kadar erden kurulu küçük askerî birlik. (Yaklaşık olarak on erden kurulabilecek olan mangada birkaç makinalı tüfek veya tabanca More… |
mâni' |
Men'eden. Geri bırakan. Esirgeyen. Engel. Özür. |
mânia |
Men'eden şey. Engel. Özür. Zorluk. |
manivela |
Ağır şeyleri çekmek ve kaldırmak için vasıtanın dönen merkezine bir ucu takılıp döndürülen kol. |
manken |
Fr. Elbiseleri prova veya teşhir etmek için terzilerin ve hazır elbise satıcılarının kullandığı tahtadan, kartondan, madenden vb. insan şekli. |
mansab |
(Mınsab) Rütbe. (Bak: Mansıb) |
manşet |
Fr. Bir gazetede ilk sayfanın en üst kısmındaki büyük puntolu başlık. * Bir gömleğin kol kısmına geçirilen ve elbisenin kolundan dışarı çıkan kumaş parçası. |
mansib |
(Nasb. dan) Devlet hizmeti. * Memuriyet. * Bünyad. Merci'. |
mansibdâr |
f. Mansıbda bulunan. |
mansub |
Nasbolunmuş, me'muriyete konulmuş. * Konulmuş, dikilmiş. * Gr: Sonu fetha (üstün) kılınmış kelime. Meftuh olan. |
mansubîn |
(Mansub. C.) Memuriyette bulunanlar. Hizmette olanlar. |
mansur |
Yardım edilen, yardım görmüş. * Gâlib, muzaffer. (Bak: Mensur) |
mansuriyyet |
Allah'ın (C.C.) yardımıyla muvaffak ve muzaffer olma, başarma. |
mansus |
Nass ile sâbit kılınmış. Âyetle tesbit edilmiş. İzhar ve beyan edilmiş. * Kur'anda açıkça anlatılmış. |
mantik |
(İntak. dan) Konuşturan, söyleten. * Doğru muhakeme ve doğru düşünceyi öğreten ilim. Akıl kaidesi. * Akıl, nutuk, söz. |
mantikan |
Mantığa göre. Mantıkça. |
mantikî |
Mantıka dâir. Aklî ve müsbet olan düşünce, fikir. Mantık kaidelerine uygun. |
mantikî kirâet |
Acele etmeyerek fakat imlâ kaidelerine dikkat ederek, yâni virgüllerde biraz, noktalı virgüllerde biraz daha durmak, teâcüb ve istifhamları anlatmak, muhaverelerde konuşanların sözlerini More… |
mantikiyyât |
Mantıkla alâkalı mes'eleler. |
mantikiyyun |
Mantıkla uğraşanlar. Mantık âlimleri. |
mantuh |
Boynuzlu hayvan tarafından yaralanan veya öldürülen. |
mantuk |
Bir lâfzın nutuk hâlinde, söz sahasında üzerine delâlet ettiği şey. ' Şu kitabı satın aldım', sözünde bu lâfzın mantuku, o kitabın satın alınmış olmasıdır. * Söz, nukut, mânâ, More… |
manyatizma |
Birisinin bâzı hareketleri ile başkası üzerinde uyuşukluk verici te'sir. (Bak: İpnotizma) |
manyetik |
(Bak: Magnetik) |
manzam |
(C.: Menâzım) Sıra, dizi. |
manzar |
(Manzara) (Nazar. dan) Bakılan yer, görülen yer. Görünüş. |
manzara |
Dışarıyı görecek pencere. |
manzaranî |
Gösterişli ve güzel adam. |
manzarî |
Güzel, gösterişli ve yakışıklı adam. |
manzud |
Sık yetişmiş ağaç. * Üstüste istif edilmiş. |
manzum |
Ölçülü, mizanlı, tertibli. * Vezni ve kafiyesi olan söz. Edebi ölçüsü olan sözler. (Kaside ve şiirler gibi). * Dizilmiş, sıralanmış, düzenlenmiş. |
manzumat |
Manzumeler. |
manzume |
Tertibli, ölçülü yazı, şiir. Vezinli ve kafiyeli olan söz. * Sıra, dizi. Sistem. |
manzur |
Görülen, bakılan, nazar edilen. * Beğenilen. |
manzure |
Belâ, musibet, felâket, âfet. * Noksan ve kusuru olan, ayıplanacak kadın. |
mar |
f. Yılan. |
mar-efsa |
f. Yılan tutan, yılan efsuncusu. * Yılan sokmuş kimseyi tedâvi eden kişi. |
mar-gir |
f. Yılan tutan, yılan tutucu. |
maran |
(Mâr. C.) f. Yılanlar. |
maraton |
yun. Kırk kilometreden uzun bir yolda mukavemet için yapılan hız koşusu. |
maraz |
Hastalık, illet, dert. Belâ. |
marazî |
(Maraz. dan) Hastalıkla alâkalı. Hastalığa ait. Hastalıklı. |
maraziyyât |
Hastalıklar ilmi, patoloji. |
mareşal |
Fr. (Bak: Müşir) |
marhic |
Yılan balığı. |
marhuk |
Kuşkonmaz bitkisi. |
maric |
Dumansız ateş, alev. * Dumansız barut. |
marid |
Azgın, sapkın. İnad ve isyanda benzerlerinden çok ileri gitmiş olan. Kibir, inad ve dinsizlikle tanınmış olan. Mütemerrid. |
marik |
Dinsiz, mürted, hak dinden çıkan. |
marin |
(Mârına) Çekiçle dövülerek açılmağa müsait olan. * Kireçtaşı. * Çeşitli renklerde olan bir çeşit toprak. ◊ Burun ucunda olan yumuşak kemiksiz yer. |
maristan |
f. Hastahâne. |
mariz |
(Maraz. dan) Hasta. İlletli. Dertli. ◊ Hasta, alil, mariz. |
marizane |
f. Hasta olarak. |
mârr |
Geçen, geçmiş, yürüyen. |
mârre |
Fık: Herkesin gittiği umumi yoldan yürüyen. |
mârrîn |
(Mâr. dan) Geçenler. |
mârrin ü âbirîn |
Gelip geçenler. Gelen giden. |
marsus |
(Bak: Mersus) |
martulos |
(Martoloz) Osmanlı Devletinin teşekkülü sıralarında ve yeniçeri teşkilâtından önce, Hristiyanlardan, ordunun geri hizmetlerinde çalışmış olan teşekküllerden biridir. Silâhlanmış kişi More… |
marzat |
Rızâ. Memnuniyet, hoşnudluk. |
marzî |
Razı olmağa dâir. * Kabul edeceği, razı olacağı. |
marziyat |
Razı olunacak şeyler. Allah'ın rızasına dair olanlar. |
marziye |
Razı olma, hoşnud olma, memnuniyet. |
mas |
Yeyni, hafif kimse. |
mas' |
Davarın kuyruğunu salması. * Vurmak. * Parlamak. |
mas'ad |
(C.: Masâid) Yukarı çıkılacak yer. Suud yeri. |
masa' |
Kılıçla vuruşmak. |
maşaallah |
Allah'ın istediği gibi. * Allah korusun, Allah saklasın (meâlinde duâdır.) |
masabak |
(Bak: Masebak) |
masad |
(C: Musdân-Emside) Dağın yüksek ve yüce yeri. |
masadak |
Bir sözü veya hükmü tasdik eden husus. 'Söylendiği gibi, denildiği şekilde, doğru, sâdık, olduğu gibi, muvâfıktır, mutâbıktır, tıpkısı' gibi mânâlara gelir. Mânânın fertlerine de More… |
masadir |
(Masdar. C.) Masdarlar. |
masaff |
Savaş, muhârebe, harp, cidâl yeri. |
masaha |
Sıhhat mevzii. * Kamer, ay. |
masaib |
(Bak: Mesaib) |
masaid |
(Mas'ad. C.) Yukarı çıkacak yerler. |
masaif |
(Masif. C.) Sayfiyeler, yazlıklar. Yaz mevsiminde oturulacak yerler. |
masak |
Darlık. |
masal |
Az miktar olan şey. |
masale |
Sızıntı. |
masam |
Duracak yer. |
masame |
Duracak yer. |
masan |
Eşya saklanacak yer. |
masani' |
(Masna. C.) Sarnıçlar. Su mahzenleri. |
masari' |
(Mısrâ'. C.) Mısrâlar. * (Masra'. C.) Güreş meydanları. |
masarif |
(Masraf. C.) Sarfiyatlar, masraflar. (Masârifât da denir.) ◊ (Masruf. C.) Harcananlar, sarfolunanlar. |
masarifat |
(Masârif. C.) Masraflar, giderler. Harcanan paralar. |
masarîn |
Bağırsaklar. |
masbah |
Doğacak zaman ve yer. |
masbu' |
Kibirli, gururlu, mağrur. Kendini beğenmiş. |
masbug |
(C.: Mesâbig) Boyalı, boyanmış. Mülevven. |
masd |
Cima etmek. * Emmek. |
masda' |
Taşlık yerlerden geçen düz yol. |
masdar |
'Bir şeyin sudur ettiği (çıktığı) menba. * Gr: Fiilin şahsa ve zamana bağlı olmayan şekli, fiil kökü. Okumak, yazmak, kitabet, kıraat, ahz, almak... gibi. Masdar kelimesi.; ism-i More… |
masdu' |
Baş ağrısına tutulmuş olan. Başı ağrıyan. |
masduk |
Doğruluğu kabul edilmiş, tasdik edilmiş. |
masduka |
(C.: Masdukat) Doğru söz. Hakikat ve gerçek olan kelâm. |
masdum |
Çarpılmış. Kendisine vurulmuş. |
masdur |
Gönderilmiş, yollanmış olan. * Göğsü incinmiş veya ağrımış olan. |
maşe |
f. Maşa. |
masebak |
Geçen, geçmiş olan, geçmişteki. |
maselef |
Evvelki, geçmiş. |
masfuf |
(Masfufe) Saf bağlamış, dizilmiş. Sıra ile dizilmiş. |
mash |
Tutmak. * Çekmek. |
mash (musuh) |
Sâbit olma. * Mahvolup belirsiz olmak. * Kısa olmak. |
mashara |
Maskara, soytarı. * Tuhaflıklar yapan kimse. * Komik, gülünç. * Zevklenme, eğlenme. * Kepaze, utanmaz, rezil. ◊ (C: Mesâhır) Büyük taşlı yer. |
mashub |
(C.: Mesâhib) Beraber alınıp götürülmüş. Kucaklanmış. |
mashuben |
Beraberce, birlikte olduğu halde. Yanında bulunarak. |
masî |
f. Pervasız, korkusuz. |
maşî |
(Mâşiyye) (C.: Müşşât) (Meşy. den) Yürüyen, yürüyücü. |
masi' |
Sağlam vücutlu kimse. |
masif |
(C.: Mesâif) (Sayf. dan) Yazlık. Yazın oturulacak yer. Sayfiye yeri. |
masik |
Yapışkan. * Zapteden, istilâ eden, tutan. |
masile |
Üzerinde mum veya fitil yakılan çıra ve şamdan. |
masir |
Mâni, engel. |
masîr |
(C.: Masâyi) (Sayruret. den) Sürüp giden. * Karargâh. * Suyun aktığı yer. * Rücu etmek, dönüp gitmek. * Dönüp varılacak yer. |
masit |
Acı su. * Bir ot cinsi. |
maşita |
(Meşşâta) Baş tarayan. |
masiva |
Ondan gayrısı. (Allah'tan) başka her şey hakkında kullanılan tâbirdir) Dünya ile alâkalı şeyler. |
maşiye |
(C.: Mevâşi) Koyun ve keçi gibi hayvan. * Oğlu ve kızı çok olan kadın. |
maşiyen |
Yaya olarak, yürüyerek. |
mask |
Muhkem, sağlam. (Müe: Maske) |
maskat |
Düşülen yer. |
masku' |
Kırağı düşmüş yer. |
maskul |
Cilâlanmış, saykal vurulmuş. Mücellâ. |
masl |
Tarhana. * Yoğurt ve süt içinde bulunan yeşilimsi su. |
maslahat |
'İş, mes'ele. * Sulh yolu. * Fayda, maksad, keyfiyet. (Zıddı; mefsedettir)' |
maslahatbîn |
f. İş yapabilen. İş görmesini bilen. |
maslahatgüzâr |
f. İş bilir. * Elçi vekili. Elçi namına işleri tâkible vazifeli kimse. |
maslahatkârâne |
f. Maslahata, işe ve maksada uygun surette. |
maslahatşinâs |
f. İşten anlıyan, iş bilen. |
maslak |
Su yolu üzerinde bulunan su haznesi. * Dâima akan su borusu. * Büyük yalak. |
masliye |
Tarhana çorbası. * Koruk aşı. |
maslub |
Salbolmuş, asılmış. Asılarak idam edilmiş. |
masluben |
Asılarak, asılmış olduğu hâlde. Asılma suretiyle. |
masmasa |
Ağzın önü. |
masna' |
(Masnaa) Su mahzeni. Sarnıç. * Şimdiki Arapçada: Fabrika. * Bucak, köşe. |
masnea |
İçine yağmur suyu toplanan büyük havuz. |
masnu' |
(Sun'. dan) San'atla yapılan, yapılmış. Yapma, yapmacık. |
masnuat |
San'atkârâne yapılan şeyler. Yapılanlar. |
masnuk |
Nezleli kimse. |
mason |
Fr. Duvarcı mânasına bir kelimeden alınmış isimdir. Dinsiz, imânsız mânâsına kullanılır. Fermeson veya farmason da denir. |
masr |
Parmak uçlarıyla süt sağmak. * Bir şeyi incelemek. * Az olmak. * Dağılmak. (İmtisar veya immisar ile aynı manadadır.) |
masra' |
Çarpışma, ölme. * Güreş meydanı. |
masraf |
Sarfedilen, harcanan. Gider. |
masrif |
(Sarf. dan) Sarfetme ve harcama mahalli. |
maşrik |
(Bak: Meşrık) |
masru' |
Sar'a hastalığına tutulmuş, sar'alı. |
masruan |
Sar'alı olarak, sar'a hastalığına tutulmuş olarak. |
masruf |
Sarfolunmuş, harcanılmış olan. |
mass |
Emmek. Bir şeyi eme eme içmek. ◊ Yakın olan. * Dokunan. Değen. ◊ (Mâssa) Emici, massedici. |
massa |
Maraz, hastalık. * Zahmet. |
massetmek |
Emmek, emerek içmek. |
mast |
f. Yoğurt. |
mastaba |
(C.: Masâtıb) Sedir, peyke. |
mastaki |
Sakız. |
mastihi |
Kıbrıs ve Sakız adalarında yetişen bir ağacın adı. |
mastub |
Damarlardan taşmış kan. |
mastur |
(Satır. dan) Çizilmiş, yazılmış. |
masube |
İsâbet etmiş (felâket, musibet, belâ, âfet). |
masug |
Kalıba dökülmüş. * Örneğe uygun. * Düz. |
masun |
Korunan, mahfuz, emin, muhafaza olunan. * Sâlim, sağlam. |
masuniyet |
Eminlik, sağlamlık, muhafaza altında bulunmak, dokunulmazlık. |
masur |
Birbirine katılmış şey. Mümtezic. |
masus |
Sirke ile pişmiş güvercin. |
masvat |
Çok bağıran. |
masver |
Sütsüz keçi. * Sütü zor çıkan deve. |
masyef |
(C.: Mesâyıf) Yaz gününde oturulacak yer. * Su yolunun eğri büğrü yeri. |
mat'am |
(C.: Matâim) Yemek yenilecek yer. Yemek odası. |
mat'um |
(C.: Mat'umat) Yenecek yemek. Taam. |
mat'umat |
(Taam. dan) Yemekler. Taamlar. Yenecek şeyler. |
mat'un |
(Tâun. dan) Belâya tutulmuş. Musibet ve tâuna giriftar olmuş. * (Ta'n. dan) Ayıplanmış. |
mat'unen |
Vebâya tutularak. |
mata |
(C.: Emtâ) Arka. |
matabi' |
(Matbaa. C.) Matbaalar, basımevleri. |
matabih |
(Matbah. C.) Mutfaklar. Yemek pişirilen yerler. |
matabîh |
(Matbuh. C.) (Tabh. dan) Tabholunmuş yani pişirilmiş şeyler. |
mataf |
(C.: Matâif) (Tavâf. dan) Tavâf edilecek, etrâfı ziyaret edilip dolaşılacak yer. |
matahir |
(Mathare. C.) Mataralar, su kapları. * Gusülhâneler. İçinde yıkanılıp temizlenilecek yerler. |
mataif |
(Matâf. C.) (Tavaf. dan) Tavaf edilecek, etrâfı ziyaret edilip dolaşılacak yerler. |
mataim |
(Mat'am. C.) Yemek yenilecek yerler. Yemek odaları. |
mataîm |
(Mıt'âm. C.) Oburlar, doymakbilmez kimseler. * Başkalarını beslemeler. |
matain |
(Matin. C.) Balçıkla sıvanmış yerler. |
mataîn |
(Mıt'ân. C.) Mızrakla yaralamakta mâhir ve usta olan. |
matalil |
(Matlul. C.) Nemli, ıslak ve yaş şeyler. |
matamih |
(Matmah. C.) Göz dikilen şeyler. Göz dikilen yerler. |
matamîr |
(Matmure. C.) Mezarlar, kabirler. * Bazı şeyleri saklamak için kullanılan toprakaltı yerler. |
matar |
(C.: Emtâr) Yağmur. |
matara |
Askerlerin kullandığı üzeri aba ve çeşitli kumaşlarla kaplı madeni su şişesi veya yolculukta kullanılan deriden yapılmış su kabı. |
matare |
Kuşu çok olan yer. |
matarid |
(Mıtred. C.) Mızraklar, zıpkınlar. |
matarih |
(Matrah. C.) Bir şey atılan yerler. * Tarhedilecek yerler. |
matarik |
(Mıtrak ve Mıtraka. C.) Demirci çekiçleri. |
matavi |
(Matvi. C.) Kıvrımlar. Bükülmüş şeyler. |
mataya |
(Matiyye. C.) Binek hayvanları. |
matbaa |
(Tab'. dan) Tab'edilen yer. Kitab, gazete ve sâir yazıların basıldığı yerler. Basımevi. |
matbah(a) |
Mutbah. Yemek pişirilen yer. |
matbu' |
Tab' olunmuş. basılmış, kitap veya gazete haline gelmiş. Basılıp matbaadan çıkmış olan. |
matbuat |
Tab' edilmiş neşriyat. Basılmış şeyler. (Kitap ve gazeteler gibi) |
matbuh |
(C.: Matâbih) (Tabh. dan) Kaynatılmış veya haşlanmış (ilâç). * Pişirilmiş yemek. |
matbuhat |
(Matbuh. C.) Kaynatılmış veya haşlanmış ilâçlar. * Pişirilmiş yemekler. |
mate |
Öldü. |
mateahhar |
(Mâ-teahhar) Sonra gelen. Sonradan gelen. |
matekaddem |
(Mâtekaddem) Geçmiş zaman, mâzi. * Sâbık. Geçen şey. * Önceleri. |
mâtem |
Ağlama. Üzüntü veya kederden ağlayıp sızlama. Kederinden yas tutma. |
mâtemdâr |
f. Mâtemli, acılı, yaslı. |
mâtemengiz |
f. Mâtemi ve yası iktiza eden. |
mâtemfezâ |
f. Yası ve mâtemi ziyadeleştirip arttıran. |
mâtemhane |
f. Ağlanılan, yas tutulan yer. |
mâtemî |
Yaslı, mâtemli, üzüntülü. |
mâtemkünân |
f. Yas tutup mâtem ederek. |
mâtemzede |
Mâtemli. Yaslı. |
materyal |
Fr. Bir işin meydana çıkması için lâzım gelen şeyler. |
materyalist |
Fr. Maddeci. Her şeyi madde ile kıymetlendiren. (Bak: Maddiyyun) |
materyalizm |
Fr. Maneviyatı ve Allah'ı inkâr eden maddiyyunların mesleği. |
matfa |
(İtfâ. dan) Söndürülmüş. |
math |
El ile vurmak. * Yalamak. * Birbiri ardınca sulamak. |
mathare |
(C.: Matâhir) Gusülhâne. İçinde yıkanılıp temizlenilecek yer. * Su kabı, matara. |
mathum |
Dolu, dolmuş. |
mati' |
Uzun, tavil. * Her nesnenin iyisi. |
matîn |
(C: Metâyın) Balçıklı yer. |
matir |
(Matar. dan) Yağan, yağıcı. |
matîr |
Yağmurlu gün. |
matîrat |
Tehlikeli yerler. |
matîta |
(C: Metâyıt) Havuz dibinde kalan balçıklı bulanık su. |
matiyye |
Binek hayvanı. Binek. * Gerinip sevinerek yürüyen. |
matl |
Atlatma, geçirme, defetme. * Çekme. |
matla' |
Güneş veya yıldızların doğdukları yer, ufuktan çıktıkları yer. * Yıldız veya güneşin zuhur etmesi. * Edb: Kaside ve gazelin kafiyeli olan ilk beyti. (Bak: Musarra') |
matlab |
İstek, istenilen şey. * Hallolunacak mesele. Mebhas. * Kaziye. |
matlub |
İstek, istenilen şey. * Alacak. Ödünç verilmiş. |
matlubat |
(Matlub. C.) İstenilen, talebedilen ve aranılan şeyler. * Alacaklar. Ödünç olarak verilmiş olan şeyler. |
matlul |
(C.: Matâlil) Yaş, ıslâk. * Islanmış, nemlenmiş. |
matma' |
Tamâ edilecek şey. Çok istenilecek şey. |
matmah |
Tamâh olunan şey, hırsla göz dikilerek bakılan şey veya yer. |
matmazel |
Fr. Evli olmayan gayr-ı müslim kız. |
matmu' |
(Tama'. dan) Tama' olunmuş. Hırsla istenen şey. |
matmur |
Gömülmüş, defnedilmiş. Toprak altına konulmuş. |
matmure |
Toprak altında bazı şeyleri saklamağa mahsus yer. * Kabir, mezar. |
matmus |
Gözü doğuştan değil de, sonradan kör olmuş adam. |
matneb |
(C: Metânib) Omuz. * Omuzla boyun arası. |
matrah |
(C: Matârih) (Tarh. dan) Mahal, yer. * Tarh olunacak şey, tarh edilecek nesne. * Bir şey atılan yer. |
matran |
Taç giymiş piskopos. |
matred(e) |
Irak eden, uzaklaştıran. |
matris |
Fr. Dizilmiş harflerin hususi bir mukavva üzerine alınan kalıbı. * Dizme makinelerinde harf kalıbı. |
matrud |
Kovulmuş. Tardedilmiş. Uzaklaştırılmış olan. |
matrudîn |
Kovulmuş olanlar. Kovulmuşlar. |
matruh |
Tarh edilmiş, çıkarılmış. * Belirtilmiş, konulmuş (vergi) * Temeli atılmış (Binâ). |
matruk |
Gevşek ve uyuşuk adam. * Kuruduktan sonra yine yağmurla tazelenmiş. |
matruş |
Traş olmuş. Sakalsız. * Sağır kimse. |
matt |
Çekmek. |
matta |
İncil kitaplarından birisinin adı. Tahrif edilmiş dört yüz muhtelif İncil içinden seçilen biri. (Bak: Havari) |
mattal |
(Mattâle) Devamlı olarak borcunu ileri atıp geciktiren. |
matte |
Vesile, sebep. |
matv |
Çekmek. |
matvî |
Bükülü, dürülmüş, kıvrılmış şey. |
matviyy |
Dürülmüş nesne. |
matviyyât |
Dürülmüş ve bükülmüş olanlar. Kitap sahifeleri gibi toplanmış olanlar. |
matviyyen |
Sarılı olduğu halde. Dürülerek. Kıvrılarak. |
mauk |
şer, yaramaz. |
maul |
Üstün gelinmiş. |
maun |
Eve lâzım şeyler. Ev eşyası. * Malın zekâtı. * Ufak tefek ihtiyaçlar. * Nefaseti sebebi ile (nefsin çok hoşuna gittiğinden) kimseye verilmek istenmeyen şey. ◊ Yardım, imdat. * More… |
mâun suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 107. Suresidir. 'Eraeyte Suresi' de denir. |
maune |
Mavna. Yük taşıyan büyük kayık. |
maunet |
Yardım. İmdat. * Azık. Yol yiyeceği. * Cenab-ı Hakk'ın salih kullarına olan imdadı, inayeti. * Huk.:Masarif. |
maviye |
Billur taşı. |
mavna |
Limanlarda, şamandıralara bağlı olarak yükleme ve boşaltma yapan gemilerden, kıyılara römorkör yedeğinde yük götürüp getiren tekne. |
mavtin |
(C.: Mevâtın) (Vatan. dan) Vatan. Yurt edinilen ve yerleşip oturulan yer. |
mavzer |
Alm. Mavzer adında bir Alman'ın yaptığı çaplı harp tüfeği. Askerlikte kullanılan bir silâh. |
maye |
Damızlık. * Esas. Temel. * Bir şeyin mayalanması ve ekşimesi (tahammürü) için konulan madde. * Para, mal. İktidar. Güç. * İlim. * Dişi deve. |
mayedar |
f. Kudretli, paralı. |
mayhoş |
f. Biraz ekşice lezzetli tatlı. |
mâyi' |
Akıcı. Akıcı madde. |
mâyiât |
(Mâyi'. C.) Akıcı cisimler. Su halinde bulunan, akan şeyler. |
mayih |
(C: Mâha) Kova doldurmak için kuyu içine inen kişi. * Bahşiş veren, atâ eden. |
mâyiiyyet |
Mâyilik, akıcılık, sıvılık. |
mayin |
ing. Karada ve denizde, daha çok gizlendirilerek konulan ve temas edilince patlayan bomba. |
mayir |
(C: Miyâr) Taamlandıran, yiyecek veren. |
mayu'kal |
Anlaşılır. |
mayu'ref |
Bilinmez. * Minder altında saklanan şey. |
mayuhdes |
Sonradan olan. |
maz' |
Gön yağlamak. * Ağaç kabuğunu soymayıp üstünde bırakmak. ◊ Çiğnemek. |
maz'a |
Her nesnenin bakiyyesi, artığı. |
maz'uf |
Zayıf ve cılız. Zayıflamış. |
maza |
(Mezâ) Geçti (mânasına fiil). |
maza ma maza |
Olan oldu. Geçen geçti. |
mazaci' |
(Mazca. C.) Kabirler, mezârlar. |
mazacir |
(Mazcer. C.) Gönül daralacak ve sıkıntılı yerler. |
mazağ |
Çiğnenecek veya çiğnedikleri yemek. |
mazahir |
(Mazhar. C.) Mazharlar. Eşyanın görüldüğü, çıktığı yerler. * Nâil olmalar. * Şereflenmeler. |
mazak |
Darlık. |
mazalim |
(Mazleme. C.) Haksızlık ve adaletsizlikler. Zulümler. * Adâlet dâiresi. |
mazalle |
(C.: Mazâil) (Zıll. dan) Gölgelik yer. ◊ Yol aranılan yer. |
mazallenişin |
f. Gölgelikte oturan. |
mazamîn |
(Mazmun. C.) Mânâlar, mefhumlar, kavramlar. * Ödenmesi gereken şeyler. * Cinaslı, nükteli sözler. |
mazanne |
(Mazınne) Zannolunduğu yer. Zan götüren. * Ermiş sanılan. |
mazarr |
Zararlar, ziyanlar. Mazarrât. |
mazarra |
Meşakkat, zahmet. * Ziyân. |
mazarrat |
Zararlar. Ziyanlar. Mazârr. |
mazayik |
(Mazîk. C.) Zor güç işler. * Sıkıntılı ve dar yerler. |
mazaz |
Musibet, felâket ve belâ acısı. * Acıma, üzülme, kederlenme. |
mazbata |
Bir toplantıda konuşulanların neticesinin yazılı şekli. Kararnâme. |
mazbut |
Zabtolunmuş, elegeçirilmiş. * Sağlam. * Yazılmış. Kaydedilmiş. Hatırda tutulmuş. Derli toplu. * Muhâfazalı. Korunmuş. * Belli, belirtilmiş. |
mazbutât |
'(Mazbut. C.) Ele geçirilmiş; kaydedilmiş; hatırda tutulmuş şeyler. Mazbut olan şeyler.' |
mazca' |
(Madca) Yatılacak yer. Mezar, kabir. |
mazcer |
(C.: Mazâcir) Gönül daralacak ve sıkıntılı yerler. |
mazem |
İki dağ arasında olan dar yol. * Dar olan her yer. |
mazfuf |
Yanında olan şeyleri tamamen tükenmiş olan kimse. |
mazg |
Ağızda çiğneme. |
mazgal |
yun. Eskiden kale, hisar, sur veya şato duvarlarında açılan iç yanı geniş, dış yanı dar gözleme siperi. |
mazhak |
(C: Mezâhık) Gülünç kimse. |
mazhar |
Sahib olma, nâil olma. Şereflenme. * Bir şeyin göründüğü, izhar olunduğu yer. Çıktığı yer. |
mazhariyet |
Mazhar ve nâil olma. Elde etme. Muvaffakiyet. |
mazi |
Geçmiş zaman. Geçen, geçmiş olan. * Gr: Bir işin geçen zamanda yapıldığını bildiren fiil. Fiil-i mâzi. Mazi sigası. |
mazif |
Herkese sofrası açık olan ev. Kapısı açık, misafir sever ev. Misafirperver olan hâne. |
mazife |
İzâfe olunmuş. * Keder, hüzün, tasa, gam. |
mazig |
Çiğneyen, çiğneyici. |
mazîk |
Dar yer. |
mazille |
Kıldan yapılma büyük çadır. |
mazîm |
Mazlum. |
mazin |
Karınca yumurtası. * Bir kabilenin adı. |
mazinne |
(C: Mezânin) İçinde bir şey olduğu tahmin olunan yer. |
mazir |
Ekşi, hâmız. |
mazîr |
Ekşi, hâmız. |
mazîre |
Ayran. |
maziryun |
Şahtere otu. |
maziyan |
Kendisinden küçük arklara ayrılan büyük su arkı. |
maziyat |
Geçmişler. Geçen zamanlar. |
maziye |
Şarap, hamr. * Beyaz iyi bal. * Beyaz ince yumuşak gömlek. |
mazîz |
Musibet ve belâya uğramış. Felâket acısına giriftar olmuş. |
mazleme |
(C.: Mezâlim) Zulüm ve adaletsizlik. Haksızlık. Can yakma. |
mazlum |
Zulüm görmüş. Kendine zulmedilmiş. * Halim, selim, sakin, sessiz. |
mazlumane |
Zulüm görmüşe yaraşır surette. * Sessizce. Sessizlikle. |
mazlumîn |
Zulüm görmüş kimseler. |
mazlumiyyet |
Mazlumluk. Zulüm görmüşlük. * Sessizlik, yavaşlık. |
mazmaz |
(İbranice) Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Suhuf-u İbrahim ve Tevrat'taki ismi. |
mazmaza |
Gusül veya abdest alırken, elleri yıkadıktan sonra üç kere ağız dolusu su alıp ağızda çalkalamak. |
mazmi |
Sulanan ekin. |
mazmum |
(Zamm. dan) Zammolunmuş. İlâve olunmuş. * Yapışmış. * Zamme ile okunan. |
mazmun |
Meâl. Mâna. Mefhum. * Nükteli, san'atlı, ince söz. * Ödenmesi lâzım olan. * Fık: Gasb, telef veya zulüm sebebi ile ödenmesi lüzum etmiş şey. |
maznuk |
Nezle olmuş. Nezleli. |
maznun |
(Zann. dan) Zannolunmuş. Zan altında bulunan, kendisinden şüphe edilen. * Huk.:Bir suç dolayısı ile sorguya çekilen kimse. Sanık. |
maznunîn |
(Maznun. C.) Zan altında bulunanlar. Şüpheli kimseler. |
mazra |
Ayran. Bir nevi yemek. |
mazrac |
(C: Mezaric) Eski elbise. |
mazrahî |
Akbaba. * Ulu, şerefli kimse. * Her beyaz nesne. |
mazreb |
Vuracak yer. * İlikli kemik. |
mazrub |
(Zarb. dan) Zarbolunmuş. Çarpılmış. Dövülmüş. * Basılmış, damgalanmış. *Mat.: Çarpılan. (Bak: Madrub) |
mazrubeyn |
Birbirine çarpılan iki sayıdan herbiri. |
mazruf |
Zarflanan. Sarılıp muhafaza edilen. Zarfa konan. |
mazrufât |
(Mazruf. C.) Zarflı olanlar. |
mazrufen |
Zarf içinde olarak. Zarflı surette. |
mazrur |
Zarar etmiş. Ziyan görmüş. |
mazrus |
Örülmüş, örülerek yapılmış. Diş takımı. |
mazufe |
İzâfe olunmuş. |
mazz |
Gönlün gamdan ve tasadan yanması. * İkrar etmek, kabul etmek, açıktan söylemek. ◊ Nar. |
me'baz |
(C: Meâbiz) Diz altındaki çukur. |
me'bele |
Deve duracak yer. * Devesi çok olan yer. |
me'cel |
(C: Meâcil) Su toplanan yer. |
me'cur |
Karşılık almaya, mükâfata hak kazanmış kimse. * Kiraya verilen. |
me'd |
Yumuşak taze ot. * Titremek. * Sallanmak. |
me'dübe |
Ziyafet. Düğün. |
me'haz |
Menba'. Bir şeyin alındığı, çıkarıldığı yer. Bir şeyin aslının alındığı kaynak. |
me'hazî |
Me'hazle ilgili. Bir şeyin aslının alındığı kaynakla ilgili. |
me'hul |
Ma'mur, imar edilmiş. |
me'huz |
Ahzolunmuş. Çıkarılmış. Alınmış. * Ödünç olarak başka bir yerden alınmış. |
me'huzât |
Alınmış olanlar. Alınan paralar ve bu paraların defterde yazılı kısmı. |
me'k (mü'k) |
(Amâk-Emâk) Göz pınarı. |
me'kel |
(Ekl. den) Yemek yenecek yer. Geçim yeri. * Yemek. |
me'kele |
(C.: Meâkil) Yenilecek, eklolunacak şey. |
me'kul |
Ekl olunmuş, yenmiş şey, yiyecek. |
me'kulât |
(Me'kul. C.) Yenilecek gıdâ maddeleri. |
me'kum |
Tilki ve tavşan ini ve yatağı. |
me'le |
(C: Miâl) Hazırlanmak. * Şişman kadın, semiz avret. * Bahçe. |
me'luf |
Alışılmış. Ünsiyyet edilmiş. * Alışık. Huy edinmiş. |
me'lufiyet |
Alışıklık, ünsiyet. |
me'luk |
Deli. Divâne. |
me'lum |
Kederli. Eleme, derde tutulmuş. |
me'men |
Sağlam. Güvenilir. Emin yer. |
me'mul |
Umulan. Ümid edilen. Beklenilen. |
me'mum |
İmama uyan kimse. İlerdekine uyan. |
me'mume |
Beyine ulaşan yara. |
me'mun |
Emin. Mahfuz. Korkusuz. Emniyyet verilmiş. Sağlam. Tehlikeden azâde olan. * Abbasi halifelerinden Hârun Reşid'in kendisinden ve kardeşi Eminden sonra hükümdar olan oğlunun adı. |
me'mur |
Emir ile hareket eden. Emir altında olan. Vazifeli. Kendi istediği gibi olmayıp başka emre göre çalışan. Bir emir alan. Bir işe tâyin olunmuş adam. |
me'muren |
Me'mur olarak, memurlukla. Bir iş ile vazifelendirerek. |
me'murîn |
(Me'mur. C.) Devlet hizmetinde bulunan kimseler. Me'murlar. |
me'muriyet |
Me'murluk. Vazife, görev, hizmet. |
me'n |
(C: Müün-Me'nât) Böğür. * Yer kazmakta kullanılan ucu demirli ağaç. |
me'ne |
Böğür, hâsıra. |
me'nub |
(Bak: İhcâc) |
me'nuf |
Burunda hastalığı olup koku alamayan. |
me'nus |
Alışılmış. Alışık. Ünsiyet edilmiş. * Beğenilmiş. Mergub. |
me'nuse |
Ateş. |
me'nusiyet |
Alışılmış olma. Alışılma. Ünsiyet edilmiş olma. |
me'nut |
Hased olunmuş kişi, mahsud. |
me'r |
Katı, şiddetli, şedid. * Fesad. |
me'ruş |
Yer. Arz. Yeryüzü. |
me'ruza |
Ağaç kurdunun yediği ağaç. |
me's |
İnsanların arasını bozmak, araya fesad sokmak. |
me'sar |
(C.: Meâsır) Hapsetmek. * Hapsedecek yer. |
me'sede |
Arslanlı yer. |
me'sem |
(Me'seme) Günah. Kabahat, suç. |
me'sere |
(Meâsir) Eskiden kalma güzel eser. * Cömertlik. * Güzel hareket ve fiil. |
me'sum |
Günahlı, suçlu, maznun. |
me'sur |
Esir edilmiş. * Hürriyeti alınmış olan. |
me'sur(e) |
Ecdaddan rivayet edilen. * Meşhur. * İtibarlı. Beğenilmiş olan. * Rivayet yolu ile öğretilmiş meşhur ve mühim haberler. * Bir kılınç ismi. |
me'tem |
(C: Meâtim) Kadınlar cemiyeti. |
me'tî |
Gelecek yer. |
me'v |
Çekmek. |
me'va |
Mekân. Varılacak yer. Mesken. * Sığınacak yer. |
me'vum |
Koca başlı ve gövdeli kimse. |
me'yus |
Ümidsiz. Kederli. Ye'se düşmüş. Ümidi kesik. |
me'yusâne |
Ümidsizlikle. (Bak: Ye's) |
me'zak |
(Me'zel): Dar yer. |
me'zem |
(C: Meâzim) Dağ içinde olan dar yol. Cenk yeri, dövüş meydanı. |
me'zene |
(C.: Meâzin) (Ezan. dan) Ezan okunacak yer. |
me'zer |
(C: Meâzir) Sığınacak yer, melce. |
me'zun |
İzinli, izin almış. Salâhiyetli. * Diplomalı. İcâzetli. |
me'zunen |
İzinli olarak. |
me'zunîn |
(Me'zun. C.) Mezunlar. İzin almış kimseler. Salâhiyetliler. İcâzet sahibleri. Diplomalılar. |
me'zuniyet |
Me'zun olma. İzinli ve salâhiyetli olma. Diplomalı olma. |
me-ra |
f. Beni. Benim. Bana. |
meab |
Dönülecek yer. Sığınılacak yer. Melce'. ◊ Ayıp yeri. * Ayıp. |
meabid |
(Bak: Maâbid) |
mead |
Ahiret. (Bak: Maâd) |
meadib |
(Me'debe. C.) Ziyâfetler. |
meadin |
(Bak: Maâdin) |
meahiz |
(Me'haz. C.) Me'hazler. Bir şeyin çıktığı veya alındığı yerler. Kaynaklar. |
meakil |
(Me'kele. C.) Yenilecek şeyler. Yemekler. Erzâk. |
meâl |
(Geri dönmek ve rücu eylemek. den) Meydana gelen netice. Mefhum. * Mânası. Kısaca mânası. * Kaymak. * Husul yeri, peyda olunacak yer. * Son, sonuç. |
meâlen |
Mânâca aynısı olmadan eksiği ile anlaşılan neticesi. Mânaya göre. (Bak: Te'vil) |
meâlî |
Kısaca mânasına ait. |
mealî |
(Bak: Maâlî) |
mealim |
(Bak: Maalim) |
mealperver |
f. Mânâlı. * Mâna anlatan. |
meân |
Mekân, menzil. |
meann |
Enli, geniş. * şişman gövdeli kimse. * Hatip. |
mear |
Arlanacak, utandıracak şey. ◊ Saç ve sakalın dökülmesi. |
mearib |
İhtiyaçlar, hâcetler, lüzumlu ve istenen şeyler. İstekler. |
mearic |
(Mi'rac. C.) Mi'raclar. Merdivenler. Çıkılacak yerler. |
mearic suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 70. Suresi olup Seele veya Mevaki Suresi de denir ve Mekkîdir. |
mearre |
Keffaret, diyet. * Elem, meşakkat, dert, günah. |
measi |
(Bak: Maâsi) |
measim |
Günahlar. * Günah işlenecek yerler. |
measir |
(Me'sere. den) Güzel eserler. Nişanlar. İzler. |
meass |
Çok cür'etli. Hiç çekinmeyen. ◊ Talep mevzii, isteme yeri. |
meayib |
Kusurlar, ayıblar, lekeler. (Bak: Maâyib) |
meaz |
(Bak: Maâz) |
meazib |
(Mi'zab. C.) Oluklar. Su yolları. |
meazif |
Sazlar. Çalgılar. Saz âletleri. |
meazin |
(Me'zene. C.) Ezan okunan yerler. |
meazir |
Perdeler. Hicablar. * Özürler. ◊ (Mi'zer. C.) Peştemallar. |
meb'as |
(C.: Mebâis) Yollanma, gönderilme. |
meb'at |
Yaban sığırının yatağı. * Davar ve deve yatağı. * Mekân, menzil. |
meb'uc |
Karnı delinmiş. |
meb'us |
Gönderilen. Ba's edilen. * Halk arasından seçilerek Millet Meclisine âzâ edilen. * Allah tarafından gönderilmiş olan. * Öldükten sonra diriltilen. |
meb'usân |
f. Meb'uslar. Milletvekilleri. |
meb'usiyet |
Mebusluk. Milletvekilliği vazifesi. |
mebad |
(Mebâdâ) f. Sakın, olmaya ki... |
mebadi |
(Mebde. C.) Mebdeler, başlangıçlar, ilk unsurlar. * Çekirdekler. * Prensipler. |
mebahis |
Bahisler. Mebhaslar. * Araştırma yerleri. |
mebal |
(Bevl. den) Sidiğin çıktığı yer. |
mebaliğ |
(Meblâğ. C.) Paralar, akçeler. |
mebani |
Temeller. Esaslar. * Yapılar. Binâlar. |
mebde' |
Baş taraf. Başlangıç. Başlama. * Kaynak. Kök. Temel. Esas. |
mebdeiyet |
Başlangıç olma işi. |
meberrat |
(Meberre. C.) Sevab için, hayır kazanmak için yapılan işler. |
meberre |
(C.: Meberrât) Sevab için, hayır kazanmak için yapılan iş. |
meberret |
Nöbet şekeri. |
mebga |
Talep mevzii, isteme yeri. |
mebguz |
Sevilmemiş. Buğzedilmiş. Nefret edilmiş. |
mebhas |
Kısım. Bahis. Fasıl. Bir mes'eleye âid söz. * Arama, araştırma yeri. * Bir şeyin arandığı yer. |
mebhur |
Nefes darlığına mübtelâ olan, hırhır soluyan. |
mebhus |
Bahsolunan. Bahsolunmuş. Evvelce bahsi geçmiş. |
mebhut |
Hayretle, şaşkın, mütehayyir. Sersem. |
mebi' |
(Bey'. den) Satılmış şey. |
mebit |
(Beyt. den) Geceleyin kalınacak yer. Geceliyecek yer. |
mebiz |
(C.: Mebâyiz) Tıb: Yumurtalık. |
mebkale |
(C: Mebâkıl) Sebzevat yetiştirilen yer. |
meblağ |
Para, mevcud para miktarı. * Yetişmek. |
meblevle (mibvele) |
İçine bevledilen kap. |
meblu' |
(Bel'. den) Yutulmuş. |
meblul |
Nemli, yaş. Islak, ıslanmış. |
mebna |
Temel. Yapı yeri. * Üss-ül esas. Asıl ve esas. |
mebni |
Yapılmış. Kurulmuş. * Bir şeye dayanan. Nazar ve itibâr ve isnad olunarak. * ... den dolayı... e binâen. * Gr: Son harfi harekesi değişmeyen kelime. Tasrife tâbi olmayan (fiil çekimine More… |
mebrade |
Soğukluk. * Soğukluk verecek zaman ve mekan. |
mebrez |
Abdesthâne. |
mebrud |
Soğuk, soğumuş. |
mebruk |
Tebrike şâyeste kimse. Tebrike değer nesne. |
mebrur |
Hayırlı. Makbul. Beğenilmiş. Sadık olmakla makbule geçmiş olan. |
mebruz |
Gösterilmiş, ibraz olunmuş. * Açılmış mektub. |
mebsem |
(C: Mebâsim) Tebessüm etmek, hafif gülümsemek. |
mebşure |
Yüzü ve vücudu güzel yaratılmış kadın. |
mebsus |
Dağılmış. Yayılmış. Herkesçe duyulmuş. şayi' olmuş. |
mebşuş |
(C.: Mebâşiş) Silinmiş. İzi eseri kalmamış. |
mebsut |
Açılmış. Yayılmış. Serilmiş. * Mufassal. Etraflıca beyan olunan. Bast olunmuş. Uzun uzadıya anlatılmış. |
mebsuten |
Mebsut olarak. |
mebtun |
Karnı hasta olan kimse. |
mebtuş |
Tutulmuş. * Hışım olunmuş. |
mebtut |
Kesilmiş ve ayrılmış. |
mebtute |
Fık: Üç talak ile boşanmış olan kadın. |
mebyet |
Geceliyecek yer. Gece vakti kalınacak yer. |
mebzul |
Bol. Çok sarf olunan. Ucuz. |
mebzulî |
Bolluk, çokluk, kesret. |
mebzuliyyet |
Ucuzluk. Bolluk. |
meç |
Ateşli silahların icadından evvel kullanılan harp âletlerinden biri. Keskin olmayan tâlim kılıcı, uzun ve ince kılıç. |
mec' |
Hurmayı sütle ıslatıp yemek. |
mec'ul |
Yapılmış. Meydana çıkarılmış. İkame ve ihdas olunmuş olan. |
meca' |
Açlık. |
mecaa |
Hilebazlık etmek, hile yapmak. |
mecadif |
(Micdâf. C.) Kayık veya sandal kürekleri. |
mecadil |
(Micdel. C.) Köşkler, kasırlar. |
mecae |
(Mecâet) Açlık. Acıkma. |
mecal |
Tâkat. Güç. Kuvvet. * İktidar. İmkân. * Fırsat. |
mecalî |
(Meclâ. C.) Aynalar. |
mecalis |
Meclisler. Toplantılar. Toplantı yerleri. |
mecami' |
(Mecmua. C.) Mecmualar. Dergiler. |
mecamir |
(Micmer. C) İçlerinde tütsü yakılan kaplar, buhurdanlar. |
mecane |
Ne bulursa sakınmadan yapmak. Mecnunluk. |
mecanik |
(Mencenik. C.) Mancınıklar. (Bak: Mancınık) |
mecanin |
Mecnunlar. Deliler. |
mecarî |
(Mecrâ. C.) Mecralar. Su yolları. Su yatakları. |
mecaz |
Yerinden ve haddinden tecavüz etmek. Hududunu aşmak. * (Cevaz. dan) Geçecek yer. Yol. * Edb: Hakiki mânâsı ile değil de ona benzer başka bir mânâ ile veya istenileni hatırlatır bir kelime More… |
mecaze |
Cevizlik yer. |
mecazen |
Mecaz olarak. Gerçek değil de mecaz yoliyle. |
mecazî |
Mecazla ilgili. |
mecazib |
(Meczub. C.) Meczublar. Cezbeye tutulmuş olanlar. |
mecbe |
Geniş ve işlek yol. |
mecbee |
Mantar yetişen yer. |
mecbub |
Hayası ve zekeri kesilmiş. |
mecbul(e) |
(Cibillet. den) Yaratılmış. Yaratılışında bir hâl veya sıfat bulunan. |
mecbur |
Zor görmüş. Zorla bir işe girişmiş. İcbar görmüş. * Hatırı alınmış, gönlü yapılmış. (Hakiki manası: Kırıldıktan sonra bütünlenmiş.) |
mecburen |
İster istemez. Cebirle. Zaruret icâbı. Zorla. |
mecburî |
Zor altında, ister istemez, yapma mecburiyetinde. |
mecburiyet |
Zora tutulma. Mecburluk. |
mecc |
Ağızla su püskürmek. * Sulu şeyler atmak ve saçmak. |
meccan |
Parasız, karşılıksız, ücretsiz, bedâva, meccânen. |
meccanen |
Ücretsiz, parasız. |
meccanî |
Bedavacı. Parasız. |
meccaniyet |
Ücretsizlik, meccanilik. |
mecd |
Büyüklük. Azamet. * şeref, itibar. |
mecdere |
Lâyık olacak mekân. |
mecdeye |
Kıtlık yeri. |
mecdud |
Rızkı bol, nasibli, bahtiyar. * Kesilmiş, maktu. |
mecdul |
Sağlam ve muhkem şey. * Sağlam yapılı ve kemikli kimse. * Bükülmüş. |
mecdur |
Tıb: Çiçek çıkarmış kimse. |
mecellat |
(Mecelle. C.) Mecmualar, kitaplar, dergiler. |
mecelle |
Mecmua. Fikir topluluğu. Risale. Kitab. Hikmetli sahife. * Fıkıh kitabının muâmelât kısmının toplu bir parcası. * İslâm Hukukuna dâir bir mecmua. |
mecenne |
Kalkan, siper. * Delilik, mecnunluk, divanelik. |
mecer |
Koyunun karnındaki kuzu büyüdükçe durmaya kadir olmaması. * Büyük asker. * Susuzluk. |
mecerre |
(Mecerret-üs Sema) Kehkeşan, Samanyolu denilen büyük, parlak yıldız kümesi. |
mecfer |
Beli kalın olan at. |
mechel |
(C.: Mecâhil) Belirtisiz, işaretsiz, nişansız. * Yolu ve izi olmayan çöl. |
mechele |
Birini câhilliğe sevkeden şey. |
mechud |
(Cehd. den) Çalışmış uğraşmış, didinmiş, cehdetmiş. * Kuvvet, kudret, güç. |
mechul |
Bilinmeyen. Belli olmayan. |
mechulat |
(Mechul. C.) Mechul olan ve bilinmeyen şeyler. |
mechuliyet |
Bilinmezlik, mechullük. |
mechure |
Harf, hareke ile okunduğu vakit, nefesin hapsolunup sesin âşikâr olmasında okunan harfler. Bu harfler nefesi kendileri ile cereyandan men'ederler. |
mechuriye |
Aşikâre olunmuş, açıklanmış, meydana konulmuş. |
meci |
(Meciyyen) Gelme, geliş. |
mecid |
Azametli. Şerefli. Gâlib. * Esmâ-i İlâhiyedendir. |
mecidiye |
Sultan Abdülmecid zamanında 1840'da basılmış 20 kuruş değerinde gümüş para. |
mecl |
Elin kabarması. * Balta gibi bir nesne tutmaktan veya çalışmaktan dolayı elin kabarıp nasırlanması. |
mecla |
(C.: Mecâli) Ayna, mir'at. * Çıkma ve görünme yeri. * Başın tepesinde kıl bitmeyen yer. |
mecleb |
Beyaz çiçekli bir otun adı. (Adam boyu uzar ve yaprağı zerdaliye benzer.) |
meclis |
Oturulacak, toplanılacak yer. * Görüşülecek bir mes'ele için bir araya gelmiş insan topluluğu. * Devlet işlerini görüşmek üzere Millet Vekillerinin toplandıkları büyük bina. |
meclis-ara |
f. Meclisi süsleyen. |
meclis-efruz |
f. Meclisi parlatan. Meclisi aydınlatan. |
meclis-füruz |
f. Meclisi parlatan. Meclisi aydınlatan. |
meclisî |
Meclisle alâkalı. Meclise ait. |
meclisiyan |
Meclis ehli. Mecliste bulunan âzâlar. |
meclub |
Celbolunmuş. Çekilmiş. Kapılmış. * Tarafdarlığı kazanılmış kimse. * Aşık. Tutkun. |
meclubiyet |
Tutkunluk, meclubluk. |
meclüvv |
Parlak, cilâlı. Mücellâ. |
mecma' |
Toplanılacak yer. Kavuşulan yer. |
mecmece |
Yazının karışık olması. * Kalbinde olanı demek isteyip, yine demeyip gizlemek. |
mecmede |
Buzluk, karlık. |
mecmu' |
Bütün, hepsi. Topluca. Yığılmış. Cem' olunmuş. Bir araya getirilmiş şey. |
mecmua |
Toplanıp biriktirilmiş, tertip ve tanzim edilmiş şeylerin hepsi. * Seçilmiş yazılardan meydana getirilen kitap. Risâle. * Kolleksiyon. |
mecmuan |
Toptan, birden, toplu olarak. |
mecmuiyyet |
Topluluk. Bütünlük. Tamlık. |
mecneb |
Çok şey. |
mecnub |
Güney rüzgârı yetişen kişi. * Akciğer zarı iltihabı olan kişi. |
mecnun |
Deli. Çılgın. * İnsanlara çok hususta uymayan. * Birini çok fazla sevip aklını kaçıran. Âşık. |
mecnunane |
f. Delice, divanece. Mecnunlara ve delilere yakışır surette. |
mecnuniyet |
Delilik. Mecnunluk. |
mecr |
Bir nesneyi devenin karnındaki yavrusuna bey'etmek. Devenin karınındaki yavrusunu bir malla değiştirmek. * Çokluk asker. * Akıl. |
mecra |
Suyun aktığı yol. Su yolu. Kanal. * Cereyan eden yer. * Bir haberin yayılma yolu. * Bir şeyin dolaştığı yer. |
mecruh |
Yaralı. Yaralanmış. * Huk.:İnandırıcı sözlerle çürütülmüş fikir, davâ. |
mecruhîn |
(Mecruh. C.) Yaralılar. Yaralanmış olanlar. |
mecrur |
Sürüklenmiş. * Gr: Başında harf-i cer bulunan kelime. İzafet halinde son kelime. Cerr'li okunan kelime. (i, ı diye okunan kelime, yani esreli) |
mecs |
Ovmak. Dibagat etmek. |
mecube |
Cevap. |
mecus |
Kulakları küçük olan adam. * Ateşe tapan kişi. |
mecusi |
Çok eskiden yaşamış, kulağı küçük olan birisinin adıdır. Ateşperestlik âyinine sebeb olduğundan 'Ateşperestlere' bu isim verilmiştir. * Eski İran dini olan Mecusilikten olan kimse. More… |
mecusiyân |
(Mecusi. C.) Mecusiler. Ateşe tapanlar. |
mecusiyet |
Mecusilik. |
mecved |
Doymaya yakın olmak. * Yağmur taneleri değmiş cisim. |
meczir |
(C: Mecâzir) Deve boğazlayacak yer. |
meczub |
Başkasının te'siri ile hareket hâlinde olan. Cezbedilmiş. Aklı gitmiş olan. Aşk-ı İlahî ile kendinden geçmiş. * Deli. Divane. Mecnun. |
meczubîn |
(Meczub. C.) Meczublar. Deliler, mecnunlar. Cezbeye gelmiş olanlar. |
meczum |
Kat'i niyet edilmiş, cezmolunmuş. Kat'i karar verilmiş. * Gr: Son harfi harekesiz okunan kelime. Cezimli kelime. (İlim, kilim, kitab kelimelerinin son harflerinin okunduğu gibi.) More… |
meczur |
Cezr olunmuş, kare kökü alınmış sayı. (On sayısı yüz sayısının meczurudur, yani kare köküdür.) |
meczuz |
Kesilmiş, münkatı'. |
med |
Uzatma, çekme. Yayma ve döşeme. * Çoğaltmak. * Bir şeye dikkatlice bakmak. * Nihayet, son. * Sönmek. Bir şeyi söndürmek. * Yardım etmek, mühlet vermek. * Yâr ve yâver olmak. * Tarlaya fışkı More… |
med'î |
Dâvet edilmiş, davetli. Çağrılmış. |
med'uv |
Davet olunan. Çağırılmış. Davetli. |
med'uvven |
Çağrılarak, davetli olarak, davet olunarak. |
med'uvvîn |
(Med'uvv. C.) Davetliler, davet olunmuşlar, çağrılmış olanlar. |
meda |
Mesafe, nihâyet. Son. |
medaci' |
Yatacak yerler. (Bak: Madcâ') |
medafi' |
(Medfa. C.) Aks: Toplar. |
medafin |
(Medfen. C.) Mezarlar, kabirler. Gömülecek, defnolunulacak yerler. |
medahek |
(Bak: Madhek-Mudhike) |
medahil |
(Medhal. C.) Girişler. Girilecek yerler. |
medaih |
Medhetmeler. Övmeler. Medhedişler. |
medain |
(Medayin) Şehirler, medineler. Büyük memleketler. * Şimdi harabe olup İslâmiyyetten evvel yaşamış Kisralıların Nuşirevan zamanında kurdukları merkez-i hükümetleri olan büyük şehir. Peygamber More… |
medak |
Bir şeyi ezmekte kullanılan yassı taş. |
medami' |
Göz yaşları. * Gözler. |
medar |
Sebeb, vesile. * Bir şeyin etrafında döneceği nokta. Bir şeyin devredeceği, üzerinde hareket edeceği yer. * Gezegenlerin gezerken hareket noktalarının çizdiği dâire. |
medare |
Kova gibi dikip su çekmekte kullanılan deri. |
medaric |
(Medrec ve Medrece. C.) Merdivenler. * Meslekler, yollar. |
medaris |
Medreseler. Ders okunan yerler. Talebe-i ulumun ikametgâhları. Din, imân, ahlâk dersi ve fenni ilim okutulan ve aynı zamanda talebenin ikamet ettiği mektebler. |
medas |
Harman yeri. |
medase |
Harman yeri. |
medayih |
Medhe lâyık işler ve hareketler. |
medayin |
(Midyân. C.) Dâima borçlanan kimseler. |
medbee (medbe) |
Kabaklık, kabağı çok olan yer. * Kul, abd. |
medbug |
Dibâgat olunmuş, tabaklanmış. |
medbur |
Zengin. Malı mülkü ve serveti çok olan. * Yaralı, mecruh. |
medcen |
Bulutlu gün. |
medd işareti |
Harekenin uzun okunacağını gösteren işaretin adı. * Hemze ile elifin birleşmesi. |
medd ü cezir |
Coğ: Deniz sularının kabarması ve tekrar geriye çekilmesi. |
meddah |
(Mübalâga ile) Çok çok medheden, sena eden. * Edb: Taklidli hikâyelerle halkı eğlendiren hikâyeci. |
meded |
İnayet, yardım, imdad, eman. Eyvah. |
mededcu |
f. Meded isteyen, yardım arayan. |
mededcuyane |
f. Medet isteyene, yardım arayana yakışacak surette. |
mededhâh |
f. Meded isteyen, yardım bekleyen. |
mededhâhî |
f. Meded arayıcılık, yardım isteyicilik. |
mededkâr |
f. Yardımcı, muin, nâsır. Nusret veren. |
mededkârane |
f. Medet ve yardım edercesine. |
mededkârî |
f. Yardımcılık. |
mededres |
f. Yardımcı. İnâyet eden. Yardım eden. Mededresân da denir. |
mededresanî |
Yardımcılık. Yardım ve inâyet edicilik. |
medeni |
Faziletli, terbiyeli, kibâr. * Medineli. Şehirli. * Kur'an-ı Kerimin Medine şehrinde nâzil olan âyet ve sureleri. |
medeniyet |
Adaletseverlik, insanca iyi ve ferah yaşayış. Şehirlilik. Yaşayışta, içtimaî münâsebetlerde, ilim, fenn ve san'atta tekâmül etmiş cemiyetlerin hâli. |
medenk |
f. Kapı sürgüsü. Kilit. |
meder |
Tezek, toprak tezeği. * Çakıl. Kuru çamur. Kuru balçık. * Köy, mahalle. |
medfa' |
(C.: Medâfi') Aks: Top. |
medfee |
Deve sürüsü. Çok miktar deve. |
medfen |
Mezar. Defnedilen, gömülen yer. |
medfu' |
Dışarı çıkarılmış, def olunmuş, kovulmuş. * Verilmiş, vezneden çıkarılmış. |
medfuat |
(Medfu'. C.) Defedilip dışarı çıkarılmış olanlar. * Sarfedilmiş ve verilmiş paralar. Harcanan veya kasadan çıkan paraların, hesap defterinde kaydedildiği hâne. |
medfun |
Defnedilmiş. Gömülmüş. |
medh |
Birisinin iyiliğini, iyi vasıflarını söylemek. Övmek. ◊ Büyük bahşiş. |
medha |
Deve kuşunun yumurtladığı yer. ◊ Övmek, medhetmek. |
medhal |
Girilecek taraf. Dahil olacak yer. * Giriş. Esere başlangıç. Önsöz. Mukaddeme. |
medhaldar |
f. Bir işte parmağı olan. Bir işe karışmış olan. |
medhaza |
(C: Medâhız) Ayak kayacak yer. |
medhene |
Yağhâne. |
medhiyat |
(Medhiye. C.) Medh etmeler, övmeler. |
medhiye |
Birini medhetmek için yazılan yazı. |
medhul |
(Dahl. den) Ayıplanacak kusuru olan. * Dile düşmüş. * Kendisine birşey girmiş olan. |
medhun |
f. Tabaklanmış deri. |
medhur |
Uzaklaştırılmış veya kovulmuş olan. Tardedilmiş olan. |
medhuş |
Dehşete uğramış. Şaşırmış. Korkmuş. |
medhuşâne |
Ürkmüş gibi. Ürkmüş bir hâlde. |
medi |
(C: Emdiye) Bir yerde birikip toplanmış su. |
medibb |
Selin aktığı yer. |
medid |
Devamlı. Çok uzun süren. * Uzatılmış. Çekilmiş. |
medîh |
(Medh. den) Övmeye ve medhetmeye sebeb olan şey. Övme mevzuu. ◊ Keskin. |
mediha |
Medih için yazılan kaside, övme. |
medihagû |
f. Medheden, öven. |
medihasenc |
f. Medihnâme yazan, övücü yazılar yazan. |
medîn |
Borçlu. * Kul, köle, abd. |
medine |
Şehir. * Hicazda Hz. Peygamberin (A.S.M.) türbesi bulunan şehirdir. Buranın İslâmiyyetten evvel ismi 'Yesrib' idi. |
medkuk |
Döğülmüş, toz hâline getirilmiş. |
medl |
Zayıf, yeyni kimse. |
medlebe |
Çınarlık. |
medlul |
Delâlet olunan. Gösterilen. * Mânâ. Meâl. Mefhum. Delil getirilen şey. Bir kelime veya bir işâretten anlaşılan. |
medluliyyet |
İşâret ve delil olma hâli. |
medma' |
(C.: Medâmi') Göz. Ayn. * Gözyaşı. |
medmec |
Kadeh. |
medmum |
Kırmızı renkli olan. * Dolu, dolmuş. |
medn |
Durmak, ikamet. |
medr |
Havuzun içini sıvamak. * Düzmek. |
medraa |
Ferâce, kaftan, çarşaf. |
medrec(e) |
(C.: Medâric) Basamaklı yol. Merdiven. * Meslek. * Tarikat. * Dar yol. Dağ yolu. |
medrese |
(Ders. den) Ders görülen yer. Ders okutulan yer. İslâmi ilimleri okuyan talebelerin yatıp kalktıkları ve tahsil için çalıştıkları vakıf odalarının bulunduğu binâ. |
medresenişin |
Medreseli. Medresede oturan. |
medruk |
Anlaşılmış, derk olunmuş. |
medrus |
Eskimiş elbise. * Deli, mecnun. * Ders olarak okunmuş. |
medş |
Elin zayıf olması. Elin eti az ve siniri sarkmış olması. |
medsus |
Gömülerek saklanmış olan. Gizli bulunan. * İçine desise karışmış şey. |
meduf |
Islanmış. * Dövülmüş. |
medyum |
(Medyom) Lât. İspirtizmacılık için vasıtalık eden. |
medyun |
Borçlu. Vereceği bulunan. |
meeka |
Ağlamaktan ârız olan hıçkırık. * Gayretlenmek, gayrete gelmek. |
meenne |
Alâmet, nişan, işaret. |
mef'at |
Yılanlı yer. |
mef'em |
Karnı geniş olan kişi. |
mef'ul |
Yapılan iş. Fâilin eseri. * Gr: Fâilin fiilinin te'sir ettiği şey. 'Nuri kitabı okudu' cümlesinde, kitab mef'uldür. |
mefad |
Fayda vermek. |
mefafun |
Aklı ve fikri zayıf olan. |
mefahim |
Mefhumlar. Anlaşılan şeyler. Anlaşılan mânâ ve mefhumlar. |
mefahir |
İftihar edilecek, övünülecek şeyler. Mefharetler. |
mefahis |
(Mefhas. C.) Kuş yuvaları. |
mefail |
(Mef'ul. C.) İşlenmiş ve yapılmış işler. |
mefaka |
Ansızın tutmak. |
mefalis |
(Müflis. C.) Müflisler. İflâs edenler. |
mefarik |
(Mefrak ve Mefrik. C.) Başın tepe kısımları. Başta saçın ikiye ayrıldığı noktalar. |
mefariş |
(Mefruş. C.) Kadın eşler. |
mefasid |
(Mefsedet. C.) Fesadlıklar. Bozgunculuklar. Münafıklıklar. |
mefasil |
(Mafsal. C.) Mafsallar. Vücuttaki oynak yerleri, eklenti yerleri. |
mefat |
(Bak: Müfad) |
mefatih |
(Miftah. C.) Anahtarlar. |
mefatir |
Yaradılıştan olan huylar. Fıtri olan huylar. ◊ (Muftır. C.) Oruç açanlar, iftar edenler. |
mefaviz |
(Mefâze. C.) Sahralar, çöller. |
mefaz |
Feyz, halâs, zafer. * Korkulardan, acılardan kurtulup murada ermek. |
mefaze |
(C.: Mefâviz) Çöl, sahra. |
mefdere |
Dağ keçisinin durağı. |
meferr |
Kaçılacak yer. |
mefhar |
İftihara, övünmeğe, sevinmeğe sebeb olan. İftihara vesile olan şey. |
mefharet |
Birine şeref veren şey. İftihar edilecek, övünülecek şey. |
mefhas |
(C.: Mefâhis) Kuş yuvası. |
mefhum |
Anlaşılan. Mânâ. İfade. Sözden çıkarılan mânâ. ◊ Kömürleşmiş olan. |
mefîs |
Kaçacak yer. |
mefkad |
Kaybolacak yer. |
mefkaret |
İhtiyaç, zaruret. |
mefkud |
Kaybolmuş. Olmayan. Yok. Gayr-ı mevcud. * Fık: Ölü veya diri olduğu bilinmeyen, kayıp kimse. |
mefkudiyet |
Mefkudluk. Bulunmama, kayıplık, yokluk. |
mefkuk |
(C: Mefakik) Ayrılmış olan. * Sökülmüş, çıkarılmış. |
mefkur |
(C.: Mefâkir) Omurga kemikleri kırılmış olan hayvan veya insan. |
mefkure |
(Fikir. den) Gâye. Gâye olan şey. Tasavvur hâlindeki gâye. İdeâl. |
mefluc |
Felc olmuş. İnmeli. Kımıldayamaz hâle gelmiş. |
meflucen |
Felce uğramış olarak. Mefluc olarak. |
mefluk |
Yoksul, zavallı, biçare, miskin. |
meflul |
Kınında bulunan kılınç. * Kapalı, kilitli. |
mefrah |
Kuluçka çıkarma yeri. Folluk. |
mefrak |
(C.: Mefârik) Başın tepesi. Tepe kısmı. Başın üstünde, saçların ikiye bölündüğü yer. |
mefrat |
Çok büyük. |
mefred |
Çok büyük, kocaman, aşırı derecede iri. |
mefreş |
Eskiden göç sırasında yatak ve şilte taşımada kullanılan meşinden veya çadır bezinden yapılmış harar. |
mefrug |
(C.: Mefârig) (Ferağ. dan) Başkasına bırakılmış, feragat edilmiş. |
mefrugün bih |
Bir kimseye bırakılan şey. |
mefrugün leh |
Kendisine bir şeyin mülkiyeti ve tasarruf hakkı bırakılmış olan kimse. |
mefruk |
Ovulmuş nesne. * Zâ'ferân ile boyanmış nesne. ◊ Bölünmüş, ayrılmış tefrik edilmiş. |
mefruş |
Döşenmiş, ferş olunmuş, serilmiş. * Nikâhlı karı. |
mefruşat |
(Ferş. ten) Ev döşemeğe yarayan şeyler. Kilim, halı v.s. |
mefruz |
(Farz. dan) Farz olunmuş. Farz hâline gelmiş. Çok lüzumlu. Farz kabilinden olmuş. * Var sayılan. ◊ İftira olunmuş, ayrılmış, bölünmüş. |
mefsah |
Bozma. * Feshedecek, bozacak yer. ◊ Geniş olacak yer. |
mefsaka |
(Fısk. dan) Günah işlenen yer. |
mefsedet |
Bozukluk, fenâlık, fesatçılık. Münâfıklık. |
mefsil |
(C: Mefâsıl) Her âzada olan ek yerleri. Mafsal. |
mefsud |
Kendinden kan alınmış kimse. |
mefsuh |
Hükümsüz bırakılmış. Yürürlükten kaldırılmış. Battal edilmiş. |
mefsuhiyet |
Mefsuhluk. Yürürlükten kaldırılma hâli. Hükümsüzlük. |
meftah |
Hazine. |
meftuh |
Açılmış. Fethedilmiş. * Ele geçirilmiş, zabtedilmiş. * Gr: Fethalı (üstünlü) okunan harf. |
meftuhane |
f. Başlangıç için verilen ziyâfet. Bir kitabı okumaya veya yeni bir derse başlarken, talebelere hocası tarafından verilen başlama ziyafeti. |
meftuk |
Fıtıklı. |
meftul |
(Fetl. den) Bükülmüş, kıvrılmış. Fitil hâline getirilmiş. |
meftum |
Sütten ve memeden kesilmiş çocuk. |
meftun |
Fitne ve belâya tutulmuş olan. Âşık. Mecnun. * Cünun. Fitne. |
meftunane |
Meftuncasına, kendinden geçmiş olarak, tutkuncasına. Şaşarak, hayrancasına. |
meftuniyet |
Tutkunluk. Aşıklık. |
meftur |
Füturlu, kederli, üzgün, bezgin. |
mefturane |
f. Bitkin bir halde, bezmişcesine. |
mefturiyet |
Bıkkınlık, bitkinlik, bezginlik. |
meftut |
Ufalanmış, parça parça edilmiş, parçalanmış. |
mefza' |
Korku. Korku yeri. * Sığınacak yer. |
mefzaha |
Rezilliğe ve kepâzeliğe sebebiyet veren şey. |
mefzul |
Üstün gelen. Fazla gelmiş olan. |
mefzur |
Eskimiş. * Parçalanmış. |
megad |
'Bir ot cinsidir, ağaca sarmaşır çıkar; üzüm çubuğundan ince olur ve yaprağı uzun olur.' |
megafir |
(Miğfer. C.) Miğferler. Eskiden muharebelerde başa giyilen demir başlıklar. |
megafon |
Sesi yükseltip büyüten alet. |
megak |
Mezar, kabir, çukur. |
meganim |
Ganimet malları. Harbde alınan mallar. |
megavil |
(Migvel. C.) Hançerler. Ufak ve ince kılınçlar. |
meger |
f. Meğer, halbuki, ancak, oysa ki, şu kadar ki. |
meges |
f. Sinek. |
megesgir |
f. Örümcek ağı. |
megesran |
f. Yelpâze. |
megesvar |
f. Sinek gibi. Sinek şeklinde. |
meglul |
(Bak: Maglul) |
megmum |
(Bak: Magmum) |
megs |
(Bak: Meges) |
megz |
(Bak: Magz) |
meh |
f. Ay. Kamer. (Bak: Mah) * Senenin onikide biri. Ay. |
meh-ru |
(C: Mehruyân) f. Ay yüzlü, güzel. |
meh-ruyan |
f. Ay yüzlüler. Ay gibi parlak olanlar. * Mc: Manevî güzellik. Ahlâk sahibi ve dindar olanlar. |
meh-şid |
f. Ay, kamer. * Ay ışığı, mehtâb. |
mehab |
Dehşetli ve heybetli yer. |
mehabb |
(Mehebb. C.) Rüzgârın estiği yerler. |
mehabbet |
(Bak: Muhabbet) |
mehabet |
Heybet. * Hürmetle karışık korku. * İhtiram. Azamet. Büyüklük. |
mehabil |
(Mehbil. C.) Tıb: Rahim yolları. |
mehacim |
(Mihcem. C.) Hacamat şişeleri. * Çekip emmeye yarayan âletler. |
mehafet |
(Bak: Mahafet) |
mehah |
Tazelik, güzellik. |
mehail |
(Mehil. C.) Tehlikeli ve korkunç yerler. |
mehak |
Durgun suyun yeşilliği. |
mehakim |
(Bak: Mahâkim) |
mehal |
Süre, mühlet, vâde. * Korku yeri. |
mehalik |
(Mehleke. C.) Tehlikeler. Tehlikeli işler. Korkulan yerler. |
mehamid |
Şükür ve hamdler. Medihler. Sebeb-i şükür ve hamd olan hasletler. |
mehamil |
Mahmiller. * İhtimaller. (Bak: Mahmil) |
mehamm |
(Mühim. C.) Mühim şeyler. Kıymetli işler. Umur-u azime. * Düşündürücü şeyler. |
mehammşinâs |
f. İşinin ehli. İşden anlıyan. |
mehan |
Ağızdan akan su, ağız suyu. ◊ (Bak: Mühan) |
mehane |
Hakaret. |
mehanen |
Küçümsenerek, hafifsenerek. |
mehanet |
Küçültme. Küçük görülme. * Hor ve zelil olmak. Zayıf ve zebun olmak. * Tedbiri azca olmak. |
mehanne |
Burun. |
mehar |
f. Dizgin, yular. * Devenin burnuna takılan burunluk. ◊ Noksan, eksik. * Merci. |
meharet |
Ustalık, beceriklilik, üstadlık. Meleke ve mümârese. * Kur'anda meharet Hıfzın kuvvetiyle harflerin mahreçlerine riâyettir. |
meharic |
(Mahrec. C.) Mahreçler. Dışarı çıkacak şeyler. |
mehaş |
Ev eşyası. Mal, mülk, metâ. |
mehasin |
(Bak: Mahasin) |
mehat |
(C: Mehâ-Mehevât) Billur taşı. * Güneş. * Dağ sığırı. * Tazelik. * Güzellik. |
mehatt |
Menzil, konak. |
mehave |
Doğru. * İnce olmak. |
mehavi |
(Mehva. C.) Çöller, sahralar. * Vâdiler. * İki yükseğin arası. |
mehavif |
Korkulu yerler. |
mehaz |
Su akacak yer, su mecrası. * Gebe kadının ağrısının tutması. * Gebe deve. |
mehaza |
İşlek yol. |
mehazin |
Mahzenler. Hazineler. Mal doldurulan yerler. |
mehbel |
Rahim sonu. (Veled yatağı derler) * Veled yolu. |
mehbil |
(C.: Mehâbil) Rahim yolu. * Rahim, döl yatağı. |
mehbit |
Bir şeyin indiği yer. İnilecek yer. Yukarıdan aşağı inilecek yer. Düşülen yer. |
mehbut |
Hastalık veya bir illetten zayıf nahif olmuş olan. ◊ Korkudan şaşırmış. Hayret ve korkuya kapılmış. |
mehc |
Cömert, eli açık. |
mehcebin |
f. Ay alınlı. Alnı ay gibi parlak olan. |
mehcenet |
Küçük hurma ağacı. |
mehcur(e) |
(Hicr. den) Uzaklaşmış, uzakta kalmış, ayrı düşmüş. Bırakılmış, metruk, unutulmuş, gayr-i müstâmel. * Saçma sapan, hezeyan. Amel edilmeyen. Kullanılmaz olmuş. Ayrılmış. |
mehcuriyet |
Uzaklık, ayrılık. * Bırakılıp unutulma, metrukiyet. |
mehcüv |
Hicvolunmuş. Zemmolunmuş. Kötülüğü ilân ile zevklenilmiş. |
mehd |
Beşik. Beslenilecek, büyüyecek yer. * Yeryüzü. * Yayıp döşemek. * Kâr kazanmak. * Hazırlanmak. |
mehd-ara |
f. Beşik süsleyen. |
mehded |
Hindibâ otu. * Acı marul. |
mehdiyye |
Mehdiye âit ve mensub olan. Mehdiye dâir ve müteallik. * Hediye. Armağan. |
mehdum(e) |
(Hedm. den) Yıkılmış, hedmolunmuş, yıkık. |
mehdur |
(Hedr. den) Yazık edilmiş, ziyan edilmiş. Boş yere gitmiş. |
mehebb |
(C.: Mehâbb) Rüzgârın estiği yer. |
mehel |
(C: Mühul-Emhâl) Yavaş yapmak. * Sonraya bırakmak, te'hir etmek. |
mehenk |
Ölçü. Miyar. * Altın ve gümüş ayarını anlamaya mahsus taş. Üzerinde altın tecrübe edilen siyah taş. |
mehere |
(Mâhir. C.) Mâhirler, ustalar, üstadlar. Hüner sahibi ve elinden iş gelen kimseler. |
mehfak |
Bol nesne. |
mehîb |
İnsanın kendisinden korktuğu. Heybetli, azametli, korkunç kimse. * Arslan, esed, gazanfer. |
mehîl |
Korkulu yer. Korkunç ve tehlikeli yer. |
mehîn |
Hor ve hakir. Zayıf. Zebun. * Az şey. * Rey', fikir ve tedbirde temyizi zayıf, ahmak. |
mehîr |
f. Ay, kamer. |
mehîre |
Usta, mâhir, hünerli. * Hür olan kadın. * Nikâh bedeli çok olan kadın. |
mehist |
f. Ağır, sakil. |
mehîz |
Ayran. * Yağı alınmış yoğurt. |
mehk |
Suyun rengi yeşil olmak. ◊ İyice ezme. |
mehl |
Vakit verme. Vâde. Mühlet. Bir işi belli bir zamana kadar te'hir etme. |
mehleke |
(C.: Mehâlik) Tehlikeli yer veya iş. |
mehlika |
f. Güzel. Ay yüzlü. |
mehme |
(C.: Mehâme) Irak, uzak. * Issızlık. * Korkunç sahrâ. Büyük çöl. |
mehmed |
Muhammed isminin Türkçede meşhur olmuş değişik şeklidir. Resul-i Ekrem Efendimize verilen ve sadece ona lâyık bulunan Muhammed (A.S.M.) ismine hürmeten bu değişiklik âdet olmuştur. |
mehmedcik |
Kahraman ve mücahid mânasında Türk askerine verilen ünvandır. |
mehmum |
Endişeli. Düşünceli. |
mehmuse |
Gizli. Gizlenmiş eşya. * Örtülmüş. * Tecvidde: Gizli okunan harfler. Fısıltı ile okunan harfler. sözü, bu harfleri toplamıştır. Bunun zıddı 'Huruf-u mechure' dir. |
mehmusen |
Gizli olarak. |
mehmuz |
Gr: Hemzeli kelime. Harfin kökünde hemze varsa o kelimeye denir. |
mehn (mihn) |
Hizmet. * Mübtezellik, değersizlik. |
mehpare |
f. Ay parçası. * Çok güzel kimse. |
mehpeyker |
Nurlu, ay yüzlü. Yüzü ay gibi parlak ve güzel olan. |
mehr |
Aşk, şefkat, muhabbet. * Güneş. * Huk.:Mihr. Evlenme muamelesinde erkek tarafından kadına verilen nikâh bedeli. |
mehrak |
(C: Mehârik) Sahife, sayfa. |
mehreb |
Sığınılacak yer. * Ürküp kaçma. |
mehrec |
(Bak: Mahrec) |
mehrecan |
Eylül ayının onaltıncı günü. |
mehru' |
Sar'alı kimse. Sar'a hastalığı olan kişi. |
mehtab |
f. Mâhtâb. Ay ışığı. |
mehter |
(Mih-ter) f. Daha büyük. * Reis. * Seyis. Osmanlı askeri mızıkası ve buna mensub müzikçiler. * Vaktiyle Bâb-ı âli çavuşu. * Rütbe, nişan veya vazife alanların evlerine müjde götürenler. * More… |
mehterân |
(Mehter. C.) Mehterler. |
mehterhane |
f. Tar: Zurna, nakkare, nefir, zil, davul ve kösden kurulu askeri mızıka takımı. |
mehtuk |
(Hetk. den) Bozulmuş, yırtılmış, hetkolunmuş. |
mehub |
Heybetli. Azametli. Korkunç. * Arslan. |
mehul |
Benli, benekli. ◊ Yumuşak yay. |
mehv |
İnce kılıç. * Sulu süt. |
mehva |
(C: Mehâvâ) Sahrâ, çöl, * Uçurum, yar. * İki dağ arası. * İki şeyin arası. |
mehvare |
f. Ay gibi. * Aylık maaş. Aylık ücret. |
mehvat |
Çöl, sahra. * İki şeyin arası. |
mehveş |
f. Ay gibi. * Mc: Güzel. |
mehyum |
Şaşmış, hayrette kalmış, şaşırmış. * Sevgi ve aşkdan serseme dönmüş. |
mehzul |
Düşkün. Zayıf. Arık. |
mehzum |
Hezimete uğramış. Mağlub olmuş olan. |
meik |
Gayretli kişi. * Hiddeti galip kimse. |
mein |
Ağlanacak ve inlenecek yer. |
mejeng |
f. Keder, hüzün, tasa, gam. * Hoşa gitmeyen, beğenilmeyen, nefret edilen, iğrenilen. |
mek'um |
Ağzı bağlı deve. |
meka |
(C: Emkâ) Tilki, tavşan ve bunlara benzer hayvanlar. * Canavarların inleri ve yatakları. |
mekabir |
(Bak: Makabir) |
mekad(e) |
Yakın olmak, yakınlık. |
mekadir |
(Bak: Makadir) |
mekahil |
(Mikhal, mikhel ve mükhüle. C.) Göze sürme çekecek âletler, miller. |
mekaid |
(Mekide. C.) Hileler, aldatmalar, düzenler, dalavereler. |
mekal |
(Bak: Makal) |
mekamin |
(Mekmen. C.) Gizlenilecek yerler, pusular. |
mekân |
(Kevn. den) Yer. Durulan yer. Ev, hane, mesken. Mahal. |
mekâne |
(C: Emkine-Emâkin) Kudret, kuvvet, güç. |
mekânen |
Mahal ve yer bakımından. |
mekânet |
Ağır başlılık. * Kuvvet. Güç. |
mekanik |
Lât. Cisimlerin hareketleriyle alâkalı hâdiseleri inceleyen ilim. Mihanikiyetten bahseden kitap. * Makina. Makina aksamının hey'et-i mecmuası. * Kafa yormaksızın el veya makina ile More… |
mekânis |
(Miknese. C.) Süpürgeler. |
mekanizma |
Lât. Bir şeyin makina kısmı. * Mc: Oluş ve işleyiş. Meydana çıkış. |
mekâre |
Eskiden kira ile tutulan yük hayvanı. * Tar: Osmanlı ordusunda taşıma işlerinde kullanılan hayvanlara verilen ad. (Mekâre denilen at, katır, deve gibi hayvanlar, harp zamanlarında halktan More… |
mekârib |
(Mikreb. C.) Çift sürülen sabanlar. |
mekârih |
(Mekrehe. C.) İnsana tiksinti veren şeyler. * Sıkıntılar, dertler. |
mekârim |
(Kerem. C.) Keremler. İyilikler. * Güzel ahlâk sahibi olmak. * Ahlâk-ı hamide, Cenâb-ı Hakk'ın sevdiği, beğendiği güzel ahlâk. |
mekârimkâr |
f. Cömert, eliaçık. Kerem sâhibi. |
mekarîs |
(Mıkrâs. C.) Makaslar, kesecek aletler. |
mekâsib |
(Mekseb ve Meksib. C.) Kazançlar. Kazanç yer ve araçları. Kesbedilen ve kazanılan yerler. |
mekâtib |
(Mekteb. C.) Mektebler, okullar. |
mekâtîb |
(Mektub. C.) Mektublar. |
mekâyid |
(Mekide. C.) Hileler, düzenler, aldatmalar. |
mekâyil |
(Mikyâl. C.) Ölçekler, tahıl ölçekleri, kileler. |
mekayîs |
Mikyaslar. Ölçüler. * Mukayeseler. |
mekâza |
Şiddetli mümârese. Alışkanlık. |
mekbir |
İhtiyarlama, yaşlanma. |
mekbud |
Ciğerinde hastalık olan. |
mekbut |
Mahzun kişi. Hüzünlü, üzüntülü kimse. |
mekd |
Azlık. * İkamet, oturmak. |
mekdur |
Kederlenmiş, kederli. |
mekene |
Kertenkele yumurtası. |
meker |
(C.: Mükur) Bir ağaç cinsi. |
mekerr |
Cenk edecek yer, savaş meydanı. |
mekfere |
Örtecek, sertredecek yer. |
mekfuf |
Kulplarından sıkıca bağlanıp heybe gibi asılmış. * Kilitlenmiş. * Heybe. * Dürülmüş, toplanmış. * Men olunmuş. Yasak edilmiş. |
mekful |
(Kefâlet. den) Kefil olmuş veya kefil olunmuş. |
mekhul(e) |
(Kuhl. dan) Sürme çekilmiş, sürmeli. |
mekîd |
Tuzağa düşen veya düşecek olan. |
mekîde |
(C.: Mekâid) Hile, aldatma, düzen, dalavere. |
mekîdet |
Düzen, hile, fesat. |
mekîl |
Ölçmek. * Kilo ile ölçülen şey. |
mekîlât |
(Mekîl. C.) Buğday, arpa gibi kile ile ölçülen şeyler. |
mekîn |
Yüksek rütbe sâhibi. Vakarlı. Temkinli. Nüfuz ve iktidar sahibi. * Yerleşmiş. Oturmuş. Sâkin, Muhkem. |
mekînet |
Onur, vakar, ciddiyet, ağırbaşlılık. |
mekir |
(Mekr) Hile. Aldatma. Oyun. Düzen. (Birisinin kötü veya iyi hâllerini öğrenmek veya kötülüğe sevketmek ya da gayesinden alıkoymak için yapılır.) |
mekîs |
Vakarlı. Onur sahibi. Ciddi ve ağırbaşlı kimse. |
mekk |
Emmek. * Helâk etmek. * Noksan etmek, eksiltmek. |
mekkâr |
Hilekâr. Düzenbaz. Çok aldatıcı. Mekir yapan. |
mekkârî |
Mekkârlık, hile, düzen. Hilekârlık. |
mekke |
Hicaz'da Kâbe'nin bulunduğu en mukaddes şehrin ismidir. Aynı zamanda Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) doğduğu şehirdir. |
mekkî |
Mekke'den olan. Mekke'ye dâir ve mensub. * Mekke'de nâzil olan âyet veya sure. |
mekkuk |
(C.: Mekâkik) Birbuçuk sa' alır kile. |
mekla' |
Otlu yer. |
meklum |
Yaralı, mecruh. Yaralanmış. |
mekmen |
(C.: Mekâmin) Gizlenilip pusu kurulan yer. Pusu yeri. |
mekmene |
Pusu, gizlenilecek yer. * Define, hazine. |
mekmun |
Gizli. Saklı. |
mekn |
Kudret, kuvvet, güç. |
meknan |
Bir ot cinsi. |
mekne |
(C: Miken-Mekenât) Kuş yuvası. |
mekniyyat |
(Mekniyye. C.) Kinayeli cümleler. |
meknun |
Örtülü, gizli. Saklı. * Dizilmiş. Dizili. Manzum. |
meknus |
Süpürülmüş. |
meknuz |
Gömülü define, örtülü, gizli. Hıfzedilmiş, mahfuz. |
mekr |
(Bak: Mekir) |
mekre |
(C: Mekârih) Şiddet. * Bıkkınlık. * Kerahet, iğrençlik. |
mekreme |
İzzet, ikram yeri. Seha, cud, şeref. Cömertlik. |
mekrub |
Kederlenmiş. Musibete uğramış. Tasalı, gamlı insan. |
mekrubiyet |
Kederli, hüzünlü ve tasalı olma. |
mekruh |
İğrenç, nahoş görülen şey. * Fık: Şeriatın haram etmediği, fakat zaruret olmadan yapılmasına izin vermediği, zanna dayanan delil ile işlenmesi caiz olmayan iş. * Mihnet. Şiddet. |
mekruha |
Keder, mihnet. şiddet. |
mekruhat |
(Mekruh. C.) Mekruh olan şeyler. |
mekruhiyet |
İğrençlik, mekruhluk. |
mekrume |
(Bak: Mekreme) |
meks |
(C.: Mükus) Bir şeyin pahası noksan olma. * Öşür. Vergi. Vergi almak. ◊ Durma, eğlenme, bekleme. |
mekseb |
(C.: Mekâsib) (Kisb. den) Kazanç, gelir. * Kazanç yeri. Kazanç vasıtası. |
meksefe |
(Bak: Miksefe) |
meksub(e) |
Kesbolunmuş. Kazanılmış. * Sonradan tahsil olunmuş, elde edilmiş. * Yüksekten dökülen. * Çağlayan. |
meksuf |
Küsufa uğramış, ziyâsı, aydınlığı tutulmuş. Kararmış. ◊ Kesafetli, sık ve çok olmuş. Koyu. |
mekşuf |
Keşfolunmuş, meydana çıkarılmış. Açık. Belli. |
meksur |
(Kesr. den) Kırılmış, kesrolunmuş. * Gr: 'İ' şeklinde kesreli okunan harf. ◊ Çoğaltılan, çoğaltılmış. |
mekteb |
(C.: Mekâtib) Yazı yazacak yer. * Okul. |
mektub |
Yazılı, yazılmış kâğıt. |
mektubat |
Mektublar. Yazılı kâğıtlar. * Bazı meşhur ve mühim kitapların ismi. * Bir yerden başka bir yerdeki şahsa gönderilen yazılı kâğıtlar. * Risale-i Nur Külliyatından bir mecmuanın ismi. |
mektuf |
İki eli arkasına bağlanmış olan. |
mektum |
Gizli. Saklı. Gizli kalmış. * Hükümetten gizli tutulan. |
mektumat |
(Mektume. C.) Hükümetten kaçırılarak gizlenmiş ve yazdırılmamış nüfus, mal veya gelir. |
mekur |
Hileci, yalancı, dolandırıcı. |
mekyes |
Akıllılık ve ferâsetle bilinen kimse. |
mekyul |
Kile ile ölçülmüş. |
mekzebe |
Yalan söz, doğru olmayan kelâm. Palavra. |
mekzube |
Palavra, yalan söz. |
mekzum |
Kederli, hüzünlü, tasalı, üzüntülü, gamlı. |
mel' |
Seri seyr. |
mel'ab |
(La'b. dan) Eğlence yeri. Oyun yeri. |
mel'abe |
(La'b. dan) Oyun. Eğlence vasıtası. Oyuncak. |
mel'abegâh |
f. Oyun oynanan yer. Mel'abe yeri. |
mel'an |
Dolu olan, taşkın. |
mel'ane(t) |
(La'n. dan) Lânete sebeb olan. Lânete müstehak iş. * Yol ayrımı ve insan menzili. |
mel'anet-piş |
f. Mel'unluktan başka işi olmayan. İşi gücü mel'unluktan ibaret olan. |
mel'anetkârane |
f. Lânete müstehak surette. |
mel'em (mil'em) |
Ölçüsünde cimrilik yapan. |
mel'eme |
Cem'etmek, toplamak. * Terbiye etmek, düzeltmek, ıslâh etmek. * Yara yırtığını bağlamak. |
mel'ub |
Salyalı ağız. |
mel'un |
Lânetlenmiş. Lânete lâyık. * Kovulmuş, tard olunmuş. |
mela |
(C.: Emlâ) Ova, sahra. * Vakit. * Sıcak kül.MELA'Â: Meşveret. * Cemaat. Güruh. * Bir kavmin ileri gelen mes'uliyetli şahısları. * Huy, ahlâk. (Bak: Mele') * Doldurmak. |
mela' |
Otu olmayan yer. |
melab |
Bir cins güzel koku. |
melabis |
Elbiseler. Giyecek şeyler. |
melace |
Husumeti uzatmak, düşmanlığı çoğaltmak. |
melaci' |
(Melce. C.) İlticâ edilecek ve sığınılacak yerler. |
melagim |
Ağız çevresi. |
melah |
Atın ayağında olan verem. ◊ f. Çekirge. |
melaha (müluha) |
Tuzluluk. * Güzellik. ◊ Tatsızlık, tuzsuzluk. |
melahat |
Yüz güzelliği. Cemal. * Tuzluluk. Tuzlu su. |
melahi |
Oyunlar, eğlenceler. Cümbüşler. |
melahide |
Mülhidler. Dinsizler. İmânsızlar. |
melahif |
(Milhaf ve Milhafe. C.) Sarınacak veya bürünecek şeyler. Yorganlar. |
melahim |
Muharebe ve cenk yerleri. (Bak: Melhame) |
melaib |
(Mel'ab-Mel'abe. C.) Oyuncaklar. Oyun oynanacak yerler. |
melaik |
(Mil'aka. C.) Tahta kaşıklar. |
melaik(e) |
(Melek. C.) Melekler. Nurdan yaratılmış, fıtratları sâfi, makamları sabit, kendileri ma'sum mahluklar. |
melain |
(Mel'un. C.) Herkesin nefretini kazanmış olanlar. La'netlenmiş olanlar. ◊ (Mel'ane. C.) Lânet edilecek iş ve hareketler. |
melak |
Lütuf, muhabbet, sevgi. ◊ Mala. |
melal |
Can sıkıntısı. Usanç. Gamlılık. Zaaf ve fütur. |
melal-aver |
f. Usanç verici, usandıran, sıkan. |
melam |
Kınanmış. * Rezillik. Hakirlik. Kıymetsizlik. |
melamet |
Kınanmışlık. İtab ve serzenişlik. Rezillik ve rüsvaylık. |
melamet-zedegân |
(Melametzede. C.) f. Ayıplanmış, kınanmış kimseler, azarlanmış olanlar. |
melametzede |
(C.: Melametzedegân) f. Melamete uğramış, ayıplanmış, azarlanmış, kınanmış. |
melamî |
Kınanmış ve ayıplanmışlardan olan. * Hükema-i Kelbiyyun. (Bak: Kelbiyyun) * Melami adındaki tarikata mensub olan. |
melami' |
(Lem'a. C.) Parıltılar. Aydınlıklar. |
melamih |
(Lemha. C.) Lemhalar. Bir şeyin başka bir şeye benzeme noktaları. Güzellik ve çirkinlik eserleri. |
melamiyyun |
(Melamî. C.) Melamî tarikatından olanlar. |
melas |
Saracak ve dürecek yer. ◊ Kaypakça olmak. |
melaset |
Yumuşaklık. (Zıddı: Huşunet) |
melassa |
Hırsız ve haydut yatağı. |
melavet |
Vakit, zaman. |
melaz |
Sığınılacak yer. Melce'. |
melaze |
Badem ağaçları olan yer. ◊ f. Küçük dil. |
melazib |
(Milzâb. C.) Çok tamahkâr ve cimri olanlar. |
melazz |
Yalancı, kezzab. (Melzuz. C.) Leziz nesneler, lezzetli şeyler. |
melbes |
Giyecek şey. Elbise. |
melbes ü me'kel |
Giyecek ve yiyecek. |
melbus |
Giyilen. Giyilmiş olan. * Giyinmiş. Elbise giymiş. |
melbusât |
Giyilecek şeyler. Elbiseler. |
melc(e) |
Emmek. |
melce' |
Sığınılacak yer. Halas olacak, kurtulacak yer. |
meld |
Yumuşak olmak. |
melda |
Çok genç ve körpe vücud veya dal. İnce ve nâzik bedenli kız. |
meldug |
(Ledg. den) Zehirli bir hayvan tarafından ısırılarak sokulmuş. |
mele' |
(C.: Emlâ) Bir cemâatin ileri gelenleri. * Hırs, tama'. * Zan. * Güzellik. * Fls: Kâinatta hiçlik şeklinde boşluk olmadığını, her yerin dolu olduğunu ifade eden bir tabirdir. * Dolu More… |
meled |
Tazelik, körpelik, nâziklik, gençlik. |
melek |
Nurdan yaratılmış, fıtratları sâfi, masum mahluk. * Güzel huylu ve güzel olan kimse. (Bak: Melâike) |
meleka |
Düz kayacak nesne. |
melekât |
(Meleke. C.) Melekeler. Tecrübe neticesi elde edilen alışılmış bilgiler. İsti'datlar. |
meleke |
Tekrar tekrar yapılan bir iş veya tecrübeden sonra hasıl olan bilgi ve mehâret. * Mümârese. |
melekî |
(Melekiye) Meleğe mensub, melekle alâkalı. * Paklık, temizlik, ismet. * Hükümdara, melike âit. Melikle alâkalı. |
melekut |
Her şeyin kendi mertebesinde, o mertebeye münâsib ruhu, canı, hakikatı. Bir şeyin iç yüzü, iç ciheti. * Hükümdarlık. Saltanat. * Ruhlar âlemi. |
melekutiyân |
Melekut âleminden olanlar. |
melel |
Bıkma, usanma, bezme. |
melem |
Yaramaz tenbel kimse. |
melevan |
Gece ve gündüz. |
melez |
(Meles) İki ırkın karışması neticesi hâsıl olan yeni bir nesil. Ayrı iki cinsten doğmuş olan. * Aydınlıkla karanlık arası, alaca karanlık. |
melfuf |
Sarılı. Bir mektup veya bir şey içine konulmuş olan. |
melfufat |
(Melfuf. C.) Zarf içinde veya tezkereye ilişik yazılar. |
melfufen |
Sarılı olarak. Melfuf olarak. Leffen, ekli olan şey. |
melfuha |
(C: Melâfih) Ana karnındaki erkek çocuk. |
melfuz |
(Lâfız. dan) Telâffuz olunmuş, okunmuş olan. Söylenmiş. * Ağızdan çıkan söz, hece, kelime veya harf. |
melfuzât |
(Melfuz. C.) Konuşulan şeyler. |
melh |
Kibirlenmek, gururlanmak. * şiddetli seyir. ◊ Yemeğe tuz koymak. * Çocuk emzirmek. |
melhame |
Kanlı harb. * Büyük muharebe sahası. |
melhec |
(C: Melâhic) Darlık. |
melhed |
Kabrin çukur açılacak yeri. |
melhem |
Hurma ağacı çok olan yer. |
melhez |
(C: Melâhız) Darlık çekecek yer. |
melhub |
(Lehb. den) Alevli, alevlenmiş. |
melhud |
(Lahd. dan) Mezara sokulmuş, kabre konulmuş. Lâhid içine konulmuş. |
melhuf |
Hasrette kalan. * Kederli, tasalı. * İmdad bekleyen. |
melhufân |
(Melhuf. C.) Kederliler, tasalılar, kaygılılar, üzüntülüler. * Hasrette kalanlar. |
melhufîn |
Hasrette kalıp yardım isteyenler. |
melhuk |
Karışmış, kavuşmuş. İltihak etmiş. |
melhuz |
Mülâhaza ve tefekkür olunmuş olan veya olunabilen. Düşünülebilen. Akla gelebilen. Olabilir. |
melhuzât |
(Melhuz ve Melhuze. C.) Olabilir şeyler. Hatıra gelen şeyler. İhtimâller. |
meli' |
Otu olmayan yer. |
melîh |
(C.: Milâh-Emlâh) Güzel, şirin. Sâhib-i melâhat. * Tuzlu. ◊ Tatsız tuzsuz yemek. |
melik |
Mülk ve melekut sâhibi. Padişah. Mutasarrıf. * Bir kavmin başı. Mâlik. (İsimdir) |
melîk |
Hâkim-i Mutlak. Hükümdar. Sultan. Memleket sahibi. Padişah. Kadir. (Daimî sıfattır.) |
melîkâne |
f. Hükümdar ve melike mensub. Onunla alâkalı. |
melîke |
Kadın hükümdar. Hükümdar karısı. Kraliçe. |
melîl (melile) |
Kül içinde pişirilen ekmek. * Hararet, sıcaklık. * Üzgün, kederli. Melul. |
melîs |
şişman ve tenbel olan kişi. ◊ Bir şeyi şiddetle tutmak. |
melît |
Cenin. |
meliyy |
Uzun zaman. * Zengin. Varlıklı. Maldâr. Gani. Eşraf. |
melk |
Dalkavukluk. * Yumuşaklık yapmak. * Mahvetmek. * Yıkamak. * Emmek. * Vurmak. ◊ Kudret, kuvvet. Şiddet. * Mübalağa. |
melkean |
Kötü, yaramaz kimse. |
melkeme |
El ile vurulan yerin yarası. |
melkuha |
(C: Melakih) Anasının karnında olan çocuk. |
melkut |
Yerden kaldırılıp alınan şey. * Sokağa, virâneliğe, câmi veya kilise kapısına bırakılmış çocuk. |
mell |
Küsmek, darılmak. * Yorgunluk. * Kakma, dürtmek. * Mahzun olmak, kederli olmak. * Hamuru külün içinde pişirmek. |
mella |
Zengin kimse. |
mellah |
Dalkavukluk eden, yaltaklanan. Tez tez yürüyen, hızlı yürüyen. ◊ (C.: Mellâhân-Mellâhin-Mellâhun) Gemici. Kaptan. Denizci. |
mellaha |
Tuz çıkan yer. |
mellahan |
(Mellâh. C.) Kaptanlar, denizciler, gemiciler. |
mellahe |
Tuzla. |
mellahîn |
(Mellâh. C.) Denizciler, gemiciler, kaptanlar. |
mellase |
Yeri düzeltmede kullanılan âlet, sürgü. |
melle |
Çukur. |
melmus |
(C.: Melâmis) (Lems. den) El ile dokunulmuş. |
melmusat |
(Melmus. C.) El ile dokunmalar. El ile temas etmeler. |
mels |
Enemek. Hayvanı iğdiş etmek, erkekliğini gidermek. ◊ Yalan vâde, yalan söz. * Güzellik, hüsün. |
melsa' |
Pürüzsüz ve düz yer. * şarap. |
melsuk |
Yapıştırılmış. Bitiştirilmiş. |
melsun |
(C.: Melâsin) Yalancı, kezzâb. |
meltafa |
Güzellik, lâtiflik yeri olan şey veya vasıf. |
meltem |
Yaz mevsiminde karadan denize doğru esen rüzgâr. |
meltut |
Karışmış, mahlut. |
melul |
Usanmış. Bıkmış. Bezmiş. * Mahzun. |
melulâne |
Acıklı ve mahzun bir hâlde. |
melum |
Azarlanmış, tahkir edilmiş, levmolunmuş. |
melvan |
Gece ve gündüz. |
melyene |
Yumuşaklık. |
melze |
At seğirtirken koltuklarını uzatmak. * Süngü ile veya gayrı nesne ile ta'n eylemek. |
melzum |
Mevcud bir şeyle birbirinden ayrılmayan. Mevcud bir şeyle beraber bulunması lâzım gelen. Lüzumlu olmuş olan. Lüzumlu kılınmış. |
melzumiyet |
Lüzumlu kılma. Melzumluk. |
mem'ud |
Midesinde hastalık olan. |
memalik |
(Memleket. C.) Memleketler. |
memalîk |
(Memluk. C.) Köleler. kullar. |
memat |
Ölüm. Ahirete göç etmek. (Bak: Mevt) |
memdud |
(Medd. den) Uzatılmış, yayılmış olan. Çekilmiş. |
memdude |
Balçıklı ve kesekli yer. |
memdudî |
Tel çeken. |
memduh(a) |
Beğenilmiş. Medholunmuş. Övülmüş. * Fık: Peygamberimizin (A.S.M.) sevmiş olduğu hareket, iş. |
memduhat |
(Memduh ve Memduha. C.) Medhedilecek ve övülecek şeyler. Övülmeğe değer şeyler. |
memduhiyyet |
Makbul oluş. Makbullük. Beğenilmiş oluş. |
memedd |
(Masdar-ı mimî ve mekân ismi) Bir şeyin uzandığı, serildiği yer. |
memerr |
Geçilecek yer. Cadde, sokak. Geçit yeri. |
memhur |
Mühürlenmiş. Damgalanmış. |
memhure |
Nikâh bedeli verilmiş olan kadın. ◊ Sürülüp nadas olmuş yer. |
memhus |
Parlatılmış, cilâlanmış. * Etli, şişman, dolgun insan veya hayvan. |
memhuvv |
(Mahv. dan) Mahvolmuş, perişan olmuş. |
memhuz |
Yağı alınmış yoğurt. |
memîl |
Meyletme, bir yana eğilme, temâyül etme. |
memkûr |
(C: Memâkir) Av kanıyla kirlenmiş. * Kızıla boyanmış. |
memkure |
Sirkeli ve sarmısaklı balık. |
memkûre |
Uysal, yakışıklı. |
memkut |
Düşmanlık edilen, hased edilen. |
memlaha |
(Milh. den) Tuz çıkarılan yer. Tuzla. |
memleket |
(C.: Memâlik) Bir devletin toprağı, ülke, yurt. * Şehir. İl, kasaba. * Bir insanın doğup büyüdüğü yer. |
memlu |
Doldurulmuş. Dolu. |
memluh |
Tuzlanmış. Tuzlu. |
memluhat |
(Memluh. C.) Tuzlanmış şeyler. Tuzlu şeyler. |
memluk |
Köle. Kul. Esir. Bende. Hizmetkâr. * Birinin malı olan. |
memlukâne |
f. Köleye yakışır hâlde. Kölece. * Eskiden çok defa bir büyüğe sunulan yazılarda, kendinden bahsederken kullanılırdı. |
memlukiyyet |
Esirlik. Hizmetkârlık. Kulluk. Kölelik. |
memlul |
(Memlule) Usanmış, usanılmış, bıkılmış, bezilmiş. |
memnu' |
Yasak. Menedilmiş. Mâni olunmuş. |
memnuat |
(Memnu ve Memnua. C.) Yasak şeyler. |
memnuiyyet |
Yasaklık. Haram veya yasak oluş. |
memnun |
(Minnet. den) Hoşnud. Razı. Minnet altında bulunan. İyiliğe nâil kılınmış. Çok muteber olan şey. Çok beğenilen. Ölçülü ve hesaplı olan. * Kesilmiş. |
memnunen |
Sevinerek, memnun olarak. |
memnuniyyet |
Mesrur oluş. Şâdlık. Mesruriyet. |
memru' |
Otlu yer. |
memşa |
(Meşy. den) Ayak yolu. Üzerine basıp yürüdükleri yer. |
memsud |
Vücudu kuvvetli ve sağlam yapılı olan. |
memsude |
Devrik yüzlü, münkabız kimse. |
memsuh |
Suratı, daha çirkin şekle sokulmuş. Biçimsiz ve çirkin surete girmiş olan. ◊ El ile sıvanmış, mesh olunmuş. Temas edilmiş. |
memşuk |
Yazılmış olan, meşkolunmuş. * Uzun boylu zayıf at. |
memsun |
Mesâne hastalığına tutulmuş kimse. |
memsus |
Massolunmuş, emilmiş. * Baldır, incik. ◊ Dokunulmuş. |
memtul |
Çekiçle döğülerek işlenmiş. |
memtur |
Üzerine yağmur yağmış. Yağmur yağarak ıslanmış. |
memut |
Meyyit. Ölmüş. |
memzuc |
Bitişik. Karışık. Karışmış. Birlik olmuş. Birbirine mezc olmuş. * Şakalaşmak. * Oynamak. |
men |
(İsm-i Mevsuldür) Şahsa delâlet eder. 'O kimse ki, yahut, kimi, kim, kim ki' gibi mânâlara gelir. İstifham için olur, yerine göre tesniye (Menân) şeklinde ve cemi (Menun) gibi More… |
men dakka dukka |
Kapı çalanın kapısı çalınır.' Yâni, kim birisine bir kötülük yahut iyilik yaparsa ona o şey yapılır. Meselâ: 'Su-i zan eden su-i zanna mâruz olur.' |
men ene |
Ben kimim? |
men hüve |
O kimdir? |
men lehül hakk |
Fık: Hak sahibi olan kimse. |
men lem yezuk lem yedri |
'Tatmayan bilemez. Kim ki tatmamış; o, tadını bilemez.' |
men' |
Yasak etmek. Durdurmak. Bırakmamak. Bir şeyi diriğ etmek, esirgemek. |
men'a |
Ölüm haberi. Vefat haberi. |
men'ab |
Cömert. * Hızlı yürüyen. |
men'af |
(C.: Menâif) Dağın sivri tepesi. |
men'at |
Ölüm haberi. |
men'e |
Dibâgat için ısladıkları deri. |
men'uş |
Hayır ile yâdedilen ölü. * Yukarı kaldırılmış. * Fakir olduktan sonra sevindirilmiş. * Tabuta konulmuş. |
men'ut |
Medhedilmiş. İyiliği, güzelliği söylenilmiş olan. |
mena |
İki rıtıl. (İkiyüz altmış dirhem) |
menaat |
Sarplık, çetinlik, kavilik, güçlük. |
menab |
Birinin yerini tutmak, nâib olmak. Birisine vekil olmak. Vekillik yeri. |
menabi' |
(Menba'. C.) Kaynaklar. Pınarlar. Nebeân eden yerler. * Her şeyin zâhir olduğu yerler. * Servetlerin çıktığı yerler. |
menabik |
Batman. |
menabir |
(Minber. C.) Minberler. Camilerde hatiblerin hutbe okumalarına mahsus kürsüler. |
menabit |
(Menbet ve Menbit. C.) Çayırlar, otlaklar. |
menacil |
(Mincel. C.) Ekin orakları. |
menacim |
(Mencem. C.) Terâzi kolları. |
menadif |
(Mindef. C.) Hallaç yayları. |
menadil |
(Mendil. C.) Mendiller. Küçük havlular, peçeteler. |
menafi' |
(Menfaat. C.) Menfaatler. Faydalar. |
menafih |
(Minfâh. C.) Körükler. |
menafiz |
(Menfez. C.) Delikler. Menfezler. * Nüfuz edecek yerler. |
menah |
f. Geniş, bol, ferâh. * Dar. |
menahe |
(C.: Menâih) (Nevha. dan) Ölü için ağlanacak yer. Mâtemhâne. |
menahi |
(Nehi. C.) Menedilmiş şeyler. Şer'an yasak edilmiş olan şeyler. |
menahic |
(Minhac-Menhec. C.) Açık ve geniş yollar. Bilinen büyük yollar. |
menahil |
(Menhel. C.) Durak yerleri. Durulacak sulak yerler. * Hayvan sulanan yerler. |
menahir |
(Menhar. C.) Hayvan kesilecek yerler. Hayvan boğazlıyacak yerler. Mezbahaneler. ◊ (Menhir. C.) Burun delikleri. |
menahis |
(Minhas. C.) Uğursuz şeyler. |
menahit |
(Minhat. C.) (Tahta veya taş) yontma âletleri. |
menahiz |
(Minhaz. C.) Burun delikleri. |
menaî |
(Men'â. C.) Ölüm haberleri. Vefat haberleri. Kötü haberler. |
menaif |
Dağların sivri tepeleri. |
menaih |
(Menâhe. C.) Ölü için ağlanacak yerler. Mâtemhâneler. |
menair |
(Menâvir) Minâreler. * Nur yerleri. * Alâmet. |
menakib |
(Menkıbe. C.) Menkıbeler. Hayat hikâyeleri. ◊ (Menkeb. C.) Yollar. * Omuzlar. |
menakir |
(Münker. C.) Günah ve kötü şeyler. |
menakîr |
(Minkar. C.) Minkarlar, gagalar. Yırtıcı kuşların gagaları. Taşçı kalemleri. |
menal |
Yetiştirme, nâil olma, kavuşma. * Ele geçirilen şey. Nâil ve sahib olunan şey. |
menam |
Uyku. Uyku zamanı. * Rüya. Düş. * Uyunacak yer, yatak odası. |
mename |
Yatak, döşek. |
menamen |
Uyuyarak. Uykuda olarak. |
menar |
Nur yeri. Fener kulesi. * Câmi minâresi. * Yol işaretleri. |
menare |
(C: Menâr-Menâvir) Alâmet, işaret. * Kandil. * Minare. |
menas |
Sığınacak yer. Melce'. Penah. * Deprenmek. * Fevt. |
menasi' |
(Minsa'. C.) Medine-i Münevvere'nin dışında meşhur bir yer. |
menasib |
(Mansıb. C.) Devletin başlıca hizmetleri. Makamlar, rütbeler, pâyeler. |
menasik |
(Mensek. C.) İbâdet edecek yerler. İbâdet ederken lüzum eden usul, yol ve tarz. |
menasim |
(Mensim. C.) Yollar, tarikler, meslekler. * Alâmetler, izler, eserler, nişânlar. |
menasir |
(Minser. C.) Yırtıcı kuşların gagaları. * Taşçı kalemleri. |
menaşir |
(Minşâr. C.) Testereler. * (Menşur. C.) Tar: Padişâhın verdiği vezirlik veya müşirlik fermanları. *Mat.: Prizmalar. |
menassa |
Çeyiz odası. * Yüksek yer, çardak. |
menat |
İslâmiyyetten evvel cahiliyyet devrinde Kâbedeki bir putun adı. ◊ Dönecek yer, merci'. * İlişip asacak yer. |
menatik |
Mıntıkalar, bölgeler. |
menavir |
(Minare. C.) Minareler. |
menaya |
(Meniyye. C.) Ölümler. * Maksatlar. Gâyeler. |
menazi' |
(Menze'. C.) Niza ve kavga edilecek yerler. |
menazil |
(Menzil. C.) Menziller. İnecek yollar. Duralar. Konak yerleri. |
menazim |
(Manzam. C.) Sıralar, diziler. |
menazir |
Manzaralar. Seyredilecek, görülecek güzel yerler. Güzel görünüşler. |
menba' |
Kaynak. Nimetin veya herhangi bir şeyin çıktığı yer. Suyun çıktığı yer. Pınar. |
menbat |
Suyun çıktığı yer. Menba'. |
menbel |
Tembel, uyuşuk. |
menber |
(C: Menâbir) Yüksek olacak yer. |
menbic |
Mevzi ismi. (Oraya nisbetle 'menbicâni' derler.) |
menbit |
Otlu yer, otlak, çayır. |
menbuş |
Açılmış, soyulmuş. |
menbuz |
Piç. Veled-i zinâ. * Hemen doğmasını müteakib bir yere atılmış çocuk. |
menca |
(Bak: Mence') |
mencat |
Kurtulma, necât bulma. Halâs olma. |
mence |
(Mencâ) Kurtulacak yer. Necat bulacak yer. * Necat bulma. Kurtulma. |
menced |
(C: Menâcid) İnci ve altından olan gerdanlık. |
mencem |
(C.: Menâcim) Terazi kolu. * Maden. |
mencenik |
(Bak: Mancınık) |
mencenun |
(C: Menâcin) Sığırın döndürdüğü dolap. * Sığırların çektiği kağnı. |
mencinik |
(C: Mencınıkât) Mancınık. |
mencub |
Dibâgat olunmuş deri. * Geniş kadeh. |
mencud |
Kederli, tasalı, gamlı. |
mencuk |
f. Bayrak direkleri ve minâre başına takılan küçük ay. * Sancak, bayrak. * Şemsiye. |
mend |
f. Kelimelerin sonuna getirilerek 'sahip' mânasına edattır. |
mendeb |
Tehlike. Ölüm. * Gürültü ve şamata ile ağlama. |
mendeme |
Pişman olma. Nedâmet etmek. * Pişman olacak yer. |
mendil |
(Mindîl) (C: Menâdîl) Mendil. * Küçük havlu, peçete. |
mendub |
Yapılması beğenilen iş. Şeriatın yasak etmediği veya emretmediği iş olmakla beraber yapılmasında sevab ve mendubiyet olan amel. Müstehab. * İyilikleri anlatılarak arkasından gözyaşı döküp More… |
mendud |
Meyvesi aşağıdan yukarıya yığılı, istifli. |
menduf |
Didilmiş, atılmış. |
menduha |
Genişlik. * Kifâyet, kâfi gelmek. * Mahlas. |
menea |
(Mâni. C.) Engeller, mâniler, özürler. * Engel olanlar, mâni olanlar, geri bırakanlar. * Kuvvet ve cemâat. |
menend |
(Mânende-Mânend) f. Nazir. Eş. Benzer. şebih. Müşabih. |
menfa |
Nefyolunan yer. Birinin sürüldüğü yer. Nefiy yeri. |
menfaat |
Fayda. Kâr. Gelir. İhtiyaç karşılığı olan şey. |
menfaatbahş |
f. Faydalı, yararlı. Menfaat ve fayda veren. |
menfaatdâr |
f. Menfaat ve fayda gören. |
menfaatperest |
f. Yaptığı işin sadece faydasını düşünen. Sadece nefsine ait kârları, faydaları düşünerek çalışan. Allah rızasını esas gaye yapmayan kimse. |
menfed |
Tükenmek, yok olup gitmek. |
menfer |
Geri kaçılacak yer. Nefret edilecek, sevilmeyecek yer. |
menfes |
(Nefes. den) Nefes deliği. Nefes alacak yer. |
menfez |
Nüfuz edecek delik, pencere. Delik. Ağız. Yarık. Girilecek yer. |
menfî |
Müsbetin zıddı. Müsbet olmayan. * Nefyedilmiş, sürgün edilmiş. Sürgün. * Bir şeyin olmayacak cihetini düşünen. * Hakikatın aksini iddia eden. * Gr: Başında nefiy edatı bulunan kelime veya More… |
menfiyyen |
Sürgün olarak. |
menfuh |
Üfürülmüş. * Büyük karınlı. Nefholunmuş. |
menfur |
Kendisinden nefret edilen, sevilmeyen. İğrenç. * Mebguz. |
menfus |
Yeni doğmuş çocuk. |
menfuş |
(Pamuk veya yün gibi) atılmış ve didilmiş. Dağılmış, didik didik edilmiş. |
mengene |
Tazyik veya sıkıştırma için kullanılan demir veya tahta âlet. |
menguş |
f. Küpe. |
menh |
Verme, ihsan etme. ◊ Burun deliği. |
menhar |
(C.: Menâhir) Hayvan kesilecek yer. Hayvan boğazlanan yer. Mezbaha. |
menhat |
Mâni, nehyedici, engel. |
menheb |
Yağma etmek. Yağma edecek yer. |
menhec |
(C.: Menâhic) Geniş, açık yol. |
menhel |
(C.: Menâhil) Hayvan sulanan yer. * Menzil, durak. Konaklanacak yer. |
menhere |
(C: Menâhir) Mahalle arasındaki süprüntülük. |
menhî |
Şer'an yapılması yasak olan, haram olan şey. |
menhir |
(C.: Menâhir) Burun deliği. |
menhiyyat |
Şer'an haram edilenler. Yasak edilmiş, İlâhi emirle men'edilmiş olanlar. Nehyedilenler. Yasak olanlar. |
menhub |
Korkak adam. * Muhtar, müntehab, seçkin. |
menhub(e) |
(Nehb. den) Talan edilmiş, yağma edilmiş. |
menhum |
Nasıl yerse yesin karnı doymaz kimse. * Bir şeye çok hırs gösteren kişi. |
menhus |
Kuyruğunun yanları uyuz olan deve. ◊ Uğursuz. Kötü. Meş'um. ◊ Zayıf, etsiz. |
menhuş |
Yılan, akrep cinsinden bir hayvan tarafından sokulmuş. |
menhut |
Yontulmuş. Tıraş edilmiş. Yontulmuş ağaç. |
meni |
Erkek veya dişinin bel suyu. Döl suyu. Nutfe. Sperma. |
menî |
f. Benlik. Benlik iddiası. Hodbinlik. |
meni' |
Sarp. Çetin. Zor. El erişmez. Zabtı zor. |
menie |
Ölüm, mevt. |
meniha |
Hediye, armağan, bahşiş. |
menin |
Toz. * Zayıf kişi. * Zayıf ip. |
meniş |
f. Tabiat, huy, mizac. |
meniyye |
Ölüm, mevt. * Takdir olunmuş olan. |
menka' |
Su toplanan çukur. |
menkab (menkabe) |
(C: Menâkıb) Dağ arasında olan yol. * Dar yol. * Güzel hareket ve fiil. * Delik açılacak yer. |
menkabe |
Meşhur kimselerin ahvâline dair hayat hikâyesi. Kıssa. Hikâye. Menkıbe. |
menkal |
Nakledecek mekân. |
menkase |
Eksiklik, noksanlık. |
menkel |
Ayak bileziği. Süs olarak kadınların ayak bileklerine taktıkları bilezik. |
menkib |
(C.: Menâkib) Omuzbaşı. Omuz ile kol kemiğinin birleştiği yer. |
menku' |
(Menkua) Haşlanmış. Suda kaynatılmış. |
menkub |
(Nekbet. den) Dert ve meşakkatlere mâruz kalmış olan. * Rütbe ve haysiyyetten düşmüş olan. ◊ (U, uzun okunur) Delinmiş. Oyulmuş. |
menkuha |
Nikâhlı karı. Nikâhlanmış olan kadın. |
menkul |
Nakledilen. Akli olmayıp mukaddes kitapla bildirilen. * Bir yerden başka yere taşınmış olan. Taşınabilen. * Anlatılan. |
menkulat |
Nesilden nesile veya ağızdan ağıza yayılıp duyulan. Nakle dayanan bilgiler. Nakledilenler. (Bak: Mürtecel) |
menkur |
Delinmiş. Oyulmuş. ◊ İnkâr olunmuş. |
menkus |
(Nüks. den) Tersine çevrilmiş. Baş aşağı edilmiş. ◊ (Naks. dan) Noksanlaştırılmış. Eksik olan. |
menkuş |
(Nakş. dan) Nakşolunmuş. İşlenmiş. Nakış yapılmış. Boya ile süslenmiş. |
menkuşe |
Nakşolunmuş, işlenmiş. * Kemik çıkmış olan baş yarığı. |
menkut |
(Nokta. dan) Noktalanmış. Noktalı. |
menkuz |
Nakzedilmiş. Bozulmuş. Hükümsüz bırakılmış. |
menmul |
(Neml. den) Üzerine karınca üşüşmüş olan şey. |
menn |
Nimet vermek. İyilik etmek. * Minnet. * Rıza. * Esiri fidye almadan, ücretsiz salıvermek. * Kesmek. * Zayıf etmek. * Ettiği iyiliği başa kakmak. * İki batman ağırlık. * Kudret helvası. |
mennâ' |
(Men'. den) Alıkoyan, mâni olan, yaptırmayan. * Önleyici, men'edici. |
mennac |
Çok bahşiş veren. İhsan eden. |
mennan |
İhsanı bol. Çok çok ihsan eden. En çok nimet veren. (Allah) |
mennane |
Malı, mülkü, serveti için kendisiyle evlenilen kadın. |
mensaf |
(C: Menâsıf) Her şeyin yarısı. |
menşar |
Yayıp dağıtacak yer. * Öldükten sonra dirilecek yer. |
menşat |
(C: Menâşıt) Neşat, sürur, neşe. |
menşe' |
(Neş'et. den) Esas. Kök. Bir şeyin çıktığı, neş'et ettiği yer. Beslenip yetişilen yer. |
mensea |
(C: Menâsi') Otu tez biten yer. |
mensec |
(Nesc. den) Bez, çulha vs. dokunan yer. Örücü işyeri. Trikotaj atelyesi. |
menşed |
İsteme, talebetme. |
mensek |
(C.: Menâsik) İbâdet yeri. İbâdetgâh. * İbâdet yapma usulü. * Kurban kesecek yer. |
menşele |
Küçük parmağın yüzük takılan yeri. |
menşer |
Neşredilip dağıtılan yer. |
mensî |
(Mensiyye) (Nisyan. dan) Unutulmuş, hatırdan çıkmış. |
mensib |
(C: Menâsıb) Demir sayacak. * Asıl. * Mertebe, derece. |
mensic (mensec) |
(C: Menâsic) Bez dokuyacak yer. * Boyun ile kürek arası. |
mensik (mensek) |
(C: Menâsik) İbadet edecek yer. * Kurban kesilecek yer. * Kesilmiş kurban. |
mensim |
(C.: Menâsim) Alâmet, işaret, nişân, iz, eser. * Yol, tarik. * Deve tırnağı. |
mensiyat |
(Mensi. C.) Hatırdan çıkıp unutulmuş şeyler. |
mensiyet |
Unutulma, hatırdan çıkma. |
mensiyy |
Unutma yeri. * Hiç bahsedilmeyen terkedilmiş nesne. |
mensub |
Bir şeye veya kimseye nisbeti olan, alâkası bulunan. Bir şeyle ilgili olan. ◊ (Bak: Mansub) |
mensubât |
(Mensub. C.) Bir yere mensub olanlar. Bir yerin adamları. |
mensubîn |
(Mensub. C.) Mensublar. Mensub ve alâkadar olanlar. Bir daire veya yerin adamları. |
mensubiyyet |
Mensubluluk, ilgili, bağlı oluş. Alâkalı bulunuş. |
mensuc |
(Nesc. den) Dokunmuş, dokunulmuş, dokunulan. Örülmüş. İşlenmiş. |
mensucât |
Bez veya kumaş gibi dokumak suretiyle yapılan tezgâh veya fabrika mahsulü mallar. |
menşud |
Matlup, istenen şey. |
mensuh |
(Nesh. den) Hükmü kaldırılmış. Nesholunmuş. Hükümsüz bırakılmış. |
mensuk |
(Nesk. den) Düzgün olarak dizilmiş olan. |
mensur |
(Nesr. den) Dağılmış. Saçılmış. * Gece vaktinde güzel kokan bir çiçek. * Edb: Manzum olmayan nesir halindeki yazı. Bunun mânaca çok güzel ve şiir gibi ahenkli yazılmış olanına 'mensur More… |
menşur |
(Neşr. den) Neşrolunmuş. Dağıtılmış. Yayılmış. Herkese ilân edilmiş. * İşleri dağınık. Perişan. * Sultanın emri, mühürsüz mektubu, fermanı. * Bayrak. *Mat.: Alt ve üst tabanları birbirine More… |
mensus |
(Bak: Mansus) |
mentec |
Doğuracak vakit. |
menuat |
Men'etmeler. Yasaklar. |
menuc |
Sütü diğer develerden sonra çekilen deve. |
menun |
(Menn. den) Kesmek. * Vakit, zaman, ömür ve sâireyi kesen mânâsınadır. |
menut |
Asılı, muallâk. * Bağlı. Mütevakkıf. Merbut. Vâbeste. * Bir milletten olmayıp sonradan o millete dahil olmuş olan. |
menvî |
Kasdedilen. * Niyet. Maksad. Meram. |
meny |
Meniyi dışarı getirmek. * Takdir etmek. * Okumak. * Hükmetmek. |
menzam |
(C: Menâzım) Çeşitli şeyleri bir yere dizmek. |
menzehe |
Gezinti yeri. |
menzil |
İnilen yer. Konulacak yer. * Yer. Dünya. Ev. * Mesafe. |
menzilet |
Derece, pâye, rütbe, mertebe. Yükseklik derecesi. * Konak yeri, inecek yer. Hane, ev. |
menzilgâh |
f. Konak. Yer. Ev. Bir müddet durulan yer. |
menzilhane |
f. Konak yeri. Hayvan değiştirilen yer. |
menzilnişin |
f. Yerinde oturan. |
menzu' |
(Nez. den) Nez olunmuş, koparılmış. |
menzuf |
Susuzluktan dolayı dili kurumuş kimse. * Kan kaybından dolayı dermansız ve güçsüz kalmış olan insan. |
menzul |
(Nüzul. den) Nüzüllü, inmeli. |
menzur |
(Nezr. den) Adanmış, nezrolunmuş, va'dedilmiş. Adak olarak belirtilmiş. |
menzut |
Haris kimse. |
mer |
f. Elli (Sayısı). Hamsin. (50) |
mer' |
(C: Müru') Er, erkek. * Güzel manzara. ◊ Ot çok olmak. |
mer'a |
Hayvanların otladığı yer. Kır. Mera. Çayırlık. Otlak. ◊ Aynalar. |
mer'abe |
Ansızın olarak birdenbire korkutmak. * Tenha ve korkunç yer. |
mer'e |
(Mer'et) Kadın. Zen. |
mer'î |
(Mer'iyye) Riayet edilen, hükmü geçen. Makbul sayılan, hürmet edilen. ◊ Görmeğe âid. Görünür olan. Gözle görülen. Manzara. |
mer'iyyat |
(Mer'î. C.) Gözle görülen şeyler. |
mer'iyyet |
Mer'î oluş. Makbul olma. Muteber olma. Hükmü geçer olma. |
mer'ub |
(Ru'b. dan) Ürkmüş, korkmuş. |
mer'uben |
Ürkerek, korkarak, korku ile. |
mera |
(C: Merâyâ) Sütü çok olan dişi deve. ◊ Boş yer. * Otsuz yer. |
meraa |
Ucuzluk. |
merabi' |
(Mürabba. C.) Mürabbalar, kareler. * (Merba. C.) İlkbaharda oturulan evler. |
merabih |
(Ribh. den) Ticâretten elde edilen kazançlar. |
meraci' |
(Merci. C.) Rücu edilecek ve dönülecek yerler. * Mürâcaat edilerek başvurulacak kimse veya yerler. |
merad |
Boğaz. * Talep mevzii, isteme yeri. |
meradet |
Kuvvetlilik, kavilik. Salâbet. |
merae |
Hazmetmek. * Güzel manzara. |
merafik |
(Mirfak. C.) Dirsekler. * Ev kilerleri. * Mutfaklar. |
merag |
Davar ağnanmak ve toprağa yuvarlanmak. |
merah |
Yer. Mekân. * Sevinç. * Rahat edilecek yer. * Meşhur bir nahiv kitabının ismi. ◊ (C.: Merahân) Aşırı derecede sevinme. |
merahil |
(Merhale. C.) Menziller, merhaleler, konaklar, duraklar. |
merahilpeyma |
f. Seyyah, yolcu. Seyahat eden kimse. |
merahim |
(Merhamet. C.) Acımalar, merhametler. ◊ (Merhem. C.) Merhemler. |
meraî |
(Mer'a. C.) Otlaklar, çayırlıklar. ◊ (Mir'at. C.) Aynalar, mir'atlar. |
merak |
Bir şeyi öğrenmek istemek. Çok şiddetli arzu. Heves. Düşkünlük. * Dalgınlık. Kara sevdâ. * Kuruntu, telâş. İç sıkıntısı. İç darlığı. ◊ Etsuyu. * Çorba. |
merakâver |
f. Merak verici. Düşündürücü. Meraklandırcı. |
merakî |
Vesvese ve kuruntu içinde bulunan kimse. * (Mirkat. C.) Merdivenler, basamaklar. |
merakib |
(Merâkibe) (Araba, at, kayık, vapur gibi) binecek vasıtalar. Merkebler. |
merakid |
(Merkad. C.) Merkadlar, kabirler, mezarlar. |
merakim |
(Mirkam. C.) Kalemler. Yazma işinde kullanılan âletler. |
merakiz |
Merkezler. Karargâhlar. Karar yerleri. |
meral |
(Aslı, marâl'dır) Ceylan, karaca, dişi geyik. |
meram |
Maksad. Niyet. Arzu. İstek. İçten tasarlanan. |
merambahş |
f. Bir kimseye isteyip arzuladığı şeyi veren. |
merami |
(Mermi. C.) Mermi atma yeri. Mermiler. * Nişan okları. |
meramir |
Çok etli, şişman kişi. |
meranet |
Yumuşaklık. * Bir mâdenin çekiç vasıtası ile dövüldüğünde yayılması vasfı. |
merare |
(C: Merâir) Öd kesesi. |
meraret |
Acılık. Tatsızlık. |
meraset |
şiddet. |
merasî |
(Mersâ. C.) Limanlar. Gemilerin sığınıp barındıkları yerler. ◊ (Mersiye. C.) Mersiyeler, ağıtlar. |
merasid |
(Mersad. C.) Gözetleme yerleri, rasat yerleri. |
meraşid |
(Merşed. C.) Gaye ve maksada ulaştıran doğru yollar. |
merasim |
(Mersem. C.) Resmi merasimler. Âdet hükmündeki gösterişler. Resmi muameleler. * Şiveler. Âdetler. |
merati' |
(Merta. C.) Çayırlıklar, mer'alar, otlaklar. |
meratib |
Mertebeler. Basamaklar. Kademeler. Dereceler. |
meravih |
(Mirvaha. C.) Etrâfı açık ve rüzgârlı yerler. Çöller, sahralar. Ovalar. ◊ (Mirvaha. C.) Yelpâzeler. |
meraya |
Aynalar. Mir'âtlar. * Tıb: Hayvanın memeye süt gelen damarları. |
merazibe |
(Merzuban. C.) Serhat beylerbeyi. |
merba' |
(C.: Merâbi') (Rebi'. den) Yazlık. Yazın oturulan mesken. |
merba'-nişin |
f. Yazlıkta oturan. |
merbaa (murabbaa) |
Dört bucaklı. * Dört katlı. |
merbat |
Davar bağlayacak yer. Ahır, ağıl. * Manastır. * Tekke. |
merbu' |
Köle, kul, memlük. ◊ Orta boylu olan. |
merbub |
Köle, kul. |
merbut |
Bağlı. Rabtedilmiş. Mensub. Ekli. Ulaşmış, bitişmiş, bitişik. |
merbutan |
Merbut olarak. Bağlanmış ve ekli olarak. |
merbutât |
(Merbut. C.) Rabt olunup bağlanmış şeyler. Ekli ve bağlı şeyler. |
merbutiyyet |
Bağlılık. Mensub oluş. Mensubiyyet. Eklilik. |
merc |
(Merec) Katıştırmak. * Kararsızlık. * Iztırab. * Bozulmak. * Boşa gitmek. * Serbest bırakmak, salıvermek. * Hayvanların salındığı otlak. |
mercan |
Denizde geniş resif meydana getiren ve mercanlar takımının örneği olan hayvan ve bunun kalkerli yatağından çıkarılan çoğu kırmızı renkte ve ince dal şeklinde bir madde. Bu madde boncuk gibi More… |
mercane |
Mercan tanesi. (Bak: Mercan) |
mercefan |
Leğen ve ibrik. |
merci' |
Merkez. Kaynak. Baş vurulacak yer. Müracaat edilecek yer. Dönülecek yer. Sığınılacak yer. * Söylenen sözün kendine fayda verdiği kimse. |
mercu |
Ümid edilen. Ümid edilmiş. Rica olunan. |
mercu' |
Geri döndürülmüş olan. |
mercuh |
(Rüchân. dan) Başkası ona tercih edilmiş olan. * Fık: Mahkemede hasmından evvel müddeasını isbata salâhiyyetli olmayan şahıs. Evvelâ hak iddiaya salâhiyetli olan râcih, ikinci derecede More… |
mercum(e) |
(Recm. den) Recmolunmuş. Taşlanmış, taşa tutulmuş. |
merd |
Misvak ağacının yemişi. * Emmek. * Silmek. Mesh etmek. ◊ f. Adam. Kişi. İnsan. Erkek. Sözünün eri. |
merda |
Yaralılar. Hastalar. |
merda' |
(C: Merâd) Ot bitmeyen kumlu yer. |
merdan |
(Merd. C.) Merdler. İnsanlar, erkekler, yiğitler. |
merdane |
'f. Erkekçesine. Merdcesine. Er'e yakışır surette. * Matbaada baskı, baskı makinelerinde ve ofset makinelerinde ise plâteye değerek mürekkeb vermek; ve toprağı bastırmak gibi More… |
merdanegî |
f. Cesurluk, yiğitlik, merdlik, erkeklik. |
merdbaz |
f. Merd olmayan. Nâmerd. Sözünde durmayan. Orospu. |
merdbeçe |
f. Yiğit oğlu yiğit. Merd oğlu merd. |
merdega |
(C: Merâdıg) Boğaz ile göğüs arası. |
merdekuş |
Merzencüş otu. |
merdî |
f. Erlik, erkeklik. * Merdlik, cesurluk, yiğitlik. * İnsanlık, hamiyet. |
merdiven |
(Bak: Nerdbân) |
merdiye |
(Bak: Marziye) |
merdud |
Reddolunmuş. Kabul edilmemiş. Geri döndürülmüş. Kovulmuş. (Namaz kılmayan hâindir, hâinin hükmü merduddur.) |
merdudiyet |
Merdudluk. Kovulmuşluk, geri çevrilmişlik. |
merdüm |
f. İnsan. Adam. |
merdüm-azar |
f. İnsanları inciten. Halka eziyet veren. |
merdüman |
(Merdüm. C.) f. İnsanlar, kişiler, adamlar. |
merdüme |
f. Gözbebeği. |
merdümek |
f. Küçük adam. Bebek. |
merdümgiriz |
İnsanlardan sıkılan, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteyen. |
merdümhar |
f. Yamyam. * İnsan eti yiyen vahşi hayvan. |
merdümî |
f. Adamlık, insanlık. |
merdümküş |
f. Katil. Adam öldüren. İnsan katleden. |
merdümzad |
f. İnsan oğlu. Beni Adem. |
mereb |
İnsan toplanan yer. ME'REBE (Me'ribe) - (C: Meârib) İhtiyaç. * Ümitli bulunma. Ümitvar olmak. |
merec |
Kararsız ve mütehayyir olma. * Mecburi olma. |
mered |
Kötülükte inad. * Sakal belirmemek, sakal çıkmamak. |
merede |
(Mârid. C.) İnadçılar, muannidler, direnenler. |
merehan |
Sevinç, ferah, sürur. * Zayıf olma. * Fâsid olmak. * Kurumak. |
merek |
Köy evlerinin yanında ot, saman ve yaprak gibi şeylerin ve umumiyetle hayvan yiyeceklerinin muhafazasına mahsus kârgir veya kerpiçten yapılmış bina. Samanlık. |
meremmet |
Onarma, tamir. * Üstünkörü tamir edip onarma. |
merere |
(C: Merirât) Sert bükülmüş kıvrık ip. * Arsa. |
merese |
(C: Mires-Emrâs) İp. |
merfak |
Yumuşak yer. |
merfu' |
Yükseltilmiş. Yüksekte. Terfi ettirilmiş. Ref' olunmuş. * Hükümsüz bırakılmış. * Gr: Zamme ile harekelenmiş harf. Yani: Harfin harekesi, ötre (mazmum) 'u, ü, o, ö şeklinde' |
merfuât |
Bir yerde kullanılmak için kaldırılan eski eşya. * Gr: Mazmum olan, zamme ile harekelenmiş kelimeler. |
merfud |
İhsan edilmiş, armağan olarak verilmiş, bağışlanmış şey. |
merg |
f. Çayır. * Sebze. ◊ Tükrük. * Salya. ◊ f. Ölüm, mevt. |
mergâ merg |
f. Umumi vebâ hastalığı. |
mergâ mergî |
Hastalıktan dolayı umumi ölüm. |
mergam |
(C: Merâgım) Girecek ve kaçacak yer. |
mergame |
Kahretmek. * Galip olmak. |
mergub(e) |
Rağbet edilmiş. Beğenilmiş. Çok kıymet verilen. Çokları tarafından istenen. |
mergul |
(Mergule) Kıvrılmış veya bükülmüş saç. Kıvırcık saç. * Ahenkli ses. * Kuş sesi. |
mergzar |
f. Çayırlık, çimenli ve sulak yer. Mer'a. |
merh |
Un yoğurmak. * Deriye ve gövdeye yağ sürmek. * Yağ ile oğmak. * Bir yeşil ağaç. ◊ Fesâd. |
merha |
Gözüne sürme çekmeyi âdet edinmeyen kadın. ◊ (C: Merâhi) Değirmen yeri. |
merhaba |
Şâdlık, neşeli oluş. * Genişlik, vüs'at. * Müslümanlar arasında bir nevi selâmlaşma kelimesi olup, 'rahat olunuz, serbest olun, hoş geldiniz' mânasında söylenir. * Nazımda More… |
merhale |
(Rihlet. den) Menzil. Konak. * İki konak arası mesafe. * Bir günlük yol. * Derece, kademe. |
merhalenişin |
f. Seyyah, yolcu, turist. |
merhamet |
(Rahm. den) Acımak, şefkat göstermek. Korumak, iyilik etmek. Biçârelere yardımda bulunmak. Esirgemek. |
merhametbahş |
f. Merhamet eden. Merhametli. |
merhameten |
Acıyarak, merhamet ederek. |
merhametgüster |
f. Merhametli, merhamet edip acıyan. |
merhametpenah |
f. Merhametli. |
merhametperver |
f. Merhametli, esirgeyici, acıyan. |
merhametperverane |
f. Acıma ve şefkat ile, esirgeyip acımak suretiyle. |
merhametperverî |
f. Merhametlilik, esirgeyicilik. |
merhametşiar |
f. Çok merhametli. |
merhametşiarî |
f. Merhametlilik, merhametli oluş. |
merhaz |
(C: Merâhiz) Don yıkayacak yer. * Abdest alacak yer. |
merheb |
(C: Merahib) Kaçacak yer. |
merhem |
Melhem. Deriye, yaraya sürülen ilâç. * Mc: Acıyı teskin eden şey. * Kederi, derdi gideren. |
merhemsâ(y) |
f. Merhem süren. Çare ve deva bulan. |
merhemsâz |
f. Çare bulan. Merhemci, ilâç yapan. |
merhemsâzî |
f. Çare buluculuk. |
merhesa |
(C: Merâhis) Mertebe, derece. |
merhub |
Korkulan ve kendisinden kaçılan şey. * Aslan. |
merhum |
(Rahm. den) Kendine rahmet edilmiş. * Rahmete kavuşmuş. Dünyanın sıkıcı ahvâlinden kurtulup rahmet-i İlâhiyeye kavuşmuş olan. Dünya imtihanından kurtulup, vazifesini bitirmiş, paydosa More… |
merhume |
Vefât etmiş, rahmete kavuşmuş kadın. |
merhun |
(Rehin. den) Rehin edilmiş olan. Ödünç alınan bir şeyi teminata bağlamak için, onun yerine verilen herhangi bir şey. * Belirli müddetle bir şeye bağlı olan. * Edb: Mânası diğer beyit ile More… |
merhuz |
Yıkanmış, gusül etmiş. |
meri' |
(C: Emrâ-Emru) Otu çok olan yer. * Ucuzluk olan yer. |
meric |
Çalkantılı, dalgalı. |
merîc |
Muzdarip, sıkıntılı. * Çeşitli nesne, muhtelif. Karışık, muhtelit. |
merîd |
Katı, yoğun. Güçlü, kuvvetli kimse. * Süt içinde ıslatılıp yumuşatılan hurma. * Baş kaldıran. Sadece fesadlık çıkaran. İnatçı. Şerli. Haddini aşmakta, azgınlıkta ve günahkârlıkta çok ileri More… |
meridyen |
(Bak: Hatt-ı nısf-un nehar) |
merih |
Koz: Güneş etrafında seyreden seyyarelerden dünyadan sonra güneşe en yakın olanı. (Aslı: Merrih veya Mirrih okunur.) * Mars. ◊ Beyaz servi. |
merik |
Usfur otu. |
merin |
Hal, durum. * Ahlâk. |
merir |
(C: Merâyir) Uzun ve sağlam ip. |
merira (marure) |
Buğday arasında olan acı bir tohum. |
merire |
Azimet. (Ruhsat'ın zıddıdır) |
meriş |
Üzerinde kuş tüyü olan nesne. |
merk |
Kokmuş deri. * Derinin yününü yolmak. * Kazımak. * Nüfuz etmek, içine işlemek. ◊ f. (Bak: Merg) |
merkaan |
Ahmak kimse. |
merkab |
Gözetleme yeri. |
merkad |
Uyku yeri. Yatacak yer. * Mezar, kabir. |
merkaş |
Bir şeyin üstünde siyah ve beyaz noktalar olması. |
merkat |
(Bak: Mirkat) |
merkeb |
(Rekb. den) Binilen vâsıta. Binilen şey. * Eşek. |
merkel |
(C: Merâkil) Yol. * Hayvan üstüne binen kimsenin iki tarafından ayağı dibindeki yer. |
merkez |
(Rekz. den) Bir şeyin ortası. Vasat. Yol. Durum, vaziyet. Hal, suret. * Şubeleri bulunan bir teşkilâtın idâre olunduğu ve emir veren yeri, makamı. Bir şeyin en işlek yeri. Teşkilât olan More… |
merkezî |
(Merkeziye) Merkeze mensub. Merkezde bulunan. Merkezle alâkalı. |
merkeziyyet |
İşlek yerde, merkezde bulunmuş olmak. * Bütün işlerin bir yerden idare edilir olması, merkezleştirilmesi. |
merku' |
Eski, yırtılmış elbise. |
merkub |
(Rükub. dan) Üzerine binilmiş, bindirilmiş. * Üzerine binilen hayvan veya nakil vasıtası. |
merkum |
(Rakam. dan) Yazılmış. Adı geçmiş. Rakamla söylenmiş. Sayılmış. * Basit ve âdi insan. (Bak: Mezbur) ◊ Cem'olmuş, toplanmış, birikmiş. |
merkun |
Büyük havuz. |
merkuz |
(Rekz. den) Dikilmiş. Saplanmış. Batırılmış. Sâbit kılınmış. ◊ Tahrik olunmuş, harekete getirilmiş. * Ayakla tepilmiş. |
merkuziyet |
Dikilme, saplanma. |
merma(t) |
Etli, şişman kadın. |
mermahur |
Bir cins güzel koku. |
mermak |
Yaramaz nesne. |
mermare (mermure) |
Yumuşak vücutlu kadın. |
mermaz |
(C: Merâmız) Harâretinden, üzerindeki yanacak gibi olan kumluk yer. |
mermerîs |
Zahmet, meşakkat. |
mermi |
(Remiy. den) Atılmış. * Ateşli silâhlar içine konan kurşun, gülle. Fişek. |
mermiyat |
(Mermi. C.) Atılmış şeyler. * Ateşli silâhlarda atılan tâneler, mermiler. |
mermuk |
Mahfuz, hıfzolunmuş. |
mermuz |
(Remz. den) Açıktan belirtilmeyip, işaret ve remz ile anlatılan. İmâ edilmiş olan. |
mermuzat |
(Mermuz. C.) İşaret ve remz ile anlatılan şeyler. |
mermuze |
(C.: Mermuzât) İşaretle anlatılmış. Remzolunmuş. Açıktan değil de işaretle anlatılmış şeyler. (Bak: Mermuz) |
mern |
(C: Emrân) Kürek. |
mernea |
Ucuzluk. |
mernusa |
Mübârek. |
merr |
Geçmek. Mürur etmek. * İp. * Bel dedikleri âlet. * Demir külünk. |
merrat |
Kerrât. Kerreler. Birçok def'alar. |
merre |
Bir hareketin bir defa olduğunu bildiren fiil. Def'a. Kerre. |
merreten ba'de uhrâ |
Diğerinden sonra, tekrar. |
mers |
Ekmeği suyla ıslatmak. |
merş (marş) |
(C.: Müruş) Tırnak ucuyla deriyi yırtmak. * Yağmur suyunun durmayıp üzerinden çabuk geçtiği yer. * İncitici söz. |
mersa |
(C: Merâsi) Liman. Gemilerin demir atıp barındığı yer. |
merşa' |
Her hayvanın yavuzu ve yırtıcısı. * Otu çok olan yer. |
mersad |
Rasad yeri. Gözetleme yeri. (Bak: Mirsâd) |
merşe |
Yuvarlak cisim. |
mersed |
Arslan, esed. |
merşed |
Hakiki maksada ulaştıran doğru yol. |
mersen |
Burun. |
mersin (mersinî) |
Mersin ağacı. |
mersiye |
Birisinin ölümü hakkında yazılan, teessürü anlatan manzume. |
mersiyehân |
f. Ağıt okuyan. Mersiye söyliyen. |
mersiyekâr |
f. Ağıtçı. Ağıt ve mersiye okuyan. |
mersud |
Rasad olunmuş, ölçülüp biçilmiş, hesab edilmiş. ◊ Birbiri üstüne yığılmış kumaş. |
mersum |
(Resm. den) Yazılmış, çizilmiş. Alâmetli, işaretli. * An'ane, gelenek, örf ü âdât. * Adı ve bahsi geçmiş. Bahsedilmiş. |
mersus |
Sağlam yapı. Birbirine kenetlenmiş, kurşun veya lehim ile birbirine bağlanmış sağlam yapı. |
merşuş |
Saçılmış, dağılmış. |
mert |
f. Çevik, zinde, hareketli. |
merta |
Sür'atle yelmek. Seğirtmek. |
merta' |
Otlak, çayır, mer'a, çimen. |
merteba' |
Dağ üstünde olan yüksek yer. |
mertebe |
Derece. Basamak. Rütbe. Pâye. |
mertub |
(Ratb. dan) Rütubetli, ıslak, nemli, yaş. |
mertum |
Kırılmış, parça parça olmuş, ufalanmış. ◊ Zor bir işi yapmağa memur edilmiş olan. |
mertus |
Bir fesleğen çeşidi. |
merue |
Hazmetmek. |
merv |
Bir cins güzel koku. |
mervaha |
(C.: Merâvih) Ova, çöl. Her tarafından rüzgâr esen yer. |
merve |
Mekke-i Mükerreme'de bir tepenin adı olup hacılar, Merve ile Safâ arasında yedi def'a gidip gelirler. Bu, haccın rükünlerindendir. Bu gidip gelmeye 'sa'y' denir. More… |
merveb |
(C: Merâvib) Yoğurt koydukları kap, yoğurt kabı. |
merveha |
(C.: Merâvih) Ova, sahrâ. |
mervî |
Rivâyet edilen. Anlatılan. Nakledilen. |
merviyat |
(Mervi. C.) Rivayet olunmuş şeyler. Kulaktan kulağa söylenerek gelmiş olan sözler. |
mery |
Sağılır davarın memesini meshedip sağmak. |
meryem |
İsâ Aleyhisselâmın annesinin adı. (Süryânicede hâdim mânasınadır) (Bak: Zekeriyya) |
meryem suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 19. Suresidir. |
merz |
Parmak ucuyla çimdiklemek ve tırmalamak. ◊ f. Toprak, yer. * Sınır, hudut. |
merza |
(Mariz. C.) Hastalıklar, illetler. Hastalar. |
merza' |
Meme. |
merzaga |
Bataklık, çamur. |
merzat |
Rıza, hoşnutluk. Râzı olma, kabul etme. |
merzban |
f. Sınır muhafızı, hudut muhafızı. Sınır beyi, vâli. |
merzbum |
f. Hududu belli olan memleket. |
merze |
Hamur parçası. |
merzegan |
f. Cehennem. * Mangal. * Kabristan, mezarlık. |
merzencuş |
Bir ot cinsi. |
merzgun |
f. Tenâsül organı. |
merzî |
(Bak: Marzi) |
merzih |
Şiddetli ses. |
merzuban |
(C: Merazibe) Mecusiler reisi. |
merzübum |
f. İklim. |
merzuf |
Ateş ile kızmış taş üzerinde pişirdikleri et. |
merzuk |
Rızıklanmış, ihtiyaçları verilmiş. * Bahtiyar. Saadetli, mutlu. |
merzukiyyet |
Rızıklanış. Bütün mahlukatın rızkını bulması hali. |
merzul |
Rezil ve kepaze edilmiş. |
merzuz |
Dövülmüş. * Parçalanmış. |
merzvan |
f. Hudut muhafızı, sınır beyi. |
meş' |
Kesbetmek, kazanmak. * Toplamak, cem'etmek. Davar sağmak. |
mes'a |
(C. Mesâi) 'Sa'y: Çalışma' manasına mimli masdar. ◊ Çirkin yürümek. |
meş'ab |
Yol, tarik. |
mes'ad |
Merdiven. İp merdiven. |
mes'adet |
Bahtiyarlık. Saadete sebeb olacak haslet. İyilik. |
mes'al |
Boğazda öksürecek yer. |
meş'ale |
Aydınlatıcı âlet. Lâmba, kandil. Ucunda ateş yanan değnek. |
meş'alkeş |
f. Meş'aleci. |
meş'ar |
(C: Meşâır) Bilecek yer.Hasse. Duygu. * Hacıların ziyaret ettikleri yerler. |
mes'ele |
Düşünülecek iş ve husus. Halledilmesi lâzım iş. Ehemmiyetli iş. * Savaş, muharebe, ceng, harp. |
meş'eme |
Sol taraf. Sol. * Kötü. Uğursuz. |
mes'ud |
Saadetli, iman ehli olan, bahtiyar. Mutlu. |
mes'udane |
f. İman ehline, bahtiyar olana yakışır halde. Saadetlice. Cenab-ı Hakk'ın emrine, rızasına uygun şekilde. Sevinçli ve ferahlıkla. |
mes'udiyet |
Mes'udluk, kutluluk, bahtiyarlık. |
mes'ul |
Yaptığı iş ve hareketlerden hesap vermeğe mecbur olan. Mes'uliyetli. Bir işin idâresi kendisine âit olan. * Ceza verilmiş olan. |
mes'uliyet |
Mes'ul olma hâli. Yaptığı iş ve hareketten hesap vermeğe mecbur oluş. |
meş'um |
Kötü. Uğursuz. Bedbaht. |
meş'umâne |
f. Kötü bir şekilde. Bedbahtcasına. |
meş'un |
Dağınık saç. |
meş'ur |
Bir şeyi iyice idrak eylemek. * Şuurlu. Kendini bilen. * Tanımak. |
meş'urat |
(Meş'ur. C.) şuur hâlinde geçmiş şeyler. |
mesa |
Akşam. Akşam vakti. Akşam olmak. * Gamlı olmak. * Öğleden güneş batıncaya kadarki vakit. |
meşa |
Havuç. |
mesa' |
Kuyumcu eşyası. |
meşa' |
Duyulan, intişar eden, açıklanan, yayılan. Etrafa yayılmış olan. * Bölünmeyip ortaklaşa kalmış olan. Müşterek olan. ◊ Evlad çokluğu. |
mesa'lebe |
Tilkisi çok olan yer. |
mesab |
Rücu edecek, geri dönecek yer. Kuyu ağzında su çeken kimsenin durduğu yer. * Havuz ortası. * Suyun biriktiği yer. |
mesabe |
Derece. Menzile. Rütbe. * Sevab yeri. * Merci, melce'. |
mesabih |
(Misbah. C.) Lâmbalar. Fenerler. Siraclar. |
mesacid |
Mescidler. Namazgâhlar. Küçük namaz yerleri. |
meşacir |
(Meşcer ve Meşcere ve Meşcire. C.) Koruluklar, ağaçlık yerler. |
meşad |
Mukavemet ve galebe yeri. |
mesaet |
Fena ve kötü bir iş yapma. Fenalık etme. |
meşaet |
Taleb etme, isteme, dileme, arzulama. |
mesafat |
(Mesâfe. C.) Mesafeler. Uzaklıklar. |
mesafe |
Uzaklık. Uzunluk. * Ara. * Bir nevi uzaklık ölçme usulü. |
mesaff |
(Saff. dan) (C.: Mesâff) Sıra sıra dizilme yeri. |
mesafir |
(Mesfer. C.) Bir şeyin görülen tarafları. |
mesag |
Açlık. * Geçmesi kolay olan. * İtibar, değer. * İzin. Müsaade. Ruhsat, cevaz. |
meşagil |
Meşguliyetler. İşler. Meşgaleler. |
mesah (müsuha) |
Yemeğin tatsız ve tuzsuz olması. |
mesaha |
Genişlik. * Genişlik ölçme. |
meşahat |
(Bak: Müşahha) |
meşahid |
Meşhedler. Şehidlikler. * İnsanların toplanacağı yerler. |
mesahif |
Sahifeler. Kitap sahifeleri. * Kur'anlar. Mushaflar. |
meşahir |
Meşherler. Teşhir olunan yerler. |
meşahîr |
Meşhurlar. Çok kimselerce tanınanlar. |
mesai |
Çalışma. Çalışmalar. * İş zamanı. |
meşaî |
Meşşaiyyundan olan kimse. (Bak: Meşşaiyyun) |
mesaib |
Felâketler. Uğursuzluklar. Suubetler. Güçlükler. ◊ Musibetler. * Güçlükler. |
mesaid |
(Mesâdet. C.) Saâdet ve mutluluğa sebep olan hâl ve ahlâklar. ◊ (Mas'ad. C.) (Sayd. dan) Av yerleri. ◊ (Mas'ad. C.) Yukarı çıkacak yerler. |
mesail |
Mes'eleler. |
meşail |
(Meş'al ve Meş'ale. C.) Meşaleler. |
meşaim |
(Meşime. C.) Dölyatakları, ana rahimleri. |
meşaîm |
(Meş'um. C.) Uğursuz olan şeyler. Meş'um şeyler. |
meşain |
(Şeyn. C.) Kabahatler, ayıp ve lekeler. |
mesair |
(Mis'ar. C.) Ateşi karıştırmağa yarıyan demirler. |
meşair |
(Meş'ar. C.) Beş duygu, his. Hasseler. * Akıl ve vahiy. * Hacı olmadan evvel durulması lâzım gelen mühim makamlar. |
meşaiyyun |
(Bak: Meşşâiyyun) |
mesaj |
Fr. Sözle veya yazı ile gönderilen haber. * Bir devlet adamının veya makam sahibi şahsiyetin, diğer bir şahsiyete veya cemaate gönderdiği yazılı haber. |
mesak |
Bir şey ileri sürmek. * Sevk edilecek yer. |
meşaki |
(Mişkât. C.) İçerisine lâmba, kandil gibi şeyler koymak üzere duvarda yapılan küçük hücreler, oyuklar. |
mesakib |
(Miskab C.) Delme âletleri, matkablar. |
mesakil |
(Mıskal. C.) Cilâlayan veya parlatan âletler. |
mesakîl |
(Miskal. C.) Miskaller, 1,43 dirhemlik ağırlık ölçüleri. |
mesakin |
Meskenler. Oturacak yerler. |
mesakîn |
(Miskin. C.) Ziyadesiyle fakir olanlar. Miskinler. Uyuşuklar. Zavallı, fakir kimseler. * Oturanlar. |
mesakit |
(Maskat ve Maskıt. C.) Bir şeyin düştüğü yerler. * İnsanın doğduğu yerler. |
meşâkk |
Eziyetler. Sıkıntılar. Meşakkatler. Mihnetler. |
meşâkka |
Muhalefet ve adâvet etmek. Karşı gelip düşmanlık yapmak. |
meşakkat |
Zahmet. Sıkıntı. Güçlük. Zorluk. (Bak: Himmet) |
mesalib |
Eksiklikler. Ayıplar. Kusurlar. |
mesalih |
(Maslahat. C.) Maslahatlar. İşler. |
mesalik |
(Meslek. C.) Meslekler. Tutulan yollar. Süluk edilen yollar. |
mesall |
Kabından çıkmış nesne. |
mesam |
(Mesâmet) Duracak yer. |
mesamat |
(Bak: Mesammât) |
mesami' |
(Misma'. C.) Kulaklar. * İşitme âletleri. |
mesamir |
(Mismar. C.) Mıhlar, çiviler. |
mesamm |
(Mesemm. C.) İnsan veya hayvan cildi üzerindeki teneffüse yarayan küçük delikler, gözenekler. |
meşamm |
(şemm. den) Koku alacak yer. Burun. Geniz. |
mesammât |
(Mesâmm. C.) Mesammlar. Delikler, gözenekler. |
mesane |
Sidik torbası. Sidik kavuğu. |
mesanî |
(Mesnâ. C.) Bir şeyin tekrarı. İki. Çift. Mükerrer. |
mesanid |
(Mesned. C.) Mesnedler. Dereceler. Rütbe ve mevkiler. |
meşare |
Bostan. Tarla. * Çiftçiler arasında meşhur olan tahta yer. |
meşari' |
Caddeler. Doğru ve açık yollar. * Su akan oluklar. |
mesarib |
(Mesrebe. C.) Otlaklar, çayırlar, mer'alar. * Karından göğüse kadar olan yerde biten kıllar. |
meşarib |
Meşrebler. Mizaclar. Tabiatlar. Huylar. * Fehimler. Anlayışlar. Ahlâklar. * Su içecek şeyler. Maşrabalar. * Köşkler. |
mesarih |
(Mesrah. C.) Çayırlar, otlaklar, mer'alar. |
meşarik |
Güneşin doğduğu taraflar. Şark tarafları. |
meşarit |
(Mişrat. C.) Keskin bıçaklar. Ameliyatta kullanılan keskin hekim bıçakları. |
mesarr |
(Meserret. C.) Sevinçler, meserretler. Sürurlar. Zevkler. |
mesas |
Esas, asıl, kök. |
meşaş |
Beyaz servi. |
meşatî |
(Meştâ. C.) Kışlıklar. Kış mevsiminde barınılacak yerler. |
mesatir |
(Mistar. C.) Cetveller, mistarlar. Çizgi çizme için kullanılan âletler. |
mesavi |
(Su'. C.) Kötü haller. Fenalıklar. Seyyieler. (Mehâsinin zıddı.) ◊ (Mesvâ. C.) Meskenler. Haneler. Evler. |
mesavik |
Misvaklar. |
meşavîz |
(Mişvâz. C.) Sarıklar. |
meşayih |
Şeyhler. Pirler. İhtiyarlar. |
mesbaa |
Yırtıcı ve vahşi hayvanların çok olduğu yer. |
mesbah |
Doğacak yer ve zaman. Tulu' edecek yer. Tulu' edecek vakit. |
mesbe' |
Şarabı satın almak. * Dağ içinde olan yol. |
mesbere |
Kadının veled getirdiği yer. * Devenin yavruladığı yer. |
meşbu' |
Tok. Doymuş. Kanmış. |
meşbub |
(C.: Meşâbib) İki ayağı beyaz olan at. * Güzel nesne. |
mesbuk |
Geçmiş. * Sebkedilmiş. Arkada bırakılmış. Başkasından geri kalmış. * İlmihalde: Evvelce imamla namaza durmamış olup, sonradan imama uyan. ◊ (Sebk. den) Kalıba dökülmüş. |
mesbut |
Meyyit, ölü. * Deli, aklı gitmiş. |
meşc |
Karıştırmak. Haltetmek. |
mescen |
Cezaevi, zindan, hapishâne. |
meşcer |
(Meşcere) Ağaçlık yer, koru, şeceristan. |
mescid |
Secde edilen yer. Namazgâh. Cami yerine kullanılan namaz yeri. |
meşcuc |
Yüzü gözü yaralanmış olan. |
mescud |
Secde edilmiş. Kendisine secde edilmiş olan. Allah (C.C.) |
mescum |
Saçılmış, dökülmüş. |
mescun |
Hapsedilmiş. |
meşcun |
Yarılmış. |
mescur |
Sulu süt. * Dizilmiş salkım olmuş inci. * Yanmış. * Kızdırılmış. * Doldurulmuş. Taşkın su. * Alevli ateş, kızgın fırın. * Deniz. * Boş. * Muhtelit. * Mc: Firavun'un battığı deniz. |
mesd |
İp bükmek. |
meşden |
(C: Meşâdin) Buzağısı büyük olup anasından müstağni olan dişi geyik. |
mesdud |
Seddedilmiş. Kapatılmış. Hududlanmış. |
meşdud |
(Meşdude) Kuvvetlice bağlanmış olan. Sıkıca bağlı. Sıkı. |
meşduh |
Şaşkın, şaşırmış. Ürküp korkmuş. |
mesdul |
Salıverilmiş, serbest bırakılmış. |
meşe |
Bir cins ağaç. Odunu sert, sağlam ve parlak olur. |
mesed |
Hurma lifi. * Liften yapılan ip. * Deve kılından ve yününden yapılan urgan. * Yemen diyarında biten bir ağacın adı. * Bağ. |
meşegâh |
f. Meşelik. Meşe ağaçlarının bulunduğu yer. |
meseke |
(C: Misek) Fil kemiğinden veya deniz boğası kemiğinden yapılan bilezik. |
mesel |
Bir umumi kaideye delâlet eden meşhur söz. Ata sözü. İbretli ve küçük hikâye. * Dokunaklı ve mânalı söz. * Benzer. Misil. * Delil. Hüccet. ◊ Suyun aktığı yer. |
mesela |
Misal olarak, söz gelişi, şunun gibi, örnek tarzında. |
mesele |
Gölgelik. |
meselen |
Misâl ve örnek olarak. Söz gelişi. Meselâ. |
mesemm |
(C.: Mesâmm) Tıb: Cild üzerindeki küçük delik. Gözenek. |
mesemme |
(C.: Mesâmm-Mesâmmât) Ciltteki ufak delik. Gözenek. |
mesen |
Kişinin bevlini tutmaya âciz olması. Bir kimsenin, idrarını tutamaması. |
meser |
f. Soğuk, berd. * Buz. |
meşere |
Dış kısım. |
meserrat |
(Meserret. C.) Meserretler, sevinçler, sürurlar. |
meşerre |
Eyerin içine konulan yastık. |
meserret |
Sevinç. şenlik. Sürur. |
meserretâver |
f. Sevinç ve meserret getiren. Sürurlandıran. Sevindiren. Sevindirici. |
meserretefzâ |
f. Meserret. Sevinç ve süruru arttıran. |
meserretengiz |
f. Sevindiren. Meserret meydana getiren. |
meşfer |
(C: Meşâfir) Sarkık hayvan dudağı. |
mesfiyy |
Üç kez karısı ölmüş adam. (Üç kez kocası ölmüş kadına 'mesfiye' derler.) |
mesfu' |
Nazar değmiş. |
meşfu' |
Müşterek sınırlı gayrimenkul. |
mesfuh |
Dökülüp akıtılmış olan. * Dağ eteği. |
mesfuk |
(Sefk. den) Sefkedilmiş. Dökülüp akıtılmış olan. |
mesfur |
Yazılmış, adı geçmiş. (Bu tabir, eskiden daha ziyade hakaret görmesi icabeden aşağılık kimseler hakkında kullanılırdı.) |
mesgabe |
Açlık. Meşakkat ve yorgunluk içinde açlık. |
meşgale |
İş. Meşguliyyet. Boş durmayış. |
meşgel |
f. Yol kesen, haydut, şaki, eşkiyâ. |
meşguf(e) |
(Şagaf. dan) Âşık, tutkun. Sevgi ve aşk yüzünden deli olmuş. |
meşgul |
(Şugl. den) Bir işle uğraşan. * Dalgın. * Doldurulmuş, tutulmuş, işgal olunmuş. |
meşguliyet |
Meşgul olma, bir iş yapma. * Uğraşılan ve meşgul olunan şey. |
mesgur |
Dişi düşmüş kimse. |
mesh |
Bir şeyin suretini çirkin ve kötü hale çevirmek. * Hayvanı kovarak koşturup onu sıkıştırmakla yormak, bitâb hale getirmek. ◊ El sürme. * Silme. * Abdest alırken başı ıslâk temiz More… |
mesha' |
İnişi ve yokuşu olmayan düz yer. Düzlük. * Ufak taşlı, otsuz düz yer. * Yürüdüğünde iki uyluğu birbirine sürüşen zayıf kadın. * Uylukları ince ve zayıf olan kadın. |
meshara |
(C.: Mesâhir) Maskara. |
meşhed |
Bir kimsenin şehid düştüğü yer. Şehidlerin mezarlığı olan yer. * İnsanların cemaat olarak hazır olacakları yer. * Şehâdet yeri. Hz. Hüseyinin (R.A.) Kerbelâdaki şehid düştüğü yer. * İranda More… |
meshek |
Yel gidecek yer. |
meshele |
Yumuşak yer. * Alçak yer. |
meşher |
Teşhir yeri. Gösterme yeri. Sergi. |
meşhergâh |
f. San'at-ı İlâhiyyenin gösterildiği yer, yeryüzü. * Teşhir yeri. Sergi. |
meşhud |
Görünen. Şehadet edilen. * Resul-u Ekrem'in (A.S.M.) dünyaya teşrifinden ve risaletinden önce meleklerce ve enbiya hazerâtının dilinde nübüvvet ve risaletlerine şehâdet edilmiş More… |
meşhudât |
Görünenler. Seyredilenler. |
meşhudiyyet |
Gözle görüş. şâhid oluş. şâhidlik. |
meshuf |
Susamış. Suya kanamamış. |
meshuk |
(Sahk. dan) Döğülerek toz haline getirilmiş. |
meşhum |
Cesaretli. Sözü geçer kimse. Zeyrek. Zeki. Akıllı. * Korkmuş. Korkutulmuş. * Çok güzel hareketli at. |
meshun |
Isıtılmış. |
meşhun |
Doldurulmuş. Dolu. Dopdolu. |
meshur |
Büyülenmiş, kendine sihir yapılmış. * Büyülü gibi tutkun. |
meşhur |
Tanınmış, herkesin bildiği. Çoklarının bildiği. |
meşhurat |
(Meşhur. C.) Şöhret kazanmış ve meşhur olmuş kimseler. Şöhretliler. |
meshut |
Beğenilmeyen iş. |
meşî |
Yürüyüş. Gidiş. Doğru yola gitmek. |
meşîb |
İhtiyarlık. Yaşlılık. Saç ağarması. |
meşîd |
Harçla yapılmış sağlam bina. Sıvanmış bina. |
meşiet |
Meşiyyet. Dilemek. İrade. Arzu. Matlub. Murad. İstek. |
mesih |
Bir şey üzerinde eli yürütmek, bir şeyden ondaki eseri gidermek demektir. * İsa Aleyhisselâm'ın bir ismidir. Elini sürdüğü, meshettiği hastaların iyileşmesinden kinâye olarak 'İsa More… |
meşih |
Göğsü çukur, kanbur. |
mesiha |
(C: Mesâyih) Gümüş parçası. * İyi ve yeni yay. |
meşihat |
Mürşidlik, şeyhlik. * Eskiden İstanbul'da din işlerini tedvir eden Osmanlı Devletinin Diyanet İşleri Dairesi. |
mesihî |
(Mesihiyye) Hristiyan. Hristiyanlığa âit. Hz. İsâ Aleyhisselâma âit ve ona müteallik. |
mesihiyyun |
Hristiyanlar. |
mesik |
Pinti, hasis, cimri. |
meşik |
İnce uzun nesne. * Giyilmiş kaftan. |
mesil |
Su yatağı. Suyun akacak olduğu yer, boru. ◊ Benzer. Misil. Gibi. Şibih. Eş. Nazir. |
meşim |
Benli kimse. |
meşime |
(C.: Meşâim) Dölyatağı, ana rahmi. |
mesir |
Seyretmek. * Yol yol alacalı elbise. |
mesire |
Seyredilecek, gezilecek yer. Tenezzüh ve gezme yeri. * Seyir. |
mesiregâh |
f. Seyir yeri. Seyrangâh. |
mesis |
Cimâ etmek. * Yapışmak. |
mesit |
Küçük sel. |
meşiyyet |
(Bak: Meşiet) |
mesk |
(C: Müsuk) Deri. |
meşk |
Yazı örneği. Öğretici yazı. * Bir şeyi uzatmak. * Uzun uzun yazmak. * Bilmeyene bir şeyi öğretmek. * Sür'at, hız. ◊ f. Kırba. Tulumdan yapılmış su kabı. |
meşka |
Fark edip ayıracak yer. |
meşkâ |
şikâyet etmek. |
meskab |
Yakın olacak yer. |
meskat |
(C: Mesâk-Mesâki) Su maslağı. ◊ Doğum yeri. * Düşecek yer. |
mesken |
Ev. Sâkin olunacak yer. Hâne. |
meskene |
Tevazu etmek, alçakgönüllülük göstermek. |
meskenet |
Miskinlik. Tembellik. Uyuşukluk. Bitkinlik. Beceriksizlik. Fakirlik. Yoksulluk. |
meskenet-fiken |
f. Miskinliği gideren. |
meskeniyet |
Mesken oluş. Sâkin olup durulacak yer olmak. |
meskit |
Düşecek yer. |
meşkû |
Şikâyet etmek. |
meskub |
Kalıba dökülmüş. Akıtılmış. ◊ Delikli. Delinmiş. |
meskuk |
(Meskuke) Sikkeli. Damgası vurulmuş. * Para hâline konulmuş. |
meşkuk |
şekli, şüpheli. Kendinden şüphe edilen. ◊ Yarılmış. Yarık. |
meskukat |
(Meskuk. C.) Sikke hâline getirilmiş mâdeni paralar. Akçeler. |
meşkukiyet |
Şüphelilik. Şüpheli oluş. |
meşkul |
Ön ayaklarıyla arka ayağının birisi bileklerine varana kadar beyaz olan at. |
meskum |
Hasta ve yoksul kimse. |
meskun |
İçinde oturanları olan yer. İnsan bulunan şenlenmiş yer. |
meskur |
Sarhoş olan. |
meşkur |
Şükre lâyık olan. Teşekküre ve kendine şükredilmeğe lâyık olan. Kendine şükür arzolunan. Az şükredene çok ihsan eden. |
meskut |
Söylenmemiş. Sükut edilmiş. Hakkında bir şey söylenmemiş. |
meşküvv |
Kendinden şikâyet olunan. |
mesl |
(C: Mislân) Yer yarığı. |
meslah |
(C.: Mesâlih) Tulu decek yer, doğacak yer. * Bir şey gözetecek yüksek yer. ◊ Mezbaha. Davar kesilen yer. |
meşlah |
Meşlehe. Maşlah. Altı üstü bir olan ve kol yerine yarıkları bulunan bir çeşit elbise. |
meslaha |
Sınır kalesi. Derbent. |
mesleb |
Zorla birşey alınan yer. Zorla alma yeri. |
meslebe |
(C.: Mesâlib) Eksik, kusur, noksanlık, ayıp. |
meslec |
Karlık. |
meslek |
Yol. Usul. Gidiş. * San'at. Geçim için tutulan yol. * Sistem. * Mezheb. Mâneviyatta tutulan yol. |
meslekî |
(Meslekiyye) Meslekle alâkalı. Mesleğe ait. |
mesles |
(C: Mesâlis) Üçer üçer olmak. * Üç kıllı tanbur. |
meslu' |
Vücudunda ur bulunan kimse. |
meslub |
Selbedilmiş. Soyulmuş. Alınmış. Giderilmiş. |
mesluc |
Yutulmuş, bel'olunmuş. |
meslufe |
Düzelmiş yer. * Kabuksuz arpa ve buğday. |
mesluh |
Derisi yüzülmüş. Teslih edilmiş. |
mesluk |
Kaynamış. |
meslul |
Çekilmiş. Kınından çıkmış kılınç. * Din uğruna kendini fedâ eden kahraman. * Tıb: Verem. |
meslus |
Üç kat olan nesne. * Üçte biri alınmış. ◊ Deli, divane. |
meslut |
Kemiği üzerinden eti sıyrılmış. * Tıraş edilmiş. Yontulmuş. ◊ Mağlub. Yenilmiş. * Zayıf, cılız, arık. |
mesmel |
Sığınacak yer. |
mesmese |
Karıştırmak. |
mesmese (mismâs) |
Karışık ve mültebis olmak. |
meşmeşiye |
Tas: Âlem-i gaybdan veya âlem-i misalden bir âlem. Bazı evliyanın keşfen müşahede ettikleri bir yer. (Bak: Meşhudât) |
mesmu' |
Dinlenilen. İşitilen. * Duyulmuş. İşitilmiş. |
mesmua |
Duyulmuş. Kulakla dinlenmiş olan. |
mesmuât |
İşitilenler. Duyulanlar. |
mesmud |
Fukarânın çok istemesinden vere vere hiç birşeyi kalmayan kimse. |
meşmul |
(Şümul. den) Kaplanmış, şümullenmiş, etrafı çevrilmiş. * Bir şeyin içinde bulunan. |
meşmule |
şarap. |
mesmum |
Zehirlenmiş. Ağu katılmış. Zehirli. |
meşmum |
Koklanmış. * Itır ve misk gibi güzel kokulu olan şey. |
mesmumen |
Zehirli olarak. Zehirlenmiş olarak. |
mesmur |
Cismen ufak olmakla beraber, sinirleri kuvvetli olan adam. |
mesmus |
Zehirli. |
meşn |
Kamçı ile vurmak. * Deri yüzmek. |
mesna |
İkişer ikişer. * Derenin büklüm ve boğaz yeri. * Çalgının ikinci teli. ◊ Bevlini tutmaya kadir olmayan kadın. (Müz: Emsen) |
mesned |
Dayanacak yer, nokta. * Mertebe. Makam. * Destek. |
mesnednişin |
f. Bir mesned veya makamda bulunan. |
mesnevî |
İkilik manzume. Her beyti ayrı kafiyeli olan manzume. |
mesneviyyat |
(Mesnevî. C.) Mesnevi tarzında yazılmış olan eserler. |
meşnu' |
Çirkin kimse. * Buğzolunmuş. |
meşnuf |
Uzun başlı at. |
mesnun |
Sünnet olan. Sünnet olmuş olan. * Âdet edilen şey. * Bilenmiş bıçak. * Üzerinden ömürler geçmiş olan. * Şekillendirilmiş. * Kalıba dökülmüş. * Kokusu değişmiş. |
mesra |
Gece vakti yola çıkma. |
meşra' |
Yol. Rah. Tarik. * Su oluğu. |
mesra(t) |
Çok olmak. Çok olacak yer. |
mesrah |
(C.: Mesârih) Çayırlık, otlak, mer'a. |
mesrat |
Adet çokluğu. |
meşreb |
Huy. Yaradılış. Adet. Ahlâk. * Gidiş. * İçmek. İçilecek yer. * Fehmetmek. * Mânevi haz ve feyz alınan yer ve yol. |
mesrebe |
(C.: Mesârib) Deve ve koyun sürülerinin çayırlık, mer'a, otlakları. * Vücudda karından göğüse kadar olan kıllı yer. |
meşrebe |
(C: Meşârib) Maşrapa. |
mesrece |
Gece kandili konulan şişe. |
meşref |
İyi kılıçlar işlenir bir köyün adıdır. |
meşreka |
Güneşte oturacak yer. |
meşrik |
Güneş doğacak cihet. Gündoğusu. Doğu. Şark ciheti. * Şems-âbâd, güneşi bol yer. Kış vakti ısınmak için güneşe karşı oturacak yer. * Tövbe kapısının adı. |
meşru' |
Doğru. Hak. Şeriatın kabul ettiği. Haram ve yanlış olmayan. |
meşrua |
Şeriatın kabul ettiği hâl. Yapılması serbest olup, haram olmayan. Allah'ın (C.C.) kanununda müsaade edilen. Şeriatça yapılması günah olmayan. |
meşruat |
(Meşru. C.) Hak ve meşru olan şeyler. Haram ve yasak olmayan şeyler. * Şeriatla alâkalı şeyler. |
meşrub |
(Şürb. den) İçilecek şey. * İçilmiş, şürbedilmiş. |
meşrubat |
İçilen şeyler. Herhangi bir içilecek şey. Şarap. ('Hamr' denen içkiye de şarap denir.) |
mesrube |
Uzun saç. * Saç kesecek âlet. |
meşrube |
İçine yiyecek veya elbise koyup sakladıkları yer. |
mesrud |
(Serd. den) Söylenmiş, bilidirilmiş, mezkur. Serdolunmuş. ◊ f. Sihir, efsun, büyü. |
mesrudat |
(Mesrud. C.) Söylenenler. Bildirilmiş olan şeyler. |
mesrude |
Ulaştırmak. * Zırh halkalarının birbirine girmesi. |
mesrue |
Çekirgenin yumurtasını döktüğü yer. |
meşruh |
Şerh olunmuş. Anlatılmış. Açıklanmış. İzah olunmuş. |
meşruhât |
Açıklama ve izahlar. |
meşruiyyet |
Meşruluk. Meşru' olma. Kanuna, şeriata uygun bulunma. Yasak olmayış. |
mesruk |
Çalınmış, sirkat edilmiş olan. |
meşrum |
Yarılmış. |
mesrur |
Sevinçli. Sürurlu. Meserretli. Merâmına ermiş. |
mesruriyet |
Sevinçlik. Sürur içinde oluş. Dileğine ermiş olanın hâli. |
meşrut |
Şartlı. Şart ile bağlı. |
meşruta |
Bir kimseye veya bir zümreye bırakılmış, bazı şartlara bağlı oluş. * Sahibi tarafından veresesine satılmamak şartiyle bırakılmış ev vesaire. |
meşrutî |
Bir şahıs veya millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi. |
meşrutiyyet |
Bir hükümdarın başkanlığı altında millet meclisi ile idare edilen devlet sistemi. |
mess |
Yapışmak, değmek, dokunmak. * Meydana gelmek. |
meşş |
Elini bez ile silmek. * Bir şeyi aldıktan sonra yine almak. * Davarın sütünü sağıp bazısını koymak. |
messah |
Ölçü âletleriyle arazi ölçen. Mühendis. * (Mesh. den) Uğuşturan, mesheden. Masaj yapan. Dellâk. |
meşşaiyyun |
Meşşâiler. Derslerini gezerek veren, peygamberlere uymayarak yalnız akıl ve fikir ile hakikatı bulmaya çalışan ehl-i dalâlet. Dinsizlik yolunu açanlar, sadece akla itimad eden ve vahye tâbi More… |
meşşat(a) |
Tarak yapan, tarakçı. * Süsleyen, tarayan. |
mest |
Ayakkabı. * Sarhoş. Aklı başında olmayan. Kendinden geçercesine haz duymak mânasında 'mest olmak' şeklinde kullanılır. ◊ Adamın elini deve karnında yavrunun yattığı More… |
meşt |
Baş tarama. * Tarak. |
meşta |
(C.: Meşâti) (Şitâ. dan) Kış mevsiminde barınılacak yer. Kışlık otlak, kışla. |
mestan |
(Mest. C.) f. Sarhoşlar. |
mestane |
Sarhoşcasına. Sarhoş bir kimseye yakışır surette. |
meştat |
(C: Meşâti) Kışlak. |
mestî |
f. Sarhoşluk. |
mestî-âver |
f. Bayıltıcı, sarhoş edici. |
mestî-bahş |
f. Sarhoşluk veren, sarhoş edici. Bayıltıcı. |
meştum |
Şetm olunmuş. Sövülüp sayılmış. |
mestur |
Örtülmüş. Setredilmiş. Gizlenmiş. (Bak: Tesettür) ◊ Satırlanmış. Çizilmiş. Yazılmış. |
mesture |
Örtülü kadın. İslâmiyetin emrettiği şekilde örtülmesi farz olan yerlerini örtmüş olan kadın. * Gizli tutulan resmi işlerde harcanmak için hükümetin emrine verilen para. |
meşub |
Karışmış. |
mesubat |
(Mesube. C.) İyiliğe karşı Allah (C.C.) tarafından verilen mükâfatlar. |
mesube |
(C.: Mesubât) İyiliğe karşı Cenab-ı Hakk'ın vereceği mükâfat. |
mesube (musibe) |
(C: Mesâyib) Belâ, zahmet. * Mekruh emir. |
mesuk |
(Sevk. den) Sevkolunan. İleri sürülen, yollanan. Gönderilen. |
meşuk |
Âşık, tutkun. |
mesulat |
Azab, ukubet. Cezâ çekme. |
mesule |
(C: Mesulât) Azap vermek, eziyet etmek. * Hayvanı oka nişan edip atmak yahut diri iken bir tarafını kesmek. |
meşum |
Vücudu benekli adam. |
mesünn |
(Mesünniyyet) Yaşlı olmak. (Bak: Müsinn) |
mesus |
Yavan su. * Panzehir taşı. |
meşuş |
Mendil. |
meşüvv |
Müshil. |
mesv |
Mürr dedikleri acı yemen zamkı. |
mesva |
(Mesâvi. den) Mesken, hane, ev, me'va. Yurt. |
mesvere |
(C: Mesâvir) Minder. |
meşveret |
Danışma. Konuşup anlaşma. Fikir edinmek için konuşup görüşme. Görüşme meclisi. (Bak: istişâre) |
meşy |
Yürüme. |
meşyen |
Yayan olarak, yürüyerek. |
meşyuha |
Yavşan otunun yetiştiği yer. |
meşyum |
Bedeninde beni olan, benli adam. |
met' |
Uzun ve yüce olmak. ◊ Vurmak. * Çekmek. |
met'abe |
(C.: Metâib) Meşakkat, zahmet. Yorgunluk. |
met'ub |
(Ta'b. dan) Bitkin, yorgun. |
meta |
Ne vakit? Ne zaman? mânasında olup, mutlak ve mübhem vakit edatıdır. Bazan 'Min' harfi-i cerri yerinde ve suâl için de kullanılır. |
meta' |
Fayda. Menfaat. * Kıymetli eşya. Tüccar malı. |
metab |
Tevbe etmek. * Rücu etmek, geri dönmek, caymak, vazgeçmek. |
metabi' |
(Matbaa. C.) Matbaalar, basımevleri. |
metabih |
(Matbah. C.) Mutfaklar. |
metaf |
Tavaf edecek yer. |
metafizik |
(Bak: Mâba'det tabia) |
metaib |
Yorgunluklar. Meşakkatler. Eziyet verecek şeyler. ◊ Seçilmiş ve güzel şeyler. |
metal |
Lât. Mâden. * Matbaacılıkta harfleri teşkil için eritilen kurşun, karışık madde. |
metali' |
Matla'lar. Tulu' edecek yerler veya zamanlar. Güneş veya benzerinin doğduğu yerler. * Ast: Herhangi bir yıldızın i'tidal-i rebii (Arz'ın güneş etrafındaki gezmesinde. |
metalib |
İstekler. Arzular. Taleb edilen şeyler. |
metanet |
Sağlamlık. Kavilik. Sözünden ve kararından dönmemeklik. İnsanın, fikrinde sabır, azminde kavi ve akidesinde rüsuh sahibi olması. |
metarik |
(Mıtrak ve Mıtraka. C.) Mızraklar. Tokmaklar. Çekiçler. Değnekler, sopalar. |
metavi' |
(Mıtvâ. C.) İtâat edenler. Mutiler. |
metbene |
Samanlık. |
metbu' |
Kendine uyulan. Tâbi olunan. Halkın, kendine tâbi olduğu zat. * Hükümdar. |
metbuiyyet |
Kendine uyulmaklık. Başkasının kendisine tâbi olması. Birisine tâbi oluş. |
meters |
f. Harpte, korunmak gayesiyle yapılan toprak tümsek, siper. * Kapının açılmaması için arkasına konulan ağaç. |
meth |
Yerinden koparmak ve çıkarmak. * Cima. Tohum bırakmak için çekirgenin kuyruğunu yere sokması. * Vurmak ve uzaklaştırmak. ◊ Kuyudan su çekmek ve sulamak. |
methaf |
Müze. |
metin |
Sağlam. Metanet sahibi. Kendine güvenilir olan. (Bak: Metânet) |
metinâne |
f. Metanetle, sağlamlıkla. |
metit |
Çulha tarağı. |
metk |
İğne ucu. Zeker ucu. |
metl |
Tahrik etmek, kımıldatmak, harekete getirmek. |
metn |
Sağlam ve sert yer. * Yüksek yer. * Her nesnenin yüzü, üstü, arka ve ortası. * 'Vurmak ve seyr' mânâsına mastar. * Bir yazının tamamı. Yazının aslı veya sureti. |
metod |
Fr. Bir neticeye ulaşmak için takib edilen fikir yolu. Usul. Kaide. Yol. Sistem. |
metr |
Kesmek. * Çekmek. * Atmak. (Bazan fercten kinâye olur.) |
metrebe |
Fakirlik, miskinlik. |
metrud |
(Bak: Matrud) |
metruk |
Terk olunmuş. Bırakılmış. * Boşanmış olmak. * Ölen bir kimsenin bıraktığı eşya. |
metrukat |
(Metruk. C.) Bırakılan şeyler, metruklar, miraslar. |
metruke |
(Terk. den) (Erkekten) boşanmış. * Kocası tarafından bırakılmış kadın. |
metrukiyyet |
(Terk. den) Terk edilme, boşanmış olma. * Bırakılmışlık, kullanılmazlık. * Bir işten çekilip uğraşmama. |
mets |
Necisle atmak. |
mett |
Çekmek. * Ulaşmak. * Kuyudan su çıkarmak. |
metta |
Hz. Yunus'un (A.S.) annesinin adı. |
mette |
f. Burgu. |
mettiha (metyiha) |
Hafif sopa. * Yaş çubuk. |
metuh |
Devamlı suyu çekilen işlek kuyu. * Suyu ağzına yakın olan kuyu. |
metvî |
(Bak: Matvî) |
mety |
Çekmek. |
meunet |
Birisinin ölmeyecek kadar yiyip içeceği. * Külfet. * Masraf. Bir şeyin toplamak, devşirmek, nakil ve boşaltmak ve saymak gibi levazımının teslim yerine kadar olan masraflarına denir. |
mev'a |
Her nesnenin evveli. |
mev'id |
Va'din yerine getirildiği yer. * Vaad etmek. Vaad. Söz vermek. |
mev'il |
Sığınacak yer. * Sel suyunun karar kıldığı yer. |
mev'iza |
Mev'ize. Öğüt. Nasihat. * Bir cemaate veya kimseye kalbini yumuşatacak ve iyiliğe sevkedecek surette hakikatları ders vermek. |
mev'izakâr |
f. Nasihat veren, öğüt eden. Nâsih. |
mev'ud |
Söz verilmiş. Vaadedilmiş. Vâdeli. Vadesi muayyen ve mukadder olan. * Evvelden takdir olunmuş. |
mev'ude |
Küçükken diri diri gömülüp öldürülen kızcağız. |
mev'üf |
Afete uğramış nesne. |
mevacib |
(C.: Mevacibât) Maaşlar, aylıklar. * Tar: Yeniçerilerin üç ayda bir defa verilen ulûfeleri. |
mevacibat |
(Mevâcib. C.) Mevâcibler. Maaşlar, aylıklar. |
mevacid |
Vecd hâlleri. Kalbî zevk veren istiğrak halleri. (Bak: Vecd) |
mevadd |
(Madde. C.) Fezâda, boşlukta yer kaplayan varlıklar. Maddeler. Cisimler. * Kısımlar. * Kanunlar. Kaideler. İşler. Hususlar. * Söz ve beyana sebeb olan mevcudat. Her şeyin aslı, mayası. |
mevahib |
Hibe olunan şeyler. Karşılıksız verilenler. (Bak: Mevhube) ◊ Mevhibeler. İhsanlar, bahşişler. |
mevahif |
Zayıf deve. |
mevahir |
Yararak akıp gidenler. (Denizdeki gemi gibi) |
mevaid |
(Mev'ud ve Miad. C.) Söz verilmiş vakitler. Vaad edilen muayyen, belli zamanlar. ◊ (Mâide. C.) Sofralar, mâideler. |
mevaiz |
(Mev'ıza. C.) Öğütler, nasihatlar. |
mevaka |
Hamâkat, ahmaklık. |
mevaki' |
Mevkiler. Duracak yerler. |
mevakib |
(Mevkib. C.) Cemaatler, kalabalıklar, güruhlar, topluluklar. |
mevakif |
Durulacak yerler. Vakıflar. Durak yerleri. |
mevakin |
(Mevkin. C.) Kuş yuvaları. |
mevakit |
(Mikat. C.) Hacıların ihrâma girdikleri yerler. * Bir iş için tâyin edilen vakitler. ◊ (Mevkıt. C.) Evvelden belirtilmiş olan vakitler. |
mevalî |
Efendiler. * Azad edilmiş köleler. * Azad edenler. * Mevleviyyet pâyesine ulaşmış sarıklı âlimler. * Dost ve komşular. * Yardımcılar. |
mevalid |
(Mevlid. C.) Doğulan yerler. Mevlidler. Doğma vakitleri. Milâdlar. ◊ Mevcudlar. Doğmuşlar. Vücud bulmuşlar. Mevludlar. |
mevamit |
Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) İncil'deki bir ismi. |
mevani' |
Mâni'ler. Engeller. Mâni olanlar. Mâniâlar. |
mevarid |
Gelecek yerler. Varacak yerler. Caddeler, yollar. Bir yere vasıl olacak yollar. |
mevarîs |
Miraslar. Verasetle nâil olunan mülk ve mallar. |
mevaşi |
Davar, koyun, keçi, inek ve öküz gibi hayvanlar. |
mevasik |
Mevsuk şeyler. Misaklar. Ahd ü peymanlar. Yeminler. Sözleşmeler. |
mevasim |
Mevsimler. * Pazar yerleri. |
mevat |
(Mevt. den) Cansız şeyler. Sürülmemiş topraklar. * Sahibsiz yerler. |
mevati |
(Mevti. C.) Ayak basılan yerler. |
mevatî |
Mevâta yani cansız şeye ait, bununla alâkalı. * İşlenmemiş toprağa ait. |
mevatin |
(Mevtın. C.) Yurtlar. Şenlendirilmiş ve bayındır yerler. |
mevazi' |
(Mevzi. C.) Mevziler, yerler. |
mevazin |
(Mizan. C.) Mizânlar. ölçüler. Terâziler. |
mevbed |
Mecusiler reisinin ulusu. |
mevbik |
(C.: Mevbikat) Korkulu yer. |
mevbikat |
(Mevbik. C.) Korkulu yerler. |
mevbil |
Kaba büyük sopa. * Bir kucak odun. |
mevc |
Dalga. Denizin dalgası. * Titreşim. * Mc: Devir, devre. |
mevc-hîz |
f. Dalga kaldıran. |
mevc-zen |
f. Dalgalanan, dalgalı deniz. Dalga vuran. |
mevce |
Bir dalga. * Ses, elektrik ve hararetin yayılma dalgalarından herbiri. |
mevcedar |
f. Dalgalı. |
mevcenümud |
f. Dalga gibi. |
mevcub |
Kendisine bir şey vâcib kılınmış. |
mevcud |
Var olan. Bulunan. Hazır olan. Topluluğun hepsi. * Kâinat. Mükevvenat. |
mevcudat |
Var olan her şey. Kâinat. Yaratılmış şeyler. |
mevcuden |
Kendisi berâber olarak. Mevcud olarak. |
mevcudîn |
(Mevcud. C.) Mevcudlar, var olan ve bulunan şeyler. Mevcudât. |
mevcudiyet |
Mevcudluk, varlık, mevcud ve var olma. |
mevdu |
(Mevdua) Emanet bırakılmış, tevdi olunmuş. |
mevduat |
(Mevdu. C.) Emanet bırakılmış şeyler. * Bankaya konan para ki, faizle olduğundan haramdır. (Bak: Riba) |
mevdud(e) |
Sevilmiş, kendisine muhabbet edilmiş. Sevgi gösterilmiş. |
mevdune |
(Mevzune) Altın, inci veya elmasla işlemeli şey. Murassa. |
mevecat |
(Mevce. C.) Dalgalar. |
meveddet |
Dostluk. Sevgi. Muhabbet. Muhabbet etmek. Sevmek. |
mevetan |
Canı olmayan nesneler. * İhya olunmayan, ekilip biçilmeyen arazi. |
mevfur |
(Vefir. den) Tam olan şey. Çoğaltılmış. Çok. Kesir. Bisyâr. Evfer. * Edb: Aruz kalıblarından biri. |
mevh |
Kuyunun suyu çok olmak. ◊ Avucuyla su içmek. |
mevhibe |
İhsan. Sevgi. Hediye. |
mevhil |
(Vahl. den) Çamurlu yer. |
mevhin |
Gece yarısına yakın vakit. |
mevhub |
(C.: Mevâhib) (Vehb. den) İhsan edilmiş, verilmiş, hibe olunmuş, bağışlanmış. * Fık: Karşılıksız olarak birine verilmiş. |
mevhubat |
(Mevhub. C.) Bağışlar, ihsanlar, bahşişler. |
mevhube |
Verilmiş. İhsan edilmiş. Karşılıksız olarak birisine verilmiş mal. |
mevhum |
Aslı olmayıp evham mahsulü olan. Vehim. |
mevhumât |
Mevhumlar. Asılsız olduğu hâlde zihinde meydana gelen şeyler. |
mevhume |
Vehim, kuruntu ve hayâl nev'inden bir şey. |
mevhun |
Zayıf ve arık adam. Zayıflamış kimse. |
mevk |
Bir şeyin ucuz olması. ◊ Örümcek, ankebut. |
mevki' |
Yer. * Sınıflandırılmış yerlerden her biri. * Vapur, tren gibi yerlerde sınıflandırılmış, değeri yüksek olan yer. * Bir şeyin bulunduğu veya vukua geldiği yer. |
mevkib |
Kafile. Alay. Atlı veya yaya giden kafile. Cemaat. |
mevkid |
Ateş ocağı. |
mevkif |
Durak. Durulacak yer. Ayakta duracak yer. İstasyon. |
mevkin |
(C.: Mevâkin) Kuş yuvası. |
mevkit |
(C.: Mevâkit) Tâyin ve tesbit edilip kararlaştırılan yer veya zaman. |
mevkud |
(İkad. dan) Yakılmış. Yandırılmış olan. |
mevkuf |
Durdurulan. Vakfedilen. Dâimi bir halde bırakılan. * Tevkif edilen. Tutulup hapsedilen. * Ait, bağlı. |
mevkufat |
(Mevkufe. C.) Bir zaman için tutulup alıkonulmuş mal veya para. * Vakfedilmiş mal, emlâk. * Gelirden artıp hazineye mâl edilen para. |
mevkufen |
Mevkuf olarak. |
mevkufîn |
(Mevkuf. C.) Tevkif edilmiş kimseler. Tutuklular. Mevkuflar. |
mevkufiyyet |
Maznunun hüküm giyinceye kadar hapsedilmesi. Hapsedilme hâli. * Bağlı olma. |
mevkûl |
(Vekâlet. den) Bir vekile emanet edilen. |
mevkûlün ileyh |
Kendisine bir iş bırakılan adam. Vekil. |
mevkum |
Hüznü şiddetli olan. |
mevkut |
Vakitli. Vakti belli olan. Mahdud ve muayyen olmuş vakit. |
mevkute |
Zamanı muayyen, belirli olarak çıkan matbuât. Gazete, mecmua gibi şeyler. |
mevkuze |
Ağaçla vurulmuş. |
mevla |
Sahib. Rabb. * Efendi. Köleyi âzad eden. * Şanlı. Şerefli. Mâlik. * Mün'im-i Mutlak olan Cenab-ı Hak (C.C.). * Terbiye eden, mürebbi. * Yardımcı, muavenet eden. * Dost ve komşu. * Azâd More… |
mevlana |
Efendimiz, mevlâmız' mânâsında olan bu kelime, hürmeten büyük kimselere söylenmiştir. Hazret mânâsında da kullanılır. |
mevlana cami |
(Bak: Câmi) |
mevlevî |
Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretlerinin tarikatından olan müslüman. |
mevleviyyet |
'Mevlevilik. Mevlevi tarikından olmak. * Mollalık. * Müderrislikten sonra gelen ilmiye sınıfından oluş. * Eyâlet kadılığı; yani, bir eyâletin bütün hukuki ve kazai işlerine bilfiil More… |
mevlid |
Doğma. Dünyaya gelme. * Doğulan yer veya zaman. * Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ın doğumunu anlatan manzum eser, dini manzume. (Bak: Süleyman Çelebi) |
mevlim |
İncitip acıtan. Elem veren. |
mevlud |
Çocuk. Yeni doğmuş çocuk. * Birisinin doğması. * Mevâlid-i selâseden herbiri. |
mevludat |
(Mevlud. C.) Belirli bir zaman içinde doğanlar. |
mevludün leh |
Çocuk kendisinin olduğu tebeyyün eden, bilinen baba. |
mevmat |
(C: Mevâmi) Sahrâ. Çöl. * Yazı. |
mevn |
Bir kimsenin zahmetini çekmek. * Nafakalarını vermek. |
mevr |
Başka te'sirle bir şeyin dalga gibi gidip gelmesi. Çalkanmak. * Suyun yeryüzüne yayılması. * Hayvanlardan yün almak. * Yol, tarik. * Toz, gubar. * Rücu etmek, döndürmek. |
mevrid |
Varılan yer. Vasıl yeri. * Cadde. Yol. Tarik. |
mevrud |
(C.: Mevrudât) Gelmiş. Vürud etmiş. Gelen. |
mevrudât |
(Mevrude. C.) Gelen şeyler. |
mevrude |
(C.: Mevrudât) Ulaşmış, gelmiş. |
mevrus(e) |
Vereseye âit olan. Miras edilmiş. Miras edilen eşya. |
mevrusat |
Mirastan gelenler. |
mevs |
Ekmeği suyla ıslatmak. ◊ Yolmak. Traş etmek. ◊ Yıkamak. |
mevsik |
İtimad etmek. Emniyet etmek. İnanmak. * Yemin. Sözleşme. |
mevsil |
(Vusul. den) Kavşak. Kavuşacak yer. * Ek yeri. |
mevsim |
(C: Mevâsim) Pazar yeri. * Arap pazargâhları. * Yılın dört kısmından biri. * Zaman. Vakit. Alâmet. |
mevsim be mevsim |
Zaman zaman. Mevsimden mevsime, zamanı geldikçe. |
mevsuf |
Vasıflanan. Bir sıfatla tavsif edilen. * Kendisinde bir sıfat mevcud olan, kendisine bir sıfat isnad edilmiş olan. |
mevsuk |
Kendisine inanılır olan. Şâyân-ı itimad olan. * Sağlam. * Vesikalı. Delile dayanan hakikat. |
mevsukan |
Sağlam, delile dayanır, itimad edilir şekilde. |
mevsukiyet |
Sağlamlık, gerçeklik. İnanılır hâl. |
mevsul |
Erişen. Vasıl olan. * Birleşmiş. Kendine başka şey vasıl olmuş olan. Bitirmiş. Vasledilmiş. |
mevsule |
Bitiştirilmiş. |
mevsum |
(Vesm. den) İşaretlenmiş, damgalanmış, nişanlanmış. * Ad verilmiş, isimlendirilmiş. |
mevsume |
Tamamen baştan aşağı süslü zırh. * Bahar yağmuru ile ıslanmış toprak. |
mevsut |
Ortada. Vasat olan. |
mevt |
Ölüm. Âhirete göç. Dünyadan gitmek. |
mevt-alud |
f. Ölüm gibi. Ölümlü. Korkunç. Ölü gibi. |
mevta |
Ölüler. Ölmüşler. Cenâzeler. |
mevta' |
Ayağın bastığı yer. |
mevtaî |
Ölü gibi, ölüye benzer. |
mevtan |
(Mevetan) Cansız. * Baygın. |
mevtî |
Ölümle ilgili, mevte ait. |
mevtin |
(C.: Mevatın) Yerleşip oturulan, yurt edinilen yer. |
mevvac |
Çok dalgalanan. Çok dalgalı. Fırtınalı. * Radyo. |
mevvar |
Seri, çabuk, hızlı, sür'atli. |
mevz |
Muz ağacı. |
mevzi' |
Bir şey konulacak yer. |
mevzu' |
Bahis. Üzerinde durulan mes'ele. * Aşağılanmış olan. * Konulmuş. Vaz olunmuş. * Uydurma. Doğru ve hakikat olmayan. * Geçer olan, muteber, işlemekte olan, câri. |
mevzua |
Kabul edilmiş esas. İlk önce ele alınan fikir. Müsellem ve âşikâr olan kaziyye, hüküm. |
mevzuat |
Bahsedilen hususlar. Bir şeyin esasını teşkil eden hususat. Tatbikat halinde olan hükümler ve kaideler. |
mevzun |
Vezinli. Ölçülü. Tartılı. Düzgün. * Yakışıklı. * Her bir vasfı ölçülü ve i'tidal üzere bulunup, sırf iyi ve güzel şeylere nâil olan. |
mevzunat |
(Mevzun ve Mevzune. C.) Vezinli ve tartılı şeyler. |
mevzunen |
Vezinli olarak. Ölçülü olarak. |
mevzuniyet |
Düzgün, hesaplı ve düzenli. * Mevzun olma hâli. |
mey |
f. şarap, içki. (Bak: şarab) |
mey' |
Eriyip akma. |
mey'a |
(Mey'at) Yiğitlik başlangıcı. * Atı koşuya alıştırmak. * Erimiş sıvı madde. * Yere dökülen bir sıvının akıp gitmesi. * Bir şeyin ilk zamanı. Tâzelik vakti. |
mey-aşam |
f. İçki içen. Şarap içen. |
mey-füruş |
f. Şarap satan, meyhâneci, şarapçı. |
mey-gun |
f. Şarap renginde olan, kırmızıya yakın olan. |
mey-güsar |
f. İçki arkadaşı. Birlikte içki içen. |
mey-hane |
f. İçki satılan ve içilen yer. |
mey-har |
(Mey-hâre) f. İçki içen, içkici, ayyaş. |
mey-hoş |
f. Ekşimtrak, mayhoş. |
mey-keş |
f. İçki içen, şarap içen. |
mey-perest |
(C: Meyperestân) f. Devamlı şarap içen. |
meyadin |
(Meydan. C.) Meydanlar. Geniş yerler. Arsalar. |
meyamin |
(Meymun. C.) Bereketliler, uğurlular. * Maymunlar. ◊ (Meymenet. C.) Bereketler, mutluluklar, uğurlar. |
meyan |
(Bak: Miyân) |
meyasir |
(Meysere. C.) Ordunun sol kanatları. Sol cenahlar. * Zenginlikler, servetler. ◊ Acem merkepleri. (Atlas ve ipek ile süslenen eşeklerdir.) ◊ (Meysur. C.) Kolaylaştırılmış More… |
meyazib |
Oluklar. Su yolları. |
meyd |
Deprenmek. Sallanmak. * Ziyaret etmek. * Hareket etmek. * Kırağı çalmak. * Meyletmek. * Neşv ü nemâ bulmak. * Başı dönüp midesi bulanmak. |
meydan |
Arsa. * Geniş yer. * Etrafı çevrilmiş, üstü açık geniş yer. |
meydan dayaği |
'Eskiden askeri mekteblerle kışlalarda tatbik edilen cezalardan biridir. Meydanda tatbik edildiği için bu adı almıştır. Arkadaşını yaralamak, hoca ve zâbitine hakarette bulunmak gibi More… |
meyeh |
Su, mâ. |
meyelan |
Bir tarafa eğilmiş olma. Ziyâde meyil gösterme. İltizam. |
meyezd |
f. Düğün veya işret meclisi. |
meyh |
şefâat etmek. * Vermek. * Avuçta su tutmak. * Sallanarak yürümek. ◊ Kuyunun suyunun çok olması. |
meyhem |
Hâlin nedir, nasılsın?' mânasına kullanılır. |
meyl |
Ortadan bir tarafa eğik olmak. * İstek. Yönelme. Arzu. * Sevme, tutulma, âşık olma. * Gönül akışı. |
meyla |
Çok budaklı ağaç. |
meyla' |
Otsuz sahra, çöl. * Acele, hızlı, seri. |
meylab |
Za'ferân. |
meylak |
Seri ve aceleci kimse. |
meylen |
Eğilerek, meylederek. O taraftan olarak. |
meyletmek |
Bir tarafa doğru eğilmek. Bir tarafa yönelmek. * Sevgisini vermek, eğilmek. Gönül vermek. |
meyliyat |
Bir tarafa meyleden istekler. |
meymene |
Sağ kol, sağ taraf. * Meymenet, yümn-ü bereket. Bereket. Kuvvetlilik. Uğurluluk. Kutluluk. |
meymum |
Denize atılmış olan. |
meymun |
Bereketli, uğurlu. Kuvvetli. Kutlu. |
meyn |
(C.: Müyun) Yalan. Yalan söyleme. |
meys |
Ceviz ağacı. * Sallana sallana yürümek. |
meyş |
Halt etmek, karıştırmak. * Koyun sütünü keçi sütüne karıştırmak. * Yünü kıla karıştırmak. * Sözün birazını söyleyip, bir kısmını söylememe. |
meysa |
(C: Miyes) Yumuşak yer. |
meysan |
Sallana sallana yürümek. |
meyseme |
(Vesm. den) Damga, damgalanmış. |
meysere |
(C.: Meyâsir) Ordunun sol cenâhı. Sol cenâh. * Zenginlik, servet. |
meysir |
Meyser. Kolaylık yeri. Kolaylık. * Kumar. Arablar arasında ok ile oynanan kumar. * Kumar için kesilen hayvan. |
meysur |
Kolay. Kolay olmuş. Asan. Kolay kılınmış şey. |
meysurat |
(Meysur ve Meysure. C.) Kolaylatılmış şeyler. Asan edilmiş şeyler. |
meyt |
(Meyyit) Ölü. Cansız. Ölmüş. Hareketsiz. |
meyt (miyât) |
Irak olmak, ırak etmek. Uzak olmak, uzaklaştırmak. Karışmak. |
meyte |
Hayvan leşi. |
meytehâr |
Hayvan leşi yiyen. |
meyve |
(C: Meyvecât) f. Meyva, yemiş. |
meyvebar |
f. Yemiş veren, meyveli. |
meyvecat |
(Meyve. C.) f. Yemişler, meyveler. |
meyvedar |
f. Yemişli, meyveli, meyve veren. |
meyvefüruş |
f. Meyve satan, yemiş satan. Manav. |
meyveha |
(Meyve. C.) f. Meyveler, yemişler. |
meyyal |
Çok meyleden, eğilen. Çok istekli, düşkün. |
meyyan |
Yalancı. |
meyyit |
(Mevt. den) Ölü. Cansız. Ölmüş. |
meyyit-i sâmite |
f. Susan ölü. Sessiz ölü. * Hareketsiz. |
meyyitâne |
f. Ölü gibicesine. Ölmüşçesine. |
meyyite |
Hayvan leşi. * Kadın cenazesi. |
meyz |
Ayırmak, birşeyi denklerinden üstün tutmak. * Bir yerden bir yere geçmek. |
meyzer |
(C: Meyâzir) Peştemal. |
mez' |
Haberin bazısını söyleyip bazısını gizlemek. ◊ Evmek, acele, sür'at. * Kesmek. |
mez'ub |
Koyununa kurt gelen. |
mez'uk |
Mesrur, neşeli, sürurlu. * Tuzlu. |
mez'ur |
(Mez'ure) Korkmuş, çekinmiş. |
meza |
Geçti' mânâsına mâzi fiilidir. |
meza ma meza |
Geçen geçti. Giden gitti. |
mezabbe |
Keleri çok olan yer. |
mezabî |
Yer yarmak, kazmak. |
mezabih |
Mezbahalar. Hayvan kesilen yerler. |
mezabil |
(Mezbele. C.) Mezbelelikler, süprüntülükler, çöplükler. |
mezabir |
(Mizber. C.) Kalemler, kamışlar. |
mezabit |
(Mazbata. C.) Mazbatalar, tutanaklar. |
mezad |
Artırma ile yapılan satış. * Tuluk, dağarcık. |
mezade |
(C.: Mezaid) Tuluk, dağarcık. |
mezahib |
Mezhebler. İslâm itikadı ve amel hususunda esas ittihaz olunan yollar. (Bak: Müctehid) |
mezahim |
Zahmetler. Sıkıntılar. Belâlar. |
mezahir |
Şereflenmeler. Mazharlar. Eşyanın göründüğü yerler. Eşyanın görünen tarafları. Zâhir ve meşhud olanlar. (Bak: Müzâhir) ◊ Çiçekli yerler. |
mezak |
Tatmak. * Zevk tadacak yer. Damak. * Zevk. Tat duyma. ◊ Sür'atli yürüyen deve. |
mezalik |
(Mezlaka. C.) Kaygan yerler. Ayak kayacak yerler. |
mezalim |
Zulümler. Haksızlıklar. Eziyet ve işkenceler. |
mezamir |
Zebur kitabının sureleri. * Düdükler. ◊ (Mızmar. C.) Koşu meydanları. |
mezamm |
Zemmetmek. Ayıplamak. |
mezan |
Zannolunan yerler veya şeyler. Zan ve şübhe verecek şeyler. |
mezar |
Ziyaret yeri. Ziyaretgâh. * Mezar. Kabir. Ölünün gömüldüğü yer. Makber. |
mezar-i zâr |
f. Ağlayan mezar. |
mezarat |
(Mezar. C.) Kabirler. Mezarlar. |
mezare |
Kalb katılığı. * Büyüklük, azamet. |
mezaret |
Kalbin şiddeti. |
mezari' |
(Mezru. C.) Sürülüp tohum atılmış ve zirâat olunmuş yerler, tarlalar. ◊ (Mezraa. C.) Tarlalar, bostanlar. Zirâat olunacak yerler. |
mezarib |
(Mızrâb. C.) Mızraplar. Kanun, ud gibi çalgı âletleri. |
mezarik |
(Mızrâk. C.) Mızraklar, kargılar. |
mezaristan |
f. Mezarlık. |
mezarre |
Isırmak. |
mezaya |
Meziyyetler. İyilikler. Hasletler. |
mezayik |
Dar ve sıkıntılı yerler. |
mezbaha |
Hayvanları kesecek yer. |
mezbele |
(C: Mezâbil) Otun sıcaktan solacak olduğu yer. ◊ Çöplük. Pis şeylerin bulunduğu süprüntü yeri. |
mezbub |
Sinekli. |
mezbube |
Sineği çok olan yer. |
mezbuh |
Kesilen. Zebhedilen. Boğazlanmış. * Kurban edilmiş. |
mezbuhâne |
f. Boğazlanır gibi. Boynundan kesilircesine. * Çırpınarak, son ümid ve son kuvvetle. |
mezbul |
Solmuş çiçek. * Zayıf, arık ve zebun olmuş olan. |
mezbur(e) |
Adı geçen. İsmi yukarıda geçen. (Bak: Merkum) * Taş ile örülmüş kuyu. |
mezc |
Katma. Karıştırma. |
mezcen |
Karıştırmakla. Katma suretiyle. |
mezcetmek |
Katmak. Karıştırmak. |
mezcî |
Katıp karıştırmakla alâkalı. Mezce dair. |
mezcuc |
Süngülenmiş. Süngü ile dürtülmüş. |
mezd |
Misvak ağacının yemişi. |
meze |
Tad. Çeşni. Zevk. * Eğlence, alay, lâtife. |
mezebbe |
Sinekli yer. * Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı. |
mezellet |
Alçaklık. Zelillik. |
mezemmet |
Ayıplama. Kınama. Yerme. * Kınanacak, yerilecek iş. |
mezen |
Usul, kaide. Yol. Âdet. Örf. |
mezfufe |
Gönderilmiş. |
mezg |
Yemeği ağızda çiğnemek. |
mezh |
(Müzâh-Müzâha-Mizâh) Lâtife, şaka. * Mezc, katma, karıştırma. |
mezhar |
(C: Mezâhır-Mezâhir) Karın içi. * Damar. |
mezheb |
Yol. Gidilen yol. Tutulan çığır. * Dinin esaslarında ve esas temel mes'elelerde bir olmakla beraber, teferruatta bazı muhtelif mes'eleler olması sebebiyle birbirinden az farklı More… |
mezher |
Çiçeklik. Bir çiçeği içine alan şeylerin hepsi. |
mezhere |
Çiçek yeri. Çiçek bahçesi. |
mezhüvv |
Kibirli, gururlu. |
mezi |
İlm-i Halde: Kadınla oynamak veya şehvetle yanına gelmek gibi hâllerde erkeğin tenasül cihazında zuhur eden yapışkan renksiz akıcı cisim. (Bu hâl abdesti bozar, gusül icab ettirmez) |
mezîd |
Çoğalma. Ziyade etme. |
mezîk |
Su ile karışık süt. |
mezil |
Daralıp gönlündeki sırrı ifşâ eden, sıkıntıdan içindeki sırrı açıklayan. * Ayağı uyuşmuş. * Malını ve sırrını herkese gösterip açıklayan. * Küçük cüsseli, zayıf, hafif kimse. |
mezillet |
Yanlışlığa sebeb olacak şey. * Ayak kayacak yer. |
mezir |
Zarif kimse. * Katı kalbli ve cesur. * İşlerinde nüfuzlu olan. ◊ Fâsid olmak, fesatçılık yapmak. |
meziyyat |
(Meziyyet. C.) Meziyyetler. Üstünlük vasıfları. |
meziyyet |
İyilik. İyi ve salih hareket ve faaliyet. |
mezk |
(Mezâk-Mezka) Tatmak, tadına bakmak. * Tadacak yer. ◊ Yarma, yırtma. Kesme. |
mezkum |
Zükâm hastalığına tutulmuş. Nezle olmuş, nezleli. |
mezkûr |
Zikri geçen. Zikredilmiş. Evvelce bahsi geçmiş olan. (Bak: Mezbur-Merkum) |
mezl |
Muztarib olmak, acı ve ıztırab çekmek. |
mezlaka |
Ayak kayacak yer. Kaypak yer. * Mc: Yanlışlığa düşmeye sebeb olan hal. |
mezmere |
Çok şiddetli hareket ettirmek. |
mezmum |
Zemmolunmuş. Makbul olmıyarak ayıplanmış. Kötü. |
mezmun |
(Bak: Mazmun) |
mezmur |
Terennümle okunan kaside, ilâhi ve münâcat. * Hz. Dâvuda (A.S.) inen 'Zebur'un Surelerinden herbiri. |
mezneb |
(C: Mezânib) Kepçe. * Suyun akacak olduğu yer. |
mezr |
(Mezra) Zarif adam. * Bir kimseye düşmanlık etmek. * Parmakla çimdiklemek. * Su kırbasını tamamen doldurmak. * Tadını anlamak için biraz ağzına almak, içmek. ◊ Fâsit olma. Bozuk More… |
mezraa |
Tarla. Ekilip mahsul alınan mülk, yer. |
mezrevan |
Dizin aşağısındaki kaba etlerin etrafı. |
mezru' |
(C.: Mezruât) (Zirâ. dan) Arşınlanmış, ölçülmüş. Arşınla ölçülmüş. ◊ Ekilmiş. Tohum ekilmiş yer. |
mezruat |
(Mezru. C.) Arşınlanmış şeyler. Ölçülmüş nesneler. ◊ Ekili olan şeyler. Ekili yerler. |
mezz(e) |
Emmek, mass. |
mezza' |
(C.: Mezâyi) Koğucu. * Yalan. * Sırrını gizlemeyen kişi. |
mezzah |
Lâtifeci, şakacı. |
mezzer |
Halep vilâyetinden getirilen siyah taş. |
mi'ber |
Suyu geçmeğe yarıyan kayık, sal gibi vâsıtalar. * Köprü. Su geçme geçidi. ◊ (Mi'bere) İğne kutusu, iğne kabı. |
mi'caz |
Mak'adı büyük olan. |
mi'cer |
Bir cins kadın başörtüsü. Eşarp. |
mi'de |
(C.: Miad) İnsan ve hayvanlarda, yenen şeyleri hazmetmek vazifesi olan bir iç uzvu. |
mi'kab |
Kızdan sonra oğlan doğuran kadın. Bir oğlan sonra bir kız doğuran. |
mi'la |
Çulhaların çukur içinde ayak ile basıp oynadıkları nesne. |
mi'lak (ma'luk) |
(C: Meâlik) Üzengi kayışı. * Üzüm hevneği. * Et ve üzüm asılan çengel. |
mi'lat |
(C: Meâli) Yas tuttuğunda, kadınların gözyaşı sildikleri bez. |
mi'mar |
İmar eden. Hüner sâhibi. İnşaat plânlarını yapan ve bunların kurulmasına bakan san'atkâr. Binâ inşa eden mühendis. |
mi'marân |
f. Mimarlar. |
mi'marî |
(Mi'mariyye) Mimarlıkla alâkalı. Mimarlığa âit. * Bir yapı için mimara verilen para. |
mi'nas |
Kız doğuran kadın. |
mi'rac |
Merdiven, süllem. * Yükselecek yer. * En yüksek makam. |
mi'rac gecesi |
Leyle-i Mi'rac da denir. Arabî aylardan Receb-i şeri'fin yirmiyedinci gecesidir. |
mi'raciyye |
Mi'raca âid. Mi'rac hakkında. Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) Mi'rac mu'cizesi hakkında yazılmış manzume veya bu hususta yazılan eser. |
mi'raz |
(C: Meâriz) Zıpkın adı verilen yeleksiz uzun ok. * Bir sözün gizli mânâsı. Ta'riz. ◊ Süs için giyilen güzel elbiseler. |
mi're |
(C: Miâr) Kin, adâvet, düşmanlık. |
mi'şab |
Otu bol olan çayırlık yer. |
mi'sam |
(C: Meâsım) Kolun bilezik takacak yeri. ◊ Nabız yeri. Bilek. |
mi'sar |
(C: Meâsır) Yeni hayız görmüş ve büluğuna yetişmiş olan kız. ◊ (Mi'sara) Mengene. |
mi'şar |
Mat: Onda bir. (1/10) * Bâzılarınca da binde bire denir. |
mi'şar (mişâr) |
(C: Meâşir) Dülger testeresi. |
mi'sele |
(Asel. den) Arı kovanı. |
mi'ta |
(C: Mıât-Mıâtâ) Bahşişi ve hediyesi çok olan kişi. |
mi'tar |
(C: Meâtır) Devamlı güzel kokular sürünen. |
mi'tîr |
Güzel kokular sürünen. |
mi'van |
Ahâliye yardım eden, halka yardımı çok olan kimse. |
mi'vel |
(C.: Meâvil) Büyük taşları ve kayaları parçalamaya yarıyan sivri kazma. ◊ (C: Meâvi) Sivri külünk ve balta. |
mi'vez(e) |
(C: Meâviz) Çocuk sardıkları bez, kundak. * Eski kaftan. |
mi'yar |
Ölçü. Bir şeyin kıymet ve vasfını gösterir olan. |
mi'za |
Ufak taşlı sert yapılı sağlam yer. |
mi'zab |
(C: Meâzib) Dam oluğu. |
mi'zad |
Ağaç veya tahta budama bıçağı. * Pazvant, kolçak. |
mi'zal |
(C: Meâzil) Zayıf ahmak adam. * Silâhsız kimse. * Davarını halktan ayırıp uzak yerlerde otlatan kimse. |
mi'zar |
(C.: Meâzir) Örtü, perde. |
mi'zef |
(Mi'zefe. Azf) Çalgı âleti, saz v.s. |
mi'zene (mizene) |
Ezan okunacak yer. |
mi'zer |
(C.: Meâzir) Peştemal. |
mi-zenend |
(f. Fiil) Söylüyorlar, vuruyorlar. Zeden' vurmak' masdarındandır. |
mia |
Günlük adı verilen zamk. |
miâ' |
(C.: Em'â) Bağırsak. |
miad |
Vaad edilen gelecek zaman veya yer. * Müsaade edilen zaman. * Kıyâmet. Mahşer. * Vaad. Müddet. |
miâî |
(Miâiyye) Bağırsakla alâkalı. |
miat |
(Mie. C.) Yüzler. Yüz sayıları. |
mibla' |
(Bel'. den) Obur. |
mibnah |
Heybe. |
mibred |
Eğe. * Eğe cinsinden bir yazı âleti. |
mibree |
Kalemtraş. Kalem açmağa yarıyan âlet. |
mibtan |
Çok yemekten karnı şişen etli ve yağlı kişi. |
mibvel |
(Mibvele) Sidik kabı. Küçük abdest edilecek delikli taş veya oluk. |
mibza' |
Kan almakta kullanılan âlet. Neşter. |
mibzag |
Nişter, kan alacak âlet. |
mibzel |
(C: Mebâzil) Süzgeç. |
mibzele |
(C: Mebazil) Her gün giyilen kaftan, günlük elbise. |
mibzer |
Tohum ekmekte kullanılan bir âlet. |
micdaf |
(C: Mecâdif) Sandal, kayık küreği. |
micdah |
(C: Mecâdih) Kavut karıştırdıkları ağaç. * Menazil-i Kamerden bir yıldız. |
micdar |
Bostan korkuluğu. Korkuluk. |
micdel |
(C.: Mecâdil) Köşk, kasır, kâşâne. |
micene |
(C.: Mevâcin-Meyâcin) Kassar tokmağı. |
micenn |
Kalkan, siper. |
micerr |
Gem çenberi. * Matkap kayışı. |
micerre |
(C: Mecirr) Yer düzeltilen sürgü. * Demir kürek. ('Bel' denir) |
miceşş |
El değirmeni. |
micesse |
Ağaç budamada kullanılan keskin demir. |
michar |
Yüksek sesle konuşan. |
miclat |
Ağaç budamada ve bağ filizini kesmekte kullanılan demir. |
micmer |
İçinde tütsü yakılan bakır yahut bronzdan küçük şamdan şeklindeki aletin adıdır. 'Buhurdan' da denilir. |
micr |
Çenber. |
micrefe |
(C: Micref-Mecarif) Ateş küreği. |
micsed |
Cesede yapışık olan elbise. |
micvad |
Güzel şiirler söyliyen şâir. |
micveb |
Bir şey kesmeye yarıyan demir. |
micvel |
Gömlek. * Küçük esvap. * Kalkan. |
miczaf |
(C: Mecâzif) Gemi küreği. |
miczam |
Pek keskin kılıç. |
miczem |
Çok keskin kılıç. |
mid'a(t) |
Şehrin burcu. |
mid'as |
Çok işlek olduğundan yumuşamış olan yol. |
mida' |
Bir şeyin son bulduğu yerin sonu. * Yolun sıklaştığı yeri. |
mida' (midea) |
(C.: Mevadi') Eski kaftan, eski elbise. |
midad |
Yazı mürekkebi. Mürekkeb. |
midadiye |
Mürekkep konan şey. Mürekkep hokkası. |
midae |
Kırba. Deriden su kabı. İbrik. Matara. * Çeşme lülesi. * Abdest alınan yer. |
midaka (midakka) |
Kendisiyle bir şey dövülüp ezilen şey. Havan. |
midanem |
f. Biliyorum. |
midare |
Çuvaldız gibi bir demir. (Kadınlar onunla saç düzeltirler.) |
midas |
Pabuç. |
midde |
Cerahat, irin. |
midevî |
Mide ile alâkalı mideye ait. * Mideye yarar. |
midfa' |
(C.: Medâfi') Aks: Top. |
midhane |
Buhurdan. |
midhat |
Medhetme, övme. |
midhatger |
f. Övücü, medhedici. |
midilli |
At cinsinin küçük çaptaki nev'ine verilen addır. Bu türlü atlar Midilli adasında yetiştirildiği için bu adı almıştır. |
midkas |
İpek. |
midles |
(C: Medâlis) Def'edecek yer. |
midmak |
Binanın iskeleti. |
midmek |
(C: Medâmik) Ziynet verecek âlet. * Haberi şâyi eden, duyuran nesne. |
midra |
Boynuzdan veya demirden çuvaldız gibi bir nesne. (Kadınlar onunla saçlarını düzeltip islâh ederler ve tarakla da tararlar.) |
midrar |
Yağmur yağdıran bulut. * Çok su döken. |
midras |
Okuma yeri. * İçinde Tevrat dersi verilen ev. |
midre |
Bahadır, kahraman. |
midrebe |
Demir yerine ucuna boynuz takılan süngü. |
midvek |
Bir şey ezmekte kullanılan taş. |
midyan |
(C.: Medâyin) Daima borç eden kimse. |
mie |
Yüz. Yüz sayısı. |
mieteyn |
İki yüz. (200) |
mifad |
Kebap demiri. |
mifer |
Hizmetkâr, hizmetçi. |
mifezza |
Tokmak. |
mifrak |
(C: Mefârik) Başın ortası (saçın bölük olduğu yerdir.) |
mifras (mifrâs) |
(C: Mefâris) Gümüş kesecek âlet. * Demir. |
mifsad |
Kan almakta kullanılan âlet. Neşter. |
mifsal |
Dil, lisan. |
miftah |
Açan âlet. Anahtar. Kilidleri açan anahtar. |
miftele |
Yün eğirmekte kullanılan çatal değnek. |
mifzal |
Fazilet ve şeref sahibi. ◊ Gündelik iş elbisesi. |
mig |
f. Duman, sis, duhân. * Kara bulut. |
migdad |
Çok gadaplı, çok kızgın. |
migfer |
'Ateşli silâhların icadından evvel, muharebede kılıç, mızrak ve ok gibi harp âletlerinden korunmak için başa giyilen bir nevi başlık idi. Miğfer, zırh ile beraber bir bütün teşkil More… |
migferî |
Miğfer şeklinde olan, miğfer biçiminde olan. * Miğferle ilgili. |
miglak |
(C.: Megalik) Kilit, mandal. |
mignak |
f. Dumanlı, sisli. Bulutlu. |
migrefe |
(C: Megârif) Kepçe. |
migşa |
Bahadır, kahraman. |
migsel |
Tas, ibrik. Yıkanmada kullanılan kab. |
migtas |
Burun, göz çanağı. |
migvel |
(C.: Megavil) İnce kılıç. Hançer. |
migzel |
(C.: Megazil) İplik eğirmekte kullanılan âlet. iğ. |
mîh |
f. Çivi, mıh. Kazık. |
mih |
(C.: Mihâ) f. Ulu, büyük. Azim, kebir. |
miha |
Yaş değnek. |
mihad |
Yer. Arz. * Beşik. * Döşeme. Döşek. |
mihadde |
Baş ve yüz altına koydukları yastık. * Kazma. * Balta. |
mihaffe |
Mahfe. Katır veya develerin sırtına konulan ve iki kişinin oturabileceği büyüklükte olan sepet. |
mihah |
(Muhh. C.) Beyinler. * İlikler. |
mihak |
(Mahâk-Muhâk) Her arabi ayın son üç gecesi. |
mihal |
Kuvvet. Azab. Ukubet. |
mihamme |
Küçük bakır ibrik. ◊ Yer süpürgesi. |
mihan |
(Mihnet. C.) Mihnetler, sıkıntılar. ◊ (Mih. C.) Ulular, büyükler. |
mihanikiyyet |
yun. (Mihanik. den) Makine sanayiini ihate eden fen ve ilimler. Makine gibi cansız şeyler. * Cansız ve duygusuz fakat ahenkli hareket ve hareket kabiliyeti. |
mihar |
(Mühür. C.) At yavruları. Taylar. |
mihaşş(e) |
Ot biçtikleri âlet. Orak ve tırpan. * Ot koydukları kap. |
mihatt |
Deriden kıl ve yün yolacak demir. |
mihaz |
Çizme mahmuzu. |
mihbasa |
(C: Mehâbıs) Helva küreği. |
mihbat |
Davar için ağaçtan yaprak dökmekte kullanılan sopa. |
mihbaz |
(C.: Mehâbiz) Hallaç tokmağı. ◊ (C: Mehâbız) Hallaç tokmağı. |
mihbeb |
Tâne tâne kesecek âlet. |
mihbere |
(C.: Mehâbir) Mürekkep koydukları kap. |
mihcem(e) |
(C.: Mehâcim) Hacamat şişesi. * Çekip emmeğe mahsus âlet. |
mihcen |
(C: Mehâcin) Çomak. * Başı eğri ağaç. |
mihda |
İçine hediye konulan kap. |
mihdame |
Hizmeti çok olan kişi. |
mihek |
f. Küçük çivi. * Karanfil. |
mihen |
(Bak: Mihan) |
mihenk |
(Mihek) Altının ayarını anlamaya mahsus bir taş. Ölçü. İyiyi kötüyü ayıran, ayar âleti. * Mc: Bir insanın kıymetini, ahlâkını anlamaya yarayan vasıta. |
mihfak |
Enli yassı kılıç. |
mihfar |
Toprak kazan âlet. Kazma. |
mihfen |
Değirmen sepeti. |
mihfer(e) |
(C.: Mahâfir) Kazma. Bel. |
mîhî |
f. Çivi şeklinde. Çiviye âit. |
mihîn |
(Mihine) Daha büyük, daha ulu. |
mîhkadem |
f. Ayağı kırık. |
mihkan |
(Mıhkana) Şırınga. Tenkıye âleti. |
mihla(t) |
İçine yulaf koyup davara vermekte kullanılan torba. |
mihlac |
Yufka oklavası. * Yün ve pamuk atacak âlet, hallaç tokmağı. |
mihlaf |
Vaadinde çok hilâf eden, sözünde durmayan kimse. |
mihlak |
Ustura. |
mihleb |
(C.: Mehâlib) Yırtıcı kuşların tırnağı, pençesi. * Orak, bıçak. ◊ İçine süt sağılan kap. |
mihman |
f. Misafir. |
mihmandar |
f. Misafire hizmet ve yardım eden. Misafiri ağırlayan. |
mihmandarî |
f. Mihmandarlık. Misafir ağırlayıcılık. |
mihmanhane |
f. Misafirhane. Misafir edilecek yer. Otel. * Mc: Dünya. |
mihmanî |
f. Mihmanlık, misafirlik. |
mihmannevaz |
f. Misafire iyi muamele ederek ikram eden. Misafir ağırlayan. |
mihmanperver |
f. Misafir ağırlayan, misafire ikram eden, misafir seven. |
mihmanperverî |
f. Misafirperverlik, misafir ağırlayıcılık. |
mihmanseray |
f. Misafirhane. Otel. * Mc: Dünya. |
mihmel |
(C.: Mehâmil) Kılıç bağı. * Büyük mahfe. |
mihmer |
(C.: Mehâmir) Semer atı. |
mihmez (mihmâz) |
Çizme mahmuzu. |
mihneka |
(C.: Mehânık) Maktul. * Gerdanlık. * Boğacak âlet. |
mihnet |
Zahmet. Eziyet. Dert. Belâ. * Mc: Tecrübe, sınamak. |
mihnet-âbâd |
f. Keder, mihnet ve gam dolu olan yer. * Mc: Dünya. |
mihnetdide |
f. Musibete uğramış. Keder ve mihnet görmüş. |
mihnetgâh |
f. Keder, gam ve mihnet çekilen yer. * Mc: Dünya. |
mihnetkede |
f. Gam ve keder çekilen yer. Nihnet yeri. * Mc: Dünya. |
mihnetkeş |
f. Keder, eziyet ve mihnet çeken. |
mihnetzede |
f. Afet ve belâya uğramış. Keder, mihnet ve musibete giriftar olmuş. |
mihr |
(Bak: Mehr) |
mihrab |
Camide imamın namaz kılarken cemaatin önünde durduğu yer. * Şiddetli harbeden cengâver. Bahadır. * Evin şerefli yüksek yeri, çardak. * Meclisin sadrı ve ekrem mevzii. * Mc: Harb âleti. * More… |
mihrace |
(Hind'ce: Mahraca) Hindistan'da Hindu dininden olan hükümdarların büyüklerine verilen ünvandır. Hindu kral. |
mihraf |
Hekimin yarayı muâyene ettiği âlet. |
mihrak |
Fiz: Küre içi biçiminde (içbükey) bir aynaya müvâzi (paralel) gelen ışıkların, aksettikten sonra toplandıkları nokta. Yakıcı nokta. * Hareket merkezi. ◊ Çok hareket eden. * More… |
mihrakî |
Mihrak noktasına âit. |
mihras |
(C.: Mehâris) Dibek taşı. |
mihrat |
(C.: Mehârit) Her yıl derisi kavlayıp soyulmak âdeti olan yılan. ◊ Tennur odunu karıştırdıkları âlet. * Çiftçi sabanı. |
mihrban |
f. Merhamet ve şefkat sahibi. Muhabbetli, sevimli, yumuşak huylu ve güleryüzlü. |
mihrbanî |
f. Dostluk, muhabbet, sevgi. |
mihre |
f. Acemi ördekleri avlamak için su kenarlarına bağlanan ördek. |
mihref |
(C.: Meharif) İçine yemiş koydukları kap. |
mihrez |
İğne, ibre. |
mihrgan |
f. Sonbahar. Güz mevsimi. * Eski İranlıların iki büyük bayramlarından birinin adı. |
mihrnaz |
f. Naz güneşi. Çok nazlı. |
mihsad |
Ekin orağı. |
mihsaf |
(C.: Mehâsıf) Biz dedikleri ince uzun demir. |
mihşah |
(C.: Mehâşi) Kaba kilim. |
mihsal |
Ok yapılan demir. ◊ Kilit. * Zenbil. ◊ Keskin kılıç. |
mihsarre |
Bir kimsenin elinde tuttuğu sopa veya değnek. |
mihsere |
Süpürge. |
mihtab |
Balta gibi odun kesmekte kullanılan âlet. ◊ Balta. Odun kesmekte kullanılan âlet. |
mihtat |
Cetvel tahtası. |
mihter |
(C.: Mihterân) Daha büyük. Daha ulu. |
mihterân |
(Mihter. C.) f. Daha büyükler. |
mihterî |
f. Büyüklük, ululuk, azimlik. |
mihval |
Çok hilekâr. Hileci. Dolandırıcı. |
mihveka |
Süpürge. |
mihver |
Dünyanın kuzey ve güneş kutbu arasından geçtiği farz olunan hat, dönen bir şeyin ortasından geçen mil. Düzgün geometrik şekilleri iki eşit kısma ayıran doğru çizgi. Çark ve tekerlek gibi More… |
mihyac |
Şiddetli. * Çok, ziyâde, fazla. |
mihyaf |
Tez susayan davar. |
mihyal |
Bir yıl ekilip, bir yıl ekilmeyen arazi. |
mihyat |
İğne. |
mihza (mihzab) |
Ateş karıştırmakta kullanılan ağaç. |
mihzab |
Boyacıların elbise boyadıkları küp. |
mihzac |
Çamaşır tokacı. |
mihzak |
Çok gülen kadın. ◊ Makat. |
mihzar |
Mânâsız ve saçma sapan sözler konuşan. |
mîk |
Çabuk ağlayan, yufka yürekli olan. ◊ f. Çekirge. |
mik'ab |
Geo: Küb. *Mat.: İki defa kendisi ile çarpılan sayı. ◊ (C.: Mekâıb) Topuk mesti. |
mika |
Muhabbet, sevgi. |
mikaa |
Kassarların üzerinde bez döğdükleri ağaç. * Kassarlar tokmağı. * Yaşlı ve uzun boylu kimse. |
mikâil |
Rezzakıyyet arşının hamelesi olan büyük Melek. Dört Büyük Melekten birisi. (Bak: Melâike) |
mikamme |
Süpürge. |
mikass |
(C: Makâs) Kesecek âlet, mikrâz. |
mikat |
Bir iş için tayin edilen zaman veya yer. * Mekke-i Mükerreme yolu üzerinde hacıların ihrama girdikleri yer. ◊ Bağırdak ipi, (oğlancıkları beşikte onunla bağlarlar.) * Kesilme More… |
mikat sünneti |
Hacca niyet edenin ihrama girmesi. |
mikatî |
Hacc mevsimini beklemek üzere Mekke-i Mükerreme'de kalan kimse. |
mikatt |
(C.: Mikât) Üzerinde kalem kesecek âlet. |
mikatta |
Üzerinde kamış kalemlerin uçları kesilen sedef, kemik, ağaç, fil dişi veya mâdenden yapılan âlet. |
mikbes (mikbâs) |
(C: Mekâbis) Ateş parçası. |
mikdad |
Demir kesme âleti. |
mikdam |
(C.: Makadim) Çok ayaklı. * Kıdemli. * Çok çabalayıp uğraşan. Fazlaca gayret sarfedip ikdâm eden. |
mikdar |
Parça. Kısım. Bölük. * Kıymet. Değer. Derece. |
mikdeha |
(C: Mekâdih) Kepçe. * Çakmak. |
mikele |
Sofra takımı. |
mikhal |
(C.: Mekâhil) Göze sürme çekmekte kullanılan âlet. |
mikla' |
(Mıklât) (C: Mekâli) Çelik çeldikleri ağaç. * Kebap tavası. ◊ Sapan. |
miklad |
(C.: Mekâlid) Anahtar, miftah. Kilit dili. * Hazine. |
miklat |
Evlâdı yaşamayan kadın. * Bir kez doğuran ve daha hâmile olmayan deve. |
mikleb |
Eski kitap ciltlerinin sol kenarındaki kapak. Ekseriya okunan yer belli olsun için araya konurdu.* Saban demiri. ◊ Eskiden ciltlenen kitapların sol tarafındaki fazlalık parçanın More… |
miklem (mikleme) |
(C: Mekâlim) Kalem koyacak kap, kalemlik. |
mikleme |
Kalemlik, kalem konacak âlet. |
mikma' |
(C: Mekami') Fil başına vurdukları demir çomak. |
mikmaa |
(C.: Mekami') Gürz ve topuz gibi parçalayıcı ve yarıcı silâh. |
mikna' |
(Mıknaa) (C.: Mekani') Başörtüsü. |
miknatis |
yun. Demir ve benzeri mâdenleri kendine çekici hususiyeti bulunan câzibe. * Başka te'sir altında kalmadan kuzey ve güney kutuplarına doğru yönünü değiştiren demir çubuk. (İki kutbu More… |
miknatisiyyet |
Mıknatıs kuvveti ve hassası. |
mikne |
(C: Mekenât) Süpürge. |
mikneb |
(C: Mekanib) Otuz kırk kadar olan at sürüsü. * Avcılar torbası. |
miknese |
Süpürge. |
miknet |
Güç, kudret, kuvvet. |
mikneva |
Hizmet eden, hizmetçi. |
mikra' |
Balta gibi bir alettir ve onunla taş parçalarlar. ◊ Balta gibi bir âlet olup, onunla taş parçalanır. ◊ Hekimlerin, hastanın vücudunu dinledikleri âlet. |
mikraa |
(C: Mekâri) Davul çomağı. * Çoban değneği. |
mikram |
Çok ikram ve kerem eden. Bağışlayan, ihsan eden. |
mikram (mikrame) |
(C: Mekârim) Kadınların başını ve yüzünü örttükleri nakışlı bez. |
mikrame |
Nakışlı eşarp. Mendil. Havlu. Peştemal. |
mikrat |
(C: Mekârâ) Su mecrâsı. (Her taraftan gelen yağmur suyu orada toplanır.) * Büyük havuz. * Büyük çanak. |
mikraz |
(C.: Mekariz) Makas. Kesecek âlet. ◊ (C.: Mekariz) Makas. |
mikreb |
(C.: Mekârib) Çift sürmede kullanılan saban. |
mikron |
Fr. Metrenin milyonda biri. Milimetrenin binde biri. |
mikroskop |
Fr. Gözle görülmeyecek kadar küçük cisimleri, çok defa büyük göstermeye yarayan âlet. |
miksaha |
(C.: Mekâsih) Süpürge. |
miksal |
Çok keskin kılıç. |
miksar |
Çok konuşan, sözü uzatan, geveze. * Çoğaltan, teksir eden. |
mikşat |
Hattatların, kamış kalemlerinin kabuğunu soymakta kullandıkları âlet. |
miksefe |
(Kesâfet. den) İçine elektrik enerjisi yığılan âlet. (Kondansatör) |
mikseha |
(C.: Mekâsih) Süpürge. |
miksir |
Çok söyleyici, çok konuşan. |
mikta' |
Kesecek âlet. |
miktal |
(C.: Mekâtıl) Bıçkı. |
miktare |
Kuş ayağına yapılan köstek. * Kelepçe. |
miktebe |
Tabak üstüne örttükleri nesne. |
miktel |
Onbeş sa' miktarı nesne alır ölçek. |
mikval |
Çok konuşan. |
mikved |
(C.: Mekavid) Yular. |
mikvel |
Lisan. Dil. |
mikvem |
(C: Mekâvim) Saban ağacının tutulacak yeri. |
mikves |
Yay kabı. |
mikyal |
(C.: Mekâyil) (Keyl. den) Ölçek. Tahıl ölçeği. |
mikyas |
Kıyas edecek, ölçecek âlet. Ölçü âleti. Uzunluk ölçüsü. Ölçek. |
mikzaf |
Kayık küreği. |
mikzef |
Tanbur. |
mil |
İğne gibi ince ve uzun bir âlet. * Göze sürme çekecek âlet. * Ucu sivri çelik kalem. * Sivri dağ tepesi. * Bir çarkın, üzerinde döndüğü mihver, eksen. * Elektromotordan iş tezgâhına kuvvet More… |
mil'aka |
(C.: Melâik) Tahta kaşık. |
mil'aka-tiraş |
f. Tahta kaşık yapan. |
mil'e |
Dolu, dolusu. * Cemaat. (Bak: Mele') * Havuz. |
mila |
Bir kap dolusu nesne. |
milad |
(Velâdet. den) Doğum günü. * Hz. İsa'nın (A.S.) doğum günü kabul edilen yıl başı. |
miladî |
Milada ait. Milada dayanan. Ekser Avrupalıların takvim başlangıcı yaptıkları Milad yılına ait. * İsa'nın (A.S.) doğumundan itibaren başlayan takvim ki, miladî tarih denir. |
milah |
(Milh. C.) Milhler, tuzlar. |
milahat |
Gemicilik. Gemicilik bilgisi. |
milak |
Bir nesnenin kıyam ve sebâtına sebep olan nesne. |
milat |
Duvara yaptıkları çamur. Sıva balçığı. |
milben |
Kerpiç kalıbı. * Süt sağacak kap. |
mildem (mildâm) |
Çekirdek dövdükleri taş. * Ahmak ve iri vücutlu kimse. |
mildes |
Hurma çekirdeğini dövdükleri büyük taş. |
milel |
(Millet. C.) Milletler. Bir millet sayılan topluluklar. * Bir din veya mezhebde olan topluluklar. |
milezz |
Katı, şiddetli, şedid. |
milg |
Ahmak. |
milh |
(C.: Emlâh-Milha-Milah) Tuz. |
milha |
(Milhât) (C.: Melâhi) Eğlence, oyun, cümbüş. ◊ (Milh. C.) Tuzlar. ◊ Kutu. Dağarcık. |
milhab |
(C.: Melâhib) Kesecek âlet. * Ber nesnenin kabuğunu soyacak âlet. |
milhafe |
Bürünecek şey. Yorgan. |
milhe |
Güzel kelâm, lâtif söz. |
milhez |
Mürekkep karıştırmakta kullanılan bir âlet. |
milhî |
(Milhiye) Tuzla alâkalı. Tuzdan. |
mili |
f. Kedi. |
milis |
Fr. Orduya yardımcı halk kuvveti. |
milk |
Mal cinsinden olan yer. Birisinin tasarrufu altında bulunan yer. Mülk. |
milka |
Eskiden mürekkep hokkalarına konulan ham iplik. |
milkat |
(C: Melâkıt) Tandırdan ekmek çıkaracak âlet. ◊ Cerrah cımbızı. |
milkdar |
f. Hükümdar, pâdişah. Mülk sâhibi. |
milked |
Nesne dövecek âlet. |
millet |
Bir dinden olanların topluluğu. Din, dil ve târih beraberliği bulunan insan cemaatı. Sınıf. Topluluk. * Bir sülâleden gelenlerin hepsi. * Maddi, mânevi bir unsurdan sayılıp beraber More… |
millî |
(Milliye) Din ve millete âit, milletle alâkalı, millete mensub. |
milliyet |
Ümmet. Aralarında din, dil ve tarih birliği olan topluluktaki hâl. Millet olma. Aralarında maddi mânevi birlik ve beraberlik râbıtaları bulunan topluluktaki vasıf. |
milliyetperver |
f. Milliyetini seven. |
milsah |
(C.: Melâsıh) Keten tarağı. |
milt |
Nesebi bilinmeyen. |
miltan |
Yağ değirmeni. |
miltat |
Dimağa ermiş olan baş yarası. * Deniz kenarı. |
milvah |
Tuzak yanında koydukları kuş. * Semiz olmayan hayvan. |
milvat |
Mala. |
milzab |
(C.: Melâzib) Aşırı derecede cimri, pek hasis. |
mim |
Kur'ân-ı Kerim alfabesindeki yirmidördüncü harf olup, ebced hesabında kırk sayısının karşılığıdır. * Tarih yazarken bazan Muharrem ayına bir işaret olabilir. * Bir kitap veya ibarenin More… |
mimha |
Meni silmeye mahsus bez parçası. |
mimhaza |
Yayık. (Onunla yoğurttan yağ çıkarırlar.) |
mimî |
(Mimiyye) Mim harfi ile alâkalı. İçinde mim harfi bulunan kelime. |
mimlaka |
Yer düzeltecek taş. |
mimleha |
Tuzlu yer. |
mimraz |
Hastalıklı, illetli. |
mimsah |
Yalancı. |
mimsaha |
Adi basacak nesne. * Yüz silecek mendil. |
mimtar |
Yağmurluk. |
min'am |
Çok in'am ve ihsan eden. |
min.. ila |
den... ye kadar. |
mina |
Şişe, cam, billur. * Parlak saray. * Sırça. Kuyumcuların kullandıkları lâcivert renkli sırça. |
mina' |
(C.: Miyâni) Liman. |
mina-renk |
f. Gök mavisi. |
minafam |
f. Cam mavisi, sırça renkli. |
minarat |
(Minare. C.) Minareler. |
minare |
(C.: Minarat) (Aslı menare'dir) Nur mevzii. Ezan mevkii. |
minbaz |
Hallaç tokmağı. |
minber |
Camide hatibin hutbe okumasına mahsus kürsü. (Rif'at mânasına olan nebr'den ism-i âlettir.) |
minbeze |
Yastık. |
mincab |
Zayıf kimse. * Yeleği ve temreni olmayan ok. |
mincar |
Havan. Havan eli. |
mincede |
Küçük asâ, küçük sopa. * Yorgancı çubuğu. |
mincel |
(C.: Menâcil) Orak. Ekin orağı. |
mincem |
(C.: Menâcim) Terâzi kolu. |
mincere |
Soğuk suya harâret veren kızmış sıcak taş. (O suya 'necire' derler.) |
mincilab |
Murdar su, pis su. |
mindag |
Hücum edecek âlet. |
mindas |
Yeyni avret, hafif kadın. |
mindef |
(C.: Menâdif) Hallaç yayı. |
mindel |
Hırslı, doymaz ve açgözlü insan. Yırtıcı kimse. * Zorba, eşkiya. |
mindif |
Atılmış pamuk. |
mindil |
(C: Menâdil) Peşkir. Mendil. Bez parçası. |
minen |
(Minnet. C.) Minnetler. |
minessera ilessüreyya |
(Mines serâ il-es süreyyâ) Yerden göğe kadar. |
minfah |
(C.: Menâfih) Körük. |
minfak |
Çok fazla nafaka veren. |
minfeha |
Peynir mayası. |
minh (minhü) |
(C.: Minhüm) Ondan. (Müzekker hâli.) |
minha |
(C.: Minhünn) Bundan, ondan. (Müennes hâli) ◊ (C: Minah-Menâyih) Atiyye, bahşiş. |
minhac |
Meslek. Yol. Açık ve belli yol. * f. Büyük ve işlek cadde. |
minhar |
Misafirperver. Misafir kabul edip ağırlayan. |
minhas |
(C.: Menâhis) Uğursuz şey. |
minhat |
(C.: Menâhit) Dülger rendesi. Taş veya tahta yontmada kullanılan âlet. |
minhüm |
Onlardan. |
minkaa |
Küçük taş çömlek. |
minkab |
Delecek âlet. Ateş yakmak ve tutuşmak. |
minkal |
(C: Menâkıl) Çamur teknesi. |
minkale |
Geo: Yarım dâire şeklinde dereceli geometri âleti. İletki. |
minkar |
(C.: Menâkir) Yırtıcı kuşların gagası. * Taşçı kalemi. Taş yontmağa mahsus kalem. |
minkarî |
Gaga biçiminde. Gagaya benzer olan. * Gaga ile alâkalı. ◊ Gaga biçiminde. Gagayı andırır tarzda. |
minkaş |
(Minkaşe) Cımbız, kıskaç. * Demir kalem. |
minkaz |
Uzunluğuna yarılmış, boylamasına bölünmüş. |
minmas |
Kıl yolacak âlet. |
minnet |
İyiliğe karşı duyulan şükür hissi. * Birisine iyilik etmek. * Yapılan iyilikleri sayarak başa kakmak. |
minnetdar |
f. Bir iyiliğe karşı minnet duyan. Yük altında kalır gibi birisinin iyiliğine karşı mahcubiyet. |
minnetdarane |
f. Minnetli olarak. Minnet eder surette. |
minnetdarî |
f. Minnetdarlık. |
minnetdide |
f. Minnet ve iyilik görmüş. |
minnetkeş |
(C.: Minnetkeşân) f. Minnet altında bulunan. Minnet çeken. |
minnetkeşân |
(Minnetkeş. C.) Minnet altında bulunanlar, minnet çekenler. |
minnetşinâs |
(C.: Minnetşinâsân) İyilik tanıyan. Minnet bilir. |
minnetşinâsî |
f. İyilik tanıyıcılık, minnet bilirlik. |
minşaa |
Çulha mekiği. |
minsaf |
(C: Menâsıf) Hizmetkâr, hizmetçi. |
minşakka |
Yarık, çukur, oyuk. |
minşar |
(C.: Menâşir) Testere, biçki. |
minsar (minsir) |
Yardımı çok olan kimse. * Yardım edecek âlet. |
minsec |
(C: Menâsic) Çulhaların bez tarağı. |
minsee (minessee) |
Asâ, sopa. |
minsef |
(C: Menâsif) Elek. Kalbur. Külünk. |
minşefe |
Sünger, bez gibi su silmeğe mahsus nesne. |
minsega |
(C: Menâsıg) Ekmekçilerin ekmek tozunu sildikleri nesne. * Yufka yuvarlağı. |
minşega |
Ot ve yem koydukları kap. |
minşel (minşâl) |
(C: Menâşil) Yemek çatalı. |
minser |
'(C: Menâsir) Yırtıcı kuşların gagası. * Taşçı kalemi. * Yüz ile ikiyüz adet arasında olan asker. * Önlerinde ne bulunur yıkıp yakıp târumar eden asker. * Otuz ile kırk arasında olan at. More… |
mintaka |
(Mıntıka) Muayyen bir yer. Havali. Taraf. Kısım. Kuşak. Kenar. Yeryüzünde bir kısım. Bölge. |
mintaş |
(C: Menâtiş) Kıl yolacak âlet. Cımbız. |
mintîk |
Çok düzgün konuşan. |
minu |
Şişe, sırça, cam. * Zümrüt. * Cennet, firdevs. |
minval |
Hareket tarzı, davranış. Usul, yol. * Fayda. * Uslub, tarz. * Bez dokuyan cüllah. |
minyatür |
Eski el yazısı kitapları süslemek için sulu boya ile yapılan ince resimler hakkında kullanılır bir tâbirdir. İtalyanca 'minyatura' kelimesinden alınmadır. Buna vaktiyle küçük nakış More… |
minzar |
Ayna. Bakma âleti. Gözlük. ◊ Röntgen. * Bakma âleti. |
mir |
Amir. Bey. Baş. Kumandan. Vâli. |
mir'aş (mer'aş) |
Çok yüksekten uçan güvercin. |
mir'at |
Ayine. Ayna. * Meşhur bir cins lâle. |
mir'izza (mir'izâ) |
Keçi kılının altında olan tiftik. |
mir-ab |
f. Bir kentin su işlerine bakan kişi. |
mir-ahur |
f. Sarayda at işlerine bakan memurun ünvanıdır. |
mira' |
(Riya. dan) Riya etme, riyakârlık yapma. * Başkasının sözüne itiraz edip mücâdele etme. * İçindekinin aksini söyleme. |
mirade |
Mancınık taşı. |
mirades |
(C: Merâdis) Kuyu içinde su var mıdır diye bilmek için bıraktıkları taş. * El değirmeni. |
mirah |
Sürur, neşat, sevinç. |
miralay |
Alay kumandanı. Albay. |
miran |
(C: Mârin) Vahşi canavar yatağı. ◊ (Mir. C.) Beyler. |
miran aşireti |
Cizre havalisinde Bühti ismi ile de anılan bir aşiret adı. |
mirar |
Kerreler. Def'alar. |
miraren |
Defalarca, birçok kere. |
miras |
Ölen kimseden akrabalarına ve yakınlarına kalmış olan mal, mülk. |
mirashar |
f. Mirasyedi. Kendine kalan mirası yiyen. Mirashor. |
mirazza |
Harmanı sürecek döven. |
mirba |
Ganimet malının dörtte biri. |
mirba (mirbâe) |
Gözcülerin üstüne çıkıp baktıkları yüksek yer. |
mirbaa |
Asâ, değnek, sopa. |
mirbat |
Davar bağlanacak bağ. |
mirbed |
(C: Merâbid) Ev içinde olan küçük hücre (içine esvap koyarlar). * Davar ahırı. * Davar duracak yer. * Hurma kuruttukları yer. |
mircel |
(C.: Merâcil) Kazan. |
mirda |
Gemicilerin kullandıkları uzun ağaç. |
mirdiyan |
(Mirdiyane) Mersin ağacı. |
miremme |
Sığır ve deve gibi tırnaklı hayvanların dudağı. |
mirfa(t) |
İttifak etmek, bir olmak, birleşmek. |
mirfak |
Dirsek. * Mutfak. Kiler. * Semânın şimal tarafında bir yıldız ismi. |
mirfaka |
Dirsek yastığı. |
mirfed |
Büyük kâse. |
mirfeşe |
Kürek. |
mirgah |
Kaymak alacak âlet. |
mirha |
İrhâ denilen yelmekle yelip seğirten at. |
mirha(t) |
Salıverilmiş, bırakılmış perde. ◊ (C.: Merâhâ) Yürüyücü at. |
mirhaz (mirhâza) |
Gasilhâne, abdesthâne, kenif. * Çamaşır tokmağı. |
mirî |
Devlete âid. Devlet hazinesine mensub. |
mirkak |
Oklava. |
mirkam |
(C.: Merâkım) Kalem. |
mirkat |
Merdiven. Basamak. Derece. |
mirken |
(C: Merâkin) Don yıkayacak kap. * Küçük leğen. |
mirliva |
Tugay kumandanı. Tuğgeneral. |
mirma(t) |
(C: Merâmâ) Nişan oku. |
mirre |
Kuvvet. * Öd. * Akıl. * Kat. * Sağlamlık. |
mirrid |
Müfsid, kötü ve şerir kimse. |
mirrih |
Uzun ok. ('Pertev oku' derler) * Yeleği olmayan ok. * Bir yıldız adı. ◊ Şâd, neşeli ve mesrur kimse. |
mirsad |
Gözetleme yeri. Rasad yeri. * Gözetleme âleti. * Suçluları gözleyip duran. * Pusu. * Suçlular için hazır bekleyen. ◊ (C: Merâsıd) Geniş yol. |
mirşah |
(Mirşaha) Süzgeç. |
mirşaha |
Eyer altına konulan keçeyi davardan almak. |
mirsal |
(C: Merâsil) Tenbel yürüyüşlü davar. * Küçük ok. |
mirsat |
Gemi demiri. Lenger. |
mirşeka |
(C: Merâşik) Terzi yüksüğü. |
mirşem |
Ekmek tozunu silecek tüy süpürge. |
mirt |
(C: Mürât) Yünden veya haz denilen kumaştan elbise. * Kadınların, esvapları üstüne giydikleri elbise. |
mirtac |
Yarış atlarının beşincisi. ◊ Kapı kilidi. * Dar yol. |
mirtal (mirtale) |
Bulaşmak. |
mirtaz |
Dinin yasaklarından sakınan kimse. |
mirvaha |
(C.: Merâvih) (Rih. den) Yelpaze. |
mirvaha cünbân |
f. Yelpaze sallıyan. |
mirved |
(C.: Merâvid) Milve makara ortasındaki demir, mihver. |
mirye |
Şek, şüphe. * Münazara. Cedel. (Bak: Temâri) |
mirza |
Reis. Bey. * Büyük kimselerin çocuğu. Beyzâde. * Bazı İslâm topluluğunda iyi sülâleden olanlara, şehzâdelere, seyyidlere verilen ünvân olmakla beraber, bugün bir isim olarak çokca More… |
mirzab |
(C: Merâzib) Ululuk. * Uzun ve büyük gemi. |
mirzah |
(C: Merâzıh) Çekirdek ve ona benzer şeyleri dövüp ezdikleri taş. ◊ Üzüm çubuğunu yerden kaldırıp bağlayıp sardıkları ağaç. |
mirzaz |
Havan eli. |
mirzebe |
(C: Merâzib) Tokmak. |
mis |
f. Bakır. |
miş |
f. Koyun, ganem. |
mis' |
Şimal yeli, kuzey rüzgârı. |
miş' |
Aşı dedikleri kızıl balçık. |
mis'ab |
(C: Mesâib) Değirmen oluğu. * Havuz oluğu. |
mis'ad |
Merdiven. Yükseğe çıkmakta kullanılan âlet. Asansör. |
miş'al |
(C: Meşâıl) Köylülerin deriden yaptıkları ayaklı küp. |
miş'ar |
Şan, şeref, haysiyet ve vakar. |
mis'ar (mis'âr) |
(C: Mesâir) Uzun. * Ateş küsküsü yapılan ağaç. Ateş karıştırmağa mahsus âlet. |
miş'at |
(C: Meşâi) Kuyunun toprağını çıkardıkları zenbil. |
mis'eb |
Bal konulan tulum, bal tulumu. |
mişa' |
Kumsuz yer. |
misafir |
Seferde olan. (Bak: Müsafir-Mukim) |
misaha |
Ölçmek, miktarını bilmek. |
mişail |
(Bak: Mihâil) |
misak |
Sürme, gütme, sevketme. * Havada uçarken kanadını birbirine vurup uçan güvercin. ◊ Anlaşma. Sözleşme. Yeminleşme. Verilen söz. |
misal |
'Bir şeyin benzer hali. Benzer. Örnek. * Düş. Rüya. * Ahlâk ve âdâbla ilgili kıssa ve hikâye. * Bir şeyin örneği ve sıfatı. Kısas. * Gr: İlk harfi harf-i illet olan (yani; elif, vav More… |
misaliyye |
Misale dair. |
misane |
Dizgin kayışı. |
mişar |
Testere. |
misas |
El sürme, değme, dokunma. * Cima etmek. * Almak. |
mişat |
(Meşt. C.) Taraklar, baş taramağa mahsus taraklar. ◊ (Mışt. C.) Taraklar. |
mişatiye |
Tarak kılıfı. |
misbah |
Kandil. Çıra. Meş'ale. Lâmba. ◊ Lâmba. (Bak: Mısbah) ◊ Yüzgeç. |
misbar |
(C.: Mesâbir) Yaraya konulan fitil. |
misbeke |
Mâden eritilip dökülecek kap. |
mişceb |
(C: Meşâcib) Üzerinde çamaşır kuruttukları kafes. * Yüksek yere erişmek için yapılan sandalye. |
mişcer |
(C: Meşâcir) Çamaşır asacak yer. * Mahfe ağacı. * Ağaçlık. |
misdaga |
Yüz yastığı. |
misdak |
(Sıdk. dan) Bir şeyin doğru olduğunu isbata yarayan şey. Tasdik âleti. * Alâmet. Tavır. Tarz. Düstur. * Değer ölçüsü. ◊ (Bak: Mısdak) |
misdakiyyât |
Mısdak ilmi. |
miselle |
(C: Misâl) Çuvaldız. |
misellî |
Çuvaldızcı kimse. |
misem |
Dağlama eseri. * Dağ yapılan âlet. * Güzelin çehresindeki cemâl eseri. |
misenn |
Bileği taşı. |
mişezar |
f. Küçük koruluk, ağaçlık, meşelik. |
misfat |
Süzgeç. Tasfiye âleti. |
misfen |
Törpü. |
misfere |
Süpürge. |
misgar |
Sarı yüzlü. |
misha(t) |
(C: Mesâhi) Demir kürek, bel. |
mishab |
(C: Mesâhib) Sacayak. ◊ Bel âletinin sapı. |
mishal |
Eğe, törpü gibi yontma aletleri. |
mishane |
Taş parçaladıkları nesne. |
mishat |
Şarap koyacak kap. |
mişhaz |
Bileği taşı. |
misheb |
Siyah at. |
mishel |
Dil, lisan. * Eğe, törpü. * Ziynet verecek nesne. * Yabâni eşek. * Dizgin. |
mishelân |
Geminin iki tarafındaki iki halka. |
misil |
(Misl) Benzer. Eş. Nâzır. Tıpkısı. |
misilli |
(Misillü) Benzeri. Gibi. Aynısı. |
mişin |
f. Meşin. |
misk |
Bir cins güzel koku ismi. (Asya'nın büyük dağlarında yaşayan bir cins erkek ceylanın karınderisi altındaki bir bezden çıkarılır.) |
mişk |
Aşı dedikleri kızıl toprak. |
misk ile anber |
Tamamıyla isteğe uygun. (Misk ü anber de denir). |
mişka |
Tarak. |
miska' |
(C: Mesâki) Fasih dilli, güzel sesli kişi. |
miskâ' |
Sıklık vermek. |
miska(t) |
(C: Mesâki) Su bardağı. Su kovası. |
miskab |
(C: Mesâkıb) Mâden, kemik veya tahta gibi şeyleri delmekte kullanılan âlet, matkap. ◊ Delme âleti. |
miskal |
Yirmidört kıratlık (4,5 gr. kadar) bir ağırlık ölçüsü. (Bir kırat, beş normal arpa ağırlığında olup, bir dirhemin 1/14 üdür.) ◊ Cilâlayan, parlatan âlet. * İnce. Zarif. ◊ More… |
miskam |
Hastalıklı, illetli. |
mişkas |
(C: Meşâkıs) Ensiz uzun demir. |
miskat |
Su kovası. |
mişkat |
İçine lâmba konan küçük hücre. Duvarda içine ışık konulan yer. * Kandil. |
miskata |
Düşürtücü ilâç veya sebep. |
misket |
Fr. Alaybozan tüfeği. Patlayan bombadan etrafa sıçrayarak tahribe, yaralanmaya ve ölüme vesile olan sert parça. Eskiden kullanılmış geniş çaplı bir silâh. * Güzel kokulu meyve. (Elma, üzüm More… |
miskin |
Uyuşuk, tenbel, hareketsiz. Zavallı. * Cüzzam hastası. * Fık: Kendi kendini idâre edemiyen, iktisabtan âciz, mal ve mülkü hiç olmayan kimse. |
miskinâne |
f. Tenbelcesine, miskincesine. |
misl |
(Bak: Misil) |
mislah |
Ham iken hurması dökülen hurma ağacı. |
mislak |
Fesih lisanlı, güzel konuşan. * Kırkbeş sene yaşayan adam. ◊ Fesih, beliğ konuşan kimse. |
mislat |
(C: Mesâlit) Anahtarın bir dişi. |
misliyet |
Benzeri ve misli olmak. Benzerlik. |
misma' |
(C.: Mesâmi') (Sem'den) Kulak. * Hastanın iç organlarını dinlemeğe yarıyan âlet. |
mişmaa |
Şamdan. |
mismak |
Çadırı yükseğe kaldıracak ağaç. |
mişmak |
Kağnının iki kolu. * Bir nevi araba. |
mismar |
Ensiz çivi, mıh. Demir kazık. |
mismas |
Karıştırmak. |
mismaz |
Deyyus kimse. |
mişmel |
Kaftan altında götürüldüğü hâlde görünmeyen küçük kılıç. |
mişmiş |
Zerdali, erik veya kayısı. ◊ Zerdali yemişi. |
misr |
(C.: Emsâr) İki şey arasındaki perde, hâil. * Memleket. Şehir. * Afrika'nın şimalinde bir memleket ismi. * Bir hububat adı. |
misra' |
Kapı kanadı. * Edb: Bir manzum yazının her bir satırı. Tam bir vezin ölçüsüne göre tanzim edilmiş söz. |
mişrak |
Her zaman güneşli olan yer. ◊ Güneşi bol olan yer. |
misram |
(C: Mesârim) Orak. |
misran |
Basra ile Kufe şehirleri. |
mişrat |
(C.: Meşârit) Keskin bıçak. |
misred |
Büyük taş, çanak. |
misrî |
(Mısriyye) Mısırlı. * Mısır ülkesiyle alâkalı. |
missik |
Çok cimri. Hasis ve tamâhkâr. |
mistaba |
(C.: Mesâtıb) Peyke, sedir. |
mistabanişin |
f. Sedirde oturan. |
mistah |
Yatık bardak. * Çadır direği. * Hurma yayıp kuruttukları yer. |
mistar |
Yazının güzelliğine, düzgünlüğüne yarayan âlet. Yazı yazarken satırları doğru gösterebilmek için lâzım olan çizgileri yapmağa yarayan âlet. * Sıvacıların bir âleti. ◊ (Bak: More… |
miştat |
Kış günlerinde oturulacak yer. |
mistik |
Fr. Mistisizm ile âlâkalı. * Fls: Bâtıni. Kalben çok dindar. Sofi. |
misva |
Uylukları zayıf ve etsiz olan kadın. |
misvak |
Kullanılması pek çok faydalı olan ve Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ehemmiyetle tavsiye ettiği, diş fırçası vazifesini de gören, hoş kokulu ve meyvesiz bir ağacın dallarından More… |
mişvar |
Tarz, tavır, gidiş, gidişât. * Gümeçten bal peteği sağılan âlet. * Davar satılacak yer. |
mişvare |
Testi, çömlek. |
mişvargâh |
f. Gösteri yeri. * Pehlivanların güreştikleri saha. * At pazarı. Satılık atların koşturulduğu meydan. |
misvat |
Çok haykıran, çok bağıran. * Ses kuvveti. ◊ Ekincilerin sürgüsü. ◊ Kazan kepçesi. |
mişvaz |
Sarık. |
mişvel |
Orak. |
misvele |
(C: Mesâvil) Harman süpürgesi. |
mişvere |
Minder. |
mişvez |
(C: Meşâviz) Tülbend. |
mişya' |
Boşboğaz. Çok konuşan. |
misyaf |
Yaz günlerinde çok yağmur yağan yer. * Sakalı ağarmayınca evlenmeyen erkek. |
mişye |
Bir yürüme çeşidi. |
misyed(e) |
Av avlamağa mahsus âlet. Tuzak, kapan. |
misyon |
Fr. Bir vazife ile bir yere gönderilen hey'et. * Bir şahıs veyâ hey'ete verilen vazife. |
misyoner |
Fr. Hıristiyanlığı neşre ve tanıtmağa çalışan kimse. |
mişzeb |
Dişli orak. * Bağcıların asma çubuğu kesecek âletleri. |
mit'am |
(C.: Matâim) Çok yemek yiyen. Yemeği bol olan. ◊ Çok yeyici, fazla yiyen. ◊ Çok yemek yediren. |
mit'an |
(C.: Metâin) At sürücüsü. |
mit'em |
Bir defalık ikiz doğuran kadın. |
mita' |
Bir şeyin son bulduğu yerin sonu. * Geniş yol. * Yolların birleştiği yer. |
mitade |
Matkap başı. |
mitam |
Her zaman ikiz doğuran kadın. |
mitan |
(C: Meyâtın) At yarıştırdıkları yer. |
mitat |
(Bak: Midhat) |
mite |
Bir nevi ölmek. |
mitfeha |
Kevgir. |
mithan |
Değirmen. |
mithar |
Uzağa giden ok. |
mithara |
(Tahâret. den) Matara. |
mithere |
Su kabı. Matara. |
mitin |
f.. Taşları kayaları paçalamada kullanılan büyük çekiç. |
miting |
İng. İçtimaî ve siyasî bir mes'ele için yapılan büyük toplantı. |
mitla |
(C: Metâli) Dikenli otlar biten yumuşak yer. |
mitlak |
Sık sık kadın boşayan erkek. |
mitmer |
Yapı ipi. |
mitoloji |
Fr. Efsane bilgisi. |
mitrab |
Neşeli adam. Neşesi bol kimse. |
mitrak(a) |
(C.: Metârık) Sopa, değnek. * Tokmak. * Mızrak. * Çekiç. |
mitralyöz |
Fr. Makinalı tüfek. |
mitred |
(C: Metârıd) Avın ardından atılan kısa süngü. |
mitrede |
Yünden veya haz denilen kumaştan yapılan elbise. |
mitres |
Kapı ardınca koydukları ağaç. |
mitrî |
Cendereci. |
mitv |
(C: Mitâ) Hurma salkımı. |
mitva' |
Çok muti', çok itaatli. |
miv |
f. Kıl. |
mive |
Meyve kelimesinin aslıdır. |
miyah |
(Mâ. C.) Sular. |
miyan |
f. Orta, ara, vasat, meyan. |
miyanbend |
f. Kemer, kuşak. |
miyanbeste |
f. Bel bağlamış. * Mc: Hemen işe hazır. |
miyane |
f. Ara. * Orta, vasat. * Helva gibi bazı yemeklerin pişme kıvamı. * Ortaya serilen halı. * Gerdanlığın ortasındaki büyük inci. |
miyanî |
(Minâ. C.) Limanlar. |
miyanser |
f. Yarısı kıymetli taşlarla süslü bir cins taç. |
miyansera |
(Miyânserây) Avlu. Ev meydanı. |
miyere |
Taam, yemek. |
miysere |
(C: Mevâsir) Eyer yastığı. * Eyer altına koydukları keçe. * Çul içine koyulan keçe. * Yatacak döşek, yatak. |
miz |
Misâfir. * Sofra, mâide. * Temiz, pak. |
miz'a |
Ayıracak alet. Kesecek alet. |
miz'ac |
Bir yerde karar etmeyen kadın. |
mizab |
(C.: Meâzib) Oluk, su yolu. |
mizac |
Huy, tabiat, fıtrat, bünye. * Bir şeyle karıştırılmış olan başka bir şey. |
mizac-dan |
f. Mizac bilen, mizaçtan anlıyan. |
mizacgir |
f. Mizâc ve keyiflere göre hareket eden. |
mizad |
Sürur, sevinç, neşe. |
mizae |
Abdest alacak kap. |
mizah |
Şaka, lâtife. * Edb: Bâzı düşünceleri nükte, şaka veya takılmalarla süsleyip anlatan bir yazı çeşidi. Hoş, nükteli söz. (Zıddı ciddiyettir) |
mizah-nüvis |
f. Eğlenceli mizahlı yazılar yazan. |
mizahî |
Mizahlı, eğlenceli. |
mizan |
Terazi, ölçü, tartı. * Akıl, idrak, muhakeme. Mikyas. * Fık: Mahşerde herkesin amellerini tartmağa mahsus bir adâlet ölçüsü olup, hakiki mâhiyeti ancak âhirette bilinecektir. *Mat.: Yapılan More… |
mizbah |
Bıçak. |
mizban |
(C.: Mizbanân) f. Ev sahibi. Misafir kabul eden kimse. |
mizbanân |
(Mizban. C.) Misafirleri ağırlayanlar, ev sahipleri. |
mizbed |
(C: Mezâbid) Hayvan ahırı. |
mizber |
(C.: Mezâbir) Kamış kalem. |
mizcel |
Harbe' denilen küçük kılıç. |
mizdea |
Yüz yastığı. |
mizebbe |
Yelpaze. |
mizec |
Küçük süngü. |
mizeffe |
Gelin mahfesi. |
mizek |
f. İdrar, sidik. |
mizfar |
Zafer kazanan. Galib. olan. Asma çubuğuna sarmaşık gibi sarılan filiz. |
mizkâr |
Dâima erkek doğuran dişi. |
mizlac (mizlâk) |
El ile açılan kilit. |
mizlaka |
Uzun burunlu ışık fitili makası. |
mizman |
f. Misâfiri ağırlıyan, misâfire ikram eden ev sâhibi. |
mizmar |
Düdük, kaval. * Mukaddes Zebur Kitabının her bir suresi. * Hançere, nefes borusu. (Bak: Mezâmir) ◊ (C: Mezâmir) Meydan. At yarıştıracak ve at oynatacak yer. * İnce belli at. More… |
mizmar-zen |
f. Düdük çalan. |
mizr |
Bir nevi meşrubat. * Ahmak kimse. |
mizra |
(C: Mezâri) Yaba, kürek. |
mizrab (mizrâb) |
(C.: Medârib) Saz zahmesi. (Onunla saz çalarlar). |
mizrak |
Ucu sivri uzun saplı harp âleti. Kargı. ◊ (C: Mezârık) Harbe, kısa kılınç. |
mizraka |
Küçük şırınga. |
mizreb |
Büyük çadır, oba. |
mizvac |
Çok koca değiştiren kadın. Çok kocalı kadın. |
mizved |
(C: Mezâvid) Azık koyacak kab. ◊ Dil, lisan. |
mizya' |
Malını çok harcayan kimse. Malını fazlaca zâyi eden adam. |
mizz |
Bir şeyin diğeri üzerine olan fazlı, üstünlüğü. ◊ Yemeğin lezzetinden ağzını şapırdatmak. |
moda |
Fr. Geçici yenilik. Elbise ve süslenmede geçici hevesler ve fantezi düşkünlüğü sebebiyle çıkartılan yeni tarz ve şekiller. Bunlar israfı artırır ve iktisada aykırıdır. |
model |
Fr. Biçim, örnek, şekil. * Resim yâhut heykel yapılırken bakarak benzetilmeğe çalışılan şey veyâ şahıs. |
modern |
Fr. şimdiki zamana uygun, asri. (Bak: Medeniyet) |
moğol |
Turâni milletlerinin en büyüklerinden bir kabile olup Türkler ve Mançurlarla cinsi yakınlıkları vardır. Asyanın ortalarında bugün Çin Devletine tâbi olan ve Moğolistan ismiyle bilinen geniş More… |
mola |
İstirahat için işe ara vermek ve duraklamak. * Denizcilike: Gevşetme, koyverme manâsındadır. |
molekül |
Fr. Kim: Vasıflarını kaybetmemek şartıyla ayrılabilen herhangi bir maddenin en küçük cüz'ü, parçası. |
molla |
Eskiden büyük âlimlere verilen isim. * Büyük kadı. * Efendi, hoca, Medrese talebesi. |
molla câmi |
(Bak: Câmi) |
mollayane |
Mollaya yakışır şekilde. Mollaca. |
moloz |
Yapılardan artan veya viranelerden çıkartılan ufak taşlar. * Bir işe yaramaz insan. |
mu'bile |
(C.: Meâbil) Yassı, uzun ok temreni. |
mu'bir |
Terkolunmuş, bırakılmış, terkedilmiş. |
mu'cem |
İ'câm edilmiş, noktalanmış, noktalı. * Hadis şeyhlerinin herbirisi. * Harf-ı heca sırasına konularak, her birisinin tarikından müellife kadar gelen rivayetleri toplayan kitaba denir. More… |
mu'cib |
(Aceb. den) Taaccübe, hayrete düşüren. Şaşkınlık veren. |
mu'cibe |
Taaccüb edilecek, şaşılacak şey. |
mu'cir |
Bir çeşit kadın başörtüsü. Eşarp. |
mu'ciz |
İnsanı âciz bırakan iş. Aynısını yapmakta başkalarını acze düşüren, kudretsiz kılan, kimsenin yapamıyacağı yolda olan. |
mu'ciz-eda |
f. Mu'cize gösteren. Başkalarının yapamıyacağı kadar mu'cize derecesinde iş ortaya koyan. Edası mu'ciz olan. |
mu'cizat |
Mu'cizeler. Allah tarafından verilip, yalnız peygamberlerin gösterebilecekleri büyük harika işler. |
mu'cizbeyan |
f. Anlatış tavrı herkese benzemeyen. Tarz-ı beyanı mu'cize olan. Kur'an-ı Kerim. |
mu'cize |
İnsanların, yapmasında âciz kaldıkları ve ancak Allah tarafından peygamberlere nasib olan hârika. Kerametten yüksek, fevkalâde hâdise. * Mu'cize, Halik-ı Kâinat tarafından More… |
mu'cizegu(y) |
f. Mu'cize gibi söz söyleyen. |
mu'cizekâr |
f. Mu'cizeli, mu'cize hâlinde, başkalarını âciz bırakan. |
mu'ciznüma |
f. Mu'cize gösteren. |
mu'dal |
(Mu'dıl) Güç, içinden çıkılmaz, girift. |
mu'dem |
Bir şeyi yitiren, kaybeden. |
mu'dî |
Sirâyet edici, bulaşıcı, sâri. |
mu'dil(e) |
(C.: Mu'dilât) Zor, güç ve çetin. |
mu'dilat |
(Mu'dal. C.) Büyük, ağır, çetin ve zor işler. |
mu'dim |
Öldüren, idam eden. |
mu'kib |
Ökçeli ayakkabı. |
mu'kir |
Malı mülkü çok olan kimse. |
mu'lat |
(C: Meâli) şeref kazanmak. * Yüksek derece. |
mu'lem |
(İlm. den) Belirtilmiş, işâretlenmiş. |
mu'lin |
İlân eden. Herkese bildiren. |
mu'nan |
Su arkı, su mecrâsı. |
mu'reb |
Gr: Sonu her çeşit harekeyi alabilir olan. Mebni olmayan. İrablanmış. Sonu harekelenmiş olan kelime. |
mu'rib |
İzhar edici, izhar eden, gösteren. |
mu'riz |
İ'raz eden. Yüz çeviren. Başka tarafa dönen. Ta'riz eden. Dokunaklı konuşan. |
mu'sade |
(İ'sad. dan) Sımsıkı kapatılmış, kilitlenmiş olan. |
mu-sa(y) |
f. Ustura. |
muabbir |
(İbâret. den) Rüyâ tabir eden. Görülen rüyalardan mânâ çıkaran. |
muabbirîn |
(Muabbir. C.) Görülen rüyalardan mânâ çıkaranlar. Rüya tabir eden kimseler. |
muaccel |
Acele olunmuş, ta'cil edilmiş, mühletsiz. Peşin. Va'desiz. |
muaccelâne |
Acele olarak. Peşin olarak. |
muaccelat |
(Muaccel. C.) Peşin ödemeler. |
muaccele |
Beylik ve evkaf kiralarından peşin alınan kısım. |
muaccelen |
Peşin olarak. * Çabuk ve acele olarak. |
muacciz |
Sıkıcı. Bıktırıcı. Usandırıcı. Taciz edici. Rahatsız eden. Yapışkan. Sırnaşık. |
muad |
Geri çevrilmiş, iâde edilmiş, döndürülmüş. |
muadadat |
Yardım etme, muvavenet etme. |
muadat |
Karşılıklı düşmanlık, karşılıklı husumet. |
muadd |
Hazırlanmış. İdâd olunmuş. |
muaddel |
Tadil edilmiş. Eski hâli değiştirilmiş. |
muaddil |
Tadil eden. * Düzelten. Müsâvi ve beraber kılan. Denkleştiren. ◊ (Muazzıl) Güçleştiren, güç duruma sokan, daraltan. |
muadelat |
(Muâdele. C.) (Adl. den) Beraberlikler, musâvilikler. |
muadele |
Müsâvilik, eşitlik. İki şey arasında mikdarca, vasıfca beraberlik. * Karşılıklı anlayış. * Adâlet. * Mc: Anlaşılmaz iş. Muammâ. |
muadelet |
Müsâvilik, denklik. Karşılıklı uygunluk. Eşitlik. |
muadil |
Müsâvi, eşit, denk. * Fiz: Eş değer. |
muaf |
Afvolunmuş. İstisna edilmiş, ayrı tutulmuş. Bağışlanmış. Serbest. |
muafat |
Afvetmek. * Sıhhat vermek. * Sıhhat ve âfiyet bulmuş, iyileşmiş kimse. * Hastalık veya belâdan korunma. Musibetlerden muhafaza olunma. |
muafese |
Tedavi etmek. |
muafî |
Afiyet verici. * Belâ ve musibeti def eden. |
muafir |
Yavaş yürüyen kişi. |
muafiyyet |
Bir hastalığa karşı aşı ile elde edilen hâl. * Afvolunmuş olma. Bağışlanmış olma. |
muafname |
f. Afv kâğıdı. Bir şeyin muaf tutulup afvedildiğini gösteren kâğıt. |
muahat |
Kardeşlik edinme. |
muahed |
Zimmi kâfir. |
muahedat |
(Muâhede. C.) Muâhedeler, antlaşmalar. |
muahede |
Karşılıklı yeminleşme, anlaşma. Devletler arasında andlaşma. |
muahede-name |
f. Ahdleşmenin yazıldığı ve imzalandığı kâğıt. |
muahez |
Muâheze olunan. Tenkid edilen, çekiştirilen. |
muahezat |
(Muâheze. C.) (Ahz. den) Tenkid ve itirazlar. * Azarlama ve paylamalar. Çıkışmalar. |
muaheze |
Azarlama. Çıkışma. Darılma. Alay eder tarzda karşısındakini küçümseme. Tenkid. |
muahezekâr |
f. Tenkid ve itiraz edici. * Azarlayıp çıkışan. Paylayan. |
muahhar |
Sonraya bırakılmış, te'hir edilmiş, geriye bırakılmış. Sonradan. |
muahharen |
Sonradan, bilâhare. Muahhar olarak. |
muahid |
Andlaşma yapanlardan her biri. Yeminli ve anlaşmalı olanlardan her biri. * İslâm hükümetine vergi ödeyerek kendini himâye ettiren gayr-ı müslim. (Resul-i Ekrem'in (A.S.M.) Arab More… |
muahiz |
(Ahz. den) Çekiştiren, muâheze eden. Tenkid edip itiraz eden. |
muakab |
Cezalandırılmış. |
muakabe |
Bir kimseyi cezalandırma. Cezaya çarpma. |
muakade |
(Akd. den) Mukavele yapma. Akid yapma. Anlaşma. |
muakara |
Nefret etmek. |
muakib |
Cezalandıran. * Takibeden. |
muakid |
Birbiriyle akid yapan, sözleşen. |
muakkab |
(Akab. dan) Ardına düşülmüş, tâkib olunmuş, peşinden gidilmiş. |
muakkad |
İnce ve müşkil olan. Zor anlaşılan söz. * Ukdeli, düğümlü. |
muakkib |
Ardına düşen, takib eden, ardından koşan. * Tağyir ve ibtal eden. |
muakkibât |
Gece ve gündüz melâikesi. * Namazı müteakib otuz üçer defa tekrar edilen tesbih. (Bak: Tesbih) |
muakkibîn |
Tâkipçiler, arkasından koşanlar, ardından gelenler. |
muakkid |
Düğümleyen, sihir yapan, cadı. |
mualebe |
Erkeğin, karısı ile oynaması. |
mualecat |
Tedâviler, ilâç kullanmalar. * Bir hususta çalışmalar. |
mualece |
Bir hususa çalışıp devam etmek. * Hastaya bakmak. İlâç kullanmak, ilâç vermek. * Bir işe teşebbüs, bir işe girişmek. |
mualla |
Yüksek, yüce, âli. Makamı ve rütbesi yüksek. |
muallak |
Askıda. Hakkında karar verilmemiş, hallolunmamış. * Havada boşta duran. * Sürüncemede kalmış iş. * Edb: Açık hece, bir vokalle okunan hece. (Bak: Müsned) |
mualleka |
(C.: Muallekat) Askılar. Henüz karar verilmemiş olanlar. * Kocası kaybolan kadın. * İslâmiyet'ten evvel Arabların meşhur edib ve şâirlerinin Kâbe duvarına astıkları yazılar ve şiirler. More… |
muallekiyyet |
Muallak olma, askıda oluş, boşta durma. |
muallel |
Sakat, eksik, noksan. * Hasta, illetli. |
muallem |
Ta'lim görmüş, ta'limli. |
muallem asker |
Tâlim görmüş asker. |
muallî |
Yücelten, yükselten. * Sağılır davarın sağ tarafından sağmaya varan kişi. |
muallil |
Ta'lil eden. Sonradan bir sebeb ve bahane ileri süren. * Eyyam-ı acuzdan bir gün. |
muallim |
Ta'lim eden, öğreten, ilim öğreten. |
muallimât |
Öğretici kadınlar, kadın hocalar. |
muallime |
Hanım hoca. Öğreten ve tâlim eden kadın veya kız. |
muallimîn |
Muallimler. Hocalar, ta'lim edenler, öğretenler. |
muamelat |
(Muâmele. C.) Muameleler. |
muamele |
(C.: Muâmelât) Hatt-ı hareket. Davranma, davranış. Birbiri ile iş görme, amel etme. Alış veriş. * Resmi dairelerde yapılan herhangi bir iş. |
muamere |
İmaret etmek. |
muamil |
(Amel. den) İş yapan. Muamele yapan. Muameleci. |
muamma |
(Amâ. dan) Anlaşılmaz iş. Karışık şey. Bilinmeyen hâl. |
muammem |
Başı sarıklanmış. İmamelenmiş. Sarıklı olan. |
muammer |
Ömür süren. Çok yaşamış. Uzun ömürlü, bahtlı. |
muammerîn |
(Muammer. C.) (Ömr. den) Muammerler. Uzun ömürlü kimseler. |
muan'an |
An'aneli. Senedli. Kimden kime haber verildiği şâhid ve râvilerin isimleri ile bildirilmiş olarak. |
muanaka |
Birbirinin boynuna sarılma. Kucaklaşma. |
muanat |
Bir şeyin zahmetini çekme. * Bir nesneyi dikkatle göz altında bulundurma. Ona göz kulak olma. |
muanber |
(Anber. den) Güzel kokan. Güzel kokulu. |
muanede |
(Anud. dan) İnad etme, ayak direme. |
muanid |
İnadcı. Kimseye uymayan. Dediğini yapmak isteyen. |
muanik |
(Unk. dan) Birbirinin boynuna sarılan, kucaklaşan. ◊ Birbirinin boynuna sarılan. Kucaklaşan. |
muanne |
Muhâlefet etmek, karşı gelmek. |
muannid |
İnadcı. Muânid. |
muannif |
Ta'nif eden. Şiddetle azarlayan. |
muanven |
İsim sahibi. Ünvanlı. Ünvan verilen. Meşhur. Tantanalı. |
muar |
Ödünç alınmış olan mal. |
muaraza |
Bir şeyden yan verip sapmak. * Biri ile yarışmak. * Birbirine karşı gelmek. Sözle karşılıklı mücadele. Söz mücadelesi. |
muare |
Zarar etmek. |
muarefe |
Karşılıklı görüşme ve tanışma. * Gr: Nekre olmayan kelime. Muayyen ve harf-i târifli olmak. (Bak: Lâm) |
muarekat |
(Muâreke. C.) (Ark. dan) Vuruşmalar, savaşlar, kavgalar. |
muareke |
(C.: Muârekât) Kavga. Vuruşma. Muharebe. Döğüşme. |
muariz |
Bir şeyden yan çizen. Muâraza eden. Karşı gelen. (Bak: Münâkaşa) |
muarizîn |
(Muârız. C.) Muârızlar, muhalifler. Karşı gelenler. |
muarra |
Fenalıktan uzak. Boş. Beri. Yüksek. Temiz. Çıplak. |
muarreb |
Arablaştırılmış. Arablaşmış. |
muarref |
Târif edilmiş, anlatılıp bildirilmiş. Bildik. Belli. Bilinen. * Gr: Harf-i târifli kelime. *Mat.: Sınırlı. Hududlu. |
muarres |
Çömlek koyacak yer. Gecenin geç vakitlerinde inilecek yer. |
muarrif |
Târif edici. Anlatıcı. İzah edip bildirici. Tanıtan. Tercüman. |
muarrifân |
(Tesniye şeklindedir) İki tarif edici. * f. Tarif ediciler. Muarrifler. |
muarrik |
(Arak. dan) Tıb: Terletici ilâç. |
muarriye |
Hekim bıçağı. |
muarriz |
Dokunaklı söz söyliyen. |
muaşaka |
Sevişme. Ziyadesiyle arz-ı muhabbet etme. Birbirini sevme. Karşılıklı aşk ve muhabbet. |
muasame |
Hıfzetmek, korumak. |
muasara |
(Muâsarat) (Asr. dan) Muâsır olma. Aynı asır ve zamanda yaşama. |
muasat |
İtâatsizlik etme. Baş kaldırma. İsyân etme. |
muasere |
Fakirlik. * Zorluk, güçlük. |
muaşere |
Karışmak. |
muaşeret |
Birlikte yaşanılanlar. * Sünnet dâiresinde insanlarla iyi münâsebet. |
muasfer |
Usfur ile boyanmış nesne. |
muasî |
İtaatsiz, isyan eden, baş kaldıran. |
muaşik |
(Işk. dan) Seven, âşık olan. Muhabbet eden. |
muasir |
Bir asırda yaşayanlardan herbiri. Hem asır olan. Aynı devirde yaşayan. |
muaşir |
Muâşeret eden ve birbiriyle iyi geçinir olan. |
muaşirân |
(Muaşir. C.) Muaşirler. Birbirleriyle iyi geçinen kimseler. |
muasirîn |
(Muasır. C.) (Asr. dan) Aynı asırda yaşayanlar. Bir asırda yaşamış olanlar. |
muasker |
(Asker. den) Ordu yeri, asker karargâhı. Ordunun muharebe zamanında toplandığı yer. |
muassel |
İçine bal katılmış. Ballı. |
muaşşer |
(Aşr. dan) Onlu, onluk. On kısma bölünmüş. * Edb: Onar mısralık bendlerden teşekkül eden manzumeler. |
muaşşeş |
Ağaçlarında kuş yuvası çok olan yer. |
muaşşir |
(Aşr. dan) Ondalıkçı. Öşürcü. Aşar memuru. |
muatat |
Birbirine atâ etmek, karşılıklı hediyeleşmek. * Vermek. |
muateb(e) |
Azarlanılan. Tekdir olunan. Azarlanmış. * Paylamak, çıkışmak. |
muatib |
(İtâb. dan) Tekdir eden, paylıyan, azarlıyan. |
muattal |
Tatil edilmiş. Kullanılmaz olmuş. Battal edilmiş. Terkedilmiş. * İşsiz. Tenbel. |
muattar |
Itırlı, kokulu. * Güzel kokulu bir lâle çiçeğinin adı. |
muattil |
Atıl bırakan. İşsiz eden. İşe yaramaz hâle getiren. |
muattila |
Boş bırakılmış. Atâlete atılmış. * Hâlık'a itikat etmeyen. (Bak: Ta'til) |
muattis |
(Ats. dan) Aksırtan, aksırtıcı. |
muattiş |
(Atş. dan) Susatan, susatıcı. |
muâvaza |
İki tarafın da ivaz vererek, anlaşarak yaptığı akit. Sayışma. Bir şeyi diğer bir şeye bedel, ivaz olarak vermek. Aslı olmadığı halde menfaat celbi için hususi bir surette müzakere ile More… |
muâvazaten |
Değiş yapma ile. İki tarafın da rızası dâhilinde değiştirme ile. * Hileli, dalavereli. |
muavede(t) |
(Avdet. den) Dönüş, geri dönme, avdet etme. * Adet edinme. |
muaveme |
(Ağaç) bir sene meyve verip, bir sene vermeme. * Bir seneliğine tutma. |
muavenat |
(Muâvenet. C.) Muâvenetler, yardım etmeler. |
muavenet |
Yardımcılık. Yardım. Teâvün. |
muavid |
Geri dönen, avdet eden. |
muavin |
Yardımcı. Yardım eden. Vekil. * Mekteblerde ve resmi dairelerde müdürden sonra gelen idare memuru. |
muaviye |
Tilki eniği. |
muavvak |
(Avk. dan) Ta'vik edilip geriye bırakılmış iş. |
muavvec |
(İvec. den) Eğik, eğri, eğilmiş. |
muavvez |
Gerdanlık. Nazarlık. Nüsha geçirilecek yer. * Evin etrafındaki mer'a. |
muavvik |
Ta'vik eden. Geriye bırakan. Oyalanan. |
muavvizat |
(Bak: Felak) |
muayede |
(Îd. den) Bayramlaşmak. |
muayene |
Zâhir ve âşikâre olmak, görünmek, belli olmak. * Gözden geçirme, yoklama, kontrol etmek. |
muayenehane |
f. Hekimlerin, hastaları muayene ettikleri yer. |
muayere |
Ayarlama. |
muayeşe |
Beraberce hoşça geçinme. |
muayin |
(Ayn. dan) Kat'i ve kesin olarak belli olan. Görülmüş olan. |
muayyeb |
(C.: Muayyebât) (Ayb. dan) Ayıplanmış. |
muayyebat |
(Muayyeb. C.) Ayıp ve iğrenç şeyler. |
muayyen |
Görülmüş olan, kat'i olarak belli olan, belli, ölçülü, tayin ve tesbit olunmuş, karalaştırılmış. |
muayyin |
(Ayn. dan) Tâyin eden, belirten, belirtici. |
muazade |
Yardım etme. |
muazale |
Bir sözün mânasını başka sözle bağlayıp kelâmı arka arkaya getirme. * Kafiyeyi ayrılmıyacak şekilde mâkabliyle bağlama. * Sözde kelimeleri tekrarla kullanma. |
muazere |
İnadlaşmak. * Yardımlaşmak. * Birbirinden kaçmak. * Ekin kuvvetlenmek. ◊ Ma'zeret, özür dileme. |
muazid |
Yardım eden. |
muazzam |
Büyük, iri, cesim, mükerrem, mübeccel, koskoca. |
muazzamât |
Büyük ve ağır işler. Muazzam şeyler. |
muazzeb |
Eziyet çeken, azap içinde bulunan. Sıkıntıda kalan. |
muazzef |
Nefsin arzularını terkeden, zühd sâhibi. |
muazzel |
Ayıplanmış, ta'zil edilmiş. Azarlanmış, paylanmış. |
muazzez |
Çok aziz. Muhterem. Çok sevgili, kıymettâr, izzetlendirilmiş. |
muazzezen |
İzzet ve ikram ile, ikram olunarak, ağırlanarak. |
muazzi |
Sabredici. |
muazzib |
Ta'zib edin, azapla eziyet veren. |
muazzir |
(Özür. den) Ta'zir eden, sahte özür süren. |
mubadil |
(Bak: Mübâdil) |
mubah |
(İbâhe. den) İşlenmesinde sevab ve günah olmayan şey. |
mubahase |
(Bak: Mübâhese) |
mubahat |
(Mubah. C.) Mübahlar. Günahı, sevabı olmayan, işlemesi ne haram, ne de helâl olan şeyler. |
mubahhal |
Cimri, tamahkâr, pinti. |
mubahhar |
Tütsülenmiş. * Buhar hâline gelmiş, buharlanmış. |
mubarek |
(Bak: Mübârek) |
mubareze |
(Bak: Mübâreze) |
mubasara |
Görme yarışına çıkma. İki kişinin, 'hangimiz evvel görüyor' diye bir yere bakması. |
mubaşeret |
(Bak: Mübâşeret) |
mubassir |
Gözetici, bekleyici, bakıcı. * Eskiden gümrüklerde muhafaza memuru ve mektebte talebenin inzibatına bakan memur. |
mubataşa |
İki kişi elleriyle birbirlerini kucaklamağa çalışma. |
mubattin |
Kin tutan, hased eden. * Karnı zayıf ve içine çökük olan. |
mubemu |
f. Tel tel, kıl kıl. Birer birer. İnceden inceye, çok dikkatle. |
mubend |
f. Saç bağı. |
mubid |
Zerdüşt. Mecusi din adamı. * Tedbirli, akıllı adam. |
mubik |
(C.: Mubikat) Helâk edici. * İsyan. * Büyük günah. |
mubikat |
(Vebk. den) Helâk edici şeyler. Mühlik. |
mubsir |
Görücü, gösterici, görünen, bilici, bildirici, vazıh ve âşikâr. * Mantık. Kelâm ve seyrin mutediline denir. |
mubsirât |
(Mubsır. C.) Görünenler, görünen âlem. |
mubtal |
İptal edilmiş. |
mubtil |
İptal eden. |
muceb |
İcâb etmiş, lâzım gelmiş. Bir söz veya emrin icâb ettiği şey, netice. * Büyük bir memurun, kendisine sunulan evrakı tasdik için ettiği işaret. |
mucer |
(Ecr. den) Kiraya verilmiş olan şey. |
mucez |
(İcaz. dan) İcaz yoluyla. Muhtasar ve mücmel bir tarzda. Kısaca. |
mucî |
(Vecâ. dan) Acıtan, ağrıtan. |
muci' |
(Vecâ'. dan) Elem ve acı veren. |
mucib |
(Mucibe) İcâb eden, lâzım gelen. * Bir şeyin peydâ olmasına vesile ve sebep olan. Gereken. Gerektiren, lâzım gelen. |
mucîb |
(Cevab. dan) İcabet eden, uyan. Kendisinden istenilen iş ve suali cevaplandıran. |
mucibat |
(Mucib. C.) Sebepler. |
mucid |
Yeni bir şey icad eden, meydana getiren, bulan. * Yaratan. Yoktan var eden. |
muçine |
f. Cımbız. |
mucir |
(Ecir. den) İcar eden, kiraya veren. (Bak: Mücir) |
muciz |
Kısa. Muhtasar. Özlü. Az sözün çok mânâ ifâde edeni. |
mucîz |
İcâzet veren, izin veren. |
muda' |
Fık: Emâneten kendine bir şey bırakılan kimse. * Serkeş ve oynak olmayıp, mazlum ve sâkin olan at. |
mudarebat |
(Mudarabe. C.) Mudarebeler, döğüşmeler, vuruşmalar. |
mudarebe |
(Darb. dan) Döğüşme, vuruşma. * Bir taraftan sermaye diğer taraftan emek ile kurulan ticaret şirketi. |
mudarib |
(Darb. dan) Döğüşen. Birbirlerine vuran. |
mudcer |
(Ducret. den) Sıkıntılı olan. Sıkılmış. |
mudcir |
(Ducret. den) Sıkıntı veren, sıkan, gamlandıran. |
mudga |
Et parçası, bir çiğnem et. |
mudhak |
Kendisine gülünen. Soytarı. Gülünç hâle düşen. |
mudhik |
Güldürücü, güldüren, maskaralık ederek halkı güldüren. |
mudhikât |
(Mudhike. C.) (Dıhk. den) Gülünecek şeyler. Mudhikeler. |
mudhike |
Gülünç şey, gülünecek hâl. Komedya. |
mudî |
Işık verici, parlak ve ruşen olan. |
mudi' |
Fık: Malının muhâfazasını başkasına emânet ve havâle eden. |
mudîk |
(Bak: Muzîk) |
mudill |
İdlâl edici, yoldan çıkaran, eğri yola teşvik edici. |
mudille |
(Dalâlet. den) Baştan çıkaran, azdıran, doğru yoldan saptıran. |
mudiyyen |
Giderek, geçerek. |
mufad |
(Bak: Müfad) |
mufadala |
(Bak: Mufâzala) |
mufaddel |
Faziletlendirilmiş, diğerlerinden ayrıca fazilet itibarıyla temayüz etmiş, yükselmiş. |
mufaddil |
Faziletlendiren, iyilik eden ve nimet veren. |
mufaddilîn |
Faziletliler. Yüksek ve büyük zatlar. |
mufahham |
Büyüklük kazanmış, kerem sahibi, itibarlı, azim, büyük. ◊ (Fahm. dan) Kömürleşmiş, kömür halini almış. |
mufarakat |
Ayrılık, ayrılmak. |
mufarrit |
(Fart. dan) Kusur yapan, eksik işleyen. Aşırı giden. |
mufasala |
Ayrılma. |
mufassal |
Tafsilli, tafsilâtlı, izahlı. Geniş mâlumatlı, kısımlara ayrılıp anlatılmış. |
mufassalan |
Geniş, izahlı olarak. Tafsilâtlıca. Kısımlara ayrılıp anlatılmış olan. |
mufassil |
Kısımlara ayrılan, fasıl fasıl ayıran, adalet eden. |
mufavvaz |
Yapılması ısmarlanmış. |
mufavviz |
Bir kimseye bir vazifeyi veren. Yapmasını ısmarlıyan. |
mufaz |
Çok, bol. Bereketli, feyizli. |
mufazala |
Fazilet ve meziyetle birbiri ile yarışma. |
mufazzal |
(Fazl. dan) Başkalarına üstün tutulmuş. Tafdil edilmiş. |
mufazzaz |
Gümüş kaplamalı, gümüşlü. |
mufazzih |
Rezil eden. |
mufî |
İfa eden, ödeyen, yerine getiren. |
mufsih |
Fesâhetle ve düzgün olarak konuşan. |
muftir |
(Fıtr. dan) Oruç açan, iftar eden. |
mug |
(C.: Mugan) Mecusi. Ateşperest. Ateşe tapan. Zerdüşt dininde olan. |
mug-beçegân |
(Mugbeçe. C.) f. Mecusi çocukları. * Meyhâne çırakları. |
mug-kede |
f. Meyhane. * Ateşe tapanların ibadethanesi. |
mugabber |
Tozlu nesne. |
mugabene |
(Gabn. dan) İki taraf birbirini aldatma. |
mugabese |
Karıştırmak. |
mugaddî |
(Mugazzi) Gıdalı, besleyici, gıdası çok, faydalı. |
mugadere |
(Mugaderet) Bırakmak, salıvermek. |
mugafaza |
Ansızdan tutmak. |
mugalaka |
Diğerleri karışmayarak iki kişinin atlarıyla yarışması. |
mugalata |
(Galat. dan) Karşısındakini yanıltmak için söz söylemek. Doğruya benzer yanlış sözler. Safsata. Hatalı ve yanlış söz. Demagoji. * Man: Vehimlerden terekküb eden kıyastır. |
mugalatat |
(Mugalata. C.) Safsatalar. Demagojiler. Mugalâtalar. |
mugalaza |
Düşmanlık, husumet, adâvet. |
mugalebe |
Üstün olmağa, galib gelmeyeğe çalışmak. Birisine galib gelmek. |
mugalgal |
Haber. |
mugallat(a) |
(Galat. dan) Yanlış telâffuz edilmiş. |
mugalleb |
Defâlarca mağlup olan kişi. |
mugallî |
(Galeyân. dan) İyice kaynatılmış. * Ihlamur, papatya gibi çiçeklerin kaynatılmış suyu. |
mugamere |
(Ga, uzun okunur) Nefsini zorluğa ve şiddete zorlama. |
mugamese |
Suya daldırışmak, birbirini suya daldırmak. |
mugameze |
Birini göz işaretiyle zemmetme. |
mugamir |
Nefsini tehlikeye koyan kişi. |
mugammed |
(Gamd. dan) Örtülü, kılıflı. Kınına konmuş. |
mugammer |
İşten anlamıyan bön kimse. |
mugan |
(Mug. C.) f. Mecusiler, ateşe tapanlar. Zerdüştler. |
mugane |
Ateşe tapan mecusilerin âyini. |
mugannî |
Nağmeli ve çeşitli sesle okuyan, ahenkle okuyucu. * Hoş sesle öten. |
muganniye |
Şarkıcı kadın. |
mugar |
Düşman üzerine hücum etmek. |
mugarrak |
(Gark. dan) Suya daldırılmış. * Gümüşle süslü. |
mugarrid |
Pek güzel öten kuş. * Yüksek sesle nefse hoş gelen şarkılar söyliyen. |
mugas |
Yaban narının kökü. |
mugasmer |
Kaba dokunmuş kötü bez. |
mugassas |
Kalıba dökülmüş. |
mugaşşî |
(Gaşy. den) Bayıltıcı, bayıltan. |
mugattî |
Perdelenmiş, örtülmüş. Üstü örtülü. |
mugavele |
Bir kimseyi azdırıp yoldan çıkarmak. * Helâk etmek. |
mugavere |
Yağma, çapul. |
mugayebe |
Kaybolma. * Bir kimseyi arkasından zemmetme. Gıybet etme. |
mugayeret |
(Gayr. den) Aykırılık. Uymazlık. Başka türlü olma. |
mugayir |
Aykırı. Uymaz. Zıd. Başka türlü. |
mugaylan |
Çölde yetişen bir nevi dikenli çalı. Deve dikeni. |
mugaylangâh |
f. Dünya. |
mugaylanzar |
f. Dünya. * Deve dikeni biten yer, dikenlik. |
mugayyeb |
(C.: Mugayyebât) (Gayb. dan) Kayıp. Kaybedilmiş. |
mugayyebat |
(Magibât) Zâhir duygularla bilinmeyen, bizce gaip olan, bilinmeyen şeyler. |
mugayyebe |
Gizli şey. Görünmeyen ve saklı olan nesne. |
mugayyer |
(Gayr. dan) Değiştirilmiş, başkalaştırılmış. Tağyir edilmiş. |
mugayyir |
Tağyir eden, değiştiren. |
mugazane |
Gözün yanlarında olan büklüm. |
mugazebe |
Karşılıklı olarak birbirini kızdırıp gazaba getirme. |
mugazele |
(Ga, uzun okunur) Aşıkane şakalaşma, lâtifeleşme. |
mugazib |
Gadap etmek, kızmak, hiddetlenmek. |
mugbeçe |
(C.: Mugbeçegân) f. Meyhaneci çırağı. * Mecusi çocuğu. |
mugber |
(Gubar. dan) Gücenmiş, darılmış, küskün. * Tozlanmış, tozlu. |
mugbir |
Gücenmiş. İğbirar sahibi. * Toz koparan. |
mugf |
Uyuyan. |
mugfel |
(Guful. den) Aldatılmış, iğfâl olunmuş. Kandırılmış. |
mugfil |
Aldatan, iğfal eden. |
mugidd |
Gadap edici, kızgın, hiddetlenici. |
mugîs |
Yardım eden, yardıma koşan. Medet edici. Muin. |
mugişş |
Birisini fenalığa bırakan, aldatan. |
muglak |
(Galak. den) Kapalı, kilitli. * Anlaşılmaz, çapraşık söz. |
muğlakat |
(Muğlak. C.) Kapalı ve anlaşılması zor olan şeyler. |
muğlakiyyet |
Muğlak olma hali. Anlaşılmazlık. |
mugliyy |
Kaynamış çiçek, papatya veya ıhlamur suyu. |
mugnat |
İhtiyaç. |
mugnî |
Def'edici, kovan. * Zengin eden, müstağni kılan. * Doyuran gönlünü tok eden. |
mugrak |
(Gark. dan) Batmış veya batırılmış (suya). Gark edilmiş. |
mugre |
Bulanıklık. |
mugrem |
Âşık, tutkun. |
mugremun |
Ağır borca uğratılmış olanlar. |
mugrib |
Anka kuşu. |
mugrîl |
şişmiş maktul. |
mugşa |
(Gaşy. den) Bürünmüş, örtülmüş. |
mugtab |
Gıybet söyleyici, gıybet eden. |
mugtanem |
Ganimet olarak alınmış olan, alınan. |
mugtasib |
Gasb eden, zorla alan. |
mugtebit |
Gıbta olunmuş, hâli iyi olan kimse. |
mugtedî |
(Gıda. dan) Gıda alan, gıdalanan. Beslenen. |
mugtelim |
Hırs ve şehveti çok olan. |
mugtemiz |
Gammazlıyan. |
mugtenem |
(Ganimet. den) Ganimet olarak alınmış. |
mugtenim |
Ganimet olarak alan. Bedava alan. Ganimet bilen. |
mugterib |
(Gurub. dan) Batan, gurub eden. * Gurub. * (Gurbet. den) Gurbete giden. Gurbete çıkan. |
mugterif |
Elini daldırarak avucuyla su alan. |
mugterik |
Batan, suda boğulan, garkolan. |
mugtesil |
(Gusl. den) Yıkanan, gusleden. |
mugve |
(C: Mugveyât) Canavarı düşürüp yakalamak için kazıp ağzını örttükleri kuyu. |
mugzib |
(Gazab. dan) Gazaba getiren, kızdıran. |
muhab |
Kendisinden ürkülüp korkulan. |
muhaba |
Korku, perva, havf, çekingenlik. |
muhabbet |
Sevgi, sevme. * Sohbet. Ruhun, kendisinden lezzet duyduğu şeye meyletmesi. |
muhabbetdarane |
Muhabbete yakışır şekilde. |
muhabbetkâr |
Muhabbetli, sevgi gösteren. |
muhabbetname |
f. Sevgisini bildiren yazılı kâğıt. Aşkını bildiren yazı. |
muhaberat |
Muhabereler. Haberleşmeler. Haberleşme yapan dâireler. |
muhabere |
Haberleşme. Karşılıklı birbirine haber verme. |
muhabere memuru |
Telgrafçı. |
muhabir |
Haber veren, haberci. * Gazeteye havadis gönderen kimse. |
muhacat |
(Hecv. den) Birbirini hicvetme. Karşılıklı olarak birbirlerini yerme. ◊ Bilmece hususunda birbiriyle zekâ yarışına çıkma. |
muhacce |
(Hüccet. den) İddiâ edip münakaşa ederek deliller ve hüccetler gösterme. İsbatlar gösterme. |
muhacceb |
Perdelenmiş, tecrid edilmiş. Perde ile ayrılmış. |
muhaccel |
Ayağı sekili, beyazlı at. * Gerdeğe konulmuş. |
muhaccil |
(Haclet. den) Utandıran, tahcil eden. |
muhacemat |
Hücumlar, üşüşmeler. Her taraftan ve birden hücum etmeler. |
muhaceme |
Hücum etme, saldırma. |
muhacerat |
Göç etmeler, hicretler. Muhacirlik. |
muhacere |
Birbirini men'etmek, birbirine engel olmak. |
muhaceret |
(Hicret. den) Hicret etme, göç etme, göçme. |
muhacet |
(Hecv. den) Karşılıklı olarak birbirini hicvetme, yerme. |
muhaceze |
Fısıldamak. |
muhacim |
Hücum eden, saldıran. |
muhacimîn |
(Muhâcim. C.) Hücum edip saldıranlar, üşüşenler. |
muhacir |
Göç eden, bir memleketten kalkıp, başka bir yere yerleşen. * Mc: Allah'ın yasak ettiğinden uzaklaşan. |
muhacirîn |
Göç edenler, hicret edenler. İslâmiyetin ilk zuhurunda İslâm olanlardan Mekke'den Medine'ye hicret eden sahâbeler. (Bak: Ensar) |
muhadaa(t) |
(Had'. dan) Aldatma, hile yapma, oyun etme. |
muhadat |
Hediyeleşmek. Karşılıklı olarak hediyeler vermek. |
muhadda' |
Aldana aldana bilgi ve tecrübe sâhibi olan. |
muhaddab |
Boyanmış. |
muhaddar |
Yeşil renkle boyanmış. Rengi yeşil yapılmış. |
muhadde |
(Hadde. den) Bilenmiş. * Sınırlanmış, belirlenmiş, hudutlandırılmış. ◊ Muhâlefet, uyuşmazlık. |
muhaddeb |
Kamburlu, tümsekli, üstü yumru olan. Dürbin camı gibi yumru olan. |
muhadded |
Sınırı belirtilmiş olan. Sınırlanmış, tahdid edilmiş. ◊ Eti buruşmuş olan. |
muhadder |
(Muhaddere) Kapalı, örtülü. * Nâmuslu müslüman kadını. |
muhaddes |
Haber verilmiş. Tahdis olunmuş, şükranla bildirlimiş. Sadık-ül hads olan kimse. * Her zan, tahmine feraseti isabetli olan. * Nakil ve rivayet edilmiş olan. |
muhaddid |
Keskinleştirici, bileyici. * Sınırlıyan, sınırını tâyin eden. Tahdid eden. Hududlandıran. |
muhaddir |
Şişiren, kabartan. |
muhaddir(e) |
Uyuşturucu ilâç. |
muhaddirat |
(Muhaddire. C.) Uyuşturucu ilâçlar. |
muhaddis |
Hadis ilminin bir çok usul ve füruunu bilen zât. Peygamber Efendimizin (A.S.M.) hâl ve sözlerini bize nakleden ve hadis ilminin mütehassısı. |
muhaddiş |
Kulağı tırmalıyan. Tahdiş eden. |
muhaddisîn |
Hadis ilmiyle uğraşan eskiden gelmiş büyük ve kâmil zâtlar. Peygamberimizin (A.S.M.) sözünü işiterek bildirenler. (Bak: Hâfız) |
muhadea |
Aldatmak, hilecilik, oyun etmek. |
muhademe |
Hizmet etmek. |
muhadenet |
Yakın ahbablık, samimiyet. Dostluk. ◊ Barışma. * Veda etme. |
muhadere |
Sür'at etmek. |
muhadese |
(Hadis. den) Konuşma. Birbirine hikâye söyleme. |
muhadeşe |
Tırmalama. Sıkıntı ve zahmet verme. |
muhadi' |
(Had'. dan) Aldatan, kandıran. Hile eden, oyun yapan. |
muhadiane |
f. Aldatarak, hile yaparak. |
muhadiş |
Zahmet, ıztırab ve sıkıntı verici. Tırmalayıcı. |
muhafaza |
Zarar ve ziyandan sakınıp korumak. * Himâye ve hıfzetmek. Gözetlemek. * Bir şeye devamlı olmak. |
muhafazakâr |
f. Koruyucu. * Dinî amel ve işlere muhabbet eden. Dinî inanışında sağlam olan ve değiştirmeden muhafaza eden yüksek ve sâdık insan. |
muhafazat |
Muhafızlık, koruyuculuk. |
muhafete |
Söyleme, yavaş okuma. |
muhaffef |
Hafiflendirilmiş, hafif edilmiş olan. |
muhaffif |
(Hıffet. den) Hafifleten, hafifletici. |
muhafiz |
Muhafaza eden. Değiştirmeyen. Saklayan. Koruyan. Bekçi. |
muhafizîn |
(Muhafız. C.) Muhafızlar, bekçiler. Bir yeri koruyup bekleyen kimseler. |
muhaha |
Kemikten çıkan nesne. |
muhak |
(Mahâk - Mihâk) Her arabi ayın son üç gecesi. |
muhakat |
Müşabehet eylemek. Bir kimseyi taklid etmek. * Birbirine hikâye söylemek. ◊ Bir kimseyi ahmak yerine koyma. |
muhakemat |
(Muhakeme. C.) Muhakemeler. |
muhakeme |
(C.: Muhakemât) (Hüküm. den) Dava için iki tarafın mahkemeye baş vurması. * İki tarafın mahkemeye baş vurması. * İki tarafı dinleyip hüküm vermek. * Düşünmek. * Zihinde inceleme yapmak. * More… |
muhakî |
Benzeyen, benzer olan. |
muhakka |
Çekişme. * Hak iddia etme. |
muhakkak(a) |
(Hakk. dan) Hakikatı ve gerçeği belli olmuş. Tahkik edilmiş. Doğru. * Mutlaka ne olursa olsun. |
muhakkar |
Hakir görülen. Hakarete uğramış. |
muhakkik |
Hakikatı araştırıp bulan. İç yüzüne inceliyerek vakıf olan. * Hakikat âlimi. Hakikatlara hakkı ile vakıf ve ehl-i tahkik olan büyük İslâm âlimi. |
muhakkikane |
f. Gerçeği ve hakikatı araştıran bir kimseye yakışır surette. Muhakkik olan bir insana yakışacak şekilde. |
muhakkikîn |
Hakikatı bulup meydana çıkaranlar. * İç yüzünü araştırıp bulan büyük İslâm âlimleri ve velileri. Hakikat araştıran, hak âlimleri. |
muhakkir |
Hakir gören, zelil ve hor gören. |
muhakkirâne |
f. Tahkir edercesine. Hakarette bulunurcasına. |
muhal |
İmkânsız, vukuu mümkün olmayan. Bâtıl, boş söz. * Hurâfe olan nazariye. |
muhalaa |
(Muhâlaat) Birbirlerinden resmen ayrılma (karı-koca.) |
muhalat |
(Muhal. C.) Mümkün olmayanlar. Muhaller. Muhal ve bâtıl olan şeyler. |
muhalata |
(Halt. dan) Karışma, güzel uyuşma, anlaşma. |
muhalatât |
Güzel anlaşmalar, karışmalar, uyuşmalar. |
muhale |
Dostluk, sadâkat. |
muhalebe |
Beraberce süt sağmak. |
muhalefet |
Kabulsüzlük. Karşı durma. Uyuşmazlık. Zıt gitmek. Zıddiyet. Muvafık olmamak. |
muhalese |
Bir şeyi alıp kaçmak. |
muhaleset |
(Hulus. dan) Birbirlerine iyi muamele etme. Birbirleriyle dostça geçinme. |
muhalhil |
Havayı hafifleten. |
muhalib |
Süt sağan. * Devrin hayır ve şerli işlerini tecrübe eden. |
muhalif |
Uymayan. Birbirine benzemiyen. Birbirine zıt olan. * Başka şekilde düşünen. * Karşı duran. ◊ Yardımcı. |
muhalifîn |
Muhalif olanlar. Muhalifler. |
muhalla |
Tahliye olunmuş. Boşaltılmış. * Serbest bırakılmış. ◊ Süslenmiş. Süs yapılmış. |
muhallak |
Tıraş olmuş. * Hacıların Mina'da tıraş oldukları yer. |
muhallasa |
Mevruz otu denilen bir nevi ot. |
muhalleb |
Nakışı ve güzelliği çok olan elbise. * Cam. * Aldanmış. |
muhalled |
(Huld. dan) Ebedî. Dâimî. Bâki. Sürekli olarak kalan. |
muhalledat |
(Muhalled. C.) Dâimî olarak kalacak şeyler. * şâheserler. |
muhalledîn |
(Muhalled. C.) Sürekli ve dâimî olarak kalan şeyler. |
muhalledûn |
Bâki ve dâimî olanlar. * Dâimî surette Cennet'te kalacak olanlar. |
muhallef |
Bir ölünün bıraktığı mal. * Geride kalan. |
muhallefat |
(Muhallefe. C.) Ölen bir kimsenin bıraktığı şeyler. Metrukât. |
muhallefe |
Ölen bir adamın dul kalan karısı. |
muhalles |
Kurtarılmış. Tahlis olunmuş. |
muhallî |
Süslendiren, yaldızlayan. ◊ Boşaltan. Tahliye eden. |
muhallid |
(Huld. den) Ebedîleştiren. Devamlı, sürekli ve ebedî kılan. |
muhallik |
Tıraş eden. * Tıraş olan. |
muhallil |
(Hall. den) Eriten. Analiz yapan, tahlil eden. * Fık: Üç talakla boşanan ve iddetini bitiren bir kadınla evlenen erkek. (Karıyı boşayan birinci kocaya: Muhallelün leh denir.) * Tıb: Şişlere, More… |
muhallim |
Halim selim eden. Yavaş kılan. (Öfkeli birisini) yumuşatan. |
muhallis |
(Halâs. dan) Kurtaran, halâs kılan, tahlis eden. |
muhallit |
(Halt. dan) Karıştıran, tahlit eden. |
muhalün aleyh |
Fık: Havaleyi ödeyecek kimse. Üzerine havale yapılan şahıs. |
muhalün bih |
Fık: Birine havale olunan mal. |
muhalün leh |
Lehine gönderilen' Alacaklı olan kişi. |
muhamat |
Korumak. * Avukatlık etmek. * Birinden birşeyi def etmek. |
muhamere |
Karışmak. * Gizlemek. |
muhamese |
Fısıldaşma. |
muhamî |
Avukat. * Himaye eden. |
muhammat |
Kızdırılmış nesne. |
muhammed |
Pek çok tekrar tekrar övülmüş, medhedilmiş meâlinde bir isim olup ilk olarak Peygamberimize (A.S.M.) verilmiştir. |
muhammed suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 47. Suresi olup Kıtal Suresi de denir. Medine-i Münevvere'de nâzil olmuştur. |
muhammedî |
Hz. Muhammed'e (A.S.M.) mensub olan. Müslüman. |
muhammediyyun |
Müslümanlar. Hz. Muhammed'in (A.S.M.) ümmetinden olanlar. |
muhammen |
(Hamn. den) Tahmin edilen. Ortalama olarak bir değer kabul edilen. Sanılan. |
muhammer |
(Himâr. dan) Kendine eşek denilmiş. Eşeğe benzetilmiş. Tahmir olunmuş. ◊ (Hamr. dan) Mayalanmmış, ekşiyip kabarmış. * Yoğurulmuş. |
muhammere |
Başı beyaz, cesedi siyah olan koyun. * Örtülmüş nesne. |
muhammes |
Beşli. Beş katlı. Tahmis edilmiş. * Edb: Her bendi beş mısrâlı olan manzume. * Birbiri ardından gelen ve kapalı olarak uç uca eklenmiş beş kenarın meydana getirebileceği çeşitli şekillerden More… |
muhammez |
(Hamz. dan) Oksitlenmiş, paslanmış. |
muhammin |
Tahmin eden, sanan, karar veren, değer biçen kimse. Eksper. |
muhammir |
(Hamr. dan) Tahmir eden. Mayalayan. Ekşitip kabartan. Yoğuran. ◊ Kızdırıcı ilâç. |
muhammis |
Mısır, kahve gibi şeyleri kavuran veya kavurarak satan kimse. * Tava. |
muhan |
Kendine ihanet olunmuş. * Alçak kimse. |
muhanna |
Çarpık, bükük, eğri. * Kınalanmış. |
muhannes |
Kadınlaşmış erkek. Alçak tabiatlı. * Korkak. Nâmerd. Kalleş. |
muhannet |
Mumyalanmış, tahnit edilmiş. |
muhannit |
Mumyalayan, tahnit eden. |
muharebat |
(Muhârebe. C.) (Harb. den) Harpler, muhârebeler. Harbetmeler, savaşmalar. |
muharebe |
(C.: Muharebât) Harbetmek. Karşılıklı cenk. Cidal. |
muharece |
Parmaklarıyla hesap edip taksim etmek. |
muharede |
Men'etmek, engel olmak. |
muharef |
Fakir. |
muhareşe |
Kışkırtma, halkı birbirine düşürme. |
muharese(t) |
(Hirâset. den) Muhâfaza, koruma. |
muhareze |
Saklamak. |
muharib |
Harbeden. Cenkci. Cengâver. * Cesur. Atılgan. Kahraman. * İyi harbeden. Harb usullerini iyi bilen. |
muharibeyn |
İki savaşçı, iki cengâver, iki muhârib. |
muharrak |
(Harik. den) Yakışmış, yanmış. Tahrik olunmuş. |
muharrece |
Boynunda tasması olan köpek. |
muharref |
(Harf. den) Tahrif edilmiş. Değiştirilmiş. kalem karıştırılmış. Bozuk. İfsâd ederek tahrib edilmiş. |
muharrefat |
(Muharref. C.) Tahrif edilmiş ve değiştirilmiş şeyler. |
muharrem |
Arabi ayların başı, birincisi. * Haram edilmiş olan. * Bu muharrem ayında Müslümanlıktan evvel Arablar arasında muharebe yasaktı. Bundan dolayı bu isim verilmiştir. * Haram kılınmış, tahrim More… |
muharremât |
Haramlar. Haram edilen şeyler. Dinimizce helâl olmayan şeyler. |
muharrer |
Tahrir olunmuş. * Yazılmış. Yazılı.Muharrer. İyice azadlanmış, tam hürriyetine kavuşturulmuş demektir. |
muharrerât |
Yazılı şeyler. Yazılmış kâğıtlar. Mektuplar. |
muharrib |
Tahrib eden. Harâb eden. Yıkan. Bozan. Perişan eden. |
muharribîn |
(Muharrib. C.) Yıkıp yok edenler. Harab edenler. |
muharric |
(Bak: Tahric) |
muharrif |
Tahrif eden. Bozan. Silen. Hilecilik yapan. |
muharrik |
(Hark. dan) Tahrik eden, çok yakan. * Çok susatan, çok harâret veren. * Yakıp yıkan. ◊ Harekete getiren. Hareket veren. Tahrik eden. Teşvik eden. Ayaklandıran. |
muharrike |
Hareket veren duygu. |
muharrir |
Yazan. Tahrir eden. Kâtib. Kitab te'lif eden. Gazetede yazı yazan. |
muharrirîn |
(Muharrir. C.) Muharirler, yazarlar. Eser sâhipleri, müellifler. |
muharris |
Hırslandıran. Tamah ve hırsı artıran. |
muharriş |
Tırmalayan, azdıran, tahriş eden. |
muharrisâne |
f. Hırslandırırcasına. |
muharrit |
İshâl verici bir ilâç. |
muharriz |
Kışkırtan. Teşvik ve tahriz eden. |
muhaş |
Yanmış nesne. |
muhasama |
(Muhasamet) (C.: Muhâsamât) Muhalefet. İki taraf arasındaki düşmanlık. Birbiri ile çekişmek. Birbirine husumet etmek. |
muhasamat |
(Muhasama. C.) Düşmanlık. İki taraf arasındaki husumet. |
muhasamet |
(Bak: Muhasama) |
muhasara |
Bir kişinin, diğer kimsenin elini tutup yürümesi veya ellerini birbirinin kuşağına sokup yürümeleri. ◊ Etraftan çevirmek. Kuşatmak. Düşmanı etraftan sarmak. Abluka etmek. |
muhasebat |
(Muhasebe. C.) Hesap işleri, hesap görme işleri. Hesap dâireleri. |
muhasebe |
Hesablaşmak. Hesab görmek. Hesab işi ile uğraşmak. Hesab işini gören resmi makam. |
muhasede |
(Hased. den) Birbirini çekememe, hased etme, kıskanma. |
muhasib |
Hesab eden. Hesap işi ile uğraşan. Muhasib. |
muhasim |
Düşmanlık eden. Düşman olan taraflardan biri. Hasım olan. Birbirini dâva edenlerden her biri. Karşı tarafı tutan. |
muhasimeyn |
Bir dâvâ veya çekişmede birbirine karşı olan iki kimse. |
muhasimîn |
(Muhasım. C.) Düşmanlar, muhasımlar. |
muhasir |
(C.: Muhasırîn- Muhasırûn) (Hasr. dan) Etrafının kuşatıp saran. Muhasara eden. |
muhasirîn |
(Muhâsır. C.) Muhasara edenler, etrafını kuşatanlar. |
muhasirûn |
(Muhasırîn) Düşmanı etraftan kuşatanlar. Muhasara edenler. |
muhaşşa |
Hâşiye yazılmış. Tahşiye olunmuş. |
muhassal |
Netice. Husule gelen. Tahsil olunan. Hâsıl olmuş bulunan. Toplanılmış, cem'olunmuş. Hülâsa. Sözün kısası. |
muhassala |
(Husul. den) Elde edilen netice, hâsıl olan sonuç. * Fiz: Bileşke. |
muhassan |
(Hısn. dan) Kuvvetlendirilmiş, istihkâmlandırılmış. |
muhassas |
Birine âid kılınmış. Tahsis edilmiş. Has kılınmış. Ayrılmış. Tâyin edilmiş. |
muhassasat |
(Muhassas. C.) Devlet bütçesinden, devlet dâireleri için ayrılan para. * Bir kimseye verilmiş olan maaş veya tayın. |
muhaşşem |
Sarhoş, mest. |
muhassenat |
(Muhassene. C.) Üstünlük sebepleri. * Güzel, hayırlı ve faydalı işler. |
muhasser |
Hasret kalmış, tahsir olunmuş. |
muhaşşi |
Hâşiye yazan. Hâşiyeliyen. |
muhaşşî |
(Haşyet. den) Korkutan, ürküten. |
muhaşşi' |
Kibirli bir kimsenin kibir ve gururunu kıran. |
muhaşşid |
Tahşideden. Bir yere toplayan. |
muhassil |
Husule getiren. Hâsıl eden. Meydana getiren. ◊ Sütü çok emdiğinden hasta olan çocuk. |
muhaşşim |
Keskinliği dolayısıyla sarhoş edici şey. |
muhassin |
Kale gibi mahfuz ve sağlam kalan ve kendini haramdan koruyan. (Bak: Muhsın) ◊ (Hasen. den) Güzelleştiren, güzellik veren. |
muhaşşin |
Öfkelendiren, kızdıran. Gücendiren. |
muhassir |
Hasrette bırakan. * Mina ile Arafat arasında Muhassir vadisi. Ebrehe'yi mağlub eden Ebabil kuşlarının taş yağdırdıkları mevki. ◊ (C.: Muhassirîn) (Hasar. dan) Zarara More… |
muhassirîn |
(Muhassir. C.) Zarar ve ziyan verdirenler. Hasara uğratanlar. |
muhassis |
Tahsis eden. Has kılan. Hususileştiren. |
muhat |
İhâta olunmuş. Etrafı çevrilmiş. Etrafı kuşatılan. Bir şey içinde bulunan. ◊ Burundan akan sümük. * Sümük gibi ve yapışkan cisim. |
muhatab |
Söyleyeni dinleyen. Kendisine hitab edilen. * Gr: İkinci şahıs. |
muhataba |
Birbirine söz söyleme, hitabetme. * Mc: Çekişme. |
muhatabat |
(Muhâtaba. C.) Konuşmalar. |
muhatara |
Tehlike. Korkulacak hâle tutulmak. * Zarar. Ziyan. Korku. * Tehlike ve zarar ihtimali olan. |
muhatarat |
(Muhatara. C.) Zararlar, ziyanlar, hasarlar. * Korkular. Tehlikeler. |
muhatib |
(Hutbe. den) Birine söz söyliyen. Hitâbeden. |
muhattat |
(Hatt. dan) Çizilmiş, resmi yapılmış. |
muhattata |
İstasyon. |
muhattit |
(Hatt. dan) Çizen, resmini yapan. |
muhavele |
İsteme, taleb etme. Bir şeyi yapmaya girişme. |
muhaverat |
(Muhavere. C.) Konuşmalar. Muhâvereler. Karşılıklı görüşüp konuşmalar. |
muhavere |
(C.: Muhaverat) Konuşma. Görüşerek konuşma. |
muhaveze |
Muhalefet, uyuşmazlık. |
muhavvef |
Korkulu. Korkutulmuş. |
muhavvel |
Hâvâle edilmiş. Ismarlanmış. Tebdil ve tağyir edilmiş. Değiştirilmiş. Bırakılmış. |
muhavven |
Hâinleşen. Tahvin edilen. |
muhavvet |
Etrafına sur ve duvar çekilmiş yer. |
muhavvic |
Muhtaç edici. |
muhavvif |
Korkutan. Korkutucu. |
muhavvifâne |
f. Dehşetlice. Korkutucu bir vaziyette. Korkutmak suretiyle. |
muhavvil |
Başka hâle koyan. Değiştiren. Tahvil eden. |
muhavvile |
(Havl. den) Fiz: Elektrik cereyanını, akımını başka hâle koyan. Transformatör. |
muhavvit |
Duvar çeken, tahvit eden. |
muhaya |
Bölünemiyen bir şeyi nöbetleşe ve sıra ile kullanma. |
muhayee |
Pay edilmesi ve bölünmesi mümkün olmayan bir şeyi sıra ile nöbetleşe kullanma. |
muhayene |
Belirli bir zaman için kiralama. |
muhayya |
Yüz, vech. |
muhayyeb |
Yoksun bırakılmış, mahrum kılınmış. |
muhayyeben |
Mahrum ederek. Yoksun bırakarak. |
muhayyel |
Tahayyül edilmiş. Hayâl olarak düşünülmüş. Zihinde tasarlanmış. |
muhayyelat |
(Muhayyele. C.) Hayâl edilmiş olan şeyler. Muhayyel olan şeyler. |
muhayyem |
(Hayme. den) Çadırı kurulmuş ordugâh. * Kurulmuş çadır. * Çadırda yatan insan. Kamp yeri. |
muhayyemgâh |
f. Ordu çadırlarının kurulduğu yer. Ordugâh. |
muhayyer |
(Hayr. dan) Seçilmesi serbest olan. Seçmece. Beğenmece. |
muhayyib |
Yoksun bırakan, mahrum kılan. |
muhayyibâne |
f. Mahrum ve yoksun bırakırcasına. |
muhayyil |
Tahayyül eden. Hayal kuran. Zihinde olmayacak şeyleri düşünen. |
muhayyile |
Kuvve-i hayâliye. Hayâl kurma merkezi. Zihinde bulunan hayal kuvveti. |
muhayyir |
İlmî şeyler arasında seçim yaparak beğenmeyi serbest eden. Muhayyer kılan. ◊ Hayret veren. Hayrette bırakan. Şaşkınlık veren. |
muhazah |
Mukabele olmak, karşılık olmak. |
muhazane |
Çocuklara şaşırtıp sevindirecek şeyler söylemek. |
muhazara |
(C.: Muhazarât) (Huzur. dan) Hatırda tutulan şeyler. * Tarihi ve edebi fıkra ve hikâyeler anlatma. * Konferans verme. ◊ Yemiş olmadan henüz ham iken satmak. |
muhazarât |
(Muhazara. C.) Akılda tutulan faydalı bilgiler veya hikâyeler. |
muhazat |
Aynı hizâda bulunmak, karşı durmak, karşı olmak. ◊ Yüz yüze gelme, karşılaşma. |
muhazele |
Hakirlik, aşağılık, rezillik. |
muhazere |
Birbirini korkutmak. * İhtiraz etmek. * Uyanık olmak. |
muhazî |
(Hiza. dan) Birbirinin karşısında ve bir hizada bulunan. Paralel. |
muhazreb |
Katı bükülmüş ip. |
muhazza |
Birbirini tahrik edip bir işe kandırmak. |
muhazzab |
Boyanmış, tahzib olunmuş. |
muhazzar |
Yeşile boyanmış. Yeşil renk ile renklendirilmiş. |
muhazzi' |
Saman ve ot kesmekte kullanılan bir çeşit ziraat makinesi. |
muhazzil |
Alçaklık ve bayağılık içinde bırakan. Tahzil eden. ◊ Korkutucu. |
muhazzilâne |
f. Alçaklık ve bayağılıkla. |
muhazzir |
Tahzir eden. Sakındıran. Çekindiren. |
muhbir |
Haber veren. Haberci. Haber toplayan. * Birisinin fenâlığını alâkadar makama haber veren. Jurnalcı. |
muhbit |
Alçak gönüllü, mütevazi. Mütezellil. |
muhcen |
Kısa boylu ve suyu az olan bir bitki çeşidi. |
muhda' (mihda') |
Kiler. |
muhdar |
(Muhzar) Hazırlanmış. * Amellerinin sâhifelerini müşâhede etmiş olarak. |
muhdec |
İçine esvap koydukları küçük ev, kiler. * Azâsı noksan olan. |
muhdes |
İhdas edilmiş. Sonradan meydana gelmiş, eskiden olmayan. * İlm-i Hâlde: Şer'î temizliği gitmiş, abdest veya guslü lâzım gelmiş olan. |
muhdî |
(Bak: Mühdi) |
muhdis |
Hâdiseye sebeb olan. İhdas eden. Yeni bir şey ortaya çıkaran. |
muheyh |
Beyincik. |
muhfes |
Seri, hızlı. |
muhh |
(C.: Mihâh) İlik. * Beyin. * Cevher, madde. ◊ Yumurtanın sarısı. * Eskiyip köhne olmak. |
muhibb |
Seven. Muhabbet eden. Dost. Hayrı isteyen. |
muhibban |
f. (Muhibbin) Dostlar. Muhabbet edenler. Sevilenler. Sevgi besleyenler. Bir kimsenin taraflıları. |
muhibbane |
f. Severek. Dostça. Dosta yakışır surette. |
muhibbe |
Kadın sevgili. Kadın dost. |
muhibbî |
Muhibb ile alâkalı. * Kanuni'nin nazımda kullandığı mahlâs. |
muhîf |
(Muhife) Korkunç. Korkutucu. |
muhikk |
(Muhik) Haklı. Hakkı yerine getiren. Haklı olan. |
muhikkane |
f. Haklı olarak. Haklı olmak suretiyle. İhkak-ı hak etmek suretiyle. |
muhîl |
İhâle eden. Havâle eden. * Fık: Borcunu başkası ödemesi için havâle eden kimse. Başkasının borcuna nakleden. |
muhîlî |
Hilekârlık. Sahtekârlık. Hile. |
muhill |
(Halel. den) İhlâl eden. Bozan. Sakatlayan. Karıştıran. |
muhin |
Zayıflatan, hor ve hakir eden. İhanet eden. |
muhiş |
Korkutan, korku veren. |
muhîs |
Zindan. |
muhiss |
(Hiss. den) Hissettiren, duyuran. |
muhit |
İhata eden. Etrafını kuşatan, çeviren. * Etraf. Çevre. * Büyük deniz. Okyanus. * Mc: Büyük âlim. |
muhitat |
(Muhit. C.) Çevreler, muhitler. |
muhkem |
Sağlam. Metin. Sıkı sıkıya. Kuvvetli. Tahkim edilmiş. Sağlamlaştırılmış. * Fık: Tefsir edilenlerden daha kuvvetli olan söz. İhtimalli olmayan söz. |
muhkemat |
Muhkem olanlar. Sağlam ve kuvvetli olanlar. * İçinde hüküm bulunan ve mânası açık olanlar. |
muhkim |
Kuvvetleştiren, sağlam kılan, ihkâm eden. |
muhla |
Ot biçecek âlet, orak. * Nalbantların tırnak yonacak âleti. |
muhled |
Saçı ve sakalı geç ağaran kişi. |
muhles |
İhlâsı dâimi olan. Devâmlı hâlis olan. ◊ Orta yaşlı kimse. |
muhlevlak |
Düz kaypak nesne. |
muhlik |
(Bak: Mühlik) |
muhlis |
Hâlis olan. İhlâsı kazanmak için gayret gösteren, samimi ve itikadı doğru olan. Her hâli içten ve riyâsız olan. Katıksız. ◊ Saç ve sakalına kır düşmüş olan kimse. |
muhlisâne |
f. Hâlisâne. Samimi olarak. Dostlukla. Riyâsızlıkla. |
muhlisen |
Hâlis olarak. Muhlis olarak. |
muhmel |
Tüylü ve saçaklı nesne. |
muhmid |
Ateşin alevini bastıran. |
muhnak |
(C: Mehânik) Zayıflamış davar. |
muhnik |
(Hank. dan) Boğucu, boğan. |
muhnis |
'Yumuşak kimse; yâni şiddeti ve katılığı olmayan. Mülâyim.' ◊ Birine verdiği sözü geri alan. |
muhraza |
(C: Mehârız) Çöğen koyacak kap. |
muhrec |
(Huruc. dan) Dışarı çıkarılmış, ihrâc olunmuş. * Bir şeyin sureti çıkarılmış. |
muhrenbik |
Başını eğip tınmayan, sükut eden, susan ve fırsat bulduğu gibi fevri söyleyen kimse. |
muhrenşim |
Azametli, kibirli kimse. * Zayıf ve rengi değişmiş kişi. |
muhrenzim |
Gadaplı, hışımlı, kızgın. |
muhrez |
Kazanılmış, elde edilmiş. * Sudaki balık, av hayvanları v.s. gibi, kimsenin malı olmayıp herkesçe faydalanılan bir şeyin ele geçirilmesi. |
muhrib |
Harp gemisi. Torpidoları avlayan ve hızla giden bir nevi harp gemisi. ◊ Tahribeden. Yıkan. Muharrib. Harâb eden. |
muhribîn |
(Muhrib. C.) Muhribler. Yıkıp yok edenler. Harâb edenler. |
muhrice |
Çıkrıkçı. |
muhrik |
Yakan. Yakıcı. * Çok acıtan. İhrak eden. |
muhrik-dem |
f. Nefesi yakıcı olan. Âşık. |
muhriz |
(İhraz. dan) Elde eden, kendi payına alan, kazanan. |
muhsan |
Fık: Akıl. Büluğ. İslâmiyet. Hürriyet. Nikâh-ı sahih ile teehhül vasıflarını câmi olan kimse. |
muhsanat |
(Muhsana. C.) Muhsan olan kadınlar. |
muhsane |
Muhsan olan kadın. Temiz ve namuslu kadın. |
muhsar |
(Bak: İhsar) |
muhsî |
Sayı sayan. |
muhsin |
İhsan eden, iyilik eden. Kerim. Cömert. * Allah'ı görür gibi O'na ibadet eden. ◊ Kale gibi mahfuz ve sağlam olan. Kendini haramdan saklayan. |
muhsinîn |
(Muhsin. C.) Muhsinler. |
muhtac |
İhtiyacı olan. Akşam evinde yiyeceğini bulamayacak derecede fakir olan. Bir şey kendine lâzım olan kimse. Bir eksiğini tamamlamak isteyen. Fakir. |
muhtacîn |
(Muhtac. C.) Muhtaç kimseler. İhtiyaç sâhibleri. Fakirler, yoksullar. |
muhtaciyet |
İhtiyaç sahibi olmak. Muhtaçlık, fakirlik, sefalet, yoksulluk. |
muhtal |
(Hile. den) Hilekâr, dalavereci, hileci. ◊ Mütekebbir. Kibirli. |
muhtale |
Hileci ve dalavereci kadın. |
muhtan |
Kendisine hıyanet edilen kimse. * Hâin. Hıyanet eden. |
muhtar |
İhtiyar eden. Seçilmiş olan. * Hareketinde serbest olan. İstediğini yapmakta serbest olan. Hür. * Köyde veya şehrin mahallesinde seçimle o semtin idâre ve hükümet işlerini üzerine alan More… |
muhtariyet |
Muhtarlık. Kendi kendine hareket edebilme. İhtiyar ve iradesi kendi elinde olma. |
muhtasar |
Az. Kısa. Uzun olmayan. * Tekellüfsüz. * İhtisar edilmiş. Kısaltılmış. |
muhtasaran |
Kısa olarak. Muhtasar olarak. Kısaltılmış tarzda. |
muhtasid |
(Hasad. dan) Ekinci, çiftçi. İhtisâd eden, ekin biçen. |
muhtasim |
Düşmanlık yapan. Adavet eden. Husumet eden. |
muhtasira |
Kısaltma. Hülâsa. |
muhtass |
(C: Muhtassin) (Husus. dan) Bir şeye veya bir kimseye ait olan. |
muhtassan |
Ençok, bilhassa. Daha ziyâde. |
muhtassîn |
(Muhtass. C.) (Husus. dan) Bir şeye mahsus olanlar, bir kimseye ait olan şeyler. |
muhtatib |
Nikâhla isteyen. |
muhtatif |
Göz kamaştıran. * Kapıp götüren. |
muhtazar |
Hazırlanmış. * Ölüme hazır. |
muhtazi' |
Boyun eğen. Tevâzu yapan. Alçak gönüllülük gösteren. |
muhtaziâne |
f. Alçak gönüllülükle. Tevâzu ve mahviyetle. Boyun eğerek. |
muhtazib |
Renklenen, boyanan. |
muhtazir |
Can çekişen. |
muhtazirane |
Can çekişiyormuşcasına. |
muhteba |
'Dizlerini yere dikip ellerini dizlerine kavuşturup oturan; dizlerini iple bağlayıp oturan kimse.' |
muhteber |
Tecrübe ve imtihan eden, deneyen. |
muhtebes |
(Habs.den) Hapsedilmiş. |
muhtebil |
Delirmiş olan. |
muhtebir |
Yoklayan, deneyen, tecrübe eden. * Sağlam haberi olan. İyice bilen. |
muhtebirâne |
f. Yoklar ve denercesine. Tecrübe eder tarzda. |
muhtebis |
Zorla alan. |
muhtebit |
Gece vakti dilenen. |
muhtecib |
Hicablanmış. Perdeli. Örtülü. Örtülmüş. Saklanan. Gizlenen. |
muhted |
(Hadd. dan) Hiddetlenmiş, kızmış. * Keskin. Keskinleşmiş. |
muhtedi' |
Hilekâr. Dolandırıcı. |
muhtediâne |
f. Hile ve dalaverecilikle. |
muhtefî |
Gizlenen. Saklı, gizli. * İftira eden. |
muhtefid |
Seri kesici olan. |
muhtekir |
İhtikâr yapan. Vurguncu, ihtiyaç mallarını kıymeti artsın da satayım diye saklayan. Halkın zararına çalışarak malı saklayan. (Bak: İhtikâr) ◊ Hakir ve hor gören. Aşağı ve adi More… |
muhtekirâne |
f. Vurgunculukla, ihtikârcılıkla. |
muhtekirîn |
(Muhtekir. C.) İhtikâr edenler. Vurguncular. |
muhtelef |
Uyuşmamış. Birbirine uymamış. İhtilâf olunmuş. |
muhteli' |
Kocasından boşanan kadın. İhtilâ eden kadın. |
muhtelib |
Hilekâr, aldatıcı, hile yapan, dalavereci. |
muhtelic |
(Halecân. dan) (Kendi elinde olmıyarak) titreyen. |
muhtelif(e) |
Çeşitli. Bir türlü olmayan. Birbirine uymayan. |
muhtelik |
Yalancı. Yalan uyduran. ◊ Tıraş eden. |
muhtelim |
İhtilâm olmuş. |
muhtelis |
Beylik maldan çalan. Çalıp çırpan. |
muhtelisâne |
f. Çalarcasına. Çalıp çırparcasına. |
muhtelit |
Karışmış. Karışık. Karma. |
muhtell |
Bozuk. Berbâd. Karışmış. İşgal ve ihlâl edilmiş. * İntizamsız. Nizamsız olmuş. * Fakir kimse. * Çok susuz kalmış olan. |
muhtemel |
(Haml. den) Olabilir. Mümkün. Ümid edilir. Kabil. Me'mul. |
muhtemelat |
(Muhtemel. C.) Olabilir ve umulur şeyler. İhtimâl dahilindeki şeyler. |
muhtemer |
Mayalandıran. Ekşiyip kabartan. |
muhtemî |
Perhiz yapan. İhtima eden. |
muhtemir |
(Hamr. dan) Mayalanan. Mayalanarak ekşiyip kabaran. * Örtü ile örtünen. Yaşmaklanan. |
muhtenik |
(Hank. dan) Nefes alamayıp boğulan. Boğuk. Boğulmuş. |
muhter |
Yol, tarik. |
muhtera' |
İcad edilmiş. İhtira' olunmuş. Uydurulmuş. |
muhteraat |
Yeni icad edilmişler. Yeniden meydana çıkarılmış olanlar. İhtira' olunmuşlar. |
muhterem |
Hürmet görmüş. İhtiram olunmuş. Kıymetli ve şerefli kimse. |
muhteri' |
Misli görülmedik bir şey icâd eden. İcâd eden. Yeni bir şey bulan. Yeni bir şey meydana getiren. * Uydurma şeyler ortaya atan. Müfteri. |
muhteriâne |
f. Yeni bir şeyler icad ederek. Yenilikler ortaya koyarak. * İftirada bulunarak. |
muhterib |
(C.: Muhteribin) (Harb. den) Savaşan, harbeden, muhârib. |
muhteribîn |
(Muhterib. C.) Harbedenler, savaşanlar, muhâribler. |
muhterif(e) |
(Hiref. den) Sanatkârlar. İş sâhibleri. |
muhterik |
Ateşle yanmış olan. Yanan. |
muhteris |
İhtiras sahibi. Çok fazla hırslı istiyen. ◊ (Muhteriz) Sakınan. Çekinen. Çekingen. |
muhteriz |
Sakınan. Çekinen. Çekingen. |
muhterizâne |
f. Sakınarak, çekinerek. Çekine çekine. |
muhteşem |
Büyük, debdebeli, tantanalı. * Etraflı ve taraftarlarının çokluğu ile büyük. |
muhteşi' |
Kendini aşağı gören. |
muhtesib |
(Hisab. dan) Belediye işlerine bakan memur. * Kanundan ziyâde idâri ve örfi işler için karar veren. İhtisâb ağası. (Bak: İhtisab) |
muhteşid |
Biriken, toplanan. |
muhtetib |
(Hatab. dan) Koruluk, orman, meşelik. * Odun toplıyan. |
muhtetim |
Sona erdiren. Hitâma vardıran. |
muhtetin |
Sünnet olmuş. |
muhteva |
Bir şeyin içindekiler. Kaplanan, içine alınan. İçindeki şey. |
muhtevî |
İhtivâ eden. Bir yere toplayan. İçine alan. Kaplayan. |
muhteviyyât |
İçindekiler. Kapladığı şeyler. |
muhtezen |
Biriktirilip ambar veya hazineye konmuş. |
muhtezin |
Kederli, hüzünlü, mahzun, mükedder. |
muhtezir |
Sakınan, çekinen. (Bak: Muhteriz) |
muhtî |
Hatâ işleyen. Günahkâr. Hatâlı. * Hatâya düşürten. Yanıltan. |
muhtir |
(Hatır. dan) Hatıra getiren, hatırlatan. |
muhtira |
Hatırlatmak veya hatırlamak için yazılan tezkere. |
muhvil |
Bir yaş tamamlamış. |
muhyem |
(C: Mehâyim) İkâmet yeri, oturma yeri. |
muhyî |
Maddî mânevî hayat veren, dirilten, canlandıran, can ve ruh veren mânalarında olup, Cenab-ı Hakk'ın bir ismidir.(Ehl-i dünya küfür ve dalâlet karanlığında mânen ölü gibi iken Resul-i More… |
muhzar |
İnce belli. Beli ince olan. |
muhzin |
(Hüzn. den) Hüzün verici. Acıklandırıcı. Kederlendirici. |
muhzir |
(Huzur. dan) Eskiden şeriat mahkemelerinde mübâşir hizmetini gören kimse. Alâkalı kimseleri mahkemeye çağırmaya memur kişi. |
muîd |
Yardımcı. Mubassır. * Dersi iade eden, tekrar ettiren. Muallim yardımcısı. * Geri çevirtici. * Bir şeyi âdet edinmiş olan. * Tecrübeli. Hâzık. * Güçlü. Kuvvetli. * Arslan. * Gazâ ve cihad More… |
muidd |
Hazırlayıcı. Amâde edici. * İâde eden. * Sayan. |
muîl |
Evlâd ü iyâli, yâni çoluk çocuğu çok olan kimse. |
muill |
Hasta eden. |
muîn |
Yardımcı. Muâvin. İane eden. |
muîr |
Ödünç olarak veren. Borç veren. Karz-ı hasen tarzında veren. |
muizz |
İzzet ve ikram eden. Ağırlayan. Aziz ve şerif eyleyen. |
muje |
f. Musibet, belâ. * Keder, gam, tasa, hüzün. |
mujik |
(Rusça) Rus köylüsüne verilen isim. |
muk |
Göz pınarı. * Akılsızlık. * Kanatlı karınca. * Mest üzerine giyilen çizme. ◊ f. Diken. |
muk'abe |
Kadeh gibi çukur göbek. |
muk'ad |
Kötürüm. |
muka |
Islık çalmak. |
muka'ar |
(Ka'r. dan) Oyuk, çukur, çökük. |
muka'ariyet |
Çukurluk, oyukluk. |
mukabbeb |
(Kubbe. den) Kubbeli. |
mukabbel |
(Kabl. dan) Öpülmüş, takbil edilmiş. |
mukabbil |
(C.: Mukabbilîn) Öpen, takbil eden. |
mukabbilîn |
(Mukabbil. C.) Öpenler, takbil edenler. |
mukabbiz |
(Kabz. dan) Sıkan, daraltan. |
mukabede |
şiddet ve zahmet vermek. |
mukabele |
Karşılık, karşılamak. * Mücadele. * Karşılaştırmak. Karşılıklı yapılan iş, karşılıklı yapılan okuma. * Camide Kur'ân-ı Kerimi okuyup halka dinletmek.* Yüz yüze olmak. * Düşmanın More… |
mukâbele |
'Hapsetmek. * Sonraya bırakmak, tehir etmek. * Meşveret etmek, danışmak. * Bir kimsenin evi yanında bir ev satıldığında; 'başka kimse satın alsın, ben ondan şüf'a yolu ile More… |
mukabil |
Karşılık olan. Karşı taraf. İvaz, bedel, karşılığı. |
mukad |
Ağır yüklü. |
mukadded |
Parçalanmış. |
mukaddem |
Zaman ve mekân cihetiyle daha evvel olan. * Askerin ön tarafına sevkedilen karakol. * Değerli, üstün. * Küçükten büyüğe sunulan, takdim edilen. |
mukaddema |
Önce. Evvelce. Eskiden. Bundan evvel. |
mukaddemat |
(Mukaddeme. C..) Başlangıçlar. Mebde'ler. İleride bulunanlar. |
mukaddeme |
İlk söz. Başlangıç. * Önde gelen. Medhal. Giriş. * Man: İki kaziyeden ibaret olan sözün evvelki kaziyesi. |
mukadder |
Tâyin olunmuş. * Kısmet. Kader. Miktarı tâyin ve takdir olunmuş olan. * Kazâ. * Kıymeti biçilmiş. * Beğenilmiş. * Yazılmış olan. * Edb: Yazılı olmayıp da sözün gelişinden anlaşılan. |
mukadderat |
(Mukadder. C.) Kader. Ölçü ve miktarı tâyin olunan şeyler. Alın yazısı. (Bak: Kader) |
mukaddes |
(Kuds. den) Takdis edilmiş olan. Temiz ve pâk. Noksan ve kusurdan müberra ve uzak olan. Her çeşit noksan, ayıp ve kusurlardan münezzeh ve uzak olan. Kudsi. |
mukaddesât |
(Mukaddes. C.) Kudsi olanlar. Mukaddes olanlar. |
mukaddim |
(Kıdem. den) Takdim eden. Sunan. Öne, ileriye geçiren. Öne koyan. * Cür'etli çeri kimse. * Gözün pınarı, ('mukdim-ül ayn' da derler.) |
mukaddimat |
(Mukaddime. C.) Mukaddimeler. İlk gelenler. İlk sözler. |
mukaddime |
Evvel gelen. Öne geçen. Her şeyin evveli. * Bir kitapta asıl maksada başlamadan evvel kitapda olan bahisler hakkında ve kitabın muhteviyatına dâir yazılan makale, önsöz. * Alın. Nâsiye. More… |
mukaddir |
Takdir eden. Bütün mahlukatın ve her şeyin esaslarını tanzim ve takdir edip sıralayan. Allah (C.C.). Bir şeyin kıymetini biçen, takdir eden. Beğenen. |
mukaddirâne |
f. Takdir edercesine, kıymetini bilircesine, kıymetine göre sıralarcasına. Mukaddire yakışır hâlde. |
mukaddirîn |
(Mukaddir. C.) Kıymet ve paha biçenler. Takdir edenler. |
mukaffa |
Kafiyeli, kafiyelenmiş. Birbirini tâkib eden. |
mukaffel |
(Kufl. den) Kilitlenmiş, kilitli. |
mukaffî |
Resul-i Ekremin (A.S.M.) bir ismidir. |
mukahhir |
(Kahr. dan) Kahreden, tahkir eden, yok eden. |
mukalkal |
Kararsız. * Şarap, hamr. |
mukalkale |
şişe. Sürahi. |
mukalled |
(Kald. dan) Boynuna gerdanlık takılmış. * Padişah tarafından nişan takılan kimse. * (Taklid. den) Taklid edilen. Örnek tutulan. Misal alınan. |
mukallef |
Kalafatlanmış, taklif edilmiş. |
mukallib |
(Kalb. den) Başka tavra geçiren. Başka hâle değiştiren. Bir başka tarafa döndüren. |
mukallid |
Benzemeye veya benzetmeğe çalışan. Taklid eden. * Bir şeyi boynuna takan, asan. * Kuşatan. |
mukallidâne |
f. Benzetmeğe, taklide özenircesine. Taklid edercesine. Benzemeğe çalışırcasına. |
mukallidîn |
(Mukallid. C.) Taklidçiler. Örnek ve misâl alanlar. * Takınanlar. Boyuna takanlar. |
mukallis |
Ağaç oynatıcı. |
mukam |
Durduracak mekân. İkamet mevzii. * Durmak, ikamet. |
mukame |
İkamet, oturma. * İkamet yeri, vatan. * Ümmet. |
mukameha |
Başını yukarı kaldırmak. |
mukamere |
Kumar oynama. |
mukamik |
Sözü boğazı içinden söyleyen. |
mukamir |
Kumarbaz. Kumar oynatan. |
mukanat |
Karıştırmak. |
mukanfez |
Üzeri yumuşak dikenlerle örtülü olan hayvan. Kirpi. |
mukanna' |
Peçeli. |
mukannen |
(Kanun. dan) Muntazam. Tertibli. * Kanun ile vâcib ve mukarrer olan. * Zaman ve miktarı hiç şaşmayan. Tertibe dahil olarak kararlaşmış olan. |
mukannibe |
Gelin süsleyen kadın. |
mukannin |
Kanun yapan. İntizama koyan. Kanun tertib ve ihdas edici olan. |
mukannit |
Yer altından kanalla su akıtan kişi. * Muti kimse, itaat eden, emre boyun eğen kişi. |
mukantar(a) |
(Kantara. dan) Kemer şeklinde olan köprü. * Birbiri üstüne yığılmış çok şey. * Muhkem. |
mukantarat |
(Mukantara. C.) Köprüler. Kemer şeklinde olan yapılar. |
mukaraa |
(Kur'a. dan) Ad çekişme. Karşılıklı kur'a çekme. * Kılınç kullanarak döğüşmek. Cenkte, muharebede kahramanların birbiriyle vuruşmaları. * Bir şeyin taksiminde atışmak. |
mukaraza |
Kazanca ortak olup zararı sermâyeye ait olmak üzere bir kimseye belirli bir miktar sermaye verme. |
mukarebet |
(Kurb. dan) Akrabalık, yakınlık. |
mukarenet |
(A, uzun okunur) Yakınlık. Ayrılmayıp musâhebe etmek. * Bitişmek. Birleşmek. * Uygunluk. * Bir yere gelmek. |
mukarib |
Birbirine yakın ve karib olan. İyi ve kötü ortasında orta hâlli olan. |
mukarin |
Yakın olan. Bitişen. Ulaşan. Ulaşmış olan. |
mukarnes |
Kubbe biçiminde olan. * İşlemeli, nakışlı ve rengarenk olan. * Merdiven şeklinde dereceleri olan kubbe. |
mukarr |
(Karâr. dan) İkrâr olunmuş. 'Vardır, öyledir evet.' denilmiş. |
mukarre |
Göz yaşının durması. |
mukarreb |
(Kurb. dan) Yakınlaşmış. Yakınlaştırılmış. Yakın. * Büyük zât veya padişah gibi kimselere hizmette yaklaşmış olan. |
mukarrebun (mukarrebîn) |
Büyük meleklerden bir zümre. * Takva ve ubudiyyet ile evliya derecesine gelmiş, Cenab-ı Hakk'ın indinde çok kıymetli ve mübarek büyük zâtlar. * Yakınlaşmış olanlar. |
mukarren |
Bağlanmış nesne. |
mukarrer |
Kararlaşmış. Takrir edilmiş. Karar verilmiş. Kat'i. Şek ve şüpheden beri olan. Muhakkak ve müsellem olan. Anlatılmış. Bildirilmiş. |
mukarrerât |
Kararlaştırılan şeyler, kararlar. |
mukarri' |
Azarlıyan, paylıyan, başa kakan. |
mukarrib |
Takrib eden. Yaklaştıran. |
mukarrih |
(C.: Mukarrihât) Yara açan ilâç. |
mukarrihat |
(Mukarrih. C.) Yara açmakta kullanılan etkili ilâçlar. |
mukarrin |
Birlikte bulunduran. |
mukarrir |
(Karar. dan) Yerleştiren. Takrir eden. Sabit kılan. * Tekrar eden. Dersi tekrar ederek anlatan müderris. |
mukarriz |
(C.: Mukarrizin) (Karz. dan) Medheden, öven. Bir eseri medheden. |
mukarrizîn |
(Mukarriz. C.) Medhedenler, övenler. Medih yollu yazı yazanlar. Bir eseri medhedenler. |
mukasat |
Zahmet ve eziyet çekme. |
mukaseme |
(Kısm. dan) Paylaşma, bölüşme, taksim etme. |
mukasim |
(Kısm. dan) Paylaşan, bölüşen, taksim eden. |
mukasmel |
Asâsı çok şiddetli olan. |
mukassa |
Kısas etmek. * Üzerlerinde olan borcu birbirine takas edişmek. |
mukassat |
(Kıst. dan) Taksitli. |
mukassatan |
Taksitli olarak, taksitle. |
mukassem |
(Kısm. dan) Ayrılmış, bölünmüş, taksim edilmiş. * Güzel yüzlü. |
mukaşşer |
(Kışr. dan) Kabuğu soyulmuş. |
mukassî |
(Kasvet. den) Kasvet verici. Sıkıntılı, kasvetli. Sıkıcı, dar. |
mukassim |
(Kısm. dan) Ayıran, bölen, taksim eden. |
mukassir |
Taksir eden, yapabilir iken yapmayıp çekinen. * Kusur işleyen. * Gücü yetmediği için yapmayan. |
mukataa |
(Kat'. dan) Kesişmek. * Ülfeti terk eylemek. * Birbirinden kesmek ve kesişmek. * Muayyen bir kira karşılığında arazinin kesime verilmesi. * Ekilen toprak için verilen muayyen vergi. More… |
mukatane |
Mukim olmak, oturmak, ikamet etmek. |
mukatelat |
(Mukatele. C.) (Katl. den) Muharebeler, savaşlar, kavgalar, dövüşler. * Vuruşmalar, düello yapmalar. |
mukatele |
(A, uzun okunur) Birbirini vurmak, öldürmek. Vuruşmak, kavga, döğüş. |
mukatil |
(Katl. den) Birbirini öldüren, birbiriyle vuruşan. Düello yapan. |
mukatilun |
(Mukatil. C.) Düşmanla muharebe eden mücâhidler. |
mukatta' |
Kesilmiş. * Parçalanmış. |
mukattaa |
(Kat'. dan) Bitişik olmayan. Kesik, ayrı. |
mukattaat |
(Mukattaa. C.) Kat' edilmiş, kesilmiş şeyler. * Kısaltmalar. * Çeşitli gazel ve kasidelerden seçilmiş beyitler. * Herbiri bir kelimeye delâlet eden harfler. |
mukattar |
(Katr. den) İnbikten geçirilmiş saf su. Taktir edilmiş. Damıtılmış su. |
mukattarat |
(Mukattar. C.) Taktir edilmiş, damıtılmış sular. |
mukavelat |
(Mukavele. C.) Mukaveleler. |
mukavelat muharriri |
Noter. Kâtib-i adl. |
mukavele |
Kavilleşmek. Karşılıklı anlaşmak. Sözleşmek. * Anlaşmada imzalanan ve karar altına alınanların yazıldığı kâğıt. |
mukavelename |
Anlaşma yazılı olan kâğıt. Mukavele yapılan kâğıt. |
mukavemet |
Karşı durmak, dayanmak. Karşı koymak. Muhalefetle kıyam etmek. |
mukavemet-şiken |
f. Mukavemeti kıran. |
mukavemet-suz |
f. Dayanmayı te'sirsiz hâle koyan. Tahammülsüzlük veren. Mukavemeti kıran. |
mukavere |
Zayıflamak. |
mukavim |
Sağlam. Dayanıklı. Mukavemet eden. Direnen. Karşı duran. |
mukavimîn |
(Mukavim. C.) Karşı koyanlar, direnenler. |
mukavva |
(Kuvvet. den) Sağlamlaştırılmış, kavileştirilmiş. |
mukavver |
Ziftle karışık veya ziftle kaplı. * Yuvarlak kesilmiş. |
mukavves |
(Kavs. den) Yay gibi bükülmüş ve eğri olan. * Kavis teşkil etmiş, bükülü. |
mukavvî |
Takviye eden. Kuvvetlendiren. Kuvvet veren. Takviye eden ilâç. |
mukavvim |
Kıvama getiren. Biçimine koyan. Tesviye ve tanzim edici. Eğriyi doğrultucu. |
mukayaza |
Trampa etme, değişme. Mübadele. |
mukayefe |
Firâset etmek. * Bir kimsenin ardınca gitmek. |
mukayesat |
(Mukayese. C.) Mukayeseler. Kıyas etmeler. |
mukayese |
(Kıyas. dan) Kıyas etme. Ölçme. Karşılaştırma. |
mukayyed |
Kayıtlı. Serbest olmayan. Sınırlı. Bağlı. * Deftere geçmiş, kaydedilmiş olan. Bağlanmış. El veya ayağında zincir, kelepçe bulunan. Mevkuf olan. * Bir işe ehemmiyet veren. İşine önem verip More… |
mukayyi |
Kay ettiren, kusturan. |
mukayyiat |
(Mukayyi. C.) Kusturucu ilâçlar. |
mukayyid |
Kayd eden. Kayıt me'muru. Kayıt takan. |
mukayyidîn |
(Mukayyid. C.) Kayıt memurları, mukayyidler. |
mukazefe |
Sövüşmek. |
mukazzez |
Heyeti hafif olan kimse. |
mukbil |
Mübârek. İkbali kutlu, mutlu. Mes'ud. Bahtiyar. |
mukbilan |
(Mukbil. C.) (Kabl. den) Mutlular, bahtiyarlar, mes'ud kimseler. |
mukbilîn |
(Mukbil. C.) (Kabl. den) Bahtiyarlar, mutlular, mes'udlar. |
mukdim |
İşine düşkün, gayret ve fedakârlıkla çalışan. Cüretli ve cesaretli olan. |
mukdimâne |
f. Gayret ve dikkatle. |
mukes'al |
İyi yonulmamış ok. |
mukhem |
Cümle arasındaki lüzumsuz ve fazla kelime. |
mukibb |
Lüzumlu olan, icab eden. |
mûkid |
Ateş yakan. |
mukîl |
Hataları, yanlışları afveden. |
mukill |
Malı az olan. Fakir. |
mukillîn |
Fakirler. Muhtaç olanlar. |
mukîm |
İkamet eden. Ayakta duran. * Okuyan. * Bir memlekette devamlı duran. * Fık: Vatanında veya vatanı sayılan bir yerde onbeş günden fazla kalan kimse. (18 saatlik uzağa gidene More… |
mûkin |
Şüphesiz ve kat'i olarak bilen. |
mûkinûn |
Yakîn sahibi olanlar. Şüphesiz ve tereddüdsüz olarak imanî ve Kur'anî hakikatlara vâkıf olanlar. (Bak: Yakin) |
mûkir |
Yemişinin çokluğundan dolayı dalları sarkmış olan ağaç. |
mukirr |
(Karâr. dan) Doğruyu ve gerçek olanı söyliyen. Kabahat veya ayıbını gizlemeden söyliyen. * Fık: Birinin, kendisinde hakkı olduğunu haber veren kimse. |
mukît |
Muhafaza eden. Hâfız. Amelleri zâyi' etmeyip koruyan. Gizliyi bilen. Gıda ve rızık veren. |
mûkiz |
(Yakaza. dan) Uyandıran, ikaz eden. * Gaflet ve dalgınlıktan kurtaran. |
mukka |
(C: Mükâyâ-Mükâki) Hicaz diyarında yaşıyan bir cins beyaz kuş. |
mukle |
(C: Mukul) Gözün karası. Göz bebeği. * Göz. * Su taksimi için kullanılan taş. |
mukmah |
Başını kaldırıp gözünü bir yere dikip duran kişi. |
mukmehun |
Elleri boyunlarına bağlı veya boyunlarından zincir takılı olarak azab çekenler. * Başı yukarı kalkmış, gözleri bir yere dikilmiş ve etrafa bakamayan somurtmuş kimseler. |
mukmir(e) |
(Kamer. den) Mehtaplı. Ay ışığıyla aydınlanmış. |
mukni' |
İkna eden. Kanaat veren. Kâfi derecede izah ve isbât eden. * Başını kaldırıp gözünü önüne dikip duran. |
muknia |
Kurbağa yavrusunun, yumurtadan çıktığı ilk hâli. |
mukraz |
(Karz. dan) Ödünç verilmiş, borç verilmiş. İkrâz olunmuş. |
mukrem |
Bir kavmin ulusu, seyyidi. |
mukri' |
Kur'an-ı Kerimi kaidelerine uygun okuyan. |
mukrib (mukreb) |
Nöbete tutulmuş at. |
mukrif |
Babası köle, anası hürre olan kimse. * Anası arabi, babası arabi olmayan deve. |
mukrin |
Birlikte. Berâber. |
mukriz |
(Karz. dan) Ödünç veren. Borçla emânet para ve sâir şeyler veren. |
muksa |
Uzaklaştırılmış. Uzak kalınmış. |
mukşa |
Kabuğu çıkarılmış. * Derisi soyulmuş. |
mukşairr |
Ürperen. |
muksem |
(Kasem. den) Yemin edilmiş, kasem edilmiş. |
muksim |
(Kasem. den) Yemin edilecek yer. * Yemin eden, kasem eden. |
muksit |
Adaletle iş gören. Haklı hareket eden. * Nefsine lâyık görmediği zararlı şeyi başkasına da münasib görmeyen. |
muksitîn |
(Muksit. C.) Haklı iş görenler. Hakkı edâ edenler. |
muktasir |
Kısa kesen, uzatmıyan. |
muktataf |
(C.: Muktatafât) (İktitaf. dan) Toplanmış, devşirilmiş. * Derleme, toplama. Derlenmiş. |
muktatafat |
(Muktataf. C.) (İktitaf. dan) Derlemeler, toplamalar. Derlenmiş şeyler. |
muktatif |
(İktitaf. dan) Derleyen, toplayan. |
mukteb |
(C: Mekâtib) Yazı talim eden kimse. |
muktebes |
İktibas olunmuş olan. Bir yerden alınan, bir kitab ve sâir yerden istifade ederek alınan. |
muktebesat |
(Muktebes. C.) (Kabs. dan) Muktebes olan şeyler. İktibas edilmiş ve faydalanmak üzere alınmış olan şeyler. |
muktebis |
(C.: Muktebisîn) (Kabs. dan) İktibas eden. Faydalanmak üzere aktaran. Birinin bilgisinden faydalanan. |
muktebisîn |
(Muktebis. C.) (Kabs. dan) Aktaranlar, iktibas edenler. Faydalanmak için alanlar. |
mukteda |
Kendisine uyulan. Önde giden. * Müçtehid. Pişivâ. Peşivâ. * Namazda kendine uyulan imam. |
muktedî |
Tâbi olan, uyan. İmama uyan. |
muktedir |
Güçlü, kuvvetli, becerikli. İşe gücü yeten. İktidarlı. |
muktedirîn |
(Muktedir. C.) İktidar sahibleri. Muktedirler, gücü yetenler. |
muktef |
Kendine uyulmuş, kendisi tâkib edilmiş' meâlinde olup, Hz. Resul-i Ekreme (A.S.M.) verilen isimlerden biridir. |
muktefa |
(Kafâ. dan) İzinden gidilmiş. Ardına düşülmüş. Misâl alınmış, örnek tutulmuş. |
muktefî |
Ardından giden. İzinden giden. İktifâ eden. Misâl alan, örnek tutan. |
muktehim |
Mülâhazasız bir işe hücum edip giren. * (Bak: İktiham) |
muktela' |
(Kal'. den) Kökünden koparılmış. Kökünden koparan. |
mukteli' |
(Kal'. den) Kökünden koparan. |
mukterih |
Bir şeye kasd eden, araştıran. * Yeniden meydana çıkaran. * Düşünmeden, aklına geldiği gibi söyleyen, iktirah eden. |
mukterin |
(İktiran. dan) Yaklaşan, yakın gelen, iktirân eden. |
mukteseb |
(Bak: Mükteseb) |
muktesid |
İktisadlı, tutumlu. Malını, ömrünü, vaktini boşuna geçirmeyen, lüzumsuz masrafta bulunmayan. (Bak: İktisad) |
muktesidan |
(Muktesid. C.) Muktesidler. Lüzumsuz masrafda bulunmayan ve vaktini boşa geçirmeyenler. İktisadlılar, tutumlular. |
muktesir |
Kısa kesen, iktisar eden. |
mukteza |
Lâzım getirilmiş. Lüzumuna binaen istenmiş. İcab eden. Lâzım gelen. (Bak: Dâll-i bi-l iktiza) |
muktezî |
(Muktazî) Lüzumlu olduğu taayyün etmiş, anlaşılmış. * İktiza eden. Gerekli. Lâzım. |
mukteziyyat |
İktiza eden şeyler. Gerekli olan ve icab eden şeyler. |
muktir |
Dar hâlli, durumu sıkıntılı. * Kocasını nafaka bakımından sıkıştıran kadın. |
mukvere |
İnce, zayıf kadın. |
mukza |
Tamamlanmış. * Lüzumlu görülmüş. |
mukza' |
Seri, hafif nesne. |
mukzî |
Gerekli görülmüş. * Hüküm ve kazâ olunmuş. * Tamamlanmış. |
mukzi' |
Fuhşiyat söyleyen, ahlâksızca şeyler konuşan. |
mulekkin |
(Bak: Mülekkın) |
muli' |
Tutkun, düşkün, ihtiraslı. |
mulif |
(Ülfet. den) Alışık, alışmış. Ülfet etmiş. |
mulim |
(Elem. den) Elem ve keder verici. |
mum |
f. Yumuşak. * Mum. |
mumahele |
Hile etmek. * Oyunla aldatmak. Hilekârlık. |
mumatele |
(Bak: Mümatala) |
mumdar |
f. Mum tutan. Işık veren. Işık tutan. |
mumîl |
Bir tarafa doğru eğen. Meylettiren. |
mumiyan |
f. Belleri ince olan güzeller. Kıl belliler. |
mumya |
f. Uzun müddet çürümemesi için ilâçlanmış ölü. İnsan ve hayvan ölüsünün kurusu. * Çok zayıf (kimse). |
mumza |
(Mazâ. dan) İmza edilmiş olan. |
munassab |
(Nasb. dan) Birbirinin üzerine tertiplenmiş olan. |
munazzaf |
(Nazif. den) Temizlenmiş, arınmış, tanzif edilmiş. |
munazzama |
Tanzim olunmuş, yoluna konulmuş olan. İntizamlı teşkilât. Nizamlı. Adaletli. |
munazzim |
Sıralayıp dizen, tanzim eden. * Nazm yazan. Vezinli, kâfiyeli, tertibli yazan. |
mundak |
Dövülüp ufalanmış. |
munfasî |
Bir şeyden ayrılıp kurtarılmış olan. |
munfasil |
İnfisal etmiş. Birbirinden ayrılmış. Yerinden ayrılmış, fasl olmuş. İşinden ayrılmış. |
munfasil zamir |
Gr: Başka kelimeye bitişik olmayan zamir. Ene, Ente: Ben, sen.. gibi. |
munfasilan |
Ayrı ayrı olarak. Ayrılmış olarak. Munfasıl tarzda. |
munfasim |
Kırılan, kırılmış olan, kırık. Eksilen. |
munfatir |
Yarılan, infitar eden. |
munfazih |
Rezil ve kepaze olmuş. |
munika |
Hoşa giden, beğenilen şey. Güzel. |
munis |
Alışılmış. Ehlileşmiş. Cana yakın. Sevimli. Ünsiyyet edilmiş. |
munise |
Hayat yoldaşı. Can yoldaşı. |
munkabiz |
Sıkıntılı. Mânevi sıkıntı. * Çekilmiş. Büzülmüş. Daralmış. Toplanmış. * Barsakları sıkışmış. Kazâ-i hâcet edemeyen. Kabız. |
munkalib |
İnkılâb eden. Dönen. Dönmüş. Başka bir şekle ve kılığa girmiş olan. Değişmiş, değişen. |
munkariz |
İnkıraz bulmuş. Batmış. Bitmiş. Son bulmuş. Mahvolmuş. Sönmüş. |
munsabb |
(Bir denize veya nehire) dökülen, karışan. |
munsabig |
(Sıbg. dan) Boyanan, insibâg eden. |
munsadi' |
Yarılmış, bölünmüş. |
munsalih |
Sulh üzere olan. Barış hâlinde olan. |
munsamî |
Dökülüp akıtılmış. |
munsarif |
(Sarf. dan) Geri dönen, çekilip giden. * Gr: Esre ve tenvin kabul eden isim. |
munsarih |
(Sarâhat. dan) Açık, meydanda, zâhir. |
munsarim |
Kesilen, kat edilen. |
munsif |
İnsaflı. Merhametli. Hakkı kabul eden. Hakka riayet eden. |
munsifâne |
İnsaflıca. İnsaflılıkla. |
muntabi' |
(Tab. dan) Yaradılışdan olan, fıtraten. * Basılmış, tab' edilmiş, damgalanmış. * Hoş görülen, güzel. |
muntabih |
(Tabh. dan) Pişmiş, pişen. |
muntabik |
İntibak eden. Birbirine uyan. Uygun. |
muntafi |
Sönmüş. Sönen. * Bastırılmış. |
muntalik |
(Talâk. dan) Salıverilmiş, bırakılmış. * Bağsız. * Kederi, hüznü ve gamı olmıyan. Sevinçli, mesrur, neşeli. |
muntamis |
Belirsiz olan. İntımâs eden. |
muntasif |
(Nısf. dan) Orta, yarı. * Yarıya varılmış, yarılanmış. |
muntasih |
(Nush. dan) Nasihat dinliyen. Öğüt dinliyen. |
muntasihâne |
f. Nasihat dinliyerek. |
muntasir |
Öç alan. İntikam alan. |
muntavî |
(Tayy. dan) Dürülmüş, dürülüp bükülmüş, devşirilmiş. |
muntavi' |
Söz dinler. Muti. |
muntazam |
Düzenli. Tertibli. İntizamlı. Düzgün sıralanmış. Her şeyin yerli yerinde olması. Derli toplu olma. |
muntazaman |
İntizamlı ve düzgün olarak. Muntazam bir tarzda. * Devamlı ve sürekli olarak. Dâima. |
muntazar |
Ümid ile gözlenen. Beklenen. Gözetilen. |
muntazir |
Bekleyen. Gözleyen. Birisinin gelmesini bekleyen. |
muntaziran |
Bekliyerek, intizâr ederek. |
muntazirâne |
f. Bekliyerek, muntazıran, intizâr ederek. |
muntazirîn |
(Muntazır. C.) Bekliyenler, gözliyenler. İntizar edenler. |
munzacir |
Yüreği sıkılmış. |
munzalim |
Kendi isteğiyle veya istemiyerek zâlimin zulmüne boyun eğen. |
munzamm |
Zamm edilen. İlâve edilen. * Ek. Üste konan, katılan. |
munzar |
Geciktirilmiş, te'hir edilmiş. Sonraya bırakılmış. |
munzic |
Hazmettirici, sindirici. * Tıb: Yara veya çıbanı cerahatlendiren. * Kemâle eren, inzâc eden. |
munzicât |
Yaranın iltihabını yok edici, irinini akıtıcı (ilâçlar). |
mur |
f. Karınca. Neml. |
mura |
Kedi sesi. Kedi miyavlaması. |
murabaa |
Yazlığa çıkmak üzere mukavele yapma. |
murabaha |
Bir malı kâr ile satmak. * Bir miktar ilâve ederek ödünç para alıp vermek. * Fâiz ile para alıp vermek. |
murabata |
Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip sebatla nöbet beklemek. * Mülâzemet etmek. * Bağlamak. |
murabba |
Terbiye görmüş. * Kaynatıp kıvama geldikten sonra dondurulmuş. * Meyve suyu tatlısı. Reçel. Ezme. |
murabbanişin |
f. Bağdaş kurup oturan. |
murabbayat |
(Murabbâ. C.) Kaynatılıp kıvamına getirildikten sonra dondurulmuş meyve suyu tatlıları. |
murabit |
Kalbini Allah'a bağlayan. * Düşmanla karşılaşılacak yerlerde gözetip nöbet bekleyen. |
murabitîn |
(Murâbıt. C.) Kalblerini Allah'a bağlayanlar. * Şeyhler, dervişler. |
murad |
İstenerek, ümid ederek beklenen. Arzu edilen şey. * Gâye. Maksad. Emel. |
murafaa |
Karşılıklı hak iddia ederek konuşmak. * Bir dâvâ için birisini hâkim huzuruna celb ettirmek. Yüzleşerek muhakeme olunmak. |
murafakat |
Beraberlik, arkadaşlık. |
murafi' |
(Ref'. den) Murâfaa eden. |
murafik |
Refakat eden, beraber bulunan, yoldaş, arkadaş. |
muragabet |
Arzu etme, dileme. |
muragib |
Rağbet eden. |
murahham |
Kısaltma. * Son harfleri veya heceleri düşürülmüş. |
murahhas |
Devlet veya herhangi bir teşekkül nâmına, salâhiyyetli olarak bir yere bir vazife ile gönderilen kimse. * Terhis edilen. İzin verilen. Tâlimat verilen kimse. |
murahhasa |
Ermeni piskoposu. |
murahhasiyet |
Murahhaslık, delegelik. |
murahhil |
(Rıhlet. den) Bir yerden diğer bir yere göçüren. Terhil eden. |
muraî |
Riayet eden. Bakıp gözeten. ◊ (Bak: Mürâi) |
murakabe |
Kontrol etmek. İnceleyip vaziyeti anlamak. Teftiş etmek. * Kendini kontrol etmek. İç âlemine bakmak. Gözetmek. * Hıfz etmek. * Beklemek. İntizar. * Dalarak kendinden geçmek. * Tas: Kendisini. |
murakasa |
(Raks. dan) Raksetme, dans. |
murakib |
Murakabe eden. Teftiş ve kontrol eden kimse. * Hıfzeden. * Allah'a (C.C.) bağlanmış olan. |
murakka' |
(Ruk'a. dan) Yamalı, yamanmış. |
murakkak |
(Rikkat. den) İnce. İncelmiş. |
murakkam |
(Rakam. dan) Yazılı, yazılmış. * Numaralanmış, numara konulmuş, sayı konulmuş. |
murakkan |
Bozulmuş, aradan çıkarılmış. |
murakkik |
'Tecvidde bir harfi ince okumağa; terkik, ince okunan harflere ise; murakkık denir ki, şunlardır. Elif, nun, şın, ra, ha, dal, yâ, se, ayın, lam, mim, kef, sin, vav, fe, te, cim, he, |
murakkim |
(Rakam. dan) Pusulanın iğnesi. |
muran |
(Mur. C.) Karıncalar. |
murane |
f. Karıncavâri, karınca gibi. |
murasade |
(Rasad. dan) Rasad etme, gözetleme. * Dikkatle bakma. |
murassa' |
Süslü. Kıymetli taşlarla süslenmiş. Sırmalı. * Birbirine yanaştırılmış. Oturtulmuş. * Edb: İki mısra veya iki fıkrası birbiri ile aynı vezin ve kafiyede olan söz veya beyit. * Bir nevi yazı. More… |
murassaat |
(Murassa'. C.) Murassâlar. Cevher ve inciler gibi şeylerle. Süslenmiş olanlar. Takdir edilip yerleştirilmiş süslü ve kıymetli şeyler. |
murassas |
Lehimlenmiş. * Kurşun veya kalayla kaplanmış. |
muravaga |
Güreşme. |
muravaza |
Bir kimseyi kahır veya hile ile iknâ etme, aldatma, kandırma. |
murazaa |
(Rızâ. dan) Emzirme. |
murçe |
f. Küçük karınca. |
murd |
f. Mersin ağacı. |
murdar |
f. Pis. Kirli. Mülevves. Temiz olmayan. * İslâmiyetin gösterdiği kaidelere uygun olmıyarak kesilmiş hayvan. |
murdia |
Süt emziren. Süt anası. |
muris |
Getiren. Veren. Kazandıran. * Fık: Miras bırakan. |
murtabit |
Bağlı. İrtibatlı. Birbirine bitişik. Ekli. |
murtad |
(Bak: Mürted) |
murtaz |
Alıştırılmış, tâlimli hayvan. |
murtazi' |
(Rızâ. dan) Süt emen, irtiza eden. |
murteza |
Beğenilmiş. Seçilmiş. Makbul. Rağbet gören. Beğenilen. * Hz. Ali'nin (R.A.) bir lâkabı. |
murzi' |
(Rızâ. dan) Çocuk emziren. |
murzia |
(Rızâ. dan) Çocuğa süt emziren. Meme veren. Sütnine. Bebeğe süt vermek üzere para ile tutulmuş kadın. |
mus |
Bıçak. |
mus'a |
(C: Musu) Böğürtlen otunun meyvesi. * Bir kuşun adı. |
mus'ab |
Aygır at. * Her nesnenin erkeği. |
musa |
Vasiyet olunan mal. * Menfaat. |
musa bih |
Vasiyyet olunan şey. |
musaara |
Büyüklük taslayarak birisinin yüzüne bakmayıp başını çevirmek. |
musab |
Kendine bir şey isabet eden. Hasta. Musibetzede. Musibete uğrayan. ◊ Sevab kazanmış olan. Ameline karşılık ecir kazanmış olan. |
musabbag |
Boyalı, boyanmış. |
musabe |
Musibet, belâ, âfet. |
musaberet |
Karşılıklı sabır. Sabırlılık. Katlanmak. |
musabiyet |
Bir hastalığa tutulma. Bir musibete giriftar olma. |
musadakat |
(Sıdk. dan) Karşılıklı dostluk. |
musadda' |
(Sad'. dan) Başı ağrıtılmış, rahatsız edilmiş. |
musaddak |
Doğruluğu tasdik edilmiş. Sadakati ve doğruluğu tanınmış, isbat edilmiş olan. |
musaddar |
(Sudur. dan) Çıkmış, sudur etmiş. |
musadde |
Muhâlefet, uyuşmazlık, zıtlık. |
musaddi' |
Tasdi' eden. Baş ağrıtan. Rahatsız eden. |
musaddik |
Tasdik eden. İmzalayan. * Doğruluğunu kabul eden. |
musade |
Avlanan canavar. |
musadefe |
Bulmak. * Yetişmek. |
musadeka |
Dostluk. |
musademat |
Çarpışmalar. Vuruşmalar. Müsademeler. |
musademe |
İki şeyin birbiriyle çarpışması. Çarpışmak. Vuruşmak. |
musadere |
Zulüm ve cebir etmek. (Bak: Müsadere) |
musaf |
Cenk, harp. |
na |
Arabçada 'Biz' mânasına gelen zamirdir. Meselâ: Kitabünâ - 'Kitabımız' misalinde olduğu gibi, kelimenin veya fiilin sonuna eklenen bitişik zamirdir. |
na'ab |
Aceleci. Hızlı yürüyen, tez giden kişi. |
na'al |
Nalbant. Nalin yapan. |
na'ar |
Fesad ve fitneye çalışan. * Kanı kaçmış olup sâbit olmayan damar. |
na'b |
Karga veya horoz ibiği. |
na'büdü |
Biz ibadet ederiz mânâsında fiil. ( Bak: Nun-u na'büdü) |
na'c |
(C: Niâc-Neacât) Koyun. |
na'cat |
(Na'ce. C.) Dişi koyunlar. |
na'ce |
(C.: Niâc-Na'cât) Dişi koyun. * Dişi sülün. * Kadına da istiare ile söylenir. |
na'çe |
f. Yumuşak yer. |
na'f |
Sütü çok olan deve. |
na'k |
Karga avazı. * Çobanın koyuna haykırıp çağırması. |
na'l |
Nal. Ayağa giyilen tahta ayakkabı veya hayvanların ayağına çakılan demir. * Oturulacak yerlerin en aşağısı. |
na'l-bur |
f. Nal, çivi vs. satan veya yapan kimse. Nalbur. |
na'l-tiraş |
f. Ağaç ayakkabı yapan kimse. * Nalıncı. |
na'leyn |
Bir çift ayakkabı. * Bir çift nalın. |
na'lî |
Nal biçiminde olan. |
na'ma |
Rahatlık, nimet. Minnet, ihsan ve atiyye. İyi halde bulunmak. |
na'man |
Tâif yolunda Arafata çıkar bir derenin adı. |
na'me |
Derinin nazik olması. * Hoş dirlikli olmak. |
na'na |
(C.: Neâni-Ne'nâ') Nâne. * Uzun boylu adam. |
na'naa |
Irak etmek, uzaklaştırmak. * Hızlı konuşmak, tez tez söylemek. * Katı deprenmek. * Yemeğe nane koymak. |
na'r |
Çağırmak. * Haykırmak. * Burun içinden çıkan ses. * Gitmek. * Firar, kaçmak. * Galeyan. |
na'ra |
(C.: Na'rât) Yüksek sesle uzun uzun bağırma. * Tar: Eskiden yangına giderken ve dönerken kalabalık caddelerde, geçitlerde, dönemeçlerde, meydanlarda tulumbacıların içlerinden More… |
na'rat |
(Bak: Na'ra) |
na're |
Nâra. Yüksek sesle uzun uzun bağırma. Çağırma. Haykırma. * Burun içinden çıkan ses. |
na're-endâz |
f. Nâra atan. Yüksek sesle uzun uzun bağıran. |
na'rezen |
f. Nâra atan. Yüksek sesle uzun uzun bağıran. |
na's |
Uykusu gelmek. Uyku bastırmak. |
na'ş |
Kefene sarılıp tabuta konmuş ölü. * Cansız vücud. |
na'san |
Uykusu gelmiş olan adam. |
na'sel |
Erkek sırtlan. * Uzun sakallı bir kimsenin adı. |
na'sele |
Yaşlıların yürüyüşü. |
na't |
Medih ve senâ ederek, vasıflarını göstererek bir şeyi anlatmak. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâmı medhederek yazılan kaside. |
na'y |
Ölüm haberi getirmek. |
na'ye |
Birisinin öldüğünü bildiren söz. * Bir adamın zünub ve kabahatini izhar ve işaa eden söz. |
na'z |
Münteşir olmak, yayılmak. * Kıvama gelmek. |
na-aşna |
f. Bilinmeyen, yabancı. |
na-balig |
f. Henüz büluğa ermemiş, daha bâliğ olmamış. * Erişmemiş, yetişmemiş. |
na-bayeste |
f. Lüzumsuz, gereksiz. Uygun ve münasib olmıyan. |
na-beca |
f. Yersiz, uygunsuz, münasebetsiz. |
na-behencar |
f. Usulsüz, kuralsız, yolsuz, kaidesiz. |
na-behengâm |
f. Vakitsiz, mevsimsiz, zamansız. |
na-behre |
f. Azim, ulu. * Karışık. * Soysuz. |
na-bekaide |
f. Kural ve kaideye uymayan. Kaidesiz, kuralsız, nizamsız. |
na-bemahal |
f. Yerinde olmadan. Mahallinde olmayan. * Münasebetsiz. Yersiz. |
na-besî |
f. Yokluk, adem. |
na-besud |
f. El dokunulmamış, el değmemiş, yeni şey. |
na-binayî |
f. Körlük, a'mâlık. |
na-budmend |
f. Yoksul, fakir. |
na-caiz |
f. Yapılmaz, câiz değil. |
na-çar |
f. Çaresiz, elinden iş gelmeyen. Mecbur kalmış olan. |
na-çarî |
f. Çaresizlik. |
na-çespan |
f. Uygun ve yakışık olmıyan. |
na-cins |
f. Aynı cinsten olmayan. * Cinsi bozuk. |
na-çizî |
f. Naçizlik, ehemmiyetsizlik, kıymetsizlik, değersizlik. |
na-cunban |
f. Kımıldamaz. Yerinde durur. Sağlam. |
na-dan |
f. Cahil, bilmez, haddini bilmez. |
nâ-danî |
f. Terbiyesizlik, haddini bilmezlik. * Cahillik. |
nâ-danist |
(Nâ-dâniste) f. Câhil, bilmez. |
na-darî |
f. Olmamazlık, bulunmayış. |
na-daşt |
f. Hayâsız, utanmaz. |
na-demsaz |
f. Uymayan, uygun olmayan, âhenksiz. |
na-deride |
f. Delinmemiş, delik açılmamış. |
na-dide |
f. Az bulunur, çok değerli. Az görülen, görülmemiş. |
na-dürüst |
f. Doğru olmayan. Eğri. * Sağlam, dürüst ve gerçek olmayan. * Yanlış, haksız. |
na-dürüstî |
f. Gerçek olmama, doğru olmama. |
na-ehil |
f. Ehliyetsiz, beceriksiz. Ehil olmayan. |
na-endam |
f. Muntazam olmıyan. Biçimsiz, gayr-ı muntazam. |
na-endiş |
f. Uzun uzadıya düşünmeğe değmez. Açık, muhakkak. |
na-endişîde |
f. Düşünülmemiş. |
nâ-evs |
f. Manastır, kilise. |
na-fercam |
f. Asıl ve esastan âri olan, akibetsiz olan. Faydasız. |
na-gehan |
f. Birdenbire, ansızın, âniden. |
na-güşade |
f. Kapalı, açılmamış. |
na-güvar |
(Nâ-güvâre) f. Midede zor hazmolunan şey. Sindirimi zor. * Yenilmesi veya içilmesi acı olan şey. |
na-hah |
f. İstemeyerek, râzı olmayarak. Zoraki. |
na-hak |
f. Haksız, beyhude, boş. |
na-hande |
f. Câhil, ümmi, okumamış. |
na-hast |
f. İsteksiz. İstenilmemiş. İstemeden. ◊ f. Kötürüm. |
na-hemta |
f. Denk ve eşit olmayan. Müsavi olmayan. |
na-hemvar |
f. Eğri, düz olmayan. * Uymayan, mutabık gelmeyen. * Uygunsuz. |
na-hencar |
f. Doğru olmayan. |
na-hoş |
f. Hoş olmayan, hoşa gitmeyen. |
na-hoş-güvar |
f. Hazmı zor, sindirimi güç. Tatsız. |
na-hoşî |
f. Nahoşluk, fenalık, iğrençlik. Hoşa gitmemeklik. |
na-hoşnud |
f. Razı ve hoşnud olmayan. Gayr-i memnun. |
na-huda |
f. Allah'tan korkmaz. * Gemi kaptanı. |
na-insaf |
f. İnsafsız. İnsafı bulunmayan. |
na-ka'ryab |
f. Dibi bulunmayan, dipsiz. |
na-kabil |
f. Mümkün olmayan. Kabil olmayan. * Câhil, kabiliyetsiz. |
na-kabul |
f. Kabiliyetsiz, istidatsız. |
na-kâfi |
f. Kâfi olmayan. Yetersiz, kâfi değil. |
na-kâm |
f. Muradına eremeyen, tali'siz. Arzusuna kavuşamayan. |
nâ-kâmî |
f. Mahrumiyet, bahtsızlık. isteğine kavuşamama. |
na-kâre |
f. Bir işe yaramaz olan. |
na-kaste |
f. Eksiksiz, noksansız. Tamam. |
na-kerde |
f. Yapılmamış, olmamış. |
na-kes |
f. Hasis olan. * Zelil, insaniyetsiz, alçak, deni. |
na-kesâne |
f. Alçakçasına. * Cimrilik ve tamahkârlıkla. |
na-layik |
f. Lâyık olmayan. |
na-ma'dud |
f. Sayılmaz, çok. Sayısız. |
na-ma'kul |
f. Akla uygun gelmeyen. Akıl almayan. Mâkul olmıyan. |
na-ma'lum |
f. Bilinmiyen, bilinmemiş, ma'lum olmayan. |
na-ma'ruf |
f. Tanınmayan, bilinmeyen, ma'ruf olmayan. |
na-mağlub |
f. Yenilmez, mağlub edilmez. |
na-mahdud |
f. Hudutsuz, sınırsız, sonsuz. |
na-mahrem |
f. Aralarında evlenmeğe mâni olacak kadar yakınlık bulunmayan. Şer'an evlenmeğe mâni akrabalığı olmayan erkek veya kadın. * Yabancı. |
na-mahremiyet |
f. Namahremlik. |
na-mahsur |
f. Sonu olmayan, sınırlanmamış, sonsuz. |
na-makbul |
f. Makbule geçmez, kabul olmayan. Kabul edilmeyen. |
na-marzi |
f. Beğenilmeyen, arzu ve isteğe uygun olmayan. |
na-matbu |
f. Basılmamış, tab edilmemiş yazı. |
na-me'mul |
f. Umulmadık, beklenmedik anda. |
na-mefhum |
f. Anlamsız, mânasız, anlaşılmaz. |
na-mer'î |
f. Görülmez. Mer'î olmayan. |
na-merbut |
f. Rabıtasız, mânâsız, anlamsız, saçma sapan. |
na-merd |
f. Korkak. * İnsaniyetsiz, sözünde durmayan. Alçak, insanlık hislerinden habersiz. |
nâ-merdâne |
f. Namerdcesine, alçakçasına. |
nâ-merdî |
f. Namerdlik, alçaklık, zillet. * Korkaklık. |
na-mergub |
f. Beğenilmeyen, rağbet olunmayan. |
na-mes'ud |
f. Mes'ud ve mübârek olmayan. Uğursuz. |
na-mesbuk |
f. Benzeri hiç olmamış, geçmemiş. |
na-meşhud |
f. Gözle görülmemiş, şâhit olunmamış. |
na-mesmu' |
f. İşitilmeğe değmez. * İşitilmemiş, duyulmamış. |
na-meşru |
f. Meşru olmayan, şeriat harici. * Kanunsuz, uygunsuz. * Günah olan şeyler. |
na-mestur |
f. Açık, meydanda, âşikâr. * Örtülmemiş. |
na-mevzun |
f. Ahenksiz, ölçüsüz, vezinsiz, orantısız. * Edb: Vezni bozuk veya hiç olmayan manzume. |
na-meysur |
f. Ele geçirememiş. Elde edememiş. * İşi kolaylaştırılmış. |
na-mihr-ban |
f. Vefasız, sevgisiz, muhabbetsiz. |
na-mihr-banî |
f. Vefasızlık, sevgisizlik, muhabbetsizlik. |
na-mizac |
f. Keyifsiz, rahatsız, hasta. |
na-mizacî |
f. Keyifsizlik, rahatsızlık, hastalık. |
na-mübarek |
f. Uğursuz, meymenetsiz. |
na-mühezzeb |
f. Terbiye görmemiş, ıslah edilmemiş. |
na-mülayim |
f. Uygun olmayan. * Çetin, sert. |
na-münasib |
f. Münâsebetsiz, yakışıksız, uygunsuz, uygun olmayan. |
na-murad |
f. Mahrum kalan, muradına eremeyen. |
na-müsaid |
f. Elverişsiz. Müsaid olmayan. |
na-müstaid |
f. Müstaid olmayan. Olgunlaşma kabiliyeti olmayan. İstidatsız. |
na-mutasavver |
f. Hatır ve hayale gelmez. |
na-mütenahi |
f. Sonsuz, ucu bucağı olmayan. Nihâyetsiz. |
na-muvafik |
f. Muvafık gelmeyen, uygun olmayan. |
na-müvecceh |
f. Yöneltilmemiş, tevcih edilmemiş. |
na-müyesser |
f. Elden gelmeyen, müyesser olmayan. |
na-pâk |
f. Temiz olmayan, pis, kirli. |
nâ-pâkî |
f. Pislik, murdarlık. |
na-paydar |
f. Süreksiz, geçici. Sebatsız, kararsız, durmaz. |
na-perva |
f. Pervasız, korkusuz, aldırışsız, çekinmez. * Sersem. |
na-pesend |
f. Beğenilmez. |
na-peyda |
f. Görünmeyen, açıkta değil, belirsiz. |
na-pezir |
f. Olmaz, olamaz, kabul etmez. |
na-puhte |
f. Ham, çiğ, pişmemiş. * Mc: Acemi, tecrübesiz, toy. |
na-rast |
f. Eğri. Doğru olmayan. |
na-refte |
f. Gidilmemiş, geçilmemiş. Kimsenin gidip geçmediği yer. |
na-resa |
f. Yetişmemiş, ham. * Uygun ve münasib olmayan. |
na-resayî |
f. Uygunsuzluk, münasebetsizlik. * Hamlık. |
na-reşid |
f. Kemâle ermemiş, olgunlaşmamış. |
na-şad |
f. Sevinçli olmayan, mahzun, tasalı, kederli. |
na-şadî |
f. Hüzünlü ve kederli oluş, gamlılık. |
na-saf |
f. Saf ve hâlis olmayan. Saf olmayıp karışık olan. |
na-savab |
f. Doğru olmayan, yanlış. |
na-şayeste |
f. Lâyık olmayan. Lâyık değil. |
na-saz |
f. Münasebetsiz. uygunsuz, uymaz. |
na-sazî |
f. Uygunsuzluk, münasebetsizlik, uymazlık. |
na-sazkâr |
f. Uygun görmeyen, muhâlif. * Beklenmemiş, işitilmemiş. * Münâsebetsiz işle uğraşan. |
na-sazkârî |
f. Uygunsuz iş yapma, münâsebetsiz iş görme. * Zıtlık, uygunsuzluk. |
na-sencide |
f. Ölçülmemiş, tartılmamış. * İyi düşünülmemiş. * Değerlenmemiş. |
na-seza |
f. Münasib olmayan, lâyık olmayan. |
na-şikib |
f. Sabırsız. |
na-şikibâne |
f. Sabırsızlıkla. |
na-şikibânî |
f. Sabırsızlık. |
na-şikibî |
f. Sabırsızlık. |
na-şinas |
f. Bilmez, câhil. * Tanımaz olan, tanımayan. |
na-şinide |
f. Duyulmamış, işitilmemiş. |
na-sipas |
f. Nankör. Şükretmeyen. |
na-şita |
f. Sabahtan beri hiç bir şey yememiş olma. |
na-sude |
f. Dinlenmemiş, istirahat etmemiş. |
na-süfte |
f. Delinmemiş, deliksiz. |
na-şüküfte |
f. Açılmamış, taze. |
na-şüste |
f. Yıkanmamış. |
na-tamam |
f. Tamamlanmamış, bitmemiş, yarı kalmış. |
na-tamamî |
f. Eksiklik, noksanlık. |
na-tevan |
f. (Bak: Na-tuvan) |
na-tiraş |
f. Yontulmamış, tıraş olmamış, terbiye görmemiş. Ham, kaba. |
na-tuvan |
(Nâtüvân) f. İktidarsız, zayıf, halsiz, kudretsiz, çâresiz. |
na-tuvanî |
f. Güçsüzlük, zayıflık, kuvvetsizlik. |
na-ümid |
f. Ümidsiz. Ümidi kırılmış. |
na-ümidî |
f. Ümit kırıklığı, ümitsizlik, me'yusiyet. |
na-üstüvar |
f. Dayanıksız, sağlam olmıyan. * Münasebetsiz. |
na-yab |
f. Bulunmaz. * Benzeri olmaz. Nâdir. Ender. |
na-yeste |
f. Lâyık olmıyan. |
na-zad |
(Na-zade) f. Doğmamış. * Olmayacak. |
naam |
(Bak: Neam) |
naat |
(Bak: Na't) |
nab |
f. Katıksız, hâlis, saf. * Oluk. * Berrak. ◊ (C.: Enyâb) Azı dişi. * Yaşlı deve. |
nabazan |
Nabız atması, damar vurması. |
nabi |
Haber veren, haberci. * Urfa'lı kıymetli bir şâirin ismi. (Mil: 1626- 1712) ◊ Yüksek, yüce. |
nabi' |
(Nâbia) (Nebean. dan) Yerden fışkıran, kaynayan, akan. |
nabiga |
(C.: Nevabig) Şanı, şöhreti büyük adam. ulu, şerefli kimse. * Sonradan şâir olan. * Üstün zekâlı hârika ve çok fasih kimse. |
nabil |
Ok yapan. * Üstad, hâzık kimse. * Irgaç. |
nabit |
Ağaç ve nebat gibi yerden bitip büyüyen. |
nabite |
Bir kabilede yeni çıkan küçük çocuk. |
nâbiz |
Hareket eden. |
nabiz |
Atar damarın vuruşu. Şah damarının atması. Kırmızı kan damarının oynaması hali. ◊ Savaşçı, muharip, savaşan. |
nabiz-âşnâ |
f. Nabızdan anlayan. Mizaç bilen. Karşısındakinin zayıf taraflarını bilen. |
nabiz-gir |
f. Her mizaç ve tabiata göre davranıp muamele etmesini bilen. |
nâbiza |
(C.: Nevâbız) Nabız damarı. |
nabud |
(Nâ-bud) f. Mâdum, yok olan, bulunmayan. * İflas etmiş. Perişan olmuş. * Sonradan yok olan. |
nabz |
(Bak: Nabız) |
nabz-aşna |
f. Nabızdan anlayan, mizac bilen. |
nabz-gir |
f. Mizaca göre hareket etmesinden anlıyan, nabza göre davranmasını bilen. |
nabza |
Damarın bir defa atması. |
nabzî |
Damarın atmasıyla ilgili. |
nacak |
Bir ağaç sapa geçirilen, ağzı keskin, genişçe demir âlet. Balta. |
naci |
Kurtulan. Necat bulan. * (Mil: 1849-1892) Muallim Naci diye meşhur olan bir İstanbul'lu şâir. Lügat-ı Naci'yi 'Fetva' kelimesine kadar hazırlamıştır. |
naci' |
Hazmı kolay olan yiyecek. |
naci(ye) |
Kurtulmuş, necat bulmuş. Cennetlik olan. |
nacil |
Nesli kerim, şerefli olan, soyu temiz. |
nacileyn |
Ana ve baba, ecdad ve evlâd, dedeler ve babalar. |
nacir |
Ağaçlarda yaprak saplarının dibindeki filiz. |
nacis |
İyileşmez hastalık. |
naciş |
Avı ürküterek avcının tarafına kovalayan adam. |
naciye |
(C.: Nâciyât) Sür'atli deve. |
naciz |
Azı dişi. ◊ Hâzır. |
naçiz |
(Nâ-çiz) f. Çok küçük, ehemmiyetsiz şey, değersiz, hükümsüz. |
naçizane |
f. Çok ehemmiyetsiz olarak. Pek ufak olarak. |
nacu |
f. Çam ağacı. |
nacud |
f. Büyük kadeh. |
nacur |
Sırça tabak. |
nacüv |
f. Çam ağacı. |
nadar |
(Nadâret) Altun. |
nadas |
Tarlayı temizleyip otlarını kurutmak için önceden sürüp hazırlama. |
nadc |
Kıvam. Büluğa erme. Pişme. |
nadd |
Azık, rızık. |
naddahatan |
Püsküren çifte pınarlar. |
nadh |
Su serpmek, sulamak. Su içip kanmak. * Musallat olanı defetmek. * Suyun feveran etmesi, püskürmesi. |
nadi |
Nidâ eden, haykıran, çağıran. * Halkın, meşveret gibi, birşey konuşmak üzere bir yere toplanmaları. |
nadib |
Geçmiş. * Hafif adam. * Yas tutan. |
nadic |
(C.: Nevadıc) Olgunlaşmış, olmuş, kıvama gelmiş. ◊ Olgun meyve. * İyi pişmiş et. |
nadid |
Salkımları sık olan üzüm veya muz. * İçi doldurulmuş yastık, minder, şilte gibi şeyler. |
nadim |
Nedamet etmiş, pişman. |
nadimâne |
f. Pişmanlıkla, pişman olarak, nedamet duyarak. |
nadimiyet |
Pişmanlık, nedamet. |
nadir(e) |
Az bulunan. Seyrek. |
nadirât |
Az bulunan şeyler. |
nadire-perdâz |
f. Güzel söz söyleyen. |
nadire-senc |
f. Nükteli konuşan, güzel fıkralar anlatan, zarif kimse. |
nadiredân |
f. Zarif, âlim. |
nadirekâr |
f. Nâdir işler ve san'atlar yapan. |
nadiren |
Nâdir ve az olarak. Çok aralıklı. Pek az bulunur. |
nadiret |
Güzellik, parlaklık, tazelik. * Hoş ve lâtif. |
nadiye |
Sudan uzak olan hurma ağacı. |
nâf |
f. Göbek. * Mc: Orta. |
nafaka |
Yiyecek parası. Geçim için lüzumlu olan şey. * Geçindirmeğe mecbur olduğu kimselere veya çocuklarına mahkeme karariyle verilen iaşe parası. |
nafakat |
(Nafaka. C.) Nafakalar. |
nafata |
Vücutta çıkan sivilce veya kabarcık. |
nafe |
f. Derisi kürk yapımında kullanılan hayvanların postlarının karnı altındaki deri kısmı. |
nafe-riz |
f. Koku saçan. * Göbek düşüren. |
nafi |
(Nefiy. den) Giderici, yok eden, nefyeden, menfi yapan. |
nafi' |
Menfaatli. Faydalı. Yarar. Şifalı. * Esma-i Hüsnâdan bir isim. |
nafia |
İnşaat işleri. * Faydalı işler. Menfaatli olanlar. ◊ Bayındırlık işleri. |
nafic |
(C.: Nevâfic) Kaburga kemiklerinin sonu. |
nafice |
(C.: Enfice) Misk göbeği. |
nafih |
(Nefh. den) Üfürücü, üfleyici. |
nafik |
Geçer para. Geçer akçe. |
nafika |
(Nüfeka) (C.: Nevâfık) Keler yuvalarından biri. |
nafile |
Fık: Farz ve vâcibden gayrı mecburiyet olmadığı hâlde yapılan ibadet. Fazladan yapılan iş. * Menfaatli olmayan. Ziyâdeden olan. * Torun. * Ganimet malı. Bahşiş. Atiyye. |
nafir |
Nefret eden. Ürken, korkan. Sevmeyen. * Galip olan. * Öksürüp burnundan sümüğü saçılan koyun. |
nafis |
(Nefs. den) Gözü nazar değer olan kimse. * Açan ve ferahlandıran. ◊ Okuyup üfüren. |
nafiz |
İçe işleyen. Delip geçen. İçeri giren. * Sözü geçen, kendine itaat edilen. Te'sirli, nüfuzlu. ◊ Çok fazla titreten sıtma. ◊ Çok titreten. Sıtma. |
nafize |
Karından vurulup arkaya çıkmış olan yara. |
nafiziyet |
Sözü geçerlik, nâfizlik. |
nafur |
(Nâfure) Fıskıye, fevvâre. |
nagâh |
f. Birdenbire, ansızın, hemen. (Nâgeh, nâgehan, nagehâne, nagehânî) |
nagam |
(Nağme. C.) Nağmeler, âhenkler, türküler. |
nagam-kâr |
f. Nağmeler söyleyen, ezgici. |
nagam-perver |
(C.: Nagamperverân) f. Türkü söyleyen, nağmeci. Nağme seven. |
nagamât |
Nağmeler, âhenkler, güzel sesler. |
nagaşan |
Iztırab, acı. |
nagfa |
'Ceviz ağacına benzer bir ağacın adıdır ve Beyrut dağlarında olur; dut gibi yemiş verir.' |
nagiz |
Şaşırdığında başını sallayan kimse. * Kürek başında olan kıkırdak. |
nagk |
(C.: Nuguk) Karga çağırmak. |
nagl |
Çürük sahtiyan. |
nagm |
Gizli kelâm, gizli söz. |
nağme |
(C.: Nağamât) Ahenk, güzel ses, âvaz, ezgi, teganni. |
nağme-ger |
f. Türkü söyleyen, öten. |
nağme-hân |
f. Türkü söyleyen, şarkı söyleyen. |
nağme-hânî |
f. Türkü söyleyicilik, nağme söyleyicilik. |
nağme-hiz |
f. Nağme uyandıran. Türkü, şarkı söyleyen. |
nağme-keş |
f. Türkü söyleyen, şarkı söyleyen. |
nağme-perdaz |
f. Türkü söyleyen, şarkı söyleyen. |
nağme-saz |
f. Ahenkle söyleyen, terennüm eden. |
nağme-sera |
f. Türkü okuyan, şarkı söyleyen. |
nağme-zen |
f. Türkü söyleyen, şarkı söyleyen. |
nagr |
Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Kin tutmak. * Çömlek kaynamak. |
nags |
Kederli, gamlı olmak. |
nagz |
Devekuşunun erkeği. *Başını sallayıp depretmek. * Bulutun koyu ve kesif olması. ◊ f. Güzel, iyi. Göze hoş ve güzel görünen. |
nah |
f. İp, ince ip. * Tel. * Halı, kilim. ◊ f. Göbek. |
nah' |
Kesme, boğazlama. |
naha' |
Boyun kemiğindeki beyaz iliğe varana kadar kesmek. * Yemen taifesinden bir kavim. * Hâlis etmek. * Uzaklık, ıraklık. |
nahabe |
(C.: Nuhab) Geçit ağzı. * Çokluk asker. * Her nesnenin iyisi. |
nahafet |
Zayıflık, arıklık, cılızlık. ◊ Aksırma. |
naharir |
(Nihrir. C.) Bilgili, akıllı ve âlim kimseler. Fâzıl ve mâhir kişiler. |
nahaset |
Esircilik. * Canbazlık. |
nahb |
Yüksek sesle ağlama. * Önemli iş, mühim iş. Nezretmek, adamak. * Seri seyr. * Vakit, müddet. Ecel, ölüm, mevt. ◊ Çekip çıkarma. |
nahçir-gâh |
f. Av yeri. |
nahçir-gir |
f. Avcı, sayyad. |
nahçir-vân |
f. Avcı. |
nahf |
Aksırmak. Nefes almak. |
nahh |
Davar sürmek. * İplik. * Zeyli denilen döşek. * Güç seyr. * Deve çökertmek için söylenen söz. |
nahham |
Tamahkâr, cimri, hasis, pinti. * Boğazını temizlemek için fazlaca soluyup balgam çıkaran adam. |
nahhas |
Esirci, esir ticareti yapan kimse. * Hayvan alıp satan kişi. ◊ Bakırcı. |
nahhat |
Marangoz. Doğramacı. Ağaç oymacısı. Taş yontucusu. ◊ Gururlu, kibirli. |
nahi |
(Nehy. den) Nehyeden, yasak eden, önleyen. |
nahi' |
Âlim. |
nahib |
(Nehb. den) Yağma eden, talan eden, önleyen. ◊ Avaz avaz ağlamak, feryad ile ağlamak. ◊ Korkak, cebin. |
nahide |
Yeni yetişmiş kız. * Zühre (Venüs) yıldızı. |
nahif |
Sümkürdüğünde genizden gelen ses. ◊ Çelimsiz, zayıf, ince. Arık. |
nahik |
(Nehak. dan) Eşek gibi anıran, eşek sesli. |
nahika |
(C.: Nevâhik) Dudaklı hayvanların göz pınarı. |
nahil |
Hurma ağaçları, hurmalık. * Hurma ağacı. * Balmumundan yapılan ağaç, yapraklı dal ve yemiş taklidi işlere denir ki, sathı altın ve gümüş yapraklarla süslenerek, eskiden gelin giderken önünde More… |
nahile |
Huy, tabiat, mizac. |
nahir |
Çürümüş kemik. * İçine rüzgâr girip çıkmakla öten kemik. ◊ (Nahr. dan) Kesilmiş, boğazlanmış. ◊ Burundan hırıltı çıkarma. |
nahiran |
Atın göğsünde olan iki damar. |
nahire |
Ufalanmış. * Çürümüş. * Rüzgârla savrulur, yel estikçe ses verir, delik deşik olmuş kemik. ◊ Ayın birinci günü. * Ayın son gecesi. |
nahis |
Vuran, vurucu. * Devenin kuyruğunda veya göğsünde olan uyuz. ◊ Dönmekten dolayı genişlemiş olan makara deliği. ◊ Kıtlık. * Yümünsüz, uğursuz. ◊ Kıtlık yılı. |
nahise |
Koyun sütüyle karışık keçi sütü. |
nahit |
(Nahite) İnilti. |
nahiye |
Yan taraf, kenar, civar, çevre. * Küçük yer, bölge. İdari taksimatta, kazadan küçük, köyden büyük olan yerleşme merkezi. |
nahiz |
Uçmaya hazırlanmış ve kanatları bitmiş olan kuş. * Tavşancıl yavrusu. ◊ Eti çok olan. ◊ f. Pusu. |
nahizgâh |
f. Pusu yeri. |
nahl |
Bal arısı. * Bedelsiz bir şey vermek veya bedelsiz verilen şey. * Sövmek, iftira etmek. ◊ Hurma ağacı. * Gelinler için yapılan süs ağacı. * Un elemek. |
nahl suresi |
Kur'an-ı Kerim'de 16. Suredir. Mekkîdir. |
nahl-bend |
f. Ağaçları budayıp tanzim eden kişi. * Balmumundan taklid süs ağacı yapan, balmumcu. |
nahle |
Tek hurma fidanı. * Bir fidan. ◊ Bir tek arı. |
nahlistan |
f. Hurma fidanlığı, hurmalık. * Ağaçlık, fidanlık. |
nahliye |
Hurmalar. |
nahme |
Göğüsten çıkan ses. |
nahnaha |
Hırıltı ile soluma. * Öksürük. ◊ Deveyi çökertmek. |
nahnu |
Biz. |
nahr |
Boğazlamak. Bir hayvanın göğsü üstünden bıçak vurup boğaz damarını kesmek. * İki şeyin birbirine göğüs göğüse olması. * Boyun. Boğaz çukuru. * Sadır. * Gündüzün evveli. * Namazda kıyamda More… |
nahs |
Uğursuzluk, yümünsüzlük. * Bahtsız, uğursuz. ◊ Vurmak. |
nahş |
Zayıflamak. |
naht |
Ağacı yontmak suretiyle kabartma şekiller yapma san'atı. * Yontma, oyma. ◊ Sümkürmek. |
nahu |
(Kürdçe) Öyle ise şöyle ki, işte. |
nâhun |
f. Tırnak. |
nâhun-be-dendân |
f. Hayretten veya kederden dolayı parmağını ısırmış olan. |
nâhun-bürâ(y) |
f. Tırnak makası, tırnak çakısı. |
nâhun-tiraş |
f. Tırnak makası, tırnak çakısı. |
nâhunbür |
f. Tırnak makası. |
nahv |
(Nahiv) Yol, cihet. Etraf, yön. * Misâl. * Miktar. * Kasd ve azmeylemek. * Gr: Kelimelerin birbirine rabt, izafet ve amel eylemeleriyle ilgili olan kaideleri içine alan ilim. Nahiv ilmi ile More… |
nahve |
Çörek otu. |
nahvet |
Kibir, gurur. Kibirlenme, büyüklenme, böbürlenme. |
nahvetfüruş |
f. Böbürlenen, gururlanan. |
nahvî |
Nahiv ilmine ait. Arapça gramere ait. Nahiv ilmini iyice bilen. |
nahvî lisan |
Kaidelere bağlı olan çok tertibli, ince ve geniş mânâlı lisan. |
nahviyyun |
Kelime dizimi ve nahiv ilminin ehli olan âlimler. Arapça dil âlimleri, gramerciler. |
nahz |
Kemiğin etini ayıklama. ◊ Bir şeyle dürtme. |
nahza |
Et parçası. |
naî |
Kötü haber veren. |
naib |
Karga gibi çirkin sesli kuşların ötüşü. |
naib(e) |
(Nevb. den) Vekil, birinin yerine geçen. * Şeriat hâkimi olan kadı vekili. * Nöbet bekleyen. |
naice |
Yumuşak yer. |
naif |
Zayıf, cılız. |
naik |
Karga ötüşü veya horoz sesi. * Çobanın koyuna bağırması. |
naikan |
Cevzâ burcundan iki yıldız. |
nail(e) |
Muradına eren, nâil olan, ele geçiren. Erişmiş. |
nailiyet |
Ele geçirmek, murada ermek, elde etmek. |
naim |
Bolluk ve bahtiyarlık içinde yaşayış. Nizam-ü hal ve mal. * Cennet'in sekiz kısmından dördüncü tabakası. ◊ Taze, körpe. * Kılçıksız, yumuşak, kemiksiz. * Etli sebze. More… |
naimâne |
f. Uyur gibi, uyuklayarak, uyurcasına. |
naime |
Rahatlık içinde nazlı büyütülmüş kadın. * Yumuşak yapılı hayvancıklar. |
naimîn |
(Nâim. C.) Uyuyanlar, uykuda bulunanlar. |
nair |
Haykıran, nâra atan. * Uzak. Irak, baid. ◊ Parlak, parlayan. * Düşmanlık, adavet. |
naire |
(C.: Nevâir) Alev, ateş. * Hararet, sıcaklık. |
nait |
Dağ. * Hemeden kabilelerinden bir kabile. |
naiye |
Ölüm haberi götüren, kötü haber veren. |
naiz |
Kuvvetlendiren. Kaldıran. |
nak |
f. Nisbet edatı olarak kelimelere eklenir, sıfat meydana getirilir. Meselâ: Gam-nâk - Gamlı, kederli. |
nak' |
(C: Nuk'-Enku) Su saklayacak yer. * Kuyu içinde olan su. * Deve kuşu avazı. * Feryâd etmek, bağırıp çağırmak. * Susuzluğu teskin etmek, susuzluğu gidermek. * Sıcak suda haşlama. * İlâç More… |
nâka |
Dişi deve. * Bir yıldızın ismi. * Sivilce. |
naka |
(C.: Enkâ) Kumdan meydana gelmiş tepe. |
naka' |
Temiz olma. |
nakais |
(Noksan. C.) Eksiklikler. Noksanlar. |
nakaka |
Kurbağaların çağrışıp ötmeleri. * Tavuğun yumurtladığında ötüp gıdaklaması. |
nakal |
Bir yerden naklolunduğunda bâki kalan ufak taşlar. * Devenin tabanına ârız olur bir hastalık. |
nakale |
(Nâkıl. C.) Haberciler, nakledenler. |
nakarat |
(Nakra. C.) Durmadan tekrarlanan usandırıcı şeyler. * Edb: Şarkının belli yerlerinde tekrarlanan bestesi değişmeyen parça. |
nakare |
f. Davul, kös. Dümbelek. |
nakave |
Temizlik. |
nakb |
(C.: Enkâb) Delmek, delik açmak. * Girmek. * Dağ içindeki yol. |
nakba |
Tabanı aşınmış deve. |
nakd |
(C: Nukûd) Madeni para, akçe. * Bir şeyin bedelini peşinen ödemek. * Para olarak bulunan servet. * Vezin ve ayarı tamam olan para. * Bir şeye hırsızlamasına bakma. * Seçmek. * Saymak. |
nakden |
Para olarak, peşin, elden. |
nakdî |
Paraca, peşin para ile. Para ile alâkalı ve paraya müteallik. |
nakdine |
Hazır ve peşin para. * Kıymetli ve değerli mal. |
nakf |
(C: Nuküf-Enkâf) Başı dimağından yarmak. * Bakış, nazar. |
nakh |
Teftiş etmek, kontrol etmek. ◊ Başı dimağından yarmak. |
naki |
(Nakiye) Temiz, pâk. * Çok takvalı, temiz insan. * Has undan yapılmış beyaz ekmek. |
naki' |
(C.: Enkia) Kuru üzümü su içinde ıslatarak yapılan şarap. * İçinde hurma ıslatılan havuz. * Suyu çok olan kuyu. * Kandıran, kandırıcı. ◊ Tâze. * Şifâlı devâ. |
nakia |
(C.: Nekâyi') Seferden gelen kimse için hazırlanan yemek. * Yağma edilen hayvanlardan taksimattan önce boğazladıkları deve ve koyun. * Damat için hazırlanan yemek. * Ziyafet. |
nakib |
Vekil. Bir kavim veya kabilenin reisi veya vekili. Halkın hayırlısı. * En eski derviş veya dede. * Müfettiş. |
nakibe |
(C.: Nukab) Kişinin yan tarafında çıkan çıban. ◊ Akıl. Nefs. * İnsan ruhu. |
nakid |
Bir şeyin iyisini kötüsünden veya bozuğundan ayıran. * Tenkidci, ayarcı. Paranın kalbını anlayan. * Dinar, dirhem. ◊ (Bak: Nakd) |
nakif |
Kırıcı, kıran. * Bakan, nâzır. |
nakih |
(Nekahet. den) Hastalıktan yeni kurtulmuş olup henüz zayıf olan kimse. ◊ (C.: Nukuh) Tam olarak iyileşip hastalıktan kurtulmayan. |
nakihe |
Nikâhlı kadın eş. |
nakik |
Kurbağa, akrep ve tavuk sesleri. |
nakil |
İleten, taşıyan, aktaran, nakleden. * Tercüme eden. * İşittiğini anlatan. ◊ Vazgeçen, cayan, dönen. * Çekinen, kaçınan. ◊ Yol, tarik. * Bir yürüme çeşidi. ◊ Nakleden, More… |
nakile |
(C.: Nekâyil) Ayakkabıya yapılan yama. ◊ Nakleden. * Cereyan geçiren. |
nakilmeclis |
Söz taşıyan. Dedikoduculuk yapan. Gammaz. |
nakime |
Asıl, cevher. Kendi, nefis. * Nefsi mübarek olan. |
nakir |
Bir insanın hem cins ve aslı. * Gayet fakir. * Bir nevi kara sinek. * Ağzı dar olan küçük kab. * Hurma çekirdeğinin arkasındaki beyaz çukur. * Kıymetsiz şey. ◊ Nişana isabet More… |
nakis |
Noksan, eksik. Tamam olmayan. Gr: Yalnız son harfi harf-i illet olan kelime gibi. *Mat.: Eksi. Negatif. (Bak: Kâmil) ◊ Bozan, çözen, üzen veya dağıtan. * Rücu eden. Dönen. More… |
nakiş |
Parça parça ve dağınık olan eşyaların bir yerde veya bir çuval içinde toplanması. * Benzer, misil. |
nakisat |
(Nâkıs. C.) Nâkıslar. Noksanı olanlar. Eksiği bulunanlar. |
nakise |
Kusur, ayıb, eksiklik, kabahat, noksanlık. * Gıybet. |
nakisedâr |
f. Eksiği bulunan. Kusuru olan. Kusurlu. |
nakit |
Dişi keklik. |
nakiyy |
Pak, temiz, nazif. |
nakiz |
(Nakz. dan) Bozan, bozucu. |
nakiz(e) |
'(Nakz. dan) Zıt, karşı. Birbirine karşı, zıt olan şey veya iş. * Man: Bir şeyin, bir kaziyenin hükmüne, mânasına muhalif olan veya ondan başka kaziye. Bir şeyi ref'eden şey. More… |
nakiza |
Dağ içindeki yol. |
nakizeyn |
Karşılıklı iki zıt şey. |
nakka' |
Yanında olmayan şey için mübalağa yapan kimse. |
nakkab |
(Nakb. dan) Delici, delik açıcı. |
nakkad |
(Bak: Nekkad) Nakd eden. Paranın kalbını, sağlamını ayıran. * Tenkidci, bir şeyin iyisini kötüsünü ayıran. * İmam, hatib. |
nakkaf |
Temkinli kimse, iyi niyet sâhibi olan kişi. |
nakkal |
(Nakl. dan) Nakledici. * Hikâyeci. Hikâye anlatan. |
nakkar |
Müzik, çalgı. * Gagalıyan. * Ağaç, taş ve madeni eşyayı oyarak ve çukurlaştırıp kabartarak ona mücessem şekiller veren sanatkârlar. |
nakkare |
(Bak: Nakare) |
nakkaş |
Nakış yapan. Duvar nakışları yapan usta. Süsleme san'atkârı. |
nakkaşe |
Nakış yapan kadın. Nakışçı. |
nakl |
Bir şeyi başka bir yere götürmek, taşımak, yer değiştirmek. * Anlatmak, duyduğu bir şeyi başkasına hikâye etmek, rivâyet etmek. * Bir dilden başka dile çevirmek, terceme etmek. * Eski mest More… |
nakl-bend |
f. Hikâyeci. Masal uyduran. |
naklen |
Nakil yoluyla. Anlatmak veya hikâye etmek suretiyle. |
naklî |
Nakliye ile, taşıma ile ilgili. * Akla değil de nakle dayanan, yani söylenen hakikat. |
nakliyat |
Nakil işleri, taşıma işleri. * Anlatılanlardan öğrenilenler. * Nakiller. |
nakliye |
(C.: Nakliyat) Eşya taşıma işi. * Taşıma parası. |
nakm |
(Nakmet) İntikam, öç alma. Eza vererek cezalandırma. |
naknaka |
(C.: Nekanık) Kurbağanın ötmesi. Tavuğun gıdaklaması. * Ses. |
nakr |
Oymak, kazmak. Taş oymak. * Kuşun yem toplaması. * Vurmak. * Sıklık vermek. * Ağaç üstüne nakşetmek. * Tanbur çalmak. * Üflemek. * Dille ıslık çalmak. * Parmak çıtlatmak. |
nakra |
Hususi dâvet, özel dâvet. |
nakreşe |
Gizli his. |
naks |
Nakletmek. * İfsad etmek, bozmak. * Evmek. Acele etmek. * Kimseye lâkap takmak. * Ayıplamak. * Kilise çanını çalmak. Çan çalmak, çana vurmak. ◊ Eksiklik, noksan, kusur. * More… |
nakş |
Bir şeyi çeşitli renklerle boyamak. * Resim. * Tezyin etmek. * Bedene batmış dikeni çıkarmak. * Bir şeyin esasını araştırmak. * Yaymak. * Suda ıslanmış hurma. * İpekle, sırma ile işleme. * More… |
nakş-bend |
f. Kumaşların nakışlarını bağlayarak ipek tellerle tezgâhı hazırlayan. Nakış işleyen. * Ressam. |
nakş-perdaz |
f. Nakış yapan ressam. |
nakş-perdazî |
f. Ressamlık. |
nakş-tiraz |
f. Süslü işlemeler. |
nakt |
Çıkarmak. |
nakur |
'Sur gibi ağızla üflenerek çalınan boruya denir. Nakr; vurmak ve didiklemek mânalarına geldiği gibi, boru çalmak mânasına da gelir. ' |
nakus |
Kiliselerde asılı bir vaziyette durup belirli vakitlerde çalınan çan. Kilisenin büyük çanı. |
nakvet |
Bir şeyin seçkini. NAKZ: Bozmak. Çözmek. Kırmak. * Bir sözleşmeyi yok saymak. * Kalın bir şeridi çözüp dağıtmak. * Parmaklarda veya âzâda oynak yerler. * Kiriş. * Palan. Deri. |
nakz |
(Nakazân) (C.: Nevâkız) Sıçramak. * Talep etmek, istemek. ◊ Halâs olmak, kurtulmak. |
nakzan |
(Nakzen) Bozarak, hükmü bozulmuş olarak. |
nakzeyn |
İki zıt, zıtlar. Birbirine muhalif iki şey. |
nal(e) |
f. İnilti, figân. * Kamış kalem. * Kamış düdük. * Şeker kamışı. |
nalan |
f. İnleyen, sızlayan, figân eden. |
nalbant |
(Na'l-bend) f. Nal takan. |
nalçe |
Küçük nal. * Yemeni, çizme gibi ayakkabılara vurulan hafif demir parçaları. (O.T.D.S.) |
nale |
(Bak: Nâl) |
nalekâr |
f. İnleyen, figân eden, feryad eden. |
nalekünan |
(Nâle-künân) f. Feryad ederek, inleyerek. |
nalende |
f. İnleyen, feryad eden, inleyici. |
nalesenc |
f. İnleyen, inildiyen. |
nalesencî |
f. İnleyicilik, feryad edicilik. |
nalezen |
(Nâle-zen) f. İnleyen. İnildeyen. |
nalezenan |
f. İnildiyerek, inleyerek. |
naliş |
f. İnleme, inilti, inleyiş. |
nalişkâr |
(Nâlişker) f. İnleyen, inildiyen. |
nalişzen |
f. İnleyen. |
nam |
f. İsim, ad. Lâkab. Ün. Şan. * Vekillik. * Adres. |
nam-aver |
(C.: Nam-âverân) f. Ünlü, meşhur, ad salmış. |
naman |
(Nam. C.) f. İsimler, adlar. |
namaz |
f. İslâmın beş şartından birisidir. * Duâ. * Zikir. * Kur'an. * Kunut. * Rüku. * Salât. * Şükür. * Tesbih. * Secde. * Hamd. |
namazgâh |
Namaz kılınan yer. İbadetgâh. Eskiden şehir dışında, kırda ve sed üzerinde mihrab konulmak suretiyle namaz kılınmak için yapılan yere verilen addır. * Bir kasabanın bütün halkını bir arada More… |
namazgüzar |
f. Namazlarını kılan, namazlarını eda eden. |
namberdar |
f. Şanlı, ünlü, ad salmış, meşhur. |
namcu(y) |
(C.: Namcuyân) f. Nam arayan. * Yiğit. |
namcuyân |
(Namcu. C.) f. Ün arayanlar, nam arayanlar. * Yiğitler, kahramanlar. |
namdar |
f. Ünlü, şöhretli, meşhur. |
namdarân |
(Namdar. C.) Ünlüler, namlılar, meşhurlar. |
namdarî |
f. Namdarlık, ünlülük, meşhur olma. |
name |
f. Mektub. Risale. Kitap. |
name-res |
f. Mektup ulaştıran, mektup eriştiren. |
nameaver |
(Name-âver) f. Mektup götüren. |
nameber |
f. Mektup götüren, nameâver. |
nami(ye) |
Büyüyen, artan, ürmee kuvveti olan. Nebat ve hayvandaki büyüyüp gelişme kuvveti. * Farsçada: Namlı, şöhretli, ünlü. |
namik |
Kâtib, yazıcı. |
namisa |
(C.: Namisât) Kadınları süsleyip yüzlerinin kılını yolan kadın. |
namiye |
(Bak: Nami) |
namiyeber |
f. Hayat verici. |
namus |
Irz, iffet, edeb, hayâ. * Şeriat. * Melâike. * İrade-i İlâhiyenin tecellisi. * Nizam. * Emniyet ve istikamet gibi faziletlerin muhassalası olan pek kıymetli haslet. * Bir kimsenin mahrem, More… |
namusiyye |
Yatan kimselerin başkaları tarafından görülmemeleri için, yatağın etrafına çekilen perde. |
namuskâr |
f. Namuslu. * Doğru adam. |
namusperver |
f. Namuslu. |
namver |
(C.: Namverân) Namlı, adlı, meşhur, ünlü. |
namzed |
(Nâm-zed) f. İsteyen veya istenilen kimse. * Sözlü. Nişanlı. * Bir vazifeye tayin edilmesini isteyen veya istenilen kişi. Aday. |
nan |
f. Ekmek. |
nancu |
(Nâncuy) f. Ekmek arayan. Dilenci. |
nane molla |
Mc: Beceriksiz, işe yaramaz, ağır hareketli mânalarında kullanılan bir tâbirdir. |
nanhah |
Ekmek isteyen. Dilenci. |
nanhor |
f. Dilenci. |
nankör |
f. Gördüğü iyiliği unutan, nimeti inkâr eden. Nimetin şükrünü eda etmeyen, gafil. |
nanpare |
f. Ekmek parçası. Bir lokma ekmek. * Geçime yarayan iş. |
nanpüz |
f. Ekmekçi, ekmek pişiren. |
nanü |
f. Ninni. |
nar |
(C.: Niran, envar, niyere, niyâr) Ateş. Cehennem. * Bir meyve adı. * Mc: Allahın gadabı. * Yakıcı, azab verici her şey. Şer. Dalâlet. Sefâhet. |
narbac |
Nar aşı. |
narbün |
f. Nar ağacı. |
narcil |
Hindistan cevizi. |
narçil |
f. Hindistan cevizi. Ceviz-i Hindî. |
narcis |
Nergis. |
narcistan |
Nergislik. |
narda |
f. Lâyık değil. |
nardan |
f. Gözyaşı damlaları. * Nar tâneleri. * Mangal. |
nardenk |
f. Erik, nar, elma, kızılcık gibi meyvelerden çıkarılan ekşimsi pekmez. |
nardeşir |
Tavla oyunu. |
narenc |
f. Portakal. * Turunç. |
narencî |
Turunç renginde. |
narenciye |
Turunçgiller. (Mandalina, portakal, limon gibi meyveler.) |
narenec |
(Nârnic) Hindistan'da yetişen ve turunç ağacına benzeyen bir ağaç. |
nargil |
f. Hindistan cevizi. |
narh |
(Aslı 'Nirh' dir) Yiyecek maddelerine belediyenin koyduğu fiat. |
narî |
(Bak: Nariyye) |
narin |
f. İnce, zayıf, nazik. * İç oda. |
naris |
f. Ham meyva. |
nariyye |
Nar ile alâkalı, nara mensub. Ateşten, yanıp tutuşur, patlar olan şey. |
narkotik |
yun. Afyon, morfin gibi uyuşturucu maddelerin genel adı. |
nas |
Iraklık, uzaklık. ◊ f. İnsanlar. |
nas suresi |
Kur'an-ı Kerim'de 114. Sure. (Bak: Muavvezetân) |
nasa |
Kaldırmak. * Engel olmak, men'etmek. |
nasab |
Dert. * Zahmet, meşakkat. |
nasaf |
Hizmetçi, uşak. |
nasafe |
Hizmet etmek. |
nasaha |
Öğüt vermek, nasihat etmek. |
nasaib |
(Nasibe. C.) Dikili taşlar. |
nasal |
Temrenci. |
nasara |
Hristiyanlar. Nasraniler. Hz. İsa'ya (A.S.) ilk önceleri Nâsıra Karyesindeki ahali yardım ettiklerinden, onlara 'Nasara' ismi verilmiştir. |
nasayih |
(Nasihat. C.) Nasihatlar. Öğütler. |
nasb |
'Dikme. Bir rütbe alma. Bir memurluğa tayin edilme. * Gr: Arapçada kelimenin i'rabının mensub ( üstün) olması, yani; (e, a) diye okunuşu.' |
nasba |
Doğru boynuzlu koyun ve keçi. |
nasbetmek |
Kelimenin son harfinin harekesini (E) diye okutmak. * Tâyin etmek. |
nasere |
f. Ayarı bozuk para. |
nasfet |
(Nasafet) İnsaf. Haklılık. Bir şeyin yarısını almak. Hakkaniyet. İnsanları, kanunların şümulüne girmeyen hakları te'min ve ifasına zorlayan fotri adâlet hissi. |
nasi |
Unutan, nisyan eden. |
naşi |
Neş'et eden, yeniden vücuda gelen, yetişen, yetişmiş. * Delil, dolayı, ötürü, sebebiyle. * Geceleyin meydana gelip zâhir olan şey. * Yetişmiş oğlan veya kız. |
nasi' |
Her nesnenin hâlisi. * şiddetli beyaz olan. |
nasib |
Nasbeden, bir şeyi bir şeye diken. * Gr: Harfi (e) diye üstün okutan. ◊ Pay, hisse, kısmet. * Bir kimsenin elde edebildiği şey. |
naşib |
Hâfız. * Ok sahibi. İçine girip yapışan nesne. |
nasibdar |
f. Nasibi olan. Hissedar. |
nasibdaş |
f. Hissede beraber, nasipte eş olan. |
nasibe |
Müfrit Haricîlerden ve Emevîlerden ve Hz. Ali'ye (R.A.) çok muhalif olan zümrenin adı. ◊ (C.: Nesâib) Yollara dikilen işaret taşı. Bir yere dikilen taş. ◊ (Bak: More… |
nasic |
(Nesc. den) Dokuyan, nesceden. * Düzenleyen, tertib eden, sıralayan. |
naşid(e) |
(Neşide. den) Şiir söyleyen, şiir okuyan, şiir yazan. |
naşie |
Delil. Zuhur. * Gündüz veya gecenin evvelki saati. * Uykudan sonra kalkmak hali ve uyanık olduğumuz hal. |
nasif |
Geo: Açıyı iki eşit parçaya bölen doğru. Açı ortayı. ◊ Baş örtüsü. |
nasife |
(C.: Nevâsıf) Su mecrası, su yolu. |
nasih |
(Nâsiha) (Nush. dan) Öğüt veren, nasihat eden. ◊ (Nesh. den) Battal eden, hükümsüz bırakan. * Kitabın kopyasını çıkaran. ◊ Nasihat eden, öğüt veren. * İçi temiz adam. More… |
nasihâne |
f. Öğüt vererek, nasihat ederek. |
nasihat |
İbret verici ders, tavsiye, ihtar, öğüt. |
nasihat-âmiz |
f. İçinden öğüt alınacak söz. |
nasihat-nâpezir |
f. Nasihat dinlemez, öğüt tutmaz. |
nasihatger |
f. Nasihat eden, öğüt veren. |
nasihatkâr |
f. Nasihat eden, öğüt veren. |
nasihatpezir |
f. Nasihat tutar, öğüt tutar, öğüt dinler. |
nasik |
Allah yolunda ibâdet eden, dine bağlı, zâhid. ◊ (Nesak. dan) Düzenleyen, tertib eden. |
nasil |
Çenelerin altından boyun ile başın kavuştuğu yerde olan mafsal. ◊ Kıl dökücü ilâç. |
naşile |
Eti az olan. |
nasir |
Yardımcı, yardım eden, nusret veren. Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi. ◊ Nusret eden, zafer veren. Yardımcı. Muin. ◊ Nesir yazan. * Saçan, yayan. |
naşir |
Neşreden, yayan. * Bir müellifin eserini bastırıp çıkartan. Editör. |
naşire |
(C.: Nevâşir) Kolu açan adale. * Kuruyup yağmurdan yeşeren ot. |
nasirîn |
(Nâsır. C.) Yardım edenler, yardımcılar. |
naşit |
Büyük yoldan ayrılan küçük yol. * Vahşi sığır. Bir burçtan başka burca varan yıldız. * Neşeli ve şen adam. |
naşitat |
Meleklerden bir tâife. |
nasiye |
Çehrenin gösterişi, alın, yüz. |
nasiye-pira |
f. Alnı süsleyen. |
nasiye-sâzî |
f. Alnını yere sürme. |
nasiyesâ |
f. Alnını yere süren. |
nasiyy |
Yaş ot. |
nasiyye |
Nass oluş. Kat'ilik, şüphesizlik, kesinlik. (Bak: Nass) |
naşiz |
Karısına karşı çok zâlim olan koca. * (Kalb) heyecanla coşma. * Kalkmış, kabarmış, atan (damar). |
naşize |
Kocasının hanesinden, izni olmaksızın çıkıp kendisini kocasından haksız yere men'eden kadın. Bu çıkış hakikaten olabileceği gibi, hükmen de olabilir. * Kabarmış, şişmiş. |
nasl |
Okun ucundaki sivri demir. okun uçmasına yardım eden kanatlar. |
nasnaa |
Depretmek. * Devenin, kalkarken dizi üstünde çok eğlenmesi. |
nasr |
Yardım, üstünlük, yenme, galip kılma. * Yağmurun her yeri sulaması. |
nasr suresi |
Kur'an-ı Kerim'deki 110. Sure. İza-câe veya Tevdi' Suresi de denir. |
nasrani |
Hristiyanlıkla alâkalı ve ona mensub olan. Hristiyanlardan olan. (Bak: Nasara) |
nasreddin |
(Nasr-üd din) Dine yardımı dokunan. |
nasreddin hoca |
(Mil: 1208 -1284) Mizahlı, güldürücü sözleri ile meşhur bir zâttır. Akşehir, Sivrihisar Medreselerinde okumuş, Selçuklular zamanında yaşamıştır. |
nasrullah |
Allah'ın yardımı. |
nass |
Kat'ilik, kesinlik, açıklık. Te'vile ihtimali olmayan söz veya delil. * Kur'ân-ı Kerim veya Hadis-i Şerifde bir iş ve mes'ele hakkında olan açıklık ve bu şekilde açık More… |
nassah |
Terzi, hayyat. |
nassî |
Nass'a ait. Her türlü şübhe ve tereddüdün ve tenkidin üstünde tutulacak şekilde olan kesinlik, kat'ilik, açıklık. Bedahet. * Âyet ve hadisle doğruluğu sâbit olan. |
nast |
Sükut. Konuşurken dinlemek için susmak. |
nasuh |
Hâlis. Temiz. Kesin, kat'i. * Çok nasihat eden. |
nasuhî |
(Nasuhiyye) Bozulmaz şekilde tövbe eden. |
nasur |
Göz pınarında, mak'at havâlisinde ve diş etlerinde olur bir hastalık. |
nasus |
(Bak: Nass) |
nasut |
İnsanlık. İnsanlar ve onlarla alâkalı şeyler. |
nasutî |
Dünya ile ilgili, insanlığa ait, insanlıkla ilgili. |
nasutiyân |
İnsanlar. |
nasye |
Her nesnenin iyisi. |
natafan |
Suyun seyelân etmesi, akması. |
natafe |
(C.: Nutuf) Küpe. |
natakte |
Söyledin. (mânasına karşısındakine hitabdır) |
natef |
Bulaşmak. * Fâsid olmak, bozulmak. |
nates |
(C.: Entâs) Üstad, âlim. |
natfe |
(Nıtfe): Kabarcık. * Ufacık sivilce. |
nath |
Süsmek. Hayvanın, başı ile saldırması. |
natif |
Beyaz kaba helva. |
natih |
(C.: Nevâtıh) Boynuzuyla vuran, süsen hayvan. * Keder, sıkıntı, elem, mihnet. ◊ (Nâtıh) - (C: Nevâtıh) Sana karşı gelen hayvan. * Şiddetli emir. |
natiha |
(C.: Netâyıh) Başka davar tarafından boynuzlanıp öldürülmüş olan davar. |
natik |
Konuşan. Söz eden, söyleyen, beyan eden. İdrak eden. Bildiren. Fikir ederek düşünen. * Altın ve gümüş gibi olan mal. |
natika |
(Nutk. dan) Düşünüp söylemek hassası. Fesahat ve belâgatta söyleme kuvveti. Talâkat-ı lisan, güzel konuşabilme kabiliyeti. |
natikaperdaz |
f. Düzgün ve te'sirli söz söyleyen. |
natikiyyet |
Konuşmaklık, söz söylemeklik. |
natir |
(Nâtur) Bekçi. Bağ ve bostan bekçisi. |
natis |
Bilgili, faziletli adam. |
natiş |
Kuvvet ve hareket. |
natm |
Ulaştırmak, vardırmak. |
natnat |
(C.: Netânıt) Çok konuşan uzun boylu, akılsız kimse. |
natnata |
Çok söylemek, çok konuşmak. * Çekmek. |
nats |
Nadas. |
natş |
şiddet. Kuvvet. |
natşan |
Susuz kalmış kişi. |
natuh |
Çok süsen hayvan. |
natuk |
(Nutk. dan) Güzel ve düzgün söz söyliyen. |
natul |
İlaçlarla kaynatıp mâlül kişinin az az başına dökülen su. |
natura |
Lât. Her canlının yapılış hususiyeti, bünye, yaratılış hali. |
natüralizm |
(Osm: Tabiiye) Fls: Kâinatta hâdiselerin ve varlıkların meydana gelişinde tabiat kuvvetleri dışında hiçbir sebep ve müessir kuvvet ve yaratıcı kabul etmeyen inkârcı, maddeci görüş. |
natv |
Iraklık, uzaklık, bu'd. |
naur |
Kanı durmayan damar. * Değirmen kanadı. * Döndükçe gıcırdayan dolap. |
naure |
(C.: Nevâir) Bostan dolabı. |
naus |
f. Manastır, kilise. ◊ Yüksek yer. |
nav |
f. Küçük gemi. Sandal, kayık. * İçi oyuk şey. |
navdân |
f. Oluk. |
nave |
f. Hamur teknesi. |
navek |
f. Ok. |
navek-endaz |
f. Okçu. Ok atıcı. |
naver |
f. (C.: Naverân) Olabilir, mümkün, kabil. |
naverân |
(Naver. C.) Olabilir şeyler, mümkün olan şeyler. |
naverd |
f. Savaş, harb, dövüş, ceng. |
naverdgâh |
f. Savaş alanı, harb sahası, muharebe meydanı. |
naverdhâh |
f. Savaş isteyen, muharebe arzulayan. |
navi |
f. Üç direkli gemi. * İçi oyuk olan şey. |
navice |
f. Murdar, pis, habis, mülevves. |
navus |
(C.: Nevâyis) Kâfirlerin ve Mecusilerin mevtalarını koydukları yer. |
nay |
Ney. Kamış düdük. (Bak: Ney) |
nay-çe |
f. Küçük ney. |
nayban |
f. Ney çalan. |
nayî |
f. Ney çalan. ◊ Uzak. |
nayi' |
Susuz. * Mâil, eğik. |
nayibe |
(C.: Nâibat-Nevâib) Musibet, belâ. * Zahmet, meşakkat. * Şiddet. |
nayiha |
Yas tutan kadın. |
nayil |
Atâ, bahşiş, hediye. |
nayin |
f. Kamıştan yapılmış, sazdan yapılmış. |
nayveş |
f. Ney gibi. |
nayzen |
f. Ney çalan. |
naz |
f. Bir şeyi beğenmeyiş, şımarıklık. * Beğendirmek maksadiyle kendini ağır satmak. * Celb-i muhabbet için edilen nezâket, letâfet ve zarafet. * Yalvarma, rica. |
naz-perdar |
f. Birinin nazını çeken. |
naz-perdarî |
f. Naz çekme. |
naz-perverd |
(Nâzperverde) f. Naz içinde büyümüş, nazlı. |
nazad |
(C.: Enzâd) şeref. * Üzerine herhangi bir şey konulan yüksekçe yer. |
nazafet |
Pâklık, temizlik. |
nazah |
(C.: Enzâh) Havuz. |
nazaif |
(Nazif. C.) Nazifler. Nazafetli, temiz kimseler. |
nazair |
Nazire. Nazireler. Benzerler, örnekler. |
nazan |
f. Nazlı. Nazdar. |
nazar |
Göz atmak. Mülahaza, düşünmek, bakmak, imrenerek bakmak, düşünce. Yan bakış, kötü bakış. Bir türlü kabul etmek. * Gözdeğmesi. * İltifat. * İtibar. ◊ (Nazaret) Altın. * Tazelik. |
nazar-bâz |
f. Neşe ile bakan. |
nazar-endaz |
f. Göz atmak. Göz atan, bakan, nazar eden. |
nazar-firib |
f. Göz aldatan. |
nazar-gâh |
f. Bakılan yer. Nazar edilen yer. |
nazar-rübâ |
f. Göz çeken. |
nazaran |
Nisbeten, nisbetle kıyaslıyarak. * Bakarak, görerek. |
nazarî (nazariye) |
Nazara ve düşünceye ait. Yalnız görüş ve düşünce hâlinde bulunan ve tatbik edilmemiş hâlde olan bilgi. |
nazariyyât |
(Nazariye. C.) Görüşler. Düşünceler. Doğruluğu isbat edilmemiş ilmi görüşler. |
nazbalin |
f. Yastık. |
nazbaliş |
f. Yastık. |
nazc |
Olgunluk, olma, pişme, kıvam bulma. Yetişme. * Büluğa erme. Bâliğ olma. |
nazd |
Her şeyi yerli yerine koymak. |
nazdar |
f. Nazlı. Naz yapan. Şımarık. * Meşhur bir cins lâle. |
nazekî |
Nâziklik, incelik. |
nazende |
f. Nazlı, naz edici, naz yapan. |
nazenin |
f. İnce, nazlı, zayıf, lâtif, hoş eda olan, nazlı yetişmiş, şımarık. Oynak. Nazik endamlı |
nazh |
Su serpmek, su saçmak. * Suyun çok olması. * Suyun, pınarından çıkıp akması. * Defetmek, kovmak. ◊ Su çekme. Herhangi bir yer, çukur veya kuyudan bir şeyler çıkarma. ◊ More… |
nazha |
Yağmur. |
nazi' |
Çekici kimse. * Husumet eden, düşmanlık eden. |
naziat |
'Hz. Azrâil'in (A.S.) avenesi olan bir taife melâike ki; şerli ve kötü ruhlu insanların canlarını şiddetle alırlar. * Nez'edenler. Çekip koparanlar.' |
naziat suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 79. Suresidir. Sâhire ve Tâmme Suresi de denir. |
nazic |
Pişmiş, yetişmiş, olgunlaşmış, kıvamına ermiş. ◊ Olgun, pişmiş, kıvama gelmiş, yetişmiş. |
nazid |
(Nazide) Tertibli, nizamlı, yerli yerinde. * Minder yastık vs. gibi ev eşyası. |
nazif(e) |
Temiz, pâk, nazik. |
nazih |
(C.: Nevâzıh) Deve ile su çekilen kuyu. |
nâzik |
f. Nezaketli. Terbiyeli. Zarif. İnce, dayanıksız. * Ehemmiyet verilmesi icab eden. * Tehlikeli husus. |
nâzik-beden |
f. Vücudu, bedeni nâzik olan. |
nâzik-edâ |
f. Nâzik tavırlı, kibar. |
nâzik-endâm |
f. Lâtif ve güzel vücutlu. Nâzik endamlı. |
nâzik-güzin |
f. Çok nâzik. Seçkin, nâzik. |
nâzik-ten |
f. Nâzik vücudlu. |
nâzik-ter |
f. Çok nâzik. |
nâzik-terin |
f. En nâzik, daha nâzik. |
nâzikâne |
f. Nazik kimseye yakışır şekilde, kibarlıkla, terbiyelice. |
nâzikî |
f. Nâziklik. Nezaket. |
nâzil |
(Nüzul. dan) Nüzul eden, inen, yukardan aşağıya inen, bir yere konan. Bir yerde konaklayan. |
nâzile |
Belâ, sıkıntı. * İnme, nüzul. * Nezle hastalığı. |
nazim |
Nizamlayan, nazmeden. Manzume yazan, düzenleyen. ◊ Sıra sıra, dizi dizi olan şey. |
nazimâne |
f. Nazım olana yakışır surette. |
nazimîn |
(Nâzım. C.) Tanzim edenler, düzenleyenler, nizama koyanlar. |
nazir |
(C.: Nüzzâr) Nazar eden, bakan. * Bir idarenin veya dairenin umur ve işlerine bakan en büyük memur. Bir işin idaresine memur reis. * Kabine azalarından herbiri. Nâzır. Vekil. Bakan. * More… |
nazir(e) |
Bir şeye benzemek üzere yapılan şey. Denk, eş, örnek. Benzeyen. * Edb: Bir şairin manzumesine, başka bir şair tarafından aynı vezin ve kafiyede olmak üzere yapılan benzer. |
nazira |
Nazar eden, nezaret eden, bakan. * Göz. |
nazira-hân |
f. Bakarak taklid eden. |
nazire |
Mühlet vermek, tehir etmek. |
naziregû |
f. Nazire söyliyen. |
naziye |
Kenarı az olan çanak. |
naziyy |
(C.: Enzâ) Boğaz. |
naziz |
(C: Nizâz-Nezâyız) Az miktar su. * Az yağmur. * Az az akmak. |
nazl |
Ok atmak. |
nazm |
Sıra, tertib. * Kafiyeli, vezinli, söz, şiir. * Dizili olan şey. * Kur'an âyetleri. |
nazmen |
Nazım olarak, manzume halinde. Sıralı ve tertibli olarak. |
nazmiyyat |
(Nazm. C.) Manzum yazılar. |
naznaza |
Yılanın dilini çıkarıp hareket ettirmesi. |
nazperver |
f. Naz eden, naz yapan. |
nazr |
(Nazir) (C.: Enzur) Altın. |
nazra |
(Bir tek) bakış. |
nazragâh |
f. Gözle bakılan yer, bakış yeri. Göz önü. |
nazrakünân |
f. Seyrederek, bakarak. |
nazre |
Cin gözü. * Nazarı değen adam. |
nazret |
Tazelik, tarâvet. |
nazükî |
f. Nâziklik, incelik. |
nazume |
Bir cins renkli kumaş. |
nazur |
(C.: Nevâzır) Gece bekçisi. |
nazz |
(Nâzz): Dirhemler ve dinarlar. |
nazzam |
En çok nazmedici, en güzel nazmedici, en güzel tanzim eden. |
nazzare |
Bir şeye bakan kavim. |
ne |
f. 'Değil, yok,' mânasına nefy edâtıdır. |
ne'al |
Nalbant. |
ne'ar |
Baş kaldıran, âsi, kafa tutan, serkeş. |
ne'b |
(C: Niyeb) Sâfi nesne. * Yaşlı dişi deve. |
ne'be |
(C: Nâibat) Musibet, belâ. |
ne'me |
Nağme, ses. |
ne'nee |
Zayıflık. |
ne'nehava |
Anason, kimyon. |
ne'ş |
şiddetle ve kahirle almak. Zorla almak. |
ne'y |
Uzak olmak. |
ne-şebem |
f. Ben karanlık gece gibi nursuz değilim (meâlinde.) |
ne-şüküfte |
f. Açılmamış. |
neab |
Karga yavrusu. * Horoz veya karga gibi ötme. |
neaim |
(Neâme. C.) Deve kuşları. |
neam |
Evet, olur mânâsında cevap edâtıdır. * Pek iyi, âferin mânâlarında tasdik ve tahsin kelimesidir. * At, deve, sığır, koyun gibi dört ayaklı hayvana da denir. |
neama' |
Nimetler. İhsan, atiyye. * Rahatlık. Refah-ı hâle sebep olan şey. |
neamat |
(Neâme. C.) Deve kuşları. |
neame |
(C: Neâm-Neamât) Deve kuşu. * Cemaat. * Gölgelik, gölgelenecek yer. |
neayim |
Menazil-i kamerden dört nurlu yıldızın adı. |
neb' |
Suyun çıkıp akması. * Bir ağaç cinsidir ve yay yaparlar, budaklarından da ok yapılır. ◊ Gizli ses. |
neb'a |
Yay yapacak yer. |
neba' |
Kaynak olmak, pınardan su çıkarmak, su akması. * Akçaağaç. |
nebaa |
Oturacak yer, kıç, mak'at. |
nebac |
Sesi yüksek olan. |
nebagat |
Meydana çıkma. |
nebah |
(Nibâh-Nübâh) Köpek havlaması. * Yılan seslenişi. * Keçi ve geyik inleyişi. |
nebahe(t) |
(Nebahat) şeref, şan, onur, itibar. * şan, şeref ve itibar sâhibi. |
nebail |
(Nebile. C.) Yüceler, ulular, yüksekler. |
nebair |
(Nebire. C.) Torunlar. |
nebale(t) |
Zekâ, fazilet ve neciblik sâhibi olmak. * Büyüklük, azamet. * İyi olmak. * Cömertlik, elaçıklık. * Okçu, ok yapıp satan. Okçuluk. |
nebat |
(C: Nebatât) Topraktan yetişen, biten her çeşit şey. Bitki. * Yemen diyarında bir kabile adı. ◊ Acem fellahlarından bir kabile. |
nebatât |
(Nebât. C.) Nebâtlar, bitkiler. |
nebatî |
Nebat cinsinden, nebata mensup ve nebata ait, yerden biten cinsinden olan. |
nebatiyyun |
Botanik bilginleri, botanik âlimleri. |
nebbac |
Sesi sert olan. |
nebbah |
Havlayıcı. |
nebbal |
Ok yapıp satan kimse. Okçu. |
nebbar |
Fasih dilli, güzel konuşan adam. |
nebbaş |
Mezar soyucu, kefen soyucu. |
nebe' |
Haber. (Peygam) |
nebe' suresi |
Kur'an-ı Kerim'de 78. Suredir. Amme Suresi de denir. |
nebe'-aver |
f. Haber getiren. |
nebean |
Kaynayıp yerden çıkmak. Pınar suyunun çıkışı. Fışkırmak. |
nebehrece |
Geçmez bakırlı para. Sahte akçe. * Her nesnenin kötüsü. |
nebeke |
(C: Nübük-Nebâk) Tepe. |
neberd |
f. Muhârebe, savaş, harb, ceng. |
neberd-azmâ |
f. Çok muhârebelerde bulunmuş tecrübeli kimse. |
neberd-pişe |
f. Harb etmeyi sanat edinmiş kimse. Savaşçı. |
neberde |
f. Savaşçı, muhârib. |
neberdgâh |
f. Savaş yeri, muharebe sahası. |
nebevî |
Nebiye ait. Peygambere dâir. Peygamberle alâkalı. |
nebez |
(C: Enbâz) Lâkab. |
nebg |
Un öğütülürken tozan un. * Görünmek, zâhir olmak. |
nebh |
Bir şeyi tenbih etmek, unuttuğunu hatırlatmak. * Ansızın bulunan. Yitik. * Ansızın yitirmek. * Uykudan uyanmak. * Şerefli olmak. * Meşhur olmak, ün salmak. ◊ (C: Nevâbih) More… |
nebha |
Yüksek, beyaz yer. |
nebi |
Haber getiren. Peygamber. Yeni bir kitap ve şeriatla gelmeyip kendinden evvelki Resülün getirdiği kitap ve şeriatı devam ettiren Peygamber. (Bak: Resül) |
nebib |
(C: Enbüb) Boğum, kamış boğumu. |
nebih |
(Nebihe) Namlı, şanlı şerefli. ◊ İt avazı, köpek uluması. |
nebik |
(C: Nebâyık) Sedir ağacının yemişi. |
nebil |
(Nebile) Akıllı, anlayışlı, zekâ sahibi. * Yüksek meziyet sahibi. Güzel huylu. * Bilgili ve faziletli kimse. |
nebile |
Büyük, iri. (Bak: Nebil) |
nebir |
(Nebire) Torun. |
nebise |
Kuyu toprağı. Irmak toprağı. ◊ Kız torun. |
nebit |
Muhkem, sağlam, katı. |
nebiyy |
Yükseklik. * Yol. |
nebiz |
(C: Enbize) Hurma şarabı. * Yola bırakılıp atılan çocuk. |
nebk |
Yazmak. * Husumet etmek, düşmanlık yapmak. * Düz etmek, düzleştirmek. |
nebl |
Ok. Ok hazırlamak. |
nebr |
(Nibr) (C: Enbâr - Nibâr) Keneye benzer bir küçük böcek. * Yukarı kaldırmak, yükseltmek. |
nebras |
(Nibrâs) (C.: Nebâris) (Süryânice) Kandil. Çıra. Lâmba. * Mc: Nur merkezi. |
nebre |
Demir parçası. |
nebs |
Yeri kazma, toprağı kazma. * Eser, nişan. ◊ Söylemek. |
nebş |
Gömülü bir şeyi yerden çıkarma. * Bir şeyi diğer bir şey vasıtasıyla meydana çıkarma. |
nebt |
Bitme, yerden çıkma. Meydana gelme. * Ot. ◊ Suyun yerden çıkıp akması. |
nebta |
Yanları beyaz olan dişi koyun. |
nebv |
Sakız. |
nebve |
Uzaklaşmak. * Ok hedefe varamamak. * Bir yerin havasının mizaca uygun olmaması. * Kılıncın vurulan şeye saplanmayıp geri sıçraması. * Pek çirkin ve kötü suretten gözün kaçması. More… |
nebz |
Bir kimseyi ayıplamak. Kötü lâkabı takmak, istihzâ etmek. * İhtiyarlık işareti belirmek. ◊ (Nebezân) Damarın hareket etmesi. ◊ Bırakmak. * Az miktar, cüz'i. |
nebze |
Az miktar, cüz'i, bir şeyin artığı. |
nec'e |
Şiddetli nazar. Şiddetli bakış. |
neca |
Evmek. Acele etmek. * Halâs olmak, kurtulmak. ◊ Göz değmek. |
necabet |
Neciblik, temiz soyluluk. Huy temizliği. |
necadet |
Kahramanlık, efelik, yiğitlik. |
necah |
Zafer bulmak, murâda ermek, ihtiyaçlarını te'mine muvaffak olmak. ◊ Ses, sadâ. |
necaib |
(Necib. C.) Şerefli, necib, asil, temiz kimseler. |
necare |
Dülgerlik, neccarlık. |
necaşe |
Süratle yürümek, hızlı yürümek. |
necaset |
Pislik, kazurat, murdarlık. (Bak: Habes) |
necasetten taharet |
Pislikten temizlenmek. (Bak: Taharet) |
necat |
Kurtuluş, selâmet. * Hırs ve hased. * Yüksek mekân. * Ağaç budağı. * Mantar. |
necatî |
Kurtulmaya ait, kurtulmakla ilgili. |
necb |
Ağaç kabuğunu soymak. |
neccad |
Yorgancı. Yatak, yastık, yorgan gibi şeyler yapan. |
neccah |
Yorgancı. |
neccar |
Doğramacı. Marangoz. * Dülger. |
neccaş |
Hayvan sürücüsü. |
neccina |
Bizi kurtar, bize selâmet ver, bizi hıfzeyle (meâlinde dua). |
necd |
Açık ve işlek yol. * Yüksek yer. * Minder, döşeme gibi oturacak şeyler. * Ağaçsız mekân. * Hâzık ve mâhir kılavuz. * Yiğitlik hâli. Gamlılık, gussa. * Hasma galip gelmek. * Çok terlemek. * More… |
necdet |
Yiğitlik, şecaat, kahramanlık. * Harp ve kıtal. *Yeis, korku. |
neceb |
Ağaç kabuğu. |
necef |
(Necefe) (C: Nicâf-Encâf) Üzerine su çıkmayan yer. Tümsek yer, yüksek, tepe, sırt. * Irakta bir şehrin adı. |
necefe |
Büyük askı kandil. |
necel |
Büyük gözlülük. İri gözü olmak. |
necer |
Koyun ve devenin suyu içip kanmaması. |
neces |
Murdarlık, pislik, necâset. |
neceş |
Değeri artırmak için almak. * Bir kumaşın pahasını artırmak. * Dağılmış şeyleri bir yere toplamak. * Örtmek, setretmek. |
nech |
Men' ve reddetmek. |
necib |
Soyu ve nesli temiz, aslı kerim olan. Cömert. Asilzâde. Güzel huylu ve ahlâklı. ◊ Cömert, kerim kişi. |
necibe |
Soyu sopu temiz kimse. Cömert. Asilzâde. |
necid |
Kahraman, bahadır. * Arabistan'da bir memleket ismi. * Münbit yer. Fitne ve nifak yeri olan memleket. * Arslan. |
necif |
(C: Nicef) Geniş temrenli olan ok. |
necih |
Galip ve muzaffer. * Sabırlı. * Sağlam rey. ◊ Su sesi. |
necil |
(Necile) Soyu temiz. Soylu. * Ağaç yaprağından bir cins. |
necire |
Bulamaç aşı.* Kızgın taş ile kızdırılmış su. * Kârgir duvar. * Tahtadan veya ağaçtan olan sofa. * Çulhaların beze sürdükleri haşil. |
necis |
Yavaş hareketli insan veya hayvan. * Gizli olan şeyi halk içinde ifşa etmek. * Gizlenen sır, nişan. * Bir nevi yeşillik. ◊ Pis, necasetli, murdar. * Şifa bulmaz dert. (Bak: More… |
necise |
Kuyudan çıkardıkları toprak. |
neciy |
Sırdaş, sır saklayan. |
neciyya |
(Münâcât. dan) Gizli yalvararak, gizli söyleyerek. |
neciyyullah |
Resül-i Ekrem'in (A.S.M.) bir ismi. |
necl |
(C: Encâl) Oğul, evlât, çocuk. * Kuşak, nesil, sülâle. * Atmak. * Ayak ucuyla vurmak. * İstihrac etmek, meydana çıkarmak. * Yerden çıkan su. |
necm |
(Necim) Yıldız, ahter, kevkeb. Ülker yıldızına da denir. Ülker, onbir yıldızdır. Altısı görünür, gözü kuvvetli olan yedinciyi de görebilir. (Peygamberimiz (A.S.M.) hepsini de görür idi.) * More… |
necm suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 53. Suresidir. Vennecmi Suresi de denir. Mekkîdir. |
necm ü hilâl |
Yıldız ve ay. |
necmeddin |
(Bak: Necm-üd din) |
necmî |
Yıldıza dair, yıldızlarla alâkalı. |
necnece |
Geriye döndürmek. * Engel olmak, men'etmek. Bir nesneyi aşağı getirmek. * Zayıf etmek, zayıflatmak. |
necr |
Ağaç yonmak. * Şiddetli sevk. * Asıl. * Renk. * Halâs, kurtuluş. |
necran |
Susuz. * Kapı ökçesi. ('süve' denir). * Yemen diyarında bir yerin adı. |
necs |
(Neces) Pis ve murdar olan, habes. şer'an pis olup gözle görülen şey. ◊ Yerden define çıkarmak. * Kuyuyu ayıklamak. |
necş |
Avı yatağından çıkarma. * Dağılmış parçaları toplamak. |
necv |
(C: Nicâ) Yüzmek. * İki kişi arasında olan sır. * Karından çıkan necis. |
necva |
Gizli fısıltı. İki kişi arasında fısıldamak. * Ağız koklamak. * İki kişi arasındaki sır. |
necve |
Tümsek, yüksek yer. |
necz |
Bitip tükenmek. * İhtiyaç bitirmek. * Vâdeyi yerine getirmek. |
ned' |
Dikkat etmek. |
neda |
Rutubet, çiğ, nem. |
nedaid |
(Nedid ve Nedide C.) Emsâller, akranlar, eşler. |
nedalet |
Kir, pislik. * Çalma, sirkat etme, aşırma. |
nedamet |
(Nedm. den) Pişmanlık, nedâmet etmek. |
nedametgâh |
f. Pişmanlık yeri. |
nedametkâr |
f. Nedamet eden. Pişman olan. |
nedametkârî |
f. Pişmanlık, nâdim oluş. |
nedan |
f. Bilmeyen, bilmez. |
nedaret |
Tazelik, parlaklık, letafet, taravet. |
nedavet |
Yaşlık, ıslaklık, nemlik, rutubet. |
nedb |
Dua etmek. |
nedbe |
(Bak: Nedebe) |
nedd |
Gitmek. * Kaçmak. |
neddaf |
Hallâç. Pamuk atan kimse. |
nedebe |
Yara izi. |
nedem |
Pişman olma, nedamet, pişmanlık. |
nedf |
Pamuk ditme, pamuk atma. |
nedg |
Kılıçla veya sözle taan etmek, çekiştirmek. |
nedh |
Men'etmek, engel olmak. ◊ Geniş yer. |
nedhe |
(Nüdhe): Çokluk, fazlalık. |
nedi' |
Ateş veya kül içinde pişmiş olan. |
nedib |
Yara izi kalan âzâ. |
nedid(e) |
(C.: Nedâid) Emsâl, akran, eş. |
nedif |
Atılmış, hallaçlanmış pamuk. Yün. |
nedim |
(C.: Nedmân - Nüdemâ) Sohbet arkadaşı, meclis arkadaşı. * Tatlı konuşan. Güzel hikâye anlatan. * Büyük kişileri hikâye ve fıkralarıyla eğlendiren. |
nedime |
Kadın nedim. * Zengin veya şerefli, itibarlı bir kadının arkadaşı. |
nedis |
Akıllı kişi. |
nedl |
Kir. * Hırsızlık. |
nedm |
Pişman olmak. |
nedman |
Pişmanlık, nedâmet. Pişman olma. Pişmanlık duyma. |
nedret |
Azlık, seyreklik, az bulunmak. |
neds |
Akıllılık. * Taan etmek, çekiştirmek. ◊ Huruç etmek, çıkmak. |
nedş |
Her nesneyi eritip sormak. * Pamuk atmak. |
nedve |
Yaşlık, nemlilik. * Meşveret etmek. Bir işi hakkında görüşmek. * Konuşmak. |
neec |
Yel esmek, rüzgâr esmek. * Yalvarmak, tazarru etmek. |
need |
Belâ, musibet. Zahmet, meşakkat. |
nef u zarar |
Kâr ve zarar. |
nef' |
'Fayda, yararlılık. * Fls: Faydacılık. Yani bir şeyin doğru olup olmadığını, o şeyin faidesine göre değerlendiren yanlış bir nazariyedir. |
nef'î |
Menfaat ile alâkalı, faydacı. * Sihâm-ı Kaza nâmındaki hicivli şiirleri ile meşhur Erzurum - Hasankale'li olup İstanbul'da yaşamış bir şâirin adıdır. 1634'de 4. Murad devrinde More… |
nef'iyyet |
(Nef'î) Fls: Faydacı, faydacılık. |
nefad |
(Nefed) Bitip tükenmek, yok olmak. |
nefais |
(Nefise. C.) Değerli, güzel ve beğenilir şeyler. |
nefais-perest |
f. Nefis şeyleri beğenenen, güzel şeyleri seven. |
nefak |
(C.: Enfâk) İki kapılı ev. |
nefaset |
Beğenilir olmak, kıymetlilik, değerlilik, çok güzellik, pek iyilik. Nefis ve mergub olmak. |
nefaz |
Geçme, işleyip öte tarafa geçme. * Sözü geçme, sözü dinlenme. ◊ Ağaçtan kendi düşen yemiş ve yaprak. |
nefc |
Çıkmak, huruc etmek. |
nefd |
Tükenmek, bitmek. * Geçici ve fâni olmak. |
nefean |
Faydalı olarak. |
nefed |
Bitirme, tükenme, bitirilme. |
nefehat |
(Nefha. C.) Esintiler. Üfürmeler. |
nefel |
Düşmandan alınan mal, ganimet. * Ulü-l emrden müsaade almadan düşmana karşı çıkan az sayıda bir cemaat. |
nefer |
Bir kişi, tek kişi. * Asker, er. (Bazılarınca insan cemaati. Ona kadar olan adam topluluğuna denir. Üçten ona kadar olan kişilere 'Reht' denir.) |
neferât |
(Nefer. C.) Neferler, askerler, erler. |
nefes |
Soluk, üfürülen hava. Soluma, soluk verip alma. * Uzun söz. * Bolluk. * Hased etmek. *Edb: Bektaşi tekkelerinde okunan manzum söz. |
nefeza (nefza) |
(C: Nefâyız) Düşmanın ahvâlini bilmek için dolaşan kavim. |
nefezan |
Sıçramak. |
neffa' |
(Nef'. den) Çıkarı çok olan kimse. |
neffac |
Mütekebbir. Kendini beğenen. Mağrur. * Şişkin. |
neffah |
Hayır sâhibi ve iyiliksever kimse. * Kokusu çok. |
neffas |
Sihir yapan, üfüren, üfürükçü. |
neffasât |
(Neffâse. C.) Neffâseler, büyücü kadınlar. |
neffase |
(C: Neffâsât) Büyücü kadın. |
neffata |
Neft yağı çıkan pınar. |
nefh |
Rüzgâr esmek. * Güzel kokunun yayılması. Kokmak. * Vurmak. * Def'etmek, kovmak. * Vuruşmak, kat'etmek. ◊ Üflemek, şişmek, üfürük. * Kaba kuşluk vaktine varmak. |
nefha |
Üfürmek. Üfürük. * Şişmek. * Kabarık olan. ◊ Koku. Rüzgârın hafif esişi. Azıcık koku. |
nefi |
(Bak: Nefy) |
nefif |
Hevâ. |
nefir |
Cemaat, topluluk. * Harp için seferber olan cemaat. |
nefis |
(Bak: Nefs) |
nefis(e) |
Pek beğenilen, pek güzel, pek iyi. |
nefis-perver |
f. Nefsini çok sevip besleyen, nefsi isteklerine çok düşkün. |
nefit |
Kaynamak, galeyan. |
nefite |
Unu suya koyup kaynatıp koyulaşıncaya kadar karıştırmak. |
nefiy |
(Bak: Nefy) |
nefiz (nefeze) |
Okun geçmesi gibi içe geçmek, işlemek. * Sözü geçer olmak. |
nefk |
Helâk olmak. |
nefl |
Sevab için yapılan ibâdet. Emredilmemiş, farz veya vâcib olmadan yapılan ibadet. Nâfile. * Birisine ganimet malı veya atiyye, ihsan vermek. * Yemin etmek. |
nefr |
Heyecan verici bir emirden dolayı bir yerden bir yere fırlayıp çıkmaktır. |
nefret |
Tiksinmek, ürküp kaçmak. * Birisinin yakını ve akrabası. |
nefretbahş |
f. İnsana nefret veren, iğrendiren, tiksindiren. |
nefrin |
Lânet, beddua. * Söğüp saymak. |
nefrin-hân |
f. Sövüp sayan. |
nefrin-künân |
f. Lânet okuyan, sövüp sayan. |
nefs |
(Nefis) Can, kişi, kendi, öz varlık. Bir şeyin zatı olan, kendisi. * Göz. * Şehvet ve gadabın mebdei olan kuvve-i nefsaniye. Fıtri meyil, bedenin hissi istekleri. * Ruh, hayat, asıl. * Maya. More… |
nefş |
Açmak. * Yapmak. * Yün ve pamuk atmak. * Davarların, geceleyin yayılıp çobansız otlaması. |
nefs-i râdiye |
f. Rabbinden râzı ve hoşnud olanın nefsi. |
nefsa |
(C.: Nefsâvât-Nüfüs-Nifâs-Nevâfis) Yeni doğum yapmış kadın. Loğusa. |
nefsanî |
Bedenî arzu ve isteklerle alâkalı. Zaruret olmadığı hâlde keyf için olan istek ve arzuya ait. Kendine ait ve mensub. |
nefsaniyet |
Nefsini çok beğenmişlik. * Gizli düşmanlık, garez, kin. |
nefşele |
Yürüken toprağı ayağıyla tozutmak. |
nefsî |
Nefis ile, kendisi ile alâkalı. Şahsa ait, nefse dair. |
nefsî nefsî |
Benim nefsim, nefsim nefsim mânâsına yalnız kendini düşünmeyi ve kendisiyle olan alâkayı ifâde eden bir tâbir. |
neft |
Neft yağı. Çam gibi bazı ağaçlardan çıkarılan, tutuşabilen bir yağdır ve boyacılıkta vesair sanayide kullanılır. |
neft (nefit) |
Çömleğin kaynayıp taşması ve içinde yemeğin kuruması. * Galeyan. |
nefta |
(Nifta) (C: Nefat) Çalışmaktan dolayı elde çıkan kabarcık. |
neftî |
f. Neft yağı renginde olan, siyaha yakın koyu yeşil. |
nefuh |
Sütü sağılmadan çıkıp akan deve. |
nefur |
Ürken, ürküp kaçan. * Herkese iyiliği dokunan kimse. |
nefuz |
Çocuk düşüren kadın. |
nefy |
Sürgün etmek. Birisini kendi rızası olmadan, bir yerden başka bir yere nakletmek, sürmek. * Gr: Bir şeyin olmadığını ifade eden (olumsuzluk) edatı. |
nefy edâti |
Arabçada 'Lâ', Farsçada 'Nâ' gibi olumsuzluk bildiren edât. |
nefyan |
Vurma ânında yara ve cerahatten akan kan. |
nefz |
Saçma, yayma. Neşretme. * Silkmek. * Nazar etme, bakma. |
negatif |
Fr.Mat.: Sıfırdan küçük, önünde eksi işareti bulunan sayı. Menfi. * Gerçekteki karanlık ve aydınlık kısımları tersine gösteren fotoğraf camı veya filmi. ( Bak: Menfi) |
negühide |
f. Çirkin, kötü. |
neha |
Pek akıllı adam. * İhtiyacı terkeylemek. (Güya kendi nefsi cihetinden menedilmiş demektir.) |
nehabik |
Bildikleriyle amel etmeyip halka da öğretmeyen. |
nehabir |
(Nühbur. C.) Kum yığınları, kum tepeleri. |
nehafe |
Tıksırmak, aksırmak. * Nefes verip almak. ◊ Zayıflık. |
nehak |
Eşek anırtısı. |
nehake(t) |
Bahadırlık, kahramanlık, şecaat. * Keskinlik. |
nehamî |
Demirci. |
nehar |
(C.: Enhür) Fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar olan aydınlık. * Toy kuşunun yavrusu. * Altın. |
neharen |
Gündüzün. Gündüz vakti. |
neharî |
Gündüzlü, gündüz ile alâkalı. * Yatılı olmayan mekteb veya talebe. |
nehave |
(Et) çiğ olmak. |
nehb |
Yağma, yağmacılık, çapul. * At oynatmak, koşturmak. * Kahr ile bir kişinin malını elinden almak. |
nehbe |
Kapmak. |
nehber |
Helâk olacak yer. |
nehc |
Yol, usul. * Doğru yol. |
nehd |
İri gövdeli ve karınlı at. |
nehda' |
İyi otlar yetişen kumlu arâzi. |
nehdan |
Dolu, dolmuş. |
nehec |
(C: Menâhic) Yol, tarik. * İstikâmet. |
nehel |
Susuz olmak. * İçmenin evveli. * Yaşlı, ihtiyar. * Semiz etli deve. |
nehem |
(Nehim - Menhum) Aç gözlü oluş. şikemperver olmak. Doymak bilmemek. Bir şeye çok düşkün, şehvetli, haris. |
neheng |
(C.: Nehengân) f. Timsah. |
nehengân |
(Neheng. C.) f. Timsahlar. |
neher |
Genişlik, bolluk. * Nehir, ırmak. |
nehhab |
(Nehb. den) Yağmacı, çapulcu. |
nehhac |
(Nehc. den) Kılavuz, rehber, mürşid. Doğru yolu gösterici. |
nehhal |
Toprak kazan, kazıcı. |
nehham |
Yüksek ve gür sesli kimse. * Arslan. |
nehhas |
Nehs'in mübalağası. * Bir kişinin lakabı. ◊ Esirci. |
nehhat |
Yüce avazlı, gür sesli kişi. |
nehhat (nühhat) |
Çalıştırılan sığır. * İnce. * Hımar, eşek. * Sadaka toplamaya memur olan kişinin işini bitirdikten sonra ücretini alması. |
nehib |
(Nehb. den) Korku, dehşet, ürküntü. * Yağmacı, çapulcu. ◊ İnlemekle ve ses ile olan ağıt. |
nehide |
Kalın kaymak. |
nehif |
Zayıf. |
nehih |
Boğaz içinden gelen ses. |
nehik |
Bahâdır, kahraman. * Arslan. * Keskin kılıç. * İyi huylu kimse. ◊ Anırtı, eşek anırtısı. |
nehim |
Aç gözlü, doymaz. * Yırtıcı. * Arslan kükremesi. |
nehir |
Burun içinden çıkan ses, hırıltı. |
nehire |
Çürümüş, ufalanmış, rüzgârla savrulur. Delik deşik, göz göz olmuş. * Rüzgâr estikçe ses verir kemik, çürümüş kemik. (Nâhir de denir) ◊ Ayın evveli. |
nehit |
İnlemek. * Şiddetle teneffüs etmek, nefes alıp vermek. ◊ Eşek anırtısı. Hımar avazı. |
nehite |
(C.: Nehâyet) Tabiat. |
nehiy |
Yasak etmek. Menetmek. * Gr: Emrin menfi şekli. |
nehizet |
Tabiat. * At kulağına benzer dokunmuş nesne. |
nehk |
Zayıf etmek, zayıflatmak. * Eskitmek. * Mübâlağa etmek. ◊ Eşek bağırışı. |
nehme |
Hastaların ve çocukların yiyeceğe karşı olan hırsı, oburluğu. |
nehmet |
Himmet, maksat, yüksek himmet. Harislik. şehvet. |
nehnehe |
Dar kaftan, dar elbise. |
nehr |
Boğazlamak, kesmek. * Namazda sağ elini sol eli üzerine koymak. * Sadr, göğüs. ◊ Çay, ırmak. * Vüs'at, bolluk. Genişlik. |
nehren |
Nehirden. Nehir yoluyla. |
nehreyn |
İki nehir. |
nehrî |
(Nehriye) Nehirle ilgili, nehre ait. |
nehs |
Kabzetmek, almak. * Yılan sokması. * Eti ön dişiyle almak. ◊ Çok yaramaz nesne. |
nehş |
Yılan sokmak. * Almak, kabzetmek. * Ön dişiyle bir nesneyi ısırır gibi tutmak. * Et almak. |
nehsek |
Yaban havucu. |
nehşel |
Kurt, zi'b. * Çakır. * Erkek ismi. |
neht |
Çağırmak. * Ses, avaz. * Men'etmek, engel olmak. ◊ Yontmak. Oymak. |
nehud |
f. Nohut. |
nehur |
Burnuna vurmayınca veya burnuna parmak sokmayınca sütünü salıvermeyen deve. |
nehus |
(C.: Nehâyıs) Gebe eşek. |
nehuset |
(Bak: Nühuset) |
nehva |
Bir şey kasdetmek. Bir şey söylemeği istemek. * Bir şey yapmağa evvelden hazırlanmak. |
nehy |
(Bak: Nehiy) |
nehz |
Durmak, kıyam. * Def'etmek, kovmak. * Yakın olmak. * Berkitmek için devenin memesine eliyle vurmak. * Dolması için kovayı suya vurmak. ◊ Süngü demirini inceltmek. * Kemik More… |
nehzat |
Hareket, davranma, kalkışma. Yola çıkma. |
neib |
Karga sesi. * Ağaçtan yemiş indirmek. * Süt sağmak. |
nek' |
Dizine ayağın arkasıyla vurmak. * Def'etmek, kovmak. |
nek'a |
Kalkan dikeni üstündeki kızıl kap. * Her kırmızı olan şey. |
nekâ' |
Yarayı kaşımak. * Soymak. * Çok azap etmek, acı çektirmek. |
nekab |
Devenin tabanı aşınmak. |
nekabet |
Muayyen zümrelerin başları. * Bir topluluğun vaziyetlerine nezâret etmek, kontrol. |
nekâbet |
Dönme, vazgeçme, cayma. |
nekad |
(C.: Nukyud-Nikâd) Ayakları kısa, yüzü çirkin koyun. * Büyümesi geç olan çocuk. * Ağızda dişler çürüyüp ufanmak. * Davarın tırnağı soyulup yüzülmek. |
nekahet |
Hastalıktan yeni kalkıp henüz iyileşmiş, iyiliğe yüz tutmuş olmak hâli. Hastalıkla sıhhat arasındaki hâl. * Fehmetmek, anlamak, bilmek. * Seri intikal etmek. Çok çabuk anlayış. |
nekais |
(Nakise. C.) Nakiseler. Noksanlar. |
nekaiz |
(Nakize. C.) Nakizeler. Birbirine zıd şeyler. |
nekâl |
Şiddetli azab. İşkence ve ukubet. * İbret. |
nekam |
(A, uzun okunur) Bir kimseyi kötü bir fiilinden dolayı şiddetle cezalandırmak. İntikam almak. |
nekâre |
Güçlük, zorluk. * Belirsizlik. |
nekave(t) |
Her şeyin iyisi, seçkini. * Temizlik, paklık. |
nekâyat |
Çarklar. * Vakitler. |
nekayi' |
(Nakia. C.) Ziyâfetler. |
nekaz |
(C: Enkâz) Her nesnenin kötüsü, kıymetsizi. |
nekb |
Musibet ve kedere uğrama. * Meyletmek, eğilmek. * Udul etmek, vazgeçmek, haktan dönmek. |
nekba |
Esince adamı eğip düşüren rüzgâr. Fırtına. |
nekbe |
(C.: Nekebât) şiddet, meşakkat. * Bir şeyin kesilmesiyle olan cerahat. |
nekbet |
(C.: Nekebât - Nükub) Talihsizlik, şanssızlık, bahtsızlık. * Musibet, felâket. * Düşkünlük. |
nekbethane |
f. Tâlihsizlik yuvası. * Mc: Dünya. |
nekbetî |
f. Tâlihsiz, bahtsız, şanssız, uğursuz. |
nekbetzede |
f. Felâket görmüş, musibete uğramış. |
nekd |
(Nekâde) (C.: Enkâd) Hayırsız olmak. |
nekda' |
Sütü olmayan deve. |
nekeb |
Hastanın iyileşmesi. * Devenin omuzlarında olan bir hastalık. |
neked |
Sıkıntı, dert, keder. Belâ, musibet. |
nekefe |
(C.: Nüküf-Nükfân) Çene altında olan küçük bez. |
nekel |
Kuvvetli kişi. |
nekes |
(Nâ-kes) Cimri, tamahkâr, hasis. |
nekesan |
Ardına dönmek. |
nekf |
Göz yaşını yanağından parmağıyla silip gidermek. * Kuyudan su çekmek. * Arlanmak. |
nekh |
(Nikâh) (C.: Enkihe) Tezevvüc, evlenme, cimâ etme. * Akit. |
nekhet |
(Bak: Nükhet) |
nekib |
(C.: Nukabâ) Halkın iyisi. * Kâhya. * Kefil. * Müfettiş, kontrolcü. ◊ Deve, at ve eşek ayaklarının dâiresi. |
nekibe |
Nefsi mübârek. |
nekir |
'Bilinmemiş olan. Muayyen olmayan. * Mezarda iki sual meleğinden birisinin adı. (Diğerininki; münkerdir)' |
nekire |
(C.: Nekerât) Belirsiz. |
nekise |
Hilâf, ters. * Nefs. |
nekkad |
Bir şeyin iyisini kötüsünü seçen kimse. * Paranın sağlamını kalpından ayıran. * İmam, hatib ve kayyum gibi hizmet sahiblerinin, vazifelerine devam edip etmediklerini murakabe ve devam More… |
nekkar |
Ağaçkakan kuşu. * Değirmenci. * Çok hayırlı. * Çok kokulu. |
nekl |
Yular. At gemi. * Ezâ, cefâ etmeğe ve işkence yapmağa yarayan şey. |
nekmet |
(Bak: Nikmet) |
nekr |
Zeki, akıllı kimse. Pek zeyrek olan. * Dehâ, fetânet. |
nekre |
Belirsiz olan. * Çıban ve yaradan çıkan kan ve irin. * Garip ve gülünç fıkralar. * Hoş sohbet ve hazır cevap kimse. * Gr: Belirtilmemiş isim, neye delâlet ettiği belli olmayan (harf-i More… |
nekre-gû |
f. Tuhaf hikâyeler fıkralar anlatan. Gülünç sözler söyleyen. |
neks |
Sözünden dönmek. * Bozmak. Çözmek. * Üzmek. * Dağıtmak. * Münhal ve muhtel olmak. ◊ Çok çekinmek, kaçınmak. |
nekş |
Kuyunun çamurunu temizlemek. * Bir şeyi bitirmek. Bir işden fâriğ olmak. * Bir şey üzerine gelip toplanmak. |
neks (nüküs) |
Başaşağı etmek, ters döndürmek. * Aynı hastalığın geri gelmesi. (Bak: Nüks) |
nekt |
(C: Nikât) Süngüyü yere vurmak. * Taan etmek, çekiştirmek. |
neküs |
(Nekis - Neküs) Baş aşağı etmek. |
nekz |
Vurmak. * Kovmak, def'etmek. * Yılan sokmak. * Azalmak. * Suyun, yer tarafından emilmesi. ◊ Gayret etme, uğraşma, çok çabalama. |
nell |
Yüz üstüne bırakmak. |
nem |
f. Rutubet, az yaşlık. Hafif ıslaklık. |
nema |
Gelişme, büyüme. * Uzamak, artmak, çoğalmak, üremek. * Faiz. |
nemadâr |
f. Çoğalan, ziyadeleşen. Artan, büyüyen. |
nemaik |
(Nemika. C.) Mektuplar. |
nemaim |
(Nemime. C.) Dedikoducular, çekiştiriciler. |
nemarik |
(Nemraka. C.) Yastıklar. |
nemas |
Kılın ince olması. |
nemat |
(C: Enmut-Nimât) Usul, tarz. * Yol, tarik. * Örtü, ihram. * Topluluk, insan cemaati. * Döşek yüzü, yatak yüzü. |
nemçe |
Tar: Osmanlılar tarafından Avusturya ve Avusturyalı mânasında kullanılan bir tâbir idi. |
nemdar |
f. Nemli, ıslak, yaş, rutubetli. |
nemed |
f. Keçe. |
nemed-pâre |
f. Keçe parçası. |
nemed-puş |
f. Keçe giyen. Derviş. |
nemed-zîn |
f. At eğeri altına konulan keçe. |
nemedîn |
f. Keçeden yapılma. |
nemek |
f. Tuz. Milh. * Lezzet, tat. * Bağlılık, hak. |
nemek-çeş |
f. Tadına bakma, tatma. |
nemek-dân |
f. Tuzluk, tuz kabı. |
nemek-efşan |
f. Tat veren. Lezzetlendiren. * Tuz serpen. |
nemek-haram |
f. Tuz haini. * Mc: Nankör. |
nemek-helâl |
f. Tuz hakkı tanıyan. Bağlı, sâdık kimse. |
nemek-perver |
f. Sâdık ve bağlı kimse. |
nemek-şinâs |
f. Tuz tanıyan. * Mc: İyilik bilen. |
nemek-sud |
f. Tuzlanmış, tuza bastırılmış, tuzlu şey. * Pastırma. |
nemekîn |
f. Tuzlu, lezzetli, tadı yerinde. * Tuzlu gözyaşı. |
nemeş |
Dağınık, parçalanmış şeyleri toplamak. * Nakış hatları. * Yüzde olan siyah ve beyaz noktalar. |
nemf |
Küçük kurt (böcek). |
nemga |
Çocukların beyni deprendiği yer. * Dağ üstü. |
nemidanem |
Bilmiyorum. |
nemididem |
Görmüyorum. |
nemika |
(C.: Nemâik) Mektub. Name. |
nemime |
Söz götürme. Lâf taşıma. Bir kimse aleyhindeki sözleri ifsad maksadıyla kendisine eriştirme. |
nemimekâr |
f. Koğucu, fitneci, dedikoducu, münafık. |
nemin |
Fısıltı. * Koğucu. |
nemir |
(C.: Nümur) Kaplan. ◊ Tatlı su. |
nemire |
Dişi kaplan. * Yün kaftan. |
nemis |
Bittikten sonra yine biten ot. |
nemk |
Yazmak. * Düzeltmek. |
nemkeşide |
f. Islak, nemli, yaş, rutubetli. |
neml |
Karınca. |
neml suresi |
Kur'an-ı Kerim'de 27. Sure olup Süleyman Suresi de denir. Mekkîdir. |
nemle |
Bir tek karınca. * Vücutta olan karıncalanma. |
nemm |
Birinin sözünü başkasına götürüp ikisinin arasını bozma. Koğuculuk. |
nemmal |
Koğucu, dedikoducu, münafık. |
nemmam |
(Nemmas) Koğuculuk ve nemimecilik eden. Dedikoducu. |
nemnak |
f. Nemli, yaş, ıslak. |
nemnakî |
f. Nemlilik, ıslaklık, yaşlık, rutubet. |
nemreka |
(C.: Nemârık) Yastık. |
nemrud |
Zâlim ve gaddar olarak tanınmış ve Allaha karşı kibir ve isyan ile büyüklük taslamış bir kralın ismidir. Milâddan evvel 2640 yılında yaşadığı sanılmaktadır. Peygamber İbrahim Aleyhisselâm More… |
nems |
Süt ve yağın ekşimesi. * Ekşimek ve kokmak. * Sırrı ketmetmek, gizlemek. |
nemş |
f. Hile, oyun, dalavere, desise. |
nemy |
Kaldırmak. * Yetiştirmek. |
neng |
f. Ayıp, utanma, hayâ etme. * Ün, şöhret, nam. |
ner |
f. Erkek, er. |
nerbdan |
'f. Merdiven. (Neverdi bâm'dan alınmıştır. Neverd; kıvrım, büküm; neverdiden; tayyetmek, dürmek; bam, ban; tavan mânalarına gelirler. Üst kata merdivenle çıkıldığından, neverdibâm More… |
nere |
f. Dalga. * Erkek. |
nergis |
(Nerges - Nercis) İri papatya biçiminde ortası yeşil veya sarı, yaprakları gri ve sarı bir çiçek. Suyu, uyuşturucudur. Mahmur bakışı andırır. |
nergis-dân |
f. Nergis saksısı. |
nergisî |
f. Nergis biçiminde kesilip yapılan bir çeşit hamur işi. |
neriman |
f. Pehlivan, yiğit, kahraman. |
nerimanî |
f. Nerimanlık, kahramanlık, yiğitlik. |
nerm |
(Nermi - Nermin) f. Yumuşak. |
nerm nerm |
f. Yavaş yavaş, âheste âheste. |
nerm-âhen |
f. Gevşek şey. |
nermdil |
f. Yüreği yumuşak. Merhametli. |
nermgû |
f. Yumuşak sözlü. |
nermî |
f. Gevşeklik, yumuşaklık. |
nermin |
f. Yumuşak. |
nermiyet |
Yumuşaklık, gevşeklik. |
nermligam |
(Nerm-ligâm) f. İtaatli, muti, söz dinler. * Başı sert olmayan at. |
nermsaz |
f. Yumuşak adam. |
nerre-şir |
f. Erkek arslan. |
neş' |
Bir nesneyi zorla çekmek. |
neş' (nüşu') |
Yiğit olmak. * Yüksek olmak. * Rüzgâr esmek. * İyi ve hoş kokulu şeyler koklamak. |
nes'e |
Veresiye alma. Vade ile alma. * Tehir etmek. |
neş'e |
Gönül açıklığı, sevinç. * Yeniden meydana gelmek. Yeniden olan şey. * Yiğit olmak. * Yüksek olmak. |
neş'e-nisar |
f. Neşe dağıtan. |
neş'e-yab |
f. Keyifli, neşeli, sevinçli. |
neş'et |
Meydana gelmek, vücuda gelmek. Büyüyüp kat ve kamet sahibi olmak. Yetişmek, ileri gelmek. * Çıkmak. Kaynak olmak. |
nes'î |
Câhiliyet devrinde belirli vakti geciktirilmiş haram aylar. |
nesa |
(C.: Ensâ) Uyluk başından tırnağa kadar varan bir damar. * Te'hir etmek, sonraya bırakmak. |
neşa |
Nişasta. |
neşabet |
Okçuluk san'atı. |
nesai |
(Bak: Kütüb-ü sitte-i hadisiyye) |
nesaic |
(Nesice. C.) Dokumalar. Dokunmuş kumaşlar. Ette ve deride olan nescler, dokular. (Bak: Nesc) |
neşaid |
(Neşide. C.) Meşhur kaside ve beyitler, mısralar. |
nesaih |
(Nesâyih) (Nasihat. C.) Nasihatler, öğütler. |
nesaik |
(Nesike. C.) Kesilen kurbanlar. |
nesaim |
(Nesim. C.) Hafif ve lâtif rüzgârlar. |
nesais |
(Nesise. C.) Fesatlık için yapılan fısıltılar. |
nesak |
Tarz, usul, yol, şekil, üslub. |
neşak |
Burna su ve sâire çekme. Burunla çekme. |
nesaksâz |
f. Tertib eden, düzenliyen, tanzim eden, düzen veren. |
neşame |
Yüksek beyaz bulut. |
nesar |
(C.: Nüsür - Ensür) Bir kuş adı. Gerges de denir. |
neşasa |
Beyaz yüksek bulut. |
neşastec |
Nişasta. |
neşat |
Sevin. Şen şâd ve hoşdil olmak. Sürur, keyf. * Bir iş işlemek. Çalışmak. |
neşat-âver |
f. Sevinç ve sürur getiren. |
neşat-bahş |
f. Sevinç ve neşe bağışlayan. |
neşat-efza |
f. Neşe ve sevinç artıran. |
neşât-engiz |
f. Sevinç uyandıran. |
neşb |
(İğne ve diken) batma, girme. |
nesc |
(Nesic) Dokunuş, dokuma. * Canlı mahluklardaki hücrelerin, Allah'ın (C.C.) kudretiyle ve kanunu dâiresinde yanyana gelip birleşerek uzuvların yapılışı. (Meselâ: Hayvanlarda deri, kemik, More… |
neşc (neşic) |
(C.: Enşâc) Sesli sesli ağlamak. * Ses. |
nescî |
Nesc ile alâkalı. |
nescolmak |
Dokunmak, örülmek, örülü hâle gelmek. Kumaş dokunması, bez dokunması. (Canlıların vücudundaki nescolunmak gibi) |
neşd |
Talep etmek, istemek. * Yüksek yerde düz yer olmak. * Kaybolan şeyi aramak. * Bir şeyi gereği gibi bilmek. |
neseb |
Sülâle, hısımlık, karabet, soy. Baba soyu, atalar zinciri. * Vuslat. |
neşeb |
Mal, mülk. |
neseben |
Soyca, sülâlece, soy bakımından. |
nesebî |
Neseb ve soya âit. Sülâle ile alâkalı. |
neşef |
İçmek. * Sinmek. * İçine girmek, dühul etmek. |
neşefe |
(C.: Nüşüf) Ayağın kirini temizlemede kullanılan taş. |
nesel |
Davar sağıldıktan sonra meme başlarında arta kalan sütü. * İki tarafı saf saf ağaçlar olan yol. |
nesem |
Soluk ruh, nefes. Rahatı mucib hâlet. * Rüzgârın lâtif, hoş esmesi. |
neseme |
(Nesme) - (C: Nüsüm) Nefs. İnsanın ve her nesnenin başlangıcı. |
neşer |
Dağılmış, intişar etmiş, münteşir. |
nesevî |
(Neseviye) Kadına mensub, kadınla alâkalı, kadınlık. |
neseviyyet |
Kadınlık. |
nesf |
Bir yapıyı temelinden yıkma. |
neşf |
İçmek, suyu emerek içmek. * Sızmak. Sünger gibi sızmak. * Suyu çekmek. |
nesfe |
Dökülmüş ve saçılmış un. |
nesg |
Gitmek. * Almak. * Ağaç kesildiğinde çıkan su. * Vurmak. * Dürtmek. |
neşg |
Aşk galebe edip haykırıp çağırmak. * Tâlim etmek. |
neshî |
Nesihle alâkalı, neshe ait. * Bir cins yazı. |
nesi' |
(C.: Ensâ) Yolcuların ve misafirlerin konakladıkları menzilde düşürdükleri esvap. * Unutkan. * Unutulan. Unutulmuş olmak. ◊ Te'hir, sonraya bırakma. |
nesib |
Asil kadının vasfı. * Edb: Kasidenin âşıkâne olan mukaddemesi. |
nesic |
(C: Nüsüc) (Nesc. den) Dokunmuş, nescolunmuş. |
nesice |
(C: Nesâyic) Dokunmuş, nescolunmuş şey. |
neşide |
Manzume. Şiir. * Yüksek sesle okunan şiir. * Darb-ı mesel (atasözü) derecesinde kullanılan meşhur beyit veya mısrâ. |
neşidehân |
f. Neşide okuyan. |
nesie |
Veresiye almak. Satın alınan şeyin bedelini vermeyip sonraya bırakmak. |
nesif |
İki kişi arasındaki sır. |
nesig |
Ter. |
nesik |
Düzenli, tertibli, nizamlı * Süslü, bezenmiş, donanmış. |
nesike |
Hak yoluna kesilen kurban. * Altın veya gümüş külçesi. (Bak: Akika) |
nesil |
Kazıldığında çıkan kuyu toprağı. ◊ Erimiş mumsuz bal. ◊ (Bak: Nesl) |
neşil |
Çömlekte pişmiş et. |
nesim |
Hoşa giden, hafif ve lâtif esen rüzgâr. |
nesimî |
Hafif hafif ve lâtif bir tarzda esen rüzgârla ilgili. |
nesir |
Hayvan aksırması. |
neşir |
Dağıtma, yayma, herkese duyurma. |
nesire |
Kuyu toprağı. |
nesis |
Aşırı derecedeki açlık. * İnsan gücünün sonu. İnsanın en son tâkati. * Son nefes. ◊ Bir sıvının sızıp kabından dışarı çıkması. |
neşiş |
Kaynayan şeyden çıkan ses. |
nesise |
(C.: Nesâis) Fesatlık için yapılan fısıltı. |
neşit |
Neş'eli, sevinçli, şenlikli. Faal. |
neşita |
Bir şeyin, aramaksızın bulunması. * Ansızın bulunan nesne. * Gâzilerin kastettikleri yere varamadan yolda buldukları ganimet. |
nesk |
Bir kelâmı başka kelâma atfetmek. |
neşk |
Burna çekme. |
nesl |
Soy, sop. Zürriyet, döl, kuşak. * Halk. * Çocuk hâsıl etmek. * Kıl yolmak. * Mumsuz, süzme bal. ◊ Kuyudan toprak çıkarmak. * Sadaktan ok çıkarmak. |
neşl |
Taan etmek. * Cezbetmek, kendine çekmek. |
neslan |
Çok yelmek. Evmek. |
nesle |
Geniş gömlek. |
neşm |
Zerdali ağacı gibi bir ağaç. * Bir çiçek cinsi. |
nesme |
Fık: Satın alınan köle. |
nesnas |
Koğuculuk eden kişi. * Maymun. |
nesne |
şey, herhangi bir şey. |
neşneşe |
Koyun derisini yüzmek. * Zırh sesi. * Su kaynarken ötüp ses çıkmak. |
nesr |
Hamele-i Arş'tan olan bir melek. * Akbaba, kartal. * Nuh kavminin putlarından birisinin ismi. * Yarayı deşmek. * Kuşun, eti didiklemesi. * Birinin aleyhinde konuşmak. * Güneyde bir More… |
neşr |
Neşretmek, yaymak, bir haberi fâşetmek, herkese duyurmak, şâyi kılmak. * Başıboş cemaat. * Bulutlu günde yel esmek. * İzhar etmek. * Katetmek. * Mecnun veya hastaya duâ yazmak veya okumak. More… |
nesre |
Büyük geniş gömlek. * Hayvanın tiksirip burnundan sümüğünü çıkarması. * Menazil-i kamerden iki yıldız. |
nesren |
Nesir olarak, manzum olmadan yazılan yazı. * Çoğaltmak suretiyle. |
neşren |
Yayılmak suretiyle, neşir yoluyla. Yazarak, dağıtarak. |
neşrî |
Neşir ile alâkalı. |
nesrin |
Yabani gül. |
neşriyât |
Gazete, kitap, radyo ve sâir vasıtalarla neşrolunmuş, yayılmış şeyler. |
ness |
İfşa etmek, açıklamak. * Gayret ve hamiyyet etmek. ◊ Sürmek, sevk. * Kurumak. |
neşş |
Kaynamak, galeyan. * Her nesnenin yarısı. * Davarın tezce derisini yüzüp etinden ayırıp çıkarmak. * Yirmi dirhem. * Karıştırmak. |
neşşab |
Okçu, ot atan. |
nessabe |
Nesepleri iyi bilen kimse. |
neşşabe |
Ok yapıcılık, ok yapma sanatı. |
nessac |
Dokuyucu, dokuyan, çuhacı. |
nessaf |
Gagası büyük bir kuş. |
neşşaf |
Bir şeyi kendine çeken. * Emen. |
neşşal |
Pişmemiş yemeğe saldıran. |
nessar |
Dağıtan, saçan, neşreden. * Parlatan. |
nest |
Sâkin olmak. |
neşt |
Yılan sokmak ve ısırmak. * Bir yerden bir yere gitmek. * Çözmek. * Çıkarmak. * İpi bağlamak. |
nesteinu |
Biz senden yardım, inayet dileriz, istiane ederiz meâlinde duâ. |
nester |
(Nesteren-Nesterin-Nesterun) f. Ağustos gülü, yaban gülü. |
neşter |
Ameliyat bıçağı. Hekim bıçağı. |
nesterinzar |
f. Gül bahçesi. Güllük. |
nesuc |
Üstünde yük doğru durmayan deve. |
neşur |
Ziyadesiyle neşreden. Fazla yayan. Dağıtan. |
neşut |
Bir balık cinsi. * Kovası katı çekilmeyince su çıkmayan kuyu. |
nesv |
İzhar etmek, göstermek, açıklamak. |
neşv |
f. Canlıların büyümesi, yetişmesi, boy atması. * Yeniden hayata gelmek. |
neşv ü nema |
Büyümek ve gelişmek. |
neşvan |
Sarhoş. |
neşvar |
Davar gevişi. |
neşvat |
(Neşvet. C.) Keşifler, neş'eler, sevinçler. |
neşve |
(Nişve - Nüşve) Sevinç, keyif. * Büyümek ve yetişmek. * Koklamak. * Rayiha. * Bir şeyi tekrarlamak. * Mest ve sarhoş olmak. * İyice duyup vâkıf olmak. |
neşvebahş |
f. Keyif ve neşe veren. Neşelendiren. |
neşvedâr |
f. Keyifli, neşeli. |
neşvegâh |
f. Neşe ve keyif yeri. |
neşvemend |
f. Keyifli, neşeli. |
neşverüba |
f. Neş'e verici. |
neşvet |
Keyif, neşe. Sevinç sarhoşluğu. |
neşveyab |
f. Neşeli, keyifli. |
nesy |
Unutma, nisyan. * Unutulmuş. |
nesyen mensiyyen |
Tamamıyla unutulmuş, tamamen hatırdan çıkmış. |
neşz |
(C.: Enşâz-Nişâz) Yüksek yer. |
neta |
(Nütü') Yaranın şişmesi. * Yüksek olmak. |
netaic |
(Netayic) (Netice. C.) Neticeler. |
netane |
Çirkin kokmak, pis kokmak. |
netb (nütüb) |
Büyük olmak, gövdeli olmak. |
netc |
Doğurmak. |
netf |
Kıl yolma. |
netg |
Alayla gülmek. * Bir kimseyi ayıplamak. |
neth |
Koparmak. * Çıkarmak. ◊ Terlemek, sızmak. |
netice |
(C.: Netâic) Son, gaye. Semere, hülâsa. * Döl, evlâd. |
neticebahş |
f. Neticelendiren, sonuçlandıran. Netice veren. |
neticepezir |
f. Son bulmuş, neticelenmiş. |
netk |
Atmak. * Yüzmek. * Kendine çekmek, cezbetmek. * Depretmek, silkmek, harekete geçirmek. * Oğlu ve kızı çok olmak. ◊ Bir şeyi şiddetle çekmek ve cezbetmek. |
netl (netel) |
Önüne çekmek. * Deve kuşu yumurtasının içini su ile doldurup bir yere gömmek. |
netn |
Fena kokmak. Kötü, kerih koku. |
netnun |
Bir ağaç cinsi. |
netr |
Cezbetmek, kendine çekmek. * Taan etmek, çekiştirmek. * Bozulmak, fâsid ve zâyi olmak. |
nets |
Deri yüzmek. * Bir şeyin yerinden ayrılması. |
netş |
Çıkarmak. * Yolmak. |
netuc |
Çıkma. *Ağaç posası. |
neur |
Çivit. |
neuzü |
Sığınırız meâlinde fiil. |
nev |
f. Yeni, tâze, cedid. Son zamanda çıkmış. |
nev' |
Çeşit, sınıf, cins. * Taleb etmek. Meyletmek, eğilmek. İki yana sallanmak. |
nev'an |
Cins bakımından, çeşitçe. * Biraz. |
nev'î |
Nev'e ait, çeşit ile alâkalı. |
nev'i şahsina münhasir |
Sadece şahsına benzer çeşit, başka benzeri olmayan. Eşi bulunmaz olan. |
nev'umma |
Bir derece, bir suretle. |
nev-a-nev |
f. Yeni yeni. |
nev-amuz |
f. Acemi. Yeni alışan. |
nev-arus |
(C.: Nev-arusân) f. Yeni gelin. |
nev-ayin |
f. Yeni tarz, yeni üslub. * Yeni üslub çıkaran. |
nev-icad |
f. Evvelce yok iken sonradan yapılmış. Yeniden meydana getirilmiş. |
nev-inan |
f. Acemi at, bineğe yeni alıştırılan at. |
neva |
f. Ahenk, ses, güzel sadâ, nağme, avaz. * Musikide bir makam ismi. * İntizamlı hâl. * Azık, zahire, rızık. ◊ Bir yerden bir yere nakletmek. * Hıfzetmek, korumak. * Sohbet etmek. More… |
neva-saz |
f. Çalgıcı, okuyucu. |
nevabig |
(Nâbiga. C.) Şerefli ve ulu kimseler. * Sonradan şâir olan kişiler. |
nevabit |
(Nabite. C.) Nebatlar. Bitkiler. * İmar ve ihdas. * Dünya ahvâlinden habersiz. * Taze, genç kimse. |
nevabiz |
(Nâbıza. C.) Nabız damarları. |
nevaciz |
(Nâciz. C.) Azı dişlerinin arkasındaki altlı üstlü bulunan dişler. |
nevad |
f. Zarar, ziyan, hasar. * Mahzen. * Dil. |
nevade |
Torun. |
nevadi |
(Nâdi. C.) Toplantılar, meclisler. |
nevadir |
Az olanlar, nâdirler. |
nevafil |
(Nâfile. C.) Farz ve vâcib olandan başka ibadetler. Nâfile (yani sevab için kılınan) namaz veya tutulan oruçlar. |
nevafis |
(Nefsâ. C.) Loğusalar. Yeni doğum yapmış kadınlar. |
nevager |
f. Okuyucu, hânende. |
nevah |
Kül renkli beyaza benzer kumru gibi bir kuş cinsidir ve sesi gayet lâtiftir. |
nevahi |
(Nehy. den) Yasak edilmiş şeyler. * Allah (C.C.)tarafından menedilmiş olanlar. ◊ (Nahiye. C.) Taraflar, yanlar, nahiyeler. |
nevaht |
f. Okşama. * Saz çalma. |
nevahte |
f. Okşanmış. * Saz çalmış. |
nevahten |
f. Çalgı veya saz çaldırmak. |
nevaî |
f. Ahenkle, makamla ilgili. |
nevaib |
(Naibe. C.) Musibetler, kazalar, belâlar. |
nevair |
(Naire. C.) Ateşler, alevler. ◊ (Naure. C.) Bostan dolapları. |
nevaket |
Hamakat, ahmaklık. |
nevakis |
(Nakus. C.) Çanlar. İbadet vakitlerinde kiliselerde çalınan çanlar. ◊ (Nâkis. C.) Başlarını devamlı olarak önlerine eğen adamlar. ◊ (Noksan. C.) Eksiklikler, noksanlar. |
neval(e) |
Bahşiş. Kısmet, tâli', nasib. * Yiyecek içecek. * Bir tek porsiyon. |
nevale-çin |
f. Yiyecek toplayan, kısmetini alan. |
nevamis |
(Namus. C.) Namuslar, kanunlar, şeriatlar. (Bak: Desâtir) |
nevar |
(C.: Niver) Ürkmek, korkmak. |
nevasi |
(Nâsiye. C.) Alınlar. * Bir topluluğun ileri gelenleri. Ulular. ◊ İyi cins bir beyaz üzüm. |
nevat |
Çekirdek, hurma çekirdeği. * Yirmi veya on adet. * Bir veya on okka altın. Beş dirhem altın. * Düşman. |
nevati |
(Nevtî. C.) Gemiciler. |
nevatih |
şiddetler. |
nevatir |
(Nâtur. C.) Hamam hademeleri. * Bostan bekçileri. ◊ Kirişi kesik olan yay. |
nevaye |
Devenin semiz olması. |
nevaz |
f. Okşayıcı, taltif edici, iyi edici. (Bak: Nüvaz) |
nevazende |
f. Okşayan, okşayıcı. |
nevazic |
(Nâzıc. C.) Kıvama gelmişler, olgunlaşmışlar. |
nevazil |
Nezleler. * Hâdiseler. Belâlar. |
nevaziş |
(Nüvaziş) f. Okşayış, iltifat. |
nevazişgâr |
f. Gönül alan, okşayan. İltifat eden. |
nevazişgârane |
f. Gönül alarak, okşayarak, iltifat ederek. |
nevb |
Yakınlık. * İsabet. |
nevbahar |
f. İlkbahar. |
nevbaharî |
f. İlkbaharla ilgili. |
nevbave |
f. Yeni yeşillik. * Turfanda yemiş. * Hediye, armağan. |
nevbe |
(C.: Nüveb) Nöbet. |
nevbenev |
f. Tâzeden tâzeye. Yeniden yeniye. |
nevber |
f. Turfanda meyve. * Memeleri yeni belirmeye başlamış kız. |
nevbet |
Nöbet, sıra. Sıra ile görülen iş. |
nevbet-zen |
f. Belirli vaktin geldiğini bildiren, nöbet çalan. |
nevbetî |
f. Mehter başı. |
nevbünyan |
f. Yeni yapılı, yeni yapılmış. |
nevbüride |
f. Yeni koparılmış, yeni kesilmiş. |
nevcah |
f. Bir makama veya memuriyete yeni geçmiş olan. * Tahta yeni oturmuş (padişah). |
nevcet |
Fırtına. |
nevcivan |
f. Genç, delikanlı. |
nevcivanî |
Gençlik, delikanlılık. |
nevdel |
Sarkık ve sülpük olmak. |
neve |
Torun. |
neved |
f. Doksan. 90 |
nevend |
(Nevende) f. Postacı. Atlı postacı. * Hızlı giden at. |
neverd |
f. Dönen, gezen, dolaşan. |
nevesan |
Kımıldama, hareket etme. |
nevey |
(Nevât. C.) Çekirdekler. |
neveyat |
(Nevâ) Nüveler, çekirdekler. |
nevf |
(C.: Envâf) Hörgüç. * Uzun ve yüksek olmak. |
nevfel |
Deniz, derya, bahr. * Atâsı çok olan kişi. Çok bahşiş dağıtan. |
nevfele |
Tuzluk. |
nevfer |
Nilüfer çiçeği. |
nevgüşade |
f. Yeni açılmış. |
nevh |
Yükseltmek, yüceltmek. * Kuvvetli ve kavi olmak. |
nevh (nevha) |
Ağıt etmek. * Bağırıp çağırarak sesle ağlamak. |
nevha |
Ölüye sesli ağlamak. * Nağme ile güvercin ötmesi. |
nevhast |
Taze ve genç hayvan. |
nevhat |
Sakalı yeni çıkmış genç. |
nevheves |
(C.: Nevhevesân) f. Bir işe yeni olarak ve büyük bir hevesle başlayan. * Sık sık iş değiştiren. Hevesi çabuk geçen. |
nevhiz |
f. Genç, taze. * Yeni çıkmış, yeni yetişmiş. |
nevi |
f. Yenilik. |
nevid |
f. Müjde, beşaret, iyi ve sevinçli haber. |
nevin |
f. Yeni, yepyeni, yeni şey. |
nevis |
Kuvvet. |
nevk |
f. Sivri uç. |
nevka |
Ahmak, akılsız kimse. |
nevkar |
f. Acemi. İşe yeni başlamış. |
nevl |
Yolcuların verdiği vapur parası. Gemi kirâsı. * Bahşiş, atiyye. |
nevm |
Uyku. Uyumak. Rüya. * Sönmek. Sükun. (Bak: Kaylule) |
nevmî |
Uyku ile alâkalı, uykuya âit. |
nevmid |
f. Ümidsiz, me'yus, mükedder, cesareti kırılmış. |
nevmidâne |
f. Ümitsizce, kederli ve ümidsiz olarak. |
nevmidî |
Ümidsizlik, cesaret kırıklığı. |
nevnihal |
f. Taze fidan, yeni filiz. |
nevniyaz |
f. İşe yeni başlayan. |
nevpeyda |
f. Yeni çıkma. |
nevr |
(C.: Envâr) Parlaklık. * Ağaç çiçeği. Tomurcuk. |
nevrah |
f. İlk olarak seyahata çıkan. Yeni yolcu. * Yeni yol. |
nevrec |
(Nevâric) Kağnı. |
nevred |
f. Gezen, yol alan, dolaşan. |
nevres |
'Su kuşlarından mavi renkli bir kuştur; başının yarısı siyah yarısı beyaz olur; güvercin büyüklüğündedir. Su üstüne yakın uçar ve balık gördüğü gibi kapar.' ◊ More… |
nevresid |
f. Yeni yetişmiş, yeni yetişme. |
nevreside |
f. Yeni yetişmiş, yeni yetişme. * Tâze, genç. |
nevresidegân |
(Nev-reside. C.) Yeni olgunlaşmağa başlamış olanlar, yeni yetişmeler. Gençler, tazeler. |
nevresm |
f. Yeni çıkma. * Yeni moda. |
nevreste |
(C.: Nevrestegân) f. Yeni yetişmiş, yeni bitmiş, yeni meydana gelmiş, yeni hâsıl olmuş. |
nevroz |
Fr. Tıb: Sinir sistemi bozukluğu. Sinirlilik hastalığı. |
nevrüste |
f. Yeni yetişme. |
nevruz |
f. Yeni gün. İlkbahar. Baharın ilk günü sayılan ve güneşin Hamel (Kuzu) burcuna girdiği 22 Marta rastlayan gün. Bu tarihte gece ve gündüz müsâvi olur. İranlıların yılbaşısıdır. |
nevruziye |
Nevruz gününe âit olan. Hususan o gün için yazılan, söylenen manzume. |
nevs |
Tehir etmek, sonraya bırakmak. * Kaçmak, firar etmek. * Vahşi hımar, yabani eşek. ◊ Asılmış olan bir şeyin hareket etmesi, sallanması. Hareket etme. Deprenme. |
nevş |
Bir şeyi el uzatıp almak ve istemek. * Yürümek. * Sür'atle deprenip kalkmak. * Alıp yemek. |
nevşah |
f. Yeni dal. * Yeni bitmiş geyik boynuzu. |
nevsale |
f. Genç. Küçük. Tâze. |
nevşe |
f. Genç hükümdar. * Yeni damat. |
nevsefer |
f. Yeni yolculuğa çıkan. |
nevşüküfte |
f. Yeni açılmış (çiçek). |
nevt |
(C.: Envât-Niyât) Bir yere asma. Kaldırma. |
nevta |
Göğüste olur bir verem. |
nevtî |
Gemici. |
nevür |
Çivit. * Damga için kullanılan içyağı isi. |
nevvab |
Nâiblik eden. Birinin yerine vekil olarak iş gören. |
nevvah(e) |
Ağlayan, çığlık koparan. |
nevvar(e) |
Nurlu, aydın. Aydınlık. |
nevz |
(C.: Envâz) Dere, vâdi. |
nevzad |
f. Yeni doğmuş. * Yeni doğmuş çocuk. |
nevzemin |
f. Yeni çeşit, yeni tarz. |
nevzuhur |
f. Yeni çıkma. Yeni zuhur etme. |
ney |
Kamıştan yapılan damaksız düdük. * Kamış kalem. * Mc: Kâmil insan. * Farsçada: Yokluk. (Bak: Nay) |
ney' |
Susuzluk. * Meyletmek, eğilmek. |
neyb |
Dişle ısırmak. |
neyçe |
f. Küçük ney. |
neydelan |
Kâbus denilen ağırlık ki uyku arasında olur. |
neyelan |
İsteğe ulaşma. Arzulanan şeye vâsıl olma. |
neyfak |
Tilki derisinden olan kürk. |
neyh |
Vücudun kemikleri taze iken pekişmek. |
neyistan |
f. Kamışlık, sazlık. |
neyk |
Cima etmek. |
neyl |
Merama erme. İsteğe ulaşma. * Ulaşılan şey. |
neynüfer |
Nilüfer çiçeği. |
neypare |
f. Kamış parçası. |
neyrenc |
(C.: Neyrencât) Tılsım. |
neyrencât |
(Neyrenc. C.) Tılsımlar. |
neyrib |
Koğuculuk, dedikoduculuk. |
neyruz |
Yaz günü. |
neyseb |
Karıncaların birbirine bitişerek yol almaları. |
neyşeker |
f. Şeker kamışı. |
neysitan |
f. Sazlık, kamışlık. |
neyt |
Cenaze. * Ölüm. * Duâda tazarru etmek. * Tıb: Kalbin asılı olduğu damar. * Derinliği adam boyu miktarı olan kuyu. ◊ İnlemek. * Şiddetle teneffüs etmek. |
neytal |
(C: Neyatîl) Belâ, musibet, felâket, meşakkat. * Kova. * İçki ölçeği. |
neyy |
Pişmemiş çiğ et vs. * Devenin semiz olması. * Semiz ve besili deve. |
neyyif |
Küsur. Ziyade. Artık. Fazla. * İhsan. * Yakın. |
neyyir |
(Nur. dan) Nurlu, parlak, ışıklı cisim. * Yıldız. Cisim halindeki nur. * Güneş, şems. |
neyyirat |
(Neyyir. C.) Nurlular, nur saçanlar. |
neyyireyn |
Cisimlenmiş iki nur, Güneş ile Ay. |
neyz |
Çok olmak. |
neyzar |
f. Kamışlık, sazlık. |
nez' |
Çekip koparmak, ayırmak. * Can çekişmek. * Çekip almak. Kuyudan kovayı çekip çıkarmak. * Saymak. * Kaldırmak, yok etmek. ◊ Halkı birbirine düşürmek, ifsâd, bozmak. |
neza' |
Başta, alnın iki yanında saç olmayan açık yer. |
nezafet |
Temizlik, paklık, pakizelik. |
nezahet |
Ahlâk temizliği, temizlik. * İncelik, rikkat. |
nezair |
(Nazire. C.) Nazireler, benzerler, emsâl olanlar. |
nezaket |
Naziklik, incelik, zariflik. Kaba olmamak. Edeb, terbiye. |
nezale |
Sefillik. * Hasislik. |
nezare |
Azlık. Kıllet. ◊ Korkutmak. |
nezaret |
(Nedâret) Tazelik. Parlaklık. Letafet. |
nezaret (t) |
(Nazar. dan) Bakmak, seyir, bakış. * Nâzırlık etmek. Göz etmek. * Tenezzüh. * Reislik. * Vekillik, nâzırlık, bakanlık. |
nezaza |
Az olmak, kıllet. * Her nesnenin bakiyyesi, artığı ve âhiri. |
nezb |
Çağırmak. * Ses, sadâ, savt. |
nezd |
f. Yan. Yakın. Karib. * Göre, nazarında, fikrince. (Arapçadaki 'ind' mânâsındadır) |
nezdik |
f. Yakın, karib. |
neze |
Hafif deve. |
nezel |
Menzil, mekân. |
nezele |
Akmak, seyelan. |
nezevan |
Atlama, sıçrama. |
nezf |
Kuyunun suyunu tamamen boşaltma. * Aklı gitme, sarhoş olma. Zevâle gitme. |
nezg |
İfsad etmek, halk içine fitne ve fesad bırakmak. Vesvese. |
nezga |
Taan etmek, çekiştirmek. |
nezh |
(Nezih) Nezihlik, temizlik, saflık. * Hiçbir kötü hareketi olmamak. * Kerim, pak, pâkize. |
nezia |
(C.: Nezâyı') Aşiretinden başkasına nikâhlanmış olan kadın. |
nezib (nezâb) |
Geyik ve sair hayvanların cima zamanı çıkardıkları ses. |
nezif |
(Nezf. den) Çok kan kaybından kuvvetsiz kalan kimse. * Sarhoş kimse. |
nezih |
(Nezihe) Pâk, temiz. (Bak: Nezh) |
nezihâne |
f. Temizce, iyice, güzelce. |
nezil |
Misafir. İnen, konan. ◊ Menzil, mekân. |
nezir |
(Nezr. den) Bir iş için korkulacak bir şey söyleyip gözdağı vermek. İlerdeki hesap için korkutmak. ('Beşir' in zıddıdır) * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâmın bir vasfı olup More… |
nezire |
Nezredilmiş olan şey, adak. |
nezk |
Yaramaz söz. * Süngü ile vurmak. |
nezk |
Hafiflik. * Acele. * Sebkat. |
nezle |
(C.: Nevâzil) Burnun akmasını mucib olan hastalık. * Vücudun herhangi bir organından cerahat veya başka bir maddenin akması. |
nezr |
Adak adamak. * Fık: Cenab-ı Hakka ta'zim için mübah bir fiilin yapılmasını deruhde etmek, öyle bir işin yapılmasını kendi nefsine vacib kılmaktır. ◊ Suâlde ısrar etmek. * More… |
nezur |
Evlâdı az olan kadın. |
nezv |
Sıçramak. |
nezz |
Hafif zeki kimse. * Susuz nadas. |
nezzam |
Nizâm veren, düzenleyen, tertipleyen. |
nezzare |
Seyirci, seyreden, bakan. Nezaret eden, müfettiş, mürakabe ve kontrol eden. Vekillik eden. |
ni |
f. Nefy edatıdır. (Bak: Na-Ne) |
ni'me |
Ne iyi, ne âlâ, ne güzel. ◊ (C.: Niam) Mal. * Sanat. |
ni'met |
(Nimet) İyilik, lütuf, ihsan. Saadet. Hidayet. * Giyecek şeyler. * Yiyecek faydalı şey, rızık. |
ni'met-şinas |
f. Kendisine yapılan iyiliği bilip unutmayan. |
ni'tal |
Kova. |
niac |
(Na'ce C.) Dişi koyunlar. |
nial |
(Na'l. C.) Ayakkabılar, pabuçlar. * Hayvanların ayaklarına çakılan demirler, nallar. |
niam |
(Ni'met. C.) İyilikler. Yiyecekler. Nimetler. * Hidayetler. |
nibah |
Köpek havlaması. |
nibal |
Küçük tepe. * (Nebl. C.) Oklar. |
nibras |
(Süryânice) Lâmba, çıra. |
nibz |
Hurma ağacının dış kabuğu. |
nicad |
Kılıç bağı. |
nicaf |
Kapının üst eşiği. |
nicar |
Asıl. |
nida' |
Seslenmek, çağırmak, haykırmak, bağırmak. Ses vermek. * Gr: ünlem (!) |
nidal |
(Nizâl) Özür beyan ederek bir zararı def etmek. |
nidd |
Aynı, eş. Benzer, denk. |
nidre |
Et parçası. |
nifa' |
Menfaat, fayda. |
nifak |
Müslüman gibi görünüp kâfir olmak. İki yüzlülük. * Bozuşukluk, ara açılmak. * Dinde riyâ etmek. * İhtiyaca sarf olunacak şeyler. |
nifakî |
Nifakla alâkalı. |
nifar |
İntikal etmek, göçmek. * Dağılıp kaçmak. * Ürkme, korkma, çekinme. * Nefret gösterme. |
nifas |
Yeni doğurmuş kadının hâli. Loğusalık. Böyle bir kadına 'Nüfesâ' da denir. Hanefi Mezhebine göre bu hâl kırk gün devam eder. |
nifaz |
Çocuğa sarılan bez. Çocuk bezi. |
nigâh |
(Nigeh) f. Bakmak, nazar etmek. Bakış. |
nigâhban |
Bekçi. Gözcü. Gözleyen. |
nigâhbanî |
f. Bekçilik, gözcülük. |
nigâhdar |
f. Bekçi, gözcü. * Koruyucu, muhafaza eden, saklayıcı. |
nigâl |
f. Ateşli kömür parçası. |
nigâr |
f. Güzel yüzlü sevgili. * Nakış. Resim. * Nakşeden. * Put, sânem. * Resmi yapılmış, resmedilmiş. |
nigârende |
f. Ressam. |
nigârhane |
f. Resim ve heykeller bulunan yer. Resim ve heykel sergisi. * Ressamların çalıştıkları atölye. * Puthâne. * Güzelleri çok olan yer. |
nigârin |
f. Resim gibi güzel sevgili. * Resimlerle ve nakışlarla süslü. |
nigâriş |
f. Resim yapma. Tasvir yapma. |
nigâristan |
f. Resim ve heykel sergisi. * Güzelleri çok olan yer. * Puthane. |
nigâşte |
f. Resmolunmuş. Musavver. * Yazılmış. |
nigeh |
(Bak: Nigâh) |
nigeh-endâz |
f. Bakan, bakıcı, bakıveren. |
nigehbân |
f. Gözcü, gözetici, bekçi. |
nigehbânî |
f. Bekçilik, gözcülük. |
nigehdâr |
f. Gözcü, bekçi. * Saklayıcı, koruyucu. |
nigeran |
f. Bakıveren, bakıcı. |
nigin |
f. Mühür, hâtem. * Yüzük. |
nigindân |
f. Yüzük mahfazası, yüzük kutusu. |
niginsây |
f. Mühür kazıcı. Hakkak. |
nigu |
f. Güzel, iyi, hasen. |
niguhâh |
f. Hayır temenni eden, iyilik isteyen. |
niguhide |
f. Çekiştirilmiş, zemmolunmuş, gıybet edilmiş. |
niguhiş |
f. Çekiştirme, gıybet, zemm. |
nigun |
f. Tersine dönmüş, altüst olmuş, başaşağı. * Ters, uğursuz, aksi. |
nigunbaht |
f. Tâlihi ters dönmüş, tâlihsiz, şanssız. |
nigunsâr |
f. Başaşağı. |
nih |
f. (Nihâden: 'Koymak' mastarından emir kökü) Koy. * Memleket, şehir, belde. |
niha (niyâha) |
Yas tutmak. |
nihab |
(Nehb. C.) Çapullar, yağmalar. |
nihad |
f. Huy, tabiat, hilkat, bünye, yaratılış. |
nihade |
f. Konmuş, konulmuş. |
nihadî |
f. Yaradılışta olan, fıtrî. |
nihaf |
(Nahif. C.) Cılız, zayıf kimseler. |
nihaî |
(Nihâiye) Sona ait, son ile alâkalı, sonuncu. |
nihal |
f. Taze, düzgün. Fidan, sürgün. |
nihalan |
(Nihal. C.) f. Taze fidanlar, sürgünler. |
nihale |
f. Yeni, taze fidan. * Avcı korkuluğu. * Sahan altlığı. * Döşenecek şey. Döşeme. |
nihalî |
f. Sahan altlığı. |
nihalistan |
f. Fidanlık. |
nihan |
f. Gizli, saklı. Bulunmayan. Mevcut olmayan. * Sır. |
nihanhane |
f. Saklanacak yer. Mağara, bodrum, mahzen. |
nihanî |
f. Gizlilik, saklılık. |
nihas |
Kağnı tekerleğinin etrafına takılan çenber, yuvarlak demir. * Kavafların kullandığı nesne. ◊ Asıl. Tabiat. |
nihavend |
İran'ın batı tarafında meşhur bir şehir adı. * Musikide bir makam. |
nihavendî |
f. Nihavend şehrine ait. Nihavendli. |
nihayet |
Son, uç, son derece. * Çok. |
nihle |
Cenab-ı Hakk'ın ihsanı. Atıyye. * Millet. * Yol. Tarik. * Diyânet. Mezheb. ◊ (C.: Nihal) Millet. * Yol. * Diyânet. * Bahşiş, atâ. * Dâva. |
nihrir |
(C.: Nahârir) Tecrübeli, bilgili, fâzıl, âlim, mâhir kimse. |
nihv (nihâ) |
(C.: Enhâ) Tulum. Yağ tulumu. |
nihvar |
f. Gururlu, kibirli, kendini beğenmiş adam. |
nihy |
Gölcük. |
nijad |
f. Nesil, soy, neseb. * Cibilliyet, tabiat. |
nijm |
f. Bazı kış sabahları inen koyu sis. |
nik |
(C.: Niyâk) Dağın yüksek yeri, dağ tepesi. * Kızgın, hiddetli, gadaplı kimse. ◊ f. İyi, güzel, hoş. |
nik ü bed |
İyi ve kötü. |
nik-terin |
f. Çok iyi, hepsinden iyi olan. |
nikab |
Yüz örtüsü, peçe, perde. |
nikabe (nekabe) |
Kâhyalık. * Ululuk. |
nikâbet |
Rüzgârın ters yönlerden esmesi. |
nikâh |
Evlenme. Şeriata uygun şekilde evlenme. * Resmi evlenme muâmelesi. (Bak: Mücâhede) |
nikahter |
(Nik - ahter) f. Tâlihli, şanslı, mutlu. |
nikal |
Devenin suyu içip gittikten sonra gelip yine içmesi. |
nikâl |
f. Ateşli kömür parçası. ◊ Dizgin demiri. |
nikam |
(Nikmet. C.) İntikamlar, öc almalar. |
nikan |
(Nik. C.) f. İyiler, iyi kimseler. |
nikar |
İnat. Kin. |
nikaşe |
Nakış yapma san'atı. Nakışçılık. |
nikat |
(Nokta. C.) Noktalar. |
nikât |
(Nükte. C.) Nükteler. İnce mânâlar. * İnce mânâlı, şakalı ve zarif sözler. |
nikâyet |
Düşmanı kılıçtan geçirme. |
nikbaht |
(Nîk-baht) f. Bahtlı, tâlihli, şanslı. |
nikbaz |
(Nîk-bâz) f. Davranışları ve işleri iyi olan. |
nikbe |
(C.: Nakıb) Zarar ve ayıp verecek derece eziyet. |
nikbin |
(Nîk-bin) f. İyi gören, iyimser, her şeyi iyi tarafından gören. |
nikda |
Yaş kanbel otu. |
nikendiş |
(Nîk-endiş) f. Her vakit iyilik düşünen. Herkesin iyiliğini istiyen. |
nikfercam |
(Nîk-fercâm) f. Sonu, âkıbeti hayırlı ve iyi olan. |
nikhaslet |
(Nîk-haslet) f. Ahlâkı ve huyu iyi olan. |
nikhu |
f. Güzel huylu, iyi huylu. |
nikî |
f. İyilik, iyi olma. |
nikk |
Kurbağa sesi. |
nikkirdar |
(Nîk-kirdâr) f. Hareket ve davranışları iyi ve beğenilir olan. |
nikl |
(C.: Enkâl) Köstek. * Kayd. * Dizgin demiri. |
nikmanzar |
(Nîk-manzar) f. Görünüşü ve manzarası güzel olan. |
nikmet |
Şiddetli ceza. Hoş olmayan muamelelerle olan mücâzat. ◊ (Bak: Nikmet) |
niknam |
f. İyi nam kazanmış, iyi ünlü. |
niknihad |
(Nîk-nihâd) İyi huylu. |
nikris |
(Nıkrîs) (C.: Nekaris) Ayak ağrısı. |
niks |
Elbisenin ve örülmüş şeylerin eskilerini bozup gidermek, tekrar yine iplik yapmaya kabil olanı ip eğirip yenilemek. ◊ Ters doğan çocuk. * Zayıf ve cılız adam. |
nikter |
(Nik-ter) f. Çok beğenilmiş, çok iyi. |
niku |
Güzel, iyi, hoş. |
nikubaht |
f. Bahtı açık. |
nikukâr |
f. İşleri doğru ve iyi olan, iyi işli. |
nikuyî |
f. Güzellik, iyilik. |
niky |
İlik. |
nikz |
(C.: Enkaz) Bina yıkıntısı. |
nil |
Mısır'ın bir nevi hayat menbaı olan en büyük nehrinin ismi. ◊ Vesime adı verilen boya otu. * Çivit boyası. |
nile |
f. Çivit. |
nilî |
Mavi, çivit rengi. |
nilî perde |
Gökyüzü, sema. |
nilu-berg |
f. Nilüfer. |
nilüfer |
f. Beyaz, mavi ve sarı çiçekler açan bir cins su bitkisi. * Bursa yakınlarında akan bir akarsu. |
nim |
f. Yarım, nısf, buçuk, yarı. ◊ Eski kürk. * Bir ot cinsi. |
nimal |
(Neml. C.) Karıncalar. |
nimar |
(Nimr. C.) Kaplanlar. |
nimat |
(Nemat. C.) Örtüler, ihramlar. |
nimbismil |
f. İyice boğazlanmayıp yarı kesilmiş olan. |
nime |
f. Yarım, nısf, yarı. |
nime nime |
f. Parça parça, yarım yarım. |
nimgerm |
f. Pek sıcak olmayan. Ilık. |
nimhab |
f. Yarı uykulu, mahmur. |
nimhande |
f. Gülümseme, tebessüm. |
nimküşte |
f. Yarı öldürülmüş, yarı kesilmiş olan. |
nimlahza |
f. Yarım bakış. Gözucuyla bakış. * Çok kısa zaman. |
nimmanzur |
f. Yarı görülen. Bulanık olarak görülen. |
nimmest |
f. Sarhoşça. |
nimmürde |
f. Ölüm derecesinde olan. Ölüm hâlinde bulunan. |
nimmuzlim |
f. Yarı karanlık. |
nimnigâh |
f. Yarı bakış. Gözucuyla bakma. |
nimnime |
Birbirlerine yakın çizgiler. * Tırnakta olan beyazlık. |
nimnimeteyn |
Tırnak işareti. |
nimpuhte |
f. Tam pişmemiş, yarı pişmiş. |
nimr |
(C.: Enmâr - Nümur - Nimâr) Kaplan. |
nimre |
Dişi kaplan. |
nimres |
f. Yarı ham, yarı olgunlaşmış olan. |
nimruz |
f. Yarı gün, öğle. |
nims |
Firavun faresi dedikleri küçük hayvan. * Sansar. ◊ Bir ot cinsi. |
nimşeb |
f. Geceyarısı. |
nimsüfte |
f. Yarım olarak söylenmiş, tam denmemiş. |
nimten |
f. Mintan. |
nimzinde |
Yarı canlı. Ölü ile diri arası. |
nimzulmet |
f. Yarı karanlık. |
ninan |
(Nun. C.) Balıklar, semekler. |
nir |
(C.: Nirân-Enyâr) Öküz boyunduruğu. * Bez damgası. * Irgaç. |
niran |
(Nur ve Nâr. C.) Nurlar, ziyalar. Ateşler, nârlar. |
nirenc |
(C.: Nirencât) Düzen, hile. * Resim, taslak. |
nireng |
f. Düzen, hile, aldatmaca. * Taslak, resim. * Büyü, efsun. |
niru |
f. Kuvvet, güç, zor. |
nirumend |
f. Güçlü, kuvvetli, zorlu. |
nirumendî |
f. Kuvvetlilik, zorluluk, güçlülük. |
niş |
f. (Arı, akrep gibi böceklerde olan) İğne. * Diken. * Ağu, zehir. |
nis' |
(C.: Ensu') Gizlemek. * Gitmek. * Sarkık olmak. * Kuzey rüzgârı. |
nis'a |
(C.: Nüsu'-Ensu'-Ensâ') Devenin göğsü için yapılan enli kolan. |
nisa |
(C.: Nisvân) Kadınlar. |
nişa |
f. Nişasta. |
nisa suresi |
Kur'an-ı Kerim'in dördüncü suresi. |
nisa' |
Bir cins beyaz elbise. |
nisab |
'Zekât ölçüsü, ölçü miktarı. * Üzerine zekât verilmesi farz olan mal miktarı. * Asıl, esas. Sermaye mal. Derece, had. * Fık: Altının nisabı 20 miskal; gümüşünki 200 dirhem (yani 600 gram) |
nisacet |
Dokumacılık. |
nişad |
Bir kimseye yemin vermek. |
nisaf |
Bir şeyi tam olarak ikiye bölme. |
nisaî |
(Nisâiye) Kadınlarla alâkalı, kadınlara dâir. |
nisal |
(Nasl. C.) Ok ve kargı gibi şeylerin uçlarındaki sivri demirler. |
nişan(e) |
f. İz. Nişan. Alâmet. İşaret. * Yara izi. * Hedef, vurulması istenen nokta. * Hâtıra için dikilen taş. * Taltif için verilen madalya. * Evlenmeden önceki anlaşma ve karar işareti veya More… |
nişande |
Hedef. Nişan olarak dikilmiş şey. |
nişane |
(Bak: Nişan) |
nişangâh |
f. Hedef yeri. Nişan tahtası. * Silâh namlusunun üstünde bulunan, nişan almağa yarayan kısım. |
nisar |
Saçan, saçıcı mânasına gelir ve kelimeleri sıfatlandırır. Meselâ: Pertev-nisar - Işık saçan. ◊ Saçmak, dağıtmak. * İ'ta etmek. Vermek. |
nisarçin |
f. Saçılan şeyleri toplayan. |
nisbet |
Münasebet, yakınlık, bağlılık, ölçü. * Rağmen. İnat olarak. İnat olsun diye. |
nisbeten |
Nisbetle, kıyaslanarak. Öncekine göre. Bir dereceye kadar. Şöyle böyle. |
nisbî |
(Nisbiye) Kıyaslama ile olan. Diğerine, öncekine göre. Diğerlerine göre kıyaslıyarak olan. Nisbete, ölçüye göre. |
nişde (nişdân) |
Talep etmek, istemek. * Söz vermek, and vermek. |
nişdet |
Araştırıp sorma. * Kaybolan bir şeyi arama. |
nişe |
f. Çoban düdüğü. Kaval. |
niseb |
Nisbetler, kıyaslamalar ve ölçüler. |
nişest |
f. Oturan. |
nişeste |
(C.: Nişeste-gân) f. Oturan, oturmuş. |
nişeste-gân |
(Nişeste. C.) f. Oturanlar, oturmuş olanlar. |
nişestgâh |
f. Oturacak yer. |
nisf |
Yarım, yarı. |
nisfet |
(Bak: Nasfet) |
nisfiyet |
Yarımlık. Yarı yarıya bölme. |
nish (nisâh) |
Terzilik. * Bir şeyi temizleyip yaramazını içinden çıkarıp hâlis yapmak. |
nişhar |
f. Diken batmış, iğnelenmiş. |
nişib |
f. (Yukarıdan aşağıya) iniş. |
nişib ü firaz |
İniş ve yokuş. |
nişibgâh |
f. Çukur yer. |
nişimen |
f. Oturacak yer. |
nişimengâh |
f. Durak, yurt. Toplanılacak yer. |
nişin |
f. 'Oturan, oturmuş' gibi mânâya gelir ve başka kelimelerle birleşir. |
nişinende |
f. Oturan, oturucu. |
nist |
f. Değildir, yoktur. |
nişter |
f. Hekim bıçağı, neşter. |
nistî |
f. Yokluk, adem. |
nisun |
(Nisvan. C.) Kadınlar. |
nisvan |
(Nisa. C.) Kadınlar. Nisalar. |
nişve |
Koklamak. * Bilmek. * Haber vermek. |
nisvî |
Nisa taifesine mensub. Kadınlarla alâkalı. |
nisyan |
Unutmak, hatırdan çıkarmak. |
nit' |
Ağız tavanının pütür yerleri. |
nita' |
(C.: Nutu') Deri döşek. |
nitab |
Baş. * Boyun damarı. |
nitac |
Yavrulama, yavru doğurma. |
nitaf |
(Nutfe. C.) Saf ve duru sular. ◊ Ter. |
nitah |
Tos vurma, toslaşma. Boynuzla vurma. * Vuruşup kavga etme. |
nitak |
Kemer, kuşak. * Kuşak yeri. * Peştemal. |
nitasî |
Anlayışlı tabib, doktor. |
nitnit |
Uzun boylu adam. |
niva |
Düşmanlık. * Besili, semiz deve. |
nive |
f. İnleme, ağlama, sızlanma. |
nivend |
f. İdrak, anlayış, akıl. |
niver |
f. Âlemde meydana gelen hâdiseler, haller. |
niya |
(C.: Niyâgân) Dede, cedd. |
niyabe |
Nöbet. |
niyabet |
Nâiblik, vekillik. Kadı vekilliği. |
niyagân |
(Niyâ. C.) Dedeler, ceddler. Ecdad. |
niyam |
(Nâim. C.) (Nevm. den) Uykuda olanlar, uyuyanlar. ◊ f. Kılıf, kın. Kılıç kını. |
niyamger |
(C.: Niyamgerân) Kın veya kılıf yapan san'atkâr. |
niyar |
(Nâr. C.) Ateşler. |
niyat |
(Niyâta) Bir damar ismi (yürek onunla bağlıdır.) ◊ (Niyet. C.) Niyetler. |
niyaz |
f. Yalvarma, yakarma. Dua. * Rağbet ve istek. * Hâcet, ihtiyaç. |
niyazkâr |
f. Yalvarıp yakaran. Dua eden. İhtiyacı olan. |
niyazkârâne |
Yalvararak, niyaz ederek. * Muhtaç olarak, muhtaçlıkla. |
niyazmend |
(C.: Niyazmendân) f. İhtiyacı olan, muhtaç. * Yalvaran, yakaran, niyaz eden. |
niyere |
(Nâr. C.) Ateşler. |
niyet |
Kasd. Kalbin bir şeye yönelmesi. |
niylec |
Çivit. |
niyy |
Çiğ, olmamış, ham. |
niyyat |
(Niyet. C.) Niyetler. |
niza |
Cima etmek. |
niza' |
Çekişme, kavga. |
nizal |
Nişan, işaret, alâmet. |
nizam |
Sıra, dizi, düzen. Dizilmiş olan şey, sıralanmış. * İcaba göre yapılan kanun. Bir kaideye binaen tertib olunmak ve ona binaen tertib olundukları kaide. * Bir işin sebat ve kıyamına medar, More… |
nizamât |
(Nizam. C.) Nizamlar, muntazam şeyler, düzenler. |
nizamen |
Nizam dairesinde. Nizama ve kanuna tabi olarak. |
nizamî |
Düzenli, tertipli, usulüne uygun. * Kanun ve nizama ait, onunla alâkalı. |
nizamiye |
İlk askerlik devresi. * Bu nevi askerlik işleriyle uğraşan daire. * Tanzimat ordusunun asıl silâh altında bulunan kısmı. |
nizar |
Korkutup, uygunsuz şeylerden vazgeçirmek için söylenilen söz. ◊ (C.: Nuzarâ-Nizâr) Her nesnenin misli ve benzeri. Nazir. ◊ Zayıf, arık, düşkün, bitkin. |
nizaret |
f. Zayıflık, arıklık. |
nize |
Mızrak. |
nizedâr |
f. Mızraklı. Kargılı. Süngülü. |
nizek |
f. Câriye. * Küçük mızrak, süngü. |
nizezen |
f. Mızrakla vuran. * Mızrakçı. |
nizk |
Küçük süngü. |
nizv |
(C.: Nuzuv, Enzâ') Gitmek. * Sebkat etmek. * Kesmek, kat'etmek. * Çekip çıkarmak. * Bırakmak. * Zayıf deve. * Eski elbise. |
nobran |
Sert mizaçlı, inatçı, nâzik olmayan. |
noksan |
(Nuksan) Eksik, kusurlu, nâkıs. * Eksiklik, azlık. Eksilme, azalma. * Yokluk. |
noksanî |
Eksiklik ve noksanlıkla alâkalı. |
noksaniyet |
Eksiklik, noksanlık. |
nokta |
(Nukta) Benek. * Durak, mevki. Mahâl. * Göze ârız olan leke. * Durak işareti. * Tek karakol, tek nöbetçi. * Yazıdaki durak işâreti. *Mat.: Hiçbir uzunluğu olmayan şekil. |
noktateyn |
İki nokta. |
normal |
Fr. Kanun, usul ve âdetlere uygun olan. Uygun. *Mat.: Bir eğri çizgiye teğet olan doğrunun değme noktasından bu doğruya çizilen dik çizgi. |
nota |
(İtalyancadan) Emir ve istek bildiren yazı. * Bir şeyi sonradan hatırlamak için konan işaret. * Resmi ve siyasi mektup, muhtıra. * Mülâhazat. * Hesap pusulası. * Müziğe ait yazı. |
nu'fe |
Erkeklerin iki yanına sallanan saçı. |
nu'm |
Sürur, neşe, sevinç, neşat. |
nu'man |
(Niam. C.) Dört ayaklı hayvanlar. * Kan. * İmam-ı Azam Hazretlerinin adı. * Şakayık-ı nu'man denen bir lâle çiçeği. |
nu'nu |
Uzun boylu adam. |
nu'nua |
Devenin boyun eti. * Horozun boyun tüyü. |
nu're |
(C.: Near-Nerât) Eşeğin burnuna giren bir cins sinek. |
nu'z |
Hicaz'da yetişen misvak ağacı. |
nuaa |
Yumuşak ot. |
nuak (naik) |
Çobanın koyuna haykırıp çağırması. |
nüame |
Eksen. Çark veya çıkrık ortasındaki mihver. |
nüamî |
Güney rüzgârı. |
nüans |
Fr. İnce fark. |
nuas |
Uyuklama, uyuşukluk. (Bak: Nüas) |
nüas |
Uyuklama, uyku gelip basma. * Hislere ârız olan uyuşukluk ve fütur. Pineklemek. |
nüasî |
Uyuklama ile ilgili. |
nübah |
Havlama. |
nübea |
(Nebi. C.) Nebiler, peygamberler. |
nübele |
(C.: Nübel) İstincâ taşı. * Kesek parçası. |
nüble |
İhsan, atiyye. Fazl. |
nübta |
Atın kolanı veya karnı altında olan beyazlık. |
nübu' |
Suyun, yerden çıkıp akması. |
nübub |
Bitmek. |
nübut |
Suyun, yerden çıkıp akması. |
nübüvvet |
(Nebi. den) Peygamberlik, nebi olmak, nebilik. Allah'ın (C.C.) emriyle vazifeli olarak insanları doğru yola çağırmak. |
nüc'a |
Otlu yer istemek. |
nüceba |
(Necib. C.) Necib kimseler. Nesli, soyu sopu temiz ve pâk olan kişiler. |
nücebe |
Lütuf ve keremi çok olan. Cömert insan. |
nüceym |
Yıldızcık. Küçük parıltısı olan. Küçük yıldız. |
nüch (necâh) |
Zafer bulmak. Hâlâs olmak. Kurtulmak. İhtiyaçlarını giderip zafer bulmak. |
nücme |
Bir ot cinsi. |
nücu' |
Yemeğin hazmolup sindirilmesi. * Eser yapmak. * Duhul etmek, girmek. |
nücum |
Tulu' etmek, doğmak. * Görünmek, zuhur etmek. ◊ (Necm. C.) Yıldızlar. |
nücum-perest |
f. Yıldıza tapanlar. |
nücumî |
Yıldızlarla ilgili. * Yıldızlarla uğraşan. |
nüd'e |
Mal çokluğu. * Kavs-i kuzeh. Gökkuşağı. * Et köpüğünün üstü. * İç yağı. |
nüda |
(C.: Endâ-Endiye) Yağmur. * Boğaz ıslatıcı nesne. * Çiy, rutubet. * Atâ, bahşiş. * Sesin uzaklara gitmesi. |
nüdbe |
Ölen bir kimsenin iyilikleri, mehasini sayılarak ağlamak. |
nüdema |
(Nedim. C.) Nedimler. |
nüdfe |
Atılmış az nesne. * Sağılmış az süt. |
nüdga |
Tırnak sonunda olan beyazlık. |
nüdha |
Genişlik, vüs'at. |
nüdub |
(Nedebe. C.) Yara izleri, nedbeler. |
nuf |
f. Yankı. Aks-i sadâ. |
nüf'e |
(C.: Nifâ) Seyrek ve dağınık olan ot. |
nufaha |
Su üzerindeki kabarcık. |
nüfase |
Diş arasında kalan yemek parçası. |
nüfaz (nüfâze) |
Ağaçtan veya başka birşeyden silkmekten ve hareket ettirmekten dolayı düşen nesne. |
nüfesa |
Loğusa kadın. |
nüffaha |
(C.: Nefehâ) Suyun üstünde olan kabarcığı. |
nüfha |
Yüce beyaz tepe. |
nüfture |
(C.: Nefâtir) Müteferrik, dağılmış ot. |
nüfuk |
Helâk olmak. |
nüfur |
Ürküp kaçma, dağılma, firar etme. * İntikal etme. * Hacıların Mina'dan Mekke'ye doğru gitmeleri. |
nüfus |
(Nefs. C.) Nefisler, canlar, şahıslar. |
nüfuş (nefâş) |
Yabana yayılmak. * Davarların geceleyin yayılıp çobansız otlamaları. |
nüfuz |
Sözü geçer olmak, sözü dinlenmek. * Vücudundan işleyip geçmek. İçine alan. |
nüfz |
Arka ve kürek eti. |
nüfza |
Bir yere saçılmış veya dökülmüş olan kan. |
nügak (nagik) |
Çobanın koyuna çağırıp haykırması. |
nugaşi |
Kısa boylu adam. |
nugbe |
(C.: Nugab) Bir içim su. |
nuger |
f. Köle, kul. |
nugerî |
f. Kölelik, kulluk. |
nugnug |
(C.: Negânig) Boğaz içinde olan et. * Kulak içinde fazlalık olan nesne. |
nugre |
(C.: Nugur-Nugrân) Serçe kuşu büyüklüğünde olup kırmızı olan bir kuşun adı. |
nugz (nagz) |
Kürek ucuna bitişik olan kıkırdak. |
nüh |
f. Dokuz. |
nuh suresi |
Kur'an-ı Kerim'de 71. Suredir ve Mekkîdir. |
nüha |
Yüksek olmak. * Miktar. * Bir kimse hakkında olan yasak ve men. |
nuha' |
Boyun kemiği içindeki murdar ilik. |
nuhaa |
Tükürmek. |
nühab |
Deve öksürüğü. |
nühak |
Eşek anırtısı. |
nühale |
Kepek. |
nüham |
Bir kuş cinsi. |
nuhame |
Balgam. |
nühame |
Tükrük. |
nuhas |
Bakır. Bakır para. * Kızgın mâden. * Kıtr. Ateş. Tunç ve demir döğülürken sıçrayan şerâre. * Dumansız alev. * Bir şeyin aslı. * Tütün. |
nühas |
Bakır. * Duman. (Bak: Nuhâs) |
nuhasî |
Bakırlı, bakırla alâkalı, bakırdan. |
nuhat |
Nahiv (gramer) âlimleri. ◊ Hıçkırma. |
nühat |
Mağrur ve kibirli kimse. Kendini beğenmiş insan. |
nühate |
Yonga. Talaş. |
nühaz |
Deve öksürüğü. * Devenin göğsünde olan bir hastalık. ◊ Yokuş. * Güç yer. |
nuhbe |
Herşeyin seçkini, iyisi. * Seçkin, seçilmiş, müntehab, güzide. * Korkak. |
nühbe |
Gadapla ve kahirle cebren alınan mal. ◊ (C.: Nuheb) Her nesnenin iyisi. |
nühbur |
(C.: Nehâbir) Kum yığını. |
nuhî |
Nuh (A.S) ile ilgili. * Pek eski. |
nuhl |
Karşılıksız hediye ve hibe. |
nuhla |
Atiyye, hediye. |
nuhre |
Kemik dokusunun çürümesi. ◊ Burun deliği. |
nuhrub |
(C.: Nehârib) Kaya yarığı. * Arı kovanı. * Arı sesi. |
nühs |
Kuş ismi. ◊ Dağ. |
nuht |
Çocukla birlikte karından çıkan su. |
nühu' |
Kusmak. |
nühud |
(Nühuz) Kalkmak, kıyam etmek, yerinden yükselmek. * Şiddetle muharebe etmek. ◊ Atın iri gövdeli olması. |
nühüft |
f. Saklı, gizli. |
nühüfte |
f. Saklı, gizli. |
nühüftegî |
f. Gizlilik, saklılık. |
nuhul |
Zayıflık, arıklık. |
nühul |
Arık, zayıf olmak. * Arılar. Bal arıları. (Bak: Nuhul) |
nühüm |
f. Dokuzuncu. |
nuhur |
(Nahr. C.) Ayların evvelleri. * Göğüsler. (Bak: Nahr) |
nühur |
Akarsular, nehirler, ırmaklar. ◊ (Nahr. C.) Kurbanlar. ◊ f. Göz, basar, ayn. ◊ Ayların evvelleri. |
nuhuset |
Uğursuzluk. |
nühuset |
Yaramazlık, uğursuzluk. (Mübârek'in zıddı) |
nuhust |
f. Birinci, ilk, evvel. |
nühust |
f. İlk gelen, evvel doğan, evvelki olan. |
nuhustîn |
f. Birinci, ilk, evvel. |
nuhustzâd |
f. İlk doğmuş olan. Evvel doğan. |
nühüve |
(Et) çiğ olmak. |
nühuz |
Hareket etme, deprenip kalkma. |
nühye |
(C.: Nühâ) Akıl. * Gayet. Son. |
nühza |
Devenin göğsünde olan bir hastalık. |
nühze |
Fırsat. |
nuk |
f. Okun ucu, temren. Kuş gagası. * Gaga gibi sivri uçlu olan şey. ◊ (Naka. C.) Dişi develer. |
nuka |
Her şeyin kötüsü. |
nukaa |
Birşeyi ıslamada kullanılan su. |
nükaf |
Deveyi öldüren bir verem. |
nükah |
Tatlı soğuk su. |
nükas |
Devenin dudağında olan bir hastalık. |
nukat |
(Nokta. C.) Noktalar. |
nükat |
(Bak: Nikât- Nüket) |
nukave |
Temizlik, paklık. * Her şeyin iyisi, seçkini. |
nukaye |
Her nesnenin iyisi. |
nukaz |
Küçük serçe kuşu. |
nukaza |
Binâdan yıkılmış veya örülmüş iplikten sökülmüş nesne. |
nukbe |
(C.: Nukab) Yol. * Yırtık, delik. * Paçasız don. * Levn, renk. * Pas. |
nüket |
(Nükte. C.) Nükteler. Herkesin anlayamıyacağı ince mânâlı ve zarif sözler. |
nükhet |
Râyiha. Ağız kokusu. * Günahlı sözler. Hoş olmayan günah olan söz, kelime. |
nükke |
Zayıflıktan dolayı sesi çıkmayan deve. |
nükr |
Anlayışı, fikri, ferâseti iyi olmak. * Zorluk. * İnkâr. |
nukre |
Külçe hâlinde gümüş. * Ense çukuru. |
nükre |
Bilinmezlik. * Zorluk, güçlük. * Kabile ismi. |
nüks |
Hastalığın geri dönmesi, depreşmesi. |
nuksan |
Eksilmek, noksanlaşmak. |
nukta |
(C.: Nukat-Nukut-Nikât) Nokta. |
nükte |
İnce mânalı söz, idraki ve anlaşılması nezâket ve zarifliğe dayanan nazik husus. İbarenin asıl mânasından başka olan nazik ve lâtif mânâ, dikkatle anlaşılabilen ince mânâ. * Yere ağaçla More… |
nükte-âmiz |
f. Nükte karıştıran. |
nüktebîn |
f. İnceliği gören, nükteyi anlıyabilen. Kavrayışlı, anlayışlı, zeki. |
nüktedân |
f. Nükte bilen. İnce ve zarif kimse. |
nüktedânî |
Nüktecilik, nüktedanlık. |
nüktedâr |
f. Nükteli söz söyleyen. Nükteli konuşan. |
nüktegu |
f. Nükteli konuşan, nükteli söz söyleyen. |
nükteguyî |
f. Nükteli konuşma. Nükteli söz söyleme. |
nükteperdaz |
(C.: Nükteperdâzân) f. Nükteli söz söyleyen, nükteli konuşan. |
nüktepira |
f. Nükteye süs veren. |
nüktesenc |
(C.: Nüktesencân) f. Nükteyi değerlendiren. Nükteden anlayan. Nükteyi yerinde kullanan. |
nüktever |
f. Nükteyi anlamakta mâhir olan, nükte bilen. |
nüku' |
Kısa boylu kadın. |
nükub |
Rücu' etmek, geri dönmek. * Udul etmek, ayrılmak. * (Nekbet. C.) Tâlihsizlikler, şanssızlıklar. Felâketler, musibetler, düşkünlükler. |
nukud |
(Nakid. C.) Nakidler, paralar, akçeler, madeni paralar. |
nukul |
Nakiller, rivâyetler. Başkasından anlatılanlar. Hikâyeler. |
nükul |
Vazgeçme, geri dönme, cayma. |
nukuş |
Resimler, nakışlar. |
nükus |
Ardına dönmek. |
nukz |
(C.: Enkâz) Binâ yıkıntısı. |
nul |
f. Kuş gagası. |
nülk |
Alıç adı verilen dağ yemişi. |
nüma |
f. Gösteren veya gözüken mânasında olup, birleşik kelimeler yapılır. |
nümayan |
f. Görünen, aşikâr olan, gözükücü olan. Parlayan. |
nümayanter |
f. Fazla görünen, en çok görünen. |
nümayende |
f. Gösterici. |
nümayiş |
.f Görünüş, gösteriş, dış görünüş. Gösteri. |
nümayişgâh |
f. Gösteri yeri. |
nümayişkâr |
f. Gösterişli. |
numid |
f. (Bak: Nevmid) |
nümruk (nümruka) |
(C.: Nemârık-Nemârıka) Yüz yastığı. |
numruka |
(C.: Nemarik) Küçük yastık. |
numud |
(Bak: Nümud) |
nümud |
f. Gösteren, görünen, benzeyen. |
nümudar |
f. Görünen. * Nümune, örnek. |
numude |
f. Gösterilmiş, gözükmüş olan. Nişan verilmiş. (Bak: Nümune) |
nümude |
f. Görünmüş, gösterilmiş, gözükmüş. |
nümun |
f. Gösteren, benzer, müşabih olan. |
nümune |
f. Örnek, misâl, misal olarak gösterilen. Düstur ve misâl olacak şey. |
nümunehane |
f. Nümunelik şeylerin konulduğu yer. * Müze. |
nümur |
(Nimr. C.) Kaplanlar. |
nümüvv |
Bereketlenip artmak. * (Canlılarda) büyümek, yetişmek, gelişmek. |
nümuzec |
Enmuzec. Örnek, nümune, misal. |
nümy |
Pul. |
nun |
Kur'an alfabesinde yirmibeşinci harf. Ebced hesabına göre değeri ellidir. * Divid, kalem. * Kılıcın ağzı. Kılıç. * Çene çukuru. * Balık, semek. |
nur |
Aydınlık. Parıltı. Parlaklık. Her çeşit zulmetin zıddı. Işık. |
nur suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 24. Suresinin ismi. |
nur-i ayn |
f. Göz nuru. * Pek sevgili olan. |
nuran |
Nurlu, parlak. |
nuranî |
Nurlu, ışıklı, nura yakışır, parlak, münevver. |
nuraniyyet |
Nurlu olanın hali, parlaklık, nurluluk. |
nurbahş |
f. Işık saçan, aydınlatan, parlatan. |
nurefşan |
f. Etrafı aydınlatan, nur saçan, ışık veren. |
nuri |
Nura mensub, nura ait. * Erkek ismidir. |
nuriye |
Nura âit, nura mensub. * Kadın ismidir. |
nurpaş |
f. Nur saçan, nur saçıcı. |
nurtal'at |
Nur yüzlü. |
nurun ala nur |
Daha âlâ, daha iyi, nur üstüne nur. |
nuş |
f. İçen, içici. * Tatlı şerbet gibi içilecek şey. * Zevk ve safâ. |
nuşa nuş |
f. İçtikçe içerek, tekrar tekrar içerek, defalarca içerek, içe içe. |
nüşab |
(Nüşabe. C.) Oklar. Temrenli oklar. |
nüşabe |
(C.: Nüşab) Ok. Temrenli ok. |
nuşadur |
f. Nişadır. |
nüsafe |
Buğdaydan ayrılan saman. |
nüşafe |
Sütü sağdıklarında üzerine gelen köpük. |
nüsah |
Nüshalar, sahifeler, yazılı şeyler. |
nusaha |
(Nasih. C.) Nasihat edenler, öğüt verenler. |
nüsal |
Hayvandan dökülen tüyler. |
nusara |
(Nasir. C.) Yardımcılar. |
nüsare |
Saçılan şey. * Yemek döküntüsü. |
nüşare |
Kesilen ağaçtan dökülen talaş, yonga. |
nusb |
(C.: Ensâb) Meşakkat, zahmet, elem. * Zehir, ağu. * Belâ, musibet. * Put, sanem, heykel. |
nüşbe |
Sırnaşık. Ciddi olmayan adam. |
nuşdaru |
f. Panzehir. * Tiryak. * şarap. |
nuşe |
f. şâd ve sevinçli. Mesrur olan. |
nuşende |
(C.: Nuşendegân) f. İçki içen kimse. |
nush |
Nasihat, ögüt. |
nusha |
(Bak: Nüsha) |
nüsha |
(C.: Nüsah) Yazılı şey. Yazılı bir şeyden çıkarılan suret. * Muska, duâlı kâğıt. * Gazete ve dergilerde (sayı). |
nuşhand |
f. Tatlı gülüşlü. |
nüşhar |
f. Geviş. |
nüshateyn |
İki nüsha. |
nuşiden |
İçmek mastarındandır. İçen ve içiçi gibi mânâlara gelir. |
nuşin |
f. Lezzetli, tatlı. |
nuşirvan |
İran'da Milâdi (531 - 579) tarihleri arasında hükümdarlık etmiş Sâsâni padişahı olup adâlet ve doğruluğu ile meşhur olmuştur. |
nüşk |
Buruna birşey koymak. * Koklamak. |
nüşka |
Davarın boynuna takılan ip. |
nüşre |
Sihir, efsun. |
nusret |
(Nusrat) Yardım. Cenab-ı Hakkın yardımı, hususen ruhani muavenet. Zafer, galebe, fetih, üstünlük, başarı, düşmana gâlib olmak. |
nussa |
Saç kırpıntısı. |
nussah |
(Nâsih. C.) Nasihat edenler, öğüt verenler. |
nussar |
(Nâsır. C.) Yardımcılar. |
nusu' |
Çok beyaz olmak. * Hâlis olmak. |
nüsu' |
Diş etlerinin sıyrılarak dişlerin meydana çıkması. |
nüşu' |
İlâç içirmek. |
nüşub |
Dühul etmek, girmek, dâhil olmak. * İlgilendirmek, alâkalandırmak, taalluk etmek. |
nüşuh |
Az miktar su. |
nüsük |
(Nüsk) Allah için ibadet etmek. |
nüşuk |
Buruna çekilen ilâç, toz, enfiye vs. * Buruna çekme. |
nusul |
Huruç etmek, çıkmak. * Dühul etmek, girmek. (Ezdaddandır) * (Nasl. C.) Mızrakların uçlarındaki sivri demirler. Temrenler. |
nüsul |
Tüy dökme. |
nüsur |
(Nesr. C.) Nesirler, manzum olmayan yazılar. Dağıtmalar. * Çok çocuk doğuran kadın. ◊ (Nesr. C.) Kartallar. Akbabalar (kuş). |
nüşur |
Neşirler. * Yaymalar, dağıtmalar. * Öldükten sonraki dirilmeler. |
nusus |
(Nass. C.) Nasslar. (Bak: Nass) |
nüşus (neşs) |
Yüksek olmak, yücelmek. * Nefret etmek. |
nüsüse |
Kurumak. |
nüşut |
Tohumun baş vermesi, uç göstermesi. |
nüşuta |
Devenin ayağındaki ilmikli düğüm. (İcabına göre çekip uzatılarak çözülür.) |
nüşuz |
Yüksek olmak, yücelmek. * Kadının, erkeğinden kaçıp nefret etmesi. |
nüşuze |
Kadının, kocasından nefret edip kaçması. * Fık: Kocasına karşı üstünlük iddia eden kadın. |
nütac |
Doğurmak. * Gebe devenin karnındaki yükü. |
nutfe |
Duru ve sâfi su. * Meni. Rahimde iki yarım ve ayrı cinsten hücrelerin birleşmişi. * Taşmış, dökülmüş su. * Deniz. ◊ (C.: Nütef) Parmak ile yolunan şey. |
nutî |
(C.: Nevâti) Gemici. |
nutk |
(Nutuk) Söyleyiş, söyleme kabiliyeti, konuşma, hitabet. * Dervişlerce büyüklerin manzum sözleri. |
nütu |
Yumru, çıkıntı. * Yumruluk. |
nutu' |
(Nat'. C.) Meşinden yapılmış döşekler. * Sofra bezleri. |
nütuc |
Doğurucu hayvan. * Doğurması yakın olan. |
nutuf |
(Nutfe. C.) Nutfeler, dölsuları, spermalar. |
nutuh |
Boynuzuyla vuran davar. |
nüub |
Seri seyir. |
nüume |
Yumuşaklık. |
nuumet |
Yumuşaklık. |
nuut |
(Na't. C.) Vasıflar, keyfiyetler, umuma şâmil sıfatlar. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm hakkındaki medhiyeler. |
nüut |
(Bak: Nuut) |
nüütî |
(C.: Nevat) Gemi reisi, kaptan. |
nüv' |
Açlık. |
nüvah |
Ölü için sesle ağlama. |
nüvaht |
f. Çalgı çalma. |
nüvat |
(Nüve. C.) Nüveler, çekirdekler. |
nüvatî |
(C.: Nüvâta) Gemici, mellah. |
nüvaz |
f. 'Okşayıcı, taltif edici, iyi edici' mânâsına kelimenin sonuna gelebilir. |
nüvb |
Bir siyahi kabile adı. * Bal arısı sürüsü. |
nüvbe |
Yetişmek. * Siyahi bir kabile. |
nüve |
Çekirdek, asıl, menba. |
nüveyt |
Çekirdekçik. |
nüvid |
f. Müjde, beşaret. Hayırlı haberlerle tebşir. |
nüvis |
f. Yazan, yazıcı. |
nüvisende |
f. Yazıcı, kâtib. |
nüvişt |
f. Yazılı, yazılmış. * Mektub. |
nüvne |
Çene çukuru. |
nüvre |
Alçı taşı. * Kireçten yapılan. |
nüvvar |
(C.: Nevâre) Ağaç çiçeği. |
nüy'e |
Ham ve çiğ olmak. |
nuyan |
f. Şehzâde. Pâdişah oğlu. |
nüyub |
(Nâb. C.) Azı dişleri. |
nüz' |
Erkek ister kösnek davar. |
nüza |
Koyunda olan öldürücü bir hastalık. |
nuzar |
Altın. * Her nesnenin hâlisi ve iyisi. * Necid diyârında yetişen bir ağacın adıdır, ondan tas ve kâse yaparlar.Yemişin tam olarak yetişmesi, olgunlaşması. * Etin kemikten dökülür derece More… |
nuzera |
(Nazir. C.) Akranlar, eşler. |
nüzera |
(Nezir. C.) Doğru yola getirmek için korkutmalar. |
nüzfe |
(C.: Nüzüf) Az miktar, cüz'î. |
nüzhet |
f. İç açıklığı, safa, eğlenme, gönül ferahlığı. * Temizlik, paklık. * Karışık, bulaşık ve kalabalık yerlerden uzak olmak. Buud. |
nüzhet-efzâ |
f. Eğlenceli ve gönül açacak yer. |
nüzhet-pezir |
f. Safa ve neşe bulmuş olan. |
nüzl |
(C.: Enzâl) Konak yeri. * Misafir için hazırlanan yemek. |
nüzu' |
Çekilmiş. * Su çeken deve. |
nüzü' (nez') |
İfsad etmek, bozmak, aldatmak, yaramaz nesneye kandırmak. |
nuzub (nazab) |
Sinmek. * Iraklık, uzaklık. * Suyun, toprak tarafından emilmesi. |
nüzul |
İniş, inmek, aşağı inmek, konaklamak. * Nüzül, felç hastalığı. * Hacıların Mina'ya gelip konaklamaları. |
nüzur |
(Nezir.C.) Nezirler, adaklar. (Bak: Nezr) ◊ Korkutmak. |
nüzzar |
(Nâzır. C.) Bakanlar. Nâzırlar. |
oba |
Ev biçimi, birkaç direkli, uzun bölüntülü keçeden yapılmış göçebe çadırı. * Çadırlardan müteşekkil küçük topluluk. * Göçebe ailesi. Çadır halkı. |
objektif |
Fr. Hakikatı olduğu gibi aksettiren. * Fotoğraf makinası ve dürbün gibi cihazlardaki mercekler. * Gaye. * Fls: Varlıkla alâkalı. |
od |
t. Ateş, nar. |
ofis |
Fr. Yazıhane, daire, büro. |
oğlak |
Keçi yavrusu. |
ok |
Yay veya keman denilen kavis şeklinde bükülmüş bir ağaç çubuğa gerili kirişe takılarak uzağa atılan ucu sivri demirli ince ve kısa değneğe verilen addır. Ok, silâhın icadından evvel insanlar More… |
okiyye |
(Veya hemzenin hazfı ile 'Vekiyye') Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Yerlere ve muhitlere göre değişir. Dörtyüz dirhem ağırlık. Yedi miskal veya kırk dirhem ağırlık. More… |
okka |
t. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Dörtyüz direm ağırlık. Okiyye. (Bak: Direm) |
okyanus |
Büyük deniz. Bahr-ı muhit. * Arapça büyük lügat kitabı. |
oligarşi |
Yun. Siyasi iktidarın, bir zümreden olan kişilerin elinde bulunması. |
ömr |
Yaşama, hayat, yaşayış. |
ömre |
(Bak: Umre) |
operasyon |
Fr. Bir cerrahın canlı bir vücut üzerinde yaptığı cerrahi müdahale. Ameliyat. |
oran |
Ölçü, mikyas. * Biçim, tenasüb, endam. * Tahmin, keşif. |
ordugâh |
f. Ordunun konakladığı yer. Açıkta konaklayan ordunun konaklama yeri. |
örf |
İnsanlar arasında güzel görülmüş, red ve inkâr edilmeyip mükerreren yapılagelmiş olan şeydir. |
örf-i nâs |
f. İnsanların âdet edindikleri, beğendikleri alışkanlık hâlleri, an'aneleri ve telâkkileri. |
örfen |
Örf bakımından, âdetlere göre. |
örfî |
Âdete âit ve onunla alâkalı. |
örfî idare |
(İdare-i örfî) Askerî kuvvete ihtiyacı gerektiren ve cemiyet hayatında zuhur eden müşkil hallerde vaktin icablarına göre ve vaziyet düzelinceye kadar sivil idare yerine askeri idare konması. More… |
örfiyat |
Örf, âdet ve geleneğe bağlı olan şeyler. |
organ |
t. Uzuv. Canlılarda belli bir vazifeyi yapmak için bir arada yaratılmış nesiclerin teşkil ettiği vücud parçası. (El, ayak, baş, göz.. gibi) * Bir fikre, bir gayeye hizmet için çalışan. * More… |
organizasyon |
Fr. Düzenleme, hazırlama, tanzim. * Teşkilât. |
orijinal |
Fr. Bir şeyin aslı. Tuhaf, garib hâli olan. * Değişik. * Nev'i şahsına mahsus, kendine mahsus. * Vasıf ve keyfiyetleri cihetinden benzerlerinden ayrı ve üstün. * Bir nümuneye göre olan. More… |
orsa |
Yelkenleri mümkün olduğu kadar rüzgârın estiği cihete yaklaştırarak seyretmek hâli. * Geminin sol tarafı, iskele. |
ortodoks |
Yun. İtalya'daki Papalığa bağlı olmayıp, İstanbul'daki Fener Patrikhanesine bağlı Hristiyan. Doğu kilisesine ve an'anelerine sıkı sıkıya bağlı Hristiyanların mezhebi. |
osmanî |
(Osmaniye) Osman'a ait, mensup. * Osmanlı devletine mensup. Osmanlılarla alâkalı. Osman oğullarına ait. |
osmaniyân |
(Osmanî. C.) Osmanlılar. |
osmanli |
Osmanlı Devleti teb'asından olan. * Anadolu Selçuklu Devleti'nin Bizans sınırındaki Beyliğin reisi olan Ertuğrul Bey'in vefatından sonra, Mil: 1288'de yerine geçen Osman More… |
osmanlica |
Osmanlıların konuştuğu dil olup, Türkçe, Arapça ve Farsçadan müteşekkildir. |
ost |
(Bak: Heme ost) |
öşür |
Ondalık, onda bir. Mahsullerden, Kur'an-ı Kerim hükümlerince onda bir olarak alınan zekât. |
otağ |
Padişahlarla vezirlere mahsus çadırlar. Bunlardan padişahlarınkine 'Otağ-ı Hümayun', sadrazamınkine ise 'Otağ-ı Asafî' denilirdi. |
otomatik |
Fr. Kurularak veya vakti gelince harekete geçen, işleyen. |
otorite |
Fr. Kumanda etme hakkı, itaat ettirme iktidarı. * İdari veya siyasi iktidar. * Muhakemeleri veya doktrini umumiyetle doğru olarak kabul edilen ve bir sahada derinleşmiş olan şahıs veya eser. More… |
ozan |
t. Edb: Eski Türk şâiri ve âlimi. |
özür |
Bir kusurun afvı için gösterilen sebep. * Bahane, sebep. * Mâni, engel. Kusur, nakise, sakatlık. * Fevz. Zafer. * Bir adamın kusur ve kabahatinin çok olması. * Fık: Abdesti bozucu ve devamlı More… |
özürhâh |
f. Özür dileyen. Özür dileyerek affını isteyen. |
p |
Osmanlı alfabesinin üçüncü harfi olup, ebced hesâbında 'b' harfi gibi iki sayısına tekabül eder. |
pâ (pây) |
f. Ayak. * Takat, mukavemet. * İz. |
pâ-be-rikâb |
Hareket etmek üzere olan. |
pâ-bend |
Ayak bağı. Köstek. Ayağa vurulan zincir. * Engel, mâni. |
pâ-bend-i terakki |
İlerlemeğe mâni olan zincir, köstek. |
pâ-bercâ |
Ayağı yerde demek olan bu tâbir, mecaz yoliyle kaim, sabit, berkarar, daim, bâki mânâlarında da kullanılır. |
pâ-bercâ-yi hareket |
Hareket etmek üzere bulunan, âmâde. |
pâ-beste |
f. Ayağı bağlı. Hareketsiz. |
pâ-bürehne |
f. Yalın ayak. |
pâ-bus |
f. Ayak öpen. |
pâ-câme |
f. Şalvar, don, çakşır. Pijama. |
pa-çe |
f. Küçük ayak. Pantolon, şalvar gibi şeylerin dizden aşağı olan kısmı. Paça. * Koyun, keçi ve sığır ayağı. * Koyun, keçi ve sığır ayağından yapılan yemek. |
pa-çile |
f. Karda yürüyüp yol açmak gayesiyle ayağa giyilen bir çeşit ayakkabı. |
pa-dam |
f. (Ayaktan yakalayan) Kuş tuzağı. |
pa-deş |
f. Mükâfat. |
pa-hast |
f. Ayak altında kalmış, çiğnenmiş olan. |
pa-kub |
f. Çengi. |
pa-mal |
f. Ayak altında kalmış, çiğnenmiş., |
pa-mal-i adüv |
Düşmanların ayakları altında çiğnenmiş. |
pa-nihade |
f. Ayak koymuş, ayak basmış. Gelmiş, ulaşmış, vâsıl olmuş. * Doğmuş, tevellüd etmiş. |
pa-puş |
f. Ayak örten. Ayakkabı, pabuç. |
pa-renc |
f. Ayak teri. Ücret. |
pa-sar |
f. Tekme. Tepme. |
pa-sebük |
f. İşine sarılmış, ayağına çabuk. |
pa-sitade |
f. Ayakta duran. Kaim. |
pa-süvar |
f. Yaya olan, yaya, piyade. |
pa-yab |
f. Kuvvet, kudret, tâkat. * Su birikintisi. * Havuzun dibi. * Kuyu basamağı. * Son, nihayet. |
pa-zede |
(Bak: Pâyzede) |
paçan |
f. Saçan, saçıcı. |
paçavre |
f. Paçavra, kirli bez. |
paçek |
f. Tezek, mayıs. |
paçeng |
f. Küçük pencere. * Baca, menfez delik. |
pad |
f. Saklayan, hıfzeden. * Büyük, ulu. * Bekleyen, muhafaza eden, koruyan. |
padaş |
(C.: Padaşân) f. Mükâfat, ecr. * Yoldaş. Yol arkadaşı. |
padaşân |
(Padaş. C.) f. Arkadaşlar, ayakdaşlar. * Mükâfatlar. |
padav |
f. Kocakarı. |
pade |
f. Eşek ve sığır sürüsü. * Çoban sopası. * Yayla. |
padergil |
(Pâ-der-gil) f. Ayağı çamurda. * Mc: Davranamaz. * Sıkıntıda. |
paderhava |
(Pâ-der-hava) f. Ayağı havada. * Mc: Temelsiz, çürük. |
paderikal |
(Pâ-der-ikal) f. Ayağı köstekli, ayağı bağlı, hareketsiz. |
paderpa |
(Pâ-der-pâ) f. Ayak ayağa. Yanyana. |
padgâne |
f. Yüksek dam. * Kapı içinde olan pencere. |
padişah |
(Pâdşâh) f. Büyük hükümdar, sultan. Cihan sahibi. Zararı def' eden, ıslah eden, muslih. |
padişahî |
f. Padişahla ilgili, padişaha ait. |
padzehr |
f. Panzehir. |
pafersud |
(Pâ-fersud) f. Ayağı incinmiş, aşınmış olan. |
pagande |
f. Atılmış pamuk. * Atılmış pamuktan yapma yumak. |
paguş |
f. Suya dalma. |
pajeh |
f. İnleme, inilti. |
pajir |
f. Panzehir. |
pak |
f. Temiz, saf, katıksız. Hep, tamam, mübarek, kudsi. |
pak-baz |
(C.: Pâk-bâzân) f. Temiz oynayan. * Mc: Sadakatli âşık. |
pak-damenî |
f. 'Eteği temiz oluş' * Mc: Namusluluk. |
pak-meşreb |
Gidişi, yaratılışı temiz. İyi huylu olan. |
pak-zad |
f. Temiz asıllı. Aslı temiz olan. |
pakan |
(Pâk. C.) f. Temizler, pâklar. * Mc: Veliler, evliya. |
pakâr |
f. Tahsildar. |
pakârî |
f. Tahsildarlık. |
pakdamen |
f. Eteği temiz. * Mc: Namuslu. |
pakend |
f. Yakut. * şarap, bâde. |
paki |
f. Temizlik, paklık. * Ustura. |
pakize |
f. Temiz, pak. Lekesiz. Hâlis, saf, katıksız. |
pala |
Ağzı enli, ortasına doğru daha genişliyerek ucuna doğru daralmaya başlayan kalın, kısa ve ağır kılıç. ◊ f. Yedek at. * Asılmış, asılı. * Süzgeç. |
palad |
(Pâlâde) f. Yedek at. |
palade |
f. Kötü söyleyen, ayıp arayan. |
palaheng |
f. Yular, dizgin. * Av veya suçlu bağlanacak kement. * Kemer. * Tazı boynuna geçirilen ağaç halka. |
palamar |
Büyük gemileri karaya bağlamak yahut demir gomneye bedel lengere rabtetmek için kullanılan halat. * Büyük halat. (O.T.D.S.) * Vaktiyle muharebelerde silâh olarak kullanılan ve yük kaldırmak More… |
palan |
f. Palan, semer, eğer. |
palan-duz |
f. Semerci, palancı. Semer diken. |
palanî |
f. Semerci. |
palar |
f. Çatı direği. |
palas pandiras |
Hemen, birden bire, hazırlıksız, habersiz. |
palavan |
(Pâlâven) f. Süzgeç, helvacı süzgeci. |
palavra |
(İspanyolca) Mübalâğalı söz, yalan söylenen söz. |
palay |
f. (Bak: Pala) |
paldüm |
f. Hayvanın semerinin ileri geri kaymaması için arka ayaklarının kaba etleri üzerinden geçirilen kayış. |
paleng |
f. Postal. Çarık. |
paleng-i fersude |
Eski çarık. |
palide |
f. Süzülmüş, durulmuş. * Ziyade olmuş, büyümüş. |
palikane |
f. Büyük han kapılarının ortasındaki küçük kapı. |
palude |
f. Süzülmüş, saf hâle getirilmiş. |
paluş |
f. Karışık. |
palvane |
f. Dağ kırlangıcı. |
palvaye |
f. Dağ kırlangıcı. |
panzde(h) |
f. Onbeş. |
panzehir |
Zehire karşı ilâç. |
papağan |
İtl. İnsan konuşmasını taklid edebilen bir kuş. |
papez |
f. İnişi ve yokuşu olan yer. |
papure |
f. İki çift öküz koşulan ağır bir cins saban. |
par |
f. Geçen yıl, bıldır. * Para. |
parafe |
Fr. Kısa imza, işâret. |
paralel |
Yun. Müvazi. * Geo: Bütün noktaları birbirinden aynı uzaklıkta olan çizgi veya hat, düzlük, satıh. |
parantez |
Yun. Cümle içinde geçen bir sözü, metin dışı tutmak için o sözün başına ve sonuna konulan işaret. |
parav |
f. Kocakarı, acûze. |
paravan(a) |
İtl. Eskiden haremle selâmlığı ayıran ve şimdi de ilk bakışta görülmesi caiz olmıyan yerleri örten perdeler. * Daha ziyade kapıların dışına veya içine konan, katlanır, taşınır tenteneli More… |
parçe |
f. Ufak şey, küçük nesne, parça. |
parduz |
f. Eskici, yamacı. |
pare |
f. Cüz, parça. Kesinti. * Para. Kuruşun kırkta biri. * Kur'an-ı Kerim'in otuz kısmından bir kısmı, bir cüz'ü. * Sayı, bölük. * 'Parça' mânâsına gelir ve birleşik More… |
pare-duz |
f. Eskici, yamacı. |
pare-pare |
f. Parça parça. |
pargî |
f. Mutfak ve banyo sularının toplandığı çukur. * Orospuluk. |
parin |
(Pârine) f. Geçen yılki, geçen sene olan, bıldırki. |
parir |
f. Dayak, destek, direk. |
pars |
f. Dine bağlı kimse. * Nâmuslu, iffetli, temiz ve doğru insan. * Fars milleti, İran kavmi. |
parsal |
f. Geçen yıl, bıldır. |
parse |
f. Dilencilik. |
parsel |
Fr. Bir maksatla ayrılarak sınırlandırılmış arazi parçası. |
parseng |
f. Teraziyi denkleştirmek için kefesine konulan şey. |
paru |
(Pârub) f. Kocakarı, acûze. |
parule |
f. Şakacı, lâtifeci. * Yonga. * Hayırsız ve işe yaramaz kişi. |
paryab |
f. Irmak ve çay suyu ile sulanan ekin. |
pas |
f. Gecenin sekizde biri. * Gözetleme, bekleme. * Keder, hüzün, gam. * İç sıkıntısı. |
paş |
f. 'Serpen, saçan, dağıtan' mânâsında birleşik kelimeler yapılır. |
paş paş |
f. Parça parça, ufak ufak. * Dağınık. |
pas-par |
f. Tekme. |
paşa |
'Sivillerle askerlerin ileri gelenlerinin bir kısmına verilen resmi ünvandı. Osmanlıların ilk devirlerinde bu ünvan, hânedân mensublarıyla yalnız bir kısım idare adamlarına verilirken More… |
paşali |
Paşa ünvanını alan vezir ve beylerbeyi gibi büyük devlet adamlarının hizmetinde bulunan gedikli ağalar. |
paşan |
f. Saçan, saçıcı. |
paşazâde |
Paşa oğlu. |
pasban (pâsuban) |
f. Nöbetçi, gece bekçisi, bekçi. |
pasbanî |
f. Bekçilik. |
pasdar |
f. Gece bekçisi. |
pasdarî |
f. Bekçilik, gözcülük. |
pasek |
f. Esneme, esneyiş. |
paşende |
f. Saçan, dağıtan, saçıcı. |
paşib |
f. Basamak, merdiven. |
paşide |
f. Saçılmış, serpilmiş, dağılmış. |
paşna |
f. Topuk, ökçe. |
paşnin |
f. Ağaç ve tahta parçaları. |
pasuh |
f. Karşılık, cevap. |
pasuhgüzar |
f. Cevap veren, karşılık veren. |
pasuhşinev |
f. Cevabı dinleyen. |
pasvan |
f. Gece bekçisi. |
patile |
f. Tencere. |
patinî |
f. Harman yabası. |
pay-der-gil |
f. Ayağı çamurda. * Sıkıntıda, dertte. * Mc: Davranamaz. |
pay-der-hava |
f. Ayağı havada. * Mc: Temelsiz, çürük. |
pay-efzar |
f. Ayakkabı. |
pay-endaz |
f. Ayak atan, ayak atmış. * Büyük kişilerin geçecek olduğu yerlere serilen halı gibi şeyler. * Duvar ve möbleleri kaplamada kullanılan bir cins kumaş. |
pay-fersud |
f. Ayağı incinmiş, aşınmış. |
payan |
f. Kenar, son nihayet, uç. * Tas: Ehl-i tarikatın ulaşacağı birlik âlemi. * Akıbet. |
paybaf |
f. Çulha. |
paybend |
f. Ayakbağı. * Mani, engel. * Köstek. |
paybeste |
f. Hareketsiz. Ayağı bağlı. |
paydar |
(Pâyidar) f. İyice yerleşmiş. Devamlı, kadim. * Sağlam. Muhkem. * Sermedî. * Bedi. '* Sâbit. |
paydarî |
f. Devamlılık, süreklilik. |
paydos |
f. Tatil, teneffüs, serbestlik. |
paye |
f. Rütbe, derece. * Merdiven ayağı. * İlim sahibi olanların bir derecesi. |
payedâr |
f. Rütbeli, pâyeli, itibarlı. |
payedârî |
f. İtibarlılık, rütbelilik, pâyedarlık. |
payende |
(C.: Payendegân) f. Payanda, destek, dayak. * Duran, sürekli. |
payendegî |
f. Devamlılık, süreklilik. |
paygâh |
f. Derece, mertebe, rütbe. |
payin |
f. Aşağı. Aşağı taraf. * Merdivenin ilk basamağı. |
payitaht |
(Bak: Pâytaht) |
payiz |
f. Güz, sonbahar. * Yaşlılık, ihtiyarlık. * Eski, köhne, yıpranmış. |
paykub |
f. Ayak vuran. * Mc: Rakseden, köçek. |
paymal |
(Pâyimal) f. Ayak altında kalmış, mahvolmuş, telef olmuş, sürünmüş. |
paymüzd |
f. Bahşiş, ayak teri. |
paytaht |
(Pâyitaht) f. Merkez-i hükümet, başşehir, başkent. |
payûe |
(Bak: Pâ) |
payzar |
f. Ayakkabı, pabuç. |
payzede |
f. Çiğnenmiş, ayak altında kalmış. |
payzen |
.f Ayağına pranga vurulmuş. Forsa, deniz esiri. * Suçlu. * Esir. * Hizmetçi, uşak. |
pazac |
f. Ebe kadın. * Dadı, sütnine. |
pazen |
f. Pezevenk. |
pazin |
f. Gecenin bir kısmı. |
pazir |
Destek, payanda, dayak. |
pazubend |
(Bak: Bâzubend) |
peçe |
(C.: Peçegân) İnsan veya hayvan yavrusu. * Oğlan, çocuk. * Sarmaşık bitkisi. ◊ Kadınların tesettür için yüzlerine örttükleri tüle benzer örtü. |
peçegân |
(Peçe. C.) f. İnsan veya hayvan yavruları. |
peçel |
f. Üstü başı pislik içinde ve iğrenç olan adam. |
pede |
f. Çakmak, kav. * Kavak ağacı. |
pedender |
f. Üvey baba. Babalık. |
peder |
f. Baba. |
pederâne |
f. Babaya yakışır tarzda, pedercesine. |
pederî |
f. Babalık, pederlik. |
pederze |
f. Çıkın, bohça. |
pedid |
f. Aşikâr, görünür, açık, belli. |
pedme |
f. Nasib, kısmet. Pay, hisse. |
pedrud |
f. Vedâlaşma. |
pehin |
f. Çok enli. |
pehle |
f. Mezar sandukalarının yan taşlarına verilen ad. |
pehlev |
f. Şehir, belde. * Yiğit, kahraman. |
pehlevan |
f. Pehlivan. Yiğit. Kahraman. Güreşçi. |
pehlevanî |
f. Pehlivanlık, güreşçilik, yiğitlik, kahramanlık. |
pehlu |
f. Vücudun iki yanından biri, yan. |
pehn |
f. Enli, geniş, yassı. * Genişlik, enlilik. |
pehna |
f. Genişlik, enlilik. * Enli, geniş, yaygın. |
pehnane |
f. Beyaz pide. * Bir cins maymun. |
pehnaver |
f. Pek geniş. Pek açık. * Soluk, solmuş. |
pehnaverî |
f. Enlilik, genişlik. Vüs'at. |
pejgale |
f. Pay, hisse. * Yırtık, yama. |
pejm |
f. Sis, duman. |
pejman |
f. Pişman, nâdim. * Kederli, hüzünlü. |
pejmürde |
f. Dağınık. * Eski, yırtık. * Perişan. * Buruşuk, buruşmuş. |
pejmürde-hal |
f. Kılığı kıyafeti pejmürde olan, üstü başı pis bir halde bulunan. |
pejuh |
f. Araştırma, soruşturma. |
pejuhende |
f. Gizli şeyleri araştıran. Mütecessis. |
pejuhide |
f. Çok akıllı, olgun, bilgili. |
pejulide |
f. Solmuş, bozulmuş, dağılmış, karışmış. |
pejvin |
f. Kirli, pis. Çirkin. |
pelade |
f. Fesatçı. Müfsid. |
pelas |
f. Çul, aba. * Eski kilim, keçe vs. |
pele |
f. Terazi kefesi. |
pelid |
f. Pis, murdar. * Rezil ve alçak kimse. |
pelite |
f. Lâmba veya kandil fitili. Fitil. * Yaralarda kullanılan fitil. |
pelle |
f. Derece. * Merdiven. |
pelme |
f. Yazı tahtası. |
pelus |
f. Hilekâr. Hile yapan. |
pelvas |
f. Yaltaklanma. |
penagâh |
f. Sığınacak yer. Sığınak. Melce'. |
penah |
f. Sığınma. Sığınacak yer. Dayandığı nokta. |
penah-âverde |
f. Sığınmış, iltica etmiş. Mülteci. |
penahende |
f. Sığınan, iltica eden. |
penahgâh |
f. Sığınacak yer, melce. |
penahî |
f. Sığınma. |
penahide |
f. Sığınmış, iltica etmiş. |
penam |
f. Gizli, saklı. Örtülü. |
penbe |
f. Pamuk. * Açık kırmızı renk. |
penbezâr |
f. Pamuk tarlası. |
penbezen |
f. Hallaç. Pamuk atıcı. |
penc |
f. Beş. |
pencah |
f. Elli. (50) |
pencahsâle |
f. Elli yaşında. |
pençe |
f. El ayası ile beş parmağın tamamı. * Hayvanların ön ayaklarının parmaklarıyla tırnakları. * Eskiden Şark hükümdarlarının imza yerine ellerini kırmızı boyaya sürüp, kâğıdın üstüne More… |
pençe-i kahr |
Kahir pençesi. Mahveden el. |
pençezen |
f. Pençe vuran, düşman. |
pencgane |
f. Beşli, beşten ibâret, beş tâneli. |
penciş |
f. İncinme. |
penckuşe |
f. Beş köşeli. Muhammes. |
pencpay |
f. Beş ayaklı. Yengeç. |
pencruze |
f. Beş günlük. * Süreksiz, pek az. |
pencsale |
f. Beş yaşında. |
pencşenbih |
f. Beşinci gün. Perşembe. |
pencüm |
f. Beşinci. |
pencümin |
f. Beşinci. |
pend |
f. Nasihat, vaaz, öğüt. |
pendimi guş etti |
Nasihatımı dinledi. |
pendkâr |
(C.: Pendkârân) f. Nasihat eden, nâsih. Öğüt veren. |
pendnâme |
f. Öğüt kitabı. |
penduz |
f. Çuvaldız. |
penir |
f. Peynir. |
per |
f. Kanat. |
per-aver |
f. Kanat açan, kanat açıcı. Keskin uçan. |
per-güşa |
f. Kanat açıcı, uçucu. * Keskin uçucu. |
perakende |
f. Dağınık. Dağıtma. * Azar azar yayılan veya satılan. |
perakendegû |
f. Saçma sapan konuşan. Saçmalayan. |
perandah |
f. Sepilenmiş deri sahtiyan. |
perçem |
f. Kâkül. * Tepede bırakılan saç. * Mızrak ve bayrak gibi şeylerin başlarına konulan püskülümsü şeyler. |
perd |
f. Kıvrım, büklüm, kat. |
perda |
f. Yarın. |
perdaht |
f. Cilâ. Parlaklık, parlama. * Düzleme, temizleme. |
perdahte |
f. Cilâlanmış, parlatılmış. * Temizlenmiş, düzenlenmiş, tertib edilmiş. |
perdar |
f. (Bak: Berdâr) |
perdaz |
f. Tertib eden, düzenleyen, düzeltici. |
perde |
f. Kapı, pencere gibi yerlere asılan veya iki yeri birbirinden ayıran, görünmeğe mâni olan şey. * Mc: Irz, namus, iffet.* Bir müzik parçasını meydana getiren seslerden herbirinin kalınlık More… |
perde-i cümud |
Donmuş, katı perde. * Mc: Alem, tabiat. * Akıl ve hissiyatı kendisi ile meşgul edip, dini ve ulvi hakikatlardan ayıran, gaflet veren perde. |
perde-i nilgün |
Gökyüzü, sema. |
perde-i türabiye |
Toprak perdesi, yer yüzü. |
perdeber-endaz |
f. Perdeyi kaldırıp atan. * Utanmayı bırakan, sıkılmayan, utanmayan, hayâsız. |
perdeberdar |
f. Perde kaldırıcı. Perde açıcı. |
perdebirun |
f. Utanmaz, açıksaçık konuşan. |
perdebirunâne |
f. Sıkılmadan, utanmazcasına. Perdeyi kaldırırcasına. Edebsizce. |
perdedâr |
f. Perdeci, kapıcı, odacı. Bir şeyin görünmesine ve bilinmesine mâni ve perde olan. |
perdedâr-i felek |
Ay, kamer. |
perdeder |
f. Perde yırtan. Utanmaz, hayâsız. |
perdegî |
(C.: Perdegiyân) f. İyi örtünmüş ve namuslu kadın. |
perdekâr |
f. Perdeli. Perde ile örtülü yer. |
perdekeş |
f. Perde çekici, örtücü. Engel, mâni. |
perdenişin |
f. Perde arkasında oturan. * Mc: Namuslu, temiz. |
perdepuş |
f. Örten, örtücü. |
perdeserâ |
f. Şarkı söyleyen, şarkıcı. * Saz çalan, çalgıcı. * Küçük çadır. |
perdeserây |
f. Küçük çadır. * Şarkı söyleyen, şarkıcı, hânende. Çalgıcı, saz çalan. |
perdeşinâs |
f. Şarkı söyleyen, şarkıcı. |
pere |
f. Uç, kenar. |
pere-i binî |
Burun ucu. |
pere-i kûh |
Dağ eteği. |
perend-aver |
f. Çok keskin kılınç, pala veya hançer. |
perende |
f. Uçan, uçucu. * Av kuşu. * Çark gibi dönerek atılan takla. |
perendebâz |
f. Takla atan kimse. Cambaz. |
perendek |
f. Küçük tepe. |
perendin |
f. İpek elbise, ipek kumaş veya ipek mendil. |
perendun |
f. Evvelki gece. |
perenduş |
f. Dün gece. |
perenduşine |
f. Dün geceki şey. |
perendvar |
f. Evvelki gece. |
pereng |
f. Suyu iyi verilmiş kılınç. |
perest |
(C.: Perestân) f. Tapan, tapınan, taparcasına seven. |
perestan |
(Perest. C.) f. Tapanlar, tapınanlar, taparcasına sevenler. ◊ f. Ocak, fırın. |
perestar |
(C.: Perestarân) f. Hizmetçi. * Kul. * Tapan, tapıcı. * Dalkavuk. |
perestar-i hayâl |
Şâir, ozan. |
perestarân |
(Perestar. C.) f. Kullar, köleler. * Hizmetçiler. * Dalkavuklar, yaltakçılık yapanlar. * Tapanlar, tapıcılar. |
perestarî |
f. Hizmetçilik. * Kulluk. * Tapıcılık. * Dalkavukluk. |
perestide |
f. Sevgili, mahbub, sevilen. |
perestiş |
f. Pek çok sevmek. Bendelik etmek. İbâdet etmek. |
perestişkâr |
İbâdet edercesine seven, çok ileri sevgi ve hürmet besleyen. |
pergâl |
f. Pergel. |
pergâle |
f. Kaba iplikten yapılan bir cins dokuma. * Parça. |
pergâm |
f. Döl yatağı. Rahim. |
pergâr |
f. Pergel. Dâire çizmeğe mahsus âlet. |
pergârvâr |
f. Pergel gibi. |
pergaze |
f. Kuş kanadının vücuda yapışık olan kısmı. |
pergem |
f. İşsiz güçsüz, boşta dolaşan adam. |
pergul |
f. Bulgur. * Bulgur pilavı. * Un helvası. |
pergune |
f. Yakışıksız, çirkin. |
perh |
f. Hisse, pay. * Değersiz mal. |
perhaş |
f. Savaş, harb, muharebe, cidâl, ceng. Kavga. |
perhaşcu(y) |
f. Muharib, savaşçı. Kavgacı. |
perhide |
f. İşaret olunmuş. |
perhiz |
'f. Sakınmak, çekinmek. * Vücuda zararlı ve tıbben muzır; ve dinen, zevk veren şeylerden sakınmak. * Hastalıkta bazı yiyecek ve içeceklerden sakınmak.' |
perhizkâr |
Perhiz eden, nefsini tutan. Zararlı şeylerden, günahlardan sakınan. |
perhüde |
f. Saçmasapan söz, hezeyan. * Ateşten dolayı sararmış eşyâ. |
perhun |
f. Pergelle çizilmiş çember, dâire, halka. |
peri |
f. Cisimleri çok lâtif ve görünmez olan hoş mahluk. * İnsana muhabbet eden, muvahhid ve müslim lâtif mahluk. *Mc: Güzel insan. Güzel kimse. |
peri peyker |
Peri yüzlü güzel. |
peri-çihre |
f. Peri yüzlü, güzel yüzlü. |
peri-i melâhat |
Güzellik perisi. |
peri-ru |
f. Peri gibi güzel yüzlü. |
peride |
f. Uçmuş. *Solmuş, soluk. |
peridereng |
f. Rengi uçmuş, solmuş. |
perir |
f. Evvelki gün. |
perişan |
f. Dağınık, karışık. * Bozuk, tertibsiz, düzensiz. * Kederli, hüzünlü, kaygılı. |
perişanhâtir |
f. Dalgın, düşünceli. |
perişanî |
f. Perişanlık, dağınıklık. * Düzensizlik, bozgunluk. * Yoksulluk, fakirlik. |
periz |
f. Haykırma, bağırma. Feryâd. * Su kenarlarında yetişen yeşil saz, ot. |
perize |
f. Ateşte pişirilen ekmek. * Kırmızı altun. |
permer |
f. Ümid etme, umma, bekleme. İntizar. |
permun |
f. Süs, bezek. |
pernih |
f. İnce düz taş. |
perniyan |
f. Nakışlı atlas. İpekten dokunmuş, bir cins işlemeli kumaş. |
pernun |
f. İnce ve zarif dokunmuş ipek kumaş. |
perran |
f. Uçan, uçucu. |
pertab |
f. Atılma, sıçrama. * Hız almak için geriden koşarak atılma. * Uzağa düşen ok veya başka bir şey. |
pertev |
(Pertav) f. Ziya, ışık. * Atılma, sıçrama, hız. |
pertev-endâz |
Işıklandıran, ziyâ veren, nurlandıran. |
pertev-feşan |
Işık saçan, ziya saçan. |
pertev-i mihr |
Güneş ışığı. Güneşin parlaklığı. |
pertev-suz |
Yakan ışık. Güneşe karşı tutulduğu zaman, ışıkları bir noktaya toplayan ve bu suretle ışığın değdiği yeri yakan mercek. |
peruş |
f. Küçük çıban, sivilce. |
perva |
f. Korku, çekinmek. * Alâka, ilgi, bağ. * Takat. * Durup dinlenmek. * Bilmek. * Vesvese. * Kayd. * Iztırab. * Terk, feragat. * Hayran, şaşmış. |
pervane |
f. Fırıldak çark. * Geceleri ışığın etrafında dönen küçük kelebek. * Haberci, kılavuz. |
pervanegân |
(Pervane. C.) Gece kelebekleri. |
pervanek |
f. Karakulak adı verilen bir hayvan. * Aks: Öncü, pişdâr. |
pervar |
f. Besili, beslenmiş. |
pervas |
f. El ile dokunup temas etme, eli ile yoklama. |
pervaz |
f. Kanat açmak, uçmak. Uçan, uçucu. * Nur. * Karargâh. * Saçmak. * Hücre. * Saçak. * Ayna. Dolap. * İnce, uzun tahta. * Uçan, uçucu gibi mânâlara gelerek birleşik kelimeler yapılır. |
pervaz-i berdâr |
Yükselip uçan. Uçarak dolaşan. |
pervaze |
f. Kır gezisi için hazırlanan yemek. * Altun ve gümüş yaprakların kırıntısı. |
pervazgâh |
f. Uçulacak yer. Tayyâre meydanı. Hava alanı. |
perver |
(Pervar) f. 'Besleyen, yetiştiren, velinimet, koruyan' mânâsında birleşik kelimeler yapılır. |
perverân |
(Perver. C.) f. Yetiştirenler, besleyenler, koruyup terbiye eden kimseler. |
perverde |
f. Terbiye görmüş, yetiştirilmiş, beslenmiş. |
perverende |
f. Besleyen, büyüten. Besleyici, büyütücü. * Terbiye edici, yetiştirici. |
perverî |
f. Büyütücülük, besleyicilik. Terbiye. |
perveriş |
f. Besleme, besleyiş. Beslenme. * Terbiye etme, yetiştirme, eğitme. Terbiye edilip yetiştirilme, eğitilme. * İlerleme, terakki. |
perverişyâb |
f. Beslenen. * Terbiye edilen, terbiye gören, eğitilen, yetiştirilen. |
perverişyâfte |
f. Terbiye edilmiş, büyütülmüş, yetiştirilmiş, eğitilmiş. |
pervin |
f. Ülker denilen yedi yıldızın tamamı. |
perviz |
f. Üstün, galib, muzaffer. * Elek. Süzgeç. * Güzellik. * Balık. * Cilve. * Tar: İran Hükümdarı Husrev'in lâkabı. |
perviz-i felek |
Güneş, şems. |
pervizen |
f. Elek, kalbur. |
pes |
f. Arka, art, geri. * Öyle ise, imdi... |
pes ü piş |
Arka ve ön. |
pes-i divâr |
Duvarın arkası. |
pes-i perde |
Perde arkası. |
pesadet |
f. Veresiye alışveriş. |
pesavend |
f. Kafiye. |
peşe |
(Bak: Peşşe) |
pesend |
f. Beğenmek, kabul eylemek. Beğenici. Muvâfık. |
pesendâne |
Beğenecek yolda, beğenmek suretiyle. |
pesendide |
f. Beğenilmiş, seçilmiş, müntehab. |
peşiman |
f. Pişman. Nâdim. |
peşimanî |
f. Pişmanlık, nedamet. |
pesin |
f. Sonraki, gerideki, en son. |
peşin |
f. Nakdî para. * Önceden, önce. |
peşinât |
f. Peşin verilen paralar. |
peşiz |
(Peşize) f. Akçe, mangır. Pul. * Balık pulu. |
peşkeş |
(Pişkeş) f. Başkasının malını birine bağışlamak. Verilmemesi lâzım olan şeyi başkasına vermek. Karşılıksız vermek. |
peşleng |
f. Geri kalan, geri kalmış. |
peşm |
f. Yapağı, yün. * Keten helvası. |
pesmande |
f. Geri kalmış, geride bulunan, bâkiye. * Artmış, artık. |
pesmande-hor |
f. Artık yiyen. |
peşmin |
(Peşmine) f. Yünden yapılmış. Yapağıdan yapılma. * Sâde ve süssüz elbise. |
pesperde |
f. Perde arkası, gizli iş. |
pesrev |
f. Arkadan gelen. * Uşak, hizmetçi. |
peşrev |
f. (Aslı: Pişrev) Önde giden. * Türk müziğinde bir saz eseri. * Güreşten önce pehlivanların ellerini birbirine veya dizlerine çarparak ve biraz sıçrayarak yaptıkları oyun. * Bir çeşit ok. |
peşşe |
f. Sivrisinek. |
peşşegir |
f. Sinek avlıyan. * Mc: İşsiz güçsüz, boş gezen kimse. |
pest |
f. Alçak, aşağı. Hafif, yavaş ses. * Sesi galiz, kalın ve korkunç olan. |
pestbaht |
f. Talihsiz. Bahtı fenâ olan. |
pestî |
f. Alçaklık, âdilik, zillet. |
pestpaye |
(C.: Pestpayegân) Payesi, derecesi aşağı olan, âdi. Alçak. Bayağı. Pespaye. |
pestperde |
f. Alçak ve hafif sesle. |
pestsada |
f. Hafif ses. |
peter |
f. Düz maden levha. |
petgir |
f. Kıl elek. |
pey |
f. İz, işaret, nişan. * Ard, arka, akab. |
pey-a-pey |
f. Birbiri ardınca, birbirinin arkasından. * Azar azar, tedricen, peyderpey. |
pey-der-pey |
f. Birbiri ardınca. Yavaş yavaş, azar azar. |
pey-ender-pey |
f. Ardısıra, arka arkaya, durmadan. Azar azar. |
peyam |
(Peygam) f. Haber. |
peyam-âver |
(C.: Peyamâverân) f. Haber getiren. |
peyam-ber |
f. Haber getiren. Peygamber. |
peyam-i hasret |
Hasret, özleyiş haberi. |
peyda |
f. Mevcud, var olan, açık, âşikâr, meydanda olan. |
peyemres |
f. Haber getiren, haber ulaştıran, haberci. |
peygam |
(Bak: Peyam) |
peygamaver |
(Peygam-âver) f. Haber getiren, haberci. |
peygamber |
(Peyamber) f. Allah'tan haber getiren. Allah'ı, âhireti, zararlı ve faydalı şeyleri tanıtan. Nebi. |
peygamberân |
(Peygamber. C.) Peygamberler. |
peygamberî |
f. Peygamberlik. * Peygamberle alâkalı. |
peygar |
f. Savaş, harb, muharebe, cidal. Kavga. |
peygare |
f. İftira. |
peygule |
f. Köşe, bucak. |
peygule-i nisyan |
Unutulma köşesi. |
peygulegüzin |
Bir köşede oturan. Köşeye çekilmiş olan. |
peygun |
f. And, şart, ahd, peyman. |
peyk |
f. Bir şeyin etrafında, ona tabi olarak dönen. Seyyare. * Haber ve mektup getirip götüren. |
peyk-i felek |
Ay. Dünyanın etrafında dönen ay. Dünyanın peyki. |
peykan |
Okun ucundaki sivri demir. |
peyke |
f. Tahta sedir. |
peyker |
f. Yüz, çehre, surat. |
peym |
f. Haber. |
peyma |
f. Ölçen, ölçücü. |
peyman |
f. And, yemin, muahede, ahitleşmek. |
peyman-şiken |
(Peyman-şikân) Yemin bozan, ahdini yerine getirmeyen. |
peymane |
f. Büyük kadeh. * Ölçek, kile. * Şarap bardağı. |
peymane-şikest |
f. Kadehi kırık. |
peymanekeş |
f. İçki içen. |
peymay |
f. Tartıcı, ölçücü. |
peymude |
f. Ölçülmüş. |
peyrev |
f. Ardı sıra giden, tâbi olan, izinden giden, uyan. |
peysiper |
f. Çiğnenmiş, ayak altında kalmış. |
peyug |
(C.: Peyugân) f. Gelin. |
peyugan |
(Peyug. C.) Gelinler. |
peyvend |
f. Ulaşma, varma, vasıl olma. * Bağ, alâka. |
peyvest |
f. Ulaşma, vasıl olma, kavuşma. |
peyveste |
f. Her zaman, dâima. * Ulaşmış, ermiş. * Bitişik, muttasıl. |
peyvestegî |
f. Bitişme, ulaşma, bitişiklik. |
pezir |
f. Kabul eden, olan, olabilen. * 'Söz dinleyici, emir tutan' mânasında birleşik kelimeler yapılır. |
pezira |
f. Kabul eden. |
peziray-hitam |
Sona eren, biten, hitam bulan. |
pezire |
f. Karşılama, karşılayış. |
peziriş |
f. Kabul edilmiş. Kabul ediş. |
piç |
f. Büklüm, kıvrım, dolaşık. * Nesebi gayr-ı sahih olan, gayr-ı meşru münâsebetten doğan çocuk. * Aslına benzemiyen. * Ağacın kökünden biten sürgün. Aşılanmamış ağaç. * Sarmaşık. * Vida. |
piç ü tab |
Iztırab ve sıkıntı. |
piç-a-piç |
f. Karma karış, pek dolaşık, kıvrım kıvrım. |
piç-pa |
f. Yengeç. |
piçan |
f. Büklüm büklüm, kıvrım kıvrım olan. |
piçide |
f. Karışmış, bükülmüş, kıvrılmış. |
piçidemuy |
f. Saçı kıvrılmış. |
piçiş |
f. Büklüm, kıvrım. |
piçtab |
f. Sıkıntı, telâş. * Şaşkınlık. |
pih |
f. İçyağı. Şahm. ◊ f. Göz çapağı. |
pih-suz |
f. 'Yağ yakıcı': Toprak kandil. |
pijuh |
(Bak: Pejuh) |
pil |
f. Topuk, ökçe. * Çelik çomak oyunu. * Çadır eteği tutturmada kullanılan küçük ağaç değnekler. ◊ f. Fil. |
pil-bân |
f. Fil besleyen, filci. |
pil-ten |
Fil gibi iri, fil vücutlu. |
pil-zur |
f. Fil gibi kuvvetli, fil kuvvetinde. |
pilaçka |
(Arnavutça) Tar: Muharebede ve yağmada alınan eşya, çapul. |
pile |
f. İpek kozası. İpek. |
pileste |
f. Fildişi. |
pilvaye |
f. Kırlangıç. |
pindar |
Sanma, zannetme. * Böbürlenme. |
pine |
f. Yama. |
pineduz |
Yamacı. * Ayakkabı tamircisi, eskici. |
pineduzî |
f. Eskicilik, yamacılık. |
pineduzluk |
Yamacılık. Eskicilik. |
pingan |
f. Fincan, tas. |
pingançe |
f. Küçük fincan. |
pinhan |
f. Gizli, saklı, hafi, mahfi, mestur, müstetir. |
pir |
f. Yaşlı, ihtiyar. * Reis. * Bir tarikatın kurucusu. * Herhangi bir meslek ve san'atın başlatıcısı, te'sis edicisi. |
pir ü berna |
İhtiyar ve genç. |
pir-i fanî |
Pek yaşlı, zayıf adam. Dünyayı terketmiş ihtiyar. |
pir-i moğan |
(Pir-i muğan) Meyhaneci. * Mc: Mürşid. |
pira |
f. Süsleyici, düzenleyici, donatıcı. |
pirahen |
(Pirehen) f. Gömlek. Kamis. |
pirahen-i ismet |
Namus perdesi. |
piramen |
f. Çevre, etraf, yan. |
piramun |
f. Yan, etraf, çevre. |
piran |
(Pir. C.) f. İhtiyarlar, yaşlılar. |
piraste |
f. Tertibedilmiş, düzenlenmiş donatılmış, süslü.Pirastegî . f. Düzen, intizam. |
piraye |
f. Zinet. Süs. |
pirayebahş |
f. Süsleyici, süs veren. |
pirayende |
f. Süsleyici, donatıcı. |
pirayiş |
f. Düzen, nizâm, intizam, tertib. * Süs, zinet. |
pirehen |
f. Gömlek. |
pirezen |
f. Kocakarı, acuze. |
pirî |
İhtiyarlık. Kocamışlık. |
piristu |
(Piristuk) f. Kırlangıç kuşu. |
piristubeçe |
f. Kırlangıç kuşu yavrusu. |
pirsal |
f. Kocamış, ihtiyar, yaşlı. |
piruz |
f. Uğurlu, hayırlı. |
piruzî |
f. Uğurluluk, hayırlılık. |
pirzen |
f. Kocakarı, acuze. Yaşlı kadın. |
piş |
f. Huzur, ön, ileri taraf. |
piş-geh |
f. Ön, huzur. |
piş-gir |
f. Havlu, peşkir. |
piş-i nazar |
Göz önü. |
piş-i nazara getirmek |
Göz önünde bulundurmak. |
piş-müzd |
f. Pey, pey akçesi. Satılık bir şeye talip olan kimsenin, sonradan caymayacağını temin makamında olmak üzere satıcıya peşin verdiği bir miktar para. |
pişadest |
f. Peşin para ile alış veriş. * İşçiye, çalıştıktan sonra verilen para. |
pişaheng |
(Piş-âheng) Önde giden, öne düşen. |
pişan |
f. En ön, en ileri. |
pişanî |
f. Alın, cebin. |
pişanîdâr |
f. Yüzsüzlük yaparak işini beceren. |
pişbin |
f. İlerisini gören. Basiretli, ihtiyatlı. |
pişdar |
f. Öncü. Harpte ileriden düşmana gönderilen askerler. * Önde giden. Önayak olan. * San'at, meslek. * Kumandan. * Mc: Yüzsüz. Yüzsüzlükle iş beceren. |
pise |
f. Saksağan. * Alaca renk. |
pişe |
f. İş, kâr. Meşguliyet. * Alışkanlık, huy, âdet. * Meslek, san'at. * 'Huy edinmiş, alışmış' anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hasenât-pişe |
pişegâh |
f. İş yeri. Fabrika. |
pişegân |
(Pişe. C.) f. Meslekler, san'atlar. İşler. * Huylar, âdetler, tabiatlar. |
pişeger |
f. San'atkâr işçi. |
pişekâr |
f. Sanatkâr, oyuncu. |
pişever |
f. Sanat ehli, işçi. |
pişhane |
f. Balkon. * Bir yere gidileceği zaman önceden gönderilen çadır ve yol eşyası. |
pişhayme |
f. Pâdişah veya vezirlerin divan çadırı. |
pişî |
f. İlerleme, üstünlük, tefevvuk. * Önünü gören, ileri görüşlü. |
pişigâh |
Huzur. |
pişin |
f. Peşin, önce, önden. * Evvelki, eski. * Önden verilen. |
pişinî |
(C.: Pişiniyan) f. Evvel zaman adamı. |
pişkeş |
f. Hediye, armağan, hibe. |
pişnemaz |
f. İmam. |
pişnihad |
f. Usûl, kanun. * Temel, esas. |
pişrev |
f. Önden giden. |
piştahta |
f. Çekmece. Küçük sandık. * Mal serilen yer, vitrin. |
pistan |
f. Meme. |
piste |
f. Fıstık. |
pister |
f. Yatak, döşek. |
pişva |
(Pişuva) f. Reis, baş. Hâkim. * Mukteda, imâm. |
pişvayan |
(Pişvay. C.) Reisler, başkanlar. Hâkimler. |
piyade |
Narin yapılı bir çeşit kayık adıdır. Eskiden ekseriyetle İstanbul ve civarında kullanılan bu kayıklar, pek makbul gezinti vasıtası idi. * Aks: Orduda tüfekle teçhiz edilmiş olan ve muharip More… |
piyale |
f. Kadeh. Şarap bardağı. |
piyaz |
f. Soğan. * Zeytinyağlı ve sirkeli fasulye haşlaması. |
polat |
(Pulat da denir) Çelik. * Mc: Sağlam, sert. |
post |
f. Tüylü hayvan derisi. * Mc: Makam, mevki. |
posta |
İtl. Bir yere gelen veya bir yerden gönderilen mektup ve emânetlerin hepsi. * Bu emânetleri toplayan ve dağıtan idare ve onun yeri. * Belli zamanlarda sefer yapan ve çok zaman posta taşıyan More… |
postin |
f. Kürk. |
postinduz |
f. Kürk diken. |
postinpuş |
f. Kürk giyen. |
postnişin |
Posta oturan. Daha evvelkinin yerine geçen. |
pot kirmak |
Farkında olmıyarak karşısındakine dokunacak söz söylemek. |
pota |
f. Toprak veya mâdenden yapılmış, kimyacı, eczâcı, mâdenci veya kuyumcu âletlerindendir. Altın, gümüş ve benzeri mâdenlerin eritilimesine mahsustur. |
pranga |
İng. Eskiden ağır cezalı mahkûmların ayaklarına takılan kalın zincir. * Halkalarıyla beraber iki okka yüz dirhem ağırlığındaki demire verilen addır. * Umumi hapishanelerde, hapishanenin iç More… |
propaganda |
Fr. Bir fikri veya malı herkese bildirmek veya kabulü için yapılan ilân. Çok kıymetli olduğu veya olmadığı hâlde bir şeyin kıymetini arttırmak maksadiyle yapılan konuşma veya ilânat. |
pu |
(Puy) f. Araştırma, arama. * Koşma. |
puç |
f. Kaba, çirkin. * Boş ve faydasız şey. * İçi boş. |
puç-magz |
f. Boş kafalı. |
puhte |
(C.: Puhtegân) f. Pişmiş, pişkin. Olgun, kâmil insan. |
puhtegân |
(Puhte. C.) Olgun kimseler, pişkin kişiler. |
puhtegî |
f. Olgunluk, kemalât, pişkinlik. |
pujine |
f. Kantar. |
pul |
f. Para. |
pül |
f. Köprü. |
pulad |
f. Çelik. |
puladbâzu |
f. Çelik pazulu. Kuvvetli, yiğit. |
puladsenc |
f. Güzel silâh kullanan, iyi dövüşen. |
pülpül |
f. Karabiber. |
pünçüşk |
f. Serçe. |
pur |
(C.: Purân) Oğul. Evlâd. |
pür |
f. Çok, dolu, çok fazla, memlu, tekrar (mânâlarına gelir, birleşik kelimeler yapılır) *Sâhib, mâlik. |
pür-âmâl |
İstek ve emellerle dolu. |
pür-âteş ü hevl |
Ateş ve korku dolu. |
pür-bâd |
f. Kibirli. * Çok rüzgârlı. |
pür-bim |
f. Korkmuş. |
pür-çin |
f. Çok buruşuk, çok bükülmüş ve karışık. |
pür-dil |
(C: Pür-dilân) f. Yürekli, cesur. |
pür-dilân |
(Pür-dil. C.) f. Cesurlar, yürekli kimseler. |
pür-dud |
f. Çok tüten, çok dumanlı. |
pür-emvât |
Ölüler dolu. |
pür-envâr |
(Pür-nur) Çok parlak, çok nurlu. |
pür-fer |
f. Çok parlak. Çok aydınlık. |
pür-gazab |
f. Çok kızgın ve hırslı. |
pür-gû |
f. Çok söyliyen, çok konuşan. |
pür-gubâr |
f. Çok tozlu. Toz içinde. |
pür-hânde |
Neş'e dolu, çok gülme ve sevinç dolu. Sevinçli, neşeli. |
pür-hayâl |
f. Hayal ile dolu. |
pür-hazân |
f. Sonbahara uğramış, solup sararmış. |
pür-heves |
f. Çok hevesli. Heves dolu. |
pür-heyecân |
f. Heyecan dolu. Çok heyecanlı. |
pür-hun |
Kan içinde. Kan dolu. |
pur-i duht |
Hemşirezâde, yeğen. |
pür-kine |
f. Düşmanlık ve gazab dolu. |
pür-nâr |
Çok ateşli. Çok kızgın. Ateş dolu. |
pür-nâz |
Çok nazlı. |
pür-nevâl |
Çok lütuf ve ihsan. Çok çok ihsan etmek, vermek. |
pür-nur |
(Bak: Pür-envar) |
pür-paye |
f. Kırkayak. |
pür-şa'şaa |
Çok gösterişli, şa'şaa dolu. |
pür-sâle |
f. Yaşlı. Yaşı dolgun. |
pür-suz |
f. Çok yakıcı. Çok yanık. |
pür-temkin |
f. Çok ağır başlı. Çok temkinli. |
purân |
(Pur. C.) Oğullar, veledler. |
purmend |
f. Evlâd sahibi. |
pürsan |
(Pürsâ) f. Soran, sorucu. |
pürsiş |
f. Soruş, sorma, sual ediş. |
pürsiş-i hâtir |
Hatır sorma. |
püryan |
f. (Bak: Biryan) |
puş |
f. 'Örten, giyen, giyinmiş' mânasına birleşik kelimeler yapılır. * Örtü, elbise, zırh. |
puşe |
(Bak: Puşide) |
puşende |
f. Örten. Örtücü. |
puşende-i hatâ |
Ayıp örten. |
püsender |
f. Üvey oğul. Üvey evlâd. |
püser |
(C.: Püserân) f. Erkek çocuk, oğul. |
puside |
f. Çürümüş, paslanıp çürümüş, çürük. |
puşide |
(Puşe) f. Örtülmüş. * Örtü. * Örtülü, gizli. |
puşide-çeşm |
f. Örtünecek, giyilecek şey. * Örtü. |
puşide-raz |
f. Sırrı gizli. |
puşidenî |
f. Örtünecek, giyilecek şey. Örtü. |
puşiş |
f. Örtecek şey. Örtü. |
püşt |
f. Sırt, arka. |
püşt-pa |
f. Ayak tabanı. |
püşte |
f. Tepe, yığın. |
püşte-i bağ |
Çimenlik, çayırlık. |
püşter |
f. Arka, sırt. |
püştiban |
f. Payanda, destek, dayanak. * Yardımcı, muin. |
püştivan |
f. Destek, dayanak, payanda. * Yardımcı. |
püştmal |
f. Peştemal. |
püştvare |
f. Bir hamal yükü. Bir arkalık yük. |
put |
Allah'tan başka tapılan herşey. * Heykel. Sanem. Kendisinden medet beklenen veya lâyık olmadığı hürmet kendine yapılan maddi mânevi resim, heykel ve her çeşit cisim. |
put-perest |
f. Allah'tan başka şeyleri ilâh kabul eden, puta inanıp ona ibâdet eden. Puta tapan. |
pute |
Silâh veya ok atışlarında dikilen nişan tahtası. * İçinde mâden eritilen tava. |
puya(n) |
f. Koşan. Seğirten. |
puye |
f. Koşma, seğirtme. |
puyeger |
f. Koşucu. |
puyende |
f. Koşan. Seğirtici. Koşucu. |
puzen |
f. Nadas edilmiş, sürülmüş tarla. |
puzine |
f. Maymun. |
puziş |
f. Özür, mâzeret. |
ra' |
şiddetle sürmek. ◊ Küçük kene. |
ra'ad |
Geveze kimse. Çok konuşan adam. * Torpil balığı. |
ra'b |
Doldurmak. * Efsun, (sihir yapanlar okurlar.) |
ra'c |
Şimşeklerin birbiri ardınca şakımaları. |
ra'd |
Gök gürültüsü. * Bulutları sevk ve nezaret ile vazifeli bir melek adı. * Tehdit etmek, korkutmak.(Terennümat-ı hava, na'rât-ı ra'diye, nağamat-ı emvac, birer zikr-i azamet. More… |
ra'd suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 13. Suresi. |
ra'd u berk |
Gök gürültüsü ve şimşek. |
ra'de |
Muztarib oluş, azablı ve sıkıntılı hâl. (Rı'de şeklinde de okunur) |
ra'dendaz |
(Ra'd-endaz) f. Gürleyen, gürleyici. Gök gürültüsü gibi gürleyen. |
ra'did |
Korkak. |
ra'din |
Gürleyen. * Gürültülü. |
ra'l |
Koyunun kulağından kesilen parça. |
ra'la' |
(C.: Rual) Akılsız kadın. * Kulağının ucu kesilip ilişik duran dişi koyun. |
ra'le |
(C.: Riâl-Erâl-Erâil) At sürüsü. * Hurma ağacının uzunu. |
ra'n |
(C.: Ruun-Riân) Ahmaklık. * Sarp dağ. * Önüne sivrilmiş dağ burnu. |
ra'na |
İyi, güzel, hoş, lâtif. Pür ve revnak olan. |
ra'ra' |
(C. Raâri') Kötü, alçak kimse. * Yaramaz gönüllü. * Çok uzun boylu adam. * Güzel itidalde olan kimse. |
ra'raa |
Suyun şiddetle akması. * Depretmek. (Çocuk) büyümek. * Bitirmek. |
ra's |
Boyanmış renkli yün. * Süt vermek. * Süt içmek. ◊ Yorulduğunda yab yab yürümek. * Birşeyi silmek. |
ra'sa' |
Kulakları küpe gibi uzunca sarkık olan yahut ucunu kesmekten ilişik kalıp sallanıp duran kulakları asılı olan dişi koyun. |
ra'san |
Yorgunluktan dolayı yab yab yürümek. |
ra'şan |
Titreme, titreyiş. |
ra'se |
(C.: Riâs) Kulağa takılan küpe. |
ra'şe(t) |
Titreme, titreyiş. * Korkmak, havf ve dehşete giriftar olmak. |
ra'şeaver |
(Ra'şe-âver) f. Titretici. |
ra'şedar |
f. Titreyen, ürken. |
ra'şever |
f. Titretici. |
ra'y |
Teslim olma. * Otlatma, gütme. Otlama. |
raa' |
Boğazına hizmet eden adi insan. |
raabe |
Genişlik, vüs'at. * Büyük olmak. |
raale |
Hamakat, ahmaklık. |
raaş |
(Ra'şe-Ra'şen) Titretmek. |
rab' |
Vasat, orta boylu. * Avlulu ev. |
rab'at |
(C.: Rabeât) Attarların dağarcığı ve kutusu. * Orta boylu kimse. |
rabb |
Sâhib, mâlik, seyyid. Cenab-ı Hak (C.C.) * Besleyen, yetiştiren, terbiye eden. Müstahik. Hüdâvend. ◊ Üveybaba. |
rabbanî |
(Rabbaniye) Rabbe âit. Cenab-ı Hakk'a dair ve müteallik. İlâhî. * Ârif-i Billâh olan, ilmi ile amel eden âlim. |
rabbaniyyun |
(Rabbaniyyîn) Kendisini tamamen Cenab-ı Hakk'a vermiş olanlar. Putperestlikle alâkası olmayanlar. |
rabbat |
Kadınların efendileri, sâhipleri, kocaları. |
rabbe |
Üveyana. |
rabbena |
Ey bizim Rabbimiz! Ey Sâhib-i Hâlikımız! Ey bizi terbiye edip besleyen sâhibimiz! (meâlinde). |
rabbî |
Ey benim Rabbim. |
rabe |
Yoğurt damızlığı. |
rabea |
Devenin katı katı yelmesi. |
rabi' |
Dördüncü. |
rabia |
(Müe.) Dördüncü. * Saatteki sâlisenin altmışta biri. |
rabian |
Dördüncü olarak. |
rabib |
Yoğurt. |
rabih(a) |
(Ribh. den) Kârlı, kazançlı, faydalı. |
rabit |
Bağlı, bağlanmış, merbut. |
rabit(a) |
Rabteden, bağlayan, bitiştiren. * Münasebet, alâka, bağlılık, yakınlık. İki şeyi birbirine bağlayan tertip. |
rabitabend |
f. Rabtedici, bağlayıcı. |
rabiye |
(C.: Revâbi) Yüce, yüksek yer. |
rabiz |
Koyun ağılı. |
rabt |
Bağlamak, bitiştirmek, bir şeye bağlamak. * Nizam vermek, intizam bulmak. * Gr: Cümleleri lüzumlu edatlarla birbirine bağlamak. |
rabt edati |
Gr: Bağlama edatı. Kelimeyi veya cümleyi birbirine bağlayan harf veya kelime. (Hem, ve... gibi) |
rabtiyye |
Rabtiye. * Bağlayacak şey. |
rac |
f. Mide. |
raci |
Rica eden, eden, uman, yalvaran. Niyaz eden. Ümitli. |
raci' |
(Rücu. dan) Geri dönen, ric'at eden. * Dair, aid, alâkası olan, dokunur olan, müteallik. * Gr: Bir şahıstan kinaye olan zamir. |
racibe |
(C.: Revâcib) Parmağın el ayasına bitişik olan boğumu. |
racife |
Şiddetle sarsan sarsıntı. Dünyayı yerinden oynatan vakıa. İlk nefha. |
racih |
Üstün olan. Kıymetli, faziletli ve itibarı fazla olan. * Fık: Beyyinatta, bürhan ve delilin tercihinde delili üstün, beyyinesi evlâ ve makbul olan taraf. |
raciha |
Tercihli, daha önce diğerlerinden üstün. |
racil |
Yaya olarak, yürüyerek. |
racilen |
Yaya. Piyade. * Mc: Cahil, bilgisiz. |
racin |
Adama alışmış davar. |
raciyane |
f. Rica ederek, yalvararak. |
rad |
f. Cömert, eli açık, faziletli, üstün, değerli. |
rad' |
Men'etmek, engel olmak. * Bırakmak, terk etmek. * Güzellik eseri. * Kına. |
radaf |
Üzerine ateş yakıp kızdırdıkları taş. |
radafe |
(C.: Razf) Kızdırılmış sıcak taş (süte bırakıp sıcaklık verirler.) |
râdd |
(Redd. den) Geri döndüren, reddeden, geri bırakan. |
radd |
Süt ile pişmiş hurma. * Vurmak, dövmek. |
radde |
Derece. Rütbe. Sıra. Kerte. Mertebe. * Aşağı yukarı. * Fayda, menfaat. * Çizgi, hat. |
rade |
Faide, menfaat. |
radga |
(C.: Radg-Ridag) Sulu ve sıvı balçık. |
radh |
Az bir şey verme. Az verilen şey. * Fık: Cihada iştirak eden kadınlara, kölelere, çocuklara ve zimmilere ganimet malından verilen mal. |
radhe |
(C.: Radh-Ridh) Taşlı yer, taşlık arazi. * Büyük taşlardan olan çukur yer. (İçinde su birikip kalır.) |
radi |
(Râdiye) Razı olan, rıza gösteren, itaat eden. |
radi' |
(Rıda'. dan) Süt kardeş. * Süt emen çocuk. * Levmedilen kimse. ◊ (C.: Ruzâa-Ruzâ) Süt emen çocuk. |
radib |
Zayıf yağan yağmur. * Sidre ağacından bir cins. |
radif |
Kızmış taşla ısıtılan süt. * Kızmış taş üzerine pişirilen et. (Merzuf da derler.) ◊ Binicinin ardına binen kişi. |
radife |
Kıyametteki ikinci Sur'un ismi. (O'nunla bütün ölüler hayat bulurlar.) |
radig |
Ahmak, akılsız kimse. |
radin |
Za'feran çiçeği. |
radiyallahü anh |
Allah (C.C.) ondan razı olsun, mealinde duâdır. Aslında Allah ondan razı oldu demektir. |
radiyallahü anha |
(Kadın için) Allah ondan razı olsun. |
radiyallahü anhüm |
Allah onlardan razı olsun. |
radiyallahü anhüma |
Allah onların ikisinden razı olsun. |
radiyen |
Razı olarak, beğenilerek, hoşnud olmak suretiyle. |
radk |
Her nesnenin evveli. |
radm |
Binayı taşla yapmak ( O binaya 'razim' derler.) ◊ Büyük set. |
radme (radmâ) |
Büyük taş. |
radua |
Kuzusunu emziren ve hem de sağılır olan koyun. |
radyasyon |
(Fr. Radiation) Bir enerjinin ışık demeti halinde yayılması. |
rafi' |
Yükseltici. Hâmil. Sâhib. Kaldırıcı, kaldıran. * Esma-i İlâhiyedendir. |
rafia |
Yükselten. * Kaldırmak için destek. |
rafidan |
Dicle ve Fırat ırmakları. |
rafide |
Binanın direği. |
rafih |
Rahat içinde ve refahla yaşıyan. |
rafit |
Nikâh. Cima. Fuhşiyyat. |
rafiz |
Terk eden. Salıveren. Bırakan. |
rafiza |
Şii fırkalarından bir tâife. Hak mezhepten ayrılmış, namazsız, itikadı bozuk kimse. * Asker kaçağı güruhu. * Düstur, akide ve nizam kabul edilen esaslardan ayrılanlar. |
rafizî |
(Râfiziyye) Rafıza fırkasından olan. Hazret-i Ebu Bekir'in ve Hazret-i Ömer'in (R.A.) halifeliklerini kabul etmeyenlerden olan. |
rafiziyyun |
(Rafızî. C.) Rafızîler. |
rafz |
Bırakma. * Rafızîlik. |
rag |
f. Çimenlik, çayırlık, bahçelik, bağlık. * Dağ eteği. |
ragabat |
Rağbetler, istekler, istekle karşılamalar. |
ragad |
Refah, genişlik, kolaylık. * Geçim kolaylığı. |
ragame |
(C.: Rugâm) Toprak. |
ragba' |
Rağbet etmek. |
rağbet |
(Ragbet) İstek, arzu. İyi sayılmak. Bir şeyi çok iştiyakla istemek. İhlasla dua etmek, teveccüh etmek. |
rağbeten |
Rağbet ederek, istekle. |
ragd |
Maişet genişliği, geçim bolluğu. |
ragib |
(Râgıbe) (Ragbet. den) İsteyen, rağbet eden. ◊ İçi geniş olan nesne. |
ragibe |
Rağbet olunan veya rağbetle istenilen şey. * İhsan, hediye. |
ragid |
Süt bulamacı. |
ragif |
Pide. Yufka. |
ragife |
Sütlü bulamaç. |
ragim |
Galebe eden, galip olan. |
ragiye |
Dişi deve. |
rağm |
(Ragm) Bir şeyden hoşlanmayıp kerih görmek. Bir işi birisine zor ile tutturmak. Züll ve hakaret. Kahretmek. |
rağmen |
Aksine olarak, inadına, zıddına olarak, zoraki. |
ragmiyyat |
Aksine, rağmına, inadına, zıddına yapılan işler. |
ragn |
Meyletmek, yönelmek, eğilmek. |
rags |
Nimet. Lütf-u İlâhî. Bereket. Hayır. * Çoğalmak ve uzamak. |
ragsa' |
İçinden sütün aktığı meme içindeki damar. |
rah |
(C.: Rayâh) Şarap, içki, hamr. * El ayası mânâsına olan 'Râha'nın C.' * Gitmek. ◊ (Reh) f. Yol. Tarz. Usûl. Meslek. ◊ f. Zan, sanma. Kaygı, keder. |
rah-nüma |
f. Yol gösteren, kılavuz. (Bak: Rehnüma) |
rah-var |
f. Sarsmadan yürüyen at, rahvan at. * Atın sarsmadan yürüyüşü. |
raha |
Değirmen. |
rahabe |
Genişlik, vüs'at. |
rahah |
Davanın tırnağının geniş ve büyük olması. |
rahal |
(C.: Rihâl) Semer. Palan. |
rahamet |
Rahim hastalığı. |
rahasa |
Yumuşaklık. |
rahat |
Üzüntüsüz, tasasız, kedersiz bir halde olmak. İstediği her şeyi bulup telâşsız olmak. Müsterih. * Dinlenmek. * El ayası. |
rahat-efza |
f. Rahat arttıran. |
rahat-nişin |
f. Rahat eden, rahat oturan. |
rahcen |
Ağırlık, sıklet. * Meyletmek, eğilmek, yönelmek. |
rahdan |
f. Yol bilen. |
rahe |
Avuç içi, el ayası. |
rahf(e) |
Kaymak. * Elde durmaz derecede sıvı olan hamur. |
rahi |
f. Yola ait, yolla alâkalı, yola dâir. ◊ Rahat yürüyüşlü binek. * Sâkin, rahat. |
rahib |
Âbid. Allah'tan (C.C.) korkan. * Manastırda oturan nasrani âlimi veya papazı. Keşiş. * Aslan. ◊ Bol, geniş. * Obur, çok yiyen kişi. ◊ Kendisinden korkulan şey. More… |
rahiban |
(Râhib. C.) Râhibler. Keşişler. |
rahibe |
Kadın rahib. |
rahih |
Yumuşak, sulu balçık. |
rahik |
Safi şarap, Cennet şarabı. |
rahil |
(C.: Ruhal-Rihâl) Dişi olan koyun kuzusu. (Erkeğine 'hamel' derler.) ◊ Göç eden, göçen, ölen, rıhlet eden. ◊ Göç. Göçme, hicret etme. |
rahile |
Yük hayvanı. * Yük getiren deve. * Topluluk, kafile. * Üzerine binilen deve. |
rahilezen |
f. Yük hayvanını süren. |
rahim |
(Rahmet. den) Rahmet edici, merhamet eyleyen. Rahmedici. Muhafaza eden, bağışlayan. Rahmet ve merhamet sahibi, şefkat eden, gufran sahibi. ◊ (Rehm) Döl yatağı. Çocuğun, içinde More… |
rahim(e) |
Hafif sesli, lâtif sözlü kız. |
rahimallah |
Allah rahmet eylesin. |
rahimane |
Şefkat ederek, acıyarak. Merhamet ve rahmet ile Cenab-ı Hakk'a yakışır tarzda. |
rahime |
Rahmet eylesin. |
rahimehullah |
Allah ona merhamet eylesin, Allah rahmet eylesin meâlinde duâdır. |
rahimehumallah |
Onların ikisine de Allah rahmet eylesin meâlinde duâdır. |
rahimehumullah |
Allah onlara rahmet eyleye meâlinde duadır. |
rahimîn |
(Rahîmûn) Merhametliler, acıyıp esirgeyenler, rahmet edenler, şefkat edenler. |
rahimiyyet |
(Bak: Rahmaniyet) |
rahin |
Rehin veren, malını rehine koyan. *Sâbit, dâim, devamlı. * Devenin ve adamın zayıfı. |
rahis |
Ucuz, yumuşak elbise. * Ansızın ölüm. |
rahiye |
(C.: Revâhi) Bal arısı. |
rahiyye |
Yolluk. Yol masrafları. |
rahk |
Sarmak, istilâ etmek. |
rahl |
(C.: Rihâl) Semer, palan. * Yağmurluk ve saire gibi yol levâzımı. |
rahl (rihl) |
Göçmek, irtihal etmek. |
rahlâ' |
Arkası beyaz, diğer yerleri siyah olan dişi koyun. * Yalnız arkası kara olan deve. |
rahle |
Küçük masa. |
rahm |
Acıma, koruma, esirgeme, şefkat etmek. * Hısımlık, karabet, akrabalık. |
rahm ü şefkat |
Merhamet ve şefkat etmek. |
rahma' |
Başı beyaz olan dişi koyun. |
rahman |
Bütün yaratıklara rızıklarını veren, her an bütün mahlukat hakkında hayır ve rahmet irade buyuran, bütün mahlukatına sayısız nimetler veren. Nizam ve adâlet sâhibi. (Allah) |
rahman suresi |
(Errahman Suresi de denir.) Kur'an-ı Kerim'in 55. suresidir. Bu sureye Arus-ül Kur'an da denilmiştir. Mekkîdir. |
rahmanî |
Rahman'a ait ve müteallik. Allah'tan gelen, her hususta hayırlı olan. |
rahmaniyyet |
Cenab-ı Hakk'ın Rahman oluşu. |
rahme |
(C.: Ruham) Kartal. * Rahmet, muhabbet. |
rahmet |
Merhamet, acımak, şefkat etmek, ihsan etmek, esirgemek. * Mc: Yağmur. |
rahmi |
Rahmete mensub, rahmetle alâkalı, rahmete müteallik. |
rahmut |
Mübalağa ile esirgemeklik. |
rahname |
f. Yol ve yön gösteren kâğıt. Harita. |
rahne |
f. Gedik, yarık. Gemilerin bordalarında veya su kesimlerinin altında mermi isabetiyle veya herhangi bir te'sirle açılan delikler, yarıklar. * Yara. * Bozukluk. Zarar. |
rahnedâr |
f. Eksiği, bozuğu olan. * Zarara uğramış. * Yıkığı olan. |
rahrev |
f. Yolcu. |
rahs |
Yıkamak. * Yumuşak. |
rahş |
Gösterişli, güzel at. * Rüstem adlı bir pehlivanın atı. |
rahşa |
(Rahşân) f. Parlak. |
rahşende |
f. Parıldıyan, parıldayıcı. |
rahşiş |
f. Parlayış. |
raht |
(C.: Ruhut) Binek atlarına vurulan eyer, takım. * Pencere ve kapıların menteşe takımı. * Yol levazımı. * Döşeme ve ev takımı. |
rahtlamak |
Ata raht ve takım takmak. |
rahum |
Doğurduktan sonra rahminde hastalık meydana gelen deve. |
rahv |
Gevşek, sölpük, rahâvetli. |
rahve |
(Bak: Rihve) |
rahyan |
Kaburganın omuz kemiği ile bitişmesi. |
rahye |
Düz meydan. |
rahz |
Yıkamak. |
rahzen |
f. Yol vuran. Yol kesen. Eşkiyâ, haydut. |
rahzenî |
f. Haydutluk, eşkiyâlık. Yol kesicilik. |
rai |
Çoban. * Gözetleyici ve koruyan kimse. * Vâli. * Güvercin kuşundan bir kısım. ◊ (Rü'yet. den) Görücü, gören. * Gr: R harfiyle alâkalı. R harfine mensub. |
raib |
Korkmuş. * Semizliğinden yağı damlar olan. * Dolu. ◊ Göz bağlayıcı, büyücü. * Doldurucu. |
raic |
Revaçta olan, sürümü olan. Rağbet bulan. |
raid |
Konaklanacak yeri görmek için önceden gönderilen kimse. * El değirmeni. ◊ Gürleyen, gürüldeyen. |
raide |
(C.: Revâid) Gürleyen bulut. * Sözü çok olan kişi. |
raif |
Önde giden at. ('pişnek' derler) * Burun ucu. * Dağ burnu. ◊ Merhametli, re'fetli. |
raik(a) |
Hâlis, sâfi, sâde, katışıksız. |
rain |
Muhkem, sağlam yapılı, berk yer. |
raiş |
Huk: Rüşvet veren kimse ile rüşvet alan arasında vasıtalık eden kimse. |
raiyane |
f. Çobanca. Çobanlığa ait. |
raiyye |
(C.: Raâyâ) Saklı, mahfuz. |
raiyyet |
Bir hükümdar idaresinde olanlar, birinin idaresine bağlı olanlar. Devletin idâresindeki umum insanlar. * Sürü. Otlatılan hayvan sürüsü. |
raiyyet-perver |
f. Halka iyi bakan, iyi idare eden. İnsanların ihtiyacını te'min eden, onların iyiliğini seven ve onlar için iyilik isteyen. |
raiz |
(Râyiz) Öfkeli, kızgın. |
rak |
Erkek yengeç. |
rak' |
Kaftana yama vurmak. Elbiseyi yamamak. ◊ Eğilmek. |
rakaat |
Hamâkat, ahmaklık. |
rakabat |
(Rakabe. C.) Boyunlar. Ense kökleri. * Köleler, câriyeler. Kullar. |
rakabe |
Ense kökü, boyun. * Kul, köle, câriye. |
rakadan |
Oynayıp sıçrama. |
rakaha |
Ticaret. * Kesb, kazanma. |
rakak |
Üstü yumuşak, altı sert olan düz yer. |
rakam |
Yazı ile işaret, sayıları gösteren işaret. * Yazı yazmak. ◊ Bütün satıcı, bütün satan. |
rakamî |
Rakam ve sayıya ait. Rakamla alâkalı. |
rakamkeş |
f. Rakam atan. Yazan çizen. |
rakamzede |
f. Yazılan, söylenen. Yazılmış. |
rakamzen |
f. Yazıcı, yazan. Kayıt ve işâret eden. |
rakan |
(Rakun) Za'feran çiçeği. * Kına. |
rakb |
Muntezir olmak, beklemek. |
rakd |
Uyumak üzere bulunma. Uykuya dalar gibi olma. |
rakde |
Uyku. Berzah. |
raki' |
Rüku' eden. Huzur-u İlâhîde eğilen. ◊ Ahmak kimse. * Gökyüzü. |
rakian |
Rüku' ederek, huzur-u İlâhîde eğilerek. Rüku' etmek suretiyle. |
rakiane |
f. Rüku' eder gibi. Eğilerek. |
rakib |
(Rekabet. den) Daima görüp kontrol eden, gözeten. * Bekçi. * Herhangi bir işte birbirinden üstün olmaya çalışanlardan her biri. Rekabet edenlerin beheri. * Esma-i Hüsna'dandır. More… |
rakiban |
(Rakib. C.) f. Rakibler. Birbirleriyle yarışanlar. * Bekçiler. |
rakiben |
Binmiş olarak, binerek. |
rakid(e) |
Hareketsiz, durgun. |
rakide |
Mertek adı verilen uzun ince ağaç. |
rakik ü nizâr |
İnce ve zayıf. |
rakik(a) |
(Rikkat. den) Yufka yürekli, ince merhamet ve şefkat sahibi olan. * Köle, câriye. |
rakim |
'Yazılmış nesne. Yazı yazılacak levha. * Ashab-ı Kehf'in mağarasının bulunduğu dağ; veya bazılarınca mağaranın bulunduğu dere; veya Ashab-ı Kehf'in başka bir ismi. * Ashab-ı More… |
rakime |
Yazılmış kâğıt. Mektub. |
rakis |
Yol gösteren, kılavuz. * Harman yerinde harmanı döğerken öküzün dönmesi. |
rakk |
Kitap, sahife. * Kâğıt yerine kullanılan ince deri parçası. * Tomar. * Yama. |
rakka |
Dere yanında olup sel geldiğinde üzerine yayılan arazi. * Bir yerin adı. |
rakkas |
Oynayan, dans eden, köçek. |
rakkasâne |
f. Oynar şekilde. Raksederek. |
rakkase |
Oynayıp dans eden kadın. |
rakle |
(C.: Rikal) At sürüsü. * Uzun hurma ağacı. |
rakm |
Yazmak. * Mühür yapmak. |
rakme |
Derenin kenarı. * Bahçe. |
rakmiyyat |
Medine yakınında bir yere nisbet edilen oklar. |
rakrak |
Şuleli ve ziyâlı, parlak, nurlu. |
rakraka |
Su dökmek. * Su gelip gitmek. * Parlamak. * Suyun akması. ◊ Nâzik ve derisi yumuşak olan kadın. |
rakrakan |
Serap. |
raks |
Sıçrayarak oynamak, dansetmek. |
rakş |
Nakşetme, süsleme. |
rakşa' |
(C.: Rukaşâ) Alaca yılan. * Süslü kadın. |
raksân |
Rakseden, dans eden, oynayan. |
rakskünân |
f. Raksederek, raksede ede, oynıyarak, oynıya oynıya. |
rakud |
(C.: Revâkıd) Derinliği fazla olan küp. |
raky |
Yükselmek, terakki etmek. |
ral |
(C.: Rilâl-Ri'lân-Er'ül- Reele) Deve kuşunun yavrusu. |
ram |
f. İtaat eden, boyun eğen, itaatli, münkad. |
ramad |
Kül, ateş külü. |
ramak |
Nefes alacak kadar kalan hava, az bir hayat eseri. * Çok az şey. |
ramas |
Göz çapağı. |
ramaz |
Güneşin sıcaklığı şiddetle ve yakarak gelmek, şiddetli olmak, yakmak. * Kesinleştirmek. |
ramazan |
Mübarek ayların en mühimmi ve mübarek üç ayların sonuncusu. |
ramazaniye |
Ramazana ait. Ramazan hakkında. * Ramazan ayına dair medhiye veya kaside. |
rametmek |
Boyun eğdirmek, itaate getirmek. |
rami |
(Remy. den) Ok, mermi v.b. şeyler atan atıcı. ◊ f. Çok itaatkâr olan. |
ramih |
Süngü batıran, mızrak saplayan. |
ramik |
Miskle karıştırılan siyah bir madde. |
ramile |
Yelmek. * Şam vilâyetine bağlı bir yerin adı. |
ramis |
Toprağı her yöne sürüp savuran rüzgâr. |
ramişe |
İyilik, gökçelik, hasene. |
ramişger |
f. Çalgıcı. Saz çalan. |
ramk |
Nazar etmek, bakmak. |
rampa |
Fr. İki geminin birbirine veya bir geminin iskeleye yanaşıp bitişmesi. * Şose veya demiryolundaki yokuş. * Trenin eşya almağa mahsus yanaştığı set. |
rampaci |
Eski deniz muharebelerinde yakından dövüşerek zabtedilmek istenilen bir düşman gemisine hücumla borda bordaya gelindiği sırada düşman gemisindeki askerlerin vuku bulacak hücumunu menetmek More… |
ramt |
Ayıplama. |
ramuz |
Deniz. |
ran |
f. Bacağın uyluk kısmı. Uyluk. * Kelimenin sonuna getirilerek. ' Süren, sürücü' mânasını ifade eden birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hükümrân - Hüküm süren. |
ranec |
Hindistan cevizi. |
ranin |
f. Pantolon. şalvar. Don. |
rapor |
Fr. Bir tedkik neticesini bildiren yazı. |
rapörtaj |
(Bak: Röportaj) |
ras' |
Yapışmak. |
rasaa |
(C.: Rusâ) Bal arısının yavrusu. |
rasad |
Gözetlemek, beklemek, pusuda olmak. |
rasadgâh |
f. Bekleme yeri, gözetleme yeri. Gözlemevi. |
rasadhâne |
f. Havanın değişen şekillerini, sıcaklık ve soğukluğu tesbit etmek için veya yıldızların hareketlerini tesbit ve takib maksadiyle çalışılan yer. |
rasaf |
Kaldırım. Kaldırım taşları. |
rasafe |
(C.: Risâf) Ok üstüne sarılan kiriş. |
rasafet |
Dayanıklılık, sağlamlık. |
rasanet |
Sağlamlık, dayanıklık. * Sabit, muhkem, metin. |
rasas |
Kurşun, kalay, lehim. |
rasasî |
Kalaycı. * Kurşun renginde olan. |
rasd (rusud) |
Yol gözlemek. |
rasf |
Oka kiriş sarmak. * Birbirine zammetmek. * Kaldırım döşemek. |
rasğ |
Bilek, elbileği. |
rasî |
Kımıldamıyan, sâbit. * Lenger atmış olan gemi. Demirlemiş gemi. |
raşi |
Rüşvet veren. |
rasi' |
Hırs ve tama eden. |
rasia |
(C.: Rasâyi) Halka. |
rasib (râsibe) |
Tortulaşan, dibe çöken. |
rasid |
Muntazır, bekleyen kimse. * Avını bekleyen ve yaklaştığında hemen üzerine sıçrayan canavar. ◊ (C.: Râsıdân) (Rasad. dan) Gözleyen, gözeten, rasad eden. Dikkatle bakan. |
raşid(e) |
(Rüşd. den) Hak dinini kabul eden, doğruya giden, rüşde erişmiş olan. * Akıllı. |
rasidân |
(Râsıd. C.) Dikkatle bakıp gözliyenler, rasad edenler. |
raşidîn |
Hakka erişmiş olanlar. Kâmil ve çok ileri olgun kimseler. Akıllılar. |
rasif |
Dayanıklı, sağlam, muhkem. * Taş temel, rıhtım. * Denizin yüzüne çıkmış kayalar. |
rasife |
Su içinde yapılan sed. Rıhtım. |
raşih |
Yürüyebilen geyik yavrusu. |
rasih(a) |
(C.: Râsihîn-Râsihûn) (Rüsuh. dan) Temeli kuvvetli, sağlam. * Bilgisi, bilhassa dinî bilgileri çok geniş olan. * İyice oturmuş, dem ve damarlarına yerleşmiş, temeli sağlam ve kuvvetli olan. More… |
rasihâne |
f. Sağlamca, sağlam delil ve bürhana dayanmak suretiyle. |
rasihun |
(Rasihîn) (Râsih. C.) Âlimler, din bilgisi çok sağlam ve derin olan büyük zatlar. * Temeli kuvvetli ve sağlam olanlar. |
rasim |
Resim yapan, çizgi çizen. * Akar su. |
rasime |
Âdet. Eskiden kalma âdet. |
rasin |
Sağlam, dayanıklı. * Sabit hüküm. ◊ Andız otu. |
raşin |
Adı tufeylî olan ve davetsiz olarak ziyafetlere giden kimse. |
rasiye |
(C.: Revâsi) Büyük dağ. |
rasn |
İkmal etmek, tamam etmek, muhkem kılmak. |
rasras |
Sağlam ve sert yer. |
rasrasa |
Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. |
rass |
Binayı sağlamlaştırmak. * Birbirine darlık getirmek. * Bazısını bazısına ulaştırmak. |
rassad |
(Rasad. dan) Rasad eden. Dikkatle gözleyen. |
rassas |
Kalaycı. |
rast u çep |
f. Sağ sol, sağdan soldan. |
rastan |
(Râst. C.) Doğru olanlar. Haklı kimseler. |
rastbîn |
f. Herşeyin hak ve doğrusunu görüp farkeden. |
rastgû |
(C.: Râstguyân) f. Doğru konuşan, hak konuşan. |
rastî |
f. Doğruluk, gerçeklik. |
rastkâr |
f. Doğru adam. |
rasyonalizm |
Fr. Fls: Akliyecilik. Her şeyin yalnız akıl ile bilinebileceğini iddia eden bir felsefi görüş. |
rasyonel |
Fr. Fls: Akla uygun, hesaplı, ölçülü, biçili. |
rat' |
(Bak: Ret') RATA': Hamakat, ahmaklık. |
ratabet |
(Ratb. dan) Rutubet, nem, yaş. |
ratanet |
Arapçanın hâricindeki bir dille konuşma. |
ratb |
Rutubet, nemlilik yaşlık. * Rutubetli, yaş. * Yaş hurma. * Mülâyim, yumuşak. |
ratbe |
(C: Ritâb) Genç ve güzel sevgili. * Yonca otu. |
rath |
Yoğurmak. * Yumuşak etmek, yumuşatmak. |
ratib |
Islak, nemli, çok yaş, rütübetli. Tâze. ◊ Tertib edip sıraya koyan. |
ratibe |
(C.: Revâtib) Maaş. Vazife. |
ratibehâr |
f. Vazifeli. Görevli. |
ratic |
Çam sakızı. |
ratik |
Bitişik etmek, bitiştirmek, beraber etmek, karıştırmak. * Yırtık bir şeyin parçalarını bitiştirmek. ◊ Bir şeyin yarığını bitiştiren, yırtığını kavuşturup birleştiren. |
ratin |
Reçine. Çam sakızı. |
ratit |
Avaz, ses. * Ahmak, akılsız kişi. |
ratiyan |
(Râtiyâne) f. Çam sakızı, reçine. |
ratk |
Ulaşmak, yetişmek. |
ratl |
(Ratıl) Eskiden kullanılan sıvı ölçüsü olup bâzı yerlerde yüzotuz dirhem sayılmıştır. Bâzen oniki kıyyedir. Kıyye kırk dirhemdir. |
ratrat |
Bir nevi pelte. * Deve su içtiğinde havuz içinde artıp kalan su. |
rats |
El ayasıyla vurmak. |
rauf |
Çok acıyan, esirgeyen, merhamet sâhibi. * Esmâ-i İlâhiyedendir. |
raufe |
Kuyuyu temizleyen kişinin üzerine oturması için kuyunun dibine konan taş. * Davarlarını sulayan veya su içen kimselerin oturması için kuyunun kenarına konan taş. |
rauk |
Süt süzeği. |
raum |
Burnundan sümükleri akan zayıf hasta koyun. |
raus |
İhtiyarlıktan dolayı başını titreten kişi. |
rav' |
Ürkmek, korku, halecan. Hareket-i nefsaniye. Havf. |
ravh |
Rahatlık. Rahmet ve kolaylık. * Serin serin esen rüzgârın vücuda dokunmasiyle verdiği serinlik ve sefa. * Koklamak. |
ravhullah |
Allah'ın verdiği rahatlık. |
ravi |
Rivayet eden. İnsanlara haberleri nakleden. * Hadis nakleden. * Söyleyen, anlatan. |
raviyan |
(Râvi. C.) Rivayet edenler. Hikâye anlatanlar. |
raviye |
Su taşıyan hayvan. |
ravuk |
Süzek, süzgeç. |
ravvah |
Rahat ettirmek. (Bak: Ravh) RAVZ: Bahçeler. Ağaçlık ve çimenlik yerler. |
ravza |
Sulu yer, bahçe, bostan, çimenlik yer. |
ravzat |
(Ravza. C.) Bahçeler. Çimenlik ve ağaçlık yerler. |
ray |
Re'y, fikir, Hüküm ve itikad. (Bak: Re'y) |
ray'an |
Her nesnenin evveli. |
rayat |
(Râyet. C.) Bayraklar. |
rayb |
şek, şüphe, reyb. |
rayet |
Bayrak, alem, livâ, sancak. * Gerdanlık. |
raygan |
f. Parasız, bedâva. * Pek fazla, pek çok. |
rayi' |
Acib nesne. * Cömert kişi. |
rayic |
(Bak: Râic) |
rayiha |
Koku, hoş koku. |
rayihadar |
f. Kokulu. Hoş kokulu. |
rayihanisar |
f. Koku saçan. |
rayik |
Acib ve hâlis nesne. |
rayiş |
(Bak: Raiş) |
rayiz |
Seyis. |
raz |
f. Gizli sır, saklı şey. * Mimar. * Marangozların işini tanzim eden. |
raz puş |
f. Sır saklayan, sır gizleyen. |
raz-aşna |
f. Bir sırrı bilen. |
raz-dan |
f. Sırrı bilen, sırra ortak olan dost. |
razan |
f. Gizli sırlar, gizlilikler. |
razi |
Hoşnud, rıza gösteren, kabul eden. * Boyun eğen, itaat eden. |
razia |
Emzikli, çocuklu kadın. |
razik |
'Rızık veren; yiyecek, içecek, giyecek gibi canlı mahlukata lüzümu bulunan her çeşit ihtiyacını te'min edip veren. (Allah)' |
raziyane |
(Rezene) Dere otu nev'inden bir nebat adı. |
raziz |
Dökülmüş ve parçalanmış. |
razraz |
İri vücutlu kimse. * Dökülmüş ve ufanmış taş. |
razz |
Kesmez âlet. |
razze |
(Razz. dan) Ezen, ezici. |
re'b |
Mantar. * Toplamak, cem'etmek. * Islah etmek, düzeltmek. |
re'bele |
Cür'et, ikdam. |
re'bil |
Câriye, kadın esir. |
re'fe |
Esirgemek, korumak. Acımak. Şefkat etmek. |
re'fet |
Merhamet, acımak. * Yüce. |
re'fetlü |
Eskiden kumandanlara, serdarlara mahsus resmi ünvan. |
re'fetmeâb |
f. Çok merhametli. |
re'l |
(C.: Riâl-Ri'lân-Er'ul) Deve kuşu yavrusunun erkeği. |
re'ree |
Gözü tez tez döndürmek. * Koyun çağırmak. |
re's |
Baş, kafa. * Tepe. Uç. * Başlangıç. * Reis. |
re'sa |
Başı ve yüzü siyah olan koyun. |
re'sen |
Kendi başına, bizzat. * Kimseye danışmadan. Müstakil olarak. * Doğrudan doğruya. |
re'y |
Görüş, görmek, rey. Hüküm ve itikad. Kıyas etmek. Bir iş hakkında söylenen söz, fikir. |
realist |
Fr. Fls: Hakikatçı. Nefs-ül emre uygun düşünen. Realizm taraftarı. |
realite |
Fr. Gerçekten olan şey. Olduğunun tıpkısı. Gözümüzle gördüğümüz gibi. (Bak: Rasyonalizm) |
realizm |
Umumi fikirleri birer hakikat sayan felsefi görüş. Hadiseleri olduğu gibi anlatma ve gösterme gayesi güden san'at çığırı, fikri. |
reaya |
(Raiyet. C.) Bir kimsenin emri altında bulunanlar. * Bir hükümdar idaresi altında bulunan halk. * Hristiyan tebaa. * Bütün halk. |
reb' |
Ev, arazi. Barınılan, iskân olunan yer. |
reba' |
Uzunluk. |
rebabe |
(C.: Ribâb) Bazısı bazısına binmiş olan beyaz bulut. |
rebace |
Bönlük, ahmaklık, biladet. |
rebah |
Faide, menfaat. * Kediye benzer bir canavarın adı. |
rebaiye |
(C.: Rebâıyyât) Seniyye ile nâb arasında olan dört diş. |
rebaz |
Şehrin yarısı ve etrafı. * Her nesnenin eğlenecek ve duracak yeri. * Koyun ağılı. * 'Göden bağırsak' denilen büyük bağırsak. |
rebaze |
Zeki ve anlayışlı kimse. Zarif kimse. |
rebbi |
İlmiyle amel eden kişi. |
rebeb |
Tatlı ve çok su. |
rebele |
(Buğday) Çok olmak. |
rebez |
Ayağı hafif. Hızlı yürüyüşlü. |
rebeze |
(C.: Rebez-Rebezât) Devenin boyun yünü. |
rebi' |
Yaz günü. * Küçük nehir. |
rebib |
(C.: Rebâib) Üvey oğul. * Evde beslenen koyun. (Müe: Rebibe) |
rebibe |
Üvey kız. * Dadı. |
rebie |
(C.: Rabâyâ) Gözcülük eden kişi. |
rebih |
Organları sülpük ve sarkık olan iri insan. |
rebiî |
Bahara ait, baharla ilgili. |
rebika |
İp ile bağlanan davar. |
rebike |
Hurmayı yağla ve keş ile karıştırıp hamur ederek yapılan bir yemek. * Öğünmüş keşi, un ve yağ ile karıştırıp yapılan yemek. * Bulamaç aşı. |
rebil |
(C.: Rubul) Yoğun, semiz, besili. * Yer kuruyunca biten bir ot. * Uyluğun iç yanı. |
rebile |
Semizlik, besililik. |
rebis |
Bahadır, kahraman. * Meşakkat. |
rebiz |
Semiz ve kuyruğu büyük olan koç. ◊ Koyun sürüsü. |
rebk |
Karıştırmak. |
rebrak |
Tilki üzümü. |
rebreb |
Yaban sığırı sürüsü. |
rebs |
Hapsetmek. * Engel olmak, men'etmek. ◊ El ile vurmak. |
rebsa' |
Müenneslik özelliğindendir. * Katı nesne. |
rebt |
Şişmek. * Terbiye etmek. * Uyusun diye çocuğun yan taraflarına yab yab vurmak. |
rebub |
Üvey oğul. * Üvey baba. |
rebun |
Pey akçesi, pey olarak verilen para. |
rebuz |
Büyük. |
rebvet |
(Rubve - Ribve - Rebâvet) Yüce, yüksek yer. |
rec' |
Geri döndürmek. * Döndürülmek. * Yağmur. * Menfaat, fayda. * Rücu' etmek veya ettirmek. |
rec'a |
Geri gelme, dönüş. * Öldükten sonra tekrar diriliş. |
reca |
Emel, ümit, yalvarmak. * Cânib, taraf. * İstek, arzu, dilek. ◊ Kenar, yan. Taraf. |
recac |
Her şeyin zayıfı. |
recah |
(C: Rucah) Oturak yeri etli ve büyük olan kimse. |
recai |
Ricacı. Ricayla ilgili. Dua ve yalvarmağa, ümide dair. |
recale |
Yayan yürümek. |
recaze |
Mahfeden küçüktür ve deve arkasına vurup üzerine binerler. |
recc |
Deprendirmek. Sarsılmak. Gidip gelmek. |
recca' |
Hörgücü büyük dişi deve. |
receb |
Azametli, heybetli. Ta'zim etmek. * Cennet'te bir nehir ismi. * Mübarek üç ayların birincisi ve Kamerî aylardan yedincisi. * Erkek ismi. |
receban |
Receb ile Şaban ayları. |
recefan |
Şiddetle sarsılma, sallanma. * Şiddetle gürüldeme. Şiddetli ıztırab, büyük acı. |
recefe |
Zelzele. * Ortalığı sarsacak kışkırtmalar yapmağa ircaf denir. Yalan, yanlış haberlerle umumî efkârı şaşırtıcı neşriyatlara ise Eracif denmektedir. (Bak: Mürcif) |
recel |
Saçın ne sarkık ve ne de çok kıvırcık olması. * İstedikçe emsin diye davarı yavrusuyla beraber otlağa salmak. |
recen |
Hapsetmek. |
recez |
Vezni altı defa müstef'ilün'den ibaret olan bir nevi şiir veya bahire denir. * Kaside tarzında yazılan manzume. (Bak: Kaside, Ercüze) |
recf |
Şiddetle sarsmak veya sarsılmak. |
recfe |
(C: Recefât) Zelzele, deprem. |
reci' |
Necis, pislik. Terslemek. |
recif |
Şiddetli ıztırab. |
recil |
Çok yürüyen. |
recim |
(Recm. den) Taşlanmış, taşa tutulmuş. * Lânetlenmiş, mel'un. |
recin |
Devecilerin ini. |
recla' |
Katı, sağlam, sert. * Bir ayağı beyaz olan dişi koyun. (Müz: Ercel) |
reclan |
(C.: Raclâ-Rıccâl) Yayan kimse. |
recm |
Taşlamak, taşa tutmak, taş ile insan öldürmek. * Atılan taş. * Kabre taştan nişan dikmek. * Şeytan üzerine atılan nücum. * Tardetmek, kovmak, sövmek. Terketmek. * Zan ve kıyas etmek. |
recmetmek |
Taşlamak, taşlamak suretiyle öldürmek. * Mc: Aleyhte konuşmak. |
recrace |
Asker kalabalığı. * Ses çokluğu. |
recrece |
Sarsılma, titreme, sallanma. |
recs |
(Recse) şiddetli gök gürültüsü. * şiddetli ses. |
recsan |
Gök gürlemesi sesi. |
recül |
Yetişkin erkek. Bir işin ehli. Er kişi. Adam. |
recüle |
Giyiniş ve hareketleriyle kendini erkeklere benzeten kadın. |
recület |
Erlik, erkeklik. |
recüliyet |
Erkeklik, erkek olmak. * Cesâretlilik, erişkenlik. |
red' |
Geri verme, reddetme. |
reda' |
Önleme, men'etme, yasaklama. ◊ (Redaet) Süt emmek. |
redaet |
Kötülük, fenalık, bayağılık. |
redah |
(C.: Rudüh) Dolu büyük çanak. * Etli ve şişman kadın. |
redane |
Tentelerin kenarlarında açılan ufak deliklerin yırtılmaması için o deliklere geçirilen mâdeni halka. |
redd |
Geri döndürmek, kabul etmemek, çevirmek, def etmek. * Bir şeyin karşılığını icra etmek. * Sözü selâset ve talâkatla eda edemeyip harfleri geri çevirerek konuşmağa sebep olan dilin More… |
reddet |
Güzellikler arasında nazara çarpan çirkinlik. * Bir defa reddediş. |
reddiye |
Bir mes'ele hakkında zıt karşılık. Cevap. Beğenilmeyen bir şeye cevap vermek. |
rede |
Sıra. Bir duvardaki tuğla veya taş sırası. |
reden |
Hazz denilen kumaş. * Silâhların biribirine dokunmasından çıkan ses. * İplik eğirmek. |
redi |
(Rediye) Fenâ, kötü, bayağı. |
redif |
Arkadan gelen, birisinin ardından giden. * Birbiri ardınca zuhur etmek. * Terhis olup ihtiyata geçen asker. * Edb: Beytin sonunda kafiyeden sonra tekrarlanan kelime. |
redig |
Yere vurulmuş. * Nâdan, ahmak. |
redim |
Eski, köhne kaftan. |
redm |
(C.: Rüdum) Bir şeyin önüne sed yapma. * Bir şey dâimi olmak ve akmak. * Pencere, kapı ve delik gibi yerleri tıkama. Tamâmen kapama. * Zülkarneyn seddinin ismi. |
reds |
Taş atmak. |
redyan |
Davar yelmek. |
ree |
(Bak: Rie) |
reel |
Fr. Gerçek, hakiki, sahici. |
ref' |
Kaldırma, yüceltme, yukarı kaldırma. * Lağvetme, hükümsüz bırakma. * Gr: Arapça bir kelimenin sonunu merfu' (ötreli) okumak. |
refagat |
Bolluk içinde geçinme. |
refah(et) |
Bolluk, rahatlık. |
refakat |
Arkadaşlık, beraberlik. |
refd |
Atâ etmek, hediye vermek. * Yardım etmek. * Büyük kadeh. |
refenn |
Kuyruğu uzun olan at. |
refes |
(Rüfâs) Kinayesi icab eden şeyi açık söylemek. * Kinâye olarak. * Cimâ, nikâh. * Fuhşiyyât. |
refez |
Bölük bölük olan cemaat. (C: Erfaz) Kap dibinde kalmış azıcık su. |
reff |
Elbise koymak için duvara çıkıntı yapmak veya duvara tahta çakmak. Raf. |
refh |
Yağlanmak. |
refhan |
(Refâh. dan) Varlık içinde yaşıyan. |
refi' |
Yüksek, bülend, âli, yüce. |
refif |
(Ateş) Parlamak. |
refig |
Bolluk ve rahat içinde geçinen adam. |
refih |
Rahatlık ve huzur içinde geçinen. Refah ve rahat ile yaşıyan. |
refik(a) |
Ortak, arkadaş, eş, yardımcı, yoldaş. |
refil |
Kaftanını yukarı kaldırıp sallana sallana yürüyen. * Ahmak kimse. * Kuyruğu uzun at. |
refiş |
Ağaç kürek. * Dövmek. |
refiz |
(Rafz. dan) Atılmış, bırakılmış, terkedilmiş. Metruk. |
refl |
Kaftanını uzun diktirip yürürken eteklerini çekip sallamak. |
reform |
Fr. Düzeltme, tanzim. Asıl şeklini verme. Islah etme. Avrupa'da başlayan dinde reform hareketini, İslâm dinine tatbik etmenin yeri yoktur. Çünkü İslâm dini, bütün zaman ve mekânların More… |
refref |
Kuşu çok olan çimenlik, kır. * Mânevi bir binek. * Dalları salkım salkım olan ağaç. * Kenar saçağı. * Yeşil elbise. * İnce yumuşak kumaş. * Döşek. * Cennet. |
refrefe |
Kuşun kanatlarını oynatıp açması. |
refs |
Edeb hârici söz söyleme. * Kadınlara lâf atma. ◊ Ayakla vurmak. |
refş |
Küçük kazma. * Çapa. * Büyük kulaklık. * Kulağı büyük olma. |
refse |
Tokuşmak. |
reft |
Bir şeyi ufalıyarak kırıntı hâline getirme. Bir şeyi ufalama. ◊ f. Gitmek, yürümek. * 'Gitti' mânasında fiildir. |
reftar |
f. Gidiş, salınarak yürüyüş. |
refte |
f. Gitmiş. |
refte refte |
f. Git gide, azar azar. |
reften |
f. Gitmek. |
refuşe |
f. Lâtife, şaka. * Suç, günah. |
refv |
Sabretmek. * Korkudan emin etmek. * Islah etmek, düzeltmek. |
refz |
Terketmek. |
reg |
f. Damar. |
regabe |
Yumuşak arazi. |
regad |
Varlık, genişlik. |
regaib |
(Ragibe. C.) Çok istenilecek şeyler. Hediye, atiyye. Çok rağbet olunan şeyler. Bol bol ihsan etmek. |
regaib gecesi |
Receb ayının ilk perşembe gününün akşamı (Cuma gecesi). |
regami |
Çekirge çokluğu. |
reh |
f. Yol, kaide, tarz, usul. (Bak: Râh) |
reh-averde |
f. Yolcunun getirdiği hediye. |
reh-güzer |
(Reh-güzâr) f. Geçilen yol. Yol üstü. Geçit. |
reha |
f. Kurtuluş, kurtulma. Halâs. * Urfa şehrinin eski ismi. (Bak: Rüha) |
reha' |
Geçim bolluğu. * Genişlik, gevşeklik, pörsüklük, yumuşaklık. ◊ Geniş yer. |
rehabe (rihâbe) |
Göğüs üzerinde olan yumuşak kemik. |
rehabin(e) |
(Ruhban. C.) Râhibler. Ruhbanlar. |
rehafe |
İncelik. |
rehafeşan |
f. Kurtarıcı. |
rehah |
Yumuşak. * Geniş. |
rehain |
(Rehine. C.) Rehineler. Garanti olarak elde tutulanlar. |
rehak |
Gaşyetmek, sarıp bürünmek. Bir adamın arkasından yaklaşıp çatmak. |
rehakâr |
(C.: Rehakâran) f. Kurtarıcı. |
rehamet |
Sözün, sesin yavaş, ince ve tatlı olması. |
rehan (rihân) |
Bahadırlık, kahramanlık. * Denemek, tecrübe etmek. * At yarıştırmak, müsabaka. |
rehaset |
Tazelik, yumuşaklık, incelik. * Ucuzluk. * Bir işi gevşek tutma. |
rehavet |
Tembellik, gevşeklik, pörsüklük, ihmalkârlık. |
rehavî |
f. Urfa'lı. |
rehayab |
f. Kurtulan. * Yolcu olan. |
rehayafte |
f. Kurtulmuş. |
rehayî |
f. Kurtulma, halâs, necat. |
rehb |
Korku. Havf. |
rehbaniyyet |
Râhiblik. Papazlık. |
rehbele |
Yelmek. |
rehber |
f. Yol gösteren, kılavuz. |
rehberî |
Kılavuzluk, rehberlik. |
rehbet |
Fazla korku, yılmak, çekinmek. |
rehbeten |
Korkup çekinerek, çekingenlikle. |
rehc |
Toz, gubar. * Fitne. |
rehd |
Bastırarak ezme. |
rehden |
(C.: Rahâdin) Serçeden büyük bir kuş. |
reheb |
Korkmak, yılmak. Çekinmek. * Korku, havf. |
rehebut |
Çok korkmak. |
rehec |
Toz. |
rehf |
Keskinleştirmek, bilemek. |
rehhas |
Kârgir bina yapan. |
rehide |
f. Sıkıntı ve dertten kaçmış olan. |
rehin |
(Rehn-Rehine) Bir şeyin yerine teminat olarak tutulmuş olan şey, rehin edilmiş. * Mevkuf ve mahpus kılmak. |
rehk |
Aradan yetişip yaklaşma. * Yürüme. * şaşa kalma, taaccüb etme, hayrette kalma. * Kötü şeylere düşkünlük. |
rehket |
Güçsüzlük, kuvvetsizlik, zayıflık. |
rehl |
Sülpük olmak. Kendini salıvermek. * Acı çekmek, muztarib olmak. * Çok uyumaktan yüzü şişip uyuşuk olmak. |
rehlet |
şişkinlik, şişme. |
rehmet |
Yağmur, rahmet. |
rehn |
Sâbit ve dâim olmak. *Devamlı oluş. * Hapsetmek. |
rehneverd |
f. Yola çıkan. Yolcu. |
rehnüma |
f. Yol gösteren. Kılavuz. |
rehnümun |
Rehberler, yol göstericiler. |
rehnümunî |
f. Kılavuzluk, rehberlik. |
rehpeyma |
f. Yol ölçen. |
rehpeymayî |
f. Yolculuk. |
rehrehe |
Parlamak. |
rehrev |
f. Yolcu. Yola giden. |
rehs |
Kârgir bina yapmak. * Bir nesneyi çok sıkmak. ◊ Bir şeyi ayakla çiğniyerek ezme. |
rehş |
Asmacık. |
reht |
(C.: Erhüt-Erhât-Erâhit) Cemaat, kalabalık. * Kavim, kabile. * Ondan az olan adamlar. * Göbekle diz arası miktarı deri. (Hayızlı avretler giyerler) |
rehv(e) |
(C.: Rahâ) Yüksek mekân, yüksek yer. * Alçak, çukur yer, (içinde su toplanır) * Mahalle içinde, yağmur suyu ve çeşme suyu akan ark. * Üveyik kuşu. * Arası açılmış ve ayrılmış. |
rehvac |
Kebabı iyi pişirmek. |
rehvece |
Sür'atle gitmek. |
rehyab |
f. Yolunu bulabilen, girebilen. |
rehyat |
Acizlik. * Zayıflık, süstlük. * Bir dengi birinden ağır etmek. |
rehz |
Hareket etmek. |
rehzen |
f. Yol kesen, haydut, eşkiya. |
reim |
(C.: Arâm) Beyaz geyik. |
reis |
Baş, başkan. |
rejim |
Fr. Bir devletin sevk ve idare usulü, yolu. * Tıb: Hastanın tedavisinde tatbik edilen gıdalandırma yolu. Perhiz. |
rek'at |
(Rik'ât) Huzur-u İlâhîde beli eğip yüzü üzeri kapanmak. * Bir kıyam, bir rüku' ve iki secdeden ibaret olan namazın bir rüknü. |
rek'ateyn |
İki rekât. |
rekabet |
Kıskanmak. * Hıfzetmek. * Gözetmek. * Terakkub üzere olmak, başkalarından ileri geçmeğe çalışmak, benzerleriyle üstünlük yarışına çıkmak. * Kendi işini yürütmeğe çalışmak. |
rekaik |
(Rakik. C.) İnce ve nâzik olan şeyler. |
rekaket |
Kekeleme, dil tutukluğu. * Sözün kusurlu oluşu. Belagattan mahrum olmak. * Zayıf ve ince olmak, yufka olmak. * El ile cismin hacmi ve cüssesini anlamak için yoklamak. * Gevşeklik, zayıflık, More… |
rekam |
Birbiri üstüne kat kat yığılmış nesne. |
rekanet |
Vakarlılık, ağırbaşlılık. |
rekb |
Atlılar alayı, süvari takımı. * Diz ile vurmak. Dizi vurmak. |
rekd |
Kımıldamamak, durgun olmak. |
rekeat |
(Rek'at. C.) Rekâtlar. |
rekeb |
(C.: Erkâb) Kasığın kıl bittiği yeri. |
rekik |
Dili tutuk, kusurlu, peltek. * Rey ve idraki zayıf olan. * Gayret ve namusu olmayan. * Zayıf, kuvvetsiz. |
rekin |
Yüce, yüksek, âli. * Ağırbaşlı, ciddi, vakarlı. |
rekiz |
(Rekz. den) Sağlam. * Gizli, gömülü define. |
rekk |
İlzâm etmek, susturmak. * Birbiri üstüne bırakmak. |
rekl |
Ayağıyla vurmak. |
rekm |
Biriktirme, yığma. |
rekme |
Cem'olmuş, toplanmış. * Yön, cânip. * Parça, cüz'. |
rekn |
Meyletmek, yönelmek, eğilmek. |
reks |
(Rekkese) Geri döndürmek, çevirmek, tepesi aşağı etmek. |
rektör |
Fr. Üniversitenin başkanı. |
reku' |
Sâkin olmak. * Kesilme. |
rekub |
Erkeğinin ölümünü bekleyen kadın. * Evlâdı durmayan avret. * Kalabalıktan suya yaklaşamıyan deve. ◊ Binek hayvanı, binilecek şey. |
rekud |
Uyumuş. |
rekve |
(C.: Rukâ-Rekavât) İbrik. |
rekye |
(C.: Rekâyâ-Rekâ) Örülmemiş kuyu. |
rekz |
Harıl harıl ayak ile tepmek. Hayvana tekme ile vurmak. Kakıvermek. * Kaçmak. Seğirtmek, koşmak. * Hicret. Gaza. ◊ Dikme, yere saplayıp sabit kılma. |
rem |
f. Titreme. * Ürkme. * Sürü. |
rema |
Bir yerde ikamet eylemek. * Ziyade olmak. * Riba, faiz. * Bir haberi zan ile anlayıp idrak etmek. |
remad |
Kül. (Bak: Ramad) |
remadet |
İnsan veya hayvan kırımı. |
remak |
Bedende ruhun bakiyyesi. * Koyun sürüsü. |
reman |
(Remen) f. Sürü. * Ürken, ürkücü. |
remas |
Göz pınarında toplanan çapak. |
remaz |
Güneşin harâretinin çoğalması. |
remaze |
Oturak yeri. * Zina eden kadın. |
remd |
Helâk olmak. * Gözün çapaklanması. Göz hastalığı. |
reme |
Ürkek, ürken. * İyi nesne. |
remed |
Gözün ağrıması, göz kapağı iltihabı. |
remeke |
(C.: Rimâk-Ramek-Ramekât-Ermâk) Kısrak. |
remel |
(C.: Ermâl) Yelmek. * Yağmurun az yağması. * Vahşi sığırın ayağında olan hatlar. |
remende |
f. Ürkek, ürkücü. |
remes |
(C.: Ermâs) Denizde üzerine binilen sal. * Kalan süt artığı. |
remg |
Bâtıl etmek. * Baş yarmak. |
remgerde |
f. Titremiş. * Ürkek, ürkmüş. |
remh |
Süngü ile vurmak. * Tekme vurmak. |
remi |
(C.: Ermiye) Yağmuru iri olan ve yere şiddetle inen bulut. |
remide |
f. Ürkmüş, korkmuş, çekingen. |
remim |
f. Kemiğin çürümesi. Çürük. |
remiyye |
Bir nesne ile atılmış olan av. |
remk |
Durmak, ikâmet. * Boz renk. |
reml |
(Remil) Kum falı, bir takım nokta ve çizgilerle fala bakmak oyunu. * Filistin'de bir kasaba. |
remla' |
Ayakları siyah, diğer tarafları beyaz olan dişi koyun. |
remlî |
(Şihâbüddin Remlî) (Mil: 1371-1440) Filistin'in Reml kasabasında doğmuş, Şeyhülislâm'dır. Mecmuat-ul Ahzab'da namı Kutb-ül Ârifîn diye geçer. Kimya-yı Saadet namında More… |
remm |
Islah etmek, düzeltmek. * Yemek, ekletmek. |
remma' |
Beyaz tenli kadın. |
remmaa |
Oturak yeri. * Çocukların başındaki oynak yer. |
remmah |
Mızrakçı, süngücü. |
remmaz |
(Remz. den) İşaretlerle konuşan. |
remram |
Bir ağaç cinsi. * Yazın biten bir ot. |
rems |
Sürtme odunu. * El ile meshetmek. * Islah etmek, düzeltmek. ◊ (C.: Rumus) Mezar, kabir. |
remy |
Atma. Tüfek atma. |
remz |
İşaret. İşaretle anlatmak. * Güç anlaşılır. * Gizli ve kapalı söyleme. |
remza' |
Güneşin tesiriyle kızmış taş. |
remzen |
İşaretle. Remz olarak. |
remzî |
İşarete ait, işaretle alâkalı. |
remzşinas |
f. Bir maksad anlatan şekil, resim vb. * Gizli ve kapalı olarak anlatılan şeyleri ve işaretleri bilen. |
rena |
Nazar olunan, bakılan. |
renak |
Mastar. * Suyun bulanık olması. * Kederli olmak, mükedder olmak. |
renanet |
İnleme. |
renc |
f. Sıkıntı, zahmet, eziyet. * Ağrı, sızı. * Öfke, gazab, hışım. |
renc-ber |
'f. (Renc; sıkıntı, zahmet. Ber; çeken) Tarla ve bahçede yahut başka işlerde kazmak veya taş, toprak taşımak gibi işlerde çalıştırılan gündelikçi. Amele, ırgat. * Çiftçi.' |
rencide |
f. İncinmiş, kırılmış. |
rencidegî |
f. İncinip hatırı kırılmış olma. * Dertlilik, kederlilik. |
rencidehâtir |
f. Gücenmiş, hatırı kırılmış. |
renciş |
f. Sızlanış, inciniş, eziyet ve sıkıntı veriş. Keder. |
rencur |
f. İncinmiş. Sıkıntılı, rahatsız, dertli, hasta. |
rencurî |
f. Dertlilik, rahatsızlık, hastalık. İncinmiş olma. |
rend |
Mersin ve defne ağaçları. |
rende |
f. Tahtaların yüzlerini pürüzlerden kurtarıp dümdüz etmek için marangozların kullandıkları âlet. * Mutfakta peynir, soğan, havuç gibi şeyleri ufalamak için kullanılan tenekeden veya ona More… |
rendelemek |
Pürüzlerini gidermek. Rende ile düzlemek, pürüzlü yerlerini kazımak. Rende ile ufalamak. |
rendide |
f. Rendelenmiş, ufalanmış. |
renem |
Avaz, ses, savt. * Ayrılmak. |
renevna |
Dâim sâkin olmak, devamlı durmak. |
renf |
(Davar) zayıflığından kulaklarını sarkıtmak. |
reng |
f. Renk, levn. * Suret, şekil. * Oyun, hile, dalavere. |
reng ü bu |
Renk ve koku. |
reng-amiz |
f. Renk renk, çeşitli renkli. |
reng-aver |
f. Dalavereci, hilekâr. |
rengâreng |
f. Renkli, çeşit çeşit. |
rengin |
f. Renkli, boyalı. Parlak. Hoş. Süslü. Mülevven. Lâtif. |
renim |
Türkü söylemek. |
renin |
Bağırma, haykırma. * İnleme, inilti. |
renk |
Bulanık su. |
renna' |
Devamlı kadınlara bakan kimse. |
rennan |
Çok ses çıkaran, inleyip duran. Çınlıyan. |
renne (rinne) |
Avaz, ses, savt. |
renv |
Bakma hususunda mübâlağa etmek. |
res |
f. (Residen Erişmek mastarının emir köküdür.) 'Ulaşan, erişen, yetişen' mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. |
resa |
f. Yetişen, erişen. Yetiştiren. |
resa' |
Tatlı sütü ekşi yoğurtla karıştırmak. (O yapılan yemeğe 'resise' derler.) ◊ Şiddetli hırs. |
reşa' |
Yürüyebilen geyik yavrusu. |
reşad |
Hak yolda yürümek. Doğru yolda olmak. Doğru yolu bulup ondan sapmamak. * Aklın kuvvetli olması. |
resae |
Ölünün üzerine ağlayıp, onun iyiliklerini saymak. |
resag |
Devenin ayaklarında olan gevşeklik. |
reşahat |
(Reşehât) (Reşha. C.) Reşhalar. Sızıntılar, serpintiler. |
resail |
(Risale. C.) Risaleler, bir mevzuda yazılan mektuplar veya küçük kitaplar. * Dergiler, mecmualar. |
reşak |
Helâk etmek. * Atmak. |
reşakat |
Bel inceliği. * Davranma ve kımıldanıştaki incelik ve hoşluk. |
resalet |
Saçı salıverme. * Deveyi eşkin yürütme. (Bak: Risalet) |
resan |
f. (Residen mastarından) 'Yetişenler, ulaşanlar, getirenler' mânalarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. ◊ Ulaştırı yağan yağmur. |
resane |
f. Teessüf. * Hasret. |
resanehâr |
f. Hasret çekici. |
resanende |
f. Ulaştırıcı, getirici. |
resanet |
(Bak: Rasanet) |
resas |
(Bak: Rasas) |
reşaş |
(Reşâşe) Serpinti ve toz gibi ince yağmur. |
reşaşat |
Su sızıntıları, serpintiler. |
resaset |
Eskilik, köhnelik. Yıpranmış olma. |
reşaşet |
Su serpintisi. * Emmek, emerek içmek. |
reşat |
(Bak: Reşad) |
resatik |
(Rustâk. C.) Köyler, çiftlikler. |
resd |
Eşyaları birbiri üstüne yığmak. |
resed |
f. Lâyık, şâyan, şâyeste. ◊ Ev eşyası. |
reşed |
Hayır. Rahmet. Hidayet. |
reşehat |
(Reşha. C.) Reşhalar, damlalar, sızıntılar. |
resel |
(C.: Ersâl) Deve ve koyun sürüsü. Topluluk, cemaat. |
resem |
Atın üst dudağında olan beyazlık. |
reşem |
İlk evvel çıkan ot. |
resen |
(C.: Ersân) Atı veya davarı ip ile bağlamak. * İp, halat, urgan. |
reşen |
Tar: Yeniçeri maaşlarının üçüncü üç aylığı. |
resenbaz |
f. İple oynayan. İp cambazı. |
resenbend |
f. Halat atmış, halatla bağlı. |
reşf |
Suyu dudakları ile emmek, emerek içmek. |
resf (resfân) |
Ayağı köstekli gibi yürümek. |
resh |
Âcizlik, zayıflık. * Uyluk etleri az olmak. ◊ Bir şeyin, yerin sabit olması. |
reşh |
Sızma, terleme, sızıntı. |
reşha |
Damla, katre. Sızıntı, ter, rutubet, yaşlık. |
reşhapâş |
f. Damla saçan. |
reşhariz |
f. Damla döken. |
reşhayâb |
f. Sızıntı bulmuş. |
resibe |
(C.: Rasibât) Dizlerde ve mafsallarda olan hastalık. |
reşid(e) |
Doğru yolda giden, hak yolunda olan. * Akıllı, iyi davranan. Ergin, olgun. * Büluğ çağına girmiş kimse. * Doğru yola sevkeden, hayra delâlet eden. * Fık: Malını muhafaza hususunda aklı eren, More… |
reside |
f. Erişmiş, ulaşmış, yetişmiş. |
reşidiyye |
Reşid olanla ilgili. * Şeker ve nişasta ile yapılan bir çeşit tatlı. |
resif |
Su yüzüne kadar gelen sıralanmış kayalar. |
reşih |
Ter. |
reşik |
Boyu, endamı lâtif ve güzel olan. |
resil |
(C.: Rüsül - Rüselâ) Elçi. |
resim |
Bir çeşit deve yürüyüşü. |
resis |
Sâbit, devamlı. * Bakıyye, artık. * Akıllı, zeki kimse. * Sahih olmayan haber. * Aşk-ı muhabbetin ibtidası. * Hastalık başlangıcı. ◊ Yaralı, mecruh. * Köhne, eski. Eskimiş, More… |
resiyy |
Hayır veya şerde musırrâne direnen. * Çatıyı ayakta tutan direk. |
reşk |
Kıskanma. Kıskanmayı uyandıran. Kıskanılmış. Hased ve gıpta veren. |
reşk-âver |
f. Hasede düşüren, kıskanmayı uyandıran. |
reşk-endâz |
f. İmrendirici, gıpta ettirici. Kıskandırıcı. |
reşk-saz |
f. Gıpta ettiren, imrendiren. |
reşkin |
f. Kıskanç. Kıskanan. Hased eden. Hâsid. |
resl |
Kıvırcık olmayan saç. |
resm |
(Resim) Yazma, çizme, desen. * Eser, iz, nişan, alâmet. * Suret. * Tertib. Tarz, üslub. * Fotoğraf resmi. * Âdet, usul, tavır, davranış. * Alay, merâsim. * Man: Bir şeyi başkalarından More… |
resmen |
Devlet namına, resmî olarak, devlet tarafından. * Kat'i olarak anlaşıldığına göre. * İsteye isteye. Bile bile. * Görünüşte, âdet yerini bulsun diye. Nezaket icabı olarak. |
resmî |
Devlet adına veya devlet tarafından. * Ciddi. Çok sert. * Resme, yazıya, çizgiye ait. Resme dair. |
resmiyât |
Resmî olan işler. |
resmiyet |
Resmîlik. Resmî olmaklık. |
reşn (rüşün) |
Köpeğin, başını kaba sokması. |
reşraş |
Kavak ağacı. * Su veya yağ damlayan kebap. * Su saçmak. |
reşreş |
Yumuşak döş kemiği. |
ress |
Taşla yapılmış, taşla örülmüş kuyu. * Semud taifesinden kalmış bir kuyunun adı. * Maden. * Dere. * İnsanlar arasında ıslah ve ifsad etmek. |
reşş |
Serpmek, püskürtmek. * Serpinti, serpintili yağmur, çisilti. |
ressam |
Resim yapan, resim çizen. |
resse |
(C.: Rises-Risâs) Eski ve çürümüş, köhne. * Ev eşyasından eskiyip atılanı. ◊ Avcıların gizleneceği yer. * Hastalığın başkasına bulaşması. |
reste |
(C.: Restegân) f. Kurtulmuş. |
restegân |
(Reste. C.) f. Kurtulmuş olanlar.Restgâr: f. Kurtulan. |
restgârî |
f. Kurtulma, necat. |
restorasyon |
Fr. Tarihî eserlerin aslına uygun tarzda tamiri. |
resül |
Peygamber. Yeni bir kitap ve yeni bir şeriat ile bir ümmete veya bütün beşeriyete Allah tarafından Peygamber olarak gönderilmiş olan zât. Mürsel de denir. Yeni bir kitap ve şeriatla gelmeyip More… |
resülullah |
Allah'ın (C.C.) gönderdiği Peygamber. Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. |
reşv |
Rüşvet almak. |
resve |
(C.: Rasa) Kadınların kollarına boncuktan veya inciden yaptıkları kolbağı. |
resy |
Sâbit olmak, devamlı olmak. |
resye |
Romatizma. |
ret' |
(Rita' - Rütu') Yemek, içmek. Bolluk içinde dilediğini yiyip içmek. * Oynamak. |
retaim |
(Retime. C.) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplikler. |
retc |
Kapıyı sürgülemek. Kapının kilitlenmesi. |
reteb |
Zahmet. Şiddet. * Şehadet parmağı ile orta parmak arası. |
retec |
(Ritâc) Büyük kapı. |
reted |
Defne ağacının yaprağı. |
reteh |
Bündük-i Hindî denilen yuvarlak taş. |
retel |
Muntazam, hoş. Gönül çeken. |
reteme |
(C.: Ratem) Bir ağaç cinsi. |
retime |
(C.: Retaim) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplik. |
retk |
Yırtığı onarmak, yarığı düzeltmek, bitiştirmek. |
retk (retkân) |
Adımların birbirine yakın olması. * Deve kuşunun sür'atle gitmesi. |
retk ü fetk |
Noksanları düzelterek idare etme. * Ayırmak ve bitiştirmek. * İyi idare etme. |
retl |
(Diş) seyrek olmak. * Bir şeyi okurken her kelimenin arasını ayırıp açıklamak. |
retm |
Kırmak. |
retn |
Karıştırmak. |
rett |
şerif, seyyid. |
retv |
Kuyudan kova çekmek. |
retve |
Adım. Hatve. |
reum |
Yavrusunu seven deve. * Yanından geçen kimsenin elbisesini yalayan koyun. |
rev |
f. (Reften mastarının emir kökü) 'Giden, yürüyen' mânasında olup birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Piş-rev - Önde giden. |
rev' |
Korku, halecan. Ürkmek. * Nefsanî hareket. |
rev'a |
Korkak kadın. * Kendisini görenleri şaşırtacak derecede güzel olan kadın veya kız. (Müz: Ervâ)REVA' - Tatlı. |
reva |
f. Lâyık, uygun. Meydana gelmek. * Gidici. |
revabit |
(Rabıta. C.) Râbıtalar, bağlılıklar. Münasebetler. * Düzenler, sıralar, tertibler. |
revac |
Sürüm. Kıymet, değer, geçerlik, makbuliyet. |
revacdâr |
f. Sürümlü ve revâcda olan mal. |
revadaşte |
f. Uygun bulmuş. |
revah |
Öğleden akşama kadar olan vakit. * Bir şeyin tahsilinden dolayı gelen sürur ve şâdlık, neş'e. |
revahi |
(Râhiye. C.) Bal arıları. |
revahil |
(Râhile. C.) Yük hayvanları. |
revaid |
Göçebe topluluk. |
revaih |
(Bak: Revâyih) |
revak |
(Rivak) Ev önündeki saçak. * Kemer. Kubbe. Çardak. Önü açık, üstü örtülü yer. |
revakid |
(Râkid. C.) Durgun olanlar. |
revalver |
(Bak: Rovelver) |
revan |
f. Giden, akıcı. * Derhal. * Ruh, can. Nefs-i nâtıka. * Edb: Su gibi akıp giden güzel söz. |
revan-bahş(a) |
f. Canlandırıcı, can bağışlayıcı. |
revane |
f. Yürüyen, giden. |
revani |
f. Değerli, rağbetli revaçlı. * Tepside pişirilen irmik veya undan bir tatlı çeşidi. |
revani-füruş |
f. Revanici. Revani satan. |
revasi |
(Râsiye. C.) Büyük dağlar. |
revasib |
(Rüsub. C.) Tortular. |
revasim |
Akarsu. |
revasir |
(Reysar. C.) Reçeller. |
revatib |
Vazifeler, maaşlar. * Farz namazından önce kılınan müekked sünnetler. |
revayih |
(Revâih) Râyihalar, güzel kokular. (Aslı: Revâih) |
revazin |
(Revzen. C.) f. Pencereler. |
revb (rub) |
Sütün yoğurt olması. |
revban |
(C.: Rübâ) Sütün yoğurt olması. * Sarhoşluk şiddetinden birbirine karışmış olan insanlar. |
revc |
(Revac) Geçmek. * Rüzgârın karışık esmesiyle ne taraftan geldiği belli olmaması. |
revende |
f. Giden, gidici. * Çok yürüyen. |
revendegân |
(Revende. C.) f. Yürüyenler, gidenler. |
revg |
Talep etmek, istemek. * Yönelmek, eğilmek, meyletmek. |
revgan |
f. Yağ. * Hafif hafif esen rüzgârın verdiği serinlik, rahatlık. * Üstü yağ gibi kayan parlak nesne. * Parlak deri. |
revgandân |
f. Yağ kandili. |
revgani |
f. Revani tatlısı. |
revh u reyhan |
Rahat ve rızık, bolluk ve hoşluk. |
revh(a) |
İç açıklığı. Rahat. * Rahmet. * Hafif esen rüzgârın verdiği tatlılık, canlılık. (Bak: Ravh) |
revhanî |
İyi ve pâk olan, ferahlık veren yer. |
revhaniyet |
Gönül açıcılık, güzel görünüşlülük. |
revhat |
Öğlen vaktinden akşama kadar gitmek. |
revhullah |
(Bak: Ravhullah) |
revir |
Alm. Okul, kışla gibi yerlerde ufak hastalıkları olanların yatırıldıkları hasta odası, ilk bakım yeri. * Bölge, mıntıka. |
reviş |
f. Gidiş, hal, tavır. * Tutum, yol. |
reviy |
Edb: Kafiye olan kelimenin son harfi. Şiirde kafiye harfi. |
reviyyet |
(C.: Reviyyât) Bir işin her cihetini iyice düşünme. |
revk |
(C.: Ervâk) Perde, hicâb. * Boynuz. * Ev önü. * Saf, hâlis, katıksız. |
revm |
Maksad. Taleb, istek. * Tevcidde: Sükûndan ayırd edilmeyecek derecede olan belirsiz hareke. |
revnak |
f. Zinet. Parlaklık. Göz alıcılık, güzellik. Safa, taravet. |
revnak-bahş |
f. Güzellik, tazelik ve parlaklık veren. |
revnak-dâr |
f. Parlak, lâtif, güzel, hoş. |
revnak-efza |
f. Bir şeyin parlaklığını artıran. Güzelleştiren. |
revnak-nüma |
f. Tâzelik, güzellik ve parlaklık gösteren. |
revnüma |
(Ru-nüma) f. Zuhur eden, kendini gösteren. * Yüz görümlüğü. |
revs |
Sabit olmak. |
revse |
Pislik. * Fışkı, tezek. |
revv |
Çift, karı-koca, zevc. |
revy |
(Davar) Suya kanmak. |
revz |
Sınamak, denemek, tecrübe. |
revzat |
(C.: Ravz-Ravzât-Riyaz-Rizât) Çayırlı, çimenli ve sulu yer. * Bostan. |
revzeke |
(C.: Revâzik) Küçük kuzu ve oğlak. |
revzen |
(C.: Revâzin) Pencere. |
revzene |
(C.: Revâzin) Pencere. |
rey' |
Arpa, buğday, tahıl. * Rücu', geri dönme, avdet. * Ziyade, çok. |
reyah |
(Râh. C.) şaraplar. * Gökçek kokulu küçük bir kuyu. |
reyb |
(Bak: Rayb) |
reyc |
Akça, para, pul. * Örtülmüş ve kilitlenmiş olan büyük kuyu. |
reyde |
(C.: Ruyud) Dağın sivri ve yumru tarafı. * Yavaş ve yumuşak esen rüzgâr. |
reyean |
Artma, çoğalma, ziyâdeleşme, bereketlenme. * Her şeyin evveli, tazelik zamanı. |
reyhan |
Hoş güzel koku. * Rızık ve maişet, rahmet. * Ekin yaprağı. * Fesleğen denilen kokulu bir ot. |
reyhanî |
Fesleğen gibi ince nakışlı. * Divanî hat da denilen bir yazı tarzı. |
reyhekan |
Za'feran. |
reyk |
Her nesnenin evveli ve efdali, iyisi. |
reym |
Alçak yer. * Kabir. * Derece. * Deveyi boğazlayıp taksim ettikten sonra kalan kemik. * Ziyâde çok, fazla. |
reyn |
Leke, kir, pas. * Gönül karası, kalb katılığı, günahın artması. * Uyku, mestlik galebe etmek. * Çıkması mümkün olmayan şey. |
reys |
(Reysân) Sallanmak. * Gururlanmak, tekebbürlenmek. ◊ Eğlenmek, eğlendirmek. |
reyş |
Ok yeleklemek. |
reyta |
(C.: Riyat-Riyâtâ) Car denilen örtü. |
reyya |
Güzel koku. |
reyyan |
(C.: Rivâ) Suya kanmış, sudan doymuş. * Sarhoş. |
reyye |
Çokluk, fazlalık, kesret. |
rez |
f. Bağ kütüğü, asma. |
reza' |
(Bak: Reda') |
rezaat |
Süt emme. |
rezag |
Sıvı balçık. * İnce çamur. |
rezahat |
Yorulmak. * Hali yaramaz, vaziyeti kötü olmak. |
rezail |
(Rezile. C.) Utanılacak çok fena işler, alçakça hareketler. |
rezalet |
Utanç verici şey. Utanılacak hal. * Alçaklık, rezillik. * Maskaralık. * Arsızlık. |
rezan |
Ağır, ciddi, vakarlı, ağırbaşlı ve temkinli kimse. |
rezanet |
Ağırbaşlılık, vakarlılık, temkinlilik, ciddilik. |
rezaya |
(Rezie. C.) Musibetler, belâlar. |
rezayil |
(Rezile. C.) Çörçöp. * Faydasız ve asılsız nesne. |
rezaz |
Zayıf yağan yağmur. |
rezban |
f. Bağ bekçisi, bağcı. |
rezeme |
(C.: Ruzum) Devenin ağzını açmadan boğazından çıkan ses. |
rezen |
(C.: Revâzin) İçeri çukurca olup su toplanabilen yüksek ve sağlam yer. |
rezie |
(C.: Rezâyâ) Musibet, felâket, belâ. |
rezil |
Alçak, adi, utanmaz, hayâsız, soysuz. |
rezil ü rüsva |
Kusur ve ayıpları meydana çıkarılmış, kepâze olmuş olan. |
rezile |
(C.: Rezâil) Fenâ ve kötü huy. |
rezim |
Arslan kükremesi. |
rezin |
Vakarlı, temkinli, ağır başlı, sağlam. |
reziz |
Elbise boyamada kullanılan bir ot cinsi. |
rezm |
Deve avazı. * Gök gürlemesi. * Cem'etmek, toplamak. ◊ f. Cenk, muharebe, çarpışma, savaş. ◊ Akmak, seyelân. |
rezmgâh |
f. Savaş meydanı, muhârebe sahası. |
rezmî |
f. Savaşla ilgili. |
rezmyuz |
f. Savaşçı, kavgacı, muhârib. |
rezn |
Bir şeyi kaldırıp ağır mı hafif mi diye görmek. ◊ Koparmak. |
rezz |
Bir şeyi yere batırmak. * Çekirgenin, kuyruğunu yere batırıp yumurtasını dökmesi. |
rezzak |
Bütün mahlukatın rızkını veren ve ihtiyaçları karşılayan. (Allah) |
rezzakane |
f. Rızık verene, rezzaka yakışır surette. |
rezzakiyet |
Her mahluka münasib rızkını verici olmak. |
rezzaz |
Pirinç satan. Pirinç satıcı. |
rezze |
İçine kilit sokulan kapı razzesi. |
ri |
Kur'an alfabesinin onuncu harfi olup, ebcedî değeri 200'dür. |
ri'bal |
(Ri'bân) Arslan. |
ri'be |
(C.: Riâb) Sihir. |
ri'de |
Titremek, hareket etmek. |
ri'mam |
Sevmek. |
ri've |
Depretmek. |
ri'y |
Hey'et. * Güzel halet, iyi hal. * Güzel elbise. |
ri'ye |
(C.: Riin) Sihir. |
ria |
(Râî. C.) Çobanlar. ◊ Yüksek yer. |
rias |
Tâç. |
riat |
(Rie. C.) Akciğerler. |
riayet |
İyi karşılamak, ağırlamak, hürmet etmek. * Uymak, tâbi olmak. * Otlamak veya otlatmak. * Hıfzetmek, korumak. |
riayeten |
Saygı ve hürmet göstererek. Sayarak. Hürmet ederek. * Tâbi olarak. |
riayetkâr |
f. Hürmetkâr, itaatkâr. Sevgi ve saygı gösteren. |
rib' |
Sıtmanın bir gün tutup iki gün tutmaması ve dördüncü gün yine tutması. |
riba |
Tartısı ve ölçüsü belli olan bir malı aynı cinsten daha fazla olan bir mal ile, bir karşılığı olmaksızın, peşin olarak veya veresiye değiştirmektir. * Faiz. * Muamelede meşru miktardan More… |
riba-har |
f. Faizle para işleten, tefeci. |
ribab |
Arap kabilelerinden Zubeh, Sevr, Akl, Teym ve Ady denilen beş kabilenin adı. |
ribabe |
Ahd, söz, yemin, misak. |
ribac |
Kanatlarının ortasında küçük kapısı bulunan büyük kapı. |
ribah |
(Ribh. C.) Kazançlar, kârlar, ticaretten elde edilen kârlar. |
ribat |
(C.: Ribâtât) Han gibi konaklanacak yer. Tekke. * Bağ, ip. * Sağlam yapı. |
ribatet |
Kalb kuvveti. * Tahammül, sabır. * Kalbi sağlam olma. |
ribatî |
Hancı, odacı. |
ribbî |
(C.: Ribbiyyun) Büyük kalabalık. |
ribbiyyun |
(Rabb. dan) Âlimler, fakihler. * Büyük topluluk. |
ribet |
(C.: Riyeb) şüphelilik. şüpheye düşme. |
ribh |
Kâr, kazanç. * Fâiz. ◊ (Bak: Ribh) |
ribhale |
Azası büyük olan, organları iri olan. |
ribka |
(C.: Ribak) Davar bağlamada kullanılan ip. ◊ Kement. Kement bağı. İlmekli ip. |
ribze |
Deveye katran sürmede kullanılan yün parçası. |
ric'at |
Geri dönme, çekilme, kaçma, vazgeçme. |
ric'î |
Geri dönmeye ait ve mensub. * Üç talakla boşanmamış kadın. Tekrar kocasına dönmesi mümkün olan. Buna talak-ı ric'î denir. |
rica |
Yalvarmak, niyaz eylemek. * Canib. Taraf. (Bak: Recâ) |
rical |
(Recül. C.) Erkekler, er kişiler. * Mevki sahibi kimseler, devlet adamları. * Yaya olanlar. |
riçal |
f. Reçel. |
ricalen |
Yaya olarak. Yayan. * Erkek olarak. |
ricalullah |
Mânevi kudret ve kuvvet sahipleri olan evliya. (Bak: Ebdal) |
ricam |
Büyük taş. |
ricaname |
f. Bir iş için yazılan rica mektubu. |
riçar |
f. Reçel. |
ricl |
Ayak, kadem. |
ricle |
Semizlik otu. |
rics |
Dinin haram kıldığı şey. Günah, pislik, murdarlık. |
ricz |
Azab, vesvese. * Maddi ve mânevi pislik. * Puta tapma. |
rid' |
Yardımcı, muavin. * Gözleyici. |
rida |
Örtü, belden yukarı örtülen şey, çar ve şal. * Akıl. İlim. Seha. * Zinet. Parlaklık veren şey. * Hırka. |
rida' |
(Bak: Red'a) |
ridas |
Taş atmak. |
riddet |
İslâm dininden dönme. İrtidad. * Doğumdan evvel davarın memesinin süt ile dolu olması. |
riddidî |
Reddetmek. |
riddis |
(Mübalağa ile) Taş atan. |
ridf |
(C.: Erdâf) Arka. |
ridfan |
Gece ve gündüz. |
ridfe |
(C.: Ruzuf) Diş aşığı kemiği. |
ridvan |
Memnunluk, razılık, hoşnudluk. * Cennet'in kapıcısı olan büyük melek. |
ridvanullahi aleyh |
Allah ondan razı olsun meâlinde dua. |
rie (re') |
Akciğer. |
rieteyn |
İki akciğer. |
rif |
(C.: Eryâf) Mâmur, bayındır yer. * Ekini bol ve ucuz olan yer. |
rif'at |
Yükseklik. Yüksek ve büyük rütbe sahibi olmak, âlişan olmak. |
rifa' |
Ekini tarladan getirip harman yerine ilettikleri vakit. |
rifade |
Yara üstüne sarılan bez. * Ziyâfet. |
rifas |
Ayakla vurmak, tepmek. |
rifd |
(C.: Erfâd - Rufud) Atâ, hediye, bahşiş. * Yardım, muavenet. |
rifk |
Yumuşaklık, yavaşlık, tatlılık, nezaket. (Zıddı: unf) |
rifkî |
(Rıfkıye) Yumuşaklıkla, tatlılıkla ilgili. |
rig |
f. Kum. * Toz. |
rih |
Rüzgar, yel. * Sızı, romatizma. * Mc: Galebe, kuvvet. Rahmet. * Devlet. Hoş ve iyi şey. * Koku. |
rihal |
(Rahl. C.) Deve palanları. ◊ Büyük halı. |
rihale |
At semeri, eyer. |
rihat |
Kayış yapımında kullanılan deri. |
rihlet |
Geçmek. Göç etmek, göçmek. Ölmek. ◊ (Bak: Rihlet) |
rihme |
(C.: Ruhum-Rihâm) Yağmur çisintisi. |
rihs |
(C.: Revâhıs) Alçak duvar. |
rihte |
f. Dökülmüş, akıtılmış. |
rihtim |
f. Gemilerin yanaşmalarına müsait şekle getirilmiş kıyı. |
rihv (rahv) |
Yumuşak. |
rihve |
(Ruhve) Rehâvetli, gevşek. * Tecvidde: Harf sükun ile söylenirken sesin akması hâli. |
rihvet |
Gevşek ve sölpük olma. Rahavet. |
rik |
Salya. Ağız suyu. |
rik'a |
Kur'an-ı Kerim'in harfleri ile bir yazı çeşidi. |
rika |
Üzerine yazı yazılan deri veya kağıt parçaları. * Kısa mektublar. * Yamalar. * İstidalar. Müzekkereler. Dilekçeler. ◊ Darbolunmuş dirhem. |
rikab |
(Rakabe. C.) Boyunduruk altında olanlar. Kullar, köleler. * Boyun, ense kökü. |
rikâb |
Özengi. * Büyük bir kimsenin huzuru, önü, makamı. |
rikâbdar |
Padişahların atla bir yere gidişleri sırasında özengiyi tutmak suretiyle ata binip inmelerine yardım eden kişi. |
rikâbî |
Binici, binen. |
rikak |
Yer yarığı. |
rikase |
Davar bağlanan yer. |
rikaz |
Yer altında bulunan madenler. * Câhiliyet zamanından kalmış gömülü mal. |
rikbe |
'(C.: Rikeb-Rekebât) Diz. (Diz, insanın ayaklarında olur; dört ayaklının ön ayaklarında olur.)' |
rikk |
Kulluk, ubudiyet. * Ist: Esir olmuş, hürriyetini kaybetmiş olan ehl-i harb. * Yufka, yumuşak nesne. ◊ (C.: Erkâ) Kul, abd. * Kulluk, esirlik, kölelik, ubudiyet. * Yufka nesne. |
rikkat |
Acıma, incelik, yufka yüreklilik. Yumuşaklık. |
rikkat-âver |
f. Acıma ve merhamet uyandıran. |
rikkat-engiz |
f. Acıklı. |
rikkat-yâb |
f. Acıyan, merhamet eden. |
rikkiyyet |
Kölelik, kulluk. |
riks |
Adam topluluğu. * Pis, necis. |
rikz |
Gizli söz. |
rim |
(C.: Arâyim) Beyaz geyik. ◊ f. İrin. |
rima |
Atmak. * Atışmak. * Bırakmak. |
rimah |
(Rumh. C.) Mızraklar, kargılar, süngüler. |
rimaha (remuh) |
Tepici davar, tepen davar. |
rimahat |
Mızrakçılık sanatı. |
rimak |
Nifak, ayrılık. * Darlık. |
rimal |
(Reml. C.) Kumlar. |
riman |
Eğilip meyletmek. |
rimayet |
Ok, gülle, kurşun gibi şeyleri atmada mâhir olma. Atıcılık. |
rimdida' |
Gül. |
rime |
f. Çapak. |
rimm |
(Rimme) Çürümüş kemik. Kemik çürümesi. * Yer. * Çok mal. |
rimme |
(C.: Rimem-Rimâm) Çürümüş kemik. |
rimnak |
f. Murdar, pis. * İrinli. |
rims |
Devenin yediği otlardan ekşi cins bir ot. * Islah etmek, düzeltmek. |
rind |
f. Kalender. Aldırışsız, dünya işlerini hoş gören. * Laübali meşreb feylesof. * Bâtını irfan ile müzeyyen olduğu halde zâhiri sâde görünen hakîm. Dış görünüşü laübali olduğu halde, aslında More… |
rindân |
f. Kalenderlik. * Rindler. |
rindî |
f. Kalenderlik, rindlik, aldırışsızlık. |
rir |
Fâsid, bozuk, yaramaz. |
ris |
f. Öfke, gazab, gayz. |
riş |
f. Yara. * Yaralı. * Tüy. Kıl. Kuş kanadı. * Sakal. |
riş (riyâş) |
Çok pahalı elbise. |
rişa |
(Rişvet. C.) Rüşvetler. |
rişa' |
(C.: Erşiye) Kuyudan su çekmekte kullanılan urgan. * Menazil-i Kamer'den 'Balık karnı' dedikleri menzilin adı. |
risail |
(Bak: Resail) |
risale |
Mektub. * Bir ilme dair yazılmış küçük kitap. * Haber göndermek. * Elçinin götürdüğü mektub, name. * Fık: Bir kimsenin sözünü veya emrini başka birisine tebliğ etmek. |
risalet |
Birisini bir vazife ile bir yere göndermek. * Peygamberlik. Büyük kitapla gelen peygamberlik. * Elçilik. |
risar |
(C.: Ravâsır) Reçel. * Turşu. |
rişaş(e) |
Döküntü, serpinti. |
rişbüz |
f. Keçi sakalı gibi sivri olan sakal. |
rişdar |
f. Sakallı. |
risde |
İnsan cemaatı, insan topluluğu. |
rişdet |
Doğruluk, dürüstlük. Temizlik. |
rise |
Miras yemek. |
rişe |
Saçak, püskül. |
rişe-gir |
f. Kökleşmiş, kök tutmuş. |
rişhand |
f. Bıyık altından gülme. Alay. |
rişk |
Atılan ok. |
risl |
Vakar, ciddiyet, sekinet. * Sabır. |
rism |
Kırmak. * Bulaştırmak. |
risman |
f. İp, halat. |
risman-bâz |
f. İp oynayan. * Mc: Cambaz. |
rişsaz |
f. Cerrah. |
riştab |
f. Kıvırcık saç ve sakal. |
rişte |
f. Tel, iplik, hayt. |
rişte-füruş |
f. İplik satan. İplikçi. |
rişvet |
Bir işi yapmak veya bitirmek için haksız yere alınan mal veya para. (Bak: Rüşvet) |
rişvet-hâr |
f. Rüşvet yiyen. |
ritam |
(Retime. C.) Bir şeyi hatırlayabilmek için parmağa bağlanan iplikler. |
ritane |
Arap lisanından başka dille konuşmak. |
ritic |
Çıkmaz yol. Yasak olan şey. Haram. |
ritl |
(Retl) Hoş, lâtif, pâkize şey. ◊ (Bak: Ratl) |
ritm |
(Reythme) Fr. Mısra ve cümlelerdeki ses uygunluğundan gelen iç âhengi. Duygunun ses hâline gelişi. * Müvazeneli ve tenasüblü hareket. |
ritmik |
Ölçülü, âhenkli. |
riv |
f. Hile, düzen. |
riva |
(Reyyân. C.) Suya kanmış olanlar. |
riva' |
(C.: Erviye) Deve üstünde yük bağlanılan ip. |
rivad |
Talep etmek, istemek, arzulamak. |
rivak |
(Bak: Revak) |
rivayat |
(Rivâyet. C.) Rivayetler. |
rivayet |
Hikâye edilen hâdise veya söz. * Bir hâdisenin başkalarına anlatılması. * Peygamberimiz'den (A.S.M.) işittiklerini veya sahabeden duyduklarını birisinin başkasına anlatması. * Kuyudan More… |
rivayetkerde |
f. Söylenilen. Rivayet edilen. |
riya |
Özü sözü bir olmamak. İnandığı gibi hareket etmeyiş. İki yüzlülük etmek. Gösteriş için yapılan hareket. (Bak: İhlâs) |
riyad |
Ot aramak. |
riyah |
(Rih. C.) Rüzgârlar, yeller. * Letaif ve in'amlar. * Mc: Galebe, kuvvet, rahmet, devlet. * Mazarrat. |
riyakâr |
Riya eden. Adam kandırmak için yalan söyleyen. Sahte iş yapan. İki yüzlü. |
riyakârâne |
f. İkiyüzlülükle. Riyakârlıkla. |
riyaset |
Reislik. Bir işi idarede başta bulunmak. Başkanlık. |
riyasetpenah |
f. Başkanlık makamında bulunan. Başkanlık eden, başkan olan. Reislik yapan. |
riyaz |
(Ravza. C.) Bahçeler. Ağaçlık, çimenlik yerler. Yeşil bahçeler. |
riyazat |
(Riyazet. C.) Nefsi terbiye maksadıyla az gıda ile geçinmek, nefsini hevesattan men' ile faydalı fikir ve işle meşgul olmak. |
riyazet |
Nefsi kırma. Fani şeylerden nefsini çekerek kanaat içinde yaşamak. * Bir hastalıktan dolayı veya nefsini terbiye maksadıyla çok yemek ve içmeyi terkederek faydalı fikirlerle, ibadet ve More… |
riyazi |
Hesap ve hendeseye dair. Matematiğe dair. |
riyaziyat |
Matematik ilmi, hesap-hendese ilmi. Aritmetik-geometri. |
riyaziye |
Hesap ilmi. Matematik bilgisi. Hesapla alâkalı. * Bir yazı çeşidi. |
riyaziyyun |
(Riyazî. C.) Matematik âlimleri. |
riyeb |
(Ribet. C.) Şüpheye düşmeler. |
riyy |
Suya kanmak. * Beni Amir vilâyetinde bir dağın adı. |
riz |
f. Döken, saçan, akıtan. |
riza |
Memnunluk, hoşluk, razı olmak. * İstek, arzu. Kendi isteği. |
riza-cu |
f. Allah'ın rızasını arayan. Razı etmeyi gaye edinen. |
riza-dâde |
f. Razı olmuş, kabul etmiş. |
rizaen |
Razı olarak. |
rizam |
Kabile, kavim, topluluk. ◊ Serkeş adam veya at. ◊ Büyük kaya parçası. |
rizan |
f. Akan, dökülen. |
rize |
f. Döküntü, kırıntı. Ufak parça. |
rize rize |
f. Parça parça, ufak ufak. |
rizeçin |
f. Kırıntı ve döküntü toplayan. |
rizehâr |
f. Kırıntı ve döküntü yiyen. |
rizehor |
f. Kırıntı, döküntü yiyen. |
riziş |
f. Akış, dökülüş. |
rızk |
Yiyip içecek şey. Maddi mânevi ihtiyaca lâzım nimet. |
rizme |
Esvap koyulan bohça. |
rizne |
Su toplanacak yer. |
rizvan |
(Bak: Rıdvan) |
rizz |
Gizli ses. |
robot |
Fr. Elektrikle veya mekanik yollarla hareket ettirilerek çeşitli işler yaptırılabilen otomatik cihaz. |
rol |
Fr. Oyun. Sahnede gösterilen oyun hareketlerinden her bir oyuncuya düşen kısım. |
roman-vâri |
f. Roman gibi hayalî olabilen. Hakikatla alâkası olmayan veya az olan. |
romörk |
Fr. Denizde veya karada başka bir vasıta tarafından çekilen motorsuz taşıt. |
röportaj |
Fr. Bir gazete muharririnin gördüklerini anlatan yazısı. |
rota |
Vapur ve gemilerde istikamet yolu. Geminin seyir yolu. |
rovelver |
Fr. (Aslı: Revolver-Lüverver) Tabanca. Küçük silâh. Toplu tabanca. Altı patlar denilen, altı mermi alan tabanca. |
ru |
f. Olan, biten manalarında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hod-ru - Kendiliğinden. |
ru (ruy) |
f. Yüz, cihet. Sebep. Çehre. |
ru' |
Kalb, fuad. Kalbde korku ârız olacak yer. * Zihin ve akıl. |
ru'b |
Korku, havf. Korkudan dolayı iş ve hareketten kesilmek. Korkutmak. * Kesmek. * Sihir, büyü, efsun. ◊ Sütün yoğurt olması. |
rü'be |
(C.: Rüâb) Ağaç parçası. |
ru'bub |
Zayıf, korkak kişi. |
rü'yet |
Görmek, bakmak. İdare etmek. Göz ile veya kalb gözü ile görmek. * Akıl ile müşahede derecesinde bilmek, idrak etmek, tefekkür etmek, düşünmek. * Araştırmak. |
ru'z |
(C.: Erâz) Okun, demirini sokacak yeri. |
ru-mal |
f. Yer süren. |
ru-nüma |
f. Yüz gösteren, meydana çıkan. * Yüz görümlüğü. |
ru-nümun |
f. Meydana çıkan, yüz gösterici. |
ru-puş |
f. Yüz örtüsü, peçe. * Yüz örten. |
ru-şinas |
f. Bilen, tanıyan. |
ru-şinasî |
f. Aşinâlık, tanırlık. |
ru-siyah |
f. Kara yüzlü. Ayıbı olan. |
ru-zerd |
f. Sararmış, sarı yüzlü. |
ruaf |
Burun kanaması. |
ruam |
Burun suyu, sümük. * Sakağı (mankafa) hastalığı. |
ruama |
Çekirge çokluğu. |
ruat |
(Râî. C.) Çobanlar. |
rüavi |
Köy yakınında ve halk yöresinde güdülen deve. |
rub |
f. Süpürge. * Süpürme. |
rub' |
Dörtte bir. Bir şeyin dört kısmından bir kısmı. |
ruba |
(Bak: Rüba) |
rüba |
f. Kapan, çalan, alan (mânâsına birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Dil-rüba - Gönül kapan, gönül alan. İz'an-rüba - Aklı alan, hayret veren. ◊ (C.: Ravâbi) Tepe |
rubah |
(Rubeh) f. Tilki. * Mc: Kurnaz, hilekâr. |
rubaî |
(Bak: Rübaî) |
rübaî |
Dörtlük olan. Dörtle ilgili. * Edb: Dört mısralık belli vezinlerle yazılmış manzume. Aynı esasta 24 şekilli vezinle yazılan 4 mısralık şiir. * Gr: Mastarını meydana getiren dört harften hepsi More… |
rubb |
Meyva suyu. |
rübb |
(C.: Rubub) En aşağı derece ile pişmiş ve üçte birinden azı gitmiş olan sıkılmış üzüm. |
rübba |
(C.: Ribâb) Yakında doğurmuş koyun. |
rübbah |
Erkek maymun. |
rubban |
Kaptan. |
rubbe |
Gr: Harf-i cerdir, nekre ile beraber olur. Çokluk veya azlığa işaret eder. 'Öylesi var ki' mânâsındadır. |
rubbema |
(Rubbe-mâ) Bâzan, bâzı kere. |
rübbema |
(Bak: Rubemâ) |
rübd |
Kılıcın cevheri ve rengi. |
rübde |
Siyaha yakın boz renk. |
rubehane |
f. Kurnazca, tilkicesine. |
rubehî |
f. Kurnazlık. Tilkilik. |
ruberah |
f. Gitmeğe hazır, yüzü yola doğru. |
ruberu |
f. Yüzyüze. |
rubh |
Deve yavrusu. * Bir kuşun adı. * İç yağı. |
rubu' |
(Rub'. C.) Dörtte birler. * Metrenin kabulünden evvel ipekli, yünlü, basma ve emsali kumaş, bez ve sairenin ölçülmesinde kullanılan çarşı arşınının kesirlerinden birinin adıdır. |
rübubiyet |
(Bak: Rububiyet) |
rübud |
Dâim. * Yüreğin oynaması. * Durdurmak. * Hapsetmek. |
rübude |
f. Kapılmış, kapılan. |
rubuz |
Koyun, sığır, at, katır ve köpeğin ayaklarını büküp yatması. (Yattıkları yere 'merbaz' derler) |
rübye |
(C.: Rubâ) Arz haşeratından bir cins. * Çok, ziyâde. |
rubz |
Her nesnenin ortası. * Bazısı bazısının üzerine sağılmış süt. |
rüc'a |
Rücu' mânâsına mastar. |
rücbe |
Canavar avlamak için yapılan yer. (İçine iple et bağlarlar ki canavar gelip yapıştığı gibi üzerine düşer.) |
rüceme |
(C.: Rucâm-Rucum) Büyük taş. |
rüchan |
Üstünlük, yükseklik, üstün olma. Fazilet, haslet veya her hangi bir şey cihetiyle diğerinden üstün olmak. |
rüchaniyet |
Üstün oluş, rüçhanlık, daha mühim olma hali. |
rücu' |
Geri dönme, vazgeçme, cayma. Sözünden dönme. * Edb: Bir fikri daha kuvvetli anlatmak için söylenilen sözden caymış gibi görünmek. |
rücum |
(Recm. C.) Taşa tutmalar, taşlamalar. |
rücun |
Mahbus olmak, hapsolunmak. * Bir yere durmak. |
rücz (ricz) |
Devenin mak'adında olan bir hastalık. * Pis, necis. * Azap. * Put, sanem. |
rud |
f. Irmak, çay. * Saz teli, saz kirişi. * Kemençe. ◊ Yavaş yürümek. |
rud-averd |
f. Nehir sularının akarlarken etraftan sürükleyip getirdikleri ağaç, dal gibi şeyler. |
ruda' |
Hastalığın insana yine dönmesi. * Gövde ve beden ağrısının her birisi. |
rudaa' |
(Radi. C.) Süt emen çocuklar. * Süt kardeşler. |
rudab |
Ağızdan akan su. |
rüdab |
Ağızdan akan su, salya. |
rudbar |
f. Irmak kenarı. * Büyük ırmak. |
rudda' |
(Râdı. C.) Süt emenler. |
rude |
(C.: Rudegân) f. Bağırsak. |
rudha |
Perde, setre. |
rüdn |
(C.: Erdân) Kaftan ve gömlek yeninin koltuktan tarafı. |
rudsaz |
f. Çalgıcı. |
rüdum |
(Redm. C.) Bendler, sedler. |
rüesa |
(Reis. C.) Reisler, reislik yapanlar. Başkanlar. |
rüfaî |
Ahmed-i Rüfaî tarikatına mensub. |
rüfat |
Parçalanmış, dağıtılmış. * Çürümüş. |
rüfaz |
Müteferrik. dağılmış, parçalanmış. |
rüfeka |
(Refik. C.) Arkadaşlar. |
rüfka |
(C.: Rifâk) Yoldaş olan, aynı fikirde olan cemaat. |
rufse |
Su nöbeti. |
rüft |
Bir küçük canavar. ('İnâk-ul arz' da derler) ◊ f. Süpürme. |
rufud |
(Rifd. C.) Bahşişler. |
rüful |
Sallanmak. * Gururlanmak, tekebbürlenmek. |
ruga' |
Sada, ses. * Deve, sırtlan ve deve kuşunun bağırması. |
rugba' |
Rağbet etmek, istemek, arzulamak. |
rugerdan |
f. Yüz döndüren, yüz çeviren. |
rugl |
Bir acı ot. * Sünnetsizlik. * Bol olmak, bolluk. |
ruh |
f. Yanak, yüz, çehre. * Arapçada: Efsânevi bir kuş. (Bak: Ruhsâr) RUH: Can, nefes, canlılık. * Öz, hülâsa, en mühim nokta. * His. * Kur'an. * İsa (A.S.). * Cebrail (A.S.). * Korkmak. |
ruh-bahş |
f. Ruh veren, ruh bahşeden. |
ruh-efza |
f. Cana can katan. Canlılık veren. (Ruhfeza da denir) |
ruha |
Ferahlık. * Yumuşak rüzgâr. |
rüha |
Urfa şehri. |
ruham |
Mermer. |
ruhama |
(Rahim. C.) Rahim olanlar. |
ruhamî |
Mermerden yapılmış. Mermerle ilgili. |
ruhanî |
Cisim olmayıp gözle görülmeyen cin ve melâike gibi bir mahluk. Ruha ait. Ruhtan meydana gelmiş, melek. * Madde ile alâkalı olmayan, mânevi, ruh âlemine mensub olan. |
ruhaniyyet |
Yalnız ruhtan ibaret olan şeyin hali. Ölmüş bir kimsenin devam etmekte olan ruhi kuvveti. * Ruhanilik. |
ruhaniyyun |
(Ruhanî. C.) Ruh âlemine mensub olanlar. Âlem-i gayba nüfuz eden çok nuraniyet kazanmış zâtlar. |
ruhas |
(Ruhsat. C.) İzinler, ruhsatlar, müsaadeler. |
ruhasa' |
Sıtma teri. |
rühavî |
f. Urfa'lı. |
ruhb |
Genişlik, vüs'at. |
ruhban |
'Korkmak, çekinmek, yılmak. * Rahib, Hristiyan din adamı. (Bak: Rehbaniyyet)(Hâsıl-ı kelâm; biz Kur'an şâkirdleri olan Müslümanlar, bürhana tâbi' oluyoruz. Akıl ve fikir ve More… |
ruhbaniyet |
(Bak: Rehb, Rehbaniyet) |
ruhda' |
Sıtma. |
ruhî |
Ruha ait, ruhla ilgili. Ruhça. |
ruhiyat |
Ruh ilmi, psikoloji. |
ruhlet |
Göçüp giden kimseler. |
ruhperver |
f. Ruha ferahlık ve kuvvet veren. |
ruhs |
Ucuzluk. * Hafif pahalı olmak. |
ruhsar (ruh) |
Yanak. Çehre. Yüz. |
ruhsat |
(C.: Ruhas-Ruhsat) İzin, müsaade. * Genişlik. * Kolaylık. * Fık: Kulların özürlerine mebni, kendilerine bir suhulet ve müsaade olmak üzere, ikinci derecede meşru' kılınan şeydir. Sefer More… |
ruhsât |
(Ruhsat. C.) Ruhsatlar, müsaadeler, izinler. |
ruhsatiyye |
San'at veya ticaret için verilen izin kâğıdı. |
ruhsatname |
f. İzin kağıdı. |
ruhsatyâb |
f. İzin ve müsaade alma. |
rühşuş |
Sütlü deve. |
ruhud |
Etli, besili, şişman, semiz. (Müe: Ruhude) |
ruhul |
Binmek için kullanılan deve. |
ruhullah |
Allah'ın emriyle meydana gelen. * İsa Aleyhisselâm'ın bir lakabı. |
ruhum |
Esirgemek, korumak, rahmet. |
rühun |
(Rehin. C.) Rehinler. |
rühus |
Çok yiyen obur, ekvel. |
ruhve |
(Bak: Rihve) |
ruk'a |
(C.: Rıka'-Ruka') Kısa mektub. * Üzerine yazı yazılan kâğıt veya deri parçası. * Dilekçe. * Yama. |
rukaba' |
(Rakib. C.) Bekçiler. |
rukad |
Uyku, nevm. Uyuma. |
rukak |
Yufka ekmeği. |
rükam |
Yığın. Birbiri üzerine kat kat yığılmış olan. |
rukba |
Muntazır olmak, beklemek. * Bir kimseye, 'Ben senden evvel ölürsem bu elbiseler senin olsun, eğer sen evvel ölürsen yine benim olsun' demek. |
rükban |
(Râkib. C.) Biniciler, binenler, binmişler. |
rükbe |
(C.: Rükeb-Rükebât) Diz. Dizkapağı. |
rukde |
Uyuma. * Berzah âlemi. (Bak: Rukud) |
rükeb |
(Rükbe. C.) Dizler, dizkapakları. |
rukk |
(C.: Rikâk) Yer, arz. |
rükkab |
(Râkib. C.) Biniciler, ata binenler. |
rükn |
Direk. Esas. * Kuvvet. * Bir şeyin en fazla sağlam olan tarafı veya köşesi veya temeli. * Bir cemaatin ileri gelenlerinden olan. * Nüfuzlu, kuvvetli ve ehemmiyetli kimse. |
rukta |
Siyah bir maddenin üzerinde yer yer beyaz beneklerin olması. |
rükû' |
Huzur-u İlâhîde eğilmek. Namazda elleri dize dayamak suretiyle yere doğru eğilirken baş ile sırtı düz hale getirmek. |
rükub |
Binme. * Bir vasıtaya binme. |
rüküb |
(Rikâb. C.) Üzengiler. |
rukud |
Uyuma, nevm. |
rükud |
Durgunluk. Durgun olma. |
rükudet |
Durgunluk, durulma. |
rukum |
(Rakam. C.) Rakamlar. |
rükun |
Bir şeye samimi olarak meyletme. Can ve gönülden meyil. |
rükün |
(Bak: Rükn) |
rükunet |
Ağırbaşlılık. Vakar ve temkin sâhibi olma. |
rükuz |
Seğirtmek, koşmak. |
rukye |
(C.: Rukâ) Duâ, efsun. |
rum |
Anadolu. * Osmanlı Devleti ve Arabistan hârici yerler. * Romalı. |
rum suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 30. suresidir. Mekkîdir. |
rümam |
Kuru ot. |
rumeli |
Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa Kıt'asındaki kısmı. |
rumh |
(C.: Rimah-Ermâh) Süngü. Mızrak. Saban kolu. Mc: Fakirlik. |
rümh |
(C.: Rimâh) Mızrak, kargı, süngü. * Mc: Yoksulluk, fakirlik. |
rumi |
Rumelinden olan, Anadolulu olan. * Rum. Türkiye'de yaşayan Yunanlı. |
rümis |
Sözüne güvenilmeyen kimse. Verdiği söze itimad edilmeyen kişi. |
rümle |
(C.: Ermal-Rumul) Siyah hat. |
rumman |
Nar. (Bir meyva adı) |
rümman |
Nar denilen yemiş. |
rümmane |
Kapan taşı. * Kırkbayır. |
rümme |
(C.: Rumem-Rumam) Eskimiş urgan parçası. |
rümuk |
Durmak. * İkamet etmek, oturmak, mukim olmak. |
rumus |
(Rems. C.) Mezarlar, kabirler. |
rumuz |
(Remz. C.) İşaretler, remizler, ince nükteler, mânası gizli olan işaretler. |
rumuzât |
(Rumuz. C.) Remizler, işaretler. |
rümye |
Ağaçtan nakşolmuş bir suret. |
rüs' |
Göz kapağında olan hastalık. |
rüşa |
(Rişvet. C.) Rüşvetler. |
rüşd |
Doğru yol bulup bağlanmak. Hak yolunda salabet, metanet ve kemal-i isabetle dosdoğru gitmek. * Hayra isabet etmek. * Büluğa ermek. * İstikamette olmak. Dinine ve malına zarar gelecek şeyi More… |
rüşd ü irşad |
Rüşd ve irşad. Doğru yola sevketmenin mükemmeliyeti. İslâmiyeti en mükemmel şekilde öğretmek. |
rusde |
(C.: Risâd) Ziynet, süs. |
rüşdî |
Rüşdle ilgili. Olgunluğa dair. |
rüşdiye |
Eskiden orta tahsil derecesindeki mektep. * Rüşde dair. |
rüşeda |
(Reşid. C.) Reşid olanlar. Rüşd, olgunluk sâhibleri. |
rüsela |
(Resül. C.) Resüller, peygamberler. |
ruşen |
f. Parlak, aydın. Belli, âşikâr. |
ruşenbeyan |
f. Fasih konuşan. Açık ifadeli. |
ruşendil |
Kalbi nurlanmış. Kâmil ve çok temiz dindar. |
ruşengir |
Cilâcı, parlatıcı. |
ruşenî |
f. Açıklık, aydınlık. * Belli olma. |
ruşenzamir |
Hakikatları bilen. Kalbi, gönlü hakikatlara vakıf olan. |
rüşeym |
Rahimde yavrunun bütün azalarının teşekkül etmiş şekli. (Harekete başlayan rüşeyme, cenin denir) |
rusg |
Bilek. |
rüsg |
(C.: Ersâg) Bilek. * Hayvanların tırnağıyla baldırı arasında olan incecik yer. |
ruspi |
Fâhişe, orospu. |
rusta |
f. Köy, karye. |
rüsta-hiz |
f. Mahşer, kıyamet. |
rustaî |
f. Köylü. |
rüstaî |
(Rüstâyi) f. Köyle ilgili. * Köylü. |
rustak |
(C.: Resâtik) Köy, karye. Çiftlik. |
rüstak |
(C.: Resâtik) Büyük köy. |
rustakî |
Köylü. |
rüste |
f. 'Çıkmış, bitmiş, yetişmiş' anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nev-rüste - Yeni yetişmiş bitki. |
rüstem |
f. Şark edebiyatında kuvvet ve cesaretin timsali olarak bilinen ve Zaloğlu Rüstem diye veya 'Rüstem-i Sistanî' nâmiyle meşhur İran'lı bir kahramandır. |
rüstî |
f. Üstünlük, muvaffakıyet. * Yiğitlik. * Kuvvet. |
rüsub |
Kab içinde kalan su. * Suyun dibine batmak. * Tortu, dibe çöken, çöküntü. |
rüsubat |
Çöküntüler, tortular. |
rüsuh |
İlim ve fennin derinliğine vukufiyet. Sağlamlık. Devamlılık. Yerinde, sağlam, sâbit ve devamlı olmak. * Meharet, meleke. |
rüsuhiyet |
Rüsuhluluk, rüsuhlu oluş. |
rüsül |
(Resül. C.) Peygamberler, resüller. Bir kitapla gelen nebiler. |
rüsum |
Resimler, şekiller. Âdetler. Vergiler, gümrükler, gümrük vergisi. * Merasim, usûl. |
rüsumat |
(Rüsüm. C.) Gümrük idâresi. |
rüsva |
(Rüsvay) f. Rezil, kepaze, maskara, ayıpları meydana çıkarılmış. |
rüsvayî |
f. Rezillik, itibarsızlık, haysiyetsizlik. |
rüsve |
Muhkem ve sağlam olmak. * Sâbit olmak. |
rüşvet |
Kanunen bir iş gördürmek gayesi ile vazifeli olan kimseye, gayr-i meşru olarak verilen para vesâir menfaat ve fayda. |
rutab |
Hurma. |
rutb |
Yaş ot. |
rütbe |
Basamak, derece. * Memuriyet derecesi. * Sıra. Mertebe, menzile. * Efkârın sonu. * Merdiven ayağı. |
rütbeşinas |
f. Derece bilir. Rütbe tanır. |
rüteb |
(Rütbe. C.) Rütbeler, dereceler. |
rutebî |
Rütbelere ait. |
rütebî |
Rütbeye dair ve rütbelere mensub. |
rütte |
Pelteklik, kekemelik. |
rütte' |
Otlayan hayvan. |
rütub |
Sâbit olmak, kaim olmak, devamlılık, süreklilik. |
rutube |
(C.: Rutebât-Ruteb) Olmuş yaş hurma. |
rutubet |
Yaşlık, nem, ıslaklık. * Havadaki veya yapı içindeki nem. |
ruud |
(Ra'd. C.) Gök gürültüleri. |
rüüd |
Genç kadın. Kız. |
ruunet |
İnsana ağır gelecek hâllerde bulunma. * Sünepelik, bönlük. |
rüus |
(Re's. C.) Re'sler. Başlar. Kafalar. |
ruval |
Salya. |
rüval |
Salya, ağız suyu. |
ruvat |
(Râvi. C.) Hikâye edenler. Rivayet edenler. |
rüveyde |
(Rüvide) İnce, hoş, nazik. * Bitmiş, neşvünema bulmuş. |
rüveyha |
Zariflik, incelik. |
ruy |
(Bak: Ru) ◊ f. Tunç. |
ruy-ver |
f. Tunçtan. |
ruya |
f. Yerden biten (bitki). |
rüya |
(Rü'ya) Uykuda görülen misalî âlem. Düş. |
ruyin |
f. Tunç. * Tunçtan. |
ruyin-ten |
f. Güçlü kuvvetli, tunç vücutlu. |
rüyub |
(Reyb. C.) şekler, şüpheler. |
rüyuh |
Zelillik, horluk, hakirlik. * Zayıflık. |
rüyun |
Galebe etmek, üstün gelmek. RÜZ': Noksan etmek, eksiltmek, noksanlaştırmak. |
ruz |
f. Gün, 24 saatlik müddet. * Gündüz. |
ruz u şeb |
Gece ve gündüz. |
ruz-efzun |
f. Uzun ömürlü. |
ruzaa' |
(Razi. C.) Süt emen çocuklar. * Süt kardeşler. |
rüzah (rüzuh) |
Davarın çok zayıf olması. |
rüzam (rüzum) |
Davarın çok yorulup zayıflaması. |
ruzan |
(Ruz. C.) Günler. Gündüzler. |
ruzane |
f. Gündelik. Yevmiye. |
rüzaz |
Ufalanmış taş. * Her maddenin ufağı. |
ruzban |
f. Kapıcı. |
ruzberuz |
f. Günden güne. |
rüzdak |
(C.: Rezâdik) Köy. |
ruze |
f. Oruç. |
ruzedâr |
f. Oruçlu. |
ruzegüşa |
f. Oruç bozan, oruç açan, iftar eden. |
ruzehar |
f. Oruç yiyen. Oruçsuz. |
rüzela |
(Rezil. C.) Reziller. |
rüzgâr |
f. Zaman, devir, hengâm, vakit. * Dünya, âlem. * Yel. |
ruzî |
f. Azık, rızık. Nasib, kısmet. * Gündüzle alâkalı. Gündüze âit. |
ruzîhâr |
f. Rızık yiyici. Canlı, mahlûk. |
ruzine |
f. Gündelikçi. |
ruziresan |
f. Rızık yetiştiren, rızık ulaştıran, Allah (C.C.) |
ruzmerre |
f. Her günkü. Her günlük. |
ruzname |
Vakit cetveli, takvim. * Günlük gazete, günlük hâdiselerin yazıldığı kâğıt. * Bir meclis veya hey'etin müzakerat proğramı. * Hergünkü gelir ve giderin kaydedilip yazıldığı defter. |
rüzz |
Pirinç. |
sa |
f. Benzetme edâtı olan 'âsâ' nın hafifletilmişidir. Meselâ: Anber-sâ - Anber gibi. ◊ (-Sây) f. Sürücü, süren. |
sa' |
Çiy, rutubet, şebnem. * Kur'an-ı Kerim alfabesindeki dördüncü harfin adı. ◊ 1040 dirhemlik hububat ölçeği. Kile. ◊ Vakitler, saatler, zamanlar. |
şa'ar |
Kıl büken. |
şa'b |
Ayrılmak. Dağılmak. * Islah etmek, düzeltmek. * Helâk etmek. * Kırmak. ◊ (C.: şuub) Tâife, cemaat. Kabile. |
sa'b(e) |
(C.: Sıâb) (Suubet. den) Zor, güç, çetin. * Zorlu, güçlü kuvvetli. |
şa'ban |
(Şâbân) Arabi ayların sekizincisi. Mübârek Şuhur-u selâsenin (Üç ayların) ikincisi. |
sa'ber |
Sedir gibi bir ağaç. |
şa'beze |
El çabukluğu. |
sa'cez |
Dökmek. |
sa'd |
Uğur, uğur getiren şey, iyilik, mübareklik, kuvvetlilik. * Kutlu, uğurlu. ◊ Mihnet, meşakkat, zahmet. |
sa'dane |
(C.: Sâdân) Develerin yediği dikenli ot. * Devenin göğsü. * Tırnak dibinin siniri. * Terâzi kefesinin iplerinin altındaki düğme. * Kadın memesinin etrafı. |
sa'de |
Dişi eşek. * Süngü ağacı. ◊ (C.: Siad) Yumuşak hurma. |
sa'dî |
(M. 1193-1291) Şiraz'da doğmuş büyük bir İran şâiridir. Gülistan ve Divan'ında bol bol temsilî hikâyeler kullanmıştır. (Bak: Sa'di-i Şirazî) * Saadete, uğura mensub. |
sa'f |
Bir şarap cinsi. |
sa'fe |
Çocuğun başında çıkan çıban. * Kel. |
sa'k(a) |
Ansızın düşmek. * Çağırmak. * Helâk olmak. |
sa'ka |
Bayılma. Baygınlık. |
sa'l |
Başı küçük olan kimse. * Başı küçük deve kuşu. * Tüyü gitmiş eşek. |
sa'la |
Küçük başlı kadın. SA'LA: Zâid dişli kadın. (Müz: Es'al) |
şa'la' |
Kuyruğu beyaz olan davar. ◊ Uzun, tavil. |
sa'le |
Eğri hurma ağacı. * Küçük başlı dişi devekuşu. |
sa'leb(e) |
(C.: Seâlib) Tilki. * Süngü demirinin ağaç geçirecek yeri. |
sa'm |
Soymak. |
sa'neb |
Başı küçük olan kimse. Küçük başlı kişi. |
sa'net |
Et yağı. * Yağ. |
sa'niye |
Takkenin tepesi. |
sa'r |
Katil zehiri. * Kısa boylu adam. * Küçük hıyar. * Yaban soğanının kökü. ◊ Ateşin alevlenmesi. |
şa'r |
(C.: Şüur-Eşâr) Kıl. Saç. * Ateş yakmak. * Cenk koparmak, kavga çıkarmak. |
şa'ra |
(C.: Şüâr) Çok miktar ağaç. * Bir nevi zerdali. * Kuyruğunda dikeni olan bir cins sinek. |
şa'ranî |
(Hic: 899-973) Dört hak mezhebin birleşen ve ayrılan tarafları hakkında mu'teber eserleri olan meşhur bir fakihtir. Mizan-ı Şaranî ismiyle bilinen eseri meşhurdur. |
şa'riyye |
Çorbalık makarna, şehriye. |
şa'riyyet |
Fiz: Kılcallık. |
sa'sa |
Dağılmış develer. ◊ İnci, sedef. |
şa'şa' |
Yıldıramak, parıldamak. * Uzun ve yeynicek olmak. |
sa'saa |
Keçiyi sağmak için çağırmak. ◊ Perakende etmek, dağıtmak. |
şa'şaa |
Parlama. Zahirî parlak görünüş. * Bir şeyi birbirine katıp karıştırmak. |
şa'şaadar |
f. Gösterişli, şa'şaalı, parlak. |
şa'şaapaş |
Parlaklık neşreden, şa'şaa saçan. |
sa'sae |
Köpek eniğinin gözü açılmadan gözünü depretip bakmak istemesi. |
sa'sea |
Âciz olmak. * Sözünde kasır olmak. |
sa'ter |
Güvey otu. * Kekik otu. |
sa'terî |
şen ve keyifli kimse. * Kekik otu ile alâkalı. * Soytarı. |
sa'v |
Duymak. İşitmek. * Zayıf adam. * Serçeden küçük bir kuş. |
şa'va' |
Perâkende, dağınık. * Dağıtmak. |
sa'vat |
(Sa've. C.) Kuyruk sallıyan kuşlar. |
sa've |
(C.: Sa'vât) Kuyruk sallıyan kuş. |
sa'y |
Çalışma, Çalışıp çabalama. Gayret sarfetme. Bir maksadın meydana gelmesi için elden geleni yapma. * Hızlı yürüme. * Cür'et etme. * Ziyaret etme. * Gammazlık yapma. |
saab |
Zor, güç, çetin. |
şaab |
Ayrılmak. * Yarmak. |
saade |
Yokuş başı. |
saâdet |
Mes'ud oluş. Talihi iyi olmak. Mutluluk. Said olmak. Allah'ın rızasına ermiş olmak. Her istediğine kavuşmuş olmak. |
saâdet-bahş |
f. Saâdet veren, sevindiren, ferahlandıran. |
saâdet-hane |
f. Büyük bir kimsenin evi. |
saâdet-meâb |
f. Saâdet sâhibi. Saâdet bulan. |
saâdet-mend |
f. Bahtiyar, mutlu. Saâdet bulmuş olan. |
saâdet-mendî |
f. Mutluluk, bahtiyarlık. |
saâdet-resan |
f. Saâdete ulaştıran. Saâdet bulan. |
saak |
Bir şiddet sebebi ile helâk olmak, ölmek, bayılmak. * Aklın gitmesi. |
saal |
Dikkat. |
saalib |
(Sa'leb.C.) Tilkiler. |
saalik |
Dilenciler. * Serseriler. * Kalenderler. * Dervişler. |
saan |
Suya yakın yerde develerin yattığı yer. |
şaar |
Ağaç, şecer. |
saat |
Bir günün yirmi dörtte biri, saat. Zaman, vakit. Muayyen, belli bir vakit. Altmış dakikalık zaman. * Kıyâmet. ◊ Saatler. Vakitler. |
sab |
Bir acı otun suyu. |
şab |
(Bak: şap) |
sab' |
Parmakla işaret etmek. |
şab-hane |
f. Şap çıkarılan yer. |
saba |
Gün doğusundan esen hoş ve lâtif rüzgâr. ◊ Hevâ ve nefsine meyletme. Delikanlılık. |
saba-beraber |
f. Sabâ rüzgârı gibi lâtif ve hafif. |
sababet |
Şiddetli sevgi. Âşıklık. |
sabae |
Bir dinden bir dine geçmek. |
sabah |
Gün doğmasına yakın vakitten, öğle vaktine kadar olan zaman. |
sabahat |
Yüz güzelliği. Güzellik, hüsün ve cemâl. |
sabahgâh |
f. Sabah vakti. |
sabareftar |
f. (En fazla at için kullanılan bir tâbirdir) Rüzgâr gibi çabuk ve hafif giden. * Hoş ve lâtif yürüyüşlü. |
sabaret |
Kefalet. |
şabaş |
f. Alkış etme, alkışlama. Aferin deme. Bir hareketi güzel bulmaktan dolayı alkışlamak veya hediye vermek. |
şabaşhân |
f. Beğenip alkışlayan. |
sabat |
(C.: Sevâbıt-Sâbâtât) Pazar sokağı, iki duvar arasının örtüsü (altı yol olur.) |
sabavet |
Çocukluk, sabilik. |
sabaya |
(Sabiyye. C.) Büluğ çağına varmamış küçük kızlar. Kız çocukları. |
sabb |
Dökmek, akıtmak, boşaltmak. Dökülmek. * Aşık, tutkun. |
şabb |
Genç, delikanlı, yiğit. |
sabbag |
Boyayan, boyacı. * Deri altındaki boyalı madde. |
sabbar |
Çok sabırlı, sabur. (Bak: Sabr) |
sabbare |
Soğukluk. |
şabbe |
Genç kadın. |
sabbur |
Katı, şiddetli, şedid. |
sabeb |
(C.: Asbâb) Çukur yer, iniş yer. |
sabg |
Boyama. Boyanma. |
sabga' |
Kuyruğunun ucu beyaz olan koyun. |
sabhid |
Bey, emir. |
sabi |
Henüz süt emen çocuk. * Büluğ çağına gelmemiş olan çocuk. * Üç yaşını tamamlamayan erkek çocuk. |
sâbi' |
(Sabi'a) Yedi, yedinci. |
sabi' |
Yavru sesi. * Fil, hınzır ve fâre sesi. |
sâbi'aşer |
Onyedinci. |
sâbian |
Yedinci olarak. |
sabib |
Susam yaprağının suyu. * Kına yaprağının suyu. |
sâbig |
(Sâbiga) Tam. Tafsilâtlı. Uzun. Bol. |
sâbih |
Yüzen, yüzücü. |
sabih |
(Sabiha) Güzel, latif, şirin. |
şabih |
Misil olan, nazir, benzeyen. |
sâbiha |
(C.: Sâbihât) Gemi. * Yüzen. |
sabiha |
Fecir vakti. |
sâbihât |
Yüzücü olanlar, yüzenler. Gemiler. * Ehl-i imânın ruhları. * Yıldızlar. |
sabiî |
İtaattan ayrılmakla bâtıla meyleden. * Yıldıza tapan sapkınlar veya yıldıza tapan ehl-i dalâlet kimselerden olanlar. |
sabiîn |
(Sâbiî. C.) (Aslı: Sâbiiyyun) Yıldıza tapanlar. Sapıklardan olanlar. |
sâbik(a) |
Geçmiş. Önceki. * Zamanca veya rütbece ileride olan. * Eskiden işlenmiş suç. |
sâbikan |
Bundan önce, evvelce. |
sabikîn |
(Bak: Sâbıkûn) |
sâbikûn (sâbikîn ) |
(Sâbık. C.) Sâbıklar. Öncekiler. Geçmişler. |
sabil |
Gezkere denilen nesne. (Onunla ters, balçık ve gayri ne olursa taşırlar). * Yolcu kimse. |
sabir |
(C.: Sıber) Kefil. * Yağmursuz beyaz bulut. ◊ Altın ismi. |
sabir(e) |
Tahammül eden, sabreden, bekleyen. Zorluğa karşı göğüs geren, hâlinden şikâyet etmeyip acı ve sızıya katlanan. Belâ ve musibete karşı şikâyet etmeyip Allah'a (C.C.) şükreden. |
sabir-şiken |
f. Sabrı kıran, sabrı bozan. |
sabirî |
Bir çeşit ince giyim eşyası. * Bir cins hurma. |
sabirîn (sâbirûn) |
Sabredenler. (Bak: Sabr) |
sabirsûz |
f. Sabrı yakan, sabırsızlık veren. |
sabit |
Duran, yerinde durup hareket etmeyen. * Doğruluğu isbat edilmiş olan. |
sabite |
Yerinde durur gibi olan yıldız. * Yerinde durup hareket etmeyen herhangi bir şey. (Seyyare'nin zıddı) |
sabiyy |
(C.: Sıbye-Sıbyan) Oğlan. * Meyl ve muhabbet eden kimse. |
sabiyye |
Büluğa ermemiş veya memeden kesilmemiş kız çocuk. |
sabn |
Men'etmek, engel olmak. |
sabr (sabir) |
Acıya ve zorluğa katlanmak. * Bir musibet ve belâya uğrayanın telâş ve feryad etmeyip sonunu bekleyip tahammül ile katlanması. * Muharebede şecaat gösterme. * Bir kimseyi bir şeyden More… |
sabsab |
Irak, uzak, baid. |
sabsaba |
Dövmek. * Ateş etmek. * Kahramanlık göstermek, bahadırlık etmek. * Çok inceltmek. |
şabub |
(C.: Şeabib) Sağanak yağmur. |
sabur |
f. Çok sabır gösteren, çok sabreden. |
saburâne |
f. Çok sabır göstermek suretiyle. |
sabye |
(Sabi. C.) Küçük erkek çocukları. Oğlancıklar. |
sac |
Hint vilâyetinde yetişen siyah ve büyük cins bir ağaç. * Geniş, yuvarlak libas. (Araplar giyerler) |
sace |
Hatıl ağacı. * Altın ve gümüş ayarını astıkları ağaç. |
saci' |
Seci'li ve kafiyeli söz söyleyen, konuşan. * Kasdedici, kasdeden. |
sacid |
Secde eden, Allah'ın (C.C.) huzurunda başını yere koyarak dua eden. Hâdis meâli: 'Bir kulun Rabbine en yakın olduğu an O'na secde ettiği zamandır.' |
sacim |
(C: Secâm) Akıcı, akan, sâil. |
şacine |
(C.: Şevâcin) Ağaçlı ve meşeli dere. |
sacir |
Selin gelip su ile doldurduğu yer. |
şacir |
Ayak altında ızdırap çekmek. |
sacur |
Köpeğin boynuna takılan tasma. |
sad |
Kur'an alfabesinin onyedinci harfi olup, ebcedî değeri 90'dır. Noktası olmadığından sâd-ı mühmele adı da verilir. ◊ Bakır. * Toprağa ağnayan horoz. * Devenin başında More… |
şad |
f. Sevinçli, ferahlı, memnun, mesrur, şen, bahtiyar. |
sad suresi |
Kur'an-ı Kerim'de 38. Suredir. Dâvud Suresi de denir. Mekkîdir. |
sad' |
Yarılmak, yarmak. * Kesmek, kat'etmek. * Göstermek. İzhar etmek. * Beyân ve meyl etmek, açıklamak. |
şâd-âbî |
f. Sulu olma, suya kanmışlık. Tazelik. |
şad-hab |
f. Uykusu tatlı. |
sadâ |
Seda. Ses. Avaz. Savt. * Erkek baykuş. * Bir böcek adı. * Susuzluk. * Yankı. |
sada' |
Kasd ve teveccüh eyleme. * Bir şeyi âşikâre söylemek. * Mevkiine tevcih ve isabet ettirmek. * Kat'etmek. * İzhar ve beyan etmek. * Yarık ve çatlak. Bir şeyi ikiye yarmak. ◊ More… |
şadab |
(Şâd-âb) f. Suya kanmış, sulu. Taze. |
şadabter |
(şâd-âbter) f. Çok su verilmiş, fazla sulanmış. |
sadaga |
Zayıflık. |
şadan |
f. Sevinçli, bahtiyar. |
sadef (suduf) |
Yüksek büyük dağ. * Her yüksek nesne. * Devenin her dört ayağı. * Bir yöne ğilmek. |
sadefçe |
f. Küçük sadef. |
sadefe |
(C.: Suduf-Esdâf) İnci kabuğu. * Kulak içi. |
sadegî |
f. Sâdelik, süssüzlük, düzlük. |
sadelevh |
Saf, bön. |
sademat |
(Sadme. C.) Vuruşlar, patlamalar. * Ansızın başa gelen belâlar. |
saderu |
(C.: Sâderuyân) f. Yüzünde tüy bitmemiş genç delikanlı. |
sadgune |
f. Çeşitli. Yüz türlü. |
sadh |
Horozun ötmesi. |
sadha |
Şarabın iyisi. Kendine nisbet olunan bir yerin adı. |
sadhezar |
f. Yüzbin. |
sadhezarân |
Yüzbinlerce. |
şadi |
Mahkeme hademesi. Mübâşir. * İlimden, edebiyattan hissesi olan. * Nağme ile şiir okuyan. ◊ f. Sevinçlilik, memnunluk, mesruriyet, gönül ferahlığı. |
sadi' |
Sabah vakti. * Koyun ve deve bölüğü. * Yedi günlük oğlan. |
sadic |
Nakışı olmayan, nakışsız. * Çıplak. * Temiz, pak. |
sadid |
Tıb: Yaradan akan sarı su. İrin. |
sadidel |
Yaprağı katmerli olan gül. |
sadig |
Zayıf. |
sadih |
Kavi, sağlam, kuvvetli. ◊ Erkek baykuş. |
sadiha |
Bulutun kat kat olması. ◊ Teganni eden. |
şadihe |
Alından buruna varana kadar olan beyazlık. |
sadik |
Çok sâdık, içten ve dıştan sadakatlı dost. Doğru sözlü. |
sadik(a) |
Doğru, hakikatli, sadakatlı, dürüst. |
sadikan |
f. Sâdıklar, sâdık dostlar. |
sadikiyyet |
Sâdık oluş, sâdıklık. |
sadin |
(C.: Sedene) Kapıcı. Perdedar. * Kâbe hizmetçisi. |
sadir |
Sudur eden, çıkan, meydana gelen. ◊ Şaşan, hayrette kalan. |
şadirvan |
Etrafında bulunan bir çok musluklardan ve bir fıskiyeden su akan havuz tarzında kubbeli çeşme. Şadırvanlar daha ziyade cami avlularında halkın abdest almaları için yapılırdı. |
sadis(e) |
Altıncı. (6.) |
sadisen |
Altıncı olarak. |
sadk |
Berk, sağlam, muhkem süngü. ◊ Akmak, seyelan. |
şadkâm |
f. Çok sevinçli. |
sadm |
Def'etmek, kovmak. * Güç işe giriftar etmek. |
şadman |
(Bak: şadüman) |
sadme |
Bir vuruş, çarpma, vurma, çatma. * Birden bire patlama. * Ansızın başa gelen musibet. |
şadnak |
f. Gönlü memnun, mesrur. |
sadpare |
f. Yüz parça. Parça parça olmuş. |
sadr |
Her şeyin evveli ve başlangıcının en iyisi. * Kalb, göğüs, ön. * Meclisin önü ve en muteber yeri. Reisin oturduğu yer. * Rücu. * Bir aruz kalıbı. * Baş, reis, başkan. * Oturulacak yerlerin More… |
sadreyn |
Rumeli ve Anadolu kazaskerliği. |
sadrgâh |
f. Tam orta yer. * En mühim yer. |
sadrî |
(Sadriye) Göğüsle ilgili, göğüse ait. |
sadrnişin |
f. Bir toplantıda baş sedirde oturan. |
sadsal |
f. Asır, yüzyıl. |
sadtu(y) |
Çok katlı, yüz katmerli. |
saduk |
Çok sâdık. |
sadukat |
Mehir. Evlenirken erkeğin kadına vereceği para. (Bak: Mehr) |
şadüman |
(şâd-mân) f. Mesruriyet, sevinçlilik. * Mesrur, bahtiyar. |
sady |
Taarruz eden kimse. * Bedeni, endamı hoş olan. * Dimağ. Başın içini dolduran haşev. * Ölü insan cesedi. * Baykuş. |
şae |
Diledi, istedi, murad eyledi. |
saet |
Doğumdan sonra koyunun rahminden çıkan madde. |
saf |
Bir adam boyu yüksekliğindeki duvar. ◊ Tüylü ve yünlü hayvan. ◊ (Bak: Saff) |
saf (sâfi) |
Katışıksız, berrâk, temiz. * Zeki olmayan, derin düşünmeyen, dikkatsiz. |
saf' |
Sille vurmak, tokat atmak. |
saf'an |
(C.: Safâıne) Sille vurulmuş kişi. |
safa |
Gönül şenliği, eğlence. * Duru olmak, itmi'nan ve meserret üzere olmak. Temiz, sâfi olmak. * Hava açık ve ayaz olmak. * Mekke-i Mükerreme'de bir yerin ismi. ◊ Yüzü More… |
safa-bahş |
f. Eğlendiren, rahatlandıran, kederi def'eden, hatırı hoş eden. |
safa-cu |
(C.: Safacuyân) f. Rahat ve eğlence arıyan. |
safa-yi sadr |
f. Gönül şenliği, kalbin itmi'nan ve sevinç içerisinde olması, meserret üzere olmak. |
safahat |
(Safha. C.) Safhalar. * İstiklâl Marşı şâiri Merhum Mehmed Akif'in manzum eserinin adı. |
safaih |
(Safiha. C.) Düz şeyler. Levhalar. |
safak |
Kıllı derinin altında olan ince deri. ◊ Yeni kırba içine konulmuş su. |
şafak |
Tan zamanı. Güneş doğmağa yakın zaman veya güneş battıktan sonraki alaca karanlık. Gündüz. * Nahiye. Cânib. * Nasihat eden kimsenin 'Nasihatım te'sir etsin, sözüm tutulsun' More… |
şafak-âlud |
f. şafak gibi, şafak renginde. |
şafak-gûn |
f. Şafak renkli, kızıl. |
safal |
Alçaklık. * Rüzgârın dokunduğu yer. |
safaperver |
f. Safa veren. İç açan, safalı. |
safare |
Zurna. |
safayab |
f. Safa bulmuş, huzur ve sükûna kavuşmuş. |
safbeste |
Saf bağlamış, saf olmuş. |
safd |
Yağlamak. * Sağlamlaştırmak, muhkem etmek. |
safderun |
f. Safi, içi temiz, kolay aldanabilen. |
safderunan |
(Safderun. C.) f. Kalbi temiz, içi saf olanlar. |
safderunane |
f. Kalbi safi olanlara ve kolay aldananlara yakışır surette. |
safdil |
f. Saf, ahmak, bön, kolay aldatılan kimse. |
safdilâne |
f. Bönlükle, saflıkla. Safdillikle. |
safe |
(C.: Savaf-Sâfât) Kanatlarını havada yayıp uçan kuş. |
şafe |
Ayakta çıkan ve dağlamayınca gitmeyen çıban. |
safed |
(C.: Esfâd) Esirlerin eline ve ayağına bağlanan bağ. *Atâ, bahşiş, hediye. |
safen |
(C.: Esfan) Haya derisi. |
safer |
(C.: Esfâr) Boş ve hâli olmak. * Arabi aylardan ikincisi. * Karın içinde durabilen bir yılanın adı. |
saff |
Bir sıra dizilmiş şey, bir şeyi sıra ile uzun uzadıya dizmek. * Câmide cemâatın sırası. |
saff suresi |
Kur'an-ı Kerim'de 61. suredir. İsa, Havariyyun Suresi de denir. Medenîdir. |
saff-beste |
f. Saf bağlamış, saf olmuş. |
saff-der |
(C.: Saff-derân) f. Düşman saflarını yaran yiğit. |
saff-derâne |
f. Yiğitçesine. |
saff-i evvel |
İlk saf, birinci saf. * İlk sahabeler. * Bir hareket ve cereyanın ilk sahipleri. |
saff-şikaf |
f. Düşman saflarını yararak bozan yiğit. |
saff-zen |
f. Düşman saflarını vurup yaran yiğitler. |
saffat |
(Saff. C.) Saf olanlar, saf yapanlar. ◊ (C.: Sıfâ-Esfâ-Sufâ) Düz kaygan taş. |
saffat suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 37. suresidir. Mekkîdir. |
saffeyn |
İki sıra. * Muharebede karşılaşan iki taraf. |
safh |
Suç bağışlama, dostluk etme. Günah ve cürmü afveyleme. * Bir şeyin bir tarafı. * Bir şey içirme. * Yüz çevirme. |
safha |
Aynı şey üzerinde görülen değişik hâllerden her biri. * Bir şeyin gözle görülen yüzlerinden her biri. * Kısım. * Bir şeyin düz yüzü. * El ayası. * Bir hâdisede birbiri ardınca görülen More… |
safi |
Katışıksız. Temiz, süzülmüş ve temiz. * Bozuk olmayan. Hâlis. |
şafi |
Hastaya şifa veren (Allah. C.C.). * Yeter görünen, kifayet eden. |
şafi' |
(Şefaat. den) Şefaat eden. Bir kimsenin suçunun bağışlanması için vasıtalık eden. |
safif |
Kuru ot. |
safih |
Gökyüzü, semâ. * Yassı veya düz olan şey. ◊ Men eden, engel olan. |
safiha |
(C.: Safayih) Yüzün derisi. * Kapı tahtası. * Kâğıdın bir tarafı. * Yassı ve düz nesne. * Enli kılıç. (Bu mânâya C: Sıfâh) |
şafiî |
Şâfiî mezhebinden olan. (Bak: İmam-ı Şâfiî) |
safil |
Sefil olan, düşük ahlâklı ve karaktersiz. ◊ Alçak yer. ◊ Tortu. |
safile |
Dip, alt taraf. Bir şeyin aşağısı. |
safilîn |
Alçaklar, aşağılar, sefiller. Allah'tan (C.C.) uzak olanlar. * Aşağı taraflar. |
safiliyyet |
Alçaklık, aşağılık. |
safin |
(C.: Sâfinât) Cins at. * Üç ayağı üstünde durup dördüncü ayağının tırnağını yerde dikip duran at. |
şafin (şefun) |
Göz ucuyla bakan kişi. |
safine |
(C.: Sevâfin) Yel, rüzgâr, riyh. |
safir |
Islık veya kuş sesi. * İnce ve güzel ses * Tecvidde: Harfin ıslık sesine benzemesidir. Bu vasıfta olan harfler: Ze, sin, sâd. ◊ (Sefir) Sefere çıkan. * Elçi. * Kâtib. |
safiye |
Temiz, katışıksız, bozuk olmayan. * İçinde yapmacık ve uydurma bir şey, fazladan kelime ve kafiye bulunmayan söz. ◊ (C.: Sevâfi) Toz. * Rüzgâr, yel. |
safiyet |
Saflık, hâlislik, temizlik. |
safiyullah |
Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bir ismidir. Bütün mahlukatta efdal ve Cenab-ı Hakk'ın ihsanı ile onlardan seçilip çıkarılmış tertemiz mânâsına Safiyullâh denilmiştir. Hz. More… |
safiyy |
Temiz, pak. Hâlis, saf, katıksız. |
safk |
Sesi işitilen vuruş. * Sarfetmek. * Reddetmek. * Kanatlarını hareket ettirmek. Deprenmek. * Kullanmak. |
safka |
Bir satış anında müşteri ile satıcının tokalaşarak, 'hayrını gör' demeleri. * Yapılan satış. |
safra |
Sarı. * Karaciğere bağlı öd kesesi içindeki yeşilimsi sarı ve acı su ki, yağların hazmına hizmet eder. ◊ Dengeyi sağlamak için yelkenli gemilerin sintinelerine konan mâden, taş, More… |
safragun |
Bir cins serçe kuşu. |
safre |
Açlık. |
safriye |
Güz mevsiminden önce biten ot. |
safsaf |
(C.: Safsâfe) Her nesnenin kemi, kötüsü, hor ve hakiri. * Döğülmüş yumuşak toprak. * Mâkul olmayan kelimeler. * Mânâsız şiir. * Yaramaz ve kötü işler. ◊ (C.: Safâsıf) Yüksek düz More… |
safsafa |
Elemek. * Asılsız yapmak. * İşe yaramaz hâle getirmek, yaramaz etmek. Hor ve hakir etmek. |
safsafe |
Ekşi aş. * Ekşili nesne. |
safsata |
Hezeyan, yalan, uydurma. Zâhirde doğru, hakikatte yanlış ve yalan olan kıyas. (Bak: Dimağ) |
safsataperdaz |
f. Safsata kabilinden söz söyliyen adam. |
safsatiyât |
Safsatalar, yalan ve yanlış şeytâni sözler. |
safvan |
(Safvâ) Yumuşak, düz ve kaygan taş veya kaya parçası. * Çok soğuk ve açık olan gün. |
safve |
Hâlis ve seçkin. * Katı yüzlü merhametsiz kimse. |
safvet |
Sâfilik, temizlik, pâklık. Hâlislik. |
saga |
(C.: Sayâg) Kuyumcu. |
sagair |
(Sagire. C.) Küçük günahlar. |
sagan |
Mâverâünnehir diyarında bir şehir adı. |
sagar |
Zelillik, alçaklık, âdilik. ◊ f. İçki bardağı. Kadeh. ◊ Küçük olmak. |
sagat |
Aslı 'sagavet' olup, bir cihete meyil demek olan 'sagav' masdarından fiil-i mâzi müfred müennesdir. Muzarisi: 'tasgi' gelir. |
şagb |
Ayıplamak. * Cidal, dövüş, niza. * Şerri tahrik etmek. |
sagg |
Meyletmek, yönelmek, eğilmek. |
sagib (sagbân) |
Aç kimse. (Müe: Sagbâ) |
şagil |
İşgal eden, tutan.* Meşgul eden, meşgul edici. * Meşgul olmayı gerektiren. * Bir mülkte oturan. |
sagir |
Zelil ve aşağılık kimse. |
sagir(e) |
Küçük, ufak. Büluğa ermemiş çocuk. |
sagire |
(C.: Sagair) Küçük günah. |
sagiye |
Koyun. * Umumu nefy için ehad mânâsına da kullanılır. |
sağnak |
Birdenbire ve çok fazla yağıp geçen yağmur. |
sagr |
(Sügur. C.) Etrafı kale ile çevrili şehir. * Sahil şehri. * Tepe veya başka bir yerde mağara. * Ağız. Ön dişler. |
şagr |
Köpeğin bir ayağını kaldırıp bevletmesi. |
şagrabiyye |
(C.: Şegârib) Ayak bağlamak. |
sagsag |
Galat kelâm konuşmak. |
sagsaga |
Dişi çıkmamış küçük oğlan. * Bir şeyi ısırmak. |
şagşaga |
Süngüyü vurduğu kimsede hareket ettirmek. |
sagsega |
Toprak içine bir şey gömmek. * Yemeği yağlı ve iyi pişirmek. * Dişi depretmek. |
şagva' |
(C.: Şuguv) Dişleri birbirine muhalif olup kimi fazla kimi eksik olan kadın. |
sagy |
(Sagv) Meyletmek, yönelmek. * Güneşin batmaya meyletmesi. |
şagzebiyye |
(C.: Şegâzib) Ayak bağlamak. |
şah |
f. Pâdişah. İran veya Afgan hükümdarlarının nâmı. * Bir yere hâkim olan zât. Sâhip. * Asıl. * Atın ön ayaklarını yukarı kaldırarak durması. ◊ f. Ağaç dalı. Budak. * Boynuz. More… |
saha |
Meydan, yer, avlu, geniş yer. ◊ Kirli ve paslı olmak. |
şaha |
f. Boyunduruk. |
saha' |
(Bak: Sehâ) |
saha-kâr |
f. Eli açık, cömert, sahi. |
sahabe |
(Sahâbi) Sâhibler. Sâhib çıkanlar. * Peygamberimiz Hazret-i Muhammed (A.S.M.) sağ iken mü'min olarak görmüş, mü'min olarak vefat etmiş erkek müslüman. |
sahabet |
Sâhib olma, sâhib çıkma. * Sohbetinde bulunmuş olma. * Yardım etme, koruma, arka olma. |
sahabetkâr |
f. Koruyan, sahib çıkan, arka olan. |
sahabi |
(Bak: Sahâbe) |
sahabiye |
Peygamberimiz Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmı sağ iken görmüş olan ve mü'mine olarak vefat etmiş bulunan kadın müslüman. (Bak: Ashab) |
sahad |
Yakmak. |
şahadet |
(Şehâdet) Şâhidlik. * Bir şeyin doğruluğuna inanmak. * Delâlet. Alâmet, işaret, iz. * Allah (C.C.) rızâsı yolunda hayatını fedâ etmek. Din için muharebeden şehitlik. (Bak: Şehid) |
şahadetname |
f. Bir işin yapılmasına müsaade veren resmî izin kâğıdı. Vesika. Diploma. |
sahafet |
Zayıflık, bozukluk. * Hafiflik. |
sahaif |
(Sahife. C.) Sahifeler. |
saham |
(Bir kimse) güneşte yanma. |
şahamet |
Semizlik, yağlılık, şişmanlık. |
şahan |
(şâh. C.) f. şahlar, pâdişahlar. |
şahane |
Şah gibi, şaha yakışır bir surette. |
sahanet |
Kızgınlık, sıcaklık. |
sahari |
(Sahrâ. C.) Çöller, sahrâlar, kırlar. |
saharî |
Kaya cinsinden. Kaya ile alâkalı. ◊ (Sahrâ. C.) Sahrâlar. Çöller. |
sahat |
(Sâha. C.) Sâhalar, meydanlar, açık yerler, alanlar. |
sahavet |
'Cömertlik, el açıklığı, muhtaç olanlara çok ihsan etmek.(İhsan ihsandır. Eğer nev'e olsa; veya muhtaca ve fakire olsa, sahavet o vakit tam sahavettir. Eğer, millet için olsa, More… |
sahavetkâr |
f. Eli açık, cömert olan. Herkese ihsan eden. |
sahb |
(Sahab) Figan, seslerin birbirine karışması, gürültü, patırtı. ◊ (Sâhib. C.) Yakın dostlar. Sâhipler. |
şahb |
Yaradan kan akmak. * Emzikten süt akmak. * Rengin değişmesi. |
sahb(et) |
Şarabın kırmızı olması. * Saç kılının kırmızıya yakın olması. |
şahbal |
(Şehbal) f. Kuş kanadının en uzun tüyü. |
şahbaz |
f. İri ve beyaz doğan kuşu. * Mc: Çevik ve becerikli. Yiğit, şanlı, kahraman. |
şahbeyt |
Edb: Bir şiirin en güzel beyti. Gazelde matla'dan sonraki beyt. |
sahc |
Bağırsağın yaş olup cerahat vermesi. * Kaşımak. * Tırmalamak. |
şahdane |
f. İri inci tanesi. * Kenevir tohumu. |
şahdar |
f. Dallı, budaklı ağaç. * Dallı boynuzlu hayvan. |
sahe |
İnce ve zayıf deve. |
şahenşah |
f. Pâdişahlar pâdişahı. Şâhlar şâhı. En büyük pâdişah. |
şaheser |
f. Üstün ve büyük eser. Eserin şâhı. * Yüksek değerde olan. |
sahf |
Süngü demirinin keskin olması. * Soymak. * Yüzmek. |
sahfe |
Zayıf akıllılık ve az fikirlilik. ◊ Arka derisine yapışan yağ. ◊ (C.: Sıhâf) Küçük çanak. |
sahh |
(Sıhhat. den) Eskiden resmi yazılara konulan ve 'doğrudur, yanlışsızdır' mânasına gelen bir işâretti. ◊ şiddetinden kulaklar tutulan çığlık. * Sağlam bir şeyle vurmak. More… |
sahha |
Kulakları sağır eden şiddetli bağırış ve çığlık. |
sahhab |
Gürültücü, patırtıcı. |
sahhaf |
(Sahf. dan) Eski kitap alıp satan kimse. |
sahhaka |
Sevici kadın. |
sahi |
Cömert, eli açık, herkese iyilik etmek isteyen. ◊ (Sehv. den) Hata işleyen. |
şahî |
f. şaha, hükümdara ait, şah ile ilgili. * Hükümdarlık, şahlık. * Eski topların bir çeşiti. * Nişastalı, yumurtalı bir helva. * Tar: Osmanlı Padişahlarından Yavuz Sultan Selim Han'ın More… |
sâhib |
(Sohbet. den) Sohbet edilen kimse. * Bir şeyi koruyan ve ona mâlik olan. * Bir iş yapmış olan. * Bir vasfı olan. |
sahib |
Yoldaş, yol arkadaşı. *Gözcü. (C.: Sıhab-suhban) (Sahıb'in C: Sahb Sahb'ın C: Eshab-Eshab'ın C: (Esâhıb)) |
sahib-firaş |
f. Hasta. Yatağa düşmüş. |
sahib-huruc |
f. Ayaklanmış, isyân etmiş, âsi. Ayaklanıp isyân ederek idâreyi ele geçirmiş kimse. |
sâhib-i huruc |
f. İsyan edip ayaklanarak idareyi ele geçirmiş olan kimse. * Büyük kahraman. * Şarktan zuhuru beklenen mehdi. |
sahib-kemal |
f. Olgun, kemal sahibi. |
sahib-kiran |
f. Her zaman muvaffak olan ve üstünlük kazanan hükümdar. |
sahib-nazar |
f. Görüşü, tecrübesi ve düşüncesi kuvvetli olan. |
sâhibat |
(Sâhibe. C.) Kadın sâhibler. |
sâhibe |
(Müe.) Bir şeyin sahib ve mâliki olan kadın. |
şahic |
Eşek, hımar. |
sahid |
Uyanık. |
şahid |
Şahitlik yapan. Bilen, tanıyan. Senet yerine geçecek kadar mâkul ve mu'teber sayılan. Gören. * Resul-ü Ekrem Efendimizin (A.S.M.) bir vasfı. * Melâike-i kiram. * Hazır. ◊ More… |
şahid-zor |
f. Yalancı şâhit. |
şahide |
(Müe.) Kadın şâhid. * Mezar taşı. * Mezara dikine dikilen ve üzerinde yazı ve çiçek motifi bulunan baş ve ayak taşları. * f. Dilber, güzel. |
sahif |
(Sahâfet. den) Zayıf akıllı. Az fikirli kimse. * Gevşek dokunmuş. Boş. |
sahife |
Sayfa, kitap sayfası. *Mc: Bir mâna ifade eden her hangi bir şeyin hâli. |
sahih |
'Fık: Rükünleri ve şartları tamam olan herhangi bir ibâdet ve muâmele. * Hâlis, kusursuz, şüphesiz. * Edb: Gerek söz bakımından ve gerek mânâca noksanları bulunmayan ifade. * Gr: More… |
şahih |
(C.: Şihah) Bahil kişi. |
sahihan |
Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim'in birlikte adı. ◊ Doğru olarak, cidden, hakikaten, gerçekten. |
sahik |
Uzak. * Müretteb olan söz. * Hemen anlaşılmaz derece. * Çok karışık ve anlaşılmaz söz. ◊ Ezip döğen. |
şahik |
Yüce, büyük dağ. * Yüksek yapı veya ağaç. |
şahika |
Dağ tepesi, zirve. |
sahil |
Deniz, göl veya akarsu kenarı. Kıyı, yalı. ◊ Kişneyen. Kişneyici. ◊ At kişnemesi. |
sahilhane |
f. Yalı evi. |
sahilnişin |
f. Sâhilde oturan. |
sahilreside |
f. Sâhile varmış, kıyıya ulaşmış. |
sahilsaray |
Deniz kenarındaki kâşâne, büyük yalı. |
şahim |
Semiz, yağlı, şişman, besili. |
sahime |
Zayıf dişi deve. |
sahimet |
Kin, çekememezlik. * Hased. |
şahin |
(C.: Şevâhin) Doğan'a benzer bir kuş ki, av avlamak için terbiye olunur. |
sahin(e) |
(Sihan. dan) Sık. * Kalın, sıkı. * Katı, pek. ◊ (Suhunet. den) Sıcak, kızgın, ısınmış. |
şahine |
Öşür memuru. |
sahir |
(Seher. den) Uykusuz kalan. Uyuyamayan. ◊ Büyücü, büyü yapan, sihir yapan. ◊ Maskaralık eden, maskara eden. |
sahir-pişe |
f. Sihirbazlığı meslek edinmiş olan. |
sahirâne |
f. Büyülercesine olan. Büyüleyici gibi. |
sahire |
Yer yüzü, arz. * Kıyamet günü, Cenab-ı Hakk'ın haşir meydanı için tecrid edeceği Arz-ı Beyza. * Aslâ insan ve hayvan ayak basmadık yer yüzü. Çöl. * Cehennem. ◊ İçine kızmış More… |
şahis |
(C.: Eşhâs) Kişi, kimse. İnsanın cismanî hey'eti. * İnsanın uzaktan görülen karaltısı. ◊ (şahs. dan) Ölçmek için dikilen ve işaret tutulan nişan. * Belirten. ◊ Büyük More… |
sahit |
Dargın, kırgın. |
şahit |
(C.: Şihât) İnce yufka olmuş nesne. |
sahk |
Döğüp yumuşatma. Döğme, döğülme. * Kırma, kırılma. * Sürtme. ◊ Dövmek. * Ezmek. * Eski kaftan, eski elbise. |
şahkâr |
f. En güzel eser. Baş eser. şâheser. |
sahl |
Ses kısıklığı. Ses bozukluğu. * Boğazını boğup şiddetle çağırmak. ◊ Az az vermek. |
sahle |
(C.: Sühul-sihâl) Koyun kuzusuna ve keçi oğlağına derler. (Doğduğu vakitten dört aylık olana kadar.) |
şahm |
Bozulmak ve değişmek. Fâsid ve mütegayyer olmak. ◊ Etler arasında bulunan yağ, iç yağı. Don yağı. |
şahm-pare |
f. İç yağın bir parçası. Bir kısım iç yağı. |
sahmem (sahmim) |
Hâlis (hayırda ve şerde kullanılır.) *Yaramaz huylu deve. |
şahmerdan |
(Şâh-ı merdan) f. Mertlerin şahı, Hazret-i Ali (R.A.). * Aşağı yukarı çıkan büyük demir tokmak. |
sahn |
Evin ortasındaki açıklık, avlu, oyuk. * Boşluk. Boş yer. Orta, meydan, aralık. * Sahne. * Cami ve medreselerdeki umumun toplanmasına âit üstü kubbeli ve örtülü yer. * Büyük kâse. Sahan. * More… |
şahn |
Doldurmak. * Sürüp reddetmek. |
şahna' |
Buğz, düşmanlık, adâvet. |
sahnan |
Çifte zil. |
sahne |
Manzara. * Tiyatro oynandığı yer. Oyun yeri. ◊ Cerahat, yara. |
şahne |
İnzibat memuru, emniyet memuru. |
şahnişin |
f. Şahların oturmalarına lâyık yer. * Evin sokak üzerine olan çıkmaları. |
sahr |
(Sahar - Saharat - Suhur) Kaya. Büyük taş. * Maden kütlesi. * Hazret-i Süleyman (A.S)'in mühürünü çalan ifrit. ◊ Masharaya almak. ◊ Örtmek. |
şahr (şahir) |
Ağızını öttürmek. * Islık çalmak. * Sesi yükseltmek. |
sahra |
(C.: Sahârâ-Sahravât) Kır, ova, çöl. * Yazı. * Kızıl dişi eşek. (Müz-Eshar) |
sahra-neverd |
f. Çölde dolaşan. Göçebe. |
sahra-nişin |
f. Çölde oturan. Sahrada hayat geçiren. |
şahrah |
f. Büyük ve işlek yol, cadde. Şaşırılması mümkün olmayan doğru ve işlek yol. |
sahravat |
(Sahra. C.) Sahralar, çöller. Ovalar. Kırlar. |
sahre(t) |
Büyük ve sert taş. |
şahreg |
f. şah damar, büyük damar. |
sahrinç |
Yağmur sularını biriktirmek için bina altında ve toprak içinde yapılan etrafı duvarlı veya çimento sıvalı su mahzeni. |
şahs |
Acı çekmek. Iztırab çekmek. ◊ (Bak: Şahıs) |
sahsah |
Yağmurun sert ve katı yağması. ◊ (C.: Sahâsıh) Düz yer. ◊ Geniş, düz yer. |
şahşah |
Sözü doğru olan, yalan söylemeyen. * Gayretli, bahadır kimse. ◊ Görevli, vazifeli. |
sahsah(a) |
Döndürmek. * Evin ortası. |
şahşaha |
Kuşun hızla uçması. |
sahsalik |
Katı, şiddetli, şedid. * Yaşlanmış, ihtiyar kadın. * Şiddetli ses. |
şahsar |
f. Dallı budaklı ağaçlar. Ağaçlık yer. Koruluk. |
şahsen |
Şahıs olarak, ferd olarak. Şahısça, kendi. * Yalnız uzaktan görerek. |
şahsî |
Şahsa mahsus, şahsa ait, dair. Kişi ile, şahıs ile alâkalı. |
şahsiyet |
Bir kimsenin kendisine mahsus ahvâli. Şahıs olma. Karakter sâhibi ve makbul bir insan olma. |
şahsiyyat |
Kişinin şahsına, kendine ait sözler. * Birinin kendine ait münasebetsiz sözleri. |
şahsüvar |
(C.: şâhsüvârân) f. Ata iyi binen. |
saht |
Zor güç, * Sert, katı, çetin. * Güçlü, kuvvetli, sağlam. ◊ Boğazlamak. |
saht (suht) |
Hışım, hiddet, kızgınlık, gadap. |
şaht (şühut) |
Iraklık, uzaklık, bu'd. |
saht-ligam |
f. Gem almaz, sert başlı at. |
sahtdil |
f. Katı yürekli. |
sahte |
f. Düzme, yapmacık, yalandan, taklit. * Kalp, karışık. |
sahtegî |
f. Sahtelik, yalan, düzme. |
sahtekâr |
f. Sahte iş yapan, hilekâr. Kalpazan. |
sahtekârî |
f. Hilekârlık, sahtekârlık. |
şahterec |
şahtere otu. |
sahtevekar |
f. Yapmacık tavırlar takınan, kendini satmaya çalışan. |
sahtgir |
f. Bir şeyi sıkıca tutan. |
sahti |
f. Sertlik, katılık. * Güçlük. * Sıkıntı. |
sahtiyan |
f. Boyanmış, cilâlanmış deri. Tabaklanmış deri. |
sahtru |
f. Suratı asık, dargın, kırgın. |
sahun |
Gafiller. Allah'ın (C. C.) emrinden gaflet edenler. ◊ Adım tutan eşek. |
sahur |
Gece uyanıklığı, uykusuzluk. * Ayın etrafındaki hâle. * Yer yüzünün gölgesi. ◊ Temcid yemeği. Ramazan'da şafaktan önce yenen yemekr. |
şahur |
f. Ekmek fırını. |
sahv |
Ateş ve ocaktan kül çıkarmak. |
sahv(e) |
Ayılma, ayıklık, aklı başında olmak. * Hastanın iyileşmesi. * Tas: Kendinden geçme hâlinin sona ermesi, his âlemine tekrar dönmek. * Uyanıklık. |
sahva' |
(C.: Sehâvât) Yumuşak, geniş, bol yer. |
şahvar |
(Şeh-vâr) f. Şâha, hükümdara yakışacak tarzda, şah gibi. * İri ve iyi cins inci. |
sahve |
En yüksek dağ. * Atın sırtı, eğer konulan yeri. * Su menbaı. |
şahve |
Adım, hatve. |
sahy |
Nemli olmak. * Islaklık, rutubet. |
şahz |
Keskinleştirmek. |
şahzade |
f. Şâh oğlu. Hükümdar veya pâdişah oğlu. Prens. |
sai |
Çalışan. * Devletçe posta idaresinin kurulmasından evvel mektup ve emanet götürüp getiren kimseler. * Bir yere vâli olan. * Cemaat başı. * Yan yan giden. * Hızlı yürüyen. * Koğuculuk yapan. More… |
saib |
(Savab. dan) Maksada uygun. * Hedefe doğru ulaşan. * Doğru. Yanlışsız. Yanlışlık yapmayan. ◊ Bir yerle veya bir şeyle ilişiği ve alâkası olmayan. ◊ Ak saçlı, beyaz saçlı. More… |
saibe |
Başı boş bırakılmış hayvan. Sâime. |
şaibe |
Leke, kir. * Süprüntü. Pislik. * Kusur. Noksan. Hata. Eksiklik. |
said |
(Sa'd. dan) Saadetli. Allah (C.C.) kendisini sevmiş. O'nun rızasına ermiş olan. Ahireti için çalışan kimse. Mes'ud. Mübarek. Bahtiyar. ◊ Yukarıdaki temiz toprak, More… |
saidan |
Kol ve bacak. |
saig |
Boğazdan kolay ve hoş geçen yiyecek veya içecek. |
saigan |
Boğazdan kolayca geçerek. |
saih |
Seyahat eden. * Çok zaman oruçla veya ibadetle meşgul olan. |
saik |
Dürten, sevkeden, sürükleyen, götüren. * Sebep. ◊ Kırağı, çiğ. ◊ (Bak: Saak) |
şaik |
Dikenli. |
şaik(a) |
Şevkli, hevesli, şevk verici. |
saika |
Yıldırım. Ölüm, mevt. * Nüzul ateşi. * Semadan gelen şiddetli ses. * Mühlik ve azab. * Bulutları sevke vazifeli melek. ◊ Sürükleyen, sevkeden, götüren hal, sebep. |
saika-vari |
f. Yıldırım gibi. Şiddetli korkutarak. |
saika-zede |
f. Yıldırım çarpmış. |
şaikane |
f. İsteklice ve şevkli olarak. |
sail |
(Savlet. den) Saldıran. Kibirli olup başkasına tecavüz eden. |
sail(e) |
(Sual. den) Dilenci. * Fakir. * Soran. * İsteyen. * Akan, seyelan eden. |
şaile |
(C.: Şüvül-Şevâil) Sütü çekilmiş deve. |
sailiyet |
Akıcılık. * Dilencilik. |
saim |
(Savm. dan) Oruçlu, oruç tutan. |
saime |
Çayıra başı boş olarak salıverilen hayvan. |
saimîn |
(Sâim. C.) Oruç tutan kimseler. |
sair |
Seyreden, harekette olan. * Bir şeyden geri kalan. * Maadâ. Geçen, dolaşan. * Yolcu. Seyyar. * Başkası, diğeri. |
şair |
Şiir yazan. Sözünü vezin ve kafiye ile tertib eden. ◊ (C.: Şairât) Arpa. * Kurban devesi. |
şairâne |
f. şairce. şaire benzer surette konuşmakla. Mevzuu şiir sayılabilecek kadar hoş, lâtif olan şey. |
şaire |
Bir tek arpa, arpa tanesi. * (C.: Şaâyir) Tıb: Arpacık. ◊ (C.: Şâirât - Şevâir) Kadın şair. |
şairiyy |
Arpa satan kimse. |
sait |
(Savt. dan) Sesli. Ses çıkartan. |
saiyan |
(Sâi. C.) Haberciler, haber götürenler. * Çalışanlar. |
sak |
Bir şeyin aslı. * Topuktan baldıra doğru bacağın incik yeri. * Mc: Şiddet. |
sak' |
Horozun ötmesi. Bir kimseye vurmak. * Udul etmek, geri dönmek, vazgeçmek. ◊ Kuşun, kanadını çırparak öttürüp uçması. |
sak'a |
Güneş. * Başın ortası. * Beyaz renkli tavşancıl kuşu. |
sak'ab |
Uzun, tavil. |
saka |
Ordunun gerisi, ordunun gerisinde bulunan asker takımı. * Üzengi kayışı. |
şaka |
Meşakkatli ve güç. * Musibet ânında yakasını ve yüzünü yırtan kadın. |
şaka' (şika') |
Bedbahtlık. * Yaramazlık. |
şaka' (şüku') |
Tulu etmek, doğmak. * Çıkmak, huruç etmek. * Dağıtıp perâkende etmek. |
sakalan |
(Sakaleyn) İnsanlar ve cinler. |
sakam |
(Sekam) İllet, hastalık, dert. * Hata ve yanlış. * Zillet. |
sakamet |
Bozukluk, ziyan, noksan, zarar, eksiklik. * Keyifsizlik. * Dert. |
sakar |
(C.: Sükur-Sakâr-Sıkâre-Sukure-Eskur) Çakır kuşu. * Çok ekşimiş süt ve pekmez. * Bir şeyi kırmak. ◊ Cehennem'in bir ismi. (Bak: Cehennem) |
sakare |
Kâfir. * Koğucu, dedikoducu, nemmam. * Müstehak olmayana lânet eden. * Pekmezci. |
sakat |
Bir tarafı bozuk, eksik veya asla bir işe yaramaz olan. * Yanlışlık (yazıda veya sözde). |
sakatî |
Yanlışları çok olan muharrir veya şâir. |
şakavet |
(Bak: şekavet) |
sakayn |
İkizkenar. |
sakb |
(C.: Sukub) Delinme, delme. * Bir taraftan diğer tarafa kadar açık olan delik. * Sütü çok olan deve. * Çok kırmızı, koyu kırmızı. ◊ (C.: Sukub) İnce, uzun. * Ev ortasında olan More… |
sakbe |
Çadır direği. * Oklava. |
şakce |
Henüz yeni renk almış olan hurma. |
sakek |
At kusurlarından bir kusur. |
sakf |
Dam, çatı, tavan. Asuman, gökyüzü. ◊ Hızla almak. Sür'atle ahzetmek. |
saki |
(Saky. dan) Sulayan, içecek su veren, sucu. * Kadeh sunan. İçki sunan.SAKİ': Kırağı, şebnem, çiğ. |
şaki |
(Şekavet. den) Haydut. Yol kesen. Haylaz. * Her çeşit günahı işleyebilen. ◊ Şikâyet eden. * Ağlayan. * Hiddetli ve şevketli. ◊ Şekavette bulunan. |
sakia |
(C.: Savâkı) Yıldırım. |
sakib |
Parlak. * Bir yandan bir yana delip geçen. ◊ (Sâkibe) Dökülen. |
sakif |
Nüfuz eden, sözünü dinletip geçiren. |
şakife |
(C.: Şukuf) Su dökülmemiş saksı parçası. |
şakik |
İkiye bölünmüş bir şeyin yarısı. * Öz kardeş. |
şakika |
(C.: Şakayık) Yarım baş ağrısı. * Ana - baba bir olan kız kardeş. Öz kız kardeş. * Çatlak, yarık. |
sakil |
Ağır, can sıkıcı. Çirkin. * Gr: Ağır ve kalın okunur harf veya hece. ◊ (Sıklet. den) Ağır, can sıkan, sıkıcı. Çirkin kaba. ◊ Cilâ yapan, parlatan. |
şakil |
Yanakla kulak arası. * Âdet. Hilkat. |
şakile |
Yol. Tarik. Meslek. * Yaradılış. Tıynet. Seciye. Mizac. Bir kimsenin yaratılışının temel hususiyeti. |
sakim |
Hasta, keyifsiz, sağlam olmayan. * Yanlış. |
sakin |
Hareketsiz, kendi hâlinde. Bir yerde oturan. Kararlı. * Gr: Harekesi olmayıp cezimli (sakin okunan) harf. |
sakinan |
(Sâkin. C.) Bir yerde oturanlar. Sâkinler. |
sakinâne |
f. Sâkin olana yakışır şekilde. Sessizce. |
şakir |
Allaha şükreden. Hâlinden memnuniyetini bildiren. (Bak: Şükr) |
şakirâne |
f. şükrederek. şükretmek suretiyle. |
şakird |
f. Talebe, çırak. |
şakirdân |
şakirdler, talebeler. |
şakirî |
(Şakiriyye) Şakird, talebe, tilmiz. |
şakis |
Şerik, ortak. * Hisse, nasip. |
sakit |
Düşen, düşük. Kıymetsiz, sukut eden. Ölü olarak düşmüş çocuk. |
sakit(e) |
Susan, ses çıkarmayan. |
sakitâne |
f. Ses çıkarmayarak, sessizce. |
sakiye |
(C.: Sevâki) Su arkı, su dolabı. |
sakiyy |
(C.: Eskiye, Sakiyye) İri taneli yağmurlu bulut. * Hurma ağacı. |
şakiz |
Gözü değen kişi. * Gözüne uyku gelmeyen. * Daima güneş tarafına yönelen bir nevi büyük kertenkele. |
sakk |
(C.: Sukuk-Sıkâk-Esak) Kitap. * Kapı yapmak. * Vurmak, darbetmek. ◊ Kin tutmak. |
şakk |
Yarık, çatlak. Yarılma, çatlama. * Yırtma. Kırma. ◊ (Meşakkat. den) Eziyetli, zahmet verici, güç. ◊ Silahlı kişi. * Şek ve şüphe eden. |
şakk-i asâ |
f. Değneği kırmak. * Mc: İhtilâfa sebeb olmak, topluluktan ayrılmak. |
sakka |
Çok su dağıtan, çok sulayan, sucu. |
sakka' |
Kulağı çok küçük olan koyun. |
sakl |
Törpü ile eğeleme. Cilâlama. |
şaklaban |
Şen şatır, hoppa. Avutucu, aldatıcı. Güldürücü, soytarı. |
sakme |
şiddetle ve kakarak vurmak. |
sakn |
Timsah derisi gibi katı ve sert olan deri. |
şakn |
Eksilmek, noksanlaşmak. |
sako |
Üst tarafa giyilen elbise. (Ceket, aba, palto gibi) |
sakre |
Güneşin çok olan tesiri. * Çakır kuşunun dişisi. |
saksaka |
Sığırcık kuşunun ötmesi. * Çok söylemek, çok konuşmak. * Serçenin terslemesi. |
şakşaka |
Doğan kuşunun veya serçenin ötmesi. |
sakta |
(C.: Sakatât) Sözdeki bozukluk veya yanlışlık. |
sakta (sikat) |
Kapmak. * Düşmek. |
şakul |
(Çekül) Geo: Bir yerin umumi hattını tâyin için kullanılan âlete denir. Bir ağır cismi ip ile yüksekten sarkıtmakla bir duvarın ne derece yatık, eğri veya doğru olduğu anlaşılması gibi. |
şakulî |
Şâkule bağlı, onunla alâkalı, onunla nisbeti olan şey. Geo: Düşey. |
sakur |
Sivri burunlu büyük balta. Külünk. ◊ Deyyus. |
saky |
Sulamak. Su içirmek. * Bedende su toplamak. |
sal |
f. Sene, yıl. |
sal' |
Baş tepesinin saçsız oluşu, kellik. |
sal'a |
Belâ, âfet. * Ağaç olmayan kumlu yer. SALA': Kuyruğun sağı veya solu. |
sal-dide |
f. Yaşlı, ihtiyar. * Tecrübeli, gün görmüş. |
salâ |
Namaza davet için çağırmak. Minarede okunan salavat, dua. (Kelimenin aslı 'Essalât' veya 'Salât' dır.) |
sala' |
Kellik. Baş tepesinin saçı dökülüp açık olması. |
salâ-han |
f. Minarede cuma veya cenaze namazına davet için salâvat okuyan kimse. * Meydan okuyan kişi. |
salaa |
Tepenin saçı dökülüp açık kalan yeri. |
salabet |
Metanet, katılık, sulbiyet. * Peklik, dayanma. Sağlamlık. * Mukaddesatı korumak hususunda cesaret, metanet ve sebat gibi sıfatlarla muttasıf olmak. (Bunun Zıddı: Lâübalilik) (Bak: Dimağ) More… |
salaet |
(C.: Salâât) Ezme işindeki kullanılan yassı düz taş. |
salah |
Bir şeyin en iyi hâli. Rahatlık, sulh, iyileşme, düzelme, iyilik. Dine olan bağlılık. Her hayra câmi faziletlerin toplanmasında hâsıl olan yüksek bir sıfat. (Mukabili fesad ve fücurdur) |
salahat |
Sâlihlik, günahsız ve temiz oluş, dindarlıkta çok ileri olmak hâli. |
salahattin |
(Bak: Salah-üd din) |
salahdem |
Katı, şiddetli, şedid. |
salahdi |
Kavi, sağlam, dayanıklı ve muhkem. |
salahiyet |
Bir işe karışmağa veya o işi yapmağa hakkı olmak, vazifeli olmak, bir iş için emir almış olmak. * Bir dâvaya bakabilmek. |
salahiyetdar |
f. Vazifeli, salahiyet sâhibi. |
sâlâr |
f. Kafile veya kabile reisi. Baş. Başkan. Reis. En büyük âmir. Başkumandan. |
salat |
Namaz. Belirli vakitlerde Kur'an'da emredildiği tarzda ve Hz. Peygamber'in tarifi vechi ile yapılan ibadet. * Tebrik, tezkiye. * Dua. Peygamberimize (A.S.M.) yapılan dua. * More… |
salatîn |
(Sultan. C.) Sultanlar. |
salavat |
(Salât. C.) Namazlar. * Bütün dualar. İhtiyaçtan gelen ricalar. * Nimetten çıkan şükürler. İbadetler. * Hazret-i Muhammed'e (A.S.M.) memnuniyet ve bağlılık için yapılan dualar. * Nasârâ More… |
salavatullah |
Allah'ın rahmet ve inayeti, kusur ve günahları aff u mağfiret etmesi. |
salaye |
(C.: Salâyât) Bir şey ezmede kullanılan yassı düz taş. |
salayik |
Yufka yapmak. |
salb |
Asmak. Darağacına çekmek. Çarmıha germek. * Kemikten yağ çıkarmak. |
salben |
Asarak, asmakla öldürmek suretiyle. |
salbetmek |
Asarak öldürmek. |
sald |
Kaypak taş. * Taş gibi çok dayanıklı şey. * Dağa çıkmak. * Şiddetle ellerini yere vurmak. |
saldah |
Sağlam ve katı nesne. |
sale |
Âfet, belâ, musibet, dâhiye. ◊ f. Yıllık, senelik. |
salef (salf) |
Kibirlilik. Tekebbürlük hali. * Kin tutmak, buğz etmek. * Zevci indinde zevcenin kadri olmamak. * Misafir için olan yemeğin yetmemesi. |
salehba |
Dayanıklı ve kuvvetli deve. (Müe: Salehebât) |
salenbac |
Uzun ince balık. |
salfa' |
Sağlam ve sert yer. |
salha |
(Sâl. C.) f. Yıllar. Seneler. |
salhhane |
f. (Bak: Selhhane) |
salhurde |
f. Çok yaşlı, pek ihtiyar. |
salib |
(C.: Sulub-Salbân) Haç. * Şiddetli, şedit. * Heybetli. ◊ Titreten. * Hareketli. |
salib(e) |
Bir şeyin vücudunu veya vukuunu inkâr eden. * Kapıp götüren, zorla alan. * Alan. * Bir şeyin vücudunun olmadığını veya meydana gelmediğini söyleyip isbat eden. |
salibe |
Ayakları yarık olan kadın. |
salibiyyun |
Hristiyanlar. |
salid |
Pak, temiz. |
salif |
Boynun genişliği, kalınlığı. |
salif(e) |
Evvelce geçen, geçmiş. Mukaddem. |
salig |
(C.: Sulag) Altı yaşındaki sığır. |
salih |
Kara yılan. |
salih(a) |
(Salâh. dan) İşe yarar, elverişli, uygun, iyi. Haklı olan, itikatlı, dindar, dinî emirlere uyan. * Faziletli, ehl-i takva olan. |
saliha |
Safi gümüş. * İyi, sâlih kimse. |
salihat |
Dine uygun iyi hareketler. Cenab-ı Hakk'ın ve Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın beğeneceği işler, iyilikler. * Hayır ve hasenat sâhibi müslüman kadınlar. |
salihûn |
Salih kimseler, günahkâr olmayanlar, salihler. |
sâlik |
(Sülûk. dan) Bir yolda giden. Belli bir yol tutup giden. * Bir tarikat yolunda olan. |
sâlikân |
(Sâlik. C.) Sâlikler. Bir tarikata girmiş veya bir şeyhe bağlanmış kimseler. |
sâlikûn (sâlikîn) |
(Sâlik. C.) Sâlikler. Sülûk edenler. |
salil |
Demirden çıkan ses. Demir sesi. |
sâlim(e) |
Sağlam. * Sıhhatli. Sağ. Noksansız, eksiksiz. * Her türlü tehlikeden uzak olan. Emin ve korkusuz olan. * Gr: Kelimelerdeki harfler bozulmadan cemi' eki katılarak yapılan çoğul hali. More… |
sâlimen |
Sağ, sağlam ve sıhhatta olarak. * Emin olarak, emniyetle. |
sâlimîn |
(Sâlim. C.) Sağ, sağlam ve sıhhatta olanlar. Sâlimler. |
sâlis(e) |
Üçüncü. * Sâniyenin altmışta biri. |
sâlisât |
(Sâlise. C.) Sâliseler. Sâniyenin altmışta biri kadar olan vakitler. |
sâlisen |
Üçüncü olarak. |
saliye |
Edb: Yeni yılı tebrik maksadıyla sene başında yazılan tarihli medhiye. |
salk |
Şiddetli ses. * Vurmak. * Hâmile kadının ağrısı tutup bağırması. |
salkame |
Azı dişlerinin birbirine dokunması. |
sall |
Demirlerin birbirlerine sürtünmelerinden çıkan ses. ◊ (C.: Sellât) Dar su yolu. |
salla |
(Salli) Duâ olsun, şânı yücelsin meâlinde söylenir. |
salle |
(C.: Sılât) Kuru yer. * Deri, cild. |
salm |
Kesmek. |
salma' |
Kesmek. |
salname |
f. Yıllık, senelik. |
salsal |
Kuru balçık. Kumla karışıp kurumuş olan balçık. * Çok anırgan eşek. |
salsale |
Demirlerin birbirine dokunmaktan ses çıkarmaları. |
salt |
Bileyi taşı. * Kişinin kendi öz kızı. * Erkek ismi. * Geniş alın. * Vurmak mânâsına mastar. |
saltanat |
Kudret, kuvvet. * Hâkimiyet, padişahlık. * Tantana, gösteriş, debdebe. * Şatafatlı hayat. Bolluk. Zenginlik. (Bak: Siyaset) |
salus |
f. İkiyüzlü, riyakâr. |
salusî |
f. İkiyüzlülük, riyakârlık. |
salv |
Uyluk. |
salvele |
Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'a okunan salavat ve dua. |
saly |
Pişirmek. * Yakmak. |
sam |
Ölüm, mevt. * Yer altındaki altın damarı. * Gök kuşağı. * Ateş. * Sersemlik hastalığı. * Hazret-i Nuh'un (A.S.) oğullarından birinin ismi. |
şam |
Akşam. Akşam yemeği. 'Şe'm, şâm' Arapçada 'sol' mânâsına gelir. 'Yemen' sağ demek olduğundan Hicaz'a nisbetle sol taraftaki memleketlere Şam, sağ More… |
şam u seher |
Akşam sabah. |
sam'a |
Küçük kulaklı kadın. (Müz: Asmâ) * Kuvvetlenip olgunlaşan ot. |
sam'ar |
Katı şiddetli, şedid. |
sam'are |
Sağlam ve dayanıklı, sert. |
samahmah |
Uzun ve çok yoğun olan madde. |
samam |
Belâ. * Zahmet, meşakkat. |
sâmân |
f. Servet. Zenginlik. * Rahmet. * Dinçlik. * Düzen, tertip. * Bir kimsenin varı-yoğu, serveti. |
sâmânsuz |
f. Rahat ve huzuru bozan. |
şamar |
t. Tokat. Belâ, musibet. |
şamat |
(şâme. C.) Vücuttaki benler. |
samd |
Kasdetmek. * Yüksek yer. * Galiz, yoğun. |
şame |
f. Kadın baş örtüsü. * Arapçada: Vücuddaki ben. |
şâme-geş |
f. Başına örtü alan. |
samece |
(C.: Samec) Kandil. |
samed |
Her şeyin kendine muhtaç olup, kendisi hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmayan. (Allah) *Pek yüksek, dâim. * Refi' ve âli ve içi dolu şey. * Kavmin ulusu. |
samedanî |
Samed olan Allah (C.C.) ile alâkalı. İlahî. Allah'a mahsus. |
samediyet |
Allah'ın (C.C.) hiç bir şeye muhtaç olmadığı gibi hazinesinden hiçbir şey eksilmemesi ve kudretine de hiç bir şey ağır gelmemesi. |
samekmek |
Çok kuvvetli adam. |
samem |
Sağırlık. |
samer |
Bozulup fena kokmak. |
sameyan |
Sıçramak. * Kalkmak. * Yürekli, cesaretli, kahraman, bahadır kişi. |
samg |
Zamk, ağaç sakızı. |
şamgâh |
f. Akşam vakti. |
samgî |
Zamk gibi, zamk halinde olan. |
samha |
Kolaylık. Asânlık. Sühulet. |
sami |
Sertlik, katılık. Kuruluk. ◊ Yüksek, yüce, refi'. |
şamî |
Şam şehrinden olan, Şamlı. * Şam şehri ile alâkalı. |
sami' |
İşiten, duyan, dinleyen. |
samia |
Duyma, işitme duygusu, işitme kuvveti. |
samid |
Yükselen, başını kaldırıp göğsünü kabartan. * Hayrette kalan. * Gafil. |
samih |
Cömert, eli açık sahavet sahibi ve civanmert olan. |
şamih(a) |
Ali şey, yüksek. * Mağrur, başını kaldırmış. Mütekebbir. * Tıb: Vücuddaki beyin ve kemik gibi yerlerdeki çıkıntılı, tümsek yerler. |
samiîn |
(Samiûn) Dinleyiciler. * Bir nevi icraatta alâkadar olmayıp dinleyici olanlar, devam edenler. |
samil |
Kuru, yâbis. |
şamil(e) |
Çevreleyen, içine alan, ihtivâ eden, kaplayan. * Çok şeye birden örtü ve zarf olan. * Fazla şeyleri veya kimseleri ilgilendiren. |
samim |
İç, asıl, öz. |
samimâne |
f. Samimi olarak. İçten duyarak, riyasızlıkla. |
samimî |
İçten, gönülden, candan. * İçli, dışlı. |
samimiyet |
İçten ve kalbden olan sevgi ve bağlılık. |
samin |
Semiz, yağlı, besili. |
samin(e) |
Sekizinci. |
saminen |
Sekizinci olarak. Sekizinci derecede. |
samir |
Yemişli, meyvalı ağaç. ◊ Gece toplantıları. |
samirî |
Hz. Musa Peygamber zamanında Yahudileri şirke sevk eden. Hz. Musa'nın (A.S.) bulunmadığı yerde kavmini yaptığı buzağı heykeline taptırmağa çalışan bir yahudi. |
samit |
Tatsız bayat süt. * Tuzsuz ekmek. |
samit(e) |
Susan, sükût eden. * Ses çıkarmaz, sessiz. * Gr: Sessiz harf. |
samitane |
f. Sessizce, ses çıkarmaksızın, sâkitane. |
samkuk |
Kaba adam. |
saml |
Katılık, sertlik. * Dimdik olmak. * Pekişip kaskatı olmak. |
samlah |
Kulak deliği. * Kulak kiri. |
samm |
Sağır olmak. * Şişenin ağzını tıkamak. * Katı, sağlam ve sert madde. * Vurmak. |
samm(e) |
Zehirleyen. Ağulu. * Sam Yeli denen öldürücü rüzgâr. |
şamm(e) |
(şemm. den) Koklayan, koku alan. * Koklama duygusu. Burun. |
samma |
Sesi çıkmayan, sessiz. * Sağır ve dilsiz. * Katı ve son kaya. * Sağlam ve sert yer. * Belâ. * Zahmet, meşakkat. |
samme |
(C.: Sevvâm) Zehirli hayvan. |
samsam |
Keskin olmak. * Keskin kılıç. Seyf-ü sârim. |
samsame |
Cemaat, topluluk. * Bölük. |
samt |
Susma, sükût. |
samu |
İyi olma, afiyet bulma. |
samut |
(Samt. dan) Az konuşan. * Susmuş. Surat asarak susan. |
samyeli |
Sıcak memleketlerde esen bunaltıcı rüzgâr. |
san |
f. 'Benzer, andırır' mânâlarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. |
şan |
(C.: Şuun) Büyük sevap. * Şeref. * Irz, namus. * Nam, şöhret, şan, ün. * Mahiyet. * Gösteriş, çalım. * Tabiat, huy, âdet. * Hal, keyfiyet. |
san' |
Sağlam ve muhkem yer. |
san'a |
Yemen diyarında bir şehrin adı. |
san'at |
Ustalık, hüner, mârifet. |
san'atger |
f. San'atçı. |
san'atkâr |
f. Usta, san'atçı. |
san'atkârane |
f. San'atlı olarak, özenip meharetle yapılmak suretiyle, sanatkâra yakışır şekilde. |
san'atnüma |
San'atkârlığını gösteren, san'at gösteren. |
san'atperverane |
f. San'atkârcasına, san'atkârlığına çok kıymet vererek. |
san'avî |
(San'aviye) San'atlı oluş. San'ata mensub. Muntazam yapılı. |
sanabir |
Şiddet. |
sanadid |
Bahadır ve şeci' olanlar. Kahramanlar. İleri gelenler, reisler, padişahlar. |
sanadik |
(Sunduk. C.) Sandıklar. |
sanai' |
(Sania. C.) Tertibli, uydurma işler. Tuzaklar. * Sanayi. |
sanavber |
Çam fıstığı kozalağı veya onun şeklinde olan. Çam fıstığı. |
sanavberî |
Kozalak biçiminde. Koni şeklinde. |
sanayi |
San'atlar. |
sanbur |
Yalnız olan hurma ağacı. * Oğlu, kızı, kavmi ve kabilesi olmayan kişi. |
sanc |
Zil. |
sancakdar |
f. Sancak taşıyan. Alemdar. |
sance |
(C.: Sanecât) Terazi. * Taş. |
sand |
Bendetmek, bağlamak. |
sandal |
(C.: Sanâdil) Büyük başlı deve. * Güzel kokulu bir ağaç. |
sandid |
Bela. * Meşakkat, zahmet. * Şiddetli yağmur ve rüzgâr. |
sanduk |
(C.: Sanadik) Sandık. |
sanduka |
Türbelerde mezarların üzerine tahtadan sandık şeklinde yapılan ve üstüne yeşil çuha örtülen yerin adıdır. Kadın sandukaları düz olduğu halde, erkek sandukalarının baş tarafına bir ağaç More… |
sandukçe |
f. Küçük sandık. |
sandukkar |
Veznedar. |
şane |
f. Tarak. |
sanem |
Kâfirlerin, önünde ibadet ettikleri heykel, put. * Mc: Çok güzel olan. * Putperestlerin İlâhı. |
sanem-hane |
f. Tapınak, puthane. |
şanesâz |
f. Tarak yapan, tarakçı. |
sanevber |
(Bak: Sanavber) |
sanevî |
İkinci. İkinci derecede. |
şanezede |
f. Tarakla saçları taranmış. |
şanezen |
(C.: Şanezenân) f. Baş tarayan. * Mc: Güçlükleri çözen. Zorlukları yenen. |
sani |
İkinci. |
sâni aşer |
Onikinci. |
sani' |
(Sun'. dan) Sanatkârca yapan. Yaratan. San'at eseri olarak meydana getiren. İşleyen, yapan. (Allah) ◊ Görülen iş. |
şani' |
'Adavet etmek, kin tutmak mânasına 'şeneân' dan ism-i fâil olup, buğz eden, kin tutan demektir. Esas murad ise; buğz edip geçmiş olan değil, buğzunda devam ve ısrar eden More… |
sania |
Uydurma, düzme. Tuzak, hile. * İş, amel, fiil. |
sanife |
Bez kenarı. |
sanih |
Mübarek fiil, iyi iş. |
saniha |
Zihne gelen fikir. Mütâlâa. Çok düşünmeden gelen fikir. |
saniha-ârâ |
f. Hatıra gelen, akla gelen. |
sanihât |
(Sâniha. C.) Çok düşünmeden akla, fikre gelen şeyler. (Bak: Sünuh) |
saniye |
(C.: Sevâni) Su taşıyan deve. Su yükledikleri ve su çektirdikleri deve. ◊ Dakikanın altmışta birisi. Çok kısa bir zaman. |
saniyen |
İkinci olarak. İkinci derecede. |
sansür |
Fr. Neşr olacak şeylerin (kitap, film veya mektubların) hükümetçe kontrol edilmesi işi. |
şantaj |
Fr. Bir kimsenin suçunu veya yüz karasını meydana çıkarmak tehdidiyle menfaat sağlamaya çalışma. |
santit |
Ulu, kerim kişi. |
şantiye |
Fr. Bir inşaat yerinde inşaat ve malzeme için hazırlanan yer. * Gemi tezgâhı. |
santrifüj |
yun. Merkezden uzaklaşan kuvvet. Merkezkaç kuvvet. (Bak: Kuvve-i an-il merkeziye) |
sanvan |
(Sunvân) (C.: Esvane) Kaftan. * Giyecek eşyaların muhafaza edildiği dolap veya sandık. |
şap |
(Şep) Kim: Antiseptik bir cisim olup alüminyum ve potasyum sulfatından mürekkep, tadı buruk ve suda tuz gibi erir bir cisim. * Hayvanların ağız ve ayaklarında görülen ateşli, salgın bir hastalık. |
şape |
f. Çığ. Yuvarlandıkça büyüyen kar topu. |
sar |
f. Yer, mekân bildiren, birleşik kelimeler yapılan bir ek'tir. Bir şeyin kesretle bulunduğunu gösterir. Meselâ: Kühsar - Çok dağlık yer. ◊ İntikam, öç. |
şar |
f. şehir, belde. |
sar' |
Düşmek. * Yıkıp yere çalmak. * Edb: Şiirin beytini iki mısra' veya iki kafiyeli yapmak. * Tıb: Bir hastalık ki, teneffüs cihâzını his ve hareketten meneder. |
sar'a |
Tıb: Bir nevi baygınlık hastalığı. |
sar'î |
Sar'a hastalığı ile ilgili. |
sara |
f. Hâlis, saf, katıksız. *Hz. İbrahim'in (A.S.) birinci zevcesinin ismi. ◊ Rengi değişmiş olan su. |
sara' |
Sararmış hanzal otu. |
şarab |
İçilecek şey. İçki. * Mey. Bâde. Hamr. İçilmesi haram olan bir içki. (Bak: Mubikat-ı seb'a) |
sarad |
Yer bağırsağı. |
sarah |
Her şeyin hâlis ve safisi. |
sarahat |
Sarih olmak, zâhir olmak. Açıklık. * Kaymağı alınmış süt. |
sarahaten |
Açık ve sarih olarak. Açıktan açığa. |
saramet |
Yiğitlik, mertlik. |
şarapnel |
Fr. Ask: Bir çeşit top mermisi. * Top mermisinden dağılan herbir parça. |
sararî |
(C.: Sarariyyûn) Gemici. |
sarasir |
(Sarsar. C.) şiddetli ve gürültülü rüzgârlar. |
sarasira |
Şam vilâyetinde yetişen bir otun adı. |
sarat |
Suyun çok durmaktan dolayı renginin ve kokusunun değişmesi. |
saray |
(Seray) f. Büyük kimselerin veya padişahların oturduğu yüksek ve büyük bina. Büyük, muntazam ve tantanalı konak, ev. |
sarb (sareb) |
Sütü birbiri üstüne sağmak. * Bevlini hapsetmek. * Çok ekşimiş süt. * 'Zamk-ı talh' denilen ağaç sakızı. |
sarban |
f. Deve sürücüsü. Deveci. |
sard |
Nüfuz etmek, sözü geçer olmak. * Katıksız, saf, hâlis. * Soğuk. |
sardah (sirdâh) |
Düz yer. * Sahrâ, çöl. |
sare |
(Sayr: Olmak. dan) Oldu (meâlinde fiil). ◊ (C.: Savâr) Hâcet, ihtiyaç. * Susuzluk. ◊ Cemaat, topluluk. |
şare |
Libas, elbise. * Heyet. |
sarf |
(C.: Süruf) Harcama, masraf, gider. * Fazl. * Hile. * Men etme. Bir kimseyi yolundan ve işinden ayırıp başka tarafa yöneltme. * Farz. * Gr: Bir lisanı meydana getiren kelimelerin More… |
sarf u nahiv |
Dilbilgisi. Gramer. |
sarfe |
Boncuk. * Nurlu bir yıldız ismi. |
sarfî |
(Sarfiye) Masrafa, sarfa ait, gidere dair. * Gr: Sarf kaidesine dair, gramere ait, dilbilgisiyle ilgili. |
sarfiyyat |
Masraflar, giderler. |
sarh |
(C.: Suruh) Büyük köşk, yüksek yapı. |
sarha |
Çağırmak, bağırmak, feryad etmek. |
sari |
(Sâriye) Sirayet eden, bulaşıcı, geçici olan. Genişleyip başkasına da geçmeğe, yayılmağa müstaid olan. ◊ f. Süren, sürücü. |
sarî |
(C.: Surrâ) Gemici. |
sari' |
Düşmüş. Yere düşmüş sar'alı kimse. |
şari' |
Şeriatı meydana koyan, teşri eden. Allah (C.C.). * Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) bir ismi. * Şüru' eden, başlayan. |
sarib |
Yol, tarik. |
şarib |
(Şürb. den) İçen. Şürbeden. * (C.: Şevarib) Bıyık. |
şaribe |
Su kenarında olan tâife. |
şarid |
Tutunup beğenilmiş ve yayılmış şiirler. * Şiir tarzındaki ata sözleri. |
sarif |
Kapı gıcırtısı. * Diş gıcırtısı. * Makara sesi. ◊ (Sarf. dan) Değiştiren. * Harcayan, sarf eden. |
şarif |
(C.: Şürüf) Yaşlı deve. |
sarife |
(C.: Savârif) Değişiklik. Değişme. |
sarih |
Kurtaran, maded veren. İmdad eden. * Çağırılan, kendisinden meded beklenen. * Meded isteyen. ◊ Açık, belirli âşikâr. Sâf ve hâlis olan. |
şarih |
Şerheden, açıklayan. Bir şeyin mânasını izhâr eden. ◊ (C.: Şurah) Yiğit, kahraman. |
sarihan |
Açık ve belirli olarak. Açıkça. Meydanda ve âşikâr olarak. |
sârik |
(Sârıka) Çalan, hırsızlık yapan. Hırsız. |
sarik |
(Bak: Sârık) |
şarik |
(C.: Şevârık) Güneş. * Parlak cisim. ◊ Çıkan, tulu' eden. * Parlayan. |
şarika |
(C.: Şevârık) Aydınlık, nur, ziya, ışık. |
sârikane |
f. Hırsız gibi, hırsızcasına. |
sarim |
Kesilmiş. * Biçilmiş ekin, döğülmemiş harman. ◊ Kesen, kesici. * Şecaatlı. |
şarim |
Ucu yarılmış ok. |
sarime |
Ekini biçilmiş yer. |
sarir |
(Kapı, kalem vs. de) Cızırtı, gıcırtı. |
sariye |
(C.: Sevari) Direk. * Gece yağmur yağdıran bulut. |
şark |
Doğu. Güneşin doğduğu taraf. * Güneş ve güneşin aydınlığı. * Yarmak. * Parıldamak. * Avrupa kültürünün dışında kalan müslüman ülkeleri. |
şark musikisi |
(Bak: Musikî) |
şarkî |
Şark ile alâkalı. Ciheti şarka, doğuya doğru olan. |
şarkiyat |
Şark dilleri veya ilimleri hakkında inceleme yapan ilim şubesi. |
şarkiyyun |
Doğulular, şarklılar. |
şarlatan |
Fr. Yalancı. Yüksekten atarak karşısındakini aldatan. Hayasız. |
sarm |
(Surm) Bağ kesmek. Meyve toplamak. Bir şeyi kökünden ayırmak. |
sarma' |
Susuz sahra. Suyu olmayan çöl. |
sarniç |
(Bak: Sahrınç) |
sarr |
Kesenin ağzını bağlamak. * Hıfzetmek. * Cem'etmek, toplamak. * Yukarı kaldırmak. * Zammetmek, artırmak. ◊ Sevindiren, sürura sebeb olan. |
sarraf |
Sarfeden. Para işleri ile uğraşan. * Cevherci, kuyumcu. Cevherin kıymetini san'atı ile azaltan veya çoğaltan. |
sarrafân |
(Sarraf. C.) Sarraflar. |
sarram |
Ham deri satıcısı. |
sarrar |
Orak kuşu denilen ve yaz sıcaklarında öten bir hayvan. |
sarre |
Kapı, kalem ve semer cızıldaması. * Çağırıp söylemek. * Sayha, yüksek ses. |
sarsar |
Gürültü ile gelen pek soğuk rüzgâr, yel. Kasırga. * Ağustos böceği. |
sarsara |
Doğan sesi. * Horoz sesi. |
sarsarani |
(C.: Sarsaraniyyât) Bir deve cinsi. * Bir cins balık. |
şart |
'Bir kısım muamelelerde lüzumlu olan hüküm. Bir şeyin olması ona bağlı olan şey. * Kayıt. Bir iş için mutlaka lüzumlu olan husus. * Yemin. * Hal, vaziyet. * Gr: Biri diğerine bağlı olan More… |
şartiye |
Şart ile olan. Şartlı. (Bak: Şart) |
şartiyyet |
Şartlılık. Şarta bağlı olmaklık. |
şartname |
f. Bir sözleşmede olan şartların yazıldığı resmi kâğıt. |
saruc |
Alçı. * Hamam otu. |
şaruf |
Süpürge. |
sary |
Kalem ve kapı cızıltısı. |
şaryo |
Fr. Araba. Yazı makinelerinde, daktilolarda kâğıdın takıldığı kısım. |
şasif |
Kuru ve zayıf. |
sasim |
Kara ağaç. * Abnus ağacı. |
şasiye |
(C.: şevâss-şasâyât) Dolu sokak. |
şasr |
Seyrek seyrek dikmek. |
şass |
(C.: Şüsus) Balık avlamada kullanılan olta ve ağ. |
şast |
f. Okçuların baş parmaklarına taktıkları yüksük. * Balık oltası. ◊ f. Altmış. (60) |
şat |
(C.: Şiyâh-Şiyât) Koyun. * Vahşi sığır. ◊ (C.: şutut) Büyük nehir. |
sat' |
Yüksek olmak. Kesmek, kat'etmek. |
şat' |
Yerden yeni çıkan taze ekin yaprağı. Ekinlerin taze çıkan filizleri, yaprağı. * Su arkı. * Cima etmek. * Bağlayıp sağlamlaştırmak. |
şatahat |
Mânevi sarhoşluk. * Kendinden geçer bir hâle gelmek ve böyle istiğrak hâlinde iken söylenen müvazenesiz sözler. |
şatata |
Haktan ve akıldan uzak, hadden aşan söz. |
şatbe |
(C.: Şütab-Şütub) Hurma ağacının budağı. * Yaş ekin yaprağı. * Yarmak. * Kesmek. * Uzun boylu kadın. |
sath |
(Bak: Satıh) |
sathen |
Dış yüzden, dıştan. |
sathî |
Görünüşe göre, derinliğine dalmadan, üstünkörü olarak, satha dâir ve âit. |
sathiyât |
Sathi ve âdi şeyler. |
şathiyyat |
Alaylı ve eğlenceli fıkra veya hikâyeler. |
sati |
Adımlarını geniş atan at. |
sati' |
(Sâtı'a) Yükselerek meydana çıkan. * Yükselerek görünen. Nur saçan. Parlak. |
şati' |
(C.: Şevâti) Kenar, kıyı. Cânip, taraf, yön. |
şatib |
Eğri, eğik, mâil. |
şatibe |
Uzun boylu. |
satih |
Düz. Bir şeyin dış yüzü, üstü. * Evin damı. * Yayıp döşemek. * Genişlik. ◊ (Bak: Şıkk) |
satim |
(C.: Sutem) Galiz, kaba. |
şatim |
(Şetm. den) Küfreden, söğüp sayan. |
satir |
Setreden, örten, kapatan. * Günahları, kusurları örten. |
şatir |
(Şetaret. den) Neş'eli. Şen. * Çevik. Hizmete koşup, her işe hazır bulunan. * Vaktiyle vezirlerin yanında giden asker. ◊ Irak, uzak, baid. * Garip, yalnız, kimsesiz. |
satit |
Ses. * Topluluk, cemaat. |
satl |
Kova, tas, küçük leğen. |
satr |
(C.: Sutur) Satır. Yazı sırası. |
şatr |
Taraf, cihet, yön. |
satranç |
32 taşla, 64 haneli bir tahta üzerinde, iki kişi arasında muhakemeye dayanılarak oynanan ve meşru olmayan bir oyundur. |
şatrenc |
Satranç oyunu. |
satt |
Cemaat, topluluk. * Cesediyle tokuşmak. * Kovmak, def'etmek. * Zor bir işe giriftar etmek. |
şatt |
Irmak kenarı. |
satur |
(C.: Sevâtir) Satır, büyük bıçak. ◊ Satır. |
satv |
Yürürken sıçramak. |
satvet |
Ezici kuvvet. Hışım ve şiddetle kavrayıp almak. Birisinin üzerine şiddetle sıçramak ve hamle etmek. * Zorluluk. |
saud |
İnişli ve yokuşlu yer. |
saur |
Ocak. Fırın. |
saut |
Enfiye gibi burna çekilen ilâçlar. |
sav |
Vatan. * Niyyet. |
sav' |
Perâkende etmek, dağıtmak, parça parça yapmak. |
savab |
Doğruluk. Yanlış olmayan. Doğru dürüst. |
savab-nüma |
f. Doğruyu gösteren. |
savabdide |
f. Doğru ve haklı görülmüş. Beğenilmiş. |
savafik |
Havadis. * Yeni meydana gelen şeyler. |
savaik |
Saikalar, yıldırımlar. |
savalic |
Cirit oynanan eğri sopalar. |
savarif |
(Sârife. C.) Değişmeler. Değişiklikler. |
savarim |
(Sârım. C.) Keskin kılıçlar. |
savat |
(Aslı: Sevâd'dır) Gümüş üstüne kurşunla yapılan kara kalem nakışlar. * Derede hayvanlara su içirilen yer. |
savb |
Taraf, cihet, yön. * Dökülmek, nüzul etmek. * Savab. Doğruluk, dürüstlük. |
savb-i âlî |
Yüksek taraf. |
saver |
Eğri boyunlu olmak. |
savg |
Batmak, * Kuyumculuk yapmak. |
savh |
Yarmak. * Ayırmak. * İşitmek, duymak. |
savi |
Kuru, yâbis. |
şavk |
Işık, parıltı. * Şevk. |
savl |
Saldırma, atılma. Saldırış, atılış. |
savlec |
Misk. * Gümüş. |
savlecan |
(C.: Savâlic) Cirit oynanılan eğri sopa. |
savlet |
Saldırma. Ani ve şiddetli atılış. |
savm |
Oruç. İkinci fecirden başlıyarak güneşin batmasına kadar yemekten, içmekten ve cinsi mukarenetten nefsi men'etmek suretiyle yapılan ibâdet. |
savmaa |
(Savmea) (C.: Savâmi') İbadet yeri, hususan Yahudilerin ibadet ettikleri yer. * Hücre. |
savn |
Koruma, muhafaza, sıyanet. |
savr |
(C.: Savâri) Hamle yapmak. * Parçalamak, pâre pâre etmek. * Bir yerde toplanmış küçük hurma ağaçları. |
savre |
Uyuza benzer bir hastalık. |
savt |
Ses. Bağırmak. ◊ (C.: Siyât-Esvât) Kamçı, kırbaç. * Bir şeyi diğerine karıştırmak. |
şavt |
(C.: Eşvât) Atın yelmesi ve sıçraması. * Bir tur. * İşin bir kısmı. * Sesin gidebileceği mesafe. |
savtal |
Havuç cinsinden çöğender adı verilen bir bitki. |
savvag |
Kuyumcu. |
savvane |
(C.: Savân) Bir cins çakmak taşı. |
say' |
Suyun akması. |
say'ariyye |
Boyunda olan işaret. |
sayadid |
Belâ. * Zahmet, meşakkat. |
sayakile |
(Saykal. C.) Cilâ yapanlar, cilâcılar. * Cilâ âletleri. |
şayan |
f. Münasib, lâyık, yaraşır. |
şayan-i temaşa |
f. Görülmeğe değer olan. |
şayanter |
f. Daha lâyık, çok lâyık. Elyak. |
sayarif |
(Sayrefî. C.) Sarraflar. * Kurnaz ve işini bilir kimseler. |
sayasi |
(Sisâ. C.) Dağın uçları. * Herhangi bir şeyin asılları. * Çulha tarakları. * Muhkem ve yüksek kaleler. |
sayb |
İnmek. |
sayd |
Av. Avlanmak, sayda gitmek, ava gitmek. |
sayda' |
Çömlek yapılan toprak. * Kaba ve galiz yer. * Belde ismi. |
saydani |
Bir küçük canlı. * Tilki. * Mülk. |
saydelan |
(C.: Sayâdile) Boncuk ve hırdavat satan çerçi. |
saydelanî |
Boncukçu, çerçi. |
saydele |
Eczahane. |
saydelî |
Eczacı. |
saydenani |
Bir küçük canlı. |
saydgâh |
f. Av yeri. |
saydger |
f. Avcı. Sayyad. |
saye |
(C.: Sâyât) Koyun yatağı. Nişan için dikilen taş. Yolun tanınması için bir yere yığıp höyük yapılan taş. ◊ f. Gölge. * Mc: Himaye, sahip çıkma, koruma. * Muavenet, yardım. |
saye- zar |
f. Gölgelik. |
saye-dar |
f. Gölge eden, gölgesi olan, gölgeli. * Sâhip çıkan, koruyan, himâye eden. |
saye-endaz |
f. Gölge salan. * Mc: Koruyuculuk eden, himâyecilik yapan. |
saye-gâh |
f. Gölgeli yer. Gölgelik. |
saye-güster |
f. Gölge eden. * Koruyan, muhafaza ve himaye eden. |
saye-nişin |
f. Gölgede oturan. * Bir şeyin gölgesine sığınan. Korunan, himaye gören. |
sayed |
Başını yukarı kaldırıp kibirlenmek ve sağına soluna iltifat etmemek. |
sayehan |
Çağırmak. |
şayeste |
f. Şayan, uygun, yaraşır, lâyık. * Nümune. |
şayestegî |
f. Uygunluk, liyâkat. |
şayet |
f. ('Lâyık, yaraşır, şâyân' mânâsına gelen 'Şâyesten' mastarından) Şart veya ihtimal gösterir. 'Eğer, belki, olur ki' gibi. |
sayf |
Yaz, yaz mevsimi. |
sayfî |
Yaza ait. Yaz mevsimiyle alâkalı. |
sayfiye |
Yazlık. Gezinecek ve yazın yaşanacak yer. |
sayfufet |
Udûl etmek. Yoldan çıkmak, vazgeçmek. |
şaygan |
f. Uygun, lâyık, münâsib, sezâ. * Bol, çok, mebzul. |
şayganî |
f. Çokluk, bolluk, mebzuliyet. * Münasiblik, lâyıklık, uygunluk. |
sayh(a) |
(C.: Siyâh) Çağırış. Çığlık. Feryad. Nâra. * Azab, eziyet. |
sayhed |
Uzun. |
sayhud |
Çok sıcak olan gün. |
şayi' |
(Şüyu'. dan) Duyulmuş, işitilmiş, şüyu' bulmuş, herkesçe bilinmiş. * Ortaklar arasında taksim olunmamış müşterek hisse. |
şayia |
(Şuyu'. dan) Yayılmış haber, mütevatir. Söylenti. |
şayib(e) |
(C.: Şevâyib) Ayıp. Noksan. * Pis, murdar. * Saçı ve sakalı beyazlamış olan kimse. |
sayibe |
(C.: Siyeb) Adak için ayrılıp üstüne binilmeyen ve sütü içilmeyen dişi deve. * 'Ümm-ül bahire' adı verilen ve peşpeşe üç dişi deve doğuran deve. Bu deveye de binilmez, sütü More… |
sayide |
f. Eskimiş, yıpranmış. * Ezilmiş, sürülmüş. |
sayife |
(C.: Sayifât) Ufak, yumuşak kum. |
şayife |
Dişleri fazla olan kimse. (Müe: şefvâ) |
şayik |
Nefsi bir şeye yönelen. |
sayil |
Alında olan beyazlık. * Burun kamışı. |
sayime |
(C.: Sevâyim) Yılın ekserinde yabanda yürüyen davar. |
sayir |
Bakan, seyreden. Seyredici. |
sayis |
(Siyaset. den) At uşağı, seyis. Koyun güdücü. |
sayis-hane |
f. Üzerine yük yüklenip yolcunun da bindiği hayvan. |
sayk |
(Bak: Sıyk) |
şayk |
Dağ, cebel. |
saykal |
Cilâ. Cilâ yapan âlet. Parlatan. * Kılıç bileyen. |
saykal vurmak |
Cilâ vurmak, parlatmak. |
saykalzede |
f. Cilâlı. Cilâlanmış. |
saykalzen |
f. Yaldızcı. |
saylem |
Zorluk, meşakkat. |
sayref |
(C.: Seyârif) Sarraf. * İşini, çıkarını, hesabını bilir, kurnaz kimse. |
sayrefî |
(C.: Sayârife) Sarraf. |
sayrem |
Bir lokma yemek. |
sayruret |
(Sayr. dan) Bir hâlden diğer hâle intikal etmek. Bir şeyin bir şeye dönmesi. * Olmak, edilmek. * Vücud, kevn. |
saysa |
Ham hurma çekirdeği. * İçi boş olan hanzal tanesi. |
sayyad |
Avcı, avcılık yapan. |
sayyad-i bî-insaf |
f. İnsafsız avcı. |
sayyag |
(Sıyâgat. dan) Kuyumcu. |
sayyere |
(Sayruretin fiili) Oldu, olur (meâlinde). |
sayyib |
Yağmur veren bulut. |
sayyihanî |
Medine hurmalarından bir cins. |
sayyur |
Bir işin âkibeti, sonu, neticesi, serencâmı. * Akıl, fikir. |
saz |
f. Kamış. * Bir çalgı âleti. * Takım, silâh, edevat. * Ustalık. * At takımı. * Düzen, tertip, sıra. * Öğrenme. * Kuvvet, kudret. * Menfaat. * Benzer, misil, eş. * Hile. ◊ f. More… |
şaz |
(Bak: şazz) |
sazec |
(C.: Sevâzic) Sâde, basit. |
sazende |
(C.: Sâzendegân) f. Çalgıcı. * Düzenleyici, yapıcı. |
sazî |
f. Düzenleyicilik, yapıcılık. |
şazib |
(C.: Şüzeb) Zayıf, ince belli davar. * Katı yer, sert arazi. ◊ Vatanından başka bir tarafa giden kimse. |
şaziyye |
(C.: Şezâyâ) Kavis, yay. * Ağaç kıymığı gibi, bir şeyden kopmuş parça. * Kırılan kemikten meydana gelen parçalar. * İncik kemiği. |
sazkâr |
f. Uygun, muvafık. |
sazkârî |
f. Uygunluk, muvafakat. |
şazz |
(Şâzze) Kaide hârici olan. Umumi nizamdan ayrılmış olan, müstesna bulunan. |
se |
Kur'an alfabesinin dördüncü harfidir. Ebced hesabında 500 sayısının karşılığıdır. ◊ f. Üç. |
se'b |
Tuluk. * Genişletmek. * Boğmak. |
se'bül |
(C.: Sevâbil) Aş havucu. * Pirinç, buğday, nohut, mercimek. |
se'd |
Zayıf yağan yağmur. * Yaz gecelerinde olan rutubet. * Boğaz ıslatan her cins nesne. |
se'met |
Kederli olmak. Melül olmak. * Bıkmak, usanmak. |
şe'n |
İş, yeni olan hal. * Şan. * Tavır. * Hâdise. * Vâkıa. * Kasdetmek. * Emr ü hal. * Tıb: Baştan göze gelen kan damarı. Baştan kaşa, kaştdan göze kan getiren iki damar ismi. * Fls: Bir şeyin More… |
se'r |
İntikam, öç almak. * Kin. * Kısas etmek. |
se'se' |
Defetmek, kovmak. |
se'see |
Suya kandırmak. |
se'sem |
Kara abnus ağacı. |
se't |
Boğmak. |
se'te |
(C.: Set) Kara balçık. |
se'v |
Niyet. * Vatan. * Çekişme, kavga, niza. |
şe'v |
Geçmek, takaddüm eylemek. * Son, nihayet. * Devenin yuları. * Zembil. * Kuyudan kazıp toprak çıkarmak. Kuyudan çıkan toprak. * Kaygan. |
şe'z (şe's) |
Kaba ve katı. |
se-pa |
f. Üç ayaklı. Sehpâ. |
sea |
Güç, iktidar. |
şea' |
Dağılıp parçalanmak. |
seab |
(C.: Sâbân) Sel yolu. Su akıtmak mânasına mastar. |
seabib |
(Su'bub. C.) Saf su akan yerler. ◊ Salya. |
şeabib |
(Şü'bub. C.) (Bak: Şü'bub) |
seabin |
(Su'bân. C.) Büyük yılanlar, ejderhalar. |
seaf |
Devenin ağzında olan bir hastalıktır ve burnunun ve gözlerinin kılları dökülür. O devenin erkeğine esaf, dişisine nâfâ denir. * Tırnağın çevresinin kopup ayrılması. |
şeaf |
Hırs. * Mübâlağa. * Kalbin aşktan yanması. |
şeafe |
(C.: Şüuf-Şiâf-Şeafât) Dağ başı. * Her nesnenin âlâsı ve üstü. |
şeair |
(Şiâr. C.) Âdetler, İslâm işaretleri. İslâmlara ait kaideler. |
şeal |
Davar kuyruğunun beyazlığı. |
sealil |
(Sü'lul. C.) Memeler. * Vücudda meydana gelen siğiller. |
seam |
Bir çeşit deve yürüyüşü. |
şeamat |
(Şeâmet. C.) Uğursuzluklar, şeâmetler. |
şeamet |
Uğursuzluk, kötülük, bedbahtlık. |
şeanla' |
Uzun, tavil. |
searir |
Bir ot cinsi. * Burun içinde olan yarık. |
şearir |
Davar yanırına üşüşen sinek ve üvez. * Her yöne dağılmak. |
şeas |
Toz. * Tozlu olmak. * Yayılmak, münteşir olmak. * Dirilmek. |
seat |
Kokmak. |
şeayir |
(Şâire. C.) Hac için hazırlanan nişanlı kurbanlar. Şâireler. Safâ. Merve, Mina ve Arafat gibi, menâsik-i haccın edâ edilecek yerleri ve dinin alâmetleri. Menâsik ve âyin rüsumu. |
şeb |
f. Gece, karanlık. |
seb' |
İçmek için şarap satın almak. * Yakmak. * Bir kimseyi değnek veya kamçı ile dövmek. ◊ Yırtmak. * Parçalamak. * Kahretmek. * Sökmek. ◊ (Seb'a) Yedi.(7) |
şeb'an |
Karnı doymuş, tok. * Emin. |
seb'în |
Yetmiş. |
seb'îne merre |
Yetmiş defa. |
seb'ûn |
(Bak: Seb'în) |
şeb-i firkat |
f. Ayrılık gecesi, firkat karanlığı. |
şeb-i yelda |
f. En uzun gece. |
şebaat |
Dolgunluk, tokluk. |
şebab |
(Şebibe) Gençlik. * Yiğit, civan. * Gençler. |
şebabane |
f. Genç ve yiğit olarak. Genç gibi, yiğitçesine. |
şebabiyet |
Gençlik, tazelik. Yiğitlik. Civanlık. |
şebah |
(C.: Eşbâh) Cüsse, cisim, ceset. Şahıs. Karaltı. |
sebahat |
(Bak: Sibâhat) |
şebahet |
Benzeme, benzeyiş. |
sebaik |
(Sebika. C.) Eritilip kalıplara dökülmüş mâdenler. Külçeler. |
sebak |
(C.: Esbâk) Ders. * Yarış. * Koşu yapanların aralarında koydukları ödül. |
şebak |
Şehvet galip olup cimaa çok hırslı olmak. * Koyu karanlık. |
sebak-âmuz |
f. Ders arkadaşı. |
sebak-daş |
f. Ders arkadaşı. |
sebak-gâh |
f. Ders öğrenilen yer. Mekteb, medrese. |
sebak-hân |
f. Ders okuyan, talebe. |
şebaket |
Kafes veya ağ gibi örülme. |
şebam |
Anasını emmesin diye kuzu ve oğlak ağzına takılan ağaç ağızlık. * Araptan bir kabile. |
şebaman |
Paça bağı. |
şeban |
(şeb. C.) f. Geceler. |
şebane |
f. Geceye ait. Gece ile alâkalı. Gece vakti olan. Gecelik. |
şebangah |
f. Gece vakti, geceleyin. * Gecelenecek yer. |
şebanruz |
f. 24 saatlik zaman. 'Gece gündüz'. |
sebat |
Yerinden oynamamak, dayanmak. Kararlı olmak. * Sözde durmak, ahde vefâ etmek. İman ve İslâmiyete hizmette, Allah'a ibadet ve taatta sâbit ve berkarar olmak. * Bir meslekte, meşru bir More… |
şebat |
(C.: şebâ-şebevât) Tezlik, çabukluk. * Cihet, yön, taraf. |
sebata |
Saçın kıvırcık olmayıp sarkık olması. |
sebatî |
Sebatlılık. Sözünde ve kararında durma. |
sebatkâr |
f. Sağlam, yerinden oynamaz. * Ahdine, vefakârlığına sâdık ve sağlam olan. |
sebaya |
(Sebbî. C.) Harbde esir düşenler. |
sebb |
Küfür, küfran. Sövüp saymak. |
şebb |
Meşhur taş. * Ateş yakmak. * Cenk koparmak, kavga çıkarmak. |
sebbab |
(Sebb. den) Çok küfür eden. Küfürbaz. |
sebbabe |
Şehâdet parmağı. Sağ elin baştan ikinci parmağı. |
sebbabegezâ |
f. Şaşarak parmağını ısıran. |
sebbah |
(Sibahat. dan) Suda yüzen, yüzücü. * Yüzgeç. |
sebbahe |
Yüzücü kuşlar sınıfı. |
sebbak |
Eritip kalıba döken, eritici. |
şebbake |
(C.: şebâbik) Birbirine girmiş nesne. |
şebbe |
Genç kadın. |
sebbetmek |
Söğmek, sövüp saymak. |
sebc |
(C.: Esbâc) Orta vasat. |
sebca' |
(C.: Sübuc) Karnı büyük olan kadın. (Müz: Esbec) |
sebe |
Yaşlılıktan dolayı bunamak. |
şebe |
Bakırla çinko madeninden yapılan pirinç. * Benzeme, müşabehet. |
sebe' |
(Sebâ) Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm'ın mucizesi sonunda imana gelen ve onunla evlenen Belkıs'ın Yemen'de hükmü altında bulundurduğu mâmur şehrinin ismi. * Bir Arab kavminin More… |
sebe' suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 34. Suresi olup Mekkîdir. |
sebeb |
Vâsıta. Âlet. * Alâka. * Bahane. * Edb: Harekeli bir harf ile sâkin bir harften veya iki harekeli harften meydana gelen parça. (Bak: Esbab, Esbabperest) |
şebeb |
Üç yaşına girip dişleri tamamlanmış olan sığır. |
sebebiyet |
İcab ettirme, sebep olma. |
şebec |
Ovanın ve sahranın bir miktarı. |
sebed |
Sepet. * Az saç, kıl. Başta az tüy olması. |
şebefruz |
(Şeb-efruz) f. Gece vakti ışık veren. Geceyi aydınlatan. |
şebeh |
(Şibih) Benzer, nazir, benzeyen şey. * Bakır ile çinkodan karıştırılıp yapılan pirinç madeni. ◊ (C.: Eşbâh) Karaltı. * Şahıs. * Ceset. |
sebehlel |
Bâtıl, boş, abes. |
şebeke (şebike) |
Balık ağı. * Kötü niyetle çalışan gizli topluluk. * Kafes şeklinde olan yer. * Hüviyet sureti. * Ağ gibi yapılmış ve gerilmiş hat ve yolların tamamı. * Ağ şeklinde olan nesiçler, dokular. More… |
sebel |
Tıb: Bulanık görme hastalığı. * Göze inen perde. * Buluttan çıkıp da henüz yere ulaşmamış yağmur. * Buğday başı. |
sebele |
Bıyık. |
şebem |
Soğukluk. |
şebengiz |
(Şeb-engiz) f. Yarasa kuşu. |
sebenta |
Çeri, öncü. * Ayı. |
sebet |
Kıvırcık olmayan saç. ◊ Hüccet, delil. |
şebet |
(Bak: şâbet) |
sebete |
(C.: Sebât) Ot, nebat, bitki. * Otu çok olan yer. |
sebg (sübug) |
Nimet bolluğu. * Olgunlaşmak, kemâle yetişmek. Tamam olmak. |
şebgerd |
(şeb-gerd) f. Gece dolaşan kol. Bekçi. * Ay, kamer. |
şebgir |
(Şeb-gir) f. Geceleyin uyumayan. * Sabah vakti. * Gece giden kervan. |
şebgun |
f. 'Gece renkli' Kara, siyah. |
sebh |
Atın seğirtmesi. * Sür'atle gitmek. * Maaşında tasarruf etmek. * Suda yüzme. ◊ Genişlik. * Hafiflik. |
şebh |
Çekmek. * Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. ◊ Süt sağarken çıkan ses. |
sebha |
Ot yetişmeyen yer. * Şap taşının çıktığı yer. * Tuzla |
sebhale |
Sübhânallah demek. |
şebhan |
f. Geceleyin öten bir cins bülbül. ◊ Uzun, tavil. |
şebhiz |
(C.: Şebhizân) f. Geceleri uyanıp kalkarak iş gören. |
şebhun |
(Şeb-hun) f. Gece baskını. |
sebi |
(C.: Sebâyâ) Savaşta esir düşen kimse. |
şebib |
Bıçak üstüne sürçmek. |
sebibe |
(C.: Sebâib) Atın alın kılı, yele ve kuyruğu. * İnce keten bezi parçası. |
şebibe |
Gençlik. Yiğitlik. |
sebic(e) |
Yatık veya sekik adı verilen, ağzı dar şarap testisi. * Gecelik. |
sebid |
Başa yağ sürmeyi terketmek. |
sebih |
Kuş yeleğinin kopup düşeni. * Pamuk ve yün atıldıktan sonra dürüp eğirmek için koydukları bez parçası. |
şebih |
(Şibh. den) Benzer, benzeyen, mümasil, nazir. |
sebiha |
Gecelik. Geceleyin giyilen elbise. |
şebihun |
f. Gece baskını. Şebhun. |
sebike |
Eritilerek kalıba dökülmüş şey, külçe. Kalıba dökülmüş altın veya gümüş. * Hafif, küçük. |
şebike |
f. Kötü niyetle çalışan gizli topluluk. * Balık ağı. * Batı taraflarında Arapların kullandıkları hasırdan örülmüş bir cins başlık. (Bak: Şebeke) |
sebil |
Açık ve büyük yol. Büyük cadde. * Allah rızası için su dağıtılan yer. |
sebilhane |
f. Sebil olarak su dağıtılan yer. |
sebilullah |
Allah (C.C.) yolu. Karşılıksız. Allah rızası. |
sebin |
Bir dağın adı. |
sebir |
Suret. * Renk. * Asıl. * Heyet. |
şebistan |
f. Yatak odası. * Harem dairesi. * Gece ibadetine mahsus oda. |
sebit |
Aklın sabit olması, aklın durması. |
şebit |
Bahadır, kahraman, yiğit. |
sebk |
İleri geçme, ilerleme. Öne göçme. * Vâki olma. * Koşuda kazanan hayvan. ◊ Bir şeyi eritme. Kalıba dökme. * Edb: İbarenin tarz ve terkibi. |
şebk |
Karıştırmak. |
sebkat |
Geçmek, ilerlemek. |
sebla' |
Uzun kirpikli göz. |
seblet |
(C.: Sibâl) Bıyık. |
şebnem |
f. Çiğ. Rutubet. Gece nemi. Neda. |
şebpere |
f. Yarasa. |
şebperest |
(Şeb-perest) f. Geceye ve rü'yaya ve uykuya fazla kıymet veren. |
sebr |
Denemek, imtihan. * Yara, kuyu vesâirenin derinliğini anlamak için yoklamak. ◊ Men'etmek, engel olmak. * Helâk etmek. * Hapsetmek. |
şebr |
Karışlamak. * Hediye vermek, atâ etmek. * Ücret. * Kira. |
sebre |
(C.: Seberât) Pek soğuk olan erken vakit. |
şebreng |
f. 'Gece renginde olan' Siyah, kara. |
şebrev |
(Şeb-rev) f. Gece giden. Karanlıkta yürüyen. Gece yolculuğu eden. |
sebseb |
(C.: Sebâsib) Issız büyük çöl. * Kâfirlerin bayramı. |
sebt |
(C.: Esbât-Sübut-Esbüt) Rahat etmek. * Boyun vurmak. * Saç sarkıtmak. Bir çeşit deve yürüyüşü. * Cumartesi günü. * Şaşırmak, hayrette kalmak. * Çok zeki, dâhiye. * Başı tıraş etmek. More… |
şebtab |
(Şeb-tâb) f. Ateş böceği. |
sebtane |
Tüfek. |
sebtel |
Satıl adı verilen kab. (At bakıcıları onunla davara su verirler.) * Susak. (Pınarlarda su içilir.) ◊ Ot tohumundan bir tohum. ◊ Çürük yumurta. |
sebu |
f. Testi. |
sebu' |
(C.: Sebâ') Yırtıcı hayvan. Canavar. |
sebuçe |
f. Küçük testi. * Küçük kap. |
sebuh |
(Sibh. den) Yüzgeç. |
sebuha |
Mekke şehri. |
sebuiye |
Yırtıcıya mensub, canavarlıkla ilgili. |
sebuiyet |
Yırtıcılık, parçalayıcılık. Yırtıcı hayvanın fıtri hassası. |
sebük |
f. Hafif. Ağırbaşlılığı ve ağırlığı olmayan. |
sebük-endiş |
f. Derin düşünmeyen, sathi düşünen. |
sebük-inân |
f. Çabuk koşan. |
sebükbâr |
f. Yükü hafif. Ağırlıksız, eşyası az olan. * Derdi, düşüncesi olmayan. |
sebükhîz |
f. Çabuk kalkan, hareket eden. |
sebükî |
f. Hafiflik. |
sebükmağz |
f. Hafif beyinli, düşüncesiz. Ahmak. Akılsız. |
sebükmâye |
f. İtibarsız, değersiz, kıymetsiz. |
sebükmizac |
f. Hafif mizaçlı. |
sebükre'y |
f. Düşüncesiz, hafif fikirli. |
sebükrev |
f. Çabuk giden. |
sebükruh |
f. Hafif ruhlu. * Zarif ve şen olan. Hoşa giden, hoş sohbet. * Mc: Lâübâli. |
sebükser |
(C.: Sebükserân) f. Hafif düşünceli. * Sefih, aşağılık. |
şebur |
Boru. |
seby |
Harpte esir alınma. * Uzaklaştırma. * Bir yerden başka bir yere sürüp giderme. |
sebz |
f. Yeşil, yeşil renkli. |
sebzevat |
f. Yeşil bitkiler, yeşil nebatlar. |
sebzezar |
f. Çayırlık, çimenlik, yeşillik. * Bostan, sebze tarlası. |
sebzfam |
f. Yeşil renkli. |
sebzin |
.f Rengi yeşil. Yeşil renkli. |
şebzindedar |
(Şeb-zindedâr) f. Geceleri çalışan, gece vakti işle meşgul olan. * Gece bekçisi. * Geceleri uyumayıp ibadet eden. |
sebzpuş |
f. Yeşil elbiseli, yeşil örtülü. |
sec' |
(C.: Escâ-Esâci) Kumru sesi. * Kafiyeli söz. |
sec'a |
Kuşların cıvıltısı gibi olan ses. * Edb: Nesir hâlindeki kafiyeli yazı. |
seca' |
Yarasa. |
secaât |
Kuşların ötüşleri, sec'aları. * Nesir halindeki yazının kafiyeleri. |
şecaat |
Yiğitlik, cesurluk. Korkulu anda kalb kuvveti ile cesaretini muhafaza etme. |
secah |
Letafet, güzellik. Rıfk. Adl. * Yumuşak yer. |
secahat |
Mülâyemet, rıfk. Cemalin tenasüp içindeki kemali. |
secavend |
f. Kur'an-ı Kerim'de doğru okunması için yapılan işaretler. |
secaya |
(Seciye. C.) Karakterler, huylar, seciyeler, ahlâk ve tabiatlar. |
şecb |
Helak etmek, mahvetmek. * Kederlenmek, tasalı olmak. |
secc |
(Sücuc) Akıcı bir şeyin kesretle dökülüp akması, akıtılması. Su akmak. ◊ Gayet ince olan nesne. * Duvar sıvamak. * Hoş kokulu nesne ezmek. |
şecc |
Baş yarma ve yarılma. * Geminin, denizi yararak yol alması. |
seccac |
Çağlayan. Şarıltı ile akan. ◊ Suyu çok olan süt. |
seccade |
Genellikle üzerinde secdeye varmakta yâni namaz kılmakta kullanılan küçük halı, kilim cinsinden sergi. |
seccan |
(Sicn. den) Gardiyan, zindancı, hapishane memuru. |
şeccat |
(şecce. C.) Yüzde ve başta meydana gelen yaralar. |
şecce |
Başa ve yüze vurarak meydana getirilen yara. |
secde |
Allah'ın (C.C.) huzurunda yere kapanış. İbadet ve Allah'a (C.C.) memnuniyetini ve itaatini bildirmek veya şükretmek için yere kapanarak alın, burun ucu, eller, dizler ve ayak More… |
secde suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 32. Suresidir. Mekkîdir. |
secdegâh |
f. Namaz kılınıp secde edilecek yer. İbadet yapılacak yer. |
secdeteyn |
Birbiri arkası yapılan iki secde. |
şecea |
Küt ve kötürüm kimseler. |
şeceb |
Hüzün ve gussalı olma. |
secec |
Dökülmüş su. |
secede |
(Sâcid. C.) Secde edenler. |
secel |
Genişlik, vüs'at. * Büyüklük, azamet. |
şecen |
(C.: Eşcân-şücun) Dal, budak, kol. * Hâcet, ihtiyaç. * Keder, hüzün. |
secencel |
(Secencele) Ayna. |
secer |
Yassı ve enli. |
şecer(e) |
Ağaç. Kütük. * Sülâle. Bir soyun bütün fertlerini gösterir cetvel. |
şecerât |
(şecere. C.) şecereler. |
şeceristan |
f. Orman, ağaçlık yer, koruluk. |
seces |
Bozuk ve bulanık su. |
secfan |
Ev önünde olan perdenin iki kanadı. |
sech |
Tırmalama. * Bir şeyin kabuğunu veya derisini soyup sıyırma. |
seci' |
Edb: Nesrin kafiyesidir. Seci'ler, ya cümlelerin sonunda yahut arasında bulunur. Sondaki seci'ler bir kelime vasıtasiyle birbirine bağlanır, onlara 'Seci'-i mukayyed' More… |
şeci' |
Kahraman. Yiğit. Şecaatli. |
şecib |
Helâk olan, mahvolan. |
secic |
Asan, kolay. * Yumuşak yer. ◊ Su sesi. |
secif |
Perde, setre. * Bir kapıya birbiri üstüne iki perde asmak. |
seciha |
Tabiat. * Miktar. |
secil |
Uzun, tavil. |
secile |
Büyük kova. * Dökülmüş su. |
secir |
Posa. ◊ Dost. |
şecir |
Küçük ve kısa ağaç. |
secis |
Yılın ve zamanın sonu. |
seciye |
Huy, karakter. Huy güzelliği. Ahlâk durumu. |
secl |
(Sicâl) İçi su dolu kova. |
secla' |
Karnı büyük kadın. (Müz: Escel) * Her büyük cisim. ◊ Emziği uzun dişi deve. |
şecn |
(C.: Şücun) Dere içinde ağaçlar arasında olan yol. |
secr |
Kızdırmak. * Doldurmak. * İnleyerek çağırmak. |
şecr |
İki çenenin arası. * Harcamak, sarfetmek. * Tarh etmek, kovmak. |
şecra' |
Meşelik. |
secsec |
Ne yumuşak ne sert olan yer. |
secur |
Tennur kızdırılan nesne. |
şecv |
Gam, gussa. Keder. * Tezyin-i savt. Yâni sesi güzelleştirmek. |
şecze |
Zayıf yağan yağmur. |
seda |
Çiy denilen yaşlık, kırağı. ◊ (Bak: Sadâ) |
seda' |
(C.: Esdiye) Bezin hatâsı. |
sedacet |
Sâdelik. |
sedad |
İstikamet ve kasd. * Haklı ve doğru şey. * Akıl. |
şedaid |
(Şedâyid) Afât. Meşakkatli haller. Şiddetli musibetler. |
sedail |
(Sedil. C.) Askılar. Perdeler. Zarlar. Örtüler. |
şedak |
Ağızın her iki yanının geniş olması. |
şedaka |
Çok konuşan kadın. |
sedane |
Etlilik, semizlik, besililik. |
şedar |
Sözü şiir ile kesme. * Hayvan bağlanan yer. |
sedare |
Sıcaklığın fazlalığından dolayı tenbelleşmek. |
sedaya |
(Sedâ. C.) Memeler. |
sedc |
Yalan. |
sedd |
Tıkamak, kapamak, mâni olmak. * Baraj. * Perde, Mânia. * Rıhtım. * Set, tümsek. |
şedd |
Sıkı bağlama, sıkı bağlanma, sıkma. * Tasvir. |
seddad |
Tıpa. Şişe tıpası. * Tampon. |
şeddad |
Kâfir. * Çok eskiden Yemen'de Âd Kavminin hükümdarı Allah'a isyan ederek Cennet'e benzetmek iddiasiyle İrem bağını yaptırmış, bu bağdaki köşke girmeden kavmi ile yani More… |
şeddadane |
f. şeddad gibi, ona benzer surette, zâlimce. |
şeddadî |
Çok büyük ve sağlam yapı. |
şedde |
Kur'an-ı Kerim okurken tek sessiz harfin iki defa okunmasına yarayan işaret. ( ) * Seğirtmek. Yürümekle şiddet göstermek. Bir şeyi kuvvetlendirmek, sağlamlaştırmak. ◊ More… |
şede |
Çok hırslı olmak. |
sedef |
Karanlık ve aydınlığın karışması. * Gece ve sabah. * Sabahın evveli. ◊ (Bak: Sadef) |
şedef |
(C.: Şüduf) Her nesnenin şahsı. |
sedel |
(C.: Südul-Esdâl-Esdül) Bir kuş adı. * Örtmek, setretmek. |
sedem |
Hüzün, keder, tasa. * Nedâmet, pişmanlık. |
seden |
(Sedâne) Hizmet. |
sedene |
(Sâdin. C.) Kapıcılar. Perdedarlar. Kâbe-i Mükerremenin kapıcıları. |
sedg |
Baş yarığı. * Baş yarma. |
sedh |
Döşemek. * Uçuk hastalığı. * Bir nesneyi açıp yaymak ve arkası üstüne bırakmak. * Deve çökertmek. * Kırba doldurmak. |
şedh |
Baş yarmak. * Kırmak. * Atın yüzünde beyazlığın çok olması. ◊ Tembel olmak. |
sedid |
Doğru. Yanlış ve yalan olmayan. * Müstakil. * Muhkem. Metin. |
şedid(e) |
Sert, sıkı, şiddetli. * Musibet, belâ. * Tecvidde: Rahve harflerinin zıddı olan, sükûn ile harf söylendiğinde sesin akmaması hali. |
sedif |
Deve hörgücü. * Her canlının sırtı. |
sedil |
(C.: Sedâil) Askı. Perde. Örtü. Zar. |
sedin |
Semiz, besili, etli ve cüsseli kimse. |
sedir |
Köşk. * Nehir. * Karyola. * Odanın baş köşesine konulan döşenmiş kerevet. |
sedk |
Lâzım olmak, icab etmek, lüzum. |
şedkam |
Geniş, vâsi. |
sedl |
İrsal etmek, göndermek, yollamak. |
sedm |
Dik fışkıran su. |
sedn |
Vücut organlarının anormal biçimde gelişmesi. ◊ Tapınak. * Puthane. |
sedr |
Tenbel olmak. * İrsal, gönderme. * Gözü hareket ettirmek. |
sedum |
Peygamber Lut Aleyhisselâm'ın kavminin şehri. |
sedv |
El uzatmak. |
şedv |
'Irlamak; teganni ve terennüm.' |
sedy |
Meme. |
sedya' |
Büyük memeli kadın. |
seele |
(Sâil. C.) Dilenciler. |
sef' |
Alâmet. İşaret. * Yandırmak. * Kara etmek. * Çekmek. |
şef' |
Çift. * Kurban bayramı günü. * Namazların her iki rek'atı demektir. Dört rek'atlı bir namazın evvelki iki rek'atında Şef'-i evvel, diğer iki rek'atına da Şef'-i More… |
şefa |
Kenar, taraf, uç. |
sefa' |
Buğday başının kılçığı. * Orak. * Kuyu içinden çıkan toprak. |
şefaat |
Şefaat etmek. Af için vesile olmak. * Fık: Âhiret günü bir kısım günahkâr mü'minlerin affedilmeleri ve itaatli mü'minlerin de yüksek mertebelere ermeleri için Peygamber More… |
şefaceref |
(Şefâcürf) Yar üstü. Uçurum kenarı. |
şefafet |
Şeffaflık, saydamlık, şeffaf olma. |
sefahet |
(Sefeh) Zevk ve eğlenceye ve yasak şeylere düşkünlük. Akılsızlık edip lüzumsuz yere, sonunu düşünmeden, hazz-ı nefs için masraf etmek. |
sefain |
(Sefine. C.) Gemiler. |
şefak |
Korku, havf. |
sefaka |
Katılık. * Sıklık. |
şefakat |
Şefkat, acıyarak şefkatle sevmek. Karşılık istemeden merhamet edip acımak, sevmek. |
sefalet |
Fakirlik, yoksulluk. Fakirlikten gelen sıkıntı. Sefillik. |
şefan |
Yağmurlu soğuk rüzgâr. |
sefare |
Süprüntü. * Islah etmek, düzeltmek. |
sefaret |
Sefirlik, elçilik. |
sefarethane |
f. Sefirlik, elçilik. Elçilik konağı. |
sefaric |
(Sefercel. C.) Ayvalar. |
şefaric |
Bir cins helva. |
sefasif |
(Sefsâf. C.) Yerden toz kaldırarak esen rüzgârlar. |
şefaşif |
Çok susamak. |
sefat |
(C.: Esfât) Sele, sepet. * Ağaç veya balık pulu. |
sefe |
Kepek. |
şefe |
f. Dudak. * Kenar. |
sefeh |
Akılsızlık. |
şefeka |
Esirgemek, korumak. |
sefele |
(Sâfil. C.) Alçak kimseler. Aşağı kimseler. Alçaklar. |
şefellec |
Burun delikleri büyük, dudakları yumru kalın ve sarkık olan adam. * Ferci vasi avret. |
sefen |
Nasır. * Sertlik, katılık, huşunet. |
sefenc |
Yeyni, hafif. |
sefer |
Yolculuk. * Muharebe. Harb. Muharebeye hazır bulunma hali. * Def'a, kerre. * Fık: Muayyen bir mesafeye gitmek. (Bak: Mukim) ◊ (Safer) Arabi ayların ikincisinin ismi. |
seferber |
f. Harbe hazırlık hali. * Sefere hazırlık içinde olan asker ve bu askerin durumu. |
sefercel |
(C.: Sefâric) Ayva. |
sefere |
Yazıcılar. |
sefergüzin |
f. Yolculuk yapan, seyahat eden. |
seferî |
Seferde olma hali. Harbe ait, muharebe ile alâkalı. * Namazı kısaltmak veya oruç tutmak gibi sefere ait bir hâlde bulunmak. Fık: Ortalama 90 km. lik bir mesafeyi veya daha fazlasını giden More… |
şefetan |
İki dudak. |
şefeteyn |
İki dudak. |
şefevat |
(şefe. C.) Dudaklar. * Kenarlar. |
şefevî |
(Şefeviye) Dudağa ait. Dudakla alâkalı. |
seff |
Dokumak. * Yapmak. * Ahzetmek, almak. * Toz haline getirilmiş ilâç. * İlâcı toz haline getirme. |
şeff |
Yünden yapılan çok ince elbise. |
şeffaf |
Işığa mâni olmayan, ışık geçiren parlak cisim. Saydam. |
seffah |
Cömert, eliaçık, civanmerd. * Güzel konuşan, hatip. * Kan dökücü, gaddar. |
seffak |
(Sefk. den) Kan döken, kan dökücü. |
seffud |
(C.: Sefafid) Kebap pişirilen demir. |
sefh |
(C.: Süfuh) Dağ eteği. * Su dökmek. * Kan dökmek. |
sefi' |
Şiddetle tutup çekme. |
şefi' |
Şefaatçı. Suçların affı için yardım eden. |
sefid |
(Sepid) f. Ak, beyaz. |
sefidî |
Beyazlık, aklık. |
sefif |
Deve beline çekilen kolan. |
şefif |
Soğuktan incinmek. * Soğuk. |
sefih |
Zevk ve eğlenceye düşkün. Sefahete düşmüş. Malını düşünmeden harcayan. |
sefihan |
Heybe gibi çatıp içine birşeyler konulan iki çuval. |
sefihane |
f. Eğlenceye ve lüzumsuz masraflara düşkün olarak. |
sefik |
(C.: Sefâsik) Katı, şiddetli, şedid. * Sık dokunmuş bez. |
şefik(a) |
Şefkatli, esirgeyen. Rikkat sahibi. Merhametli. |
şefikane |
f. Merhametlice, acıyarak. Acımak suretiyle. şefkat ederek. |
sefil |
Sefalet çeken, muhtaçlık içinde olan. Çok sıkıntıda bulunan. * Uslu huy sahibi. |
sefile |
Mc: Fâhişe. Namussuz kadın. |
sefine |
Gemi. * Çeşitli mevzulara dair kitap. * Göğün güney yarım küresinde bir burç adı. |
sefir |
Elçi. Bir devletten diğer devlete bazı işler için gönderilen memur. * Islık sesi. |
sefit |
Keremli, cömert kimse. |
sefiyy |
Saçılmış toprak. * Bulut. |
sefk |
Dökme, akıtma. |
şefkat |
Başkasının kederiyle alâkalanmak, acıyarak sevmek. Yardıma, sevgiye muhtaç olanlara karşılıksız olarak merhamet ve sevgiyle yardıma koşmak. |
sefn |
Keser. * Timsah derisi gibi olan sert deri. * Yutmak. * Kazık. |
şefn |
Akıllı ve zeyrek kişi. |
sefne (sifne) |
(C.: Sifen-Sifnât) Devenin çöktüğünde yere değen yerleri. |
şefnin |
Irak diyarında ve karga büyüklüğünde olan bir kuş. |
sefr |
Ev süpürmek. * Yüzünü açmak. * Yazı yazmak. * Islâh etmek, düzeltmek. ◊ Arslan. * Deve ferci. * Eyer kuskunu. * Yavaş yürüyen deve. |
sefsaf |
(C.: Sefâsif) Alçak, kemter şey, hakir iş. * Un elerken elekten kalkan toz. |
şefşaf |
Soğuk yumuşak rüzgâr. |
şefşef |
Yaramaz huylu. * Titremek. |
sefsefe |
Nişasta, un gibi şeyleri eleme. |
şefşefe |
Zayıflatmak. * Hareket ettirmek, depretmek. * Karışmak. |
seft |
Kabir üstüne koyulan taş. * Tabut. |
şeft-alû |
f. Yarık erik. Şeftali. |
sefuf |
İlâçlar, devâlar, mâcunlar. |
sefuh |
Dökülmüş su. |
sefva' |
Hızlı yürüyen katır. |
sefy |
Savurmak. Saçmak. |
seg |
f. Köpek, kelb. |
sega' |
Koyun ve keçi sesi. |
segab |
(C.: Sügbân) Kesmek. * Dere içinde yağmurdan biriken su. * İyi ve tatlı su. ◊ Açlık. |
şegab |
Çanak kırığını tamir eden. * Çanak yapan. ◊ Fitne uyandıran. |
segabet |
Açlık. |
şegaf |
Yürek kabı. Yüreği çevreleyen nâzik deri. * Sağ tarafta iyeği kemiği altında olan bir hastalık. * Bir nesneyi çevirip kaplamak. ◊ Delicesine sevme. |
şegafdâr |
f. Delirtici. |
şegal |
f. Çakal. |
segame |
(C.: Sigâm) Beyaz çiçekli bir ot. |
segar |
(C.: Süğür) Ön dişler. * Ağız. (Dar geçit ağızlarına ve diğer yerlerin boş olan korku yerlerine de denir.) * Yaş hıyar. |
segban |
(Bak: Sekbân) |
segil |
Yaramaz huylu kimse. * Cüssesi küçük, ayakları ince olan kimse. |
şegire |
Çuvaldız. |
segpeçe |
f. Köpek yavrusu. |
seha |
(C.: Sihâ) Ev içi. Her nesnenin kabuğu. * Yarasa kuşu. ◊ Büyük cüsseli. Azim-ül cüsse. ◊ Cömertlik, el açıklığı. |
şeha |
f. Ey pâdişah! Ey şâh. |
seha' |
Tıb: Beyin zarı. |
sehab |
(C.: Sehâib) Bulut. * Karanlık. * Bulut gibi uçuşan böcekler. ◊ Çağırgan, gürültücü kişi. |
şehab |
Su ile karışmış süt. ◊ (Bak: şihab) |
sehab-alud |
f. Bulutlu. |
sehabe |
Tek bulut. |
sehabî |
Bulut ile alâkalı. |
şehacir |
Rahm. |
şehadet |
(Bak: şahadet) |
şehadetnâme |
(Bak: şahadetname) |
sehah |
Yumuşak ve sıcak yer. |
sehaib |
(Sehâbe. C.) Bulutlar. |
sehale |
Altın, gümüş gibi değerli maddelerin kırıntıları. |
seham |
Sıcak günlerde havada iplik iplik olduğu hayâl edilen nesneler. * Sıcak esen rüzgâr. ◊ Yaş ağaç. * Demir. |
şehamet |
Akıl ve zekâ ile beraber olan yiğitlik. Kahramanlık. Cür'et. Bahadırlık. * Tez anlayışlı olmak. ◊ Yağlılık, semizlik, besililik. |
şehametlû |
Tar: İran Şahları hakkında ünvan olarak kullanılan bir tâbir idi. |
sehane |
Heyet. * Süs, ziynet. * Renk. |
sehanet |
Kalınlık. * Sıklık. * Katılık, peklik. ◊ Sıcaklık. |
sehar |
Bir havuç cinsi. |
şehav |
Açmak, feth. |
sehavet |
(Bak: Sahavet) |
sehay |
Nâme üstüne nesne bağlamak. * Keşf etmek. * Kabuk soymak. |
sehaya |
(Sehâ. C.) Beyin zarları. |
şehazan |
Karnı aç olan kimse. |
sehb |
Sahra, çöl. Düz yer. * Çok söylemek, çok konuşmak. ◊ Çekmek. * şiddetle yemek ve içmek. |
sehba |
Üç ayaklı küçük masa. * İdama mahkûm olanların idam edildiği üç ayaklı âlet. |
şehba' |
Kır renkte olan şey. * Kır katır, kır at. * Tam teçhizatlı asker birliği. * Pek kıtlık olan sene. |
şehbal |
(Bak: şahbal) |
şehbaz |
(Bak: şahbaz) |
sehbel |
Büyük, iri vücutlu, şişman deve. * Büyük ve geniş tuluk. * Büyük keler. |
şehbender |
Ticaret nezaretinin teşekkülünden evvel ticaret işlerine bakmak ve tüccarlar arasındaki ihtilâfları halletmekle vazifelendirilen memurun ünvanı idi. |
şehbeyt |
(Bak: şahbeyt) |
sehc |
Seyretmek. * Ezmek. |
şehd |
Bal. Gömeç balı, asel. |
şehd-ab |
(şehd-âbe) f. Bal şerbeti. |
şehd-amiz |
f. Bal gibi tatlı. Balla karışık. |
şehd-kâm |
f. Tadı damağında kalmış. |
şehdanec |
İncinin irisi ve iyisi. * Kendir otunun tohumu. |
şehdere |
Üç ile altı yaş arasında hareket eden oğlan veya kız. * İsrafçı, müsrif. * Karnı büyük kimse. |
sehef |
Çok susamak. |
sehek |
Balık kokusu. * Demir pası. * Rüzgârın yerden savurduğu toprak. * Bir şeyin pis pis kokması. |
sehem |
(C.: Sihâm-Eshüm-Sehmân) Ok. * Nâsib. |
seher |
Tan. Sabah olmağa başladığı vakit. ◊ Geceleri uyumayıp uyanık durma hastalığı. |
sehergâh |
f. Sabahlık. Sabah zamanı. Sabah vaktine âit. |
seherhîz |
f. Sabahları erken kalkan. Erkenci. * Sabahleyin esen. |
şehevat |
(şehvet. C.) şehvetler, nefsanî istekler, arzular. |
şehevî |
Şehvetle alâkalı. Hayvanî, nefsanî duygularla alâkalı, onlara ait. |
sehf |
Maktulün can çekişirken olan ıztırabı, acısı. |
sehh |
Dökmek. |
sehha' |
(Sehh'ten mübalağa sigası) 'Çok dökücü' mânasına gelir. |
sehhac |
Yeri eliyle veya ayağıyla sıyıran kimse. |
sehhah |
(Mübalağa ile) Semiz ve besili nesne. |
sehhar |
(Sihir. den) Büyü gibi bir kuvvetle çeken. Büyü yapan. * Çok aldatıcı. |
sehi |
f. Düz, doğru. * Fidan gibi boy. |
sehi-kamet |
f. Düzgün boy. |
şehic |
Katır sesi. * Kuzgun avazı. |
şehid |
Şâhid olan. * Meşhude. Allah (C.C.) yolunda canını feda eden müslüman. Hak için hayatını feda ederek ölen. Allah'ın rızasına eren. (Naklinde ve gaslinde Rahmet melekleri hazır oldukları More… |
şehik |
Hıçkırıkla içini çekme. * Nefesi dışarı çıkarma. Soluk alma. * Nefesi dışarı çıkararak eşeğin anırması. |
sehil |
Bükülmemiş iplik. * Bir kat bükülmüş iplik. * İpliği bir kat olan bez. * Eşeğin göğsünden gelen hırıltı. |
sehim |
Hisse sâhibi. Hissedar. |
şehim(e) |
(Şehamet. den) Şehametli, kurnaz ve akıllı yiğit. |
sehin |
Altı görünmeyen sık ve kalın nesne. |
sehine |
Bulamaç aşı. |
şehir |
Meşhur. Şeref ve şan sahibi. * Alemlerce meşhur, Resul-ü Ekremin (A.S.M.) bir ismi. |
şehiy (e) |
(Şehvet. den) İştahlandırıcı. İsteklendiren, istek uyandıran. |
şehka |
Hıçkırık. Keskin çığlık. |
sehl |
(C.: Sühul) Beyaz pamuk bezinden olan elbise. * Nakit, para. nakit akçe. * İpliği bir kat bükmek. * Ezmek. * Dövmek. ◊ Kolay. * Toprağı yumuşak düz yer. * Sâde. ◊ Yere More… |
şehl |
Gözün siyahının maviye yakın olması. * Koyun gözü. |
şehla |
Elâ göz. Koyu mavi göz. Tatlı şaşı. * Mc: Çok güzel. |
şehleb |
Uzun boylu. |
sehlen |
Kolaylıkla, kolay surette. |
şehlevend |
f. Boylu boslu, güzel genç. |
sehlter |
f. En kolay, çok kolay. |
sehm |
Ok. * Hisse. nasib * Kısım. * Hazine geliri. * Korku, dehşet. * Hazz. * Yay. ◊ f. Dehşet, korku. |
şehm |
Korku. |
sehm-gin |
f. Korkunç, korkulu. |
sehm-nâk |
f. Korkunç, korkulu. |
sehma' |
Dübür, mak'ad, kıç. * Ağaç. |
sehme |
Karalık, siyahlık. |
sehna' |
Heyet. * Suret. |
şehname |
f. İran Şairi Firdevsî'nin destan şeklindeki eseri. * Büyük hükümdarların kahramanlık mâcerâlarını anlatan büyük manzum eser. |
şehnaz |
f. Eski Osmanlı müziğinde meşhur bir makam ismi. * Meşhur bir dünya güzelinin ismi. * Çok güzel olan. |
şehnişin |
f. Binanın dışarı çıkıntısı. Balkon. |
şehniz |
Çörek otu. |
şehper |
f. Kuş kanadının en uzun tüyü. |
şehr |
Ay. 30 günlük zaman. * Bir şeyi izhar etmek. Teşhir etmek. |
şehr-i âyin |
(Şehrâyin) f. Şenlik. Büyük hâkimiyet ve kuvvete ait sürur, sevinç, donanma. |
sehran |
Geceleri uyanık duran. |
şehreka |
(C.: Şühruk-Şührûk-Şührîk) Çıkrık. |
şehri |
f. Şehirli. * İstanbul'lu, İstanbul'da doğup büyüme. * Mc: Kibar, ince. |
şehristan |
f. Büyük şehir. |
şehriyar |
f. Hükümdar, padişah. * En iktidarlı. |
şehriyye |
Çok yaşamış pir. Çok yaşlı, ihtiyar. |
şehrud |
f. Büyük ırmak. Nehir. |
şehşeh |
Karışmak. |
sehuk |
(C.: Sühuk) Uzun. * Çok uzun hurma ağacı. |
sehum |
Hâlin ve durumun değişmesi. Yüzün renginin değişmesi. |
sehv |
Keşfetmek, bulmak. * İzâle etmek. * Kabuk soymak. ◊ Hata, yanlış, yanılma. |
sehva' |
Geceden bir saat. |
şehvanî |
şehvetle ilgili, şehvete ait. * şehvete çok düşkün olan kimse. |
sehve |
Ev önünde yapılan sofa. * Gevşek yürüyüşlü deve. |
sehven |
Yanlışlıkla, yanılmak suretiyle. |
şehvet |
Hevâ-yı nefsin meyli ve arzusu. * Bir şeyi fazla istemek. * Cinsî istek. Mahbube için olan istek, iştiha. (Yemek, içmek, uyumak da şehvetin şubelerindendir.)Kudsi Hadis'te Cenab-ı Hak More… |
şehvet-engiz |
f. Şehvet uyandıran. Kuvve-yi şeheviyeyi tahrik eden. |
şehvet-perest |
f. Şehvetine çok düşkün. Nefsi arzularının esiri olan. |
sehviyat |
(Sehv. C.) Yanlışlar, yanlışlıklar, sehivler. |
şehzade |
(Bak: şahzade) |
şehzare |
Fâhiş nesne. |
şeîle |
(C.: Şâil-Şeâyil) Ucu yanmış fitil. |
sek' |
Gitmek. |
seka' |
Kulağı olmayan dişi hayvan. |
şeka' |
Maraz, hastalık. * Hiddet, kızgınlık, gadap. * İncelemek. ◊ Rezalet, rezillik, alçaklık. * Bedbahtlık, kutsuzluk. ◊ şikâyet. |
sekab |
Dayanıp itimat edilen, güvenilen. ◊ Yakınlık. |
şekab |
Çukur yer. |
sekaf |
Kabile, soy. Nisbet. ◊ Uzunluk. |
sekafe |
Akıllılık. |
şekah |
Yakınlık. |
şekahteb |
İki boynuzlu koç. |
şekakil |
Bir Hind ağacının dalları. |
sekal |
(C.: Eskâl) Misafir. * Mal, mülk, metâ. * Ev metaı, ev eşyası. * İns ve cinnin bir ünvanı. (Bak: Sakalân) |
sekam |
Hastalık. İllet. Bozukluk. (Bak: Sakam) |
şekavet |
Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. Sıkıntıda kalmak. * Haydutluk, eşkiyalık. |
şekaya |
şikâyetler. Memnuniyetsizlikler. |
şekaz |
Gitmek. * Uzaklık. * Bir adamın gözünün çok değer olması. |
sekb |
Su dökmek. Su dökülme. |
sekban |
f. Köpek besleyicisi. * Padişahın köpeklerini av yerine götüren seyman. * Vaktiyle Yeniçeri Ordusunda bir asker sınıfının ismi. * Köy düğününde silâhlı ve oyun yapan gençler kafilesi. More… |
sekbe |
(C.: Sekebât) Başta olan kepek. * Takke. |
şekd (şükd) |
Atâ ve ihsan etmek. Hediye vermek. |
sekebe |
Güzel kokulu bir ağaç. |
sekel |
Musibet, belâ. * Çocuğun ölümü. |
sekem |
Yolun orta yeri. * Lâzım olmak, icab etmek. |
seken |
Ev ahâlisi. * Mesken, ev. * Kalbin teskin olduğu nesne. |
sekene |
Sâkin olanlar, oturanlar. Bir yerde devamlı oturanlar. |
seker |
Hurma şarabı. |
şeker |
f. şeker. |
şeker(e) |
Davarın sütü çok olmak. * Dolmak. |
şeker-ab |
f. İki dost arasındaki kırgınlık, aradaki soğukluk. |
sekerat |
Sarhoşluk. * Hayretler. şiddetler. * Mestlikler. |
şekergüftar |
f. Sözü şeker gibi tatlı. |
şekergüzar |
(Şeker-güzâr) f. İyilik bilen, teşekkür eden. |
şekerhab |
f. Otururken gelen tatlı uyku. |
şekeristan |
f. Şeker kamışı tarlası. |
şekerpare |
f. Çok tatlı ve şekerli olan bir kayısı cinsi. * Bir nakış çeşiti. * Bir cins tatlı. |
şekerriz |
f. Pek tatlı, şeker saçan. * Sevinçten dolayı gelen gözyaşı. ŞEKEVAT: (şekve. C.) şikâyetler. |
sekf |
Bulmak. |
seki |
Direğin altında konulan taş ayak, kürsü taşı, kapıların yanlarında ve bahçelerde havuzların etrafında yapılan sed ve peyke, odaların zeminden yüksekçe olarak bir kısmına yapılan döşeme More… |
şekib |
Sabır, tahammül. |
şekiba |
f. Sabırlı, tahammüllü, mütehammil. |
şekil |
(Şekl) Biçim, dış görünüş. Çehre. Tarz. Formül. * Şebih ve misil. * Hey'et. * Suret. Surette benzerlik. * Bir adamın tab' ve hevasına muvafık olan şey. * Muhtelif, müşkil işlerin More… |
şekim(et) |
(C.: Şekâim) Mukavemet, dayanma. Sebat. * Dizgin, gem. * Kazan ve çömlek kulpu. |
sekine(t) |
Sükûn ve itmi'nan, temkin. Nefisteki telâşın kesilmesi ile hâsıl olan kalb huzuru ve sükûneti. * Telâş ve hafifliğin zıddıdır. * Kalb rahatlığı, kalb kuvveti veren çok mühim bir duânın More… |
şekir |
Ağacın çevresinde kökünden biten fidanlar. * Fercte olan kıllar. |
şekire |
Sütü çok olan davar. |
sekit |
Kırağı. |
sekk |
(C.: Sukûk-Sikâk) Çuvaldız. Çivi. * Alçaklık. * Dar nesne. ◊ Seyahat etmek, gezmek. |
şekk |
(C.: Şükuk) Şüphe, zan. Bir şeyin varlığı ile yokluğu arasında tereddüt etmek. * Lüzum. * Yarmak. * Yapışmak. |
sekka' |
Su ulaştıran. |
sekkab |
Delici, delen. |
sekkak |
Bıçakçı, çakıcı. |
sekkakî |
(Hic: 555-626) Harzem'li olup edebiyat ve kelâm ilminde çok kıymetli ve mühim bir İslâm âlimidir. 'Miftâh-ül Ulûm' isminde sarf ve nahivden ve aruz kafiyesinden bahseden eseri More… |
sekkar |
Lânet eden kişi. |
sekkare |
şarap yapan. |
şekkerîn |
f. Şekerli, tatlı. |
şekl |
(Bak: şekil) |
sekla |
Çocuğunu kaybeden kadın. |
şekla' |
Beyaz dişi koyun. * Hâcet, ihtiyaç. |
şeklen |
Şekilce. Şekil bakımından. |
şeklî |
Şekille alâkalı, şekilce. Dış görünüşe dair. |
şekm |
Sertlik. * Güç. Kuvvet. |
sekn |
Sâkin olmak. |
sekr |
(Sekir) Sarhoşluk. |
sekr-âver |
f. Sarhoş eden, sarhoşluk veren, baş döndüren. |
sekran |
Sarhoş, mest olan adam. |
sekre |
Sarhoşluk. * Şaşkınlık. * Şiddet. |
şeks |
Ahlâksız, yaramaz kimse. |
sekseke |
Hamakat, ahmaklık. |
şekt |
Bedel etmek, karşılık vermek. |
sekte |
Durma, kısılma. * Kanın birdenbire durması. * Bir işin görülmesinde kesiklik, durgunluk hâsıl olmak. * Tecvidde: Kıraat esnasında nefes almadan sesi kesmeğe denir. |
sektedâr |
Susan, sesini kesen. * Zarara uğramış olan. * Aheng ve düzeni bozulmuş. |
sekub |
(Sekabe) Ateşin alevlenmesi. * Yıldızın parlaması. * Işıklı, ışık veren. * Parlamak. ◊ (Bak: Sükub) |
şekub |
Ruşen olmak, parlamak. |
şekufe |
(Bak: şükufe) |
sekun |
Yemen vilâyetinde bir kabile adı. |
şekur |
Çok şükreden. Allahın (C.C.) lütuflarına karşı pek fazla memnuniyetini, sevincini gösteren. Az şükredene dahi çok nimet veren Allah (C.C.). (Bak: şükr) |
şekva |
Şikâyet, âciz kaldığını ve zayıflığını haber vermek. * Su kabının ağzını açmak. |
şekve |
Şikâyet etmek. * Siyahça oğlak derisi. |
sel' |
Baş yarmak. |
sel'a |
Hıyarcık hastalığı. * Yarmak. |
sel'af |
Yutmak. |
sela |
(C.: Eslâ) Çocuğun ana karnında iken içinde bulunduğu ince deri. |
sela' |
Bir acı ağaç. * Medine'de bir dağ. * Yarmak. Parçalamak. * Ayak yarığı. (Bu mânâya C.: Sülu) ◊ Pişirmek. * Eritmek. |
şela'la' |
Uzun boylu kişi. |
selacika |
(Selçuk. C.) Selçuklular. |
selah |
(C.: Selhân) Keklik yavrusu. |
selahif |
(Sulahfât. C.) Kaplumbağalar. |
selahiyet |
(Bak: Salâhiyet) |
selaik |
(Selika. C.) Güzel söz söyleme ve yazma kabiliyetleri. |
selak |
(C.: Selekân) Yüksek, düz yer. Deve yanırının onulmuş ve yeri ağarmış olan izi. * Çuval kulpunun birisini birisine koymak. |
şelalat |
(Şelâle. C.) Büyük çağlayanlar, şelâleler. |
selale |
Çanak içinde yalanan nesne. |
şelale |
Büyük çağlayan. Akarsuyun yüksekten çoklukla akması. |
selalim |
(Süllem. C.) Merdivenler. |
selam |
'Ayıplardan, âfetten sâlim oluş. Selâmet, emniyet. Sulh. Asâyiş. Bütün korktuklarından emin olma. * Allah'ın (C.C.) rızasına erişmek için mü'minlerin birbirlerine yaptığı dua. More… |
selaman |
Bir mekânın adı. * Büyük ağaç. |
selamet |
Kurtuluş, tehlikeden sâlim olmak. Korktuklarından, fenalıklardan kurtulmak. * Neticede imân ile kabre girmek. * Edb: Doğruluk, sağlamlık. |
selamlik |
(Bak: Harem) |
selase |
Üç. |
selaset |
Edb: Anlatıştaki kolaylık ve rahatlık. Açık, kolay, akıcı ve âhenkli ifade. |
selasil |
(Silsile. C.) Silsileler. * Zincir gibi olanlar. Zincirler. * Sıradağlar. |
selasûn |
(Selâsîn) Otuz, 30. |
selata |
Kahır, galebe, hiddet. * Kötü konuşan, gönül inciten, kalb kıran. * Merhametsiz olmak. * Acı söz söylemek. |
selatin |
(Sultan. C.) Sultanlar. |
selb |
Zorla alma, kapma, soyma. * Nefy ve inkâr etme. * Kaldırma, giderme, izale. * Man: İki şey arasında nisbet-i vücudiyenin kalkması. ◊ Ayıp. * 'Noksan etmek ve çekmek' More… |
selben |
İnkâr yoluyla, * Gidererek, kaldırarak, yok ederek. |
selbî |
Nefiy ile alâkalı, nefye mensub olan. |
selbub |
Bir dere. |
selc |
(C.: Süluc) Kar. ◊ Yutmak. |
selcem |
(C.: Selâcim) Uzun, tavil.* Uzun ok. şalgam. |
şelcem |
(C.: şelâcim) şalgam. |
seleb |
Yemen vilâyetinde yetişen bir ağacın kabuğudur. Ondan ipler ve urganlar yaparlar. * Kişinin malı mülkü ve metâı. |
selecan |
Yutmak. |
selef |
(Self) Eskiden olan. Evvelce bulunmuş olan. * Yerine geçilen. * Önde olmak, ileri geçmek. * Eski adam. |
selel |
Helâk olmak, mahvolmak. |
şelel |
Bir eli tutmaz olmak. * Bir nesneyi seyrek dikmek. * Ovmakla gitmeyen leke. |
selem |
Teslim etmek. * Ayıplardan uzak olmak. * Selef. * Peşin para ile veresiye mal alma. ◊ Diş gediği. |
selenka' |
Yıldırım. |
selentah |
Geniş, açık yer. |
self |
Yeri düzeltmek. *Büyük dağarcık. |
selfa' |
Bahadır. Kahraman ve cesâretli kimse. * Yüzsüz, utanmaz, hayâsız, kötü kadın. * Kuvvetli deve. |
selfe |
Ahmak. * Kurt. |
selg |
Ayırmak. * Yarmak. |
selh |
Soyma, deri soymak. * Her ayın son günü. * Bir yerden bir şeyi çıkarmak. |
selh-hane |
f. Hayvan kesilip yüzülen yer. Mezbâha. (Bu kelime galat olarak, 'salhâne' şeklinde kullanılır.) |
selha |
Kıyamet günü. |
selib |
Soyulmuş, giderilmiş, alınmış. * Tıraş olunmuş. * Aklı başından alınmış. |
selif |
Eski zamanda geçmiş olan. |
seliha |
Kabuk. * Soyulmuş veya bozulmuş şey. * Tarçın yerine kullanılan bir ağacın adı. |
selik |
Arpa, buğday ve bunlara benzer hububatın yarması. |
selika |
Üstüne binen kişinin, ayaklarını sallamasından dolalyı, devenin yanlarında meydana gelen ayak izleri. * Tabiat. ◊ Güzel söz söyleme ve yazma istidadı. |
selil |
Netice, semere. * Yeni doğmuş erkek çocuk. * Büyük, geniş dere. |
şelil |
(C.: Eşille) Deve ve at ardına yapılan palas. * Çok sulu dere ortası. * Kısa gömlek. |
selile |
Yeni doğmuş kız çocuğu. |
şelim |
Şam yakınında bir beyt-i mukaddes. |
selim(e) |
(Selâmet. den) Sağlam, kusursuz. Refah ve selâmet üzere bulunan. |
selis |
Selâsetli. Fasih ve beliğ olan. Düzgün ve akıcı ifade. ◊ Kolay, yumuşak. * Boyun eğmiş, bağlı. |
selit |
Kahredici, galebe edici. * Susam yağı. * Kötü sözlü şerli kimse. Ağzı bozuk. * Zeytinyağı. |
selk |
Bir yerden haber getirmek. * Yumurtayı rafadan pişirmek. Bir kimseyi başı üstüne bırakmak. * Katı ve sert söylemek. * Çağırmak. ◊ Çekmek veya çekilmek. * Gitmek. * İthal etmek, More… |
selka' |
(C.: Selâki) Otsuz, susuz ve ıssız yer. |
sell |
Yavaşça çekip sıyırma. Sıyrılma. * Çıkarma, çıkarılma. Çekme, çekilme. |
şell |
Seyrek seyrek dikmek. * Çolak. * Çolaklık. Kolun eğri oluşu. |
sellac |
Buzcu, buz satan adam. |
sellah |
(Selh. den) Kasaplık hayvan kesen veya yüzen. |
sellat |
(Selle. C.) Sepetler, seleler. |
selle |
Koyun ve keçi sürüsü. * Yıkmak, hedm. * Kuyu içinden çıkartılan toprak. ◊ (C.: Sellât - Silâl) Sepet, sele. |
sellebâf |
f. Sepet, küfe vs. ören kimse. Sepetçi. |
selleme |
Selâm ve selâmet versin, kusur ve ayıptan hâli ve beri eylesin meâlinde duâ. |
sellemehüsselam |
Gelişi-güzel. Rastgele. |
selm |
Barış, sulh. İtaat. Tek kulplu kova. (Bak: Silm) |
selme |
Rahne, gedik. |
selmec |
(C.: Selâmic) İnce uzun demir. |
selmet (silmet) |
Taş. |
sels |
Beyaz boncuk dizilen iplik. ◊ Akmak, seyelân. |
selsal |
Hafif soğuk, tatlı ve lezzetli su. |
selsebil |
Cennet'te bir çeşme veya ırmak. * Mc: Tatlı, lâtif, leziz su. |
selsel |
Tatlı ve yumuşak su. |
selsele |
Ulaştırmak, vardırmak. * Zincir örmek. |
şelşele |
Dökmek. * Su damlatmak. |
selt |
Karın gürüldemesi. |
selub |
(C.: Süleb) Müddeti tamam olmadan yavrusunu düşüren deve. |
seluc |
Rahat olmak. Mutmain olmak. |
seluf |
Suya gelen develerin dâima önlerinde gelen deve. |
seluk |
Yemen vilâyetinde bir köydür ve 'kilâb-ı selukiyye' denilen büyük köpekleriyle meşhurdur. |
selukiyye |
Kaptan kamarası. |
selul |
Ölü olarak doğmuş çocuk. |
selv |
Kanaat vermek. |
selva |
Bal, asel. * Bıldırcının büyüğü. |
şelvar |
f. şalvar. |
selvet |
Kalb rahatı. Gönül rahatı. |
sem' |
İşitmek. Kulak ile dinlemek. * Kurdun sırtlandan olan eniği. |
şem' |
Mum, ışık. |
şem'a |
Işık, çıra. Nur. * Muma batmış fitil. |
sem'an |
Dinliyerek. * İşiterek, duyarak. |
şem'dan |
f. şamdan. |
şem'un |
Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerindendir. Petros veya Sen Piyer de denir. Antakya kilisesini yaptırmıştır. Mil: 65'de Roma'da Neron tarafından hapsedilmiş ve çarmıha gerilerek More… |
sema |
Gök yüzü. Asuman. Gök. * Her şeyin sakfı. * Gölgelik. * Bulut ve emsali örtü. |
sema' |
Yağlı yemek yedirmek. * Baş yarmak. * Ekmeği terid etmek. * Sakalı boyamak. ◊ İşitmek, kulakla dinlemek. * Mevlevilerin zikir esnasındaki dönüşleri. |
şema' |
(C.: şümu') Mum. Meclise zevk veren, meclisi süsliyen mum. * Oyun. * Mizaç, huy. ◊ Yüce, yüksek, ulu âli. |
sema'ma' |
Küçük başlı. * Yular. |
şema'ma' |
Küçük başlı. * Aceleci kişi. |
semaan |
(Semaen) İşiterek, dinleyerek, dinlemek suretiyle. |
semaat |
Dinlemek, kulak vermek. |
semacet |
Kötü görünüş, çirkinlik. * Söz çirkinliği. * Kabahat. |
semad |
Davar tersi. * Gül. |
semadir |
Sarhoşluk vaktinde veya uyku geldiğinde göze ârız olan zayıflık. |
semaen |
İşiterek, duyarak. |
semahat |
Cömertlik. İyilik severlik. El açıklığı. |
semahic |
Deniz içinde bir alanın adı. |
şemahter |
Kötü, menhus. |
semaî |
İşitmekle öğrenilen. İşitmeğe dair ve müteallik. * Gr: Bir kaideye bağlı olmayan, işitilmekle öğrenilen. |
semaî müennes |
Bir kaideye bağlı olarak müennes işareti olmayıp kelimenin aslında müenneslik var gibi kabul edilen ve işitilmekle öğrenilen müennes kelime. (Bak: Müennes-i semaî) |
şemail |
(Şimal. C.) Huylar, ahlâklar, tabiatlar. |
şemaim |
(Şemime. C.) Güzel kokular. |
şemak |
Neşat, sevinç. Ferah. |
semakil |
Somak ve tadım denilen ekşi taneler. |
şemakmak |
Uzun, tavil. * şâd ve neşeli kimse. |
şemal |
(C.: Şemâlât) Kıble ardında kutup tarafından esen yel. * Ahlâk. * Kılıç. |
semale |
(C.: Simâl) Kap veya havuz dibinde olan artık. * Tereyağı. *Araptan bir kabile. |
semame |
(C.: Semâm) Bir nevi kuş. * Sür'atle yürüyen dişi deve. |
seman |
Sekiz. |
semane |
f. Tavan. * Bıldırcın. |
semanet |
Semizlik, yağlılık, besililik. |
semanîn |
Seksen. 80 |
semaniye |
Sekiz. 8 |
semanûn |
Seksen. 80 |
semapare |
f. Gök parçası. |
semar |
Meyva, yemiş. ◊ Duru süt. |
şemarih |
(Şimrâh. C.) Dağ tepeleri. * Hurma veya üzüm salkımları. |
semarug |
Başı yumru yumurta gibi olan mantar. |
semasire |
(Simsar. C.) Simsarlar, komisyoncular, tellâllar. |
şemate |
Destenik çiçeği. * Düşmana belâ, gam ve tasa geldiğinde şâd olup sevinmek. |
şematet |
Kuru gürültü. şamata. |
şematetkârane |
f. Kuru gürültü yapmak suretiyle, arsızca, gürültü ile bağırmak. |
semavat |
(Sema. C.) Gökler, semalar. |
semave |
Örtü. * Şam yolunda bir bâdiyenin adı. |
semavî |
Gökle alâkalı, semaya dair ve müteallik. * İnsan eseri olmayan, vahiyle gelmiş bulunan. |
semaviyyât |
Semavî olan şeyler. |
şemayil |
Ahlâk. |
sembol |
Fr. Kararlaştırılmış bir mânası olan işaret. Bir mânanın şekil veya madde halinde gösterilmiş sureti. |
şemc |
Şey mânasına gelen bir isim. * Bir nesneyi seyrek dikmek. |
semcer |
Çok su katılmış olan süt. |
semdar |
f. Zehirli. |
semed |
Devamı gelmeyen sarnıç suyu. |
semehder |
Geniş, bol, vâsi. |
semek |
Balık. |
semel |
Eski kaftan, eski elbise. ◊ Sarhoşluk. |
şemel |
Perâkendelik, dağınıklık. * Toplanmak, cem'olmak. * Az nesne. |
semele (sümle) |
Kap dibinde kalan azıcık su. ◊ Kap dibinde kalan artık. |
semen |
Baha, kıymet. Değer. Tutar. Satılan şeyin fiatı. ◊ Yağ. Erimiş tereyağı. (Bak: Simen) ◊ f. Yâsemin. |
semen-bu |
f. Yâsemin gibi kokan, yâsemin kokulu. |
semen-fam |
f. Yâsemin renkli, rengi yâsemin gibi olan. |
semend |
f. Çevik ve güzel at. |
semenî |
Tereyağı. |
semer |
Geceleyin kıssa söylemek, hikâye anlatmak. |
semer(e) |
Meyve, yemiş mahsul. Verim. Netice. |
semerât |
(Semere. C.) Meyveler, faydalar. Kârlar. Menfaatler. |
şemerdel |
Uzun boyunlu, seri davar. |
semeredâr |
f. Verimli, semereli, kârlı. * Yemiş veren. |
semerrec(e) |
Üç defa haraç çıkarmak. |
semertul |
Uzun, tavil. |
şemet |
Saçın akı karasına karışmak. |
semg |
Yarmak. |
semh |
Cömertlik, keremli olma. |
şemh |
Uzak niyet ve kasıt. * Tekebbür etmek, kibirlenmek. |
semha |
Kolaylık, sühulet. |
semhac |
Arkası uzun olan at ve eşek. |
semhak |
Yağmursuz bulut. |
şemhar |
Büyümek. Uzamak. |
semhec |
Yağlı tadı azmış süt. |
semher |
Eskiden süngü ağacı yapan bir kimsenin adı. (Ona nisbet edip 'rumh-i semherî' derler.) |
semhuk |
Uzun, tavil. |
semi' |
İşiten, duyan. |
semi'na ve ata'na |
İşittik ve kabul ettik, itaat ederiz, baş üstüne meâlindedir. |
semic |
(Semc) Çirkin, kötü görüşlü. |
semik |
(C.: Esmika-Sümuk) Zelve. (Öküzün boynuna takılır.) |
semil |
Sarhoş. |
semile |
Artmış, artık şey. * Dere içinde kalan su artığı. |
şemille (şemlâl-şemlil) |
Yeyni, hafif. |
şemim |
Koku. Hoş koku. |
şemime |
(C.: Şemâim) Güzel kokulu şey, râyiha. |
semin |
(Semine) Çok değerli, pahalı, kıymetli. ◊ Semiz. Eti yağı bol. |
semir |
Arkadaş, refik. * Gece anlatılan kıssa ve hikâye. ◊ Meyvalı, yemişli. Meyva veren. * Sinici olan su. |
semire |
Kaymağı çalkalayıp bir yere toplamadan evvel üstünde görünen yağ parçaları. |
şemire |
Hızlı yürüyen deve. |
şemirr |
Katı, şiddetli, şedid. |
semit |
Temiz pişirilmiş olan kebap. * Arınmış, temizlenmiş ve pâk olmuş. * Doldurulmuş bağırsak. * Birbiri üstüne yığılmış kiremit. * Bir kat sahtiyan. |
şemit |
Karışık. |
semiy |
Aynı isimde olmak. Adaş, hemnâm. |
semiyye |
Yüce, yüksek, refia. |
semiz |
t. Eti, yağı bol. Besili. |
şemizer |
Hızlı yürüyen deve. |
seml |
(C.: Esmâl) Sulh etmek, barışmak. * Göz çıkarmak. * Pâk edip temizleyip arıtmak. |
şeml |
Az şey. Perâkendelik. * Örtmek, bürünmek, toplanmak. * Topluluk, cemaat, insan yığını. |
semlah |
Tadı azmış olan yağlı süt. |
semlak |
(C.: Semâlik) Düz, yüksek yer. |
şemlak |
Yaşlı, pir, ihtiyar. |
şemle |
(C.: şümül) Kilim. * Az miktar su. |
semm |
Cem' etmek, toplamak. * İyi etmek. ◊ (Simm - Sümm) (C.: Sümum) Delik. ◊ Zehir, ağu. |
şemm |
Koku hissetmek, koklamak. |
semmak |
Balıkçı. |
şemmam |
Yeşil, kızıl ve sarı hatları ve güzel kokusu olan küçük bir cins kavun. |
semman |
Süzme yağ yapan. Hâlis yağ yapan veya satan kişi. |
semmdar |
f. Zehirli. |
şemme |
Bir defa koklamak. * En küçük mikdar. |
semmî |
(Semmiye) Zehirle alâkalı. Zehirli. |
şemmus |
Yavuz tosun at. |
semn |
Semizlik, beslilik, yağlılık. * Tereyağı. |
sempati |
Fr. Cana yakınlık, sıcak kanlılık. * Tıb: Her omurilik boyunca olan sağlı sollu yirmi üç boğumdan geçen iki paralel ağ şeklinde sinir sistemi. |
şemr |
Yürürken sallanmak. |
semra |
(Müe.) Esmer. Kumral renkte olan. |
semra' |
Yemişli ağaç. Meyveli ağaç. |
semre |
(C.: Semür-Semürât) Sakız ağacı. |
şems |
Güneş, âfitab. |
şems-abad |
f. Güneşi bol yer. Günlük güneşlik yer. |
şems-pare |
f. Güneş parçası. * Mc: Çok parlak. |
semsak |
Yâsemin. |
semsam |
(C.: Semâsim) Hafif edepsiz kişi. * Aceleci kimse. ◊ Eline ne alırsa kıran. |
şemseddin |
(Şems-üd din) Dinin güneşi. * Erkek adıdır. |
şemşelik |
Derisi ve âzâsı sarkık ve sülpük olan kadın. * Seri yürüyüşlü kadın. |
semsem |
Tilki. * Bir yerin adı. |
şemşem |
Ağaç üstünde kalan azıcık hurma. |
semsere |
Bir kimsenin elbise ve kumaşını satıvermek. |
şemsî |
Güneşe ait. Güneşle alâkalı. |
şemşir |
f. Kılıç. |
şemşir-baz |
f. İyi kılıç kullanan, kılıç oynatan. * Kılıçla ustalık gösteren. |
şemşir-bedest |
f. Elinde kılıç tutan. |
şemşir-ger |
(C.: Şemşirgerân) f. Kılıççı. |
şemşir-zen |
f. Kılıç çeken, kılıçla vuran. |
semt |
Yön, taraf, cihet. * Koz: Açıklık. ◊ Paklık, nezâfet, temizlik. |
şemta |
Saçı ağarmış kadın. Kocakarı, acuze. * Akı karasına karışmış saç. |
şemtit |
Perakende, dağınık, müteferrik. |
şemu' |
Gülen, oynayan. Gülücü, oynayıcı. |
semud |
(Sümud) Kur'anda ismi geçen bir kavim adı. Sâlih Peygamber'in kavmi. |
semuh |
(Semahat. dan) Çok cömert. |
şemul |
Sâfi halis şarap. * Kıble mukabilinden esen rüzgar. |
semum |
Zehirli şey. * Sam yeli. * Gündüz vakti sıcak çölde esen pek sıcak rüzgar olup, bitki ve hayvanları mahveder. |
semunyun |
Yaban kerevizi. |
semure |
Dikenli bir ağaç. * Sakız ağacı. |
semüvv |
Ad koymak, isim vermek. |
şen |
f. Naz, eda, cilve. * Göze ve gönüle hoş görünen hal. * Bayındır, ma'mur. * Sevinçli, ferahlı. |
şen' (şin') |
Buğz ve adâvet etmek. Kin bağlamak. Düşmanlık yapmak. |
sena |
Şimşek parıltısı. * Ulviyet. Yükseklik. * Aydınlık. * Bir ot ismi. ◊ Medihle tarif. Medhetmek, övmek. |
sena'buk |
Kötü kokulu bir ot. |
senaa |
Cemali güzel. |
şenaat |
Fenâlık, kötülük, alçaklık. * Cenab-ı Hakk'ın emrine muhalif hareket. |
senabik |
(Sünbük. C.) At ve katır gibi hayvanların tırnakları. |
senabil |
Sünbüller. Başaklar. |
senaf |
Deve bağlanan ip. * Deve göğüsü. |
senagû |
f. Medheden, öven, sena eden. |
senahan |
f. Medheden, alkışlayan, öven. |
şenak |
Devenin yularını çekmek. * Çok yemekten mide dolmak. * Yaralamaktan dolayı alınan az diyet. |
senakâr |
f. Öven. Medheden. |
senakârane |
f. Senakârlıkla. Övercesine. Medheden birine yakışır şekilde. |
senam |
(C.: Esnâm-Esnime) Deve hörgücü. * Her nesnenin yücesi, yükseği. |
senan |
Parlak, ziyâdar, ışıklı. |
şenan |
Buğz, adâvet, kin, düşmanlık. |
senanir |
(Sinnevr. C.) Kediler. |
şenar |
Büyük utanç, ayıp. |
senaver |
f. Medheden, öven. |
senaverî |
f. Birisini medhedene, övene ait. Senakârane. |
senaya |
Öndeki dört dişler, ön dişler. |
şenayi' |
(Şenia. C.) Çok günahlı hareketler. Kötü işler. |
senber |
Her umuru bilen, her işten anlayan. |
şenbih |
f. Gün. * Cumartesi günü. |
senbol |
(Bak: Sembol) |
senc |
f. Ölçen, tartan, değerlendiren. |
şenc |
Hıçkırık tutmak. |
şencar |
Eşek marulu adı verilen bir cins ot. |
sence |
(C.: Senecât) Terazi taşı. |
senceref |
Sülügen adı verilen kızıl taş. |
sencide |
f. Ölçülmüş, tartılmış, değerli. * Tam yerinde söylenmiş söz. |
sencilat |
Bir cins koku. |
sencileyin |
Senin gibi. |
sendel |
f. Sandal. * Sandal ağacı. |
sendere |
Büyük kile. * Ok yapılan bir nevi ağaç. * Sür'at, hız. |
sendüve |
(C.: Senâdâ) Meme. |
sene |
Yıl. |
şeneb |
Dişlerin keskin olması. * Parlamak, ruşen olmak. |
seneb(e) |
Zamandan bir parça. |
şenec |
Derinin buruşması. |
sened |
Kuvvetli olabilecek söz. * Tapu. * Üzerine dayanılacak ve itimad edilecek şey. Mutemed. Melce'. * İki kişi veya çok kimseler arasındaki anlaşmayı tesbit eden ve karşılıklı imzalanan More… |
şenef |
Buğz. * Kibir. |
senem |
Yüce olmak, yükselmek. * Uzamak. |
senen |
Yol, tarik. |
sener |
(C.: Senânir) Kedi. * Ulu kişi. * Boğaz kemiği. * Kuyruk sokumu. |
şenes |
Galiz. Kaba. |
seneta |
Sekenler. Durmalar, duruşlar. Davranışlar. |
seneteyn |
İki yıl. İki sene. |
senevat |
(Sene. C.) Yıllar, seneler. |
senevî |
Seneye ait. Bir yıl içinde olan. Senelik. Seneye mensub. |
şenf |
(C.: Şünuf) Salkım küpe. |
seng |
f. Taş, hacer. * Vezin. Tartı ve temkin. * Sıklet. * Beraberlik. * Ağırlık. |
şeng |
f. Neşeli, kıvrak. * Haydut, şaki, eşkiya. |
seng-endaz |
f. Taş atan. Dokunaklı söz söyleyen. |
şengare(t) |
Kötü huyluluk. |
sengdil |
(C.: Sengdilân) f. Taş yürekli, merhametsiz, acımaz. |
sengin |
f. Taştan olan, taştan yapılmış. |
sengistan |
f. Taşı çok olan yer. Taşlık yer. |
senglah |
f. Taşlık yer, taşı çok olan yer. |
sengpare |
f. Taş parçası. |
sengsar |
f. Taşlık yer. |
sengtraş |
f. Taş yontucu, taş yontan sanatkâr. |
sengzar |
f. Taşlık yer, taşı çok olan yer. |
senh |
Arız olmak. |
şeni' |
(Şeni'a) Kötü, çok fena, çirkin, günahlı iş. |
senih |
Mübarek fiil, iyi ve güzel hareket. |
senin |
Taşı kazıyıp yonttuklarında dökülen parçaları. |
senine |
(C.: Senayin) Kumdan tepe. |
seniy |
(C.: Sinâ-Seniyyât) Ön dişini burkan hayvan. |
seniyye |
(C.: Senâyâ) Ön dişlerin birisi. * Sarp ve yokuş yerde olan yol. ◊ (Seniye) Yüksek. Çok mühim ve kıymetli, âli olan. |
senkendaz |
Eski kalelerde kale dibine sokulan düşmana yukarıdan ağır taşlar vesaire atmak için altı açık cumba gibi çıkmalara verilen addır. Kale kapılarını müdafaa için üst taraflarına da böyle More… |
senn |
Zırh çıkarmak. * Halinden döndürmek. * Koymak. * Keskinleştirmek. * Tasvir etmek. * Dökmek. |
şenn |
(C.: Şinân) Eski kırba. * Araptan bir kabile. * Dağılıp perâkende olmak. |
şennar |
(C.: Şenâir) Ayıp. Utanç. Kötülük. |
şenşene |
Usul. Âdet. |
sent |
Etin kokması. |
şenun |
Aç. Ne zayıf, ne semiz olan deve. |
senut |
Yere saçılan buğday. |
sepid |
f. Ak, beyaz. |
sepide |
f. Tan vakti. |
sepidedem |
f. Sabah aydınlığı. |
sepidî |
f. Aklık, beyazlık. |
septisizm |
Fr. Fls: Müsbet veya menfi hiçbir kat'i hükme varamıyan ve dâim şüphe içinde olmayı kabul eden sapık felsefe sistemi. Şüphecilik. (Bak: Sofestaî, Sofizm) |
sepükpây |
f. Ayağına çabuk olan. |
ser |
f. Baş. Tepe. Uç. Nihayet. Zirve. Gaye. * Baş, başkan, reis. |
ser' |
Üzüm çubuğu. * Yaş ve taze çubuk. * Yumuşak bedenli yiğit. * Uzun boylu adam. ◊ Yumurtlamak. |
şer' |
Emir ve nehy gibi hükümleri vaz' etmek. * Bir işe başlamak. * Dalmak. * Girmek. * Zâhir etmek, göstermek. * Cenab-ı Hakk'ın emri. Âyet, hadis, icma-i ümmetle ve kıyas-ı fukaha ile More… |
şer'ab |
Uzun. * Uzununa kesmek. Uzunlamasına yarmak. |
ser'an |
Evmek, acele etmek. |
şer'an |
şeriatça, şeriata göre. Kanunca, kanuna göre. |
şer'î |
Şeriata uygun, İslâmiyetçe makbul olan. İlâhî kanuna dair. Meşru'. |
şer'î takvim |
(Bak: Takvim-i Arabî) |
şer'iyye(t) |
Şeriata uygun olma. Kanun ve nizamlara muvafık bulunma. |
ser-agaz |
f. Yeniden ve baştan başlama. |
ser-amed |
(C.: Ser-âmedan) f. İleri gelen, başta bulunan. |
ser-azad |
f. Hür, serbest. Başı boş. * Dertsiz, rahat. |
ser-be-ceyb |
f. Kaderden, düşünceden veya hayâdan dolayı başını önüne eğmiş olan. |
ser-dade |
f. Baş vermiş, baş göstermiş olan. |
ser-efgende |
(C.: Serefgendegân) f. Başını eğen. |
ser-efraz |
f. Başını yükselten, yukarı kaldıran. * Benzerlerinden üstün olan. * Baş kaldıran. * Başı dik, alnı açık. * Haklı ve galib. |
ser-endaz |
(C.: Ser-endazân) f. Çekinmez, pervasız, korkusuz. |
ser-giran |
f. Başı ağır. * Mc: Çok sarhoş. |
ser-kerde |
f. Bir güruhun, bir takımın başı, reisi. * Şaki, haydut. |
sera |
f. 'Şarkı söyleyen' mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nağme-serâ - Şarkı söyleyen, nağme söyleyen. ◊ Yer, toprak. Arz. * Malı çok olmak. Zengin More… |
sera' |
Yay yapımında kullanılan bir ağaç cinsi. |
sera-perde |
f. Saray perdesi. Eskiden harem dairesinin önüne çekilen büyük perde. * Padişah çadırı, otağ. |
serab |
Şaşkın hâle gelme. Çorak yerlerde, çölde sıcak ve ışığın te'siriyle ileride, yakında yahut ufukta su veya yeşillik var gibi görünme hâdisesi. |
serabil |
(Sirbâl. C.) Gömlekler. |
serabistan |
f. Serap yeri. (Fâni, bekasız dünyadan kinayedir.) |
seraçe |
f. Küçük saray. Küçük konak. Saraycık. |
seradik |
(Sürâdik) Padişaha mahsus çadır perdesi veya büyük sarayın perdesi. * Cibinlik tarzında yapılan perdeden oda. |
seradikat |
Padişaha mahsus perdeler. |
şerafeddin |
(Aslı: Şerefüd din'dir) Dinin şerefi. |
şerafet |
Şeriflik, şereflilik. Hz. Peygamber'in (A.S.M.) torunu Hz. Hüseyin'in (R.A.) sülâlesinden ve onun izinden giden temiz müslümanlık hâleti. |
serafil |
(C.: Serâfilât) Şalvar. Don. |
serah |
Kıl taramak. * Halâs etmek. * Davar gütmek. * Eşini boşamak. |
serahin |
(Sirhân. C.) Yırtıcı hayvanlardan olan kurtlar. |
serahor |
Osmanlı İmparatorluğunun ilk devirlerinde ordunun bir yerden başka bir yere hareketinde yolların yapılması ile beraber ağırlıkların nakil vesairesi veyahut memleket içinde zelzele, deprem More… |
şeraif |
(Şerife. C.) Mutlular, kutlu kimseler. |
serair |
(Sır. C.) Gizli şeyler, sırlar. |
şerait |
(Şart. C.) Şartlar. |
serak |
Hırsızlık yapmak. |
şeraket |
Şeriklik, ortaklık. * Arkadaşlık, refâkat. |
seramac |
f. Boyunduruk. |
serapa |
f. Bir uçtan bir uca. Baştan ayağa kadar. |
serar |
Ayın son gecesi. |
şerar |
Şerir den mastardır ve yaramazlık mânâsına gelir. * İnsanın yüzüne çarpan ses. ◊ (Bak: şerare) |
şerarat |
Şerareler, kıvılcımlar. |
şerarat-i neyyirane |
f. Parlak kıvılcımlar, ışık saçan şerareler. * Mc: İslâmiyetin kuvvet ve hakkaniyetinden gelen parlaklık. |
serare |
İyilik. * Şeref. |
şerare |
(Şerâr) Kıvılcım. Elektrik kıvılcımı. Müsbet ve menfi (+ ve -) elektrik kutuplarının birbirine çok yakın olmasından veya dokunmasından hâsıl olan kıvılcımların parlayışı. |
şerarefigen |
f. Kıvılcım saçan. |
şeraret |
Şerlilik, kötülük, fenalık. * Kıvılcım. |
serari |
(Süriyye. C.) Câriyeler, odalıklar. |
seraser |
f. Baştan başa, bütün, hep mecmuan, külliyen. |
şeraset |
Huysuzluk, geçimsizlik. Titizlik. |
serasime |
f. Sersem. |
serasimegî |
f. Sersemlik. |
şeraşir |
Nefis. * Beden, vücut, ceset. * Ağırlık. |
serasker |
f. Ordu kumandanı. Komutan. * Harbiye nâzırı, milli savunma bakanı. |
şerat |
(C.: Eşrât) Alâmet, iz, işâret, nişân. * Bir şeyin en bayağı ve âdisi. |
seratî |
Keskin. |
seravil |
(C.: Serâvilât) İç donu. * Şalvar. |
seray |
f. Büyük konak, kâşâne. * Saray. * Hükümet konağı. |
seray-dar |
f. Eskiden büyük yerlerde yemek ve sofra işlerine bakan kimse. |
seraya |
(Seriye. C.) Düşman üzerine yollanan askerler. |
serayende |
(C.: Serâyendegân) Şarkıcı, şarkı söyliyen. |
şerayi' |
Şeriatlar. Cenâb-ı Hakkın hükümleri, emirleri, kanunları. |
şerayin |
(Şeryân ve Şiryân. C.) Nabız damarları, atar damarlar. |
şeraze |
Katı kurumak. |
şerazim |
(Şirzime. C.) Küçük ve az olan topluluklar. Küçük cemaatler. |
serb |
(C.: Sürub) İçyağı. * Helâk olmak. * Bozulmak, fâsid olmak. * Beğenmeme. Azarlama. Çekiştirme. |
serbalin |
f. Baş yastığı. |
serbaz |
(C.: Serbâzân) f. Korkusuz, cesur, cesâretli. Yiğit. |
serbazî |
f. Yiğitlilik, cesurluk, korkusuzluk. |
şerbe |
Bir içim su. |
serbeha |
f. Baş pahası. Diyet. Haraç. |
serbend |
f. Başa bağlanan veya sarılan şey. |
serbeser |
f. Baştan başa. |
serbest |
f. Kayıtsız. Başıboş. İstediği gibi hareket edebilen. * Sıkılmayan. * Engelsiz. |
serbestâne |
f. Serbestçe. |
serbeste |
f. Başı bağlı. * Gizli, kapalı, örtülü. |
serbestî |
f. Serbestlik. |
serbestiyet |
f. Serbestlik. Serbest oluş. |
serbesücud |
f. Secde edici. Başını yere değdirici. |
serbezemin |
f. Başı yere eğilmiş olan. |
şerbin |
Katran ağacı. |
serbülend |
(C.: Serbülendân) f. Yüce. Başı yüksek. |
serbülendî |
f. Başı yükseklik. Yücelik. |
serc |
(C.: Süruc) At takımı, eyer. |
şerc |
Kıç, dübür. * Cem'etmek, toplamak. Birbiri üstüne yığmak. * Fırka. * Nev, cins. |
şerca' |
Uzun tavil. * Taht. * Cenaze. |
şerce |
Dağdan aşağı sahraya inen akıcı su. |
şerceb |
Uzun, tavil. |
şercele |
Yemiş kabı. |
sercem |
Uzun. |
şercem |
(C.: şerâcim) şalgam. |
serçeşme |
(C.: Serçeşmegân) f. Çeşme başı, su başı. Pınar. * Pir, şeyh. Baş. * (Tanzimattan evvel) yardımcı askerlerin maddi işlerine bakan kimse. |
sercuc |
Ahmak. |
sercümle |
f. Hepsi, tamamı, bütün. |
serd |
Sözü muttasıl ve güzel bir eda ile söylemek. * Halkaları birbirine geçirmek. * Delmek. * Dikmek. * Vurmak. ◊ f. Bârid, soğuk, bürudetli olan. * Sert, kaba, hoyrat. ◊ Çanak More… |
şerda |
Benzemek. Misil. |
serdab |
f. Yer altında olan serin ve soğuk oda, bodrum. Böyle yerler ekseriyetle sıcak bölgelerde, gündüzleri sıcaktan korunmak için yapılırdı. Anadolu'nun bazı yerlerinde buna 'zir-i More… |
serdah |
Geniş ve düz yer. |
serdar |
f. Askerin başı. Kumandan. |
serdarân |
(Serdâr. C.) f. Kumandanlar, serdarlar, komutanlar. |
serdarî |
f. Başkumandanlık, serdarlık. |
serdefter |
f. Defterin başında yazılı olan. En ileri geçen, en başta bulunan. |
serdengeçti |
Tar: Akıncılardan düşman ordusu içine dalmak veya muhasara altına alınan bir kaleye girmek için fedai yazılan kimseler. Bunlara ellerinde kınlarından sıyrılmış kılıçlarla bu tehlikeli işlere More… |
serdetmek |
Tertipli ve güzel bir şekilde konuşmak. |
serdî |
f. Soğukluk, bürudet. * Kabalık, sertlik, hoyratlık. |
serdümen |
Gemilerde baş dümenci, dümen kullanmakla vazifeli tayfa. Eskiden harp gemilerinde çavuştan yüksek bir rütbe. |
sere |
Başparmağın ucundan şehadet parmağının ucuna kadar germek suretiyle hâsıl olan uzunluk ölçüsü. Karıştan küçüktür ve dört sere bir arşın sayılırdı. ◊ Suyun çok olması. * Devenin More… |
şere |
Yemeğe karşı çok hırslı. |
sereb |
(C.: Esrâb) Yer altında olan ev. * Kırbadan akan su. * Ot. |
şerebe |
(C.: Şireb-Şerebât) Ağaç dibine su toplanması için yapılan havuz. |
şerec |
(C.: Şüruc) Donyağı. |
sered |
Dudağın yarılması. |
seref |
Boş yere ve lüzumsuz harcamak, israf etmek. * Hatâ etmek. * Âdet, haslet iyi huy. |
şeref |
Yükseklik, yücelik. Büyüklük. * İnsanlar arasında geçerli ve makbul olma. Büyük bir makam sâhibi olma. * Cenab-ı Hakka itâat ve ubudiyyeti ve yüksek hizmeti ile çok ihsanına mazhar olma. * More… |
şeref-bahş |
f. şereflendiren. şeref veren. |
şeref-efza |
f. Şeref artıran. |
şeref-pezir |
f. Şeref ve itibar bulan. |
şeref-riz |
f. Şeref veren. |
şeref-varid |
f. Şerefle gelen. |
şeref-yab |
f. şeref bulan, şeref kazanan. |
şeref-zahir |
f. Şerefle çıkan. |
şerefe |
Minarenin ezan okunan yeri. Yüksek kale ve emsali yerlerdeki burç, çıkıntı. |
şereh |
Tamahkârlık, açgözlülük, şiddetli hırs. |
sereka |
İpeğin gayet iyisi. * Beyaz ipek. * (Sârik. C.) Hırsızlar. |
şereke |
(C.: Şerek-Eşrâk) Ağ, tuzak. * Ulu yol, büyük yol. * Yol ortası. (Bu mânaya. C.: Şürek) |
şerekrak (şerakruk) |
Yeşil kanatlı, siyah burunlu, güvercin büyüklüğünde kırmızı bir kuş. |
serem |
Dişin, ağızda kökünden kırılması. |
şerem-sar |
f. (Şerm-sâr) Utanan, utanmış, sıkılgan. |
serencam |
f. Başa gelen, baştan geçen ibretli hadise. * Bir işin sonu. * Vak'a. |
serendî |
Katı, şiddetli, şedid. (Müe: Serendât) |
serendib |
(Hintçe) Hindistan'ın güneyindeki Seylân adasının ismi. |
şereng |
f. Zehir. |
serer |
(C.: Esirre) Ayın son gecesi. * Ebenin doğan çocuğun göbeğinden kestiği parça. * Mantar üstünde olan kabuk, balçık, toprak (Bu mânâya C.: Esrâr ve C: Esârir). |
şerer |
(Şerare ve Şerere. C.) Kıvılcımlar. |
şerere |
(C.: Şirer-Şirâr) Ateş kıvılcımı. |
şererfeşan |
f. Kıvılcım saçan. |
şerernâk |
f. Kıvılcım saçan. |
seres |
Zayıf endamlı. |
şeres |
Elin yarılması. * Kaba ve galiz olmak. |
şeret |
(C.: Eşrât) Alâmet. İşaret, belirti. |
seretan |
Tıb: Kanser hastalığı. * Yutmak. * Yengeç. * Cevza Burcu ile Esed Burcu arasındaki burcun ismi. (Rumi 9 Haziran'da başlar) |
şeretiyy |
(C.: Şurut-Şuratâ) Çeri başı. * Pazar başı. |
sereyan |
Yayılma, dağılma. * Geçme, sirayet. |
serf |
Yemek yemek. |
serfiraz |
f. Başını yukarı kaldıran, yükselten. Benzerlerinden üstün olan. |
serfirazî |
f. Serfirazlık. |
serfüru |
f. Baş eğme. Söz dinleme. İtaat, inkıyad. * Mütezellil olan. |
serfüru-bürde |
f. Baş eğmiş. * Düşünceye dalmış. |
sergerdan |
f. Başı dönmüş, şaşkın. Hayran. |
sergerde |
f. Kötü işlerde elebaşı olan. * Başı bozuk. * Reis. |
sergerm |
f. Kızgın, öfkeli. Kafası kızmış. * Neşeli. Sarhoş. Mest. |
sergeşte |
f. Sersem. Başı dönmüş. Avâre ve mütehayyir olan. Hayrette kalmış. |
sergin |
f. Gübre, fışkı. |
sergüzeşt |
f. Macera, baştan geçen hâller. |
serh |
Kıl taramak. * Halâs etmek, kurtarmak. * Uzun, büyük ağaç. * Güdülen davar ve sığır sürüsü. * Otlak, mera. * İrsal etmek. |
şerh |
Açma, genişletme. * Açıklama. Anlaşılanı anlatma. Bir yazı veya konuşmayı kolay anlaşılması için izah etme, tafsil etme. * Bir şeyi dilim dilim kesme. * Bollaştırma. * Bir müşkil ve mübhem More… |
şerha |
Dilim. Kesilip dilimlenmiş şey. parça. |
serhad |
Hudut başı. İki devlet toprağının birleştiği sınır. |
serhadlû |
Hudut boylarını bekleyen, hudutlardaki kalelerde vazife gören askerler. |
serhan |
Canavar. Kurt. |
şerhan |
(Şerhen) İzah etmek, açıklamak suretiyle. Şerhederek. ◊ Çok tamahkâr, ziyade hırs sâhibi, açgözlü, haris. |
serhas |
Sivri uçlu bitki. |
serhayl |
f. Kervan veya kafile başı. * Baş, başkan. |
serhed |
Hörgüç yağı. * Semiz, yağlı, besili. |
seri'(a) |
Çabuk, hızlı. * Az vakitte çok iş yapan. |
serian |
Çabuk, tez elden, acele. |
şerib |
Yabancı kimse ile oturup şarap içen. * Davarını yabancı kimsenin davarıyla birlikte sulamak. |
serid |
Yağla ıslanmış ekmek. (Terid derler.) |
şeride |
Kavun dilimi. |
şerif(e) |
Şerefli, mübarek. * Peygamber neslinden ve Hazret-i Hüseyin soyundan olup İslâmiyete tam sadâkatla bağlı temiz kimse. (Bak: Sâdât) |
serih |
(C.: Serâyih) Nâlin kayışı. |
şeriha |
(C.: Şerâih) Vücuttan kopmayarak ayrılmış olan et parçası. * Et dilimi. |
serik |
Hırsızlık. |
şerik |
Ortak. * Arkadaş. |
serika |
Çalınmış. Çalınmış şey. |
serir |
Tahta karyola. * Üzerinde oturulan yüksekçe yer. * Taht. |
şerir(e) |
Şerli. Şer işleyen. Kötülük yapan. Kötü. |
serir-nişin |
f. Tahtta oturan, padişah. |
serirara |
(Serir-ârâ) f. Tahtı süsliyen. Tahtta oturan. Pâdişah. Hükümdar. Şah. |
serire |
(C.: Serâir) Gizli şey, gizli sır. Gizli hal veya fikir. * Yatak. |
seriredân |
f. İçteki sırrı bilen. |
serirî |
Yatırarak hastaya bakma, klinik. |
şeris |
Yaramaz huylu kimse. ◊ Eski nalin. |
şerit |
Hurma yaprağından yapılan urgan. |
seriyy |
(C.: Esriye-Seryân) Nefis. * Kavi, kuvvetli. * Reis. * Küçük nehir, ırmak. ◊ Çok, kesir. |
şeriyy |
İyi, kıymetli at. |
seriyye |
Düşman üzerine gönderilen süvari müfrezesi. |
şerka' |
Kulağı uzunlamasına yarık olan koyun. |
serkâr |
f. Müdür, iş başı, kâhya. |
serkat |
(Bak: Sirkat) |
serkâtib |
f. Baş kâtib. Hükümdarların başkâtibleri. |
serkeş |
f. İnatçı, isyan eden. Kafa tutan. Asi. |
serkeşâne |
f. İtaatsizlikle, dikbaşlılıkla, inatla. |
serkeşî |
f. İtaatsizlik, inatçılık, serkeşlik, dikbaşlılık. |
serkub |
f. Başa vuran, başa kakan. * Başa vuracak şey. |
serkuçe |
f. Sokak başı. |
serkuy |
f. Yol, sokak veya mahalle başı. |
serlevha |
f. Yazıda başlık. |
serm |
Birinin dişlerini kırma. |
şerm |
Yarmak. * Atâ etmek, hediye vermek. |
şerm (şirm) |
f. Utanç. Utanma. Hayâ etme. Hicab etme. |
serma |
f. Kış. Soğuk. |
serma-dide |
f. Çok üşümüş. Donmuş. |
sermak |
Pazı otu. |
sermaye |
f. Ana mal. Esas para. İlk elde mevcut olan para. * Kazanılmış ilim. * Hayat. Ömür. |
sermayedâr |
f. Sermâyesi olan. |
sermed |
Dâimî, sürekli, ebedî, ezelî. * Uzun gece. |
sermeden |
Ebedî olarak. |
sermedî |
Daimî, ebedî, sürekli. |
sermediyet |
Daimlik, süreklilik. Sonsuzluk, ebedîlik. * Rabbanîlik ve uluhiyyet. |
sermele |
Yemeği sakalına döküp ellerini bulaştıra bulaştıra yemek. |
şermende |
f. Utanmış, mahcub. Utanılacak bir iş yapan. |
sermenzil |
f. Durak yeri. |
sermeşk |
f. Talebenin öğrenmesi için yazılan örnek yazı. |
sermest |
f. Başı dönmüş, kendinden geçmiş. |
sermestî |
f. Sarhoşluk. |
sermeta |
Yaş balçık. |
şermgin |
f. Utangaç. Utanan, hayâ eden. |
şermin |
f. Mahcub. Utangaç. |
şermnâk |
f. Mahcub. Utangaç. |
şermsâr |
f. Utangaç, müstahyi, mahcub. |
sermuharrir |
f. Baş muharrir. Baş yazar. |
şernak |
Göz kapağının ağır ve kalın olması. * Ekinin bir mertebe uzun olması. |
sername |
f. Mektup, kitap vs. nin başına yazılan yazı. Önsöz. |
sernigûn |
f. Baş aşağı olmuş. * Tersine dönmüş. * Bahtsız. |
şernis |
Eli ve ayağı kaba olan. |
sernüvişt |
f. Yazı başlığı. * Başa yazılan, alın yazısı. Kader, mukadderat. |
serpaş |
f. Gürz. Çomak. * Eskiden muhârebelerde giyilen demir başlık. |
serpençe |
f. Güçlü kuvvetli kimse. |
serpuş |
f. Başa giyilen başı örten külâh, takke, sarık. |
serpuşe |
f. Başörtüsü. |
serr |
Çocuğun göbeğini kesmek. * Göbekte ağrı olmak. * Şâdlık, neşeli ve sevinçli olma. |
şerr |
Kötü iş, kötülük. Fenâlık. * Kavga. * Allaha isyan, emirlerine uymama, muhalif hareket etme. * Fenâ adam, fenâlık yapan adam, kötü adam. * Daha kötü, en kötü. |
şerr ü fesad |
Kötülük ve bozukluk. şer ve fesat. |
serra |
Kolaylık, rahatlık, genişlik. * Sevinçli oluş. * Bolluk. |
şerrede |
Ayırdı mânâsına Teşridden mâzi fiili. (Bak: Teşrid) |
serrişte |
f. İp ucu. Emâre, delil. Vesile. * Başa kakmak. * Maksad. |
sersam |
f. İnsana sersemlik veren bir hastalık. * Sersem. |
sersar |
Çok sözlü, çok konuşan. Herze ve hezeyan söyleyen. * Büyük bir nehrin adı. |
serşar |
f. Ağzına kadar dolu. Dökülecek derecede dolu. * İleri giden, sınırı aşan. |
sersere |
Bir kimse konuşurken söz katmak. |
şerşere |
Ateş üstüne koyunca cızlayıp ötmek. * Yarmak. * Kesmek. * Meta, mal mülk. * Ağırlık. (Bu mânâya C.: Şerâşir) |
serseri |
f. Ötede beride gezen, başı boş. İşi gücü olmayıp boşta dolaşan, haylaz, derbeder, avare. * Boş söz. |
serseriyâne |
f. Serserice. |
serşikeste |
f. Ucu kırılmış olan. Başı kırık. |
sert |
Aşağı getirmek. * Yutmak. SERT: Çiriş mâaunu. |
sertab |
f. İnatçı, muannid. |
sertac |
f. Baş tacı olan. Çok sevilen. Hürmet edilen. En ileri. |
sertak |
f. Evin üstünde bulunan etrafı açık oda veya daire. |
sertapa |
f. Baştan ayağa. Baştan aşağı. |
sertaser |
(Serteser) f. Baştan başa, bütün, hep. |
sertem |
Uzun, tavil. * Yumuşak sözlü kişi. * Hışmını ve gadabını süratle yenen kimse. |
sertiye |
Zayıf vücutlu, ahmak adam. |
sertiz |
f. Baştarafı sivri olan, ucu sivri, keskin. |
seru |
f. Boynuz. * şarap kadehi. |
serupa(y) |
* Tas: Dervişin, tarikat ve mevlevihâne ile bağını kesmek. |
şerur |
Çok şerli. |
serüven |
Başa gelen, heyecan verici hâdise. Sergüzeşt, macera. |
serv |
f. Selvi, servi. * Cömertlik, mürüvvet. ◊ Mal artırmak. * Suyun çok olması. |
serv-endam |
f. Selvi boylu. Uzun ve biçimli boylu olan kimse. |
serva |
f. Masal. * Söz. |
servakt |
f. Kimse bulunmayan boş oda veya daire. * Yalnız görüşülecek yer. |
şerval |
f. şalvar. |
servan |
Malı çok olan kimse. |
şervat |
Uzun, tavil. |
server |
f. Reis. Baş. Seyyid. |
serveran |
(Server. C.) f. Başlar, başkanlar, serverler, reisler, ulu kimseler. |
serverî |
f. Başlık, başkanlık, serverlik, reislik. Ululuk. |
servet |
f. Mal, mülk, zenginlik. |
sery |
Davarı iyi gütmek. * Yıldırımın parlayıp çakması. * Kurt, eşine çıkmak. * Hiddetlenmek, kızmak. |
şerye |
Çekirdekten biten hurma ağacı. * Az pahalı nesne. |
serye (seryâ) |
Yaş yer. |
şerz |
(C.: Şerâriz-Şevâriz) Şiddet. * Zorluk. * Kuvvet. * Kalabalık, galizlik. Kat'etmek, kesmek. |
serzakir |
f. Başta gelen zâkir, zikredenlerin başı. (Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'dan kinâye olur.) |
şerze |
f. Kuduruk, kudurmuş. |
serzede |
f. Baş göstermiş, uç vermiş, çıkmış. |
serzemin |
f. Başını yere koyarak. |
serzeniş |
f. Takaza, tekdir. Başa kakma, çıkışma, azarlama. |
şerzime |
Küçük insan topluluğu. (Bak: Şirzime) |
şeş |
f. Altı. 6 |
şeş-cihet |
f. Altı yön, altı cihet. (Bak: Cihat-ı sitte) |
şeş-pa |
f. Altı ayaklı. |
şeş-per |
f. Altı kanat. * Eski savaş âletlerinden 6 dilimli bir topuz. |
şesar |
(Şâsır) Geyik buzağısı. (Müe: Şesara) |
şesasa |
şiddet. * Yaramazlık. * Sığır üstüne yük vurmak. * Kuru ve sert yer. * Acele. |
şesel |
Yoğunluk. |
şesen |
Huşunet, haşinlik. |
şeşhane |
f. Namlusunda 6 yivi bulunan tüfek veya top. |
şesib |
Yay. |
şesis |
Sütü gitmiş hayvan. |
şess |
(C.: şisâs) Boya otu. |
şest |
f. Balık oltası. * Okçuların parmaklarına taktıkları yüksük. |
şesu' |
Uzak. * Ayakkabısının tasması parçalanmış olan. |
şeşüm |
Altıncı, sâdis. |
şesus |
(C.: Şesâyıs) Sütü az olan deve. |
şet' |
Açlıktan veya hastalıktan dolayı acı duymak. |
set'et |
Böy denilen zehirli böcek. |
seta |
Hamakat, ahmaklık. |
seta' |
Boyunun uzun olması. |
setair |
(Sitâre. C.) Örtünülecek veya perdelenecek şeyler. |
şetame |
Çirkin yüzlü ve yaramaz sözlü olmak. |
şetaret |
Şenlik. Şatır ve şuh olmak. * Yarım olmak. * Göz ucuyla bakmak. * Hafiflik. (Ağırbaşlılığın zıddı.) |
setat |
Sakalın hafif olması. |
şetat |
Hadden aşırı olmak. * Hakdan uzak. * Zulüm, cevr, yalan, kizb, saçma. ◊ Dağılmak, perakende ve dağılmış olmak. |
sete' |
Bezin hatâsı. |
seteh |
(C.: Estâh) Oturak yeri. |
setel |
Her nesnenin kötüsü, yaramazı. |
şeten |
(C.: Eştân) Sağlam bükülmüş uzun urgan. * Uzak olmak. * Sağlam yapmak. |
şeter |
Gözün kapaklarının devrik olması. * Bir kale adı. |
şetet |
Perişaniyet, dağınıklık, teşettüt. |
şeteviyy |
Kışa mensup, kış ile ilgili. * Kış evi. * Kış kaftanı, kışlık elbise. * Kış yağmuru. |
seth |
Bir kimsenin arkasına vurmak. |
şetibe |
Uzununa kesilmiş olan sahtiyan parçası. |
setih |
Arkası üstüne yatmış. * Dağarcık. * Büyük tulum. |
şetim |
Küfredilmiş sövülmüş kimse. * Kerih ve kabih olan, çirkin. |
şetime |
Sövme, sövüş, sövüp sayma. |
setir |
Örtülmüş, kapalı. Mestur. |
setire |
Parmak otu. |
şetit(e) |
Dağılmak, müteferrik olmak. Çeşitli. |
setl |
(C.: Estâl) Pınarlarda su içmeye mahsus susak. * Hamam tası. * Bakıcıların hayvanlara su verdikleri kap. ◊ Birbiri ardınca bir bir çıkmak. |
şetm |
Sövmek, azarlamak, küfretmek. |
şetn |
Dokumak. Çulhalık. |
setr |
(Setir) Örtme, kapama, gizleme. ◊ Hat. * Saf. * Yazmak. |
setre |
Yarı resmi ceket. * Düz yakalı ilikli çuha elbise. |
şett |
Dağınık olmak, târumar etmek, dağıtmak. Başka başka olmak. |
şetta |
Çeşitli, başka başka, ayrı ayrı. Çok ve müteferrik olan. |
şettam |
(şetm. den) Çok küfreden. |
settar(e) |
Örten, kapayan gizleyen. En çok gizleyen ve örten. |
şette (şetât) |
Perâkende olmak, dağılmak. |
settuka |
İki tarafı gümüş ve içi bakır olan akça. |
şetun |
Irak, uzak, baid. |
şetut |
Büyük hörgüçlü dişi deve. |
şetutî |
Büyük hörgüçlü deve. |
setv(e) |
(C.: Setavât) Hamle etmek. * Kahretmek. * Hiddetlenmek, kızmak, gadap etmek. |
şetva |
Mısır'da bir köy. |
şetve |
Kış olmak. * Soğuk olmak. * Kıtlık olmak. |
şeub |
Ölüm, mevt. |
şev |
f. Gece. Leyl. |
sev' |
Akmak. |
sev'e |
Kabiha ve fâhişe hasleti. * Ut yeri. |
seva |
Mukim olmak, ikamet etmek, oturmak. * Zayıf olmak. ◊ Beraber olma. Beraberlik. Denk, müsavi. |
şeva |
Kolay. * Vücut organları. (El, ayak gibi). * Malın kötüsü. |
sevab |
Hayır. Hayırlı iş. Allah (C.C.) tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı. Allah'ın (C.C.) rızasını kazanmağa mahsus iyi amel. |
sevabik |
(Sâbıka. C.) Geçmiş şeyler. Geçmiş haller. Geçmişte işlenmiş suç ve kabahatlar. |
sevabit |
(Sâbite. C.) Merkezlerinden ayrılmaz görünen yıldızlar. * Sâbit olanlar, sâbitler. |
sevad |
Karaltı. Uzakta karaltı halinde görülen kalabalık. * Ekseri insanlar. * Şehir. Kasaba. Karye. Köy. * Karartı. Yazı karalama. |
sevafil |
(Sâfil. C.) Alçaklar. (İnsan ve yer hakkında kullanılır) |
şevagil |
(Şagile. C.) Uğraşmalar, meşguliyetler. |
şevahid |
(Şâhid. C.) Şahitler, şehadet edenler. |
şevahik |
(şahika. C.) Yüksek tepeler, şahikalar. |
sevahil |
(Sahil. C.) Sahiller, yalılar. Deniz veya ırmak kenarları. |
şevahin |
(Şahin. C.) Şahinler, doğan kuşları. |
sevaî |
İpek kumaş. |
şevai' |
(Şâyi'. C.) Yayılmış bulunanlar. Şâyi olanlar. |
şevaib |
(Şâibe. C.) Kusurlar, lekeler, noksanlar, ayıplar. * Şüpheler * Eserler, izler, nişânlar. |
sevaid |
(Sâid. C.) Dirsekten bileğe kadar olan kısımlar. |
sevaim |
(Sâime. C.) Otlak hayvanları. Çayıra başı boş salınan hayvanlar. * Zekâtı icab eden koyun, keçi, sığır, deve gibi çift tırnaklı hayvanlar. |
şevair |
(Şâire. C.) Kadın şâirler. |
sevaiye |
Yaramaz olmak. * Kederli ve gamkin olmak. |
sevakî |
(Sakıye. C.) Su yerleri, sâkiyeler. |
sevakib |
(Sâkibe. C.) Parlak yıldızlar. |
şevakil |
(Şâkile. C.) Tarikler, yollar. Mezhebler, tarikatlar, meslekler. Şâkileler. |
sevakin |
(Sâkin. C.) Bir yerde oturanlar, sakin olanlar. |
sevakit |
(Sâkıta. C.) Düşükler, düşmüşler. |
sevalif |
(Sâlif ve Sâlife. C.) Geçmişler. Geçmiş insanlar. |
sevam |
Yabanda otlayıp gezen hayvan. * (Sâmme. C.) Zehirli hayvanlar. |
şevamih |
(Şâmiha. C.) Yüksek yerler, tepeler, yüksekler. |
şevamil |
(Şâmile. C.) Şâmil olanlar, içine alanlar, çevreliyenler. |
sevani |
(Saniye. C.) Saniyeler. * İkinci derecede şeyler. |
sevanih |
(Sâniha. C.) İçe doğan fikirler. |
şevar |
Ev esvabı, elbise, libas. * Heyet. |
şevari' |
(Şâri'. C.) Büyük yollar, caddeler. |
şevarib |
(Şârib. C.) Bıyıklar. |
şevarid |
(Şâride. C.) Dağılmış, dağınık şeyler. |
şevarik |
(Şârıka. C.) Nurlar, aydınlıklar. Parlaklıklar. |
şevat |
(C.: şivâ) Baş derisi. |
şevatî |
(Şâti. C.) Kenarlar, kıyılar. |
sevati' |
(Sâtı. C.) Belli ve yüksek olan şeyler. |
sevatir |
(Sâtur. C.) Büyük bıçaklar, satırlar. |
şevayib |
(Şayibe. C.) Şâyibeler, noksanlıklar, ayıplar. |
şevaz (şüvâz) |
Tütünsüz ateş. |
şevazî |
Dağların dik tepeleri. |
sevazic |
(Sâzec. C.) Sâde ve basit şeyler. |
şevazz |
(şâzze. C.) Müstesnalar. Kaide hârici olanlar. |
sevb |
(C.: Siyâb-Esvâb-Esvüb) Elbise. Giyilecek eşya. Kaftan. Bez. (Bunların sahibine 'sevvab' derler.) * Rücu' manasına mastar. |
şevb |
Karıştırmak. * İçilecek olan şeye katılıp karıştırılan şey. |
şevbec |
Oklava. |
sevda |
f. Fazla sevgi sebebiyle meydana gelen bir çeşit hastalık. Aşk. * Hırs. Tama. * Heves, istek. *Siyah. * Balgamdan, kandan ve safradan başka vücuddan çıkan bir nevi ifrazat. * Gam. Keder, More… |
sevdafeza |
f. Sevda artıran. |
sevdager |
(C.: Sevdagerân) f. Sevdalı, âşık. Meftun. |
sevdagerî |
f. Âşıklık, sevdalılık. |
sevdakâr |
f. Sevdalı. Âşık. |
sevdaperest |
f. İfrat derecede düşkün, tutkun. * Tamahkâr. |
sevdavî |
Kuruntulu, meraklı. * Sevda ile âlâkalı. |
sevdazede |
f. Âşık, meftun, sevdalı. |
sevde |
Karalık, siyahlık. |
sevded |
Ulu olmak. |
şeve |
Göz değmesi, nazar değmesi. |
seveban |
Hastalığın iyileşmesi. |
şeveh |
(şevh) Kara olmak ve çirkinlik. (Bak: şâhet-il vücuh) |
sevel |
Koyunlarda olan bir hastalıktır. Hasta koyun sürüye uymaz, otlak yerinde döner durur. |
severan |
Tozun, dumanın kalkması. |
şeves |
Gururdan dolayı göz ucuyla bakma. |
sevf |
Koklamak. |
sevg |
Aşağı batmak. Suyun boğaza girmesi. * Kolay, âsan ve yumuşak olmak. |
sevgend |
f. Yemin, kasem, and. |
sevh |
Batmak. |
şevh |
Kara ve çirkin olmak. |
şevha |
Avurtları ve burun delikleri geniş olan çirkin yüzlü kadın. ◊ Yay yapımında kullanılan ağaç. |
sevhak |
Uzun. |
şevheb |
(C.: şevahib) Kirpi. |
şevher |
f. Erkek eş, koca, zevc. |
sevik |
(C.: Esvika-Sevik) Kavut adı verilen kavrulmuş un. Kavut satıcısına 'sevvâk' denir. |
sevile |
İnsan topluluğu. |
sevim |
Sevme. * Câzibe. |
seviş |
Misafire yemek ve azık vermek. |
sevit |
Karışmış, muhtelit. |
seviyy |
Bir, beraber. * Düz, doğru. |
seviyye |
Müsavilik, birlik, beraberlik. * Düzlük, doğruluk. ◊ (C.: Sevâyât) Koyun yatağı. |
seviyyen |
Müsavi olarak. Bir düziye. Eşit olarak. |
seviyyet |
Eşitlik, müsavilik, denklik. |
sevk |
Önüne katıp sürmek, ileri sürmek. Yollamak, göndermek. * Neticeye bağlamak. ◊ Misvak yapmak. |
şevk |
Çok istek, şiddetli arzu. * Neş'e. *Bir şeyi bir yere şeye sağlamca bağlama. * Memnun. Şâduman. (Bak: Himmet, Şavk) ◊ Diken. * Birinin hiddet ve şevketi görünmek. * Ekin. |
şevk u iştiyak |
Şevk ve arzu. Şevk ve iştiyak. |
şevk-âlud |
f. şevkli, neşeli, sevinçli, keyifli. |
şevk-âver |
f. Neşe veren, neşe getiren, şevklendiren. |
şevk-bahş |
f. şevk veren, şevklendiren. * Meşhur bir çeşit lâle. |
şevk-efzâ |
f. şevklendiren, neşe artıran. |
şevkeran |
Baldıran otu. |
şevket |
Kudret ve kuvvetten doğma haşmet. Padişaha mahsus heybet ve saltanat. * Diken. Diken batmak. |
şevketlû |
Tar: Padişahlar hakkında kullanılmış bir tâbir olup, azamet ve heybet sahibi mânalarına gelir. |
şevkî |
Neşe ve şevk ile alâkalı. |
şevkistan |
f. Dikenlik. |
sevkiyat |
Asker gönderme ve eşyasını te'min ve sevketme işleri. |
sevl |
Karnı göbeğinden aşağıya sarkmak. ◊ Bal arısı. |
sevla' |
Sürüye uymayıp otlakta dönüp duran hasta veya delirmiş koyun. (Müz: Esvel) ◊ (C.: Süvül) Karnı sarkık kadın. (Müz: Esvel) |
sevleb |
(C.: Sevâlib) Tilki. |
sevm |
Satılık bir şeye kıymet takdir etme, paha biçme. * Su-i kasd. Zulüm ve minnete giriftar etmek. Derde sokmak. * Dağlamak. * Başına buyruk olup istediği yere gitmek. * Kuş havada dolaşmak. * More… |
sevmele |
Leğen. |
şevnir |
Çörek otu. |
sevr |
Öküz, boğa. * Koz: Boğa burcu. * Dünyaya müekkel melâikeden birisinin ismi. (Bak: Sahretullah) |
şevr |
Davarı baharda otlamağa bırakmak. * Kovandan bal almak. * Satılığa çıkarmak. |
sevret |
Kızgınlık, hiddet, öfke. * Hücum. Dövüş. * Hükümdarın şiddet veya kudreti. * Tezlik. |
sevs |
Arpaya, buğdaya ve ona benzer hububata bit düşmesi. |
şevsa |
Karın içinde olan yel. |
şevşat |
Tez yürüyüşlü dişi deve. |
şevşeb |
Karınca. |
sevsen |
Susam. |
şevtab |
El silecek bez. El bezi. |
sevva |
Seviyelendiren, düzelten. * Doğruya götüren. |
sevvab |
Elbise satan, elbiseci. |
şevval |
Arabi aylardan onuncusu. Ramazandan sonraya geldiği için ilk üç günü mübarek Ramazan bayramıdır. |
sevvam |
(Sâmme. C.) Akrep ve yılan gibi zehirli hayvanlar. |
sevvib |
Geri çekmek. * Men'etmek, engel olmak. |
şevzak |
şahin kuşu. |
sevzak (sevzenik) |
Çakır doğan kuşu. |
şevzeb |
Uzun, tavil. |
şevzenik |
Şahin kuşu. |
sey' |
Meme başında olan süt. |
şey' |
Miktar. * Uzaklık. * Arslan eniği. ◊ Nesne, şey. * İstemek, dilemek. |
şey'an |
Uzaktan gören. * İleriyi gören, her şeyin sonunu düşünen. |
şey'en feşey'en |
Yavaş yavaş, azar azar. |
seyahat |
Yolculuk, gezi. |
seyahin |
Basra ırmağının adı. |
şeyatin |
Şeytanlar. (Bak: Şeytan) |
seyb |
(C.: Süyub) Su akmak. * Bahşiş, hediye, atâ. * Medfun mal, gömülü mal. |
şeyb |
İhtiyarlık. Yaşlılık. * Saç, sakal ağarması. |
şeyd |
Binayı kireçle yapmak. |
seyda |
Efendi, hoca, şeyh, seyyid mânasına talebelerin hocalarına karşı söylediği bir hürmet lâfzıdır. |
şeyda |
f. Tutkun. Divane. * Çok sevgiden hâsıl olan hal. |
şeydâi |
f. Çok fazla sevgiden hâsıl olan divanelik, şaşkınlık. |
seyehan |
Gezi, seyahat. * Gölgenin güneşle birlikte dönmesi. ◊ (Vapur v.s.) batma. |
seyelan |
Akma. Cereyan. * Sel felâketi. |
seyeran |
(Bak: Seyran) |
seyf |
Kılıç. |
seyfeddin |
(Seyf-üd din) Dinin kılıcı, dinin askeri. |
seyfî |
(Seyfiye) Askerliğe ait, kılıçla alâkalı. * Kılıç şeklinde. |
seyfullah |
Allah'ın (C.C.) kılıcı, askeri. *Ashab-ı Kiram'dan Hz. Hâlid İbn-i Velid'e (R.A.) verilen ünvan. |
seyh |
Yere batmak. * Sefer. * Akarsu. * Dikilmiş aba. * Atâ etmek, hediye vermek. * Çizgili elbise. ◊ Helâk edici, mahveden. * Ayağın batması. |
şeyh |
Yaşlı adam. * Bir kabilenin ileri geleni. Kabile reisi. * Tarikatta müridlerin reisi. (Bak: Müteşeyyih, Tarikat) |
şeyhan |
'(şeyheyn) Esasen iki şeyh demek olup; bazı eserlerde, Buharî ve Müslim yerinde kullanılır. Her ikisinin Hadis Kitablarına birden Sahihan denir. * Hazret-i Ebubekir ile Hazret-i More… |
seyhec |
(Seyhuc): Katı, şiddetli şedid. |
seyhek |
Katı yel. Şiddetli rüzgâr. |
şeyhem |
(C.: şeyâhim) Erkek kirpi. |
şeyheyn |
(Bak: şeyhan) |
şeyhuhet |
(Şihet-Şeyhuhiyet) İhtiyarlık, yaşlılık. |
seyis |
Atın tımarına, yemine vesairesine bakan adam, uşak. |
seykane |
İnce bellilik. |
seyl |
Sel. şiddetle gelen şey. |
seylab |
(Seylâbe) f. Taşkın su, sel. |
şeylem |
Sarhoşluk veren ve bazan buğdayların arasında çıkan siyah bir tohum. |
seylhiz |
f. Taşkın ve coşkun su. |
şeym |
Çok soğuk su. * Kılıç çıkarmak. * Kınına sokmak. |
şeyn |
Kusur, ayıp, noksan, kabahat. Yaramaz şey. |
seyna' |
Bir ağacın adı. * Ağaç, şecer. |
seyr |
Yürüyüş. * Eğlenme ve ibret için bakma. Gezip görme. * Görülecek şey ve yer. * Uzaktan bakıp karışmama. * Yolculuk. |
seyr ü sefer |
Gidiş geliş. Trafik. |
seyr ü seyelân |
Devamlı akıp gitme ve değişme. |
seyr ü süluk |
Tas: Takib edilecek usûl. Bir terbiye yoluna girip devam etme. Tarikata devam etme. |
seyran |
(Aslı: Seyeran) Gezme, gezinme. Bakıp görme. * Hareket etme. * Açılma, ferahlanma, teferrüc. |
seyrangâh |
f. Seyir yeri. Gezme ve eğlenme yeri. |
seyruret |
Yürümek, gezmek. |
şeyt |
Helâk olmak, mahvolmak. * Yanmak. * Kaynamak. |
şeytan |
İblis. |
şeytanet |
Şeytanlık. Aldatıcılık. Kurnazlık, hilekârlık. |
şeytanî |
Şeytanla alâkalı. Şeytana yaraşır. |
şeytanî pişe |
f. Şeytanın yolu. Şeytana ait meşguliyet. |
seytel |
Vahşi sığır. |
seytere |
Havâle olunmak. |
seyyad |
Avcı. (Bak: Sayyad) |
şeyyad |
(Şeyd. den) Riyâkâr. Yüze gülen. * Sıvacı. |
seyyaf |
(Seyf. den) Kılıçlı. * Kılıç yapan, kılıççı. * Cellât. |
seyyah |
(Siyâhat. tan) Seyahat eden, dolaşan, gezen. Turist, yolcu. |
seyyahîn |
(Seyyahûn) Seyyahlar. Gezip âlemi seyredenler. Turistler, dolaşanlar, gezenler. |
seyyal(e) |
Akıcı şey, su gibi sıvı olup akan. Çokça akan su. * Yer değiştiren her şey. |
seyyalât |
(Seyyale. C.) Akıcı olanlar, yerinde durmayıp gidenler, akanlar. Seyyal maddeler. |
seyyar(e) |
Bir yerde durmayıp yer değiştiren. * Gökte veyâ güneş etrâfında dolaşan yıldız. Gezegen. * Kervan, kafile. * Otomobil. |
seyyarat |
(Seyyare. C.) Seyyareler, gezegenler. |
şeyyebet |
(Şeyb. den) İhtiyarlattı (meâlinde fiildir.). Şeyyebetnî: Beni ihtiyarlattı, beni ihtiyar etti (mânâsında) |
seyyi' |
Kötü, fena. |
seyyiat |
(Seyyie. C.) Kötülük, günahlar, suçlar. Kötülüğe karşı çekilen sıkıntılar. |
seyyib(e) |
Kadın görmüş erkek, erkek görmüş kadın. Dul kadın. |
seyyibât |
(Seyyib. C.) Dul kalmış kadınlar. |
seyyid |
Efendi. * Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) soyundan olan, onun izinden giden. * Temiz ve fazilet sâhibi Müslüman zât. * Resül-i Ekrem (A.S.M.) herkesin imamı, büyüğü, önderi olduğundan More… |
seyyide |
Peygamber (A.S.M.) sülâlesinden gelen ve O'nun izinden giden temiz kadın, hanım. |
seyyie |
Kötülük, günah, suç. Yaramazlık, fenâlık. |
şeyyir |
(C.: Şiyâr) Semiz ve besili hayvan. |
şeyzem |
Katı ve uzun. |
şeyzenuk |
şahin kuşu. |
şeyzuman |
Kurt. |
seza |
f. Lâyık, münasip. |
şeza |
Kokulu şeylerin şiddetle kokması. |
şeza' |
Sinirin yarılması. |
sezab |
Sedef otu. |
sezase |
Kötü huylu ve yaramaz dirlikli olmak. |
şezat |
Budak kırmak. * At sineği. * Bir gemi cinsi. * Tuz. * Kuvvet ve şiddet bakiyyesi. * Ağaç ismi. |
sezavar |
f. Münâsib, uygun, lâyık, şâyân. |
şezaze |
Çok kurumak. |
şezb |
Ağaçtan budanan kuru odun. * Geçmek, intikal etmek. * Sınır. (Bu mânâya C.: Eşzâb) |
şezebe |
(C.: Şüzub ) Ağacın çeşitli budaklarından budanıp kesilmiş olan. |
şezen |
Nahiye, cânip, taraf. * Kaba ve sağlam yer. |
şezerat |
(Şezre. C.) İşlenmeden mâdenin içinden toplanılan altın parçaları. * Süs olarak kullanılan altın ve inci tâneleri. |
şezf |
Şiddet. * Darlık. |
şezim |
Sağlam, muhkem ve uzun. |
şeziyye |
(C.: Şezâyâ) Bir parça nesne. |
şezr |
Kızgınlık ve hiddetten dolayı gözucuyla bakmak. |
şezr (şezir) |
Altın mâdeninden toplanan altın ufağı. * İnci parçaları. |
şezre |
Bir kimseye yüz yüze bakmayıp şiddet ve öfke ile yandan bakış. Hasmâne bakış. Dargın bakışı gibi bakma. Göz değdirme. * İpi soluna bükme. * Tersine bükülmüş ip, urgan. * El değirmenini sola More… |
şezz |
Çuval kulpuna ağaç sokmak. (O ağaca 'şizâz' derler.) |
sezze |
Seyâ denilen gün. Keferenin ateş gecesi günü. |
si |
f. Otuz. |
şi'b |
(C.: Şiâb) Keçiyolu, dar yol, dağ yolu. |
si'la' |
(C.: Seâli) Helâk. * Cin sâhirleri. |
şi'r |
(Şiir) Anlama, idrak. * Edb: Edebiyatta kıymeti olan, nazımlı ve kafiyeli şair sözü. (Bak: Şiir) |
şi'ra |
Yaldırık adı verilen büyük, nurlu yıldız. ◊ Koz: İki yıldızın adı. |
şi'ren |
Şiir tarzında, şiir olarak. |
şi'şa' |
Uzun, yeynicek kimse. * Uzun boyunlu deve. |
si'sia |
Sığınacak yer, sığınak, melce'. * Her nesnenin aslı. * Horozun baldırında çıkan fazlalık parmak. |
si'v |
Saat. |
si'va' |
Saat. |
si'venn |
Deve kuşunun erkeği. |
sia |
Genişlik, bolluk. * Açlıklık. Zenginlik. |
siab |
(Sa'b. C.) Güçlükler, zorluklar. Zor ve çetin şeyler. |
şiab |
(Şi'b. C.) Dar yollar. Dağ yolları. Patikalar. * (Şube. C.) Şubeler. (Bak: Şuâb) |
şiar |
İz, belirti, işaret, nişan, ayırt edici iyi âdet. * Üstünlük veren işaret. * İnsanın gömleği. * Ölüm. * (Şa'r. C.) Kıllar. |
şiar-i râz |
f. Sırların şiârı, sırrı gizleyen perde, işâret. |
şiare |
(C.: Şeâyir) Hac amelleri. * Hac nişanları. İbadet için alem kılınan her nesne. |
siayet |
Dedikodu, gıybet, koğuculuk. |
sib |
Suyun aktığı yer. ◊ f. Elma. |
şib |
Üzerine kar düşen dağ. * Su içerken devenin dudağından çıkan ses. ◊ f. İniş. Aşağı doğru eğiklik. |
sib' |
Susuzluk. |
şib' |
Tokluk. |
siba' |
Cima. * Kesret-i cima ile iftihar edişmek. * (Sebu. C.) Canavarlar, yırtıcı hayvanlar. ◊ Tulu etmek, doğmak. * Kalbin meyli. ◊ Esir etmek. |
şiba' |
(Şeb'ân. C.) Karnı doymuş olanlar, tok kimseler. ◊ Tokluk, doyma. |
sibab |
Sövme, küfretme, şetm. |
şibab |
Bıçak üstüne sürçmek. * At neşesi. |
sibag |
(C.: Esbiga) Boya. * Yaradılış. |
sibah |
Güzel şeyler. Güzel olanlar. şule. ◊ Tuzlu ve çorak yerler. |
sibahat |
Suda yüzmek. |
sibak |
(Sebk. den) Bir şeyin öncelik hali. Birisinden ileri geçmek. Bir şeyin geçmişi. * Bağ, bağlantı. |
şibak |
(Şebeke. C.) Kafesler, şebekeler, ağlar, tuzaklar. |
sibak u siyak |
Sözün gelişi. Sözün (öncesinin sonraya olan) uygunluğu. |
sibar |
Cerrahların yara yokladıkları mil. |
sibb |
Tülbent. Baş örtüsü. |
sibd |
(C.: Esbâd) Belâ, zahmet, meşakkat, dahiye. |
şibdi' |
(C.: Şebâdi) Akrep. * Dil, lisan. * Belâ. * Şiddet. |
sibga |
Boya, renk, levn. * Din, mezheb. |
sibgatullah |
Cenab-ı Hakk'ın dilediği tarz, manevî renk, biçim ve şekilde yaratması. İslâmî ahlâk ve karakteri halketmesi. * Allah'ın dini. |
şibh |
Benzer. Benzeyen şey. |
sibhal |
Şişman, büyük keler. * Deve. * Kırba. * Câriye. |
sibhale |
Azası iri ve uzun olan. |
sibkan |
Bitlis veya Van vilâyetleri civarında bir aşiret adıdır. |
şibl |
Aslan yavrusu. |
sibr |
(C.: Esbâr) Beyaz bulut. * Taraf, yön, cânip. * Çoğul, cemi. |
şibr |
Karış. |
şibrak |
Yırtmak. * Parçalamak. |
sibt |
(C.: Esbât) Kişinin oğlundan ve kızından olan evladı. * Torun. ◊ Palamutla dibağat olunmuş sığır derisi. ◊ (C.: Esbât) Torun. |
sibteyn |
İki torun. |
sibtir |
(C.: Sibetrât) Uzun, tavil. * Uzun boyunlu bir kuş. |
sibyan |
(Sabi. C.) Çocuklar, sabiler. |
şica' |
(Bak: Şücâ) |
şicab |
Divit kapağı. * Her nesnenin ağzına, yarığına ve gedik yerine koyup tıkadıkları nesne. |
sical |
Münavebe. Arab ata sözlerinde: 'Harp sicaldir' denir. Yani: Bazan galibiyet ve bazan mağlubiyet ile devam eder. * (Secl. C.) Büyük ve içleri dolu su kovaları. |
şicar |
Kapı ardına koyup sürgü olarak kullanılan ağaç. * Kiremit tahtası altına konulup çakılan ağaç. * Kapı ağacı. * Deve alâmetlerinden bir alâmet. |
siccil |
Kumlu çamurun taşlaşmış hâli. Kumlu çamurdan terekküb ve tahaccür etmiş taş. * Ateşte pişerek taş gibi olmuş tuğla. |
siccin |
Sert, şiddetli olan şey. * Dâim olan. * Fâsık ve fâcirlerin amel defterlerinin konulduğu yer. * Cehennemde bir vâdi'nin adı. Fâcirlerin ruhunun gittiği yer. |
sicil |
Resmi vesikaların kaydedildiği kütük denen büyük defter. * Memurların durumu hakkında tutulan dosya. |
sicistan |
Bir cins darı. |
sicl |
Turp. |
siclat |
Bir güzel kokulu çiçek. |
sicm (sicâm) |
Seyelân etmek, akmak. |
sicn |
(C.: Sücun) Hapis, zindan. |
şid |
f. Nur, ziya, aydınlık. * Güneş. ◊ Kireç. Sıva. |
sid(e) |
(C.: Sidân) Kurt, * Yaşlı keçi. * Arslan. |
sida' |
Sahrâ, çöl. * Yazı. |
sidad |
Şişe tıpası. Yarık kapatacak şey. |
şidad |
(Şedid. C.) Sertler. Şiddetliler. |
sidak |
Kadın eşe verilen nikâh parası. Nikâh akçesi. |
sidar |
Küçük gömlek. * Başa örttükleri bez, baş örtüsü. * Devenin göğsünde olan nişan ve alâmet. |
sidder |
Bir oyun adı. |
şiddet |
Sertlik, katılık. * Ziyadelik. * Sıkılık. * Tecvidde: Harf sükun ile ve nefesin hepsi habs olarak sakin bir halde okunduğu zaman savtın asla akmamasına denir. Şiddet iki kısma More… |
siddîk |
Çok samimi, dâimâ doğruluk üzere ve Allah'a ve Peygamberine çok sâdık olan erkek. Sözü ile işi bir olan. |
siddîka |
Doğruluk ve samimiyette çok sâdık olan kadın. * Allah yolunda çok sâdık olan Hazret-i Aişe (R.A.) vâlidemiz ve Hazret-i Meryemin vasıf ve isimlerdir. |
siddîkîn |
Sıddık olanlar, Hazret-i Ebubekir (R.A.) gibi olanlar. Hazret-i Ebubekir (R.A.) gibi olanlar ve Onun izini takib edenler. Allah yolunun sadakatte en ileri olanları. |
şided |
(Şiddet. C.) Şiddetler. |
sidk |
Doğru söz. Hakikata muvâfık olan. Bir şeyin her hususu tam ve kâmil olması. * Ahdinde sâbit olmak. * Peygamberlere mahsus en mühim beş hasletten birisi. * Kalb temizliği. |
şidk |
(C.: Eşdâk) Ağızın kulaktan tarafı. * Ağzın kenarı. |
sidk u selâmet |
Doğruluk ve selâmetlik için oluş. |
sidn |
Etli ve gövdeli şişman kimse. |
sidr |
Tenbel kimse. * Bir deniz adı. * (Sidre. C.) Arabistan kirazları. |
sidre |
Ağaca teşbih edilen, yedinci kat gökte bir makam ismi. |
sidre ağaci |
Arabistan kirazı denen bir ağaç. |
şie |
Alâmet, işaret, nişan. |
sif |
(C.: Esyâf) Deniz sahili. * Hurma lifi. |
sif' |
Toprak. * Buhmâ otunun dikeninin az olması. |
şifa |
Hastalıktan iyi olma, iyileşme. Hastalıktan kurtulma. |
şifa-bahş |
f. Şifa veren, iyilik veren, iyileştiren. |
sifad |
Hayvanların çiftleşmesi. |
sifah |
Zina. |
şifah |
(Şefe. C.) Dudaklar. |
şifahane |
f. Hastahane. |
şifahen |
Sözle, ağızdan. Konuşmak suretiyle. |
şifahî |
Ağızdan, şifahen, sözlü. |
şifahiyât |
Ağızdan söylenilen, şifahî olan, sözlü ifadeler. |
şifakâr |
f. Şifalı. Şifaya sebeb olan. |
sifal |
(Sifâle) f. Topraktan yapılmış (çanak, çömlek, testi gibi) şey. * Orak. * Fıstık, ceviz, bâdem kabuğu. ◊ Değirmen altına döşenen deri. * Değirmen süpürgesi. |
şifanapezir |
(Şifâ-nâpezir) f. Tedavi edilmez, şifa bulmaz, tedavi olmaz. |
sifanet |
Marangozluk. |
şifapezir |
f. İyileşebilir, şifa bulabilir, geçebilir. |
sifar |
Deveye burunduruk yapılan demir. * Sefer. Islâh, düzeltme. * Misafirlik. |
sifare |
Habercilik. |
şifaresan |
f. Şifaya erişen, hastalığı iyileşen. |
şifasaz |
f. şifa veren, iyi eden. |
sifat |
Bir kimse veya şeyin hal ve vasfı, keyfiyeti. * Suret, çehre, yüz. Nişan, alâmet. * Bir şeyin keyfiyetini izah için kullanılan kelime. |
sifât |
(Sıfat. C.) Sıfatlar, vasıflar. |
sifat terkibi |
Sıfat tamlaması. Meselâ: 'Kâmil insan' kelimeleri bir sıfat terkibidir. Burada Türkçe ifâdeye göre 'kâmil insan' terkibinden birinci kelime sıfat (belirten), ikinci More… |
şifayab |
f. Şifa bulma, iyileşme. |
şife |
(Bak: Şefe) |
siff |
Kuru deri. |
şiff |
Ziyade, çok, fazla. * Eksik, noksan. (Ezdattandır) |
sifir |
Hiç. Olmayan bir şeyin ismi. * Hiç bir sayı olmamak. * Müsbetle menfi ortası, eksi ile artının arası. * Fiz: Suyun donma derecesi. |
sifle |
Adi, alçak, zelil, terbiyesiz. |
siflekâm |
f. Adi kişilerin işine yarayan. |
sifleperver |
f. Alçak ve âdi kimseleri koruyan ve kullanan. |
sifr |
Yazılmış nesne, mektup. |
şifre |
Fr. Gizli ve işaretle yazı usulü. * Haberleşmede kullanılan belirli bazı işaretler. * Herkesin anlayamadığı, bazı kimselere mahsus anlaşma usulü. |
sifrid |
(C.: Safârid) Toygar adı verilen küçük kuş. |
sifsil |
Bir ot cinsi. |
sifsir |
(C.: Sefâsir-Sefâsire) Simsar. Bir şeyi alıp satan. * Zarif, zerâfetli. * Hizmetçi, hâdim. * Tabi, itaat eden, uyan. |
şifte |
f. Düşkün, tutkun, meftun. |
şiftedil |
f. Gönül vermiş, meftun, tutkun. |
şiftegî |
f. Kaçıklık, tutkunluk, meftuniyet. |
siftit (siftât) |
Kavi, kuvvetli, iri yarı, cesim kimse. |
siga |
Gr: Fiilin tasrifinden (çekiminden) meydana gelen çeşitli şekillerden her biri. Kip. |
sigal |
f. Düşünce, fikir. * Kuruntu, endişe. |
sigaliş |
f. Düşünüş, kuruş. |
sigar |
Çocukluk hali. Küçüklük. Zelli oluş. ◊ (Bak: Sıgar) ◊ Küçükler. |
sigar ü kibar |
Küçükler ve büyükler. |
sigreb |
Küçük dişler. |
sih |
f. Demir şiş. * Kebap şişi. |
şih(a) |
Yavşan denilen ot. |
sihab |
Miskten ve karanfilden yapılan gerdanlık. |
şihab |
Parlak yıldız. * Kıvılcım. * Yıldızdan fırladığı zannedilen ve dünyanın atmosferinde bir an görünüp kaybolan gök taşı. |
sihae |
(C.: Sihâ-Eshiye) Nâme bağı. |
sihaf |
(Sahfe. C.) Geniş düz kaplar. |
siham |
(Sehm. C.) Oklar. * Sehimler, hisseler. |
sihan |
Kalınlık. * İçi boş zarf. * Soba borusu gibi bir şeyin kalınlığı. * Sımsıkı madde. |
şihat |
(Bak: Şeyhuhet) |
şihban |
(Şihâb. C.) Kıvılcımlar. |
şihdare |
Fahiş ve israfçı ve dedikoducu kimse. * Kısa boylu ve şişman kimse. |
şihe |
f. At kişnemesi. |
sihhat |
Sağlamlık. Doğruluk. Sağlık. * Edb: Sözün yanlış ve eksik olmamasıdır. |
sihhî |
Sıhhata, sağlamlığa, doğruluğa dâir ve müteallik. |
sihhiye |
Sağlık ve hekimlik işleriyle uğraşan dâire. * Sağlık işleri. |
sihir-âmiz |
f. Sihir gibi tesir eden, büyüleyici. |
sihirbâz |
Büyü yapan, büyücü. Sâhir, neffase. |
sihle |
(C.: Sehil) Yoğun, büyük nesne. ◊ İri taneli kum. |
sihna' |
(Sıhnat) Balık yahnisi. |
şihne |
Adâvet, düşmanlık. * Davar bağladıkları yer. ◊ Emniyet memuru. İnzibat memuru. |
sihr |
(Sihir) Büyü, gözbağıcılık, büyücülük, hilekârlık. * Aldatmak. * Haktan uzaklaşmak. Bâtıl şeyi hak diye göstermek. * Lâtif ve dakik olan şey. Büyü kadar te'siri olan şey. * Şiir ve More… |
sihre |
Kaynana, kayınvâlide. |
sihrî |
Evlenmelerden meydana gelen akrabalık. |
sihriyet |
Evlenmek suretiyle meydana gelen akrabalık. |
sihriz |
Kızıl hurma. |
sihtit |
Katı, şiddetli, şedid. * Çok yükselen toz. * Katıksız kavut denilen kavrulmuş un. |
sihve |
(C.: Sahevât) Dağ üstünde yapılan burc. |
şiî |
Şia fırkasından olan. |
şiir |
Güzel tertibli manzume. Tahayyül ve tasavvurları ve bâzı hakikatları hoşa gidecek şekilde ifâde eden ölçülü söz. * Man: Muhayyelâttan terekküb eden kıyas. |
sik'al |
Suda ıslanmış kuru hurma. |
sika |
(C.: Sikat) (Vüsuk. dan) İnanç, güven, itimad, emniyet. * Güvenilir ve inanılır kimse. ◊ (C.: Sıyak) Yel, rüzgar, riyh. * Ses. |
şika |
(Şekve. C.) Şikâyetler, sızıltılar. |
sika' |
Kadınların, kirlenmemesi için başörtülerinin üstüne örttükleri ikinci örtü. ◊ Devenin burnuna bağladıkları nesne. * Kadınların örtündükleri peçe. ◊ Sakaların içine su More… |
sikab |
Su çeken. Su çekici. |
şikab |
İki dağ arası. * İki kaya arası. |
sikaf |
Rende. * Süngü ağacını düzeltecek ağaç. |
şikâf |
f. (Şikâften: 'Yarmak' mastarından) Yarık, yırtık, çatlak. * Kelime sonuna gelerek 'yırtıcı, yırtan' mânâsına kullanılır. Meselâ: Ciğer-şikâf - Ciğer parçalayan. |
şikak |
Ayak yarığı. * Ot. * Muhalefet etmek, karşı gelmek. ◊ Nifak, ikilik, ittifaksızlık. |
sikal |
Ağır olan, ağır şeyler. (Bak: Sekal) |
şikal |
Devenin palanını bağlıyan ip. * Devenin ayağının bağlandığı ip, köstek. * El ve ayak zinciri. * Üç ayağı beyaz olan at. |
sikaliş |
(Bak: Sigâliş) |
şikar |
f. Av, avlanan hayvan. Avlama. * Düşmandan ele geçirilen mal. Ganimet. ◊ Mc: Değerli, kıymetli. |
şikaristan |
f. Av yeri, avı çok olan yer. |
sikat |
(Sika. C.) İnanılır kimseler. İtimad edilen, kendilerine güvenilen kimseler. |
şikayat |
(Şikâyet. C.) Şikâyetler. |
sikaye |
Su içilen kap. Maşraba. * İçme suyunun toplanması için yapılan yer. |
sikayet |
Birine içecek su verme. |
şikayet |
Sızlanma, sızıltı. * Haksız olan, haksız iş yapan bir kimseyi üst makama bildirmek. |
şikb |
(C.: Şekâbe-Şikâb-Şükub) Mağara ve kaya yarığı. * Çukur yer. |
sikbac |
Ekşi aş. |
sikec |
Başı kızıl olan zehirli bir yılan. |
sikek |
(Sikke. C.) Sikkeler. |
şikem |
f. Karın. |
şikembe |
f. İşkembe. |
şikembende |
f. Midesine düşkün. Çok yiyen. |
şikemderd |
Karın ağrısı. |
şikemperver |
f. Yemek tiryakisi, boğazına düşkün. |
şiken |
f. (Şikesten mastarından) Kıvrım, büküm. * Koparan, parçalayan mânâsında birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Haysiyet-şiken f. Haysiyet kıran. |
şikenc |
f. Kıvrım, büklüm. |
şikence |
f. İşkence. Azap. Eziyet. |
şikened |
Kırıyor, kesiyor. |
şikest |
f. Kırma, kırılma. * Kıran. * Yenilme, mağlubiyet. |
şikeste |
f. Kırılış, yeniliş, mağlub olmuş. Kırık. Tâlik yazının bir çeşidi. |
şikestebâl |
f. Kanadı kırık, kırık kanatlı. * Mc: Kederli, üzgün. |
şikestedil |
f. Gönlü kırık, mahzun, kederli, hüzünlü. |
şikestegî |
f. Kırıklık. |
şikestepâ |
f. Ayağı kırık. |
şikestezebân |
f. Peltek. |
şikiba |
(Şikibende) Sabırlı. |
şikk |
(Şikk) İslâmiyetin zuhurundan biraz önce yaşamış iki kâhinin adıdır. Bunlardan eskisi Arablarda ilk kâhindir. Acaib bir mahluk olup, alnının ortasında yalnız bir gözü (veya alnını ikiye More… |
şikk-i muhalif |
Aksi taraf. Bir fikrin başka zıt ciheti, karşı tarafı. |
şikkayn |
Bir işin iki ciheti. Bir şeyin iki şıkkı. |
sikke |
Damga. Nereye ve kime ait olduğunun bilinmesi için konulan işaret, mühür. Umumi damga. * Dirhem. * Para üstüne vurulan damga. * Düz, doğru yol. * Mevlevilerin keçe külâhlarının ismi. * More… |
şikke |
(C.: Şikek) Balta cinsinden olan silâhların sapı. * Girecek deliğe sıkışıp tutmak için sokulan çivi. |
sikkehane |
f. Para basılan yer. |
sikkezen |
f. Madeni para basan. |
sikkif |
Çok keskin sirke. |
sikkîn |
Bıçak. |
sikkîr |
Devamlı sarhoş kimse. |
şikl |
Güçlük. * Naz. |
siklet |
Ağırlık. Mânevi sıkıntı. |
şikn |
Az, kalil. |
sikr |
Rüzgârın eserken dinmesi. |
şiks |
(C.: Aşkâs) Bir parça yer. * Her nesnenin bir miktarı. |
siksak |
Hamâkat, ahmaklık. |
şikşaka |
(C.: Şekâşık) Devenin ağzında olan dağarcığı. (Ağzından çıkarıp kükretir.) * Zayıf, yaşlı kimse. * Uzun ince çubuk. * Ağzın çevresi. |
sikt |
Ana karnından ölü olarak düşen çocuk. * Çakmaktan düşen ateş. |
şikve (şekâve) |
Bedbahtlık. * Yaramazlık. |
siky |
Yer sulamak. Sulu ekin. |
şikz |
(C.: Şekazân) Keler eniği. |
şikza' |
Çok acıkmış tavşancıl. |
sil' |
(C.: Eslâ) Dağ yarığı. |
sil'a |
Bedende olan ur. * Ticaret malı. * Sülük. |
sila |
Kavuşmak, ulaşmak, vuslat. * Âşıkın mâşukuna kavuşması. * Doğduğu yeri, hısım akrabayı gidip görme. * Bahşiş, hediye. * Gr: Cümlenin içinde ism-i mensub bulunmasıyla, dahil olduğu cümlenin More… |
sila' |
Kebap. * Isınmak için yakılan ateş. ◊ Arınmış, temizlenmiş nesne. |
silab |
(C.: Sülüb) Kara mâtem donu. |
silah |
Musâlaha mânâsına mastar. |
silahdar |
Tar: Sarayın ileri gelen erkânından birinin ünvanıdır. 'Silahdar-ı şehriyarî' de denilirse de mâruf olan 'Silahdar Ağa'dır. |
silahendaz |
Silah atan. * Tüfekli piyade neferi, harp gemilerinde gemicilik ile mükellef olmayıp silah taşıyan bahriye askerleri. |
silahhane |
f. Askerî depo. Silahların saklandığı yer. |
silahşör |
Silahları karıştırıcı, silahlarla oynayıp uğraşıcı. * Eski zamanda bir sınıf silahlı asker, hususiyle muhtelif silahları kullanmakta fevkalâde meleke ve maharet ile mümtaz olup, maiyyette More… |
silak |
Diş dibinde olan kabarcıklar. * Belâgatla okuyan hatip. |
şilak |
Cima etmek. * Vurmak. * Kulağı uzunlamasına yarmak. |
silal |
(Selle. C.) Sepetler, seleler. ◊ Yaş ot. |
silam |
Hamd, şükür. * Taş. * Su. |
silame |
(C.: Sılâmât) Bölük, cemaat, topluluk, fırka. |
silan |
Sapına girmiş olan kılıç ve bıçak ucu. |
silat |
(Sıla. C.) Sılalar. * Bahşişler, armağanlar, hediyeler. |
silb (selebe) |
(C.: Silebe) Dişleri kütelmiş ve kuyruğu dökülmüş yaşlı deve. |
sile |
Bir şâire, yazdığı medhiye karşılığı olarak verilen para. |
silfed |
Ahmak kimse. * Kurt. |
silhem |
Bir kimsenin cisminde değişiklik olması. |
sili |
f. Tokat. Şamar. |
silif |
Bacanak. |
silizen |
f. Tokat vuran, şamar atan, döven. |
silk |
Dizi, sıra. * Yol, tarik. * İplik, hayt. |
silk(a) |
Çöğenler adı verilen havuç. * Pancar. * Kurt, zi'b. * Şerli, ahlâksız kadın. |
silka' |
Arkası üstüne yatmak. |
sill |
Bir çıban. * Sırtmadan zayıflamak. Erime. * Verem. ◊ (C.: Aslâl) Bir nevi ot. * Bir nevi yılan. |
sille |
(C.: Sılât) Vuslat, kavuşma. * Hediye, atâ. ◊ f. Tokat. Şamar. |
silm |
Barışmak, sulh, barışıklık. * İtaat. İslâm, müslim olmak. |
silsil |
Kapı halkası. |
silsile |
Birbirine bağlanan, bir sıra meydana getiren şey. Zincir. Zincir gibi birbirine ekli ve bitişik olan. * Soy, sop. * Sıradağ. * Seri. Dizi. * Ard arda gelen şeylerin meydana getirdiği sıra. More… |
silsile-name |
f. Meşhur ve mühim kimselerin soyunu, silsilesini gösteren cetvel. |
silv |
Gamdan, tasadan ve aşktan hâli olmak. |
şilv |
Vücut azâlarından biri. |
silyane |
(C.: Salayan) Bakla. |
sim |
f. Gümüş. Gümüş para. * Gümüşten. Sırmadan. |
sim ü zer |
Gümüş ve altın. |
sim-ten |
f. Gümüş tenli. |
sima |
Yüz, çehre. Beniz. * Eser, alâmet. |
sima' |
Dinlemek, kulak vermek. İşitmek. * Çalgı dinlemek. * Herkesin işitmesi istenilen güzel zikir ve sözler. * Mevlevilerin ve sair dervişlerin 'ney' veya 'def' ile berâber More… |
simad |
Şişe tıpası. ◊ Az su. |
simag |
Ağızın bir tarafı. |
simah |
Kulak deliği, kulak. ◊ (Bak: Sımah) |
simak |
(Semek. C.) Balıklar. * Parlak yıldız. * İki parlak yıldızdan birisi. * Bir şeyi yükseltip kaldıracak âlet. |
simal |
Medet etmek. * Medetçi, yardımcı ve mutemed kişi. |
şimal |
Sol, sol taraf. Sağın ve cenubun zıddı. Kuzey. |
şimalen |
Soldan, sol taraftan, şimalden, kuzey taraftan. |
şimalî |
şimale ait, sola ve kuzeye ait. |
simam |
(Semm. C.) Zehirler. ◊ Tıpa. Şişe tıpası. |
simame |
Kan damarlarında tıkanıklık yapan kan pıhtısı. |
siman |
(Semin. C.) Semizler, besililer, yağlılar. |
simar |
(Semere. C.) Meyveler, yemişler. * Mc: Faydalar. |
şimas |
Davarın ürkek olması. |
simat |
(C.: Sümut) Sofra. Yemek masası. * Yemek. * Ziyâfet. ◊ Damga, iz. Nişan, alâmet. |
simatoğraf |
(Bak: Sinematoğraf) |
simavî |
Çehreye ait, yüz şekline dair. * Simavlı. |
sime |
(C.: Sumem) Bahâdır, kahraman kimse. * Berk, muhkem nesne. * Büyük erkek yılan. ◊ (C.: Simât) Damga, alâmet, nişan. |
şime |
(C.: Şiyem) Huy, tabiat. |
simen |
Semizlik, yağlılık, besililik. (Bak: Semen) |
şimendifer |
Fr. Demir yolu katarı, tren. * Demir yolu. |
simendud |
(Sim-endud) f. Gümüş kaplı. Gümüş yaldızlı. |
simer (semer) |
(C.: Esmâr) Kıssa, hikâye. * Akşamdan sonra olan. |
simin |
f. Gümüşten. * Gümüş gibi, gümüşe benzer. |
simin-ten |
f. Gümüş tenli. Gümüş gibi beyaz ve parlak vücutlu. |
simk |
Yüce olmak, yükselmek. |
simlah |
Kulak kiri. |
simm |
Belâ, âfet. * Arslan. |
simme |
Hâlis ve temiz. |
simmî |
(C.: Esmiyâ) Adaş, isimleri aynı olan kişilerin herbiri. |
simn |
(Simâne) Semizlik, yağlılık, besililik, şişmanlık. |
şimrac |
(C.: Şemâric) Seyrek seyrek dikmek. * Yalan karışık söz. |
şimrah |
(C.: Şemârih) Hurma veya üzüm salkımı. * Dağ tepesi. |
şimşad |
f. Şimşir ağacı. |
simsam(e) |
Keskin kılıç. * Kılıcın keskin olması. |
simsar |
(C.: Semâsire) Komisyoncu, tellâl, aracı. |
simsim |
(C.: Semâsım) Şişman ve etli adam. ◊ Susam. |
şimşir |
(Bak: Şemşir) |
simt |
(C.: Sümut) Boncuk veya inci dizilmiş iplik. ◊ (C.: Sümut) Dizi. Dizilmiş şey. |
simurga |
Kanatlı ve çok büyük hayvan olup eski devirlerde yaşadığı rivâyet edilir. (Bak: Anka) |
simya |
(Fr: Alşimi) Kim: Adi madenleri altın madenine çevirmek gayesini güden bir çalışma. |
simyan |
(Simân) (Süryanice) Hak. |
sîn |
Çin. * Kirli olan ve kokan deve yünü. |
şin |
Kur'an alfabesinin onüçüncü harfi olup, ebcedî değeri 300'dür. ◊ Çok nikâhlı kimse. * Huruf-u mu'cemeden bir harf. ◊ (Bak: Şeyn) |
sina |
Musâ Peygamberin (A.S.) Allah (C.C.) kelâmına nâil olduğu, Süveyş ile Akabe Körfezi arasındaki bir yer ve bir dağ ismi. Cebel-i Musa veya Tur-u Sinâ da denir. * İbn-i Sinâ'nın ceddinin More… |
sina' |
Deve ayağına bağladıkları ip. |
sinaat |
(C.: Sanâyi') San'at, mahâret, ustalık. |
sinab |
Hardal. * Hardal ve kuru üzümden yapılan bir cins kuru boya. |
sinad |
Muhkem, dayanıklı, kuvvetli dişi deve. * Yüce. * Yüce yer, yüksek yer. |
şinah |
f. Suda yüzme. |
sinaî |
(Sınâiyye) San'atla ve sanayi ile alâkalı. * İnsan yapısı. |
sinaiyyat |
(Sınâi. C.) Sanatla ilgili olan şeyler. * İnsan yapısı şeyler. |
şinak |
(C.: Eşnâk) Sivri başlı kimse. * Kırba bağladıkları ip. * Başı büyük olan at. * Kuş tuzağı. |
sinan |
(C.: Esinne) Mızrak, süngü. |
sinar |
Çınar. |
şinar |
Ayıp. * Hayâ, utanma, âr. ◊ f. Suda yüzme. |
sinare |
Demir iğ. * İğ başı. * Yay kabzası. * Kulak. |
şinas |
f. Tanıyan, bilen, anlayan. Tarih-şinas: f. Tarihten anlayan, tarih bilen. ◊ Uzun, tavil. |
şinaver |
f. Suda yüzen. Yüzgeç. |
sinaye |
Yünden ve kıldan yapılan ip. |
sindan |
Örs. |
sindiban |
Pelit ağacı. |
sindid |
(C.: Sanâdid) Baş, başkan, reis, ileri gelen. |
sine |
Uyuklama, uykuya dalma başlangıcı. Uyku ile uyanıklık arası. (O anda insan, sesi duyduğu halde anlamaz.) ◊ An. Bir lahzacık. * İki ağızlı balta. ◊ f. Göğüs. Sadır. Kalb. |
sine-bend |
f. Göğüs bağı, sütyen. |
sine-gâh |
f. Göğüs. |
sinematoğraf |
Fr. Hareket yazmak demek olup kısaltılmış şekliyle sinema demektir. |
sinepüryan |
(Sinebiryan) Kalbi yanmış, sinebiryan olmuş, çok hasret çekmiş. |
sinesaf |
f. Sarılıp kucaklaşmış. |
sinesuz |
f. Yürek yakan. |
sinet |
Uyuklamak. |
şinev |
f. İşiten, dinleyen. |
sinf |
Söğüt yaprağı. |
sinh |
(C.: Esnâh-Sünuh) Diş çukuru, diş yuvası. ◊ (C.: Esnâh) Her nesnenin aslı ve kökü. |
sini |
f. Büyük tepsi, sini. |
şinid |
İşitme. Duyma. |
şinide |
f. İşitilmiş. Duyulmuş. |
sinif |
Kısım, bölüm, tabaka. |
sinifî |
Sınıfla alâkalı, kısıma ait. |
şinik |
On litre su alabilen teneke kutu kadar olan mahsul ölçüsü. Yarım gaz tenekesi. (Isparta havalisine mahsus hububat ölçüsü) |
sinimmar |
Ay, kamer. * Gece uyumayan erkek. * Harami. * Tar: Rum milletinden bir üstâdın adıdır. Numan bin Münzir için Hira'da bir köşk yapmıştı. Bunun bir eşini daha kimseye yapmasın diye Numan More… |
sinin |
(Sene. C.) Sünun. Seneler. * Sina Dağı. |
sinn |
Berd-i acûz günlerinden bir gün. * Seleye benzer bir nesnedir, içine ekmek koyarlar. * Deve sidiği. ◊ (C.: Esnân) Yaş. Yaşanmış olan zaman. * Diş. * Medine'de bir dağın More… |
sinne |
(C.: Sinen) Kalem başı. * Sapan demiri. |
sinnen |
Yaşça, yaş bakımından. |
sinnevr |
(C.: Senânir) Kedi. |
sinsin |
(C.: senâsin) İyeği kemiklerinin arka tarafının ucu. |
sintah |
Büyük karınlı kuvvetli deve. |
sintel |
Kısa boylu. |
sinv |
Dal, budak. Bir kökten çatallanan dallar. * İki kardeş. * Misil. Şebih, benzer. * Amca. * Oğul. |
şinvay |
Kulağın işitmesi. |
sinvu ebî |
Babamın kardeşi. |
siny |
(C.: Esnâ) Her nesnenin büklümü. * Dağın kısıkdar yeri. * Orta, vasat. |
sinyal |
Fr. Kararlaştırılmış bir haberi verme işareti. İşaret. |
sipah |
(C.: Sipâhan) Asker, leşker, nefer. * Ordu. |
sipahdar |
f. En büyük asker, serasker. |
sipahi |
Ask: Osmanlı askerlik teşkilâtında 'Timar' namiyle öşür ve rüsumunu aldıkları araziye mukabil, harp zamanlarında kendi hayvanları ve kanunen götürmeğe mecbur oldukları silâhlı More… |
sipahsalar |
f. Askerlerin en büyüğü. Serasker. |
sipar |
f. Veren, fedâ eden. |
sipare |
(Si-pâre) f. Kur'an-ı Kerimin herbir cüz'ü. * Küçük kitap, mecmua. * Otuz cüz. |
sipariş |
f. Ismarlamak, ısmarlayış. |
sipas |
f. Şükretme, dua etme. |
sipas-dâr |
f. Hamdeden, şükreden. |
sipeh |
f. Asker, leşker. * Ordu. |
sipeh-büd |
f. Başbuğ, başkomutan, başkumandan. |
sipeh-keş |
f. Başkumandan, başbuğ. |
sipenc |
f. Konaklama yeri, misafirhane, otel. * Dünya. * Misafir. |
siper |
f. Arkasına saklanılacak şey. Koruyan. * Mânia. Sığınak veya set arkası, duvar altı gibi kuytu yerler. * Okun, giderken kabzayı zedelememesi için sol elin üzerine konulan âlet. * Muharebede More… |
sir |
f. Tok, kanmış, doymuş. * Sarımsak. ◊ Yarık. Delik. * Balık yahnisi. ◊ (Bak: Sırr) |
şir |
f. Aslan. * Süt. |
şir'a |
(Şeria-Meşrea) Lügat mânası, bir ırmak veya herhangi bir su menbaından su içmek veya almak için girilen yol demektir. |
sir'et |
Nefis. * Koyun. * Geyik. * Kadınlar. |
sir-ab |
f. Suya kanma. Suya tok olmak. * Sulu. * Körpe, tâze. |
şira |
Satın alma, satın alınma. |
sira' |
Hızla gitmek, acele etmek. |
şira' |
Yelken. Gemi yelkeni. |
sirac |
Işık. Lâmba. Fener. Mum. Kandil. * Şevk veren şey. |
sirad |
Gön, sahtiyan. |
şirad (şürud) |
Dağılmak. * Kaçmak. |
siraf (saruf) |
Hayvanın kızmakla erkeğini araması. |
şirak |
(C.: Şürük) Nalbant kayışı. |
siram |
Hurma ve yemiş toplayacak vakit. * Toplanmış hurma ve yemiş. |
siran |
(Sur. C.) Kaleler, kal'alar, hisarlar. |
şiran |
f. (Şir. C.) Aslanlar. |
şirane |
f. Aslanca, gazanferâne. |
sirar |
Devenin sütü çok olsun ve yavrusu emmesin diye emziğinin dibine bağladıkları ip. ◊ (C.: Esirre) Sürur, sevinç. * Sırayla konuşmak. * Ay sonu. |
şirar |
Ateş kıvılcımları. * Şerirler. Şerli kimseler. |
sirat |
Etrafı hudutlu ve işlek cadde. Geniş yol. |
şirat |
Neşter. |
siravari |
f. Sıralı halde, sıra gibi. |
sirayet |
Yayılmak, bulaşmak, geçmek. |
şiraz |
Süzülmüş yoğurt. |
şiraze |
f. Kitap ciltlerinin iki ucuna konulan ve yaprakları muntazam tutan, ibrişimden örülmüş ince şerit. * Pehlivan kispetinin paçası. * Mc: Düzen, nizam, esas. |
şiraze-bend |
f. Şiraze bağlayan. * Düzenleyen, tanzim eden, düzen veren. |
sirb |
(C.: Esrâb) Çekirge ve balık yumurtası. * Sığır sürüsü. |
şirb |
(Şürb) İçme veya içirme nöbeti. İçmek. |
sirbal |
(C.: Serâbil) Gömlek, kamis. |
şirceng |
f. Arslan gibi savaşan. |
sircin |
Kurumuş davar tersi. |
sirdab |
(C.: Seradib) Yer altında su soğutacak yer. |
şirdah |
Büyük ayaklı. |
sirdaş |
(Bak: Sırrdaş) |
şirdil |
(C.: Şirdilân) f. Aslan yürekli. Cesaretli. Cesur. |
sire |
(C.: Sıyer) Koyun ağılı. |
şire |
f. Süt. * Şıra. |
şirec |
Şırılgan yağı. * Üzüm suyu. Şira. |
siret |
Bir kimsenin içi, hâli, hareketi, ahlâkı. * İnsanın tutmuş olduğu mânevi yol. |
sirf(e) |
Sadece, yalnızca. * Sâfi ve hâlis şey. Karışık olmayan. |
sirhak |
Çağırmak. |
sirhan |
(C.: Serâhin) Vahşi hayvanlardan olan kurt. |
şirhar |
'f.Tar: Acemiliğe alınmayan veya sayısı beşten az olan esirlerden bir kısmı. Pencik kanuni hükümlerine göre esirler: Şirhâr, beççe, gulamçe, gulâm, sakallı ve pir olmak üzere sınıflara ayrılır ve bu tertibe göre vergiye tâbi tutulurdu. Üç yaşına kadar olan çocuklara, süt emen mânâsına gelen şirhâr; üç yaşından sekiz yaşına kadar olanlara, yavru demek olan beççe; sekizle oniki yaşındakilere gülâmçe; büluğa erenlere gulâm; epeyce traşı gelenlere sakallı; yaşlılara da pir denilirdi. (O.T.D.S.) |
şirin |
f. Tatlı. Sevimli. Cana yakın. |
şirin-cemal |
f. Sevimli yüzlü. |
şirin-edâ |
f. Lâtif ve şirin edâlı. |
şirinî |
f. Tatlılık, cana yakınlık, sevimlilik. |
şirinkâm |
f. Tadı damağında kalmış. |
şirinkâr |
f. Hoş ve tatlı muamele eden. |
şirinzeban |
f. Tatlı dilli. |
sirişk |
f. Göz yaşı. * Ateş şeraresi. |
sirişt |
f. Yaradılış, hilkat, huy, tabiat. |
sirişte |
f. Yoğrulmuş, karıştırılmış. |
şirk |
En büyük günah olan Allah'a (C.C.) ortak kabul etmek. Allah'tan (C.C.) ümidini keserek başkasından meded beklemek. |
şirk-âlud |
f. Şirk karışık, sapıtmış. Şirk bulaşmış. Cenâb-ı Hak'tan gaflet edip başkasından meded bekler surette. |
sirkat |
(Serkat) Çalma. Hırsızlık. |
sirkatibi |
Eskiden hükümdarların yanlarında bulundurdukları hususi kâtib. |
sirke-furuş |
f. Sirkeci, sirke satan kimse. * Mc: Ekşimiş yüzlü kişi. |
şirket |
Ortaklık, iş ortaklığı. * Huk.:İki veya daha fazla şahsın emek ve malları ile müştereken, iktisadî bir gayeye erişmek için bir akidle birleşmeleri. (Bak: Cem'iyyet) |
sirkin |
Kuru davar tersi. |
sirm |
(C.: Esrâm-Esârım) Ağaçtan yemiş düşürmek. * Ekin biçmek. * Cem'olmuş beytler. |
sirme |
(C.: Sırm) Bulut parçası. * Deve ve koyun sürüsü. |
şirmerd |
f. Arslan yürekli, cesur. |
sirp |
Yugoslavya'da yaşayan bir kavim adı. Veya o kavimden birisi. |
şirpençe |
(Şir-pençe) f. (Aslan pençesi) Vücutta ve daha ziyade sırtta çıkan çok tehlikeli bir çıban. |
sirr |
Gizli hakikat. Gizli iş. Herkese söylenmeyen şey. ◊ (C.: Esrar-Esirre) El ayasında ve alında olan hatlar. * Gizli nesne. * Cima etmek. * Zikir. * Hâlis. * En iyi, en faziletli. More… |
sirran |
Gizli olarak, gizlice. |
sirrdaş |
Birbirinin sırrını bilen. * Sır saklıyan. |
sirre |
Soğuk rüzgâr. Şiddetli soğuk. * Şiddetli sayha, çığlık. |
şirret |
Terbiyesizlik, hayasızlık, edebsizlik. * Geçimsiz, huysuz ve kavgacı. |
sirrî |
(Sırriyye) Sır ile, gizlilik ile ilgili. |
şirrib |
Şaraba karşı hırsı olan. |
şirrir |
(C.: Eşrâr-Eşirrâ) Çok şer işleyen, pek çok şerir. |
sirsir |
Çekirgeye benzer bir hayvan. |
sirval |
(C.: Serâvil) şalvar. |
şirvaz |
Yoğun, kalın ve büyük. |
sirve |
(C.: Sirâ) Küçük ok. * Çekirge yumurtası. |
şiryan |
(Şeryân) Kırmızı kan damarı. Atar damar. |
şirzime |
Küçük, ehemmiyetsiz cemaat. Bir miktar insan grubu. |
şis (şisâ') |
Çekirdeği katılaşmış olmayan hurma. (Hurma aşılanmasa çekirdeği katılaşmaz.) |
şis' |
(C.: Şüsu') Nâline tasma vurmak. * Nâlin tasması. |
sisa |
(C.: Sıyas-Sıyasâ) Köşk. * Kale. * Sığınacak yer. * Çulha mekiği. * Horoz mahmuzu. * Sığır boynuzu. |
sisa' |
(C.: Seyâsi) Davar arkası. * Omuz başı. |
şisb |
(C.: şesâyib) şiddet. * Nasip. |
şişe |
Camdan yapılmış ağzı dar uzunca kap. Lâmbaya geçirilen camdan küçük baca. * Çeşitli maksatlarla çakılan çıta. |
şişehane |
Şişe yapılan yer. |
şişhane |
(Aslı: Şeşhane) Eskiden kullanılan namlusu altı yivli tüfek. * İstanbul'da bir semt adı. |
şisi' |
Büyük ve çok mal. * Dar yer. Bir yerin uç tarafı. * Nalın kayışı. * Bir malı dikkatle bekleyip koruyan. |
sismoğraf |
Fr. Zelzelenin yerini, saatini, yön ve hızını kaydeden âlet. |
sistem |
Fr. Bir bütün meydana getirecek şekilde, karşılıklı olarak birbirine bağlı unsurların hepsi. * İlimde bir bütün meydana getirecek esasların hepsi. * Bir nizâm dâiresinde çalışan takım. * More… |
sît |
Çatırtı, patırtı, gürültü. * Ün, şöhret, nam. |
şit |
Hz. Âdem'in (A.S.) oğullarından ve ondan sonra peygamber olan zât olup kendisine 50 sayfalık kitab nâzil olmuştur. Kâbe-i Mükerreme'yi ilk önce taştan bina eden zât olduğu Kısas-ı More… |
şita |
Kış. Senenin soğuk mevsimi. |
sita' |
Deve boynunda uzunluğuna olan alâmet. * Ev direği. |
şitab |
f. (Şitâften: Koşmak fiilinin kökü) Seğirtmek, koşmak. Çabukluk, acele etmek. |
sitad |
f. Alma, alış. |
şitaî |
(Şitâiye) Kışa ait. Kışlık. Kışa dair. |
sitam |
Kılıcın ağızı. |
sitan |
(-istan) f. Mekân adı yapmağa yarayan ek. Meselâ: Gül-sitan - (Gül-istan) Gül bahçesi, güllük. ◊ f. Alan, alıcı. Can-sitan - Can alan. |
sitare |
(Setr. den) (C.: Setâir) Örtünülecek, perdelenecek şey. ◊ f. Yıldız, kevkeb. |
sitat |
Husumet, düşmanlık. |
sitayiş |
f. Övme, medhetme. Medih. |
sitayiş-kâr |
f. Medheden, öven. |
sitebr |
f. Kalın, kaba, yoğun. |
sitem |
f. Haksızlık, zulüm. * Nâzikâne çıkışma. * Eziyet, cefa. |
sitem-âmiz |
f. Hâin. İnsafsız, haksız. |
sitem-kâr |
(C.: Sitemkârân) f. Haksızlık ve zulüm yapan. Zâlim. |
sitem-keş |
f. Zulme ve haksızlığa uğrayan. Zulüm çeken. Mazlum. |
sitem-reside |
f. Siteme uğramış, zulme uğramış. Zulüm çekmiş. |
şitevî |
(Şiteviyye) Kışa ait. Kış mevsimiyle ilgili. * Kış sebzesi, kışlık sebze. |
sitiz |
(Sitize) f. Kavga, cidal, çekişme. |
sitize-cu |
f. Kavgacı. |
sitize-kâr |
f. Kavgacı. |
sitr |
(C.: Estâr) Örtü. * Perde. |
şitre |
Yarım, nısf. |
sitt |
Hanım. (Aslı seyyidet iken muharref ve âmi arapçada sitt ve sitte olarak kullanılır.) |
sitte |
Altı. (6) Altılık. |
sittîn |
(Sittûn) Altmış. 60 |
sîv |
f. Elma. |
siva |
Başka, gayrı, diğer. Kasd. (Bak: Mâsiva) |
şiva' |
Kebap. |
sivad |
Gizli söz, sır. |
sivak |
(C.: Süvük) Misvak. * Dişini yıkamak. |
şival |
Az şey. |
sivar |
(C.: Sirân-Asvire) Sığır sürüsü. * Misk kabı. ◊ (C.: Esvire - Esâvir-Suur) Bilezik. |
şivar |
Meşveret etmek, konuşmak, istişâre etmek, danışmak. |
şivaz |
Dumansız ateş. * Susamak. (Bak: Şuvaz) |
sivcar |
Tazı ve köpeğin boynuna halka geçirmek. Tasma takmak. |
şive |
Söyleyiş. Tarz. Ağız. Üslub. * Eda. Naz. |
şivebâz |
f. Cilveli, şive ve naz eden. |
şivekâr |
f. İşveli, şiveli, cilveli. |
şiven |
f. İnleme, sızlanma. * Mâtem, yas. |
sivil |
Fr. Asker olmayan. * Başı bozuk. * Mülkî. * Tebdil-i kıyafetle gezen polis. * Medeni. |
siya' |
Samanlı balçık. |
şiya' |
Zahir olmak, görünmek. * Çobanın kavalından çıkan ses. * Odun takıltısı. |
siyab |
(Sevb. C.) Elbiseler, giyecek şeyler. |
siyabe |
Kızlığın bozulması, bekâretin zâil olması. |
siyac |
Dikenli duvar. |
siyadet |
Seyyidlik. (Bak: Seyyid) |
siyafet |
Kılıççılık sanatı. |
siyagat |
Kuyumculuk. |
siyah |
(Sayha. C.) Bağırmalar, çığlıklar, haykırışlar, feryadlar. ◊ f. Kara, esved. * Zenci. |
siyaha |
Suyun akması. * Oruç tutmak. |
siyahat |
(Seyyehân - Siyâh - Süyuh) İbret, terehhüb ve ibadet için yer yüzünde gezip yürümek. (Dervişlerin seyahatı bundandır.) |
siyahbaht |
f. Tâlihsiz, kara bahtlı. |
siyahçerde |
f. Esmer, karayağız olan. |
siyahfam |
f. Siyah renkli. |
siyahî |
f. Siyahla alâkalı. * Zenci. * Siyahlık, karalık. |
siyahkâr |
(C.: Siyâhkârân) f. Günah işlemiş, suçlu. |
siyahkede |
f. Kapkara yer. |
siyahlika |
f. Kara yüzlü. |
siyahpuş |
f. Siyahlar giymiş. Karalar giymiş. * Mâtemli, yaslı. |
siyahruz |
f. Tâlihsiz, şanssız, bahtsız. |
siyak |
Söz gelişi, ifade tarzı. * Üslub, tarz, yol. * Sürmek, sevk. * Ruhun çıkması. |
siyakat |
Binek hayvanını arkasından sürme. |
siyal |
(Sıyâlet) Saldırma, hamle etme, üzerine atılma. |
siyam |
(Savm. C.) Oruçlar. (Bak: Oruç, Ramazan) ◊ Oruç. (Bak: Sıyam) |
şiyam |
Yerden kazılan toprak. |
siyan |
Elbise saklama yeri, sandık. |
siyanet |
Koruma veya korunma. Himaye veya muhafaza. ◊ Koruma, muhafaza, hıfz. |
siyar |
(C.: Sirân-Asvire) Misk kabı. * Sığır sürüsü. |
siyas(i) |
(Sıysa. C.) Kaleler, kal'alar. * Köşkler. * Sığınacak yerler. |
siyaset |
Memleket idare etme san'atı. Devlet idare tarzı. * Dünya ve âhirette necatlarına sebeb olacak bir yola, insanları irşad ile beşeriyetin salâhına çalışmak. * Diplomatlık. Politika. * More… |
siyaseten |
Siyaset bakımından, siyasî bakımdan. |
siyasî |
Siyaset icabı olan. * Siyaset adamı. * Politik. |
siyasiyyun |
Politikacılar, siyasetçiler. Devlet idaresine çalışanlar. |
siyat |
(Savt. C.) Kırbaçlar, kamçılar. |
şiyat |
Yanmış yün ve pamuk kokusu. |
siydane |
(C.: Saydân) Taş çömlek. |
siye |
Koyun yatağı. |
şiyem |
(Şime. C.) Huylar, tabiatlar. |
siyer |
(Siret. C.) Tarzlar, gidişler, yollar. |
siyera' |
İbrişimle karışık alaca bez. |
siyk |
(Sevk. den) Sevk olunan (meâlinde). ◊ Kesif toz ve fena ter kokusu. |
siyonist |
(Kudüs'ün eski adı olan Sion. dan) Filistin'de bağımsız bir Yahudi devleti kurmak isteyen. Yahudi fikrinin taraftarı. Bir şeyi Yahudilerin gaye ve menfaatına göre değerlendiren. More… |
siysa |
(C.: Sıyâs) Kale. Kal'a. * Sığınacak yer. * Köşk. |
siyy |
Arz-ı Arabdan bir yer. * Çöl, sahra. * Benzer, misil. |
siyyan |
(Siyy. C.) Birbirine denk ve eşit. Müsavi. |
siyyanen |
Birbirine denk ve eşit olarak. Müsavi bir tarzda. |
siyye |
Yay başı. |
şiz |
Abnus ağacı. |
şizaf |
Katılık, sertlik. |
skolastik |
Lât. Kurun-u vustâda (Orta çağlarda) Hristiyan âleminde, papazların dinî görüşüne ve onların baskısı altındaki dinî fikirlerine göre yapılan tedrisat usulü. |
slogan |
ing. Kısa ve te'sirli propaganda sözü. |
sofi |
Ehl-i tasavvuf. Riyazet ve nefisle mücahede ile hakikate ermeğe çalışan. Tarikata mensub, mânevi kemâlât için çalışan. * Yanıltıcı, safsatacı. (Bak: İşrakiyyun) |
sohbet |
Konuşma, sevdiği kimselerle yapılan toplantı. * Birlikte oturup tatlı tatlı hakikat üzerine konuşmak. |
şöhre |
Ünlü, şöhretli, meşhur. |
şöhret |
Ad yapma. Ün. Şân. * Hadis ilminde: Meşhur hadis mânasında kullanılır. |
şöhretgir |
f. şöhretli, ünlü. Meşhur. |
şöhretşiâr |
f. şöhretli. şöhret sahibi. |
sokrat |
Eski bir Yunan Feylesofu. (M.Ö. 470-400) Vahdaniyete ve ruhun bakiliğine inanmış ve bu fikrini yaymağa çalışmış. 'Dünyada yalnız bir şey öğrenebildim, o da hiç bir şey More… |
solcu |
(Bak: Ashab-ı Şimal) |
sömestr |
Fr. Okullarda bir ders yılının ayrıldığı iki dönemin herbiri. |
sorguç |
Başa takılan tuğ. * Bazı kuşların tepelerinde bulunan tüyden süs. |
sosyal |
Fr. İçtimaî. Cemiyete ait. |
sosyalist |
Fr. Sosyalizm taraftarı olan. |
sosyalizm |
Fr. İktisadî teşebbüsleri ve teşekkülleri devlete vermek isteyen görüş. İştirakiyecilik. |
sosyoloğ |
Fr. İçtimaî bilgilerle uğraşan, toplu insan yaşayışı ve onların idare işlerinde bilgi sahibi olmaya çalışan. İçtimaiyatçı. |
spiker |
ing. Konuşmacı. Radyo programlarını takdim eden, haber bültenlerini okuyan kişi. |
spiritualizm |
Fr. Fls: Ruh gibi maddî olmayan varlıkları kabul eden görüş ve düşünüş. Ruhiyatçılık. |
staj |
Fr. Mesleki bilgisini artırmak maksadıyla başka birinin nezareti altında yapılan çalışma. |
stajyer |
Fr. Staj yapan kimse. |
strateji |
yun. Askeri sevk ve idare ilmi, sevk-ul-ceyş. |
stratosfer |
Fr. Atmosferin ortalama 30 km. kalınlığındaki ikinci tabakası. |
su' |
Kötülük. * İyi olmayan. Kötü, fena. |
sü'b |
Akıl geri gelmek. * Gittikten sonra yine eski yerine dönmek, mekânına gelmek. |
su'ban |
(C.: Saâbin) Büyük yılan. Ejderha. * Koz: Semanın kuzey yarım küresinde bulunan Tinnîn Burcu'nun çevirdiği büyük kavisin ortasında ve küçük ayı dörtgeninin tam karşısında bulunan en More… |
sü'ban |
(Bak: Su'ban) |
su'be |
Yeşil başlı kertenkele. |
şu'be |
Bölük, bölüm. * Dal, budak. * İkinci derecedeki kollar. Kol. |
su'bub |
(C.: Seâbib) Saf su akan yer. |
şu'bub |
(Bak: şü'bub) |
şü'bub |
Birden yağan sağanaklı yağmur. * Hiddetli ve şiddetli olan. * Şiddetli güneş harareti. |
su'l |
(C.: Süul) Devede sonradan çıkan küçük meme. * Koyunda küçük meme. * Asıl dişin yanında çıkan fazlalık diş. |
şu'le |
Alev, ateş alevi. Alevlenmiş odun. |
şu'lebâr |
f. Işıklı. |
şu'ledâr |
f. Alevlenmiş, alevli. Işıklı. |
şu'lefeşân |
f. Işık saçan, parlatan. |
şu'legir |
f. Tutuşan, alevlenen, alev alan. |
şu'lenümâ |
f. Alev gösteren, alevli. |
şu'lepâş |
f. Işık saçan. |
şu'leperver |
f. Işıklandıran. Alevlendirici. |
şu'lepuş |
f. Alev içinde kalmış, alevle örtülü. |
şu'leriz |
f. Işıldayan, alev saçan. |
su'luk |
(C.: Saâlik) Fakir. * Dilenci. * Serseri. |
sü'lul |
Meme başı. * Vücutta meydana gelen siğil, sivilce. |
şu'm |
(Şum) f. Uğursuzluk. Meş'um olma. Uğursuz. |
su'n |
(C.: Seâne) Yarısı kesilmiş kırba. |
su'r |
(C.: Es'âr) Yiyecek, içecek artığı. |
sü'r |
Arslanın bir kimseye hamle etmesi, saldırması. |
su'rur |
Ağaç sakızı parçası. |
su(y) |
f. Cihet, yön, taraf. Semt. Yan. |
şua |
(C.: Şu') Sorgun ağacı. |
şua' |
Bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri. |
şuaat |
Işıklar, parıltılar, nurlar. |
şuab |
(şu'be. C.) şubeler. Kollar, bir cisimden ayrılan çatallar. (Bak: Şiâb) |
şuabat |
(Şu'be. C.) Şubeler, kısımlar, takımlar, bölükler. Dallar. |
süac |
Koyun avazı, koyun sesi. |
suada' |
Sıkıntıdan dolayı uzun uzadıya solumak. * Ev ortası. |
suadî |
Topalak otu. |
sual |
İsteme. İstek. * Soru. Sorulan şey. * Dilencilik. ◊ Öksürük. |
süal |
Bir kabile ismi. ◊ Öksürük. |
şual |
(şu'le. C.) Alevler, şu'leler. Ateş alevleri. |
sualât |
(Suâl. C.) Suâller, sorular. İstemeler, istekler. |
süar |
Ateşin harareti. * Çok acıkmak. |
şuara |
(Şâir. C.) Şâirler. * Kur'an-ı Kerim'in 26. suresinin ismidir. Mekkîdir. |
sub' |
(Bak: Sübu') ◊ Yedide bir. |
süb' |
Yedide bir. |
suba (sabâ) |
(C.: Esbâ) Gece ile gündüz eşit olduğunda gündoğusundan esen rüzgâr. |
subabe |
Kap içinde kalan su. * Bir nesnenin bakiyesi. Artık. |
sübaî |
Yedi harfli, yedili. |
şuban |
f. Çoban. |
şüban |
Çoban. |
şübanî |
Kırmızı yüzlü. |
subare |
Taş. |
subaşi |
Şimdiki zabıta ve daha ziyade belediye memurlarının gördükleri işleri gören ve kasabaların idaresi başında bulunan memurun ünvanı idi. |
subat |
(Bak: Sübât) |
sübat |
Dalgınlık. * Uzun dinlenme. * İstirahat zamanı. * Uzun uyku şeklinde olan baygınlık. Koma. * Dehir, zaman. ◊ (Sübe. C.) Cemaatler, bölükler. |
sübata |
Süprüntülük, virâne. |
subbah |
(Sâbih. C.) Yüzenler, yüzücüler (suda). |
şübban |
Gençler, delikanlılar. |
sübbet |
İnsanın oturak yeri. |
sübbuh |
Tesbih edilen (Allah. C.C.) |
şübbut |
Kalkan balığı. |
sube |
At sürüsü. * Yirmi ile kırk arasında olan keçi sürüsü. * Kabın içinde kalan su. Artık su. |
sübe |
On kişiden fazla olan erkek cemaatı. * Havuzun ortası. |
şübeh |
(şübhe C.) şübheler, şekler. şübhe edilenler. |
subesu |
f. Taraf taraf. Her tarafa. Her yanda. |
subh |
Sabah vakti. Sabah. Tan vakti. Şafak zamanı. |
subha |
Nur ve azamet. * Sabahla öğle arası, kuşluk vakti. (Bak: Sübha) ◊ Sabah uykusu. |
sübha |
Uyku, nevm. * Fâriğ olmak, vazgeçmek, çekilmek. İşi bitirmek. ◊ Çekilen tesbih, tesbih tânesi. * Duâ ve nâfile namaz. |
sübhakeş |
f. Tesbih çeken. |
sübhan |
Allah (C.C.) |
sübhanallah |
Cenab-ı Hakk'ın mahlukatı ve eserleri karşısında duyulan hayret ve taaccübü ifade etmek için söylenir. |
sübhanî (sübhaniye) |
Allah (C.C.) ile alâkalı. İlâhî. Allah'a mahsus, Onun eserlerine âit ve müteallik. Allah'ın Sübhan sıfatına âid. |
subhdem |
f. Sabah vakti. |
şübhe |
(C.: Şübeh - Şübühât) Tereddüd. Bir şeyin doğru olup olmadığına veya var olup olmadığına dair kat'i kanaat ve bilgi sahibi olmamak hâli. |
subhgâh |
f. Sabah vakti. Tan yeri. |
subjektif |
(Bak: Sübjektif) |
sübjektif |
Fr. Bilen akıl ile alâkalı. * Eşyanın hakikatına değil de ferdin düşünce ve duygularına dayanan. Şahsî görüşe göre olan. İndî, nefsî olan. |
sübjektivizm |
Fr. Fls: Akıldan başka realite kabul etmeyen, yanlış bir nazariye. |
şübke |
(C.: Şübük) Yakınlık. Akrabalık, hısımlık. |
subr |
Her cismin tek kenarı ve yoğunluğu. * Ufak taşlı yer. |
subre |
Birikinti, yığın. |
şübrüm |
Kısa boylu kimse. |
sübrut |
(C.: Sebâriyet) Az. * Otsuz ve susuz yer. * Fakir adam. |
sübt |
Hatmi gibi bir otun adı. ◊ Ayıp. |
subu' |
Dinini terk edip başka dine girmek. |
sübüha |
(C.: Sübühât) Nur. * Azamet, büyüklük. |
subuhat |
(Subha. C.) Secdeler ve cemal-i İlâhî nurları ve celal ve azamet-i İlâhiye. (Bak: Azamet, Cemal) |
sübül |
(Sebil. C.) Yollar, caddeler. |
sübur |
Helâk, helâket. Mahvolmak. * Men olmak, kovulup sürülmek. |
sübut |
Sâbit, berkarar ve pâyidar olup durmak. Oynak ve müteharrik olmamak. Kat'i olarak meydana çıkmak. Sâbit oluş. ◊ (Sebt. C.) Cumartesiler. Cumartesi günleri. |
sübutî |
Varlığı kat'iyyen isbat edilene ait. Müsbet, isbatlı olan. (Bak: İman-ı bil-âhiret) |
şüca' |
(Şec'a - Şica') Yiğit, cesur, bahadır. Şecaatli. |
süccad |
(Sâcid. C.) Secde edenler. |
sücced |
(Sâcid. C.) Secde edenler. Secde edip yere kapananlar. |
şücea' |
(Şeci'. C.) Yiğitler, cesurlar. |
şüceyre |
Çalı, ufak ağaç. |
sücfe |
Geceden bir saat. |
sücle |
Karnın geniş ve büyük olması. Şişmanlık. |
şücne |
Sıklığından birbirine girmiş ağaçların damarları. |
sücre |
(C.: Sücür) Yağmur suyundan biriken su. ◊ Derenin orta geniş yeri. |
şücub |
Ev içinde olan direk. |
sücud |
Secdeye varmak. Cenab-ı Hakk'ın huzurunda hiçliğini, aczini bilip teslimiyetle yere kapanıp duâ ve tesbih etmek. (Bak: Secde) * (Sâcid. C.) Secde ederek yere kapananlar, secde edenler. More… |
sücuf |
(Secf. C.) Perdeler, örtüler. |
sücul |
(Secl. C.) Büyük su kovaları. |
sücun |
(Sicn. C.) Hapishaneler, zindanlar, ceza evleri. * Mc: Dünyanın sıkıntıları. |
şücun |
Ağaç dalları. * Füruât, teferruat. |
şücur |
Muhtelif ve çeşitli olmak. |
sücv |
Gece sükuneti, gecenin sessizliği. * Zulmet istikrarı. |
sud |
(Sevda. C.) Rengi kara olan şeyler. * Sevdalar. ◊ f. Kâr, faide, kazanç. |
şüd |
'f. Geçti, gitti; gidiş, gitme. Oldu, olma. Amed şüd: Geldi gitti.' |
sud'a |
Deve ve koyun bölüğü. |
süda |
Kendi kendine çobansız gezen hayvan. * Bir şeyi kendi kolayına bırakmak. |
suda' |
Baş ağrısı. * Rahatsız etme, sıkıntı verme, sıkma. |
süda' |
Bir otun adı. ◊ Geçmek. |
suda-ger |
f. Bezirgân, tüccar. |
suda-gerî |
f. Ticaret. |
sudagî |
Zülüfte olan nişan ve alâmet. |
sudah |
Horozun ötmesi. |
sudam (sidâm) |
Hayvanların başında olan bir hastalık. |
südasî |
Altılı. Altılık. Altı harfli. |
sudd |
Dağ. |
südd |
Dağ. * Bulut. * Mâni, engel. |
suddad |
(C.: Sadâyid) 'Sâm-ı ebras' denilen kertenkele. * Suya varacak yol. |
südde |
(C.: Süded) Kapı, eşik. |
sude |
f. Ezilmiş, dövülmüş. Sürmüş, sürülmüş. |
süded |
(Südde. C.) Kapılar, eşikler. |
sudeka |
(Sadik. C.) Doğru ve hakiki dostlar. |
sudg |
(C.: Esdâg) şakak. * şakaklardan sarkan saç. |
südg |
(C.: Esdâg) Göz ile kulak arası ve onun üzerine sarkan zülüf. |
sudkan |
(Sadîk. C.) Hakiki ve doğru dostlar. Sadîkler. |
sudmend |
f. Kazançlı, faydalı, kârlı. |
sudre |
Acem gömleği. |
süds |
(Südüs) Altı kısımda bir kısım. |
sudud |
Men'etmek, engel olmak. |
şüdun |
Kavi ve kuvvetli olmak. * Terbiyeden müstağni olmak. |
sudur |
Olma, meydana gelme. Sâdır olma. * (Sadr. C.) Göğüsler, sadırlar. |
süeba' |
Esnemek. |
sueda |
(Said. C.) Saidler. Allah'ın (C.C.) rızâsına erenler. Mes'ud olanlar. |
süeda |
(Bak: Suedâ) |
suf |
(C.: Evsâf) Yün dokuma. Yünden yapılmış dokuma. * Yün, yapağı, ibrişim. |
süf'a |
Kırmızılığa yakın olan siyahlık. |
şüf'a |
Bir malı müşteriye, mal olduğu fiata satmak. * Huk.:Satılmakta olan bir yerde hissesi bulunan veya oraya bitişik komşu olanın satılan şeyi almakta birinci derecede hakkı olması. |
süfae |
(C.: Süfâ) Bir ot cinsi. |
şüfafe |
Kap dibinde kalan su. |
süfal |
Yavaş giden deve. Geç yürüyüşlü deve. |
sufar |
Yürekte sarı suların toplanması. ◊ f. Ok gezi. * İğne deliği. |
sufariye |
Sarı asma adı verilen bir kuş. |
şüfea' |
(Şefi'. C.) Şefaatçiler. Şefaat edenler, bir suçun bağışlanması için aracılık yapanlar. |
sufef |
(Sofa. C.) Sofalar. |
süfeha |
(Sefih. C.) Sefihler. İçkici, müsrif ve günahkâr kimseler. |
süfela |
(Sefil. C.) Sefiller. |
süfera |
(Sefir. C.) Sefirler, elçiler. |
suffa |
(Suffe) Sofa, avlu. * Set. Seki. |
suffah |
Enli uzun taş. |
süffar |
(Sâfir. C.) Yolcular. |
sufi |
(C.: Sufiyyun) Tasavvuf ehli. Sofu. Mutasavvıf. |
süfl |
Tortu, çöküntü. |
süfla |
(Sâfil. den) Daha alçak, adi. * Günah ve basit işlere mahsus. * Kılıksız, kıyafetsiz. |
süflî |
Aşağıda bulunan. * Alçak, pek aşağı olan. |
süfliyat |
Fâni dünya ile alâkalı işler. Nefsâni, heva ve hevese tabi olan kimselerin işleri. |
süfliyyet |
Alçaklık, bayağılık, âdilik. |
sufn |
Çobanların dağarcığı. |
sufr |
(Sıfr) Bakır. Tunç. |
şüfr |
(C.: Eşfâr) Kirpiğin bittiği yer. * Her şeyin kenarı. |
süfre |
Sofra, mâide. * (C.: Süfür) Misafire yolda yemesi için hazırlanan azık. |
şüfre (şefre) |
(C.: Eşfâr) Yassı büyük bıçak. * Gön ve sahtiyan kestikleri bıçkı. * Kılıç ağızı. * Kirpik biten yer. |
sufret |
Sarı renk, sarılık. * Beniz solukluğu. |
sufrit |
(C.: Safârit) Fakir. |
sufruf |
Üzüm çöpü. * Hurma çöpü. |
süfte |
f. Delinmiş, delikli. |
süfte-guş |
f. Kulağı delinmiş olan. Kulağı delik. |
süftece |
(C.: Süfâtic) İçi kovuk boş cisim. * Bir yerden bir yere armağan olarak gönderilen şey. * Yol korkusundan emin olmak için tâcirlere borç olarak verilen para. |
sufuf |
(Saf. C.) Saflar. Sıralar. |
şüfuf |
Zayıf olmak. |
süful |
Alçaklık. * Alçaklığa meyil ve teveccüh etmek. Alçaklığa yönelmek. |
süfül |
(C.: Esfâl) Her şeyin köpüğü ve tortusu. * Örtmek. * Yemek. |
sufun |
(Süfun) (Sefine. C.) Sefineler. Gemiler. |
süfün |
(Bak: Sufun) |
şüfun |
Göz ucuyla bakmak. |
süfüvv |
Yürümeye ve uçmaya başlamak. |
sufvan |
Atın, üç ayak üzerine durup dördüncünün tırnağını yere dikip durması. |
süfyanî |
Süfyan'dan olan, Süfyan'a mensub, Süfyan'a müteallik. Zübdet-ül Buharî Tercemesine göre, Süfyanî: Müslümanlara kötülük eden, sefil, kötü, alçak olan kimse demektir. |
şugl |
İş, meşgul olunacak şey, gaile. |
şugmum |
Uzun, tavil. |
sugra |
(Suğra) Daha küçük, pek küçük. * Man: Hadd-i asgarın bulunduğu cümle. Birinci kaziyye. Küçük önerme. (Bak: Hadd-i asgar) |
sugre |
(C.: Sügur) Göğüs çukuru. * Boğaz çukuru. * Gedik. |
şugul |
(Şugl. C.) İşler, uğraşacak şeyler, gaileler. |
şügül |
(C.: Eşgâl) Meşgul ve gafil olmak. Gaflette bulunmak. |
sugur |
Düşmana yakın hududlar, serhadler. * Mağara. * Ön dişler. * Ağızlar. |
şügur |
Yükseltmek. * Hâli etmek, boşaltmak. |
sugv |
Meyletmek, yönelmek, eğilme. |
sugvar |
f. Kederli, acılı. |
suh |
Duvar. |
şuh |
f. Şen ve hareketlerinde serbest olan. * Nazlı, işveli. * Açık saçık, hayasız. Oynak. ◊ (Şıh) Bahil, cimri, hasis kimse. |
şuh-meşreb |
f. Açık meşrebli, şen ve neşeli. |
süha |
Bir yıldız ismi. Dübb-ü ekber (Büyük Ayı) yıldız kümesinden gözü kuvvetli olan kimselerin görebileceği en küçük yıldız. |
şuha |
Karın ağrısı. |
sühad |
Uyanıklık. |
suhaf |
Akciğer veremi. |
sühaf |
Verem hastalığı. |
sühal |
Çocuk doğunca beraber çıkan su. * Zayıf adamlar. |
sühale |
Küçük tavşan. |
süham |
(Sühamî - Sühamiye) Lezzetli, sindirici, hoş içilecek şey. * Kuş yelekleri arasındaki yumuşak tüyler. * Yumuşak kumaş, elbise. ◊ Yabanda biten ot. * Yaz ısısı. * Sıcak yel. * More… |
suhan |
f. Törpü. |
sühan |
f. Söz, kelâm. Kavl, lâfz. |
sühan-ârâ |
f. Düzgün ve güzel söz söyleyen. |
sühan-çin |
f. Söz getirip götüren, söz toplayan, dedikoducu. |
sühan-dân |
f. Güzel söz söyleyen. |
sühan-fehm |
f. Sözün, kelâmın değerini takdir eden. |
sühan-gû |
f. Söz söyleyen, söz söyleyici. |
sühan-güzar |
f. Güzel konuşan, güzel söz söyleyen. |
sühan-perdaz |
f. Güzel ve düzgün söz söyleyen. |
sühan-pira |
f. Süslü konuşan, süslü söz söyleyen. |
sühan-rân |
f. Güzel söyleyen, güzel konuşan. |
sühan-senc |
(C.: Sühansencân) f. Hesaplı ve ölçülü konuşan, lüzumsuz konuşmayan. |
sühan-şinas |
f. Söz bilen, sözün kıymetini takdir eden. |
sühan-ver |
f. Fasih bir şekilde ve düzgün konuşan. |
suhansera |
(C.: Suhanserâyân) f. Ahenkli söz söyleyen. |
suhar |
Umman kasabası. * Bir erkek ismi. |
suhare |
Başkasıyla alay eden. ◊ Yağ kıkırdağı. |
sühbe |
Derin. |
şühbe |
Siyaha galip olan beyazlık. |
suhd |
(C.: Eshâd) Çocukla birlikte çıkan sarı su. |
şüheda |
(şâhid ve şehid. C.) şâhidler. * şehidler. (Bak: şehid) |
suhen |
(Sehun - Suhun) f. Söz. |
süheyl |
Kolay, uygun ve yumuşak. * Semânın güney tarafında ve Yemenden daha iyi görülen bir yıldız adı. (Bunun için buna Süheyl-i Yemâni denir. Kuzey kutup yıldızının naziri, benzeridir.) |
süheyla |
Yumuşak huylu kadın. |
suhf |
Akıl ve fikrin zayıf olması. |
şuhh (şihh) |
Bahillik. |
suhk |
Uzak olmak. * Cehennemde bir derenin adı. * Mahrumiyet. |
sühl |
Eşeğin göğsünden çıkan hırıltı. |
suhme |
Karalık, siyahlık. |
sühme |
Nasip. * Hısımlık, akrabalık, karâbet. |
suhnan |
Sıcak, kızgın. * Sıcak gün. |
suhne |
Kızgınlık. * Gözü yaşlı, dertli olmak. |
sühnun |
Rüzgârın ve yağmurun evveli. |
suhre |
Maskara, gülünç, eğlenceli. * Zoraki iş gören, ücretsiz zoraki çalışan kimse ve hayvan. ◊ (C.: Suhar) Geniş ve düz olan iki dağ aralığı. * Kırmızıya benzer renk. |
sühre |
Seher vaktinin evveli. * Fecr-i kâzib zamanı. |
şühre |
Zahir ve vâzıh olmak. Görünmek. Açık olmak. |
suhrekâr |
f. Maskaralık yapan. Maskara. |
suhriyen |
(Sıhriyya) Musahhar kılınan, hizmette çalıştırılan. * Gülünç olan. |
suhriyye |
Maskaralık. |
suht |
Haram mal, her nevi haram. * Yok eylemek. Gidermek. Bir şeyin kökünü kazımak mânasına saht'dan alınmıştır. ◊ Kızgınlık, gadab. (Rızânın zıddı) |
suhte |
f. Yanmış, tutuşmuş. Yanık. * (C.: Suhtegân) Softa. Medrese talebesi. |
suhub |
(Sehâb. C.) Bulutlar. |
şühub |
Mütegayyer olmak, değişmek. |
şühüb |
(Şihâb. C.) Kıvılcımlar. |
sühud |
Uyanıklık. |
sühüd |
Uyanıklık. |
şuhud |
(Bak: şühud) |
şühud |
şâhidler. * Görme, şahid olma. * Müşahede etme. * Görünecek halde şekillenme. |
şühudî |
Keşfe ve görmeğe dair. Görünebilir olana ait ve mensub. |
suhuf |
(Sahife. C.) Sahifeler. * Bâzı Peygamberlere gelen sahife halindeki kitap. |
sühuh(a) |
Dökülmek. * Semiz ve besili olmak. |
sühuk |
Kaftanın eskimesi. |
sühuk(e) |
Şiddetli rüzgâr. Katı yel. |
suhulet |
Kolaylık. (Bak: Sühulet) |
sühulet |
Kolaylık. Kolaylık vasıtası. * Yavaşlık. Nâzik muamele. * Elverişli. Kullanışlı. * Paraca kolaylık. (Bak: Suhulet) |
sühulet-bahş |
f. Kolaylık veren. Kolay kullanılan. Pratik. |
sühum |
Demirci çekici. |
şuhum |
(Şahm. C.) Yağlar, içyağlar. |
sühumet |
Akrabalık, hısımlık. |
suhun |
(Sahne. C.) Sahneler. |
sühunet |
Sıcaklık, hararet. Hararet derecesi. ◊ Katılık, peklik. |
suhur |
(Sahr. C.) Kayalar, büyük taşlar. |
sühur |
Uyanık olmak. |
şuhur |
(Bak: şühur) |
şühur |
(şehr. C.) Aylar. 30 günlük müddetler. |
şühus |
Yüksek olmak. * Bir yerden bir yere gitmek. * Gözünü bir yere dikip hareket ettirmeden ve kapağını açıp yummadan durmak. * Bir hâdisenin meydana gelmesinden dolayı acı çekip kararsız olmak. More… |
sühve |
Yumuşak. Sükun, sessizlik. |
suk |
Çarşı, pazar. Alım satım yeri. |
suk' |
Taraf, yön. * Nahiye. |
suk'a |
Başın ortasındaki beyazlık. |
suka |
Çarşı adamı, esnaf. |
suka' |
Horoz sesi, horoz ötüşü. |
sukab |
(Sukbe. C.) Delikler. |
şükaf |
(Bak: şikâf) |
şukak |
Bir çeşit hayvan hastalığı. |
sükala' |
(Sakil. C.) Ağırlar. Kabalar. Çirkinler. Sözü sohbeti çekilmeyen kimseler. |
sükara |
(Sekren. C.) Sarhoşlar. |
şükara |
Sütlü deve. * Sütlü koyun. |
sükat |
Yüksek yerden düşen nesne. |
şükat |
(şâki. C.) şikâyet edenler, şikâyetçiler. |
sukata |
Kırıntı, döküntü, artık. |
sukataçin |
f. Kırıntı, döküntü toplayan. Artık toplayan. |
sukatahâr |
f. Kırıntı, artık yiyen. |
sukaybe |
Küçük delik, delikçik. |
sukb |
(C.: Sükub) Delmek. * Yırtmak. |
sukbe |
(C.: Sukub - Sukab - Sukabât) Delik. |
sukî |
Çarşı ve pazarla alâkalı. * Çarşılı, pazarlı. |
sükk |
Meşhur bir Arap tabibin adı. * Ağzı ve dibi dar olan kuyu. |
şukka |
Parça. Kâğıt veya kumaş parçası. * Küçük tezkere. |
sükkân |
(Sâkin. C.) İkamet edenler, oturanlar. * Gemi kuyruğu. |
sükker |
şeker. |
sükkerî |
şekerden yapılma tatlı. * Şekerle alâkalı. |
sükl |
Kadının çocuğunu kaybetmesi. |
sukl(e) |
Böğür. * Taraf, yön. |
şükle |
Gözün ağındaki kırmızılık. |
şükm |
Ücret, ivaz. Cezâ. Karşılık. Amelin ücreti. |
sukm (sekam) |
(C.: Eskâm) Zahmet, meşakkat. Hastalık, maraz. |
sükn |
Yolun ortası. |
sükna |
Oturacak yer. Mesken. |
sükne |
Kuş sürüsü. * Boyna takılan heykel ve halka. Boyna vurulan demir. |
şükr |
(Şükür) Allah'ın (C. C.) nimetlerine karşı memnunluk göstermek. Allah'a teşekkür. |
şükran |
İyilik bilmek. Minnettarlık. Şükretme hâli. |
şükraniyet |
Şükranlık. |
şukre |
Sâfi kızıllık, tam ve koyu kırmızılık. |
şükrgüzar |
f. İyilik bilen, teşekkür eden. |
sükte |
Çocukları avutup susturmada kullanılan şey. |
sukub |
(Sakb ve Sukb. C.) Delmeler veya delinmeler. * Bir tarafdan diğer tarafa kadar açık olan delikler. ◊ (Sukbe. C.) Delikler. |
sükub |
(Sekub) Kendi kendine dökülen su. Suyun dökülmesi. ◊ (Sakb. C.) Delikler. ◊ Yetişmek. |
sukuf |
(Sakf. C.) Tavanlar, ev örtüleri. * Uzun ve sarkık şeyler. * Semavat. |
şükuf(e) |
f. Çiçek. Zühre. Tomurcuk. |
şükufezar |
f. Çiçek bahçesi. |
şüküfte |
f. 'Açılmış' mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nev-şüküfte - Yeni açılmış. |
şükuh |
f. Azamet, ululuk, celal. |
sukuk |
şeriat mahkemesince verilen ilâmlar ve onda geçen tabirler. |
sükuk |
(Bak: Sukuk) |
şukuk |
(Şakk. C.) Çatlaklar, yarıklar. |
şükuk |
(şekk. C.) şekler, şüpheler. |
sükul (sâkil) |
Evlâdı ölüp yalnız kalan kadın. |
sükûn |
Durgunluk. Sâkin olmak. Hareketsizlik. * Dinmek, kesilmek. * Gr: Bir harfin (a,e,i,o) okunmayıp yalnız ses vermesi, harfin harekesiz olarak kendi sesi ile okunması. (Bak: Cezm) |
şukune |
Azlık. |
sükûnet |
Vakarlılık, ciddiyet. * Durgunluk. Rahatlık. * Hareketsizlik. |
sükûnetgâh |
f. Dinlenme yeri. * Mc: Kabir, mezar. |
sükûnetperver |
f. Dinlendirici, rahatlandırıcı. |
sükûnetyâb |
f. Durgunlaşan, sükûnet bulan, duran. |
şükur |
Hacet, ihtiyaç. * Mühim işler, umûr-u mühimme. |
sükuredyun |
Yaban sarmısağı. |
sukut |
Düşme. Yukardan aşağıya birden iniverme. * Değerini kaybetme. Bozulma. * Devrilme. * Mahvolma. * Ahlâk bakımından alçalma. * Büyük bir vazifeden ayrılma. * Sarkma. * Çocuğun eksik veya ölü More… |
sükût |
Susma. Konuşmama. |
sükûtî |
Sessizlikte olan. Çok ses çıkarmayan. Az konuşan. |
sukutiye |
Paraşüt. |
sukve |
Toprak kap. |
sukya |
(Saky. den) Sulamak. |
sülae |
Hurma yaprağının, başında olan dikeni. |
sülah |
Necis, pis. |
sulahfat |
(C.: Selâhif) Kaplumbağa. |
sülal |
İshal olmak. |
sülale |
Sıkınca parmakların arasından dışarı çıkan safi balçık. * Meni akıntısı. ◊ Soy, sop. Bir kimsenin soyu. |
sülam |
El arkası. |
sülama |
Parmak kemiği. * Küçük içi boş kemik. |
sülas |
Akıl gitmek. * Delirmek. |
sülasa' |
Salı. |
sülasî |
Üçlü. Üçe mensub. * Gr: Harf-i aslîsi üç harf olan kelime. |
sülasî mezid |
Esası, kelime kökü üç harften ibaret olduğu halde, başka harfler ilâvesiyle, başka masdar teşkil edilmiş olur. Aslı üç harfli masdar demektir. |
sülasî mezidün fih |
Gr: Zaid harf almış ve kökünde üç aslî harf bulunan kelime. |
sülasî mücerred |
Gr: Üç harfli aslî kelime kökü. |
sulb |
Sert, katı. Taş gibi olan. * Omurga kemiği. * Sülâle, zürriyet. |
sulbî |
Birinin sulbünden gelme. Kendi evlâdı. Kendi oğlu. |
sulbiye |
Nesebi hâlis olan. |
sulbiyet |
Katılık, sertlik. Taş gibi olmak. * Cisimlerin katı hâli. * Mc: Duygusuzluk. |
suleha |
(Sâlih. C.) Salihler. Salâhiyetli, günah işlemeyen iyi insanlar. İlim ve amelde, ibâdet, taat ve takvâda terakki ve teâli eden büyük zâtlar. |
sülehfat |
(C.: Selâhıf) Kaplumbağa. |
sülek |
(C.: Sülekân) Keklik kuşunun erkeği. (Müe: Süleke) ◊ Cemaat, topluluk. |
sulfato |
(Sulfata) Fr. Kinin. Sıtma hapı. |
sülfe |
Kişinin aceleyle hazırladığı yemek. |
sulh |
Barış. Uyuşma. * Muharebeyi terk için anlaşma. * Rahatlık. |
sulh-âmiz |
f. Ara bulucu, barıştırıcı. |
sulh-nâme |
f. Sulh, barış kâğıdı. |
sulh-perver |
f. Sulhçu. Dâimâ sulh ve sükun isteyen. Harp ve çarpışmak istemeyen. Barışsever. |
sulhen |
Sulh tarzında, barış yoluyla. Anlaşmak suretiyle. |
suliyy |
Ateşin yanması. |
sulla' |
(C.: Sıllâ) Enli yassı taş. * Ot bitmeyen mevzi. |
sullaa |
Büyük, enli taş. * Ot yetişmeyen yer. |
süllaf |
(Selef. C.) Selefler. Önce gelip geçmiş olanlar. |
sülle |
Cemaat, topluluk, çok cemaat. * Çok para. |
şülle |
Niyyet. * Uzak emir. |
süllem |
Merdiven, basamak. * Derece. * Tıb: Kulağın içindeki içiçe daireler şeklinde olan boşluğun adı. |
sülme |
Çatlak, gedik. |
sulsul |
(C.: Salâsıl) Üveyik kuşu. |
sulsule |
Havuz veya kap dibinde kalan su artığı. |
sult |
(C.: Eslât) Büyük bıçak. |
sült |
Hububattan buğdaya benzer bir tanenin adı. |
sulta |
Baskı, otorite. |
sülta |
Uzun ok. |
sültah |
Düz kaypak taş. |
sultan |
Reis. İslâm Hükümdarı. Hâkimiyet sahibi. Padişah. * Allah. (C.C.) * Kuvvet, kudret ve hâkimiyet sâhibi. * Hükümdar âilesinden olan anne, kız gibi kadınlardan her biri. * Hüccet ve delil. * More… |
sultan reşad |
(Mil: 1844-1918) Meşrutiyet devri Osmanlı Padişahıdır. Merhametli ve halim tabiatlı olan bu dindar ve abdestsiz gezmiyen padişah, Mevlevi Tarikatına bağlı idi. Boş vakitlerini Mesnevi More… |
sultan selim han |
(Bak: Yavuz Sultan Selim) |
süluc |
(Selc. C.) Karlar. |
suluh |
Sahte olmayıp geçer akçalar. Sağlam ve hakiki paralar. |
süluk |
(Silk. den) Belli bir gruba girme. Bir yolu takib etme. Bir tarikata bağlanma. Mânevi terakki mertebelerinde devam etme. |
sulul |
Bozulup fena kokmak. |
sülüs |
Üçte bir. Üç parçadan biri. * Bir yazı çeşidi. |
sülüsan |
Üçte iki. Üç kısımdan iki kısım. |
sülüseyn |
Üç parçada iki parça, üç kısımda iki kısım. Üçte iki. |
sülüsî |
Sülüsle, yani üçte birle ilgili. * Bir yazı sitili. |
sum |
Sarımsak. |
süm |
f. Dört ayaklı hayvanların tırnağı. |
şum |
Hayırsız kişi. |
sum' |
Pervane denilen kelebek. |
sum'a |
İhlâssızlıktan çıkan, işitilsin ve bilinsin için yapılan iş, gizli riyakârlık. |
süm'a |
(Bak: Sum'a) |
şuma |
f. Siz. (Bak: Şahıs zamiri) |
sümak |
Hâlis, sâfi. |
sümame |
(C.: Sümâm) Bir zayıf ot. * Cem etmek, toplamak, biriktirmek. |
sümanat |
(C.: Sümâni-Sümâniyât) Bıldırcın kuşu. |
şümar |
f. Hesap, sayı. * Sevgi, muhabbet. ◊ f. Sayan, sayıcı. Eden, edici. |
şümarende |
f. Sayan, hesab eden. |
sumari |
Dübür. |
şümaride |
f. Sayılmış, hesab edilmiş. |
sumat (sumt) |
Susmak, sükut etmek. |
sume |
Koyuna yapılan işaret ve nişan. |
sümeniyye |
Puta tapanlardan bir fırka. |
şümhut |
Uzun, tavil. |
sümkat |
Kızıl, kırmızı, ahmer. |
sumluh |
Kulak kiri. |
summ |
İşitmez olanlar, sağır olanlar. Duymayanlar. |
sümm |
Kumaş. * Şey. * Atıf harflerinden bir harf. |
sümmak |
Türkçede 'tadım' denilen ekşi taneler. |
summaki |
Gayet sert, değerli ve parlak olan bir taş. |
sümme |
Sonra, ba'dehu gibi mânalara gelen bir zarftır. Bazan istiâre olarak 'vav' mânâsına da kullanılır. * Harf-i atıftır. Sonraki mânayı evvelkiyle bağlar veya tertib, mühlet More… |
sümmeha |
Yalan ve bâtıl nesne. * Yer ile gök arası. * Her tarafa dağılıp gitmek. |
sümn |
Sekizde bir. |
sumnat |
f. Kilise, puthane. |
sümne |
Kadınların şişmanlamak için kullandıkları bir ilâç. |
sümpare |
Zımpara. |
sümr |
Mal. |
sümre(t) |
Esmerlik, karayağızlık. |
şümruh |
Hurma budağı. |
şüms |
(C.: Şümus) Vahşi erkek davar. * Bir nevi gerdanlık. |
sumsum |
Çok katı olan. |
sümu |
Yücelik, yükseklik. |
şümu' |
(Şem'. C.) Mumlar. * Balmumları. |
sümud |
Taganni eylemek. * Eğlenmek. * Kibirlenip somurtmak. * Kafa tutmak. * Sersem olmak. |
sumug |
(Samg. C.) Zamklar. |
sümuh |
Atın yorulduğunu bilmeden yürümesi. |
şümuh |
Pek yüksek olmak. * Sedid. Sağlam sed. |
sümuhat |
El açıklığı, cömertlik. |
sümuk |
Yüce olmak, yükselmek. * Uzamak. |
sumul |
Sertlik, kuruluk, katılık. |
sümul |
Kaftanın eskimesi, elbisenin yıpranması. |
şümul |
Kaplamak. İhtivâ etmek. İçine almak. * Hükmü altına almak. |
sümum |
(Semm. C.) Zehirler, ağular. |
sümün |
Sekizde bir. |
sümür |
Gümüş. |
şümürde |
f. Hesap edilmiş, hesaplanmış, sayılmış. |
şümus |
(şems. C.) şemsler, güneşler. |
sumut |
Susma, sükut. * Somurtma. |
sümut |
(Simât. C.) Sofralar, yemek masaları. * Sofraya veya masaya gelmiş yemekler. ◊ (Simt. C.) Taburlar, saflar. * Diziler, sıralar. ◊ (Semt. C.) Semtler, yönler. |
sümüvv |
Yücelik. Yükseklik. |
sun' |
Yapmak. * Eser, yapılan iş. * Te'sir. * Güzel iş yapmak. |
sun'î |
İnsan yapısı, uydurma, takma, sahte, yaradılıştan olmayan. |
sunafir |
Her nesnenin hâlisi. Her şeyin iyisi ve doğrusu. |
sünaî |
İkili. * Gr: Aslî harfi iki harf olan kelime. |
sunan |
Koltuk kokusu. |
şünan |
Perâkende, dağılmış. |
sünat (sinât) |
(C.: Sünut Esnât) Sakalı olmyaan veya bir maktar çenesinde olup başka yerinde olmayan köse kimse. |
sünbade |
f. Zımpara. |
sünbazih |
Zımpara. |
sünbe |
Suret. |
sünbük |
(C.: Senâbik) At, eşek gibi tek tırnaklı hayvanların tırnağı. |
sünbülât |
(Sünbül. C.) Sünbüller, başaklar. |
sünbüle |
Başak. |
sunbur |
(C: Sanâbir) Demirden veya kalaydan olan ibriğin emziği. * Havuzun çevresine yapılan lüle ve oluk. |
sündüs |
Sırmadan kabartma deseni. Eski bir çeşit ipekli kumaş. Parlak renkli, çiçekli, işlemeli, nakışlı olarak dokunmuş ipek kumaş. Altun veya gümüş tellerle işlemeli ve nakışlı olarak dokunmuş More… |
sündüs-misal |
f. Sündüsten yapılmış gibi. |
sündüsî |
Sündüsten yapılmış. |
sünen |
Sünnetler. * Ehl-i hadis ıstılahında: Ahkâm hadislerine Sünen tâbir edilir. (Bak: Kütüb-ü sitte, Sünnet) |
sünepe |
Miskin, mıymıntı. Üstü başı kirli, pis. |
şünhub(e) |
(C.: Şenâhıb) Dağbaşı. |
sünnet |
Kanun, yol, âdet. * Siret-i hasene. * Ist: Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözü, emri, hal ve takriri. ◊ Göbekle kasık arası. * Atın bileğinin ardındaki uzunca kıllar. |
sünnetullah |
İlâhî kanunlar. * Kanun, âdet. (Bak: Âdetullah) |
sünnî |
Sünnet ehlinden olan kimse. Peygamberimiz Hazret-i Muhammed'in (A.S.M.) izinden giden, bütün düsturlarını Şeriat-ı İslâmiyeden alan, Ehl-i Sünnet denen ve Fırka-i Nâciye ismiyle More… |
şünşün |
Zeyrek ve akıllı genç yiğit. |
şüntür |
(C.: şenâtir) Parmak. |
sunuat |
Yapılanlar. San'atlı yapılan şeyler. |
sünud |
Dayanmak, güvenmek, itimad. |
şünue |
Uzak olmak. Irak olmak. |
sunuf |
(Sınıf. C.) Sınıflar. * Dereceler, mertebeler. * Nikablar, yaşmaklar. * Soylar, neviler. |
sünuh |
(C.: Sünuhat) Çok düşünmeden akla ve kalbe gelen mânâ. * Zuhur etmek. Vaki olmak. * Sözü kinâye ve târiz ile söylemek. * Kolay olmak. * Birini güçlüğe düşürmek. ◊ Sâbit olma. More… |
sünuh (senâha) |
Fâsid ve mütegayyer olmak. Bozulmak ve değişmek. |
sünuhat |
(Sünuh. C.) Kalbe gelen mânalar, doğuşlar. (Bak: Sâniha) |
sünun |
(Sene. C.) Seneler, yıllar. |
sünya |
İstisnadan bir isim. |
sünyan |
(C.: Süniyye) Ednâ, alçak, rezil, kepâze. |
şünzuve |
(C.: Şenazi) Dağ kenarı. |
süpare |
(Bak: Sipare) |
suples |
Fr. Yumuşaklık, esneklik. |
süpürde |
f. Ismarlanmış, sipariş olunmuş. * Bırakılmış, verilmiş. |
şüpüş |
f. Bit. |
sur |
(Suret. C.) Kıyamet günü İsrafil Aleyhisselâm'ın çalacağı boru. Buna Sur-u İsrafil de denir. * Boynuzdan yapılan düdük. ◊ Bir şehri kuşatan yüksekçe kale duvarı. Yüksek More… |
şur |
f. Tuzlu, kekremsi. * şamata, gürültü. |
sur'a |
Bahadırlık, kahramanlık. * Güreşçilik. |
sür'a |
Evmek, acele etmek. |
sür'at |
Çabukluk. Hız. |
sür'aten |
Sür'atle, hemen, derhal, çabuk. |
sür'ub |
Gelincik adı verilen hayvan. |
sür'uf |
Yumuşak, hafif. |
şur-baht |
f. Bahtsız, talihsiz. |
şur-efgen |
f. Karma karışık yapan, kargaşalık çıkaran. |
şur-engiz |
f. Gürültü çıkaran, şamata yapan. |
sur-na(y) |
f. Zurna. |
sur-naî |
f. Zurnacı. |
sur-name |
(Suriye) f. Edb: Düğün, ziyafet, şenlik gibi halleri tasvir için yazılan yazılar. |
süra |
Gece seyri. |
şura |
Konuşma yeri, istişare meclisi. Büyüklerin istişare için toplanma yeri. * Meşveret için toplantı. * Meşveret etme. |
şura suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 42. suresi olup, 'Hâ mim ayn sin kaf' Suresi de denir. |
suraa |
Pehlivan ve bahadır kimse. |
şurab (şurâbe) |
f. Kirli ve acı su. * Mc: Gözyaşı. |
şürabiye |
f. Bir şeye bakmak için boyun uzatmak. |
süradik |
(Serâdik) Saray perdesi. Padişaha mahsus sarayın veya çadırın perdeleri. |
sürag |
f. İz, işaret, eser. |
surah |
Bir tavus kuşu ismi. * Kapının gıcırdaması. * Ses. * İnlemek. ◊ f. Delik. Gedik. |
surahi |
Su şişesi, sürahi. |
suram |
Zillet ve hastalık. * Emzikten son çıkan süt. |
sürat |
Her nesnenin üstü ve ortası. |
sürb |
f. Kurşun, kalay. Kurşun ve kalay karışımı. |
şürb |
İçme. İçilme. |
sürbe |
(C.: Süreb - Sürüb) Güruh, cemaat. * Yığın, küme. * Sürü. * Gidecek yer. |
sürcuce |
Tabiat. * Tarikat. |
sürdah |
(C.: Serâdih) Semiz etli dişi deve. * Ufak otlar yetişen yumuşak yer. |
sürdak |
(C: Sürâdikat) Kapıya asılan perde ve çardak. * Çadır. Bezden olan ev. |
sürde |
Ekmeği yağla ıslamak. |
sure |
Kur'an-ı Kerim'in 114 bölümünden her biri. * Derece. * Duracak yer. Menzilet. * Şeref ve şan. * Güzel inşa edilmiş bina. Sur. * Refi'. * Alâmet, nişan. |
şure |
f. Çorak, tuzlu, verimsiz toprak. ◊ Heyet. |
şürebe |
Çok içen. Çok içici olan. |
sured |
(C.: Surdân) Göçgen adı verilen küçük kuş. * Davar arkasında yanırdan olan beyazlık. |
şüref |
(şerefe ve şürfe. C.) şerefeler. |
şürefa |
(Şerif. C.) Şerifler. Hazret-i Hüseyin Radıyallahü Anh vasıtasiyle Peygamberimiz (A.S.M.) soyundan gelenler. * Şerefliler. Allah (C.C.) yolunda sabır ve sebat ile devam eden temiz insanlar. More… |
süreha' |
(Sarih. C.) Saf ırklar. |
şüreka |
(şerik. C.) şerikler, ortaklar. |
surencan |
Şekil ve kabuğu kestaneye benzeyen bir ot kökü. |
suret |
(C.: Sur - Suver) Biçim, görünüş. * Kılık. Tarz. * Yol. Gidiş. Hal. * Tasvir. Dıştan görünen şekil. * Çare. |
suretâ |
Görünüşte. Zâhiren. |
suretbend |
f. Tasvir yapan. Resimci. |
sureten |
Suret itibariyle, suret olarak, görünüşte. Sanki. |
suretger |
f. Suret yapan, resim çizen, ressam. |
suretperest |
f. Görünüşe, surete çok kıymet veren. Esasa kıymet vermeyen. * Resimleri çok seven ve meftun olan. (Bak: Sanem-perest) |
suretpezir |
f. Meydana çıkan, hâsıl olan, şekillenen. |
suretyâb |
f. şekil bulan, suretlenen, meydana gelen. |
süreycî |
Bir demirci adı. (İyi kılıçları ona nisbet edip 'süreycî' derler.) |
süreyya |
'Ülker (Pervin) yıldızı. Yedi (veya altı) yıldızlardır ki; ikişer ikişer karşılıklı dururlar ve Ayın geçtiği yerlere yakın görünürler. Gerdanlığa benzemesinden Felekiyâtta 'Ikd-ı More… |
şurezar |
Çorak yerler, verimsiz araziler. |
sürfe |
f. Öksürük. |
sürh |
Kırmızı, kızıl, ahmer. * Kırmızı mürekkeb. ◊ Seri nesne. |
sürh-âb |
f. Kırmızı su. * Mc: Kan veya şarap. |
sürha |
Su yolu. |
sürhî |
Kırmızılık, kızıllık. |
sürhub |
Uzun, tavil. |
surî |
Surete ait, görünüşe ait ve müteallik. Hakiki, ciddi ve samimi olmayan. Zâhirî. |
şuride |
f. Perişan, karışık. * Tutkun, âşık, meftun. |
şuridegî |
f. Karışıklık, perişanlık. * Tutkunluk, düşkünlük. |
şuriş |
f. Karışıklık, kargaşalık. |
şuristan |
Çorak yerler. |
süriyye |
(C.: Serâri) Cariye, odalık. |
sürm |
(C.: Esrem) Necisin çıktığı yer. ◊ Ön dişlerin dökülmesi. |
sürmüle |
Tilkinin dişisi. * Sırtlanın dişisi. * Bir erkek ismi. |
surna-pa |
f. Zürafa. |
sürpriz |
Fr. Beklenilmeyen bir anda meydana gelen ve şaşırtarak insanı sevindiren veya üzen hâdise. Umulmadık şey. |
sürr |
Yeni doğmuş çocuğun kesilmiş göbeği. |
şürr |
Ayıp. * Yayıp döşemek. * Kurutmak için güneşe sermek. |
surrad |
Yağmuru olmayan ince bulut. |
sürrak |
(Sârik. C.) Hırsızlar, sârikler. |
surre |
(C.: Surer) Para kesesi, para çıkını. * Hac zamanında İslâm Devletinin pâdişahı tarafından fakir ve muhtaçlara dağıtılması için Mekke ve Medineye her yıl gönderilen para ve sâir şeyler. |
sürre |
(C.: Sürer - Sürrât) Göbek. |
sürrî |
Göbekle alâkalı. Göbeğe ait. |
sürriyye |
Sahibi tarafından başka yerde oturtulan cariye. |
şürruf |
Ters ve balçık taşımada kullanılan ve tezkere denilen âlet. |
şürse |
Papuç. Nâlin. Ayakkabı. |
şürsuf |
(C.: Şerasif) İyeği kemiğinin yumuşak kısmı. |
sursur |
Büyük kuvvetli deve. |
sürsur |
Âlim ve akıllı kişi. |
şürşur |
Yund kuşu dedikleri kuş. |
şurta |
(Yelkenliye) uygun rüzgâr. * Önde gidip düşmanla savaşan asker. * Polis, jandarma. |
şürta |
(C.: Şurat-Şuratâ) Malı mülkü ile tanınan meşhur bir kimse. * Askerin önünde yürüyüp düşman ile evvel cenk eden taife. Öncü kuvvet. |
sürtüm |
Kap içinde kalan yemek artığı. |
sürü |
Tar: Devşirme suretiyle alınan Hristiyan çocuklarının yüzer, yüzellişer, ikiyüzer veya daha fazla kişilik kafileler halinde sevkedilmeleri. Sürü adı verilen bu kafileler, sürücülerle More… |
şuru' |
Başlama. Mübaşeret etme. |
şüru' |
Başlamak. (Bak: şuru') |
sürub |
(Serb. C.) İçyağları. * Çekiştirmeler, azarlamalar. ◊ Taşraya gitmek. |
süruc |
(Serc. C.) Eyerler, at takımları. |
surud |
Soğuk yer. |
sürud |
f. Terennüm. Şarkı, türkü. |
suruf |
(Sarf. C.) Dilbilgisi kitapları, gramerler. |
suruh |
(Sarh. C.) Köşkler, yüksek binalar. |
şüruh |
(Şerh. C.) Şerhler, açıklamalar. |
şüruk |
Tulu' etmek, doğmak. |
sürun |
Kalça başı. |
sürur |
(Serir. C.) Tahtlar. Yatacak yerler. ◊ Sevinç. Neş'eli olmak. |
şürur |
(şerr. C.) şerler. Kötülükler. |
süruş |
(C.: Süruşân) f. Melek. * Cebrâil (A.S.) |
şurut |
(Şart. C.) Şartlar. Bir şeyde bulunması lâzım gelen esaslar, temeller. |
şürut |
(Bak: şurut) |
süryanî |
Eski Suriye halkından. Sâmilerin Aramî kolundan ve garb kısmından olan ve bunların dininden olan. |
sürye |
Gece seyri. * Ulaşmak, varmak. |
sus |
Huy, tabiat, tıynet. * Buğday ve arpa biti. Hububata düşen kurt. Güve. * Miyan kökü. ◊ Yemeği yalnız başına yiyen kötü insan. |
şus |
Pak etmek, temizlemek. |
şüs |
f. Akciğer. |
şüş |
f. Karaciğer. |
susen |
f. Susam. |
susmar |
f. Kertenkele denen küçük bir hayvan. Keler. |
süst |
f. Gevşek, tembel, sölpük. |
şüst |
f. Yıkama. |
şüste |
f. Yıkanmış. |
süstî |
f. Gevşeklik, uyuşukluk, tembellik. |
şüsu' |
Uzak olma. * Ayakkabıya kayış tasma takma. |
şüsub |
Atın ince ve zayıf olması. * Şiddet. |
şusy |
Ölünün şişip el ve ayağının sertleşmesi. |
sut |
(C.: Suvâ-Esvâ) Yolda ve sahrada işaret için dikilen taş. |
süta' |
Nezle. |
sütahî |
Oturak yeri büyük olan kişi. |
şutbe |
(C.: Şütab) Kılıcın yüzünde yapılan yol. |
sütre |
Perde. Örtü. Perdelenecek şey. * Namaz kılarken kıble cihetinde duvar ve sâir olmadığından, önden geçenlerin namaza zarar vermemeleri için, ön tarafa dikilen şey. (En az altmış cm. More… |
şuttar |
Pazu hareketi. |
sutu' |
Yükselme, yukarı çıkma. * Belli olma. (Toz, koku v.b) yayılma. |
sütu' |
Zâhir olmak, görünmek. * Yükselmek, yüksek olmak. |
sütude |
(C.: Sütudegân) f. Övülmüş, medhedilmiş. * Övülüp medhedilmeğe değer. |
sütuh |
f. Yorgun, bezgin. * Sıkıntılı, kederli. * Beceriksiz. |
şütum |
(şetm. C.) Küfürler, sövmeler. |
sütun |
f. Direk, amud, rükün. Silindir biçiminde destek. * Gazete veya kitap sahifelerinde yukarıdan aşağıya olan bölünmüş kısımlardan herbiri. Kolon. |
sutur |
(Satır. C.) Satırlar, yazı dizileri. |
sütur |
(Sitr. C.) Örtüler. Perdeler. ◊ f. Binek ve yük hayvanı. ◊ (Bak: Sutur) |
şutur |
Irak, uzak, baid. * Bir memesi birisinden uzun olan koyun. * İki emziği kurumuş olan deve. ◊ Irak, uzak, baid. |
şütür |
f. Deve. |
şütür gürbe |
'f. 'Deve ile kedi': İyilik fenalık; münasebetsiz, karışık; iyi ile kötü.' |
süturbân |
f. Hayvana bakan. Seyis. |
şütürbân |
f. Deveci. Deve çobanı. |
şütürbâr |
f. Bir deve yükü kadar olan ağırlık. |
süturdân |
f. Ahır. |
sütürde |
f. Tıraş edilmiş. Yontulmuş. |
şütürdil |
f. Deve huylu, kinci, inatçı. |
sütüre |
f. Ustura. |
sütürg |
f. Büyük, iri, muazzam. |
şütürgâv |
f. Zürafa. |
şütürleb |
f. Deve dudaklı. Dudağı deve dudağı gibi sarkık olan kimse. |
şütürmürg |
f. Devekuşu. |
şütürpâ |
f. Deve ayaklı. * Kekik otu. |
sütut |
Zulmet, karanlık. * İnsanlara zahmet verenler. |
şutut |
(şatt. C.) Büyük nehirler. |
şuub |
(şa'b. C.) Cemaatler. Taifeler. Kabileler. |
şuubat |
(şu'be. C.) Şubeler, kısımlar, bölümler. |
suubet |
Zorluk, güçlük. |
şüubiyye |
Arabiyi acemden faziletli saymayan bir taife. |
suud |
Yükselmek. Yukarı çıkmak. Derece artmak. ◊ Mübarek. * Mübarek sayılan yıldızlar. |
suude |
İyi addetmek. Mübarek saymak. |
şuun |
(Şe'n. C.) İşler, fiiller. Havadis. |
şüun |
(Bak: şuun) |
şuunat |
Şuunlar. Keyfiyetler, haller. * Emirler. Kasıtlar. Talepler. |
şüunât |
(Bak: şuunât) |
suur |
(Sivâr. C.) Bilezikler. |
şuur |
Anlayış, idrak. Vicdan. Hiss-i zâhirle duymak. * Kendi varlığından haberi olma. * Bir şeyi hoşça tanıma. * İnceliklerini iyice idrak etme. * (Şa'r. C.) Kıllar. |
suut |
Enfiye. |
suva' |
Sa' denilen ve ahkâm-ı İslâmiyede muteber olan ölçek. * Su içmek için kullanılan taş. Maşraba. |
süva' |
Geceden bir parça. * Nuh Aleyhisselâm'ın kavminin taptıkları put. |
suvab |
(C.: Su'bân) Bit sirkesi. |
süvaf |
Fena, helâk, mahvolma. * Hayvanların ölümü. |
suvan (sivân) |
(C.: Esvine) Kaftan ve giyecek eşya koyup saklanılan yer veya kap. |
suvar |
(Bak: Süvar) |
süvar |
f. Ata binmiş. Binici. |
süvar olmak |
Ata binmek. Yola çıkmak. |
süvarî |
Atlı asker, atlı. * Gemi kaptanı. |
şüvaye |
Büyük nesnelerin küçüğü. * Kıt'a. |
şuvaz |
Kızgın, ateşli maden. Kızgın ateş. * Susama. |
şüvaz |
(Bak: şuvaz) |
süvba' |
Gittikten sonra yine dönmek. |
suver |
Boynuz. * (Suret. C.) Suretler. |
süver |
(Sure. C.) Sureler. |
suveyda |
(Bak: Süveyda) |
süveyda |
Siyahlık. |
süveyş |
Akdeniz'le Kızıl Deniz'i birbirine bağlayan büyük kanal. |
şuveyy |
Yavaş. |
süvre |
(C.: Sivere-Sire) Dişi sığır. |
süvüm |
f. Üçüncü. |
suvvam |
(Sâim. C.) Oruç tutanlar. |
suy |
f. Cihet, yön, taraf. ◊ Kurumak. |
şuy |
f. Koca, eş, zevc. |
şuyide |
f. Yıkanmış. |
süyu' |
Suyun akması. |
şüyu' |
Herkes tarafından duyulmuş, öğrenilmiş. * Yayılma, şayi' olma. |
suyuf |
(Sayf. C.) Yaz mevsimleri. |
süyuf |
(Seyf. C.) Kılıçlar. |
süyuh |
(Seyh. C.) Akarsular, nehirler, ırmaklar. * Çizgili elbiseler. |
şüyuh |
(Şeyh. C.) Şeyhler. İhtiyarlar. |
süyul |
(Seyl. C.) Seller. |
süyum |
Emin, mahfuz. |
süyutî |
(Bak: Celaleddin-i Süyutî) |
suz |
f. (Suhten: Yanmak mastarından) 'Yakan, yakıcı, yanmak, tutuşmak' mânâlarına gelerek mürekkeb kelimeler yapar. ◊ f. Yanma, tutuşma. Ateş. Sıcaklık. |
şüzam |
Tuz. * Akrep ve arı dikeni. |
suzan |
f. Yakan, yakıcı. Ateşli. |
suzen |
f. İğne. |
suzende |
f. Yakan. Yakıcı. |
suzenger |
f. İğne yapan, iğneci. |
suzer |
(C.: Suzerât) Necis, pis, murdar. |
suzî |
f. Yanma ile, tutuşma ile ilgili. |
suziş |
f. Yakma. Yanma. * Dokunma, te'sir etme, etki yapma. * Büyük acı. Yürek yanması. |
şüzub |
Davarın ince belli olması. |
şüzur |
(Şezre. C.) Süs eşyası olarak kullanılan altun veya inci gibi şeyler. * İşlenmemiş madenin içinden toplanan altın parçaları. |
şüzuz |
(Şâzz. dan) Kaide ve kanun dışı kalmak. Yalnız kalmak. * Karşı olmak, muhalif olmak. |
şüzzaz |
Müteferrik, perâkende, parçalanmış, dağılmış. * Az olan cemaat. Kabilenin haricinde kalan. |
tâ be kiyamet |
Kıyamete kadar. |
tâ bekey |
Ne vakte kadar. |
tâ haşre dek |
Haşre kadar. |
ta key |
f. Ne vakte kadar? |
ta' (tae) |
Alçak, iniş yer. * Başı aşağı etmek. |
ta'an(e) |
(Ta'n. dan) Çok zemmedip yeren. Çekiştiren. |
ta'b |
Latife etmek, şaka yapmak. |
ta'bid |
Mükerrem etmek. * Katran bulaştırmak. * Hizmet etmek. * Zelil etmek. * Zelil etmek, kepaze yapmak. |
ta'bie |
Karıştırmak. * Beslemek, terbiye etmek. * Hazırlamak. |
ta'bir |
(Tâbir) İfade, anlatma. Söz. Mânası olan söz. Deyim. * Terim. * Rüya yorma. (Ubur. dan) Herhangi bir şeyden ve hâdiseden, başka bir hak ve faydalı mânaya geçmek, intikal etmek ve More… |
ta'birat |
(Ta'bir. C.) Tabirler. İfade şekilleri. Anlatmalar. |
ta'biye |
Askerleri bir arazide düşmana karşı tam tedbir ve nizam üzere yerleştirme. * Muharebe toplarının yeri, istihkâm parçası. * Muvaffakiyet için kullanılan vâsıtalar. ('Tabya' More… |
ta'cib |
Hayrete düşürme, şaşırtma. |
ta'cif |
Arkalamak. * Doymaya yakın olana kadar yemek. |
ta'cil |
Acele ettirme, hızlandırma. |
ta'cilât |
(Ta'cil. C.) Çabuklaştırmalar. Acele ettirmeler. Hızlandırmalar. |
ta'cim |
Noktalama, noktalatma. |
ta'cin |
(Acn. dan) Hamur yapma, yoğurma, hamur hâline getirme. |
ta'ciz |
(Acz. den) Huzursuz kılmak, rahatsız etmek, sıkıntı vermek, canını sıkmak. * Eğlendirmek. * Âciz etmek. * Kadının ihtiyarlayıp âcizleşmesi. |
ta'cizât |
(Ta'ciz. C.) Tacizler. Rahatsız etmeler, sıkıntı vermeler. |
ta'dad |
Sayı saymak. Sayıp dökmek. Birer birer söylemek. Sıralamak. |
ta'did |
Sayma. * Hazırlanma, hazırlanılma. ◊ Mübâlağa ile ısırmak. |
ta'dil |
(Adl. den) Aslına zarar vermeden değiştirmek. Tebdil etmek.* Hafifletmek. * Doğrulaştırmak. Vasat hale koymak. ◊ Darlık vermek. * Veledi karnında büyük olup doğurması güç olmak. More… |
ta'dilat |
Değişiklikler, doğrultmalar, değiştirmeler, tebdil etmeler. |
ta'diye |
Tecavüz ettirmek, geçirmek. * Gr: Bir fiili müteaddi hâle koymak. Meselâ: 'Gülmek. Den- Güldürmek. Ölmek. Den- Öldürmek' gibi. ◊ Dağılmak. * Koyunun yününü kırkmak. |
ta'dud |
Çok tatlı kara hurma. |
ta'fir |
Tozlu ve topraklı yapmak. * Ağartmak, beyazlatmak. * Kirletmek. Mülevves etmek. * Oğlan kaçsın diye kadının, emziğine toprak sürmesi. * Güneşte et kurutmak. |
ta'kib |
Gözlemek. * Yolunda gitmek. * Peşinden yürümek. * Suçlunun suçunu araştırmak. * Bir kimsenin aynı senede yine gazaya gitmesi. * Bir şeyi ciddiyetle istemek. |
ta'kibât |
Suç işleyene karşı harekete geçmek ve suçluluk derecesini araştırmak. |
ta'kiben |
Takip ederek, takip suretiyle. |
ta'kid |
Edb: İbareyi veya cümleyi anlaşılmaz şekle koyma. * Düğümlenme, düğümleme. |
ta'kif |
Eğriltmek. |
ta'kil |
Devenin ayağına ip takıp bağlamak. |
ta'kim |
(Akm. dan) Kısırlaştırma. Neticesiz bırakma. |
ta'kir |
Bir uzvu, organı yararak sinirleri kesme. ◊ Suyu bulanık etmek. |
ta'lik |
Asmak. * Geciktirmek. * Bağlanmak. * Bir cümlenin mazmununun husulünü diğer bir cümlenin mazmununun husulüne edat-ı şart ile rabt etmektir. Şu işi görürsen, şuna vâris olacaksın denilse, More… |
ta'lil |
Sebep göstermek. * İllet. Bahane. * Müessirden esere yapılan istidlâl. (Bak: Bürhaân-ı limmî) |
ta'lim |
Öğretmek. Yetiştirmek. Alıştırmak. Belli etmek. İdman. |
ta'limat |
Bir iş hakkında hareket tarzını bildiren emirler. |
ta'limat-name |
f. Yönetmelik. |
ta'limgâh |
Tâlim ve öğrenme yeri. |
ta'limhane |
f. Öğrenme yeri. Ta'lim yeri. |
ta'lin |
Aşikâr etme. Meydana çıkarma. Açığa vurma. |
ta'lit |
Devenin yularını başından indirmek. * Deve boynuna nişan etmek. |
ta'liye |
Yükseltme. |
ta'm |
Yeme. Tad. Lezzet. Zevk. |
ta'mid |
Vaftiz etmek. |
ta'mik |
(Umk. dan) Derinleştirmek. Derin kazmak. * İnceden inceye araştırmak. Esasına varacak şekilde araştırmak. |
ta'mikat |
(Ta'mik. C.) Derinleştirmeler. İncelemeler, tedkik etmeler, araştırmalar. |
ta'mim |
Umumileştirme. Herkese bildirme. |
ta'mimen |
Ta'mim suretiyle. Herkese bildirmek suretiyle. |
ta'mir |
Bozuk şeyi düzeltmek. Eski şeyi düzeltip yeni hâline getirmek. |
ta'mirât |
(Tamir. C.) Noksanları gidermek. Eksik ve bozukları düzeltmeler ve tamamlamalar. Ta'mirler. |
ta'miye |
(Amâ. dan) Körletme. Kör etme. * Kapalı şekilde anlatmak. * Edb: Ebced hesabiyle düşürülen bir tarihin, hesabı doldurmak için çıkartılacak veya eklenecek sayılarını işaret etme. |
ta'n |
Hoş görmemek. Kötülemek. Birisinin ayıp ve kusurlarını beyan etmek. * Küfretmek. * Muhalifin iddialarını çürütmek. * Vurmak. * Duhul etmek, dâhil olmak, girmek. |
ta'ne |
Sövme, zemmetme, yerme, çekiştirme. |
ta'ne-zen |
f. Söven, zemmeden, hicveden, yeren, çekiştiren. |
ta'nif |
Şiddetle azarlamak. * Darılmak. * Meşakkat vermek. Melâmet etmek. |
ta'nifât |
(Ta'nif. C.) Şiddetle azarlamalar, darılmalar. |
ta'nik |
(Unk. dan) Boğazını tutup sıkmak. |
ta'nis |
Büluğdan sonra kızın kendi evlerinde çok durması. |
ta'niye |
İncitmek. |
ta'rib |
Bir kimseden söz nakletmek. * Çirkin etmek. * Arabî olmayan kelimeyi arabi lügatına nakletmek. |
ta'ric |
Meyletmek, eğilmek. * Bir nesne üzerinde durmak. * Çıkıntı. Tümsek peyda etme. |
ta'rid |
Kaçmak. * Gitmek. |
ta'rif |
(İrfan. dan) Bir şeyi belli noktalar ve işaretlerle inceden inceye anlatıp bildirmek, tanıtmak. Kavl-i şârih. * Bir maddeyi bütünüyle bir ibare halinde anlatmak. * Gr: Bir ismi marife etmek. More… |
ta'rife |
Bir şeyi lâzım olduğu şekilde anlatıp bildiren yazı. |
ta'rik |
Şaraba biraz su katmak. * Kovayı doldurmak. * Terletmek. * Hastalık veya perhizden dolayı zayıflamak. ◊ Ovmak. |
ta'rir |
Yere dökmek. |
ta'ris |
Düğün yapma. Bir kızı gelin etme. ◊ Et kurutmak. |
ta'riş |
Üzüm çubuğuna çardak yapmak. * Temel yapmak. |
ta'riye |
Soyma. Çıplaklaştırma. |
ta'riz |
Dokunaklı söz söylemek. Kapalıca yapılan sitem. Kinâye ile söylemek. ◊ Gizleme, saklama. * Sağlamlaştırma. * Alıp götürme. |
ta'rizât |
(Ta'riz. C.) Dokunaklı konuşmalar, sözle dokundurmalar, taş atmalar. |
ta'sene |
Ahlâkı yaramaz kadın. * Çok, kesir. |
ta'sib |
İhata edip kaplamak, içine almak. * Bir kimsenin başına taç koymak. * Açlıktan dolayı karnını bağlamak. |
ta'sil |
(Asel. den) Bal katma, ballandırma. |
ta'sir |
(C.: Ta'sirât) (Asr. dan) Sıkıp suyunu çıkarma. ◊ (C.: Ta'sirât) (Usr. dan) Güçleştirme. |
ta'şir |
(C.: Ta'şirât) (Öşr. den) Öşürünü alma. Onda birini alma. * Ona bölme. |
ta'şiş |
Hurmanın yaprağının az olması. * Kuşun yuva yapması. |
ta'şiye |
Akşam yemeğini yemek. |
ta'te |
Cinli olmak. Delirmek. |
ta'tif |
Şefkat uyandırmak. Acındırmak. |
ta'tik |
Eskitmek. |
ta'til |
Çalışmağa ara vermek. Çalışmayı durdurmak. İzine başlamak. * Kesmek. * Muattal bırakmak. * Ziynetsiz etmek, süssüz yapmak. |
ta'tir |
(Itr. dan) Güzel koku ile kokulandırma. ◊ Dizmek. |
ta'tis |
(Atse. den) Aksırtma, aksırtılma. |
ta'tiş |
Susatma, susatılma. |
ta'vic |
Eğme, eğip bükme. Eğriltme. |
ta'vid |
(Deve) çok yaşamak. * Âdet edinmek. Alıştırmak, âdet ettirmek. |
ta'vik |
İlerlemesine mâni olmak. Geciktirmek. * İşinden alıkoymak. |
ta'vil |
İtimat etmek. * Sesle ağlamak. |
ta'vim |
Arpayı ve buğdayı tutam tutam biçip yığmak. |
ta'vin |
Evde kâhyâ kadın. |
ta'vir |
Gözsüz etmek. Kör etmek. |
ta'vis |
Güç etmek, zorlaştırmak. |
ta'viz |
Nazar veya kötü şeylerden muhafaza için takılan dualı kâğıt, nüsha. Muska. ◊ Bedel, bir şey vermek. Karşılık, bedel göstermek. * Değiştirmek. |
ta'vizât |
(Ta'viz. C.) Karşılık olarak verilen şeyler. Ödünç verilen para. |
ta'vizen |
Karşılık olarak, karşılık alınmak suretiyle. Gelecekte gelirinden kesilmek şartıyla. |
ta'yib |
Ayıplamak. Kötülüğünü söylemek. |
ta'yibât |
(Ta'yib. C.) Ayıplamalar. |
ta'yid |
Bayram etmek. |
ta'yil |
Davarı yürütmek. |
ta'yin |
Yerini belli etmek. * Vazifeye göndermek, vazifelendirmek. * Ayırmak. * Tayın, erzak. |
ta'yin-kerde |
f. Belirtilmiş. Tâyin edilmiş. |
ta'yir |
(C.: Ta'yirât) Kabahati yüze vurarak utandırma. |
ta'yis |
Görmeden bir cismi eliyle aramak. |
ta'yiş |
Diri tutmak. |
ta'zib |
Davarları gece yabanda otlatıp eve getirmemek. ◊ Azab verme. Eziyet etme. Men eylemek. |
ta'zibât |
(Ta'zib. C.) Eziyetler, tâzibler, azablar. |
ta'zil |
Azletme. İşinden çıkarma. ◊ (C.: Ta'zilat) Ayıplama. |
ta'zim |
Hürmet. Riayet. İkramda bulunmak. Bir zât hakkında büyük sayıldığına delâlet edecek surette güzel muâmelede ve hürmet ifade eden tavırda bulunmak. |
ta'zimat |
(Ta'zim. C.) Hürmet ve riayetler. Tazimler. |
ta'zimen |
Hürmet ve ikram ederek. |
ta'zir |
Siyaset. * Tehdit etmek. * Tazim ve tathir. Temizlemek ve hürmet etmek. * Lügatta red, icbar, tahkir, te'dib, hak üzere tevkif mânalarına gelen bu tabir, İslâm hukukunda: Hakkında muayyen bir şer'î ceza olmayan suçlardan dolayı ulülemr (hükümdar, padişah) veya vekili tarafından tatbik edilen cezalar hakkında kullanılır bir ıstılahtır.Ta'zirin meşruiyeti; Kitab ile, Sünnet-i Nebeviye ile ve icma-i ümmet ile sabittir. |
ta'zirat |
(Ta'zir. C.) Vesile ve bahane aramalar. Esassız özür bildirmeler. ◊ (Ta'zir. C.) Azarlamalar, ta'zirler, tekdirler. |
ta'ziyane |
f. Ta'ziye eder surette. Ta'ziye ederek. |
ta'ziye |
Yeni ölen birisinin yakınlarının acısını paylaşır söz söylemek, teselli etmek. Baş sağlığı dilemek. 'Allah sabr-ı cemil ihsan etsin' diye söylemek. |
ta'ziz |
Bir adamı aziz kılmak. Hürmet ve muhabbetle sevmek. |
ta-be |
f. '... e kadar' mânasına gelir ve kelimelerin başlarına eklenir. |
taa |
Muti olmak. İtaat etmek. |
taab |
Yorgunluk. Sıkıntı. Zahmet. Bezginlik. Eziyet. |
taab-âver |
f. Yorgunluk veren. |
taabbüd |
İbadet etmek. Kulluk etmek. |
taabbüs |
Sayıklama. * Havadaki bir şeyi tutmağa çalışır gibi ellerini sallıyarak hareket ettirme. ◊ (C.: Taabbüsât) Yüz ekşitme, somurtma, surat asma. |
taac'uc |
Çeşitli seslerin birbirine karışması. |
taaccüb |
şaşma, hayret etme. Tahayyür. |
taaccüc |
Şamata, gürültü, patırtı. |
taaccül |
Acelecilik. Acele etmek. |
taaccülat |
(Taaccül. C.) Acele etmeler. Acelecilikler. |
taaccün |
(Acn. dan) Hamurlaşma, hamur hâline gelme, mâcun gibi olma. |
taacib |
Acayib şeyler. Tuhaf şeyler. |
taaddi |
Saldırma. * Düşmanlık. * Ezme. * Şeriattan ayrılma. Tecavüz etme. Zulmetme. Örf âdet ve mukavelenin hilâfına hareket etme. * Gr: Fiilin geçer halde olması, müteaddi olması. |
taaddüd |
Çoğalma. Birden fazla olma. Tekessür etme. |
taadi |
Düşmanlık etmek. |
taadül |
Beraberlik, eşitlik. |
taaffüf |
İffetli olma. İffetli görünme. * Tekellüfle salihlik yapma. Ahlâk dışı şeylerden kaçınma. * İstemekten uzak durma. |
taaffün |
(Ufunet. den) Çürüyüp kokuşma. Leş kokusu. Fena ve pis kokular. |
taaffünat |
(Taaffün. C.) Fena ve pis kokular. |
taahhüd |
(Ahd. den) Bir işin veya bir şeyin yapılması için söz verme, üzerine almak. İltizam etme. Resmi söz verme. Yüklenme. * Postaya verilen bir şeyin, yerine varmasını sağlama. |
taahhüdât |
(Taahhüd. C.) Üzerine alınan işler. Taahhüdler. |
taahhüdnâme |
f. Söz verdiğine ve taahhüd ettiğine dair yazılan vesika. |
taakkud |
(Ukde. den) Bağlanma. Düğümlenme. Anlaşılmaz hâle gelme. |
taakkul |
Hatırlama. Zihin yararak anlama. Akıl erdirme. Hatıra getirme. (Bak: Dimağ) |
taala |
(Bak: Teâlâ) |
taalluk |
Bağlılık. Münasebet. Alâkalı oluş. Ait olma. * Dünya alâkası. * Sevme. |
taallukat |
Bir kimsenin yakınları, akrabaları. Alâkalılar. |
taallül |
(İllet. den) Vesile ve bahane arama. Bir işten kaçınma. * Mâzeret. |
taallülât |
(Taallül. C.) Ağır davranma. |
taallüm |
(İlim. den) İlim edinme. Öğrenme. Ders okuyarak öğrenme. |
taallün |
Aleni, âşikâr, meydanda olma. Herkesin gözü önünde gibi bilinme. |
taam |
Yemek. Yenilen şey. |
taamiye |
Yemeklik. Yemek parası. |
taammi |
Kör olma. Görmez hale gelme. |
taammüd |
(Amd. den) Bilerek ve isteyerek suç işlemek. Kasıt ve niyet etme, bilerek ve isteyerek bir iş yapma. |
taammüdât |
(Taammüd. C.) İsteyerek ve bilerek yapılan işler. |
taammüden |
Evvelden hazırlanarak. Kastederek. Bile bile. |
taammüdî |
(Teammüdiyye) Kasıt ve niyet ile olan, taammüdle alâkalı. |
taammuk |
(Umk. dan) Derinleşme. Mes'elenin iç yüzüne vakıf olma. |
taammukat |
(Taammuk. C.) Derinleşmeler. |
taammül |
Amel etme. Çalışma. Vazife yapma. |
taammüm |
Umumileşme. Umumi olma. * (İmame. den) Sarık sarma. * (Amm. den) Amca olma. Birisini 'amca' diye çağırma. |
taannüd |
(İnad. dan) İnad etme. Ayak direme. |
taannüdât |
(Taannüd. C.) İnad etmeler, ayak diremeler. |
taannüf |
Azarlama. Darılma. |
taannüt |
Herkesin yanlışını arama. |
taarr |
Ari olmak, temiz ve pâk olmak, beri olmak. Döşeğinde dönüp ızdırap çekmek. |
taarrüb |
Araplaşma. Arap kılığına girme. |
taarrüf |
Karşılıklı anlaşma, tanışma. * Bir şeyi herkesin bilmesi. * Kendini hünerleriyle tanıttırma. |
taarruk |
(Arak. dan) Terleme. * Kemikten et kazımak. * Ağaç kabuğunu soymak. |
taarrüm |
Kemikten et soymak. |
taarrus |
(C.: Taarrusât) Kocanın, karısına karşı sevgisini göstermesi. |
taarruz |
Bir şey veya bir kimse üzerine şiddetle saldırma. Çatma. Düşmana hücum etme. Sataşma. İlişme. |
taarüc |
Aksaklanmak. |
taarüf |
Birbirini bilmek, tanımak. |
taarüz |
Muaraza edişmek, çekişmek. |
taassub |
'(Asab. dan) Bir şeye veya bir kimseye taraflı olma. * Din bakımından fazla salâbetli olma. * Kendi dinini çok üstün görmek. * Haksız yere husumet etmek. * Bir düşünüşe, bir inanışa More… |
taassubkâr |
f. Taassub gösteren. Mutaassıb. |
taassüf |
Sapmak, doğru yoldan çıkmak. |
taassüfât |
(Taassüf. C.) Yolsuzluklar, haksızlıklar. |
taaşşuk |
Âşık olmak. Çok fazla derecede sevgi beslemek. |
taassür |
(Usur. dan) Güçleşme. Güç olma. |
taasür |
Güç yapmak, zor yapmak. |
taat |
İbadet etmek. Allah'ın (C.C.) emirlerini yerine getirmek. İtaat etmek. |
taatgâh |
f. İbadet yeri. İbadetgâh. |
taattuf |
(Atıf. dan) Acıma, şefkat gösterme. * Verme. * Esirgeme. |
taattufât |
(Taattuf. C.) İhsanlar, lütuflar, bağışlar. |
taattul |
(Atalet. den) İşsiz kalma. İşlemez ve boşta olma. |
taattur |
(Itr. dan) Güzel kokular sürünme. |
taavvüc |
(C.: Taavvücât) Eğrilme, eğri olma. |
taavvüd |
(Âdet. den) Âdet edinmek. * Geri dönmek. |
taavvuk |
(Avk. dan) Oyalanmak. Gecikmek. |
taavvuz |
(İvaz. dan) Bedel almak. Bir şeye karşılık almak. * Bir şey karşılığı olarak alınmak. |
taavvüz |
Allah'a (C.C.) sığınırak 'Euzubillâh' demek, yani Allah'a sığındığını ifade etmek. |
taayyün |
Meydana çıkmak, âşikâr olmak, belli başlı ve itibarlı görünen insanlardan olmak. |
taayyünat |
Meydana çıkmalar. Belli olmalar. Belli başlı adam sırasına geçmeler. |
taayyüş |
(Ayş. dan) Yaşamak. Geçinmek. Yaşama tarzı. Beslenmek. |
taazi (taazzi) |
Musibet vaktinde' İnnâ lillahi ve innâ ileyhi râciun' demek. |
taazum |
Gözünde büyümek. Büyük görünmek. |
taazzi |
Uzuv peydâ etme. Şekillenme. |
taazzüb |
Evlenmeyip bekâr kalmak. |
taazzum |
(Azm. dan) Kibirlenmek. Büyüklük taslamak. * Kemikleşmek. |
taazzumât |
(Taazzum. C.) Kibirlenmeler. * Kemikleşmeler. |
taazzür |
Özür bildirmek. * Güçleşmek Güç olmak. ◊ Tâzim etmek. Hürmet etmek. |
taazzüz |
Aziz saymak. Tenezzül etmeme. * Çekinme. |
tab |
f. 'Parıldayan, parlayan, parlatan, aydınlatan' anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Âlem-tab - Dünyayı aydınlatan, âlemi ışıklandıran. |
tab' |
Tabiat. Karakter. * Damga basmak. Mühür basmak. Kitab basmak. Mühür. |
tab'a |
Bir kere basılma. |
tab'an |
Yaratılıştan. Doğuştan. Huy ve tabiat itibariyle. |
tab'hane |
f. Matbaa. Tab' işleri yapılan yer. |
taba' |
Bulaşmak. * Kir. * Demirin paslanması. |
tababet |
Hekimlik. Doktorluk. |
tabah |
Kuvvet. |
tabahat |
Aşçılık. Yemek pişirme san'atı. |
tabahece |
Etli ve yumurtalı kalye. (Bazı yerde kaygana diye söylenir.) |
tabak |
(C.: Etbâk) Örtü. * Hâl. * Cemaat, topluluk. * Kabile. ◊ (Bak: Debbag) |
tabak-çe |
f. Küçük tabak. |
tabaka |
Kat. Katmer. * Sınıf, topluluk. * Sigara paketi. * Bir veya iki yapraklı kâğıt. |
tabaka' |
Kelâmdan âciz kimse, konuşamayan kişi. * Cimaı yerince yapamayan kimse. |
tabakat |
Tabakalar. Katlar. Gruplar. Dereceler. |
tabakhane |
Ham derilerin işlendiği yer. (Aslı: Debbağhane) (Bak: Debbağ) |
taban |
f. Işıklı. Parlak. * Parlayan güneş. |
tabançe |
f. El ayası, avuç içi. |
tabankeş |
f. Yaya yürüyen piyade. |
tabasbus |
Yaltaklanmak. Kendini küçülterek riyakârlıkla kendini beğendirmeğe çalışmak. |
tabasbusât |
(Tabasbus. C.) Tabasbuslar, alçakça yalvarmalar, yaltaklanmalar. |
tabaşir |
Hind hıyarı' denilen bir deva. |
tabassur |
(Basar. dan) Dikkatle bakıp, esasını kavrama. Dikkatle gözetiş. |
tabaver |
(Tâb-âver) f. Güçlü, kuvvetli. Dayanıklı. Dayanan. |
tabayi' |
Mizaçlar, tabiatlar, huylar. Yaratılışlar. |
tabb |
Âdet. * Maharet. Ustalık. * Âlim. |
tabbağ |
Kılıç yapan kimse. |
tabbah |
(C.: Tabbahîn) (Tabh. dan) Aşçı. |
tabbahîn |
(Tabbah. C.) Aşçılar. |
tabbal |
Davulcu. |
tabdade |
f. Parlatılmış, yandırılmış. |
tabdar |
f. Işıklı, parlak. Büklümlü, kıvrımlı. |
tabdarî |
f. Parlaklık. |
tabdih |
f. Işık veren. * İplik bükücü. |
tabe |
(Tayyib. den) ' İyi ve temiz olsun' mânasınadır. ◊ Hurma. * Hamr. ◊ f. Tava. |
tabel |
(Tâbil) (C.: Tevâbil) Yemeklere konulan baharat. |
taben |
(Tabâne-Tabâniye) Akıllılık. |
tabende |
f. Işık veren, parlayan. |
taberzed |
Bir cins şeker. |
tabeseher |
Sabaha kadar. |
tabh |
Pişirme. Pişirilme. * İlâç kaynatma. |
tabhî |
Pişirmekle veya pişirilmekle ilgili. |
tabi' |
Birinin arkası sıra giden, ona uyan. Boyun eğen. İtaat eden. * Gr: Kendinden evvelki kelimeye göre hareke alan. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ı görmüş olanları, ashabını görüp, More… |
tabiat |
(Tabia) Yaratılış, huy, karakter. * Âlem ve içindekiler. |
tabiat-i ma'siyet |
f. İsyan etmek, günah işlemek ahlâkında ve huyunda olmak. |
tabiati taklid |
Tabiatta cari olan kanunları kelâmda da kendine göre tatbik etme. |
tabiatperest |
f. Her şeyin kendi kendine olduğunu veya tabiatın meydana getirdiğini kabul eden. Allah'tan (C.C.) gaflet edip, kâinatın tesadüfen olduğunu zu'meden. |
tabib |
(C.: Tabibân-Etibbâ) Doktor, hekim. |
tabibân |
(Tabib. C.) Doktorlar, tabibler, hekimler. |
tabih |
(Tabh. dan) Pişiren, aşçı. ◊ Suda pişmiş et yahnisi. |
tabiha |
Öğle sıcağı. |
tabiî |
Tabiat icabı olan. Tabiatla alâkalı. Normal. Kendiliğinden. ◊ Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm'ı sağ iken görmüş olan mü'minlerle yani Ashabla görüşmüş ve More… |
tabiiyyet |
Tabi'lik. Tâbi olma. Bir kimseye mensub bulunma. Bir devletin teb'asından olma. |
tabiiyyun |
Tabiatçılar. Naturalistler. 'Her şeyi tabiat yapıyor' diyen, maddeye dalmış, Allah'tan (C.C.) mânen uzaklaşmış kişiler. |
tabik |
Büyük kiremit. |
tabil |
(C.: Tevâbil) Yemeklere katılan biber, nane, tarçın gibi şeyler. * Çömlek içinde pişen nesne. |
tabiş |
f. Parlayış, parıldayış. |
tabiş-geh |
f. Parıltı yeri. |
tabistan |
f. Yaz mevsimi. |
tabiûn |
(Tâbiîn) (Tâbiî. C.) (Bak: Tabiî) |
tabl |
Davul. * Kulak zarı. |
tabl-baz |
f. Davulcu. |
tabl-hane |
f. Büyük davul. |
tabl-zen |
f. Davulcu. |
tabldot |
Fr. Lokanta, okul ve otellerde belli bir miktar para karşılığında verilen belirli çeşitlerden ibaret bir öğün yemek. |
table |
Dirhem. |
tablek |
Dünbelek. |
tabn |
Defnetmek, gömmek. * Tanbur. |
tabnak |
f. Parlak, ışıklı, ziyadar, münevver. |
tabs |
İnsan. |
tabtaba |
Su çağıltısı. * Tıpırtı. |
tabu |
(Polinezya dilinden) Var olduğu sanılan, mukaddes hususiyetlerinden dolayı dokunulamıyan. Uğursuz ve korkunç olan şey. |
tabut |
(C.: Tevâbit) Sandık. * Ölü nakline mahsus sandık. * Dönüp dolaşıp gelinecek merci-i küll. * Hz. Musa Aleyhisselâm'a inen evâmir-i aşerenin konulduğu sandık. * Su kovası. |
tabv (taby) |
Sarfetmek, harcamak. * Dâvet etmek. |
taby (tiby) |
At, katır, eşek ve geyik memesi. |
tac |
'Hükümdarların başlarına giydikleri mücevherli ve kıymetli taşlarla süslü başlık. * Müslümanların, Peygamberimizin sünnetine uygun olarak veya onu temsilen başlarına sardıkları örtü; More… |
tac ü serir |
Taç ve (üzerine oturulan) taht. |
tacbeyt |
Edb: Bir kasidenin sonlarında nazmedenin ismi bulunan beyit. |
tacdar |
f. Taçlı. Taç giyen padişah. Hükümdar. |
tacdarane |
f. Hükümdarlara yakışacak şekilde. Hükümdarca. |
tacdarî |
f. Padişahlık, hükümdarlık. |
tacen |
Tava. * Büyük kiremit. |
tacgah |
f. Hükümet merkezi. |
tacir |
Ticaret yapan, ticaretle uğraşan. |
tacser |
(Bak: Tâc-ı ser) |
tacver |
f. Hükümdar, pâdişâh. |
tad'if |
İki kat yapmak. * Çoğaltmak. * Zayıflatmak. |
tada'du |
Alçak gönüllülük gösterme. * Viran olma. * Aklını kaybetme. |
tadabbüb |
Besililik. Semizlik. |
tadabbür |
Muhkem olmak, sağlamlaşmak. * Bağlanmak. |
tadaccu' |
Üşenme, gevşek davranma. |
tadaccur |
(Ducret. den) Sıkılma, sıkıntı, iç sıkılması. |
tadacüm |
İhtilâf. Anlaşmazlık. * Eğrilik. |
tadadd |
Birbirine düşmanlık etmek. |
tadafür |
Bir yere toplanmak. * Yardım etmek, muâvenet etmek. |
tadagun |
Birbirini istemeyip garaz edişmek. |
tadahduh |
şarap dökülmek. |
tadahhum |
Ağızla tutmak. |
tadahuk |
Gülüşmek. |
tadallu' |
Dolmak. * Suya kanmak. |
tadallül |
Gedik olmak. |
tadamm |
Bir yere cem'olmak, toplanmak. |
tadammüd |
Yaraya merhem sürüp bezle bağlamak. |
tadammuh |
Bulaşmak. |
tadammun |
(Bak: Tazammun) |
tadarr |
Birbirine zarar etmek. |
tadarru' |
İnlemek. |
tadarrus |
Diş kamaşması. |
tadarug |
Sıkılmak. |
tadarut |
Yellenmek. |
tadauf |
Kat kat olmak. |
tadavvu' |
Kokmak. |
tadavvüc |
Derenin dar ve kısık yerleri çok olmak. |
tadavvür |
Çağırmak, bağırmak, feryad etmek. * İnlemek. * Açlık. |
tadbas |
Sabun. |
tadbib |
Semiz etmek, beslemek. * Geri koymak. |
tadbir |
Tabiatı muhkem olmak. * Nameyi iplikle bağlamak. |
tadbis |
Sabun. |
tadci' |
Süstlük etmek, zayıflamak. |
tadcir |
Can sıkma, yürek daraltma. |
tadfir |
Saç örmek. * Yürürken çok sallanmak. * Çok çalışmak. |
tadhik |
Güldürmek. |
tadhiye |
Kurban kesmek. |
tadî |
Âdet. |
tadli' |
Kavunu dilim dilim kesmek. |
tadlil |
Doğru yoldan sapıtmak. * Azdırmak, ayartmak. Günah işletmek. Dalâlete saptırmak. |
tadmid |
Başına veya koluna merhem sürüp bez bağlamak. |
tadmir |
Atı semirince yulaf verip beslemek. (Kırk günde olur.) * İnce belli yapmak. |
tadri' |
Yakın etmek, yaklaştırmak. |
tadrib |
Kebabı iyi pişirmek. * Avazı güzelce çekip nağmelendirmek. (Buna 'tadrib-i fi-s-savt' denir). |
tadric |
Kanatmak. |
tadrim |
Ateş yakmak. |
tadris |
Tecrübe görmüş olma. |
tadriye |
Kandırmak. * Çok hırslı olmak. |
tadyi' |
Zâyi etmek, kaybetmek. |
tadyif |
Konuk almak.TAF': Ateşin sönmesi. |
tafa |
İnce bulut. |
tafa'fu' |
Evmek, acele etmek. |
tafaddul |
Faziletlilik iddia etmek, üstünlük iddiasında bulunmak. |
tafadul |
Fazilet göstermek. |
tafaf |
Dolu olmak. |
tafassi |
Halâs olmak, kurtulmak. |
tafattun |
(Fatanet. den) Anlama, farkına varma, akıl erdirme. |
tafattur |
Yarılma, ayrılma, açılma. |
tafazzu' |
Kesilmek. |
tafazzuh |
Rezillik, kepazelik. Rüsvaylık. |
tafazzul |
(Fazl. dan) Üstünlük taslama. |
tafdih |
(Fedahat. dan) Rezil etme. Kötülüklerini yayarak adını kötüleme. |
tafdil |
'Bir şeyi üstün kılmak. Birisini ötekisinden mühim görmek. * Gr: Bir şeyi 'en üstün, daha üstün daha çok, en iyi, daha iyi' gibi mânâ ifâde etmesi için mukayese ve üstünlük More… |
tafe |
Yağmur. * Karanlık. * Güneşin, batmaya yaklaşması. |
tafes |
Kir, necis. |
taff |
Tamam alıp eksik vermek. |
tafh |
Kaldırmak. * Dolu olmak. |
tafi |
Her nesnenin üstüne gelen. * Hâriç, dış. |
tafif |
Az, kalil. |
tafih |
Dolu, mümteli. |
tafk |
(Tafak) Bir işe başlamak, mülâzemet etmek, başlayıp devamda sebat etmek. |
tafn |
Ölüm, mevt. * Haps. |
tafr (tufur) |
Yukarı sıçramak. Kalkmak. |
tafra |
Yukarıya sıçrama atlama. * Yukarıdan atıp tutma. * İlmiye sınıfında rütbe ve derece alma. |
tafs (tufus) |
Ölüm, mevt. |
tafşele |
Kaygana aşı. * Baklava. |
tafsil |
Etraflı olarak bildirmek. * Açıklamak, şerh ve beyan etmek. İzah etmek. |
tafsilât |
(Tafsil. C.) Açıklamalar, izahlar. |
tafsilen |
Uzun uzadıya, tafsilâtlı olarak. |
tafsiye |
Halâs etmek, kurtarmak. |
taftaf |
Yumuşak taze ot. * Ağacın çevresi. |
taftafe |
(C.: Tavâtıf) Böğür, hâsıra. |
tafthane |
f. Matbaa. Basımevi. |
taftin |
(Fatanet. den) Anlatma, akıl erdirtme. |
taftir |
Orucunu açmak. |
tafv |
Bir şeyin batmayıp su üzerinde kalması. * Ağaç üzerinde yaprağın belirmesi. * Bir işe girmek. * Hayvanın tepe üzerine çıkması. * Ceylânın koşması. |
tafzih |
(C.: Tafzihât) Rezil etme. |
tafziz |
Gümüş kaplama, gümüşleme. |
tagaddi |
(Gıda. dan) Gıdalanmak, beslenmek. * Sabah yemeği. |
tagaddiyât |
(Tagaddi. C.) Gıdalanmalar, beslenmeler. |
tagallüb |
Zorbalık. * Hilâf-ı hak olarak musallat olmak. İstilâ etmek. * Üstün gelmek. |
tagallübât |
(Tagallüb. C.) Zorbalıklar, tahakkümler. |
tagame |
(C.: Tıgâm) Hor ve zelil kimse. * Ufacık kuşlar. |
tagamgum |
Anlaşılmaz söz. |
taganni |
(Gınâ. dan) Muhtaç olmamak. * Kâfi bulmak. * Zengin olmak. * Şarkı söylemek. Bir ibareyi makamla okumak. * Bir şâirin birisini medih veya hicvetmesi. |
tagannüm |
(Bak: Tegannüm) |
tagaşşi |
(Gışâ. dan) Bürünmek, örtünmek. |
tagavvül |
Renkten renge girmek. Rengini değiştirmek. |
tagayyüb |
(Gayb. dan) Gözden kaybolma, görünmeme. |
tagayyür |
Değişmek. Başkalaşmak. * Bozulmak. Renk değiştirmek. * Kokmak. |
tagayyürat |
(Tagayyür. C.) Başkalaşmalar, bozulmalar. Değişmeler. |
tagayyüz |
Gayzlanma, kin besleme. * Kızma, hiddete gelme. |
tagayyüzat |
Hiddetlenmeler. Kızmalar. |
tagazzi |
(C.: Tagazziyât) Gıdalanma, beslenme. |
tagbir |
(C.: Tagbirât) (Gubar. dan) Toza bulaştırma. * Gücendirme, muğber etme. |
tagdiye |
Sabah yemeği yedirmek. * Gıdalandırmak, beslemek. Beslenmek. |
tagfil |
(C.: Tagfilât) (Gaflet. den) Gafil avlama veya gafil avlanma. |
tagi |
(Tagy) (Tuğyan. dan) Azgın. Azmış. Asi. Mütekebbir ve ahmak olan. * Dindar olmayan padişah. |
tagiye |
Salak, kibirli ve inatçı adam. * Yıldırım. |
taglib |
Edb: Bir alâkadan dolayı bir kelimeyi, başka bir mânayı da içine alacak şekilde kullanma. Baba ile anaya 'Ebeveyn' denilmesi gibi. |
taglif |
(Gılaf. dan) Kınına koyma, kılıfına sokma. * İyi kokulu nesneler yapmak. |
taglik |
(C.: Taglikat) (Galak. dan) Kapama, kapanılma. * Kilitleme. * Edb: Muğlak ve kapalı söz söyleme. |
taglis |
Fık: Kurban bayramının ilk gününde Müzdelife'de bulunanlar için o günün Sabah Namazını fecri müteakib daha ortalık karanlık iken kılmak. (Bu çok efdaldir) * Bir işi üzerine almak. * More… |
taglit |
(Galat. dan) Yanlışını çıkarma. Yanıltma. * Karıştırma. |
tagliye |
Pahalanma. * Kaynatma. |
tagliz |
(Gılzet. den) Kabalaştırma. Kaba ve galiz yapma. * Kaba söyleme. * Pahalanma. |
tagmid |
Kınına koyma. |
tagmis |
Batırma, daldırma. |
tagmiye |
Evin üstüne direk yapmak. * Yüzü bir şeyle örtmek. |
tagmiz |
Sıkmak. * Gövdesini sıktırıp ovdurmak. ◊ Göz yummak. * Sözü müşkil söylemek. |
tagniye |
(Gınâ. dan) Birini zengin etmek. |
tagr |
(C.: Tagrân) Bir küçük kuş. |
tagrib |
(Gurbet. den) Birini gurbete gönderme. * Memleketten çıkarma, uzaklaştırılma. * Kovma. |
tagrid |
Çağırmak. * Kuş ötmek. |
tagrik |
(Gark. dan) Suda boğma. |
tagrim |
Ödetme. Ödenme. |
tagrir |
(C.: Tagrirât) (Gurur. dan) Müşteriyi aldatma. Gurur verip aldatma. * Tehlikeli yerlere düşürmek. |
tagris |
(Gars. dan) Yere dikme. ◊ Aç etmek. |
tagriz |
Batırmak. * Çekirgenin kuyruğunu yere batırması. |
tagşiş |
(Gışş. dan) Karıştırmak saflığını gidermek. Değerli bir şeyi değeri olmayan şeylerle karıştırmak. * Aklı gidermek. * Hayran etmek. |
tagşiye |
(Gışâ. dan) Örtmek, örtünmek. Bürünmek. * (Gaşi. den) Kendinden geçirilmek. |
tagtiye |
Örtme, örtülme. |
tagun |
Azgın kimseler. * Cenab-ı Hakk'ın emir ve kanunlarından gaflet edip haksızlık edenler, zulüm edenler. |
tagut |
İnsanları Allah'a (C.C.) karşı isyana sevkeden. İsyankâr. * Her bâtıl mâbud. * Şeytan. * İslâmiyetten önce Kâbe'deki putlardan birinin ismi. |
tagva |
Tuğyan. Azgınlık. |
tagvir |
Sonuna yetişmek. * Çukur yapmak. * Öğle vaktinde uyumak. |
tagvis |
Medet istemek, yardım istemek. |
tagviye |
Azdırıp yoldan saptırma, baştan çıkarma. |
tagyib |
Kaybetmek. |
tagyim |
(Hava) bulutlu olmak. |
tagyir |
Başkalaştırma. Değiştirme. Bozma. * İyiden kötüye değiştirme. |
tagyirât |
'(Tagyir. C.) Değiştirmeler, başkalaştırmalar; bozmalar.' |
tagyiz |
(Gayz. dan) Hiddetlendirme, kızdırma, öfkelendirme. |
tagzin |
Hışım etmek, kızmak. * Buruşturmak. |
tagzit |
Çok sıkı bağlama. Tazyik etme, basınç yapma. |
tagziye |
Gazâ ettirme, din uğrunda savaştırma. |
tagziz |
Gümüşle süslemek. |
tah |
Atmak. * Uzaklaştırmak, ırak etmek. * Cimâ etmek. ◊ Hamur. |
tâhâ |
Kur'an-ı Kerim'de mukattaat-ı hurufiyeden olup Cenab-ı Hak ile Peygamberimiz (A.S.M.) arasında bir şifredir. * Peygamberimizin (A.S.M.) bir ismidir. Mânası hakkında muhtelif More… |
taha |
('Serdi' manasında fiil.) Yaymak, döşeyip düzgün sermek. * Arzın hayata münasip şekilde döşenmesi. Düzgün arz. ◊ Bulut. |
tâhâ suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 20. suresidir. Mekkîdir. |
taha' |
Döşenmiş ve yayılmış yer. * Bir nebat cinsi. ◊ Yüksek bulut. * Gam, hüzün, keder. |
tahab |
Birbiriyle sevişmek. |
tahabbüb |
Sevgi göstermek, muhabbet beslemek. Bir kimseyi dost ittihaz etmek. Sevdirmeği istemek. |
tahabbüş |
Cem'olmak, toplanmak. |
tahabbut |
Düşünmek. * Aklını eksiltmek, fâsid etmek. |
tahacc |
Husumet etmek, düşmanlık yapmak, kin tutmak. |
tahaccüm |
(Hacm. den) Büyüme, irileşme, hacim peyda etmek. |
tahaccür |
Taşlaşmak. Taş kesilmek. Donup kalmak. |
tahaccürat |
(Tahaccür. C.) Taşlaşmalar, taş kesilmeler. |
tahaci' |
Eğlenmek. * Tenbellik etmek. |
tahacu |
Hicvedişmek. Mesel söyleşmek. |
tahacüc |
Hüccetleşmek. Birbirinden hüccet talep etmek, delil istemek. |
tahacüz |
Men'edişmek, karşılıklı engel olmak. |
tahadd |
Muhalefet edişmek, birbirine karşı gelmek. |
tahaddi |
Meydan okuma. |
tahaddu' |
(Hud'a. dan) Bilerek aldanma. |
tahaddüb |
(C.: Tahaddübât) (Hadeb. den) Kamburlaşma. |
tahaddür |
(Hader. den) (Kadının) örtünme(si). Tesettür. * Uyuşma, uyuşturulma. ◊ (Hadr. dan) İnişe doğru akıp gitme. * Yokuş aşağı hızla inme. |
tahaddüs |
Bilmediği ve duymadığı ihbar ve havadisi idrak eylemek. Zan ve tahmin etmek. * Sür'atle idrak etmek. ◊ Yok iken peyda olmak. Ortaya çıkmak. Meydana gelmek. Olmak. * Haber More… |
tahaddüş |
Tırmalanma. * Üzüntü duyma. |
tahadu' |
Aldanmış gibi görünme. |
tahadüs |
Haberleşmek. |
tahaf |
İnce ve şeffaf bulut. ◊ Yüksek bulut. |
tahaffüf |
(Hiffet. den) Hafiflemek. Hafif olmak. * Ayağa mest gibi bir şey giymek. |
tahaffuz |
Korumak, sakınmak. Kendini muhafaza etmek. * Barınmak. |
tahaffuzî |
Korunma ile ilgili. |
tahaffuzkâr |
f. Korunan, sakınan. Kendisini muhafaza eden. |
tahai |
Birbiriyle kardeş olmak. |
tahakkud |
Kin tutma, kin gütme. |
tahakkuk |
Bir şeyin doğruluğunun meydana çıkması. Gerçekleşmek. Delil ile isbat edilmek. Sabit ve hakikat olduğu aşikâr olmak. |
tahakkük |
Kaşınmak. Ovunmak. |
tahakküm |
(Hüküm. den) Tekebbür, zorbalık etmek. Zorla hükmetmek. |
tahakkümât |
(Tahakküm. C.) Tahakkümler, zorbalıklar. |
tahakkümî |
Mânasız iddia. Delilsiz, isbatsız haklılık dâva etmek, Mânasız mücerred dâva. |
tahaküm |
Hükmedişmek. |
tahalhul |
(Halhal. dan) Ayağa bilezik takma. * Bir cismin hacminin büyümesi, şişmesi. * Hava cereyanı olması. ◊ Deprenmek, harekete gelmek. * Aşağı etmek. |
tahalli |
(Halâ. dan) Boşalmak. Boş kalmak. Tenhaya çekilmek. Yalnız kalmak. ◊ (Halâvet. den) Kendi kendini donatmak. Süslenmek. |
tahallüb |
Sızma. Ter çıkarma. * Sütlenme. Süt peyda etme. * İmrendiğinden ağzının suyu akmak. * Pâre pâre etmek, dağıtmak, parçalamak. |
tahallüd |
(Huld. dan) Bir yerde devamlı kalmak. Devamlı olmak. |
tahallüf |
Geride bırakılma. Arkada kalma. * Değişme. Uygun olmama. |
tahalluk |
Ahlâklanmak. İyi huy edinmek. Yüksek İslâmi ahlâkla ahlâklanmak. |
tahallül |
(Halel. den) Bozulmak. Ekşimek. Sirke olmak. * Araya girmek. Başka bir şeyin müdahale etmesi, karışması. * Dişleri hilâllamak. ◊ (Hall. den) Hallolmak. Eczası birbirinden More… |
tahallüm |
Bâliğ olmak. |
tahallüs |
Halâs olmak. Kurtulmak. * Edb: şiirde mahlâs kullanmak. |
tahallut |
(Halt. dan) Karışma. Karışık olma. |
tahalüs |
Sövüşmek. |
tahamhum |
Atın yulaf görünce kişnemesi. |
tahami |
İhraz etmek. Erişmek. Kazanmak. |
tahammi |
(Hamy ve Himayet. den) Korunma, kendini himaye etme. * Perhiz etme. |
tahammüc |
Dikkatle bakmak. |
tahammüd |
Ateşin sönmeğe yüz tutması. |
tahammuk |
Ahmaklaşma. |
tahammül |
Yüklenmek. Bir yükü üstüne almak. * Sabretmek. Katlanmak. * Kaldırmak. |
tahammülgezâ |
f. Dayanılmaz, tahammül edilmez. |
tahammülgüdâz |
f. Tahammülü ve dayanmayı yırtıp geçen. |
tahammülsuz |
f. Tahammülü yok eden. Sabırsızlık veren. |
tahammür |
Mayalanmak. Ekşimek. * Sarhoşluk verecek hâle gelmek. |
tahammürât |
(Tahammür. C.) Ekşimeler, mayalanmalar. |
tahammus |
Büzülme. Büzülüp buruşma. |
tahammüs |
Sağlamlık, muhkemlik. |
tahammuz |
Ekşimek. Mayalanmak. Oksitlenmek. |
tahamuk |
Ahmaklaşmak. |
tahamül |
Başkasının zahmetini yüklenmek. |
tahamür |
Uyuşturmak. * şarap yapmak. |
tahan |
Kendini toprağa gömerek yatan küçük bir hayvan. ◊ Kendini deli olarak göstermek. |
tahanet |
Değirmencilik. |
tahanni |
(Hany. dan) Eğilmek, eğrilmek. * Kınaya boyamak. |
tahannüf |
Hanefi mezhebinden olma. Hanefî Mezhebine girme. |
tahannük |
Tülbendi çenesi altından dolamak. |
tahannün |
Çok istekle sızlanma. * Şefkat etme. * Meyl ve muhabbet. |
tahannüs |
Kırılmak. * Eğilmek. * Kırılıp bükülür olmak. ◊ Tehir etmek, sonraya bırakmak. ◊ İbadet etmek. * Andını bozmak. |
tahannüt |
Ölü üzerine güzel kokular serperek kefenlemek. |
taharet |
Temizlik. Nezafet. Temizlenmek. * Fık: Habes, necaset denilen maddeten en pis şeylerin veya hades denilen şer'î bir mâninin zevalidir. |
taharri |
(Hary. dan) Aramak. Araştırmak. İncelemek. Araştırılmak. |
taharriyât |
Araştırmalar. Aramalar. Aratmalar. |
taharrüc |
Zahmetli yerden uzaklaşmak. * Günah işlemek. ◊ Günahtan içtinab etmek, günahtan çekinmek. |
taharrüf |
Sapmak. İnhiraf etmek. |
taharruk |
Yırtılma. Koparılma. Sökülme. Yarılma. |
taharrük |
(Bak: Teharrük) |
taharrüm |
(Haram. dan) Haramdan sakınma. Kaçınma, sakınma, çekinme. ◊ Yarılmak. |
taharrüs |
Sakınmak, korunmak. ◊ Ekin ekmek. |
taharrüş |
(C.: Taharrüşât) Tırmalanma. |
taharrüz |
Sakınma, çekinme, korunma. |
taharüc |
Tevzi etmek, dağıtmak. |
taharüs |
Ekin ekmek, tahıl ekmek. |
tahaşhuş |
Kâğıt hışırtısı. * Yeni kaftan avazı. Silâhların sürtünmelerinden çıkan ses. ◊ Deprenmek, harekete geçmek. |
tahaşi |
Bir yana olmak. * Utanmak. * Sıkılmak. |
tahaşşi |
(Haşyet. eden) Korkmak. Çekinmek. Ürpermek. |
tahaşşu' |
(Huşu. dan) Mütevâzi olmak. Alçakgönüllülük gösterme. |
tahaşşüd |
Birikme, yığılma. Toplanma. |
tahassul |
Hâsıl olmak. Üremek. Husule gelmek. Bir araya birikip sâbit ve bâki olmak. Netice olarak çıkmak. |
tahassun |
Bir kaleye kapanmak. Korunmak. İstihkâma çekilmek. Tahkim edilmiş bir yere sığınmak. |
tahassün |
(Bak: Tahassun) |
tahaşşün |
(Huşunet. den) Katılaşma, sertleşme. ◊ Kin tutmak. * Kokup yemek. |
tahassungâh |
f. Sağlam korunulacak yer. Sağlam sığınak. |
tahassur |
Eli böğüre koymak. |
tahassür |
(Hasret. den) Hasret çekmek. Elde edilmesi istenilen ve ele geçirilemeyen şeye üzülmek. ◊ Pıhtılaşmak. Kanın pıhtılaşması. ◊ Dili tutulup konuşamamak. |
tahassürât |
Tahassürler. Hasret çekmeler. |
tahassus |
(Husus. dan) Hususi ve mahsus olmak. Bir kimseye mahsus kılınmak. |
tahassüs |
İyi bir haber duyup memnun olmak. Kalben ve ruhen hislenmek, hissetmek. * Casuslamak. * Aratmak. |
tahassüsât |
(Tahassüs. C.) Duygulanmalar, hislenmeler. |
tahasüb |
Hesaplaşmak. |
tahasüd |
Hased edişmek, düşmanlık etmek. |
tahasüm |
Husumet edişmek, düşmanlık yapmak. |
tahasür |
Birbirinin beline elini sokup yürümek. * Eli böğürüne koymak. |
tahat |
Ufak etmek. Ufalamak. |
tahatih |
Karanlık. * Bulutluluk. |
tahatti |
(Hatve. den) Bir şeyi atlayıp geçmek. * Sınırı aşmak. * Saldırış. ◊ (Bak: Tahaddi) |
tahattiat |
(Tahatti. C.) Saldırışlar, tecavüzler. |
tahattum |
Kin, hiddet ve öfke içinde olmak. |
tahattüm |
(Hatem. den) Hatem, yüzük takınmak. * Tas: Ariflerin gönlüne Allah'ın koyduğu işaret. ◊ (Hatm. dan) Lüzumlu ve gerekli olma. Vâcib olma. ◊ Kırmak. |
tahattur |
Hatırlamak. * Muhatara ve tehlikeden kaçıp uzaklaşmak. |
tahattür |
Tembel tembel yürümek. |
tahatül |
Birbirini aldatmak. |
tahavus |
Göz ucuyla bakmak. |
tahavüz |
Birbirini cenkten men'etmek. Dövüşten alıkoymak. |
tahavvu' |
Eksilmek, noksanlaşmak. |
tahavvüb |
Bir nesneye acınmak ve mahzun olmak. |
tahavvüf |
Korkuya düşmek. Korkmak. * Bir şeyi eksiltmek. |
tahavvül |
(Hâl. den) Birinden diğerine geçmek. Tebdil olunmak, değişmek. Dönmek. Bir hâlden başka bir hâle geçmek. |
tahavvülât |
(Tahavvül. C.) Tahavvüller. Değişmeler. |
tahavvün |
Eksilmek. * Ziyafet vermek. * Söz vermek, ahdetmek. |
tahavvür |
Tezlik, acelecilik. |
tahavvüs |
Bahadırlık, kahramanlık. * Sefer niyyetiyle bir yerde durmak. |
tahayyül |
(C.: Tahayyülât) Hayale getirmek. Hayalde canlandırmak. Fikir kurmak. (Bak: Dimağ) |
tahayyülât |
(Tahayyül. C.) Tahayyüller, hayale dalmalar, hayalde canlandırmalar. |
tahayyür |
Şaşakalmak. Hayret etmek. Şaşırmak. Hayran olmak. ◊ Beğenip seçmek, muhayyer olmak. |
tahayyürât |
(Tahayyür. C.) Hayrete düşüp şaşakalmalar. Hayran olmalar. |
tahayyüz |
(Hayz. den) Yer tutmak, yer almak. * Ehemmiyet kazanmak. * Fiz: Herhangi bir cismin boşlukta yer alması. |
tahaz |
Birbirini kandırmak, aldatmak. |
tahazhuz |
Suyun deprenmesi, hareket etmesi. |
tahazül |
Birbirini rüsvay etmek, kepaze etmek. |
tahazzu' |
(Huzu. dan) Alçakgönüllülük gösterme. Mütevazi olma. |
tahazzüb |
(Hizb. den) Toplanma, birikme. Küçük topluluk meydana getirme. |
tahazzün |
Kederlenmek, hüzünlenmek. Birine acımak. Mükedder olmak. ◊ Hazineye girmek. * Yığılmak. |
tahazzur |
(Hazır. dan) Hazır bulunma. Hazır olma. ◊ (Hıdr. dan) Yeşillenme. |
tahazzür |
(Hazer. den) Sakınma, korunma, çekinme. |
tahbib |
Fâsid etmek, bozmak. |
tahbie |
Gizlemek, saklamak. * Kadını perdeye koyup kimseye göstermemek. |
tahbir |
Tahsin etmek, tezyin etmek. Güzelleştirmek, süslemek. ◊ (Haber. den) Haber etme. Haber verme. |
tahbiye |
Hıfzetmek, korumak. * Engel olmak, men'etmek. |
tahcil |
Atın dört veya üç ayağında veya ikisinde bileklerinden yukarı olan beyazlık. ◊ (C.: Tahcilât) (Hacl. dan) Utandırma. |
tahcir |
Bir yere taş koymak, taş yığmak. * Fık: Kimsenin girmemesi için arazinin etrafına taştan sınır yapmak. * Hayvanı dağlayıp nişanlamak. |
tahdi' |
Aldatmak. |
tahdib |
Kamburlaştırma. Kubbelendirme. |
tahdic |
Dikkatle bakmak. * Atmak. |
tahdid |
Hudutlandırmak. Sınırlamak. Sınırı belli etmek. * Tarif etmek. * Bir şeyi kasdetmek. * Keskin etmek. Bilemek. |
tahdidât |
Tahditler. Sınırlamalar. |
tahdik |
(Hadeka. dan) Gözünü dikip, ayırmadan ve dikkatle bakma. |
tahdim |
Hizmet ettirmek. * Atın ayaklarının beyazlığı dirseklerinden aşağı olmak. |
tahdir |
(Hader. den) Örtülendirme, örtülü bulundurma. * Uyuşturmak. ◊ Acele ettirmek. * Nüzul ettirmek, indirmek. |
tahdis |
(Hudus. dan) Söylemek. Anlatmak. Rivayet etmek. * Şükür ve teşekkür ile bildirmek. Görülen iyiliği herkese söylemek. * Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm'ın sözünü tekrarlamak. More… |
tahdiş |
(Hadeş. den) Kurcalamak. Tırmalamak. * İncitmek. * Kaşımak. |
tahdisât |
Anlatmalar. Rivayet etmeler. * Teşekkürle bildirmeler. * Hadis anlatmalar. |
tahdişat |
(Tahdiş. C.) Tırmalamalar. Kurcalamalar. |
tahe |
Helâk oldu, berbad oldu (meâlinde fiil). |
tahf |
Gam, tasa. |
tahfe |
Bakla otunun yukarı ucu. ◊ Mekân, mevzi. |
tahfif |
(Hıffet. den) Hafifletme, yükünü azaltma. Kolaylaştırma. * Lâyıkı vechiyle hürmet etmemek. * Maddî-manevî bir ızdırabı azaltmak. * Kelimelerin bazı harflerini terketmekle telâffuzunu More… |
tahfifât |
'(Tahfif. C.) Hafifletmeler; yükünü eksiltmeler, kolaylaştırmalar.' |
tahfil |
Koyunun sütü çoğalsın diye birkaç gün sağmayıp bırakmak. |
tahfir |
(C. Tahfirat) (Hufre. den) Çukur kazma. ◊ Utandırmak. * Aman vermek. |
tahfiz |
Aşağı indirmek. * Asan etmek, kolaylaştırmak. |
tahh |
Ekşi hamur. * Susam posası. ◊ Kırmak. |
tahhan |
(Tahn. dan) Değirmenci, öğütücü. |
tahhane |
Çokluk deve. Deve sürüsü. * Çok asker. |
tahi |
Çekilmiş. Uzatılmış. * Kesret, çokluk. |
tahil |
Bayat su. Bekleyerek bozulmuş su. |
tahille |
Gerçek yere yemin etmek. * Yeminden kurtulmak için verilen keffaret. |
tahin |
Darı unu. * Öğütülmüş tahıl. * Şekerle karıştırılarak helvası yapılan öğütülmüş susam. |
tahine |
(C.: Tavâhın) Azı dişlerinden birisi. ◊ (C.: Tavâhin) Öğütücü diş, azı dişi. |
tahir |
Yüksek nefes. |
tahir(e) |
Temiz. Pâk. Abdesti bozacak veya guslü icab ettirecek şeylerden birisiyle özürlü olmayan. * Zâhir ve bâtında bütün ayıp ve kirlerden temiz, pâk olduğu için Hz. Peygamberimize de (A.S.) bu More… |
tahirat |
Pâk ve temiz olanlar. |
tahiyyat |
Selâmlar. Duâlar. Manevî hayat hediyeleri. Tezahürat-ı hayatiye. * Mâlikiyet, beka ve mülk. (Bak: Et-tahiyyatü) |
tahiyye |
Selâmlar, dualar. Hayır duâları. * Mülk, beka ve devamlılık. * Namazın iki ve dört rek'atı sonunda okunan Ettahiyyat duası. * Selâm verme ve hayır dua etme. * Mülk ve mâlikiyet. |
tahkik |
Doğru olup olmadığını araştırmak veya doğruluğunu, yanlışlığını meydana çıkarmak. İncelemek. İçyüzünü araştırmak. * Bir şeyi eksiksiz ve ziyâdesiz yapmakta mübâlağa etmektir. Bir şeyin More… |
tahkikan |
İnceleyerek. Araştırma suretiyle. Hakikatını öğrenerek. |
tahkikat |
Araştırmalar. Hakikati ve doğruyu inceleyip öğrenmek için yapılan taharriyat. |
tahkikî (tahkikiye) |
Araştırma ile alâkalı. Tahkikata ait. |
tahkikî iman |
(Bak: İman-ı tahkikî) |
tahkim |
Hakem tayin etmek. Hâkim nasbeylemek. * Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırmak, kavileştirmek. * Birisini fesattan men'eylemek. * Mahkemede hasmın dâvalarının açıkça belli olması için hâkimi More… |
tahkimât |
Ask: Bir yeri düşmanın hücumuna karşı sağlamlaştırmak. |
tahkir |
Hareket etmek. Hor görmek. Küçük görmek. Aşağı ve alçak addetmek. |
tahkir-âmiz |
f. Hakaretle karışık söz. * Tahkir edici. |
tahkirât |
(Tahkir. C.) Tahkirler. Hor ve küçük görmeler. Hakaret etmeler. |
tahkiye |
Anlatmak. Hikâye etmek. |
tahl |
Dalak ağrısından incinmek. * Bozulmak, değişmek. ◊ Durmakla değişen su. |
tahlee |
Bulut. |
tahli' |
(Hal'. dan) Söküp çıkarmak. Koparmak. * Tahttan indirmek. |
tahlid |
(Huld. dan) Devamlı olarak oturtma veya oturtulma. |
tahlif |
(Halef. den) Birini kendi yerine bırakmak. ◊ (Half. dan) Yemin ettirmek. Yemin vermek. |
tahlik |
(C.: Tahlikat) Tıraş etme. ◊ Yaratmak. * Eskitmek. |
tahlil |
Müşkül meseleyi halletmek. * Bir şeyi kolaylıkla tutmak. * Eritmek. * Bir şeyi helâl kılmak. * Yemine kefaret etmek. * Man: Terkibin zıddıdır. Bir kıyas neticesinin mantık şekillerinin More… |
tahlilat |
(Tahlil. C.) Tahliller, analizler. |
tahlim |
(Hilm. den) Kızgınlığını ve öfkesini giderme. Sâkinleştirme, yumuşatma, teskin etme. |
tahlis |
Kurtarmak. Halâs etmek. * Bir şeyin özünü, hülâsasını almak. |
tahlisen |
Hülâsa ederek. Özünü söyleyerek. |
tahlisiyye |
Can kurtaran. |
tahlit |
(Halt. dan) Karıştırma. Karıştırılma. Bozma. Saflığını giderme. Fâsid etme. |
tahliye |
(Haly. den) Süslemek. Donatmak. Donatılmak. * Tatlılandırmak. * Kim: Bir madde içine hassasını veya kokusunu değiştirmek için şeker, baharat ve benzeri gibi şeyleri katmak. |
tahliz |
Bir kimsenin kulağına küpe ve koluna bilezik takmak. |
tahma |
Bir ot cinsi. |
tahme |
İnsan cemaatı, topluluk. * Büyük sel. |
tahmel(e) |
(C.: Tahamil) Ahlâkı kötü kimse. |
tahmer |
Sıçramak. * Doldurmak. |
tahmic |
Şiddetle bakmak. * Gözünü açıp yummak. |
tahmid |
(Hamd. den) Hamdetmek. * Medhetmek, övmek. * Elhamdülillâh' kelâmının mânasını ifade etmek. |
tahmidât |
Hamdler ve şükürler. (Bak: Hamd) |
tahmidiye |
Hamdetmeğe dair. Hamdetmek hakkında. * Çok mühim bir duânın ismidir. |
tahmik |
(Humk. dan) Ahmak demek, ahmak olduğunu söylemek. |
tahmil |
Yüklemek. Taşıtmak. Bir kimse üzerine bir işi bırakmak. |
tahmilât |
(Tahmil. C.) Yükletmeler, yükletilmeler, yüklemeler. |
tahmim |
Zina eden kimseyi ziftleyip, dövüp, yüzüne kara vurup, ters olarak eşeğe bindirip gezdirmek. |
tahmin |
(Hamn. dan) Aşağı yukarı bir fikir söylemek. İhtimallere dayanan düşünce. Zayıf delil ile hüküm ve kıyas etmek. |
tahminen |
Takriben, aşağı yukarı. |
tahminî |
Tahmin yoluyla. Tahminle alâkalı. |
tahmir |
(Hamr. dan) Mayalandırma. * Yoğurma, yoğurtma. ◊ Kızartmak. * Birine 'eşek' demek. |
tahmire |
Bulut. |
tahmis |
(Hums. dan) Bir şeyi beş kat veya beş köşe haline getirmek. * Edb: Bir şiirin her beytine üçer mısra ilâve ederek beşe çıkarmak. ◊ Ateşte kızdırıp kavurmak. * Kahve kavrulan ve More… |
tahmiş |
Tırmalamak. * Hiddetlendirmek. |
tahmis-hâne |
f. Kahvenin kavrulup öğütülüp satıldığı yer. |
tahmiz |
Azaltmak. |
tahn |
(C.: Tahniyât) Öğütme, öğütülme. |
tahnib |
Atın belinde ve ayaklarında eğrilik olmak. |
tahnik |
(Oğlan) damağını ovmak. * Fikrini düzeltmek. ◊ (Hunk. dan) Boğmak. |
tahnit |
Mumyalamak. Ölüyü bozulmadan muhafaza etmek için ilâçlamak. |
tahniye |
Kınaya boyamak. |
tahr |
Uzaklaştırmak. Irak etmek. * Atmak. * Göz çapağını dışarı atmak. * Seri, hızlı. * Oku uzak giden yay. |
tahrebe |
Ağaç kurdunun ağacı oyup delmesi. |
tahrib |
(C.: Tahribât) Harab etme, edilme. Yıkma. Bozma. |
tahribât |
(Tahrib. C.) Tahribler, yıkıp bozmalar, harab etmeler. |
tahribkâr |
Tahrib eden, yıkan. |
tahric |
(Huruc. dan) Çıkartma. Meydana koyma. * Şehadetname vermek. * Fık: Müçtehidlerin istinad ettikleri naslara, kaidelere, asıllara tatbikan şer'î hükümleri istihrac etmek. Bu tarz ile More… |
tahrif |
(Harf. den) Harflerin yerini değiştirmek. Bozmak. Kalem karıştırmak. * Kendi menfaati veya başkasının zararı için bir ibârenin mânasını değiştirmek. * Başka tarafa meylettirmek. More… |
tahrifât |
(Tahrif. C.) Bozmalar. Kalem karıştırmalar. |
tahrik |
Kımıldatma. Kımıldatılma. Yerinden oynatma. Hareket ettirme. * Gr: Cezimli bir harfi harekeli okuma. * Yola çıkarma. * Azdırma, kışkırtma. * Uyandırma. ◊ Yakma. Yakılma. * More… |
tahrik-amiz |
f. Kışkırtıcı. Tahrik edici. |
tahrikat |
Ayaklandırmalar, kışkırtmalar. Hareket ettirmeler. |
tahrim |
Haram kılma. Haram kılınma. Dince yasak edilme. * Kudsî sayarak yaklaşmayı yasak etme. ◊ Yarmak. Pâre pâre kesmek, parçalamak. |
tahrim suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 66. Suresidir. 'Lime tüharrimu' da denir. Medine'de nâzil olmuştur. |
tahrim tekbiri |
İftitah tekbiri de denir. (Bak: İftitah tekbiri) |
tahrime |
Namaza başlanırken söylenen tekbir. * Hacıların ihrama bürünmeleri. |
tahrimen |
Haram olarak. Harama yakın olarak. |
tahrimen mekruh |
(Vâcibin zıddı) Harama yakın iş olup, zannî delil ile olan nehiydir. |
tahrimî |
(Tahrimiyye) Haramla ilgili, harama ait. |
tahrir |
Yazmak. Yazılmak. Kaydetmek. * Hürriyete kavuşturmak. |
tahrirât |
Tahrirler. Yazı. Resmî mektup. |
tahriren |
Yazmak suretiyle, yazı ile. |
tahris |
(C.: Tahrisât) (Hırs. dan) Hırslandırma. ◊ Kendini hıfzetmek, kendini korumak. ◊ Elbisenin eteğine konulan parça. |
tahriş |
(C.: Tahrişât) Tırmalama. Yakıp kaşındırma. * Azdırma. Rencide etmek. ◊ Aldatıp kandırmak. * Koparmak. |
tahriz |
(C.: Tahrizât) (Hırz. dan) Kışkırtma, kışkırtılma. * Kandırmak. * Koparmak. |
tahs |
Eliyle defetmek, eliyle itip kovmak. ◊ İfsad etmek, bozmak. |
tahsa' |
Toprak saçmak. |
tahsib |
Ufak taşları mescide veya başka yere döşemek. ◊ Ölüyü taş altına gömmek. |
tahşid |
Yığma. Toplama. Biriktirme. Yığınak. * Bir mevzu hakkında çok izah ve konuşmalar. |
tahşidât |
Birikmeler. Toplamalar. Yığınaklar. * Konuşarak fazla üzerinde durma. |
tahsif |
Nâlin yaptırmak. |
tahsil |
Hâsıl etmek. * İlim edinmek. İlim öğrenmek veya öğretmek için çalışmak. * Vergi toplamak. * Aşikâre eylemek. |
tahsilât |
Devlet gelirlerinin toplanması. |
tahsildâr |
f. Devlet gelirlerini vazifeli olarak toplayan, tahsil eden memur. |
tahsim |
Kestirmek. * Dağılmak. |
tahşim |
Öfkelendirme, kızdırma, gazablandırma. |
tahsin |
Beğenmek ve alkışlamak. * Tezyin eylemek, güzelleştirmek. * İyi ve güzel bulmak. ◊ (Hısn. dan) Kale gibi sağlamlaştırma. * Muhafaza altına alma. |
tahşin |
İri ve kaba etmek. |
tahsinat |
Alkışlamalar. Güzelleştirmeler. Beğenmeler. |
tahsinhân |
f. Aferin diyen. Beğenip alkışlayan. |
tahsinkerde |
f. Beğenilmiş. |
tahsir |
Hasret bırakma. Hasret etme. * Kuşun tüyünü bırakması, dökmesi. ◊ (Hasar. dan) Zarara sokma, ziyana uğratma. ◊ İnce belli etmek. |
tahşir |
Noksan etmek, eksiltmek. |
tahsis |
(Husus. dan) Belli bir gaye için kullanmak. * Bir şey veya bir kimse için ayırmak. * Kredi. Tazminat. ◊ Rağbet ettirmek. Meylettirmek, yöneltmek. |
tahsisat |
Bir kimse veya bir daire için ayrılmış para veya mal. |
tahsisen |
Tahsis suretiyle. * Hele, en çok. |
tahşiye |
Derkenar, haşiye yazma veya yazılma. ◊ (Haşyet. den) Korkutma. Ürpertme. |
taht |
f. Hükümdarların oturduğu büyük koltuk. Hükümdarlık makamı. ◊ Alt. Aşağı. * Gr: Gelecek olan zamir. ◊ f. Yağma, talan, soygun, çapul. |
tahtah |
Arslan. |
tahtaha |
Bir şeyi doğrultmak. * Beraber etmek. * Bazısını bazısına katmak. ◊ Hastalıktan veya zayıflıktan sesin değişmesi. |
tahtanî |
Alt kat. Alt katla alâkalı. |
tahtaniye |
Altta olan, alttaki. * Noktası altta olan harf. |
tahte |
f. Yağmalanmış, soyulmuş, talan edilmiş. ◊ Alt, altta, altında. ◊ f. Tahta. |
tahtelhifz |
(Taht-el hıfz) Muhafaza altında. |
tahtessera |
(Taht-es serâ) Toprak altı. |
tahtgâh |
f. Başşehir, başkent. * Taht yeri. |
tahtib |
Odun toplamak. |
tahtie |
Bir kimseyi veya bir şeyi hatalı görmek, hata isnad etmek, yanıltmak. 'Bu hatadır' diye iddia etmek. * Ist: 'Mezhebim haktır, hata ihtimali var. Başka mezheb hatadır. |
tahtim |
Mühürleme. Mühür basma. * Tamamlama. |
tahtit |
Zayıflık. * Kurmak. * Pare pare etmek, parçalamak. ◊ (Hatt. dan) Çizme. Çizgi ile belli etme. * Çizgi. |
tahtiye |
Hatâya düşürmek, yanıltmak. |
tahun(e) |
(C.: Tavâhin) Su değirmeni. |
tahur |
Tâhir. Hem temiz hem temizleyici. Çok temiz. |
tahv |
Düşmek. * Çekip uzatmak. |
tahve |
Eti pişirmek. |
tahvid |
Sür'atle gitmek, hızla gitmek. |
tahvif |
Korku vermek. Ürkütmek. Korkutmak. |
tahvifât |
(Tahvif. C.) Korkutmalar. Korkuya düşürmeler. |
tahvifen |
Korkutarak. |
tahvil |
Bir halden başka bir hale getirmek. Değiştirmek. * Döndürmek. * Faizli borç senedi. |
tahvilât |
Tahviller. * Borç senetleri. |
tahvin |
(C.: Tahvinât) Birisine hâin deme. Hıyânet nisbet etme. |
tahvir |
Rücu ettirmek, döndürmek. * Ağartmak, beyazlatmak, tebyiz. |
tahvit |
(Havt. dan) Duvar çekme. |
tahviye |
Dizleri, dirsekleri, yanları, karnı ve uyluğun arasını ayırmak. |
tahviz |
Suya dalmak. |
tahya |
Karanlık gece. |
tahye |
Bulut parçası. |
tahyib |
(Haybet. den) Eli boş, kederli ve mahrum kılma. |
tahyil |
(C.: Tahyilât) (Hayal. den) Akla getirme. Fikre getirme, zihinde canlandırma. |
tahyir |
(Hayır. dan) İki şeyden birisini seçme durumunda bırakma. İstediğini seçmesini teklif etme. |
tahyis |
Zelil etmek, kepaze etmek. * Boyun eğdirmek. Muti etmek. |
tahzi' |
Tevâzu etmek, alçakgönüllü olmak. ◊ Yarma, kesme. * Ameliyat. |
tahzib |
(Hizb. den) Takım haline getirmek. Hizibleştirmek. Gruplaştırmak. ◊ (Hizab. dan) Saç, sakal boyama. |
tahzif |
Saçını düzüp bezemek, süslemek. |
tahzil |
Aşağılatmak, alçaltma, bayağılaştırma. |
tahzim |
Kesmek. |
tahzin |
(Hüzn. den) Kederlendirme, tasalandırma. * Hazin hazin Kur'an-ı Kerim okuma. ◊ Hazinede saklama. |
tahzir |
(C.: Tahzirât) (Hazer. den) Menetme, sakındırma, önleme. TAHZİR: Korkutmak. ◊ Yeşil renk verme. Yeşillendirme. * Hazırlama. |
tahziz |
İsteklendirme, rağbet ettirme. |
taî |
Arabistan'da mevcut Tay kabilesinden olan. |
taib |
Tövbe eden. Günahlarına pişman olan. |
taif |
Etrafını dolaşarak ziyaret eden. Tavaf eden. Dolaşan. * Hicaz'da Mekke-i Mükerreme'nin yüz kilometre güneydoğusunda, Gazva Dağı'nın güney eteklerinde ve bir takım tepelerin More… |
taife |
Hususi bir sınıf meydana getiren insanlar. Kavim, kabile. Takım. |
taih |
Kibreden. Kibirlenen. Büyüklenen. |
tail |
Uzayan. * Kudret ve gına. * Fayda. Menfaat. |
tain |
Süngü ile vurulmuş. |
tair |
(Tayeran. dan) Uçucu. Uçan. * Kuş. |
tais |
Hafif başlı. |
tâk |
Bina kemeri. Yarım daire şeklinde kapı ve pencere üstü. Çardak. Kubbe. Kavisli bina. Eyvan. |
tak'ir |
(Ka'r. dan) Çukurlaştırma, çukur yapma. |
tâka |
Kubbeli mahfe. Pencere. * Takat. Güç, kuvvet, iktidar. |
taka |
Korkutmak. * Hazer etmek, çekinmek, korunmak. ◊ İki-üç kişi ile idare edilen küçük yelkenli. |
taka'ku' |
Deprenmek, hareket etmek. * Ötmek. |
taka'ur |
(Ka'r. dan) Çukurlaşma. * Kuyunun derin ve çukur olması. |
taka'vüs |
Çok yaşlanma. * Evin eskiyip köhne olması. |
takabbüb |
Binaya kubbe yapmak. |
takabbuh |
Çirkinlik. |
takabbül |
(Kabul. den) Kabullenme. Üstüne alma. Bir şeyi taahhüd ve iltizam etme. * Öpülme. |
takabbuz |
(C.: Takabbuzât) (Kabz. dan) Toplanıp çekilme. Büzülme. * Kabız olmak, peklik. |
takabuz |
Kabz edişmek. |
takaddes |
Mukaddes olsun (mânasında). |
takaddüm |
(Kıdem. den) Önde bulunma. İleri geçme. * Zaman veya mevki bakımından ileride olma. |
takaddüs |
Mübarek kılmak. Kudsî kılmak. * Çok temiz olma. * Mukaddes olma. |
takadi |
Birbirine hakkını vermek. |
takadu' |
Birbirine süngü ile vurmak. |
takadüm |
Üzerinden zaman geçmek. |
takaffül |
Kapamak. * Kilitlemek. * Tilki eniği. |
takafkuf |
Titremek. |
takahhül |
şikâyet etmek. |
takahhum |
Ansızdan bir nesneye dühul edip girmek. |
takahhur |
Kahrolmak. |
takali |
Birbirini düşman kabul etmek. |
takalkul |
Deprenmek, hareket etmek. |
takallu' |
Ayağını kuvvetiyle kaldırmak. * Yerinden kopmak. |
takallüb |
Bir taraftan diğer tarafa dönmek. * Bir halden başka bir hale değişmek. * Başka kalıba girmek. |
takallüd |
(C.: Takallüdât) (Kald. dan) Bir işi üstüne almak. * Takınma, kuşanma. Gerdanlık veya muska gibi boyuna geçirme. * (Kılıç) kuşanma. |
takallül |
(Kıllet. den) Azalma, az olma. |
takallus |
Kısa olmak, kısalmak. * Toplanmak, cem'olmak. |
takallüs |
Kasılma. Bir şeyin büzülüp gerilmesi. Bir uzvun çekilip toplanması. Kıvrılma. |
takammül |
Bitlenme. Bitli olma. |
takammüm |
Evin süprüntüsünü ayırmak. |
takammüs |
Gömlek giymek. |
takamür |
Kumar oynamak. |
takannu' |
Başına örtü örtmek. |
takannün |
Kanunlaşma. Değişmez halde, kat'i olarak belirme. |
takarr |
Birbiriyle kararlaşmak. |
takarrüb |
Yakınlaşmak. Yaklaşmak. * Zamanı gelmek. Vakti yakın olmak. |
takarruh |
(Karh. dan) Yara derinleşip büyüme. * Yara çıban olma. |
takarrüm |
Tatlı tatlı yeme. |
takarrür |
Kararı verilmek.* Yerleşmek. Kararlaşmak. |
takarrüş |
Kesbetmek, almak, kazanmak. |
takaru' |
Kur'a atışmak. |
takarüb |
Birbirine yakın olmak. |
takas |
Vereceğini alacağına karşılık tutmak suretiyle ödeşmek, sayışmak, değişmek. |
takaşkuş |
Hastanın iyi olması. * Derinin soyulması. * Her yerden yiyecek istemek. |
takassi |
Bir şeyin aslını esasını araştırma. |
takassu' |
Dühul etmek, girmek. |
takaşşu' |
Havanın açılması. |
takassuf |
Kırılmak. |
takaşşüf |
Maişet şiddeti, geçim zorluğu. |
takaşşur |
(Kışr. dan) Kabuk bağlama, kabuklanma. |
takasüm |
Kısmet edişmek. * Birbirine yemin vermek. |
takasur |
(Kasr. dan) Bir işi mümkün iken yapmama. Esirgeme. |
tâkat |
Güç, kuvvet. İktidar. |
tâkatfersâ |
f. Dayanılmaz, tâkat götürmez. |
tâkatgüdaz |
f. Tâkati kaldıran, gücü kuvveti eriten, mahveden. |
tâkatşiken |
f. Tâkati tüketen. |
takattub |
Kaşların çatılması. * Buruşma. |
takattuf |
Yüz ekşitmek. |
takattur |
Damla. Damlama. Damla damla akma. * Ud ağacı ile buhurlanma. * Vuruşmağa hazırlanma. * Bir kimse kendini bir yerden atma. * Ağacın dalı kopup düşme. * Bir adamı yanı üzere düşürmek. More… |
takatu' |
Kesilmek. Kesişmek. |
takatül |
Kıtal edişmek, döğüşmek, vuruşmak. |
takaud |
Oturmak. |
takaus |
Durdurmak. Sonraya bırakmak. |
takavim |
(Takvim. C.) Takvimler. |
takavül |
Birbiriyle söyleşmek. |
takavüm |
Dövüşmek, vuruşmak. Birbiriyle cenge durmak. |
takavvi |
(Kuvvet. den) Kuvvetlenme. |
takavvüb |
Bir şeyin kabuğu soyulmak. |
takavvül |
Haber vermek. * Yalan söylemek. |
takavvuz |
Ayrılmak. Dağılmak. * Yıkılmak. |
takayyü' |
Kusar gibi olup kusamama. |
takayyüd |
Bağlanma. Bağlı olmak. Kayıtlı bulunmak. * Çalışmak. Çabalamak. Uğraşmak. * Dikkatli davranmak. |
takayyül |
Uymak, iktida etmek. |
takayyuz |
Kırılmak. * Benzetmek. |
takaza |
Başa kakmak. * Sıkıştırmak. * Hakkını isterken borçluyu zorlamak. |
takazic |
Dövülüp ufalanarak yemeklerin üstüne ekilen otlar. Baharat. |
takazüf |
Birbirine iftira edip atışmak. |
takazzub |
Kesilmek. |
takazzür |
İstikrah etmek, kerih görmek, beğenmemek. ◊ Çirkin şeylerden uzak olmak. |
takbib |
Kubbe gibi yapma. |
takbih |
Çirkin görmek. Beğenmemek. * Kabahatli bulmak. * Kötü gördüğünü bildiren söz söylemek. |
takbihât |
(Takbih. C.) Ayıplamalar, çirkin görmeler. |
takbil |
Öpmek. |
takbir |
Defnetmek, gömmek. |
takbiz |
Toplayıp bir yere getirmek. |
takdane |
f. Üzüm çekirdeği. |
takdid |
Eti kurutmak. * Uzunlamasına yırtmak veya kesmek. |
takdih |
Beğenmeme, zemmetme. * Atın belini inceltmek. |
takdim |
(Kıdem. den) Arzetmek. Sunmak. * Küçük bir kimseyi yaş, amel, mevki ve takva itibariyle büyük bir kimse ile tanıştırmak. * Öne geçirmek, bir şeyi başka bir şeyden önde tutmak. * Bir büyüğün More… |
takdimât |
Takdim edilenler. Büyüklere verilen şeyler. |
takdime |
(C.: Tekadim) Kendisinden üstün kişiye sunulan armağan, hediye. * Takdim. |
takdimen |
Takdim ederek, öne geçirerek. |
takdir |
Kıymet vermek. Değerini, kıymetini, lüzumunu anlamak. * Kader. * Düşünmek. * Öyle saymak. |
takdiren |
Değer ve kıymetini anlıyarak. Takdir ederek. |
takdirî |
Kaderden olan. Takdir-i İlâhîye ait ve müteallik olan. * İtibarî. * Farazî. * Gr: Yazılı olmayıp var bilinen mâna veya kelime. (Bak: Mukadder) |
takdirname |
f. Bir işin beğenildiğine ve istihsan edildiğine dâir alâkadarların imzasını taşıyan yazı. Beğenildiğine dair yazılı kâğıt. |
takdis |
Büyük hürmet göstermek. Mukaddes bilmek. * Cenab-ı Hakk'ın kusursuz, pâk ve her hususta noksansız olduğunu bildirmek, söylemek ve Allah'a (C.C.) şükretmek. |
takdiye |
Hâcet bitirmek, ihtiyaç gidermek. |
takfil |
(Kufl. dan) Kilitleme veya kilitlenme. |
takfiye |
Kafiye yapmak. * Bir kimsenin ardınca olmak. |
takhim |
İthal etmek, içeri sokmak, girdirmek. |
takhir |
(C.: Takhirât) (Kahr. dan) Kahretme. |
taki |
Kendini koruyan, saklayan. * Takvalı kimse. Günahtan çekinen. |
tâkiyye |
Takke. |
takiyye |
Sakınmak. Kendini koruyup çekinmek. * Birinin mensub olduğu mezhebi gizlemesi. * Mümâşât. |
tâkiyye-duz |
f. Takkeci, takke diken. |
takli' |
(Kal'. den) Yarmak. * Mübalâğa ile koparmak. Kökünden söküp koparmak. |
taklib |
(C.: Taklibât) (Kalb. dan) Döndürme, çevirme. * Bir şeyin kalıp ve şeklini değiştirme. |
taklid |
Takma, asma, kuşatma. * Benzetmeğe ve benzemeğe çalışmak. Benzerini yapmak. Birine benzemeğe çalışarak alay etmek. Sahte. Bir şeyin sahtesini yapmak. |
takliden |
Taklid ederek, benzeterek. |
taklidgâh |
f. Taklid yeri. |
taklidî |
Taklide ait. Sathî. * Delil ve sened istemeden kabul edilen. |
taklidî iman |
(Bak: İman-ı taklidî) |
taklih |
Dişin sarılığını gidermek. |
taklil |
Azaltma. Azaltılma. İndirme. Tenkis. |
taklim |
(Kamış, tırnak, kalem gibi şeyleri) yontma, kesme. |
taklis |
Def çalıp nağme söylemek. ◊ Büzme. |
takmis |
(Kamis. den) Gömlek giydirme. |
takmiş |
Cem'etmek, toplamak. |
taknetu |
(Bak: Lâtaknetu) |
takni' |
Başına örtü örttürmek. |
taknin |
(Kanun. dan) Kanun koyma. |
takniye |
Çok kırmızı yapmak. |
takri' |
(C.: Takriât) Tevbih. Azarlama. * Birini telâşa düşürme. * Te'nif. Başa kakma. |
takriât |
(Takri'. C.) Azarlamalar, paylamalar, başa kakmalar. |
takrib |
Yaklaştırma. Aşağı yukarı ve tahmin ile kat'i olmayan şey söyleme. Tahmin. * Yolunu bulma. |
takriben |
Tahminen. Yaklaşık olarak. Aşağı yukarı. |
takribî |
İhtimale göre olan. Takribe ait. |
takrid |
Devenin gövdesinde olan keneyi yolup gidermek. * Hor ve zelil etmek. |
takrin |
(Karin. den) Birlikte bulundurma. Yaklaştırma. |
takrir |
İyi ifade etmek. Bildirmek. * Ağzından anlatmak. * Yerleştirmek. Kararlaştırmak. Yerini belirtmek. * Resmî olarak yazı ile bildirmek. * Tapuda, mülkünü başkasına sattığını bildirmek. * More… |
takrirât |
(Takrir. C.) Ağızdan anlatılan şeyler. |
takriren |
Ağızdan anlatarak. |
takrirî sünnet |
Hazret-i Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın, sahabelerinden birinin söylediğini veyahut işlediğini gördüğü halde, onu menetmiyerek sükût buyurmaları. |
takris |
Parmak ucuyla veya tırnakla bir nesneyi ovup yıkamak. ◊ Soğutmak. * Dondurmak. |
takriş |
Birbirine rağbet etmek. |
takrit |
Kulağına küpe takmak. * Davarın başına yular takmak. |
takriz |
(Karz. dan) Ödünç vermek. * Bir şeyi veya bir eseri beğendiğini söylemek. Beğendiğini bildiren yazı yazmak. Bir eserin takdir ve tahsin edildiğini bildiren yazı yazmak. ◊ More… |
taksib |
Kıvırcık yapmak. |
taksif |
Çok kırmak. |
taksim |
(Kısım. dan) Bölme. Parçalara ayırma. |
taksimât |
Taksimler. Bölmeler. Cüz cüz ayırmalar. |
taksir |
(Kasr. dan) Kısaltma, kısma. * Kusur, hata, kabahat, suç. Günah. * Bir işi eksik yapma. * Bir şeyi yapabilir iken yapmama. * Zayıflatmak, süstlük etmek. * Geri kalmak. |
takşir |
(Kışr. dan) Kabuğunu soyma. |
taksirat |
(Taksir. C.) Kusurlar, suçlar, günahlar, kabahatlar. |
taksis |
Kireç ile bina yapmak. * Kireç ile sıvamak. |
taksit |
(Kıst. dan) Belli zamanlarda parça parça ödenecek para. |
taktaka |
(Tıktıka) Taşlardan çıkan ses. * Hayvanların ayak sesleri veya bunları anlatmak için söylenen kelime. |
takti' |
Kesme. Kesilme. Parça parça etme. Parçalara bölme. |
taktib |
Kaş çatıp yüz ekşitme. |
taktik |
Fr. Asker kuvvetlerini harb meydanlarında düşmanı şaşırtarak kullanma. Bu işi tedkik eden ilim. * Mc: Bir işte muvaffakiyet için lüzum eden yolları kullanma. |
taktil |
(Katl. den) Çok öldürmek, çok katletmek. * Muti etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmek. |
taktin |
Filiz sürme. |
taktir |
Damla damla akıtmak. Damlatmak. İnbikten çekmek. ◊ Eksik etmek. * Güç olmak. |
taktirat |
Damla damla akıtmalar. |
takut |
Feryun adı verilen darı cinsi. |
takva |
Bütün günahlardan kendini korumak. |
takvib |
Bir şeyi yerinden çekip koparma. * Yeri kazma. |
takvid |
Çok uzun boyunlu olmak. |
takvil |
(C.: Takvilât) İftira. Yalan söyleşmek. * Haber vermek. |
takvim |
Düzeltme. Doğrultma. Kıvamına koyma. Eğriyi doğru tutma. * Ta'dil etme. * Bir şeye kıymet tâyin eylemek. * Her gün güneşin doğuşu, batışı, ay ahkâmı ve süresi kaydedilmiş olan defter. * More… |
takvimçe |
f. Küçük takvim. |
takvir (takavür) |
Bir cismi yuvarlak kesmek. |
takvis |
(Kavs. den) Kavislendirme. Yay şekline koyma. |
takvit |
Besleme. Tagaddi. |
takviye |
Kuvvetlendirmek. * Kuvvetlendirilmek. |
takviz |
Binayı yıkmak. |
takyid |
(Kayd. dan) Kayıt ve şarta bağlanma. Şart koşma. Bağlama. Deftere yazmak. * Harfe nokta ve hareke koyma. |
takyih |
(Yara) İrinlenmek. |
takyin |
Tezyin etmek, süslemek. |
takyir |
Zifte bulaştırmak. |
takyiz |
Kırılmak. * Takdir etmek. * Sövmek. |
takzib |
Kesmek. |
takzif |
Çok iftira atmak. |
takziye |
(Kaza. dan) Eksiği yerine getirme. Kaza etme. ◊ Gözün çapağı dışarı itmesi. |
tal |
f. Bakır veya gümüş tepsi. * (Parmaklara takılan) zil. |
tal' |
Tomurcuk. * Miktar. Kadar. * Çiçeklerin üremelerine sebep olan sarı tozları. |
tal'a |
Görmek. (Bak: Tal'at) |
tal'at |
Vecih, yüz. Çehre. * Görünüş. Görüşmek. * Güzellik. * Görmek. * Bir şeye çok rağbet etmek. |
tal'at-efruz |
f. Parıldayan. |
tala' |
(C.: Etlâ) Geyik buzağısı. * Çatal tırnaklı hayvanların yavrusu. * Buzağının ayağını bağladıkları ip. * Şahıs. |
talac |
f. Bağırma, feryad, çığlık. * Ses, sada. * Kavga. * Meş'ale. |
talah |
Salih olmayan. Bozuk. ◊ Yorulmak, zayıflamak. |
talak |
(At) sıçramak ve kalkmak. |
talâk |
Boşamak. Boşanmak. * Bağlı olan bir şeyi çözmek, ayırmak. * Nikâhlı karısını bırakmak. |
talâk suresi |
Medenîdir. Nisâ Suresi de denir. Kur'an-ı Kerim'in 4. Suresidir. |
talak-name |
f. Boşama kâğıdı. |
talakat |
Dil açıklığı. Selâset. Düzgün sözlülük. * Güler yüzlülük. |
talam |
Esrar otunun tohumu. |
talan |
f. Çapul, yağma. * Birisinin malının, herkes tarafından kapışılması. |
talanger |
f. Yağmacı, talancı, çapulcu. |
talangerî |
f. Çapulculuk, yağmacılık. |
talar |
f. Dört direk üzerine yapılan ve geceleri yatılan yer. * Salon, büyük oda. |
talasim |
(Tılsım. C.) Tılsımlar. |
talavet |
Güzel, hüsün. Şirinlik, zariflik. * Ağızda çıkan bir nevi yara. |
talazzi |
(Lazâ. dan) Alev çıkarma. Alevlenme. |
tale |
(Tavl. dan) 'Uzun olsun' mânâsındadır. |
taleb |
İsteme. İstenme. Dileme. İstek. |
talebdâr |
f. Alacaklı. |
talebe |
(Tâlib. C.) İstekliler. * Şakird. Tahsile çalışan. Öğrenen. Öğrenci. |
talebkâr |
f. İstekli, talebli, arzulu. |
talef |
Fazl. Atâ, hediye, bahşiş, hibe. * Kanı heder olmak. |
talel |
(C.: Tulul-Atlâl) Yıkılmış binada kalan duvar temeli. |
talh |
Necis bulaşmak, pislik bulaşmak. * Havuz dibinde kalan tortu. * Kene böceği. ◊ Muza benzer meyve. Akasya ağacı. |
tali |
Tilavet eden, okuyan. * İkinci derecede. Sonradan gelen. * Man: Birbirine bağlı iki kaziyeden ikincisi. Meselâ: 'Duman çıkıyorsa ateş vardır' sözünde 'Ateş vardır' sözü More… |
tali ' |
Doğan. Tulu' eden. * Kısmet, kader, baht. * Nişangâhın arkasına düşen ok. * Yeni hilâl. |
talia |
'Casus. * Nişancı. Asker önünden giden tabur. * Rehber, kılavuz; kafilenin önünde giden.' ◊ Doğan. Ufuktan görünen. Tulu' eden. |
talib |
(C.: Tulleb-Tullâb-Talebe) İsteyen, istekli. * Talebe, öğrenci. |
talibe |
(C.: Tâlibât) Kız talebe. Mektebli kız. |
talid |
Bir kimsenin (köle, câriye, hayvan gibi) canlı eşyası. |
talif |
Alınmış şey. |
talih |
Faydasız, yaramaz iş. (Kısmet ve kader mânasında: Bak: Tâli') |
talik |
Güleryüzlü adam. Mütebessim kimse. * Düzgün söz söyleyen kimse. ◊ Azad olunan esir. Serbest bırakılan esir. |
talil |
Hasır. |
talk |
Doğum ağrısı. |
tall |
Çiğ, kırağı. İnce yağan yağmur, çisinti. Şebnem. * Helâk etmek, iptal. * Güzel, lâtif şey. * Şiddet. |
tallase |
Kendisiyle levha silinen paçavra. |
tals |
(C.: Atlâs) Mahvetmek. ◊ Su akmak. |
taltif |
İltifat etmek. Bir iyilik yaparak gönül almak. Yumuşatmak. |
taltifât |
(Taltif. C.) Taltifler, ihsanlar, lütuflar, bağışlar. |
taltifen |
Taltif suretiyle. |
taltih |
Bulaştırma, bulaşık etme. |
talut |
(Bak: Yuşa) |
talve |
Vahşi canavarların yavrusu. * Keçi bağladıkları ip parçası. |
taly |
Karışmak. |
talziye |
(Lezâ. dan) Alevlendirme veya alevlendirilme. |
tam'an |
Tama' suretiyle, tama' ederek. |
tama' |
Hırsla istemek. Doymazlık. Aç gözlülük. Çok isteme. * Askerî fertlerin maaşları. (Kamus) |
tama'kâr |
Aç gözlü. Cimri. |
tamaen |
Tama' ederek. Hırsla. Cimrilikle. |
tamah |
(Tımah - Tumuh) Bir şeye göz dikip bakma. |
tamam |
Bitme, bitirme, son, nihayet. * Tam, eksiksiz, noksansız. * Ne eksik ne fazla. * Münasib, uygun. |
tamamen |
Büsbütün, eksiksiz ve tam olarak, mükemmel biçimde. |
tamamiyet |
Bütünlük, tamamlık, tamlık. |
tamar (timâr) |
Yüksek mekan, yüce yer. |
tamat |
f. Mânâsız ve uygunsuz söz. |
tamele (tamle) |
Havuzun dibinde kalan balçık ve tortu. |
tamh (timâh) |
Gözünü yukarı kaldırıp bakmak. |
tamir |
Sıçrayıcı, sıçrayan. ◊ Hurması olan kişi. |
tamir bin tamir |
Aslı bilinmeyen kimse. * Pire. |
tamis |
Uzak. |
tamiye |
Dudak kabarmak. |
tamles (tamelles) |
Çörek. |
tamm |
Saçını kesmek. * Galebe etmek. Galib gelmek. * Yükselmek, yüce olmak. * Defnetmek, gömmek. |
tamma' |
(Tama'. dan) Çok tama' eden. |
tammah |
Her şeye göz diken pek hırslı kimse. |
tammat |
Kıyamet. |
tamme |
(Tâmmât) Kıyamet vakti. * Belâ. Dâhiye. * Keskin çığlık. ◊ Bütün, noksansız, eksiksiz, tam. |
tamn |
Sâkin olmak, sessiz olmak. |
tams |
Kadının hayız görmesi, aybaşı olması. * Kir, vesah. * Cima etmek. * Yapışmak. ◊ Yok etme, belirsiz kılma. * Eskimek. * Mahvolmak. |
tamş |
Halk, nâs, insanlar. |
tamtame |
Pelteklik, kekemelik, tutukluk. |
tamu |
(Aslı: Tamuğdur) Cehennem. |
tamur |
Kan. * Nefes. |
tamure |
Kalb gılâfı. * Emzikli bardak. * İbrik. |
tamv |
Yüksek olmak. * Dolu olmak. |
tan'im |
Nimet vermek, nimetlendirmek. |
tana |
Susuzluktan ciğerin yapışması. |
tanagguz |
Taaccüb edip, şaşırıp, hayrette kalıp başını sallamak. |
tanazzuc |
Pişmek. * Olmak. |
tancir (tancere) |
(C: Tanâcir) Tencere. |
tandir |
Ufak fırın. * Elleri ve ayakları ısıtmak için üstü kapalı küçük mangal. |
tanef |
Kayış. * Dağ burnu. Dağ başı. * Kapı üstüne yapılan örtü. * Duvar üzerine yapılan saçak. |
tanfese |
(C.: Tanâfis) Uzun saçaklı halı. * Hurma yaprağından yapılan ve eni bir zira' miktarı olan hasır. |
tangim |
Avazlandırmak, seslendirmek. |
tangis |
Dirliğini tatsız etmek. |
tango |
Fr. Züppe giyinişli kadın. * Turuncuya çalar renk. * Bir dans çeşidi. |
tangüb |
Ok yapımında kullanılan sağlam bir ağaç cinsi. |
tanh |
Semiz olmak, besili ve şişman olmak. * Yemeğin hazmolmaması, sindirilmemesi. |
tanin |
Sinek vızıltısı. * Kaz sesi. * Avaz ve gürültü. * Çınlamak. Tınlamak. |
tanin-endâz |
f. Çınlayan, tınlayan. |
tanker |
ing. Akaryakıt taşıyan gemi veya kamyon. |
tannan |
Tınlayan, çınlayan. |
tannaz |
Herkesle eğlenip alay eden. Müstehzi. |
tanne |
Balçığı çok olan yer. |
tansib |
Yükseğe kaldırma. |
tansif |
(Nısıf. dan) Yarı yarıya bölmek. Ayırmak. |
tansir |
Hristiyanlaştırma. |
tansis |
Tetkikten sonra karar vermek. * Bir mes'eleyi ve hükmü, şer'î delillere isnad etmek. |
tansiyon |
Fr. Tıb: Kanın damarlara içerden yaptığı tazyik, basınç. |
tantana |
Çok lüks içinde olmak. Gösteriş. Gürültü patırtı. |
tantif |
Kulağına küpe geçirmek. |
tantik |
Bir kimsenin beline kuşak bağlamak. |
tantil |
Hasta olan uzuv üstüne sıcak su ve yağ dökmek. |
tanz |
Herkesle eğlenme. Alay etmek. |
tanzic |
Çok pişirmek. * Yakmak. |
tanzid |
Bir yere toplayıp yığmak. İstif etme. |
tanzif |
(Nezafet. den) Temizlenmek. Temizlemek. |
tanzifât |
Temizlik işleri. Temizlemeler. |
tanzim |
(Nazım. dan) Sıraya koymak. Sıralamak. Dizmek. * Düzenlemek. Tertiblemek. * Islah etmek. * Manzum veya mensur olarak yazmak. |
tanzir |
Benzetme. Benzetilme. Nazire yapma. * Bir yazının şekil ve mâna bakımından benzerini yazma. ◊ Tazeleştirme, tazelendirme. |
tanziren |
Nazire olarak. Benzetme suretiyle. |
târ |
f. Karanlık. * Tel. Saç teli. * Tepe. * İplik. |
tar tar |
Tel tel. İplik iplik. |
tar ü mar |
f. Dağınık, karmakarışık, perişan. |
tara |
f. Yıldız. |
tarab |
Sevinçlik. Şenlik. Şâdlık. |
tarab-efsâ |
f. Neşe ve ferahlığı artıran. |
tarab-gâh |
f. Coşkunluk ve sevinç yeri. |
tarab-nâk |
f. Sevinçli, neşeli, coşkun. |
târâc |
f. Yağma, talan, çapul. * Yağmalama, talan etme. |
târâc-ger |
f. Yağmacı, çapulcu. |
târâc-kerde |
f. Yağmalanmış, talan edilmiş. |
taraf |
Yan, yön. * Yer, memleket, ülke. Kıt'a. * Taraftarlık, sahip çıkmak, korumak. * Aralarında anlaşmazlık bulunan iki kişiden veya iki topluluktan her biri. |
tarafdar |
f. Birinin tarafını tutan, bir tarafı tutan, bir tarafı kayıran. |
tarafdarî |
f. Kayırıcılık, taraftarlık. |
tarafeyn |
İki taraf. İki nihayet. * Dâvada karşılıklı iki hasım. Her iki taraf. |
tarafgir |
f. Taraf tutan. Taraflardan birine sahip çıkan. |
tarah |
(C.: Etrâh) Tasa, keder, hüzün, melâlet. ◊ Uzak mekân. |
tarahhum |
(Bak: Terahhum) |
taraif |
(Tarife. C.) Az bulunur şeyler. |
taraik |
(Tarikat. C.) Tarikatlar, meslekler. |
tarak |
Bulutların bir yere toplanması. * Aynı cinsten olan şeylerden bazısı bazısının üstünde olması. |
taran |
f. Karanlık. |
tarancibin |
Kudret helvası. |
tararet |
Semizlik, besililik, şişmanlık. |
taras |
İzdihamlık, çok kalabalık. |
tarasrus |
Katı olmak, şiddetlilik. * Sağlam olmak. |
tarassud |
Bir şeyi çok dikkat ederek gözetleme. İntizar üzere olma. Gözetleme. |
tarassudât |
(Tarassud. C.) Gözlemler, tarassutlar, gözetlemeler. |
tarat |
f. Çapul, yağma, talan. |
taratun |
Fârisî dilince söyleşmek. Farsça konuşmak. |
taravet |
Tazelik. Körpelik. |
taravet-dâr |
(Terâvettar) f. Tâzece, eskimemiş, tâze. |
tarayyuh |
Zayıflık, süstlük. |
tarazi |
Hoşnutlaşmak. |
tarazruz |
(Taş) Parça parça olmak. |
tarazüm |
Üzümü ekmekle yemek. |
tard |
Sürme, kovma, uzaklaştırma. * Mektebden veya vazifeden uzaklaştırma. Hizmetten çıkarma. |
tardetmek |
Kovmak, def etmek, uzaklaştırmak. |
tardin |
Kaftana yen etmek. |
tardiye |
Allah râzı olsun demek. (Bak: Tarziye) ◊ Red olundurmak. |
tare |
Defa, kerre. |
tared |
Irak etmek, uzaklaştırmak. * Sürüp reddetmek. |
tarek |
f. Tepe. Başın tepesi. |
tarem |
Dam, kubbe, künbet. Sakf. Satıh. |
tareş |
Sağırlık. |
tareten |
Bir kere veya bazı defa. |
târeten uhrâ |
Bir kere daha, başka bir kere daha. |
tareyan |
Oluverme, geliverme, birdenbire çıkma. |
tarf |
Göz, bakış, nazar. Göz ucu. * Soyu temiz kimse. * Her şeyin nihayeti, sonu. * Göz kapaklarını yummak veya oynatmak. * Göze bir şey dokundurmakla yaşartmak. * Koz: Menazil-i Kamer'den More… |
tarfa |
Ilgın ağacı. |
tarfe |
Göz kapağının bir defa kapanıp açılması. * Göz kırpmak. * Bir yıldız ismi. * Ayın bir menzili. |
tarfes |
Kum yığını. |
tarh |
Uzaklaştırmak. * Vaz' etmek. * İndirmek. * Bırakmak, elinden atmak. * Yerleştirmek. * Temel bırakmak. *Mat.: Çıkarma. |
tarh-efgen |
f. Düzenleyen, kuran, tertib eden. * Temel kuran, bina yapan. |
tarh-endaz |
f. Temel atan. Düzenleyen, tertib eden. |
tarhib |
Merhaba' demek. |
tarhun |
(C.: Tarâhin) Tarhun otu. |
tarî |
(Tarâ. dan) Birdenbire çıkan, ansızın görünen. ◊ (Taravet. den) Taze, taravetli. ◊ Karanlık, meçhul. |
tarid |
Kovulmuş, uzaklaştırılmış, sürülmüş, çıkarılmış. * Bir kimsenin birinci çocuğundan sonra doğan ikinci çocuğu. ◊ (Tard. dan) Kovan, çıkartan, süren, tardeden. |
taride |
Arap çocuklarına mahsus bir oyun. * Okları cilâ edip parlattıkları ağaç. |
tarih |
Hâdiseye vakit tayin etmek. * Vak'anın vukuuna tayin olunan vakit. Zaman tesbiti. * Geçen hâdiseleri kaydetmekten hâsıl olan ilim. * Vak'anın vukuuna vakit tayin eden söz ve makam. More… |
tarihnüvis |
(C.: Tarihnüvisân) f. Tarih yazan. Müverrih. |
târik |
Gece gelen kimse. * Zulmette hâsıl olan belâ ve musibetler. * Parlak yıldız. * Sabah yıldızı. (Zühre) ◊ Terkeden, vazgeçen, bırakan. |
tarik |
f. Karanlık. |
tarîk |
Yol. Tarz, usûl. * Vâsıta. Meslek. * Bir maksada nâil olmak için icrâsı lâzım olan husus veya bu hususların hey'et-i mecmuası. |
târik suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 86. Suresinin ismidir. Mekkîdir. |
tarik-baht |
f. Bahtı kara, şanssız, tâlihsiz. |
tarikat |
Yol, manevî yol. * Usûl, tarz. Hal ü şan. (Bak: Müteşeyyih, Seyr-i âfâkî, Tasavvuf) |
tarim |
Kalın bulut. * Elleri ve ayakları kaba olan kimse. |
tarim (tarime) |
(C.: Tıram) Kara çadır. |
taris |
Kavi, kuvvetli. |
tariye |
Ansızın gelen belâ, dâhiye. |
tariz |
Cansız, kuru nesne. * Meyyit, ölü. |
tark |
Vurmak. * Dövmek. * Yünü ve pamuğu ağaçla vurmak. * Bulanık su. * İçine deve bevlettiğinden dolayı pislenmiş olan yağmur suyu. * Vücuttaki gevşeklik. |
tarmese |
Münkabız olmak. |
tarr |
Kesmek. * Keskinletmek. * Yapmak. * (Bıyık) gelmek. * Çolak olmak. * Düşmek. |
tarraka |
Gümbürtü. |
tarrar |
Yankesici, hilekâr. |
tarriyan |
Sepet. * Büyük tabak. |
tarsi' |
Bezemek, süslemek. * Sevinç, neşât. ◊ (Göz) yaramaz olmak. |
tarsif |
Birbirine bitiştirip kuvvetlendirme, sağlamlaştırma. |
tarsig |
Vüs'at vermek, genişlik vermek. |
tarsin |
Sağlamlaştırmak. Bir şeyi tahkik etmek. * Bilmek. * Metanet ve cesaret vermek. |
tarsinât |
(Tarsin. C.) Sağlamlaştırmalar. |
tarsis |
(Rasas. dan) Kurşunla perçinleme, kurşunlaştırma, sağlamlaştırma. * Kadının sadece gözleri görünecek şekilde örtünmesi. |
tartabe |
Keçiyi sağmak için çağırmak. |
tartib |
Islatma, rutubetlendirme. Islatılma. * Tâzelik verme. * Hoşlandırılma. * Hurmanın rutubetli olması. |
tartil |
Saçı yağlamak. |
tary |
Taptaze. Çok taze. |
tarz |
Usul, şekil, üslub. * Yol. Hey'et. |
tarze |
şekil, suret. |
tarzim |
Bir çok şeyi bir yere getirip, toplayıp bir yük yapmak. |
tarziye |
Pişmanlık duyduğunu anlatarak özür dilemek. * Râzı etmek. * 'Radıyallahü-anh' diyerek duâ etmek. ◊ Cübbe veya zırh giymek. |
tas |
(C.: Atvâs) Meşhur bir kabın adı. Tas. |
tas'ib |
Güçleştirmek. |
tas'ibat |
(Tas'ib. C.) Zorlaştırmalar, güçleştirmeler. |
tas'id |
Eritme. * Yukarı çıkma ve çıkarılma. * Buharlaştırarak temizleme. İnbikten geçirip buhar haline getirme. |
tas'ir |
Kibirlenmekten dolayı karşısındakinin yüzüne bakmayıp, yüzünü çevirmek. |
tasa'lük |
Fakirlik göstermek. |
tasa'su' |
Deprenmek, hareket etmek. * Perakende olmak, dağılmak. |
tasa'ub |
Güçleşme. Güç olma. |
tasa'ud |
(Suud. dan) Yukarı çıkma. * (Gaz veya buhar) yükselme. |
tasabbi |
(Saby. dan) Çocuk tavrı takınma. Çocuklaşma. |
tasabbu' |
Parmak parmak ayırma. |
tasabbüb |
Dökülmek. * Bahadır olmak, kahraman olmak. * Sıcaklığın artması. |
tasabbuh |
Sabahleyin uyumak. * Sabah kahvaltı yapmadan yemek yemek. |
tasabbun |
Sabunlaşma. * Sabun gibi köpürme. |
tasabbur |
(Sabr. dan) Sabırlanma. Sabretme. |
tasabi |
Aşkını izhar etmek, muhabbetini açığa vurmak. |
tasaddi |
Bir işe başlamak. * Taarruz etmek. * Yüz döndürmek. * Tesadüf etmek. * Vuku bulmak. |
tasaddu' |
(Demir) Paslanmak ve küflenmek. ◊ Yarılıp çatlama. * Dağılma. |
tasadduk |
Sadaka vermek. Allah rızası için fakirlere ve ihtiyacı olanlara, para veyahut ihtiyaca göre herhangi bir şey vermek. * Sadık ve gerçek olduğu tahakkuk etmek, meydana çıkmak.(İlmi olan kimse More… |
tasaddukat |
(Tasadduk. C.) Sadakalar. |
tasaddur |
(Sadr. dan) En başta oturma. Başa geçme. * Öğretmek. * Yücelik talep etmek, yükseklik ve ululuk istemek. |
tasaduk |
Birbirine inanmak. |
tasadüm |
Tokuşmak. |
tasaffi |
Saflaşmak. Durulmak. Temizlenmek. |
tasaffuh |
Yaprak yaprak olma. * Levha biçiminde olma, levha hâline konulma. |
tasaffür |
Sararmak. |
tasafüh |
Musafaha edişmek. |
tasafün |
Suyun az olduğu zamanlarda herkese eşit miktar su vermek. |
tasalli |
Ateşte yanmak. |
tasallub |
Sertleşmek. Katılaşmak. * Sağlamlaşmak. * Gayret etmek. |
tasallüf |
Kibirlenmek, övünmek, söz atmak. |
tasallüfât |
(Tasallüf. C.) Gösteriş olarak yapılan nezaketler. |
tasallut |
Musallat olmak. Birini rahatsız etmek. Tebelleş olmak. Tahakkümane hareket etmek. |
tasalluten |
Musallat olarak, tasallut ederek, sataşarak. |
tasalsul |
Demir ve ona benzer madenlerin birbirine değmelerinde ses çıkarmaları. |
tasamm |
Kendini sağır etmek. |
tasamüm |
Sağırlığa vurmak. |
tasannu' |
Yapmacık hareket. Zorla bir şeyi daha iyi göstermeğe çalışmak. Suni hareket. |
tasannuf |
Zorla yapılan sınıflandırma veya te'lif. |
tasarruf |
İdare ile kullanmak. Sarfetmek. Tutum. Sâhib olmak. İdare etmek. Sâhiblik. Kullanma hakkı. * (Para veya mal) artırma. * Bir şeye karışıp müdahale etme. |
tasarrufan |
Tasarruf ve tutum gayesiyle. İktisad maksadıyla. |
tasarrufât |
(Tasarruf. C.) Tasarruflar. |
tasarruh |
Şiddetle çağırmak. |
tasarrum |
Cesaretlenme, yiğitlenme. * Kesilmek. |
tasaru' |
Birbiriyle güreşmek. |
tasarum |
Birbirini kesmek. |
taşaş |
Nezleye benzer bir hastalık. |
tasavir |
(Tasvir. C.) Tasvirler, resimler. |
tasavül |
Karşılıklı hamle etmek. |
tasavün |
Hıfzetmek, korumak. |
tasavvu' |
Ayrılmak, perâkende olmak. |
tasavvuf |
Kalbi dünyanın fâni işlerinden ayırıp Allah (C.C.) sevgisi ile bağlamak. Tarikat ehli olmak. |
tasavvufî |
Tasavvufla alâkalı. Tasavvufa ait. |
tasavvuh |
Yaş otun üstü sıcaktan kurumak. |
tasavvün |
Kendini sakınmak. |
tasavvur |
Bir şeyi zihinde şekillendirmek. Tasarlamak. * Düşünce, tasarı. Arzu. (Bak: Dimağ) |
tasavvurat |
(Tasavvur. C.) Tasavvurlar. |
tasavvurî |
Tasavvurla alâkalı. Tasavvura ait. |
tasaykul |
Pürüzsüzlük. |
tasayuh |
Birbirine çağırmak. |
tasayyud |
(Sayd. dan) Ava gitme. Avlanma. Ava çıkma. |
tasayyuf |
(Sayf. dan) Yazlıkta oturma, yazlama, bir yerde yaz mevsimini geçirme. |
tasbih |
Rüzgârdan dolayı otun kuruması. * Sütü su ile karıştırıp içirmek. |
tasdi' |
Rahatsız etmek. Sıkmak. Baş ağrıtmak. * Yarmak. * Perâkende etmek, dağıtmak. |
tasdik |
Doğruluğunu kabul etmek. Bir kararın nizama, şeriata, kanuna uygun olduğunu kabul edip imzalamak. (Bak: Dimağ) |
tasdikan |
Tasdik için. Tasdik suretiyle. |
tasdikat |
(Tasdik. C.) (Ka, uzun okunur) Tasdikler, onaylamalar, doğrulamalar. |
tasdikgerde |
Kabul edilmiş, tasdik edilmiş. Doğru olduğu bilinmiş. |
tasdim |
Tokuşmak. |
tasdir |
İcra etme. Vaz' etme. * Başlama. * Başlangıç yazma. * Örtme. * Başa geçirme, başa koyma. * Yazma. * Çıkarma, çıkartma. |
tasdiye |
Alkış. El çırpma. |
tase |
f. Tasa, keder, kaygı. |
tasel |
Serabın uzaktan su gibi görünmesi. |
tasfid |
Muhkem ve sağlam bağlamak. |
tasfif |
(C.: Tasfifât) (Saff. dan) Sıralama, saf saf dizme. * Sağ elinin ayasını sol elinin arkasına vurmak. |
tasfih |
(Safh. dan) (C.: Tasfihât) Alkışlama, el çırpma. * Yaprak yapma. * Tağyir etme, değiştirme. |
tasfik |
(C.: Tasfikat) Kanat çırpma. |
tasfir |
(C.: Tasfirât) (Safir. den) Sarartma, sarıya boyama. * Islık çalma. |
tasfiye |
Saflaştırmak. Olduğundan daha temiz bir hâle getirmek. Temizlemek. * Hesabı kapatmak. |
tasgir |
Küçültmek. Cirm ve kadrini eksiltmek. Hakir eylemek. |
tasgirât |
(Tasgir. C.) Küçültmeler. |
tashif |
(C.: Tashifât) Yanılarak yanlış kelime yazma. Yazı yazarken kelimeyi yanlış yazma. * Hatâ yapma. * Tağyir etme, değiştirme. |
tashih |
Daha iyi ve daha doğru hale getirmek. Düzeltmek. * Hastanın ağrı ve acısını ilâçla gidermek. |
tashihât |
(Tashih. C.) Düzeltmeler, tashihler. |
tashin |
(Sahn. den) Sahneye koyma. |
tasi' (tâsia) |
Dokuzuncu. |
tasian |
Dokuzuncu olarak. |
tasig |
Gayretsiz kişi. |
tasir |
Galiz süt. |
taskil |
Cilâlandırmak. Saykal, cilâ vurmak, cilâ verilmek. |
taskilât |
(Taskil. C.) Cilâlamalar. Cilâ yapmalar. |
taslib |
(Salb. dan) Haça germek. Haç çıkarmak. * (Sulb. dan) Sertleştirmek. Katılaştırmak, katılaştırılmak. |
taslim |
Kulağı dibinden kesmek. |
taslit |
Musallat etmek. Birini başka birine belâ etmek. Sataştırmak. |
tasliye |
Sallâllahü Aleyhi Vesellem' diyerek dua etmek. * Bir şeyi yakmak için ateşe atmak. (Bak: Sallâllahü Teâlâ) |
tasm |
Âd taifesinden bir kabile. * Mahvetmek veya mahvolmak. |
tasme |
f. Kayış halka. Tasma. |
tasmid |
Hükmetmek. İçini doldurmak. |
tasmim |
Bir şeyi önceden iyice kararlaştırmak. Azimet-i sadıka ile kastetmek. * Muhkem kılmak. * İnkâr etmek. * Endişe edip kaçınmamak. |
tasmit |
Susturma. |
tasni' |
Düzme. Uydurma. Yakıştırma. * Bir san'atla meşgul kılma. * Güzel terbiye etme. |
tasniât |
(Tasni'. C.) Hakiki olmayan yapmacık hareketler. |
tasnif |
Sınıflara ayırmak. Sınıflandırmak. * Kitap yazmak. Kitap tertib etmek. |
tasnifât |
(Tasnif. C.) Tasnif edilmiş eserler. |
taşr |
Zayıf yağan yağmur. |
taşra |
Hariç ve dış taraf. * İstanbul harici olan memleket. * Merkez-i hükümet hâricinde olan yerler. |
tasrah |
Karınca. * Bit. |
taşrah |
Hurma ağacı. |
tasre |
(Süt) koyu olmak. * Su dibinde olan balçık. * Balçıklı su. * Dirlik, iyi olmak. |
tasri' |
Bir beytin iki mısraını da kafiyeli yapma. * Bütün mısraları kafiyeli manzume yazma. * Yere vurmak. * İki parça etmek. |
tasrid |
Azaltmak. |
tasrif |
İstediği şekilde idare etmek. Maslahatta tasarrufa izin vererek mutasarrıf kılmak. * Bir şeyi bozup değiştirerek türlü şekillere koymak, evirip çevirmek. * Gr: Bir kelimenin veya fiilin More… |
tasrih |
Belirtmek. Açık açık anlatmak. Zâhir ve ayân kılmak. |
tasrihat |
(Tasrih. C.) Açık açık anlatmalar. İzah etmeler. |
tasrihen |
Açık olarak, açıktan bildirerek. |
tasriye |
Koyunun sütü çoğalsın diye birkaç gün sağmayıp bırakmak. |
tass |
(Tasse) Oğlancıklar oyunundan bir oyun. |
taşş (taşiş) |
Yağmur çisintisi. |
tass (tasse) |
(C.: Tâs-Tusûs-Tassât) Tas, çukurca kap. |
tassuc |
(C: Tasâsic) Cânip. Nâhiye. İki tane. |
tast |
(C.: Tısâs-Tısât) Büyük tas. |
taşt |
Lâkin, fakat, amma. ◊ Büyük leğen. |
taşt-gen |
f. Leğenci. * Leğen yapan. |
tastim |
Tamamlamak. Tekmil etmek. * Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. |
tastir |
(Satr. dan) Yazı yazma. Satırlar meydana getirme. |
tasvib |
Münasib görmek. Uygun ve doğru bulmak. * Aşağı indirmek. |
tasvibât |
(Tasvib. C.) Tasvib edilip uygun görülen şeyler. |
tasviben |
Doğru bularak, tasvib ederek, münâsib görerek. |
tasvibkerde |
f. Doğru bulunmuş, tasvib edilmiş, münasib görülmüş. |
tasvig |
(C.: Tasvigat) (Siga. dan) Kalıp şekline koymak. Eritip kalıba dökme. * Batırmak. * Kuyumculuk yapmak. |
tasvir |
Hiss ve mahsusata münhasır olan ifâde. * Bir şeyi söz veya yazı ile anlatmak. Resim yapmak. * Bir şeye şekil ve suret vermek. Resim. * Edb: Görebildiğimiz ve hissedebildiğimiz şeyleri bize More… |
tasvirat |
(Tasvir. C.) Tasvirler. |
tasvirî |
Tasvire dair, tasvirle ilgili. |
tasvit |
(Savt. dan) Seslendirme, seslenme, ses çıkarma. |
tasy |
Sütü ve suyu çok içmekten dolayı vücudun ağırlaşması. * Süst olmak, zayıflamak. |
tasyir |
Bir surete koyma. Bir şekle vardırma. |
tat'ir |
Sütü yoğurt yapmak. |
tata'tu' |
Başını aşağı eğmek. |
tatabuk |
Muvafık ve müttefik olmak. Uygun olmak. |
tatahhur |
Temizlenmek. Pâklanmak. * Günah işlemekten teberri ve imtina eylemek. |
tatal |
Görmek için yüksek bir yere çıkmak. |
tatallu' |
Nazar etmek, bakmak. * Beklemek, gözlemek, muntazır olmak. |
tatallüb |
Bir defa daha istemek. |
tatalluk |
Açılmak. |
tatalu' |
Birbirine bakmak. Gözlemek. |
tatamün |
Aşağı düşmek. * Meyelân etmek, eğilmek. |
tatarrub |
şevke gelme, coşma, neşelenme, keyiflenme. |
tatarruf |
(Taraf. dan) Bir yana veya bir tarafa çekilme. |
tatarruk |
Yol bulma. Yol bulup girme. |
tatavül |
Uzun olmak. * Büyüklenmek, kibirlenmek. * Birbirine muhalefet etmek, karşı gelmek. |
tatavvu' |
Müstehab ve mendub olan namazlar. * İbadeti sırf kendi isteğiyle yapmak. * Nafile namaz kılmak. * Üzerine lâzım olmayan işler yapmak. |
tatavvüf |
Ziyaret etmek. * Dönmek. |
tatavvül |
Büyüklenmek, kibirlenmek. |
tatayyub |
Güzel koku sürünme. |
tatayyur |
Teşe'üm addetmek. Uğursuzluk. * Uçmak. |
tatbi' |
Doldurmak. |
tatbib |
Kırbayı ev direğine asmak. * Tabiblenmek, doktor olmak. |
tatbik |
Yakıştırmak. Yerine getirmek. * Karşılaştırmak. * Bir kaide, kanun veya emri yerine getirmek. Kıyas ve tahmin etmek. * Benzetme, uydurma. |
tatbikan |
Tatbik ederek, uygun yaparak. Fiilen işleyerek. |
tatbikî |
Tatbike ait. Pratik ile alâkalı. Fiilen işlemek suretiyle. |
tatbil |
Davul çalma. |
tatbin |
Bir şeye çamur sürme. |
tatfif |
Alırken dolgun, verirken eksik ölçmek. |
tatfif suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 83. suresidir. Mekkîdir. |
tatfih |
Doldurmak. |
tatfil |
Uyuntuluk etmek. * Güneşin batı tarafa doğru hareket etmesi. |
tathim |
Gökçek etmek, güzelleştirmek, tahsin. |
tathin |
(C.: Tathinât) (Tahn. dan) Öğütme. Un haline getirme. |
tathir |
Temizlemek. Yıkayıp pâk etmek. Tâhir kılmak. |
tathirât |
(Tathir. C.) Temizlikler. |
tatlik |
Boşamak. Karısını terk edip nikâhını feshetmek. |
tatlim |
Yüzüne eliyle vurmak. |
tatmi' |
Tamâ vermek. |
tatmin |
İkna etmek. Kandırmak. * İnsanın kalbini emin etmek. Rahatlandırmak. |
tatrib |
Zevklendirme, neşelendirme, keyiflendirme. |
tatrid |
Reddetmek. |
tatrih |
Bırakmak. |
tatrik |
Kuşun yumurtalamaya, kadının doğum yapmağa yakın olması. |
tatrim |
Tamamlamak. * Ata tâlim ettirip hünerli ve iyi huylu yapmak. |
tatrir |
Keskin etmek, keskinleştirmek. |
tatriz |
Elbiseye veya kumaşa süs için kenar işleme, oya yapmak. |
tature |
f. Hayvanların ayağına vurulan köstek, bukağı. |
tatvi' |
Muti etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmek. |
tatvif |
Tavaf ettirmek. |
tatvik |
Boynuna gerdanlık takınmak. |
tatvil |
Uzatma. Uzatılma. |
tatvilât |
(Tatvil. C.) Boş, beyhude ve fazla sözler. |
tatviş |
Burma, iğdiş etme. |
tatyib |
İyi davranma. İyi muâmele etme. Hoş etme. Gönlünü hoş etme. |
tatyibat |
(Tatyib. C.) İyi muâmeleler, gönlü hoş etmeler. |
tatyir |
Kötü görme. ' Bu, filanın şerrinden oluyor' deme. |
taun |
Vebâ denen dehşetli bir bulaşıcı hastalık. Bu hastalıkta lenf bezlerinde hâsıl olan yumruların herbiri. |
tav' |
İsteyerek uymak. Bir şeyi istekle yapmak. Muti' olmak. * Mer'anın genişliğinden dolayı davarın her tarafta otlamasının mümkün olması. |
tav'an |
İsteyerek. Zorlanmadan. Kendi isteğiyle. |
tav'an ev kerhen |
İster istemez. İsteyerek olsun yahut istemiyerek olsun. |
tav'î |
Kendiliğinden. İçinden. |
tav'id |
Korkutmak. |
tav'ir |
İri ve kaba yapmak. |
tav'iz |
Korkutmak. * Söz vermek, va'detmek. |
tava |
Darı. |
tava'ur |
Güçlük, zorluk. |
tava'vu' |
Tilki, çakal, kurt ve köpeğin ürümeleri. |
tavaddu' |
Abdest almak. |
tavaf |
Ziyaret etmek. Ziyaret maksadiyle etrafında dolaşmak. * Hacıların Kâbe etrafında yedi defa dolaşmaları. |
tavaggul |
Çok meşgul olmak, uğraşmak, kendini birşeye tamamen vermek. |
tavagi |
(Tâgut. C.) Putlar. Tâgutlar. |
tavahi |
Lâşe etrafında dolaşıp uçuşan akbaba kuşları. |
tavahin |
(Tâhun ve Tâhune. C.) Öğütülmüş şeyler. * Su değirmenleri. ◊ (Tâhine. C.) Azı dişleri, öğütücü dişler. |
tavaif |
(Taife. C.) Gruplar. Milletler, kavimler. Bölükler. |
tavali' |
(Tâli'. C.) Kısmetler, bahtlar, tâlihler. |
tavamir |
Tomarlar. |
tavarik |
(Târika. C.) Gece gelen belâlar. |
tavaşi |
(C.: Tavâşiye) Tar: Hadım ağası. Harem ağası. |
tavasim |
(Tavâsin) Kur'an-ı Kerim'den tâ-sin, tâ-sin-mim sureleri. |
tavaşir |
Tebeşir. |
tavassub |
Hastalanıp perişan olma. |
tavassul |
(Bak: Tevessül) ◊ (Bak: Tevassul) |
tavassut |
Ara bulma için araya girmek. Aracılık. Vasıtalık. * İyi ile kötü arasında mu'tedil olanını almak. |
tavattun |
Bir yeri vatan edinmek. Bir yerde yerleşmek. |
tavatu' |
Muvafık olmak, uygun olmak. |
tavaud |
Sözleşmek. |
tavavis |
(Tavus. C.) Tavus kuşları. |
tavazzu' |
Abdest alma. |
tavazzuh |
Açıklanmak. Aydınlanmak. Kesb-i vuzuh etmek. * Ruşenlik ve ayânlık peyda etmek. |
tavb |
Kırmızı kiremit. |
tavd |
Büyük dağ. Tepe. * Sebât. |
tavdi' |
Atılmış pamuğu kaftana koyup cübbe dikmek. |
tavf (tavâf) |
Dönmek. * Fırat Nehri gibi sularda üstüne binilen vasıta. |
tavh |
Helâk olmak. * İftira etmek. |
tavil |
Uzun. * Çok süren. |
tavile |
Birbiri ardına bağlanmış bir sıra hayvan. Hayvan katarı. * Tavla, ahır. * Çayıra salınan hayvanın ayağına bağladıkları tavla ipi. |
tavir |
(Tavr) Suret. Hareket, hal, vaziyet. * Bir kerre, bir defa. * İki şey arasındaki had ve fasıla. * Kader. * Miktar. |
taviyyet |
İnsanın gönlünde gizli olan istek veya niyet. |
tavk |
Tâkat. Güç. * Boyuna takılan zinet. Gerdanlık. * Tasma. ◊ Arzu etmek, istemek. |
tavl |
(Bak: Tul) |
tavla |
Hayvan bağlanan ahır. San'at Ansiklopedisinde "Tavla" maddesi: "Hayvanların tavlanması yani istirahat edip çalışacak kıvama gelmesi, kuvvet ve tâkat kazanması için beslendiği yer." şeklinde tarif edilmiştir.) |
tavme |
Tosbağanın dişisi. |
tavr |
(Bak: Tavır) |
tavrî |
Vahşi adam veya kuş. * Ehad, vâhid, bir. |
tavs |
Örtmek. |
tavş |
Akıl hafifliği, akıl azlığı. |
tavsib |
Tenbellik ve süstlük. |
tavsif |
Vasıflarını söylemek. Bir şeyin iç yüzünü, ne ve nasıl bir şey olduğunu anlatmak. Vasıflandırmak. * Bilgi, ilim. |
tavsifât |
(Tavsif. C.) Tavsifler. Vasıflandırmalar. |
tavsil |
(Vasl. dan.) Ulaştırma, vardırma. |
tavsim |
Azalardan bir uzva zahmet vermek. * Kırmak. * Tenbellik. |
tavsit |
(C.: Tavsitât) (Vasat. dan) Aracı bulma. Aracılık yaptırma. |
tavsiye |
Vasiyet bırakma. * Ismarlama, sipâriş etme. * Birini iyi tanıtma. Öğütleme. |
tavtid |
Bir nesneyi yerinde tutmak. * Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. |
tavtie |
Anlatılacak maksadı destekleyecek tarzda önceden bazı sözler söyleme. |
tavtin |
(Vatan. dan) Bir yerde yerleştirme. Yurtlandırma. * Birşeye bağlanıp onu neticelendirme. Makam tutunmak. * Gönlünü bağlamak. |
tavtiş |
Karşılıklı olarak reddetmek. |
tavus |
Meşhur bir süslü kuşun adı. |
tavvaf |
Kâbe'yi ziyaret ve tavaf eden. * Resmî dairelerde gece bekçisi. * Çok tavaf eden. |
tavvafe |
Kedi. |
tavvafiyye |
Resmî dairelerdeki gece bekçilerine verilen ücret. |
tavvas |
Tas yapan. |
tavy |
Açlık. |
tavzif |
Vazifelendirmek, iş vermek. |
tavzih |
Açıklamak. Açık olarak beyanda bulunmak. |
tayalis |
(Taylasân. C.) Başa ve boyna sarılan şallar. * Başa sarılan sarıkların omuzlar üzerine salıverilen uçları. |
taybe |
Medine şehri. Yesrib. Medine-i Münevvere. |
taycan |
(C.: Tâyâcin) Tava. |
tayeran |
(Tayrân) Uçuş. Uçma. |
tayf |
Hayâl. Uykuda veya karanlıkta gözde tecessüm eden şekiller. * Gül. * Kavs-ı kuzah. Gökkuşağı. |
tayfur |
Bir kuş ismi. |
tayh |
Helâk etmek veya helâk olmak. * Bırakmak. ◊ Bulaşmak. * Hafiflik. |
tayhan |
Boş ve mâlayâni şeylere itiraz eden kimse. |
tayhuc |
Turaç kuşu (Bir sülün nevidir.) |
tayi' |
İtaat eden, boyun eğen kimse. * Bir işi kendi isteğiyle yapan. |
tayian |
İsteyerek. |
tayih |
Hayran kimse. |
tayir |
(Tayr.) Kuş. * Uçmak. * Çabuk yürümek. |
tayiş |
Yeynicek kimse. * Hafiflik. |
taylasan |
(C.: Tayâlis-Tayâlise) Başa ve boyna sarılan şal. * Başa sarılan sarığın omuzlar üzerine salıverilen ucu. |
tayr |
(C.: Atyâr-Tuyur) Kuş. * Uçmak (mânasına mastardır.) |
tayrure |
Uçmak. |
tays |
Çok adet. * Yer yüzünde olan toprak ve süprüntü. * Nesli çok olan karınca ve sinek. |
taysel |
Çok miktar. Fazlaca. |
taytan |
Yaban sarımsağı. |
taytava |
Bağırtlak kuşuna benzeyen alaca bir kuş. (Yüzü beyaz, başı kara olur.) |
tayy |
Bükmek, sarmak, dürmek. * Kaldırmak. * Geçmek. * Açmak. * Çıkarmak. Bir haberi ketmetmek. Kasten açtırmak. * Atlama, üzerinden geçme. |
tayyan |
Balçık yapan kimse. |
tayyar |
Uçan. Uçucu. Uçma kabiliyeti olan. Havaya kalbolup gaib olan. ◊ Deniz dalgası. |
tayyaş |
Aceleci hafif kimse. * Hilebaz kimse. |
tayyetmek |
Silmek. Kaldırmak. * Mc: Uzun zaman veya mesafeyi az zamanda geçip aşmak. |
tayyib(e) |
İyi, hoş. İyi davranış. Temiz. * Hz. Peygamber'e (A.S.M.) Cenab-ı Allah (C.C.) en güzel kokular vermiştir. Bu yüzden kendisine Tayyib denilmiştir. * Fık: Helâlin her türlü şüphelerden More… |
tayyibât |
(Tayyibe. C.) Bütün güzel sözler, güzel mânalar, harika güzel cemaller. * Bütün kâinat yüzünde cemalleri görünen ezelî Esma-i Hüsnâ'nın cilveleri. |
taz |
f. Koşma, koşuş. |
taz' |
Gayretsiz olmak. |
taz'if |
İki kat, kat kat etmek. Ziyade etmek. Bir kat daha artırmak. Çoğaltmak. * Zayıf addetmek. |
tazaccu' |
Gevşek davranma, üşenme. |
tazaccur |
Sıkıntı. İç sıkılma. |
tazaffür |
Galip olmak, yenmek. |
tazallül |
(Zıll. den) Gölgelenme, gölgede olma, gölge altına girme. |
tazallüm |
Bir haksızlıktan sızlanmak. Şikâyet etmek. * Birinin hakkını veya malını gasbetmek. * Mazlum olmak. * Zulmü kendi nefsine isnad etmek. |
tazallümât |
(Tazallüm. C.) Yanıp yakılmalar, sızlanmalar. |
tazammud |
Yaranın merhemli bezle sarılması. |
tazammun |
İhtiva etmek. İçine almak. İçinde başka şeyleri havi olmak. Muhit olmak. * Tazmini kabul etmek. Kefil olmak. * Man: Lâfzın, mevzuu olduğu mânanın cüz'üne delâlet etmesi. |
tazannün |
(Zann. dan) Sanma, zan ile iş görme, delilsiz hükmetme. |
tazarru' |
Bir şeye gizlice yaklaşmak. * Kendi kusurlarını bilip kibirden vaz geçip tevâzu ile yalvarmak. |
tazarru'en ve hufyeten |
Gizlenip saklanarak. |
tazarru'kârane |
f. Tazarru ederek. Tazarru etmek suretiyle. |
tazarruf |
Zarafet. * Zariflik taslama. İncelik göstermek. Külfetle zarif olmak. |
tazarrur |
(Zarar. dan) Zarar ve ziyâna uğrama. |
tazavvu' |
Bir şeyin güzel kokusunun etrafa yayılması. |
tazayyüf |
Meyletmek, eğilmek, yönelmek. |
tazayyuk |
(Zîk. den) Sıkışma, daralma. |
taze |
f. Yeni kesilmiş, bayatlamamış, taravetli, buruşmamış. * Yeni duyulan, henüz ortaya çıkan. * Kuru olmayan, yeşil. * Genç, körpe. |
tazegî |
f. Tazelik, yenilik, körpelik. * Gençlik. |
tazende |
f. Koşucu. |
tazfir |
Galip etmek. * Tırnaklaşmak. |
tazhir |
(Zahr. dan) Arkaya atma. Arkaya bırakma veya bırakılma. İhtimâl. |
tazi |
(C.: Tâziyân) Araplar. |
taziyane |
f. Sebeb. Vasıta. * Kırbaç, kamçı. |
tazlil |
(Zıll. den) Gölgelendirme veya gölgelendirilme. |
tazlim |
Zâlim olmak. |
tazmid |
Merhemli bezi yaraya sarıp bağlama. |
tazmin |
Kefil olmak. * Zarar verdiği kimsenin zarar ve ziyanını ödemek. * Edb: Başkasına ait bir mısra veya beyti intihâl ve tevârüd olmaksızın kendi şiirine alma san'atı. * Bir şeyi bir şeye More… |
tazminât |
(Tazmin. C.) Zarar ve ziyana karşı ödenen bedeller. * Zararların bedellerini ödetme. |
tazr |
Eliyle vurup def'etmek. El ile kovmak. |
tazrir |
Zarar vermek. Zarara uğratmak. |
tazyi' |
(C.: Tazyiât) (Ziyâ. dan) Kaybına sebeb olma, bırakıp kaybetme. Boşuna harcama. |
tazyik |
'Daraltmak, sıkıştırmak. * İcbar etmek. * Sıkıntı ve ızdırab vermek. * Zorlama, baskı. * Fiz: Bir kuvvet harcayarak yapılan basma veya itme işi. Basınç. Katı cisimler, üzerine More… |
tazyikat |
(Tazyik. C.) Tazyikler. Sıkıştırmalar. Baskılar. Zorlamalar. * Basınçlar. |
te |
f. Dek, kadar, değin. Meselâ: Ser-te-ser. Baştan başa. |
te'bid |
(C.: Te'bidât) (Ebed. den) Ebedileştirme, sonsuzlaştırma. |
te'bidât |
(Te'bid. C.) Ebedileştirmeler, sonsuzlaştırmalar, te'bidler. |
te'bil |
Deveyi katarıyla getirmek. |
te'bin |
Ölmüş bir kimsenin iyiliklerini hatırlayıp söyleme. * Bir kimseyi yüzüne karşı ayıplama. |
te'bir |
(Ağaçları) aşılama, (ağaçlara) aşı yapma. |
te'bis |
Horlama. Hakaret. |
te'biye |
Yüksek sesle okumak. |
te'cic |
Tutuşturup alevlendirme. |
te'cil |
Başka zamana bırakma. * Acele etmeme. (Zıddı: Ta'cil) |
te'dib |
Edeblendirme. Terbiye verme. * Haddini bildirme. |
te'dibat |
(Te'dib. C.) Edeplendirmeler, terbiye etmeler. |
te'diben |
Te'dib suretiyle, te'dib için. Haddini bildirmek için. |
te'diyat |
(Te'diye. C.) Ödemeler. |
te'diye |
(C.: Te'diyat) Eda etmek. * Ödenmiş para. Verilmiş borç. * Borcunu vermek. |
te'fik |
(C.: Te'fikât) Yalan söyleme. * Yalan ve iftirâ etme. |
te'haz |
Tekrar almak. |
te'hil |
Misafire 'hoş geldiniz' demek olan ehlen ve sehlen cümlesini söylemek. * Ehliyetli kılmak. * Ürkekliğini gidermek. Alıştırmak. * Lâyık ve müstehak görmek. |
te'hir |
Geciktirme. Sonraya bırakma. |
te'hirât |
(Te'hir. C.) Tehirler, geciktirmeler, sonraya bırakmalar. |
te'hiye |
Hayvana yatacak ahır yapmak. * Birbirine kardeş olmak. |
te'kid |
Kuvvetlendirme, sağlamlaştırma. * Üsteleme. Bir iş için evvelce yazılan bir yazıyı tekrarlama. |
te'kiden |
Tekrarlama ile. * Sağlamlaştırarak. Te'kid suretiyle. * Evvelce yazılmış olan bir yazıyı tekrarlıyarak. |
te'kil |
Yedirme veya yedirilme. |
te'leb |
Bir ağaç adı. |
te'lib |
Kandırmak. |
te'lif |
Barıştırmak. Husumeti defetmek. Ülfet ve imtizac ettirmek. * Çeşitli şeyleri birleştirip karıştırmak. * Eser yazmak. * Noksan bir adedi bine çıkarmak. |
te'lifât |
Yazılmış eserler, kitaplar. |
te'lil |
Tez etmek, çabuklaştırmak. |
te'lis |
Durdurmak, ikâmet. * Yağmurun devamlı yağması. |
te'liye |
İbadet ettirmek. |
te'mim |
Kasdetmek. |
te'min |
Güvenlik, emniyet hissi vermek. * Sağlamlaştırma, şüphe bırakmama. * Sağlamak. Kat'i vaadde bulunmak. Emn ve emân vermek. * Elde etme. |
te'minât |
(Te'min. C.) İnandırmak ve emniyet vermek için veya muhtemel zararı ödemek için verilen söz veya para, gösterilen kefil. |
te'minen |
Te'min suretiyle. |
te'mir |
Emretmek. |
te'mit |
Zihnen tahmin etme. |
te'miye |
Öpmek. |
te'nib |
Ayıplamak. * İncitmek. |
te'nis |
Ürkekliğini gidermek. Alıştırmak. * Bir hayvanı terbiye ederek işe yarar hale getirmek. ◊ Bir kelimenin sonuna te'nis alâmeti olan ( ) ilâve ederek müennes yapmak. |
te'rib |
Kuvvet verme, sağlamlaştırma. * Çoğaltma. |
te'rik |
Gece uykusuz bırakma. |
te'ris |
Kandırma. * Ateş yakma. * Fitne düşürme. |
te'riş |
Bozmak. Fitne çıkarmak. |
te'şib |
Kandırmak. |
te'sif |
Sacayak üstüne çömlek koymak. |
te'sil |
Sermaye vermek. * Asıl etmek. ◊ Tez etmek. Sür'atli yapmak. |
te'sim |
Günah işledin demek. Bir kimsenin günahkâr olduğunu söylemek. |
te'sin |
Tağyir etmek, değiştirmek. |
te'sir |
Bir şeyde eser ve nişane bırakma. * Vasıfları ve halleri değiştirme. * İşleme, dokuma, iz bırakma. * İçe işleme. * Kederlenme. |
te'şir |
Gedik etmek. |
te'sirat |
(Te'sir. C.) Te'sirler. |
te'sis |
Kurma, temelleştirme, esaslar koyma. * Esas koymakla sâbit, sağlam ve kararlı kılmak. |
te'sisat |
(Te'sis. C.) Te'sisler, kuruluşlar. Kurulup temelleştirilen şeyler. |
te'siye |
Teselli verme, avutma. |
te'te |
Tekebbürlenmek, gururlanmak. Ululanmak. |
te'tee |
Söylerken dilini, 'tâ' lâfzına döndürmek. |
te'tiye |
Su yolunu vermek. |
te'vib |
Tesbih etmek. * Sabahtan akşama kadar seyretmek. |
te'vid |
Eğriltme. |
te'vil |
(Tef'il veznindendir) Bir nesneye redd ve irca' etmek. Döndürmek. Te'vil kelimesi, bazı müfessirlere göre, rücu' mânasına olan 'Evl: ' den alınmıştır. |
te'vilât |
(Te'vil. C.) Te'viller. Zâhiren yakın mâna ve delil nakletmek sebebiyle başka mâna vermeler. |
te'vim |
Tâzim etmek, hürmet etmek. |
te'viye |
Haz duyup 'oh' demek. |
te'ye |
Eğlenmek, durmak, oyalanmak. |
te'yid |
(C.: Te'yidât) Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırma. Metânet verme. * Doğrulama, doğru çıkarma. Destekleme. |
te'yis |
(Ye's. den) Me'yus etme, ye'se düşürme. Umutsuzlaştırma. |
te'z |
Yara. * Cenk edip döğüşürken birbirine yakın olup yoldaşını gözetmek. |
te'zin |
Ezan okutma. * Bağırıp ilân etme. |
te'ziye |
Eziyet etme, cefa çektirme. |
tea |
Duâ. |
teab |
(Bak: Taab) |
teabbüd |
(Bak: Taabbüd) |
teabbüs |
Abes yüzlü olmak. |
teaddi |
(Bak: Taaddi) |
teadi |
(C.: Teâdiyât) (Adu. dan) Ara açılma. Düşmanlık. |
teadud |
(Adud. dan) Kol kola girme. * Birbirini tutma. Karşılıklı yardımda bulunma. Birbirine yardım etme. |
teadül |
(C.: Teâdülât) (Adl. den) Birbirine denk gelme. Eşitlik, denklik, beraberlik. |
teaffüf |
(Bak: Taaffüf) |
teaffün |
(Bak: Taaffün) |
teahhüd |
Hıfzetmek, korumak. * Uymak, tâbi olmak, riâyet etmek. |
teahhur |
Geri kalmak. Geciktirmek. Gecikmek. |
teahüd |
Sözleşmek. Ahidleşmek. |
teahüdât |
(Teâhüd. C.) Sözleşmeler. Ahidleşmeler. |
teakk |
Dolu olmak. |
teakkub |
Her nesnenin âkibetine nazar etmek. Sonuna bakmak. |
teakkud |
Bağlanmak. |
teakkum |
Tereddüt etmek, kararsız olmak. |
teakkün |
Karın buruşukluğu. |
teakkür |
Cem'olmak, toplanmak. * Açlık. |
teakküs |
(Aks. den) Tersine dönme. |
teakub |
Birbiri ardınca olmak, peşinde olmak. * Bir nesneyi sonradan çoğaltmak. |
teakud |
(Akd. den) Bağlaşma, akidleşme. |
teala |
Nâmı büyük' meâlinde olup. Cenab-ı Hakk'ın (C.C.) kudsiyet ve büyüklüğü için hürmeten söylenir. |
tealallah |
Allah yükseltsin! |
teali |
Yükselme. Yüceltme. Çok yüce olma. |
tealiperver |
f. Yükselmeyi isteyen. |
tealli |
(C.: Tealliyât) Yüksek olma. Yükselme. |
tealluk |
Muhabbet etmek, sevmek. * Alâkalı olmak. |
teallül |
(Bak: Taallül) |
tealüm |
(İlm. den) Bir şeyi herkesin bilmesi. |
teami |
Görmez gibi görünme. Yalandan görmezliğe gelme. |
teammüc |
Eğrilik. |
teammüd |
(Bak: Taammüd) |
teammuk |
Batmak, gömülmek. |
teammüm |
İmame sarmak, sarık sarmak. * Umumileşmek. |
teamül |
Olagelen iş. * Birbiriyle alıp vermek. * Yapılagelen muamele ve münasebet. * Usul. * Reaksiyon, tepki. |
teamüs |
Gaflet etmek. Câhillik etmek. |
teanni |
Zahmet çekme. |
teannüd |
Hakkı ve doğruyu bilerek tersini yapmak. |
teannüt |
Meşakkate düşmek. * Hasmın kötülüğünü ve zilletini istemek. |
teanuk |
Birbirinin boynuna sarılma. Kucaklaşma. |
tearri |
(Uryet. den) Soyunma. Çıplaklaşma. |
tearrüf |
Bir şeyi araştırarak öğrenme. |
tearüf |
Tanışmak. Birbirini tanımak. Birbirine tanış çıkmak. |
tearuz |
Muâraza. İki kişi arasında zıddiyet, mümânaat etmek. |
tearuzen |
Birbirine zıt olarak, muarız olarak. |
teas |
Sürçüp yüzü üstüne düşmek. |
teaşi |
Gafil görünmek. |
teassi |
Muhalefet etmek, karşı gelmek. * Sopayla vurmak, asâ ile darbetmek. |
teassüf |
Müstakim yoldan çıkmak. İ'tisaf. |
teassür |
Sıkılmak. |
teassüs |
Kokmak. * Geceleyin ava gitmek. |
teaşük |
Sevişmek. |
teasür |
(Üsr. den) Bir şey güçleşme. Güç olma. ◊ Geçim. Güzel geçinme. |
teaşür |
Muaşeret etmek, iyi muamelede bulunmak. |
teati |
Karşılıklı alıp vermek. * Bir şeye el uzatıp almak. Hakkı olmayan şeye el uzatmak. * Fık: Pazarlıksız ve konuşmadan fiilen vâki olan mal alış verişi. |
teattuf |
Esirgemek. Merhamet etmek. Şefkat göstermek. * Ulaşmak. İttisal etmek. * Eğilip bükülmek. |
teattul |
Kadının elinde ve ayağında kınası, saçında boyası, kolunda ve boynunda mücevherleri olmaması. |
teattus |
Aksırma. |
teattuş |
Susamak. |
teatuf |
Birbirine şefkat, muhabbet ve sevgi göstermek. * Birbirine bağlanma. |
teatufât |
(Teâtuf. C.) Karşılıklı sevgiler. |
teavün |
Yardımlaşmak. Birbirine muâvenet etmek. |
teavünât |
(Teavün. C.) Yardımlaşmalar. |
teavür |
Elden ele gitmek. |
teayüş |
Birbiriyle dirlik etmek. |
teayyüb |
Ayıplamak. |
teayyün |
Bellibaşlı olmak. * Meydana çıkmak. Görünmek. Belirmek. * Anlaşılma. Zâhir ve âşikâr olma. (Bak: Taayyün) |
teazud |
Kol kola tutunma. * Mc: Yardım. |
teazum |
Gözde büyümek. Azametlenmek. Büyük görünmek. |
teazzuk |
Darlık, tazyik. |
teb |
f. Hararet. * Tıb: Sıtma. |
teb'an |
Bir şeyin arkasından gitmek ve ona tabi olmak. |
teb'id |
Uzaklaştırma. Bir yerden bir yere sürme, kovma. |
teb'iz |
Bölmek. Bölük bölük etmek. Bir kısma ait etmek. |
teb-zede |
(C.: Teb-zedegân) f. Sıtmaya tutulmuş. |
teba' |
Tabi olma. Uyma. |
teba'sus |
Muztarib olmak, ıztırab çekmek. Acı çekmek. |
teba'ul |
Kadının kocasıyla konuşup görüşmesi. |
teba'uz |
Parçalanma. Kısım kısım ayrılma. |
tebaa |
Tâbi olanlar. Birisinin veya bir devletin emri altında olanlar. |
tebab |
Ziyan, zarar, kayıp, hasar. |
tebadül |
Birbirinin yerine geçmek. Karşılıklı değişmek. Trampa. |
tebadülât |
(Tebadül. C.) Değişmeler. Tebadüller. |
tebadür |
Ani olarak zihne girmek. * Hâdis olmak. * Barışmak. * Öğretmek. * Diğerini geçmek için sür'atlenmek, hızlanmak. |
tebagguz |
(Buğz. dan) Sevmeme. Kin besleme. Buğzetme. |
tebagi |
Birbirine zulüm etmek. |
tebaguz |
(C.: Tebâguzât) (Buğz. dan) Sevişmeme, gizli kin tutup düşmanlık besleme. |
tebah |
f. Mahvolmuş. Yıkılmış. Fesada giriftar olmuş. * Bozuk. |
tebah-kâr |
(C.: Tebâhkârân) f. Mahveden, harab eden, bitiren. |
tebahbuh |
Durmaya, oturmaya, girmeye ve çıkmaya kadir olmak. * Ortada oturmak. |
tebahhur |
(Bahr. den) Bir şeyin içine dalma ve derinliğine varma. Bir ilimde derin ihtisas kazanma. ◊ (Buhar. dan) Buharlaşmak. Tütsülenmek. Buğulanmak. * Kokmak. |
tebahhurât |
Buharlaşmalar. Buğu haline geçmeler. |
tebahi |
Övünme, tefahur. * Muharebe edişmek, karşılıklı dövüşmek. |
tebahtur |
Dalgalanmak, dalgalanır olma. * Kibirlenerek yürüme, kibirli kibirli yürüme. |
tebaî |
Hakiki maksat olmayıp dolayısıyla olan. * Başkasına uyarak. * Cüz'î olarak. (Bak: Tebeî) |
tebaiyyet |
Uyma, tabi olma. İtaat, inkıyad ve imtisal etme. |
tebaiyyeten |
Tâbi olarak. Uyarak. |
tebaki |
(Bükâ. dan) Ağlar görünme. Yalandan ağlama. |
tebakkur |
İlim ve malda genişlik üzere olmak. Âlim ve zengin olmak. |
tebançe |
Tokat. |
tebane |
Zeyreklik, akıllılık. |
tebar |
Helâk, bitme, yok olma. ◊ f. Soy, nesil, neseb. |
tebari |
Mücâdele ve muhârebe etmek. Savaşmak, dövüşmek. |
tebarük |
Çoğalmak, ziyâde olmak. * Uzamak. * Büyüklük. * Genişlemek. * Zâhir olmak, görünmek. |
tebarüz |
Belli olma, belirtme. Görünme. * İki hasım cenk için meyadan çıkma. |
tebaşir |
Müjde. * Her şeyin öncesi, ilk zamanı. ◊ f. Tebeşir. |
tebassur |
Göz açıklığı, dikkat-i nazar. İleri görüş. |
tebaşür |
Muştulamak. Müjdelemek. * Mübaşeret etmek, bir işe girişmek, başlamak. |
tebattun |
Bir şeyin içini dışını iyice anlamak için çalışma. |
tebatu' |
Ağır davranma. Ağır hareket etme. |
tebaüd |
Uzaklaşma. Uzağa çekilme. * Uzama. |
tebaüdât |
(Tebaüd. C.) Birbirinden uzak düşmeler. Uzaklaşmalar. |
tebaul |
Oynamak. |
tebayi' |
(Bak: Tabayi') |
tebayü' |
Bey'edişmek, bir malı diğer bir malla değişmek. |
tebayün |
İki şey arasındaki uyuşmazlık. Birbirinden ayrı ve başka olmak. İhtilâf vuku bulmak. Zıtlık. |
tebayünât |
(Tebayün. C.) Tebayünler, iki şey arasındaki farklılıklar. |
tebazül |
Birbirine bahşiş etmek. |
tebb |
Zarar, ziyan, hasar, kayıp. |
tebban |
Saman satan, samancı. |
tebcil |
Ağırlamak. Yüceltmek. Birisine ta'zim etmek. Hürmetle hareket etmek. |
tebcilen |
Ağırlıyarak, tâzimen. |
tebdil |
Değiştirmek. Tağyir etmek. Bir şeyi başka bir hâle veya şeye değiştirmek. |
tebdilât |
(Tebdil. C.) Tebdiller, değiştirmeler. |
tebdilen |
Değiştirerek. Tağyir ederek. |
tebea |
(Tâbi. C.) Tâbi olanlar, uyanlar. |
tebean |
Tâbi olarak. Uyarak. |
tebecbüc |
Sevinmek. |
tebeccüs |
Suyun açıktan akması. |
tebeddi |
Sahraya çıkmak, çöle çıkmak. |
tebeddü' |
Ehl-i Sünnetten iken başka mezhebe girme. * Dinini değiştirme. İrtidad. * İyi olan ahlâkını bozup değiştirme. ◊ Başlamak. |
tebeddüd |
Perâkende olmak, dağılmak. |
tebeddül |
Başkalaşmak. Değişmek. * Yeni hey'ete, başka kıyâfete girmek. (Bak: Hudus) |
tebeddülât |
(Tebeddül. C.) (Bedel. den) Tebeddüller, değişiklikler, tagayyürler, tahavvülât. |
tebeh |
(Bak: Tebah) |
tebehhül |
Tahsil için sıkıntı ve zahmet çekme. |
tebehhüm |
şüpheli ve belirsiz olma. |
tebehhur |
(Bak: Tebahhur) |
tebehhür |
Tıb: Kısa ve sık nefes alma. |
tebehkar |
(C.: Tebehkâran) f. Mahveden, harab eden. Bitiren. |
tebeî |
Kasdî olmayan. * Tâbi olarak. * Başkasının vücuduyla kaim olan. * Müstakil olmayıp başkasına tâbi olarak. (Bak: Tebaî) |
tebekkül |
Karışmak. |
tebekküm |
(Bekem. den) Dili tutulma. Konuşurken tutulup kalma. |
tebelbül |
Lisanların muhtelif ve muhtelit olması. Bazısı Arapça, bazısı Farsça ve Türkçe olmak gibi. * Karışıklık. |
tebelleş |
Birbirine geçmiş, karmakarışık, karışmış. |
tebellüc |
Sabah yeri ağarmak. |
tebellüd |
Ağır, tembel olma. * Bir şeye tahassür ve teessüf etme. Pişmanlıktan dolayı 'hay meded' diye ellerini birbirine çarpma. * Yere düşme. |
tebellüğ |
Anlayıp alma. Yetişme, erişme. * Tebliği kabul etme. |
tebelluh |
Tekebbürlenmek, gururlanmak, kibirlenmek. |
tebellüh |
Ahmak olmak. * Suretâ ahmaklık göstermek. * Kaybolmuş bir şeyi araştırmak. * Yolu bilmeyen kimse, erbâbından sorup araştırmayarak gitmek. |
tebellül |
(C.: Tebellülât) Nemlenme, ıslanma. |
tebellür |
Billurlaşmak. Parlak, şekilli olup ve donup katılaşmak. * Açığa çıkmak. Meydana çıkmak. |
teben |
Zeyrek, akıllı kimse. |
tebenni |
Evlât edinme. |
teber |
f. Balta. |
teberku' |
Yüzünü örtme, peçeleme. Yaşmaklanma. |
tebernüs |
Bürnüs giymek. |
teberra |
Uzak durma. Sevmeyip yüz çevirme. |
teberri |
Alâkasız olma. Sevmeyip yüz çevirme. * Temiz olma. |
teberru' |
Bağış. Bir malın karşılıksız olarak verilmesi. Mecburiyet olmadığı hâlde birisine bir malı vermek. Hayırlı işlerde yardım ve ihsanda bulunmak. |
teberrü' |
Pâk ve temiz, halis ve helâl olmak. |
teberruan |
Teberru ederek, teberru suretiyle, bağışlayarak. |
teberruât |
(Teberru'. C.) Teberrular, bağışlar, bağışlamalar. |
teberrüc |
Açık saçık olmak. * Kadının süslenip yabancılar içinde gezmesi. (Câhiliyet devrinde olduğu gibi) |
teberrüd |
Soğuma, serinleme, soğuk hâle gelme. * Soğuk suya girme. |
teberrük |
Bir şeyi bereket veya saadet vesilesi sayarak almak veya vermek. Uğur ve bereket saymak. * Hayr-ı İlâhiye hissedâr olmak. |
teberrüken |
Uğurlu ve mübarek olarak. Bereket mevzuu ederek. |
teberrüm |
Muztarib olmak, ıztırab ve acı çekmek. |
teberrür |
Allah rızasına çalışma. |
teberruz |
İktifa etmek, yetinmek. |
teberrüz |
Görünme, meydana çıkma. |
tebertum |
Büyüklük taslama. * Hiddetlenme, öfkelenme, kızma. |
teberzin |
f. Eskiden harp âleti olarak kullanılan ve eyere asılan küçük savaş baltası. |
tebeşbüş |
Küçükten büyüğe güler yüz gösterme. |
tebessül |
Somurtma, surat asma. Yüzünü ekşitme. |
tebessüm |
Gülümseme. Nazikâne ve dişlerini göstermeyerek gülme. |
tebessüm-künan |
f. Gülümser tarzda, gülümseyerek. |
tebessümat |
(Tebessüm. C.) Gülümsemeler, tebessümler. |
tebessür |
Sivilce çıkma. |
tebettül |
Halkdan ayrılmak. * Mâsivadan kesilip ihlâs ile Hakka yönelmek ve ubudiyet etmek. * Evlenmekten vaz geçip zâhidlik etmek. |
tebevvü' |
Makam tutmak. |
tebevvül |
Bevl etmek. İşemek. |
tebeyyün |
Belli olmak. Sabit olmak. Görünüp anlaşılmak. |
tebeyyüt |
Geceleyin yağma etme. * Bir işi gece yapmak. |
tebezzuh |
Tekebbürlenmek, gururlanmak. |
tebezzuk |
(Büzâk. dan) Tükürme. |
tebezzül |
'Terk-i hıfz etmek; yâni ne olursa sakınmayıp her yerde kullanmak.' ◊ Yarılma. Şakk. |
tebhal |
(Tebhâle) Dudak kabartısı. |
tebhic |
(Behic. den) Güzelleştirme. |
tebhih |
Sıcaklığın az olması. |
tebhil |
(Bahal ve Buhl. den) Bir kimse için 'pinti, hasis' deme. |
tebhir |
Buharlaştırma. Buhar hâline getirme. * Tütsüleme. |
tebhit |
Ağlatmak. |
tebi' |
Yardımcı, yardak. * Sığır yavrusu. |
tebia |
Zulümle ve zorla alınmış olan kumaş. |
tebk |
Dolu olmak, dolmak. |
tebkir |
Acele etmek. |
tebkit |
Tekdir etmek. Azarlamak. Vurmak. Başa kakmak. * Delil ve bürhanla galip gelip susturmak. |
tebkiye |
(Bükâ. dan) Dokunaklı sözler söyleyip ağlatma. |
tebl |
Fesad etmek, çürütmek. |
tebliğ |
Ulaştırmak. Götürmek. * Bildirmek. * Eriştirmek. |
tebligat |
(Tebliğ. C.) Tebliğler. İlânlar. Bildirilen şeyler. |
teblil |
Islatma. Islatılma. |
teblim |
Çirkin yapmak, çirkinleştirmek. |
tebliye |
Eskitme ve çürütme. köhneleştirme. |
tebn |
(C.: Etbân) Saman. |
tebnî |
Saman renkli. |
tebniye |
Çok bina yapmak. |
tebric |
Dışarı çıkarmak. * Hâlinden döndürmek. |
tebrid |
(Bürudet. den) Soğutma, soğutulma. * Mc: Ara açılma, soğuma. |
tebrie |
(Tebriye) Bir kimseyi şüpheden ve zan altından kurtarmak. Temizliğini ve suçsuzluğunu meydana çıkarmak. * Borçtan kurtarmak. * Nezahet, ismet. * Beraet ettirmek. |
tebrih |
(C.: Tebârih) İncitmek. Eza vermek. |
tebrik |
Gözlerini dike dike bir yere bakmak. * Günaha girmek. * Uzak bir yere sefer etmek. * Çetinlik, zorluk sebebi ile yorulmak. * Kadının süslenip püslenmesi. * Evi ziynetleyip süslemek. More… |
tebrikât |
(Tebrik. C.) Tebrikler. Tebrik etmeler. |
tebriye |
(Bak: Tebrie) |
tebriz |
Dışarı çıkarmak. * Tekebbürlenmek, gururlanmak. * Göstermek, izhâr etmek. |
tebsir |
İnsanın gözünü açacak şekilde tarif ve izah etmek ve kalbine basiret vermek. |
tebşir |
Müjdelemek. Hayır haber vermek. Müjdelenmek. |
tebşirât |
(Tebşir. C.) Müjdelemeler, müjde vermeler. |
tebtie |
(Bati. den) Yavaşlama, ağırlaşma. |
tebtik |
Kulak kesmek. |
tebtil |
Tamamen hakka yönelmek. * İyice ve tamamiyle kesmek. * Terbiye etmek. * Yemek. (Bak: Tebettül) |
tebtit |
Kesmek. * Dağıtmak. * Bitirmek. |
tebuk |
Hicaz'ın kuzey tarafında Medine-i Münevvere'den Şam'a giden yolun ortasında bir yerdir ve Peygamber Efendimizin son gazvesinin yeri olmakla meşhurdur. Tebuk'te More… |
tebvib |
(Bâb. dan) Kısım kısım ayırma. Bablara ayırma. |
tebvie |
Bir kadını boş bir evde oturtma. |
tebyin |
Belirtme. Açıkça anlatma. * İsbat etme. |
tebyiz |
Temizce yazma. Müsveddeden daha iyice bir kâğıda yazma. * Ağartma, beyazlatma. |
tebzil |
Delme, yarma. Çok azimle bir şeye girişmek, adamak. |
tebzir |
Boş yere malını sarf etmek. * Serpmek. Dağıtmak. * İsraf etmek, lâyık olmayan yere malını sarfetmek. |
tebzirât |
(Tebzir. C.) İsraflar. * Tohum saçmalar. |
tec'id |
(Ca'd. den) Saç kıvırtma. |
teca'cu |
Yere düşmek. |
teca'ud |
(Ca'd. dan) Büklüm büklüm olma (saç). |
tecadu' |
Husumet etmek, düşmanlık etmek. |
tecafi |
Uzak olma. Yerinden bir tarafa ayrılma. |
tecahüd |
Kuvvetini sarfedip uğraşmak. Çalışmak. ◊ İnkâr etmek. |
tecahüf |
Darbetmek, vurmak. * Üstün gelmek, galebe etmek. |
tecahül |
Bilmezlikten gelme. Bilmiyor görünme. |
tecahülkâr |
f. Bilmezlikten gelen. |
tecahüm |
Yüz pörtürmek. |
tecahür |
Aşikâre olmak, açık ve belli olmak. |
tecalüs |
Birlikte oturmak. |
tecamu' |
Cima etmek. * Toplanmak, cem'olmak. |
tecanüb |
Sakınma. Çekinme. |
tecanüf |
Meyletmek, eğilmek, yönelmek. |
tecanün |
Delirmek. |
tecanüs |
Bir cinsten olma. * Birbirine sıkı sıkı bağlılık, benzeyiş ve uygunluk. |
tecarüb |
(Tecarib) (Tecrübe. C.) Tecrübeler. |
tecasü |
Diz üstüne çökmek. |
tecasür |
Cesaretlenme. |
tecavif |
(Tecvif. C.) Oyuk yerler, oyuklar. |
tecavüb |
Cevaplaşma. Karşılıklı cevap verme. |
tecavül |
(C.: Tecâvülât) (Cevelân. dan) Dolaşma. Cevelân etme. |
tecavür |
Komşu olma. |
tecavüz |
Haddini aşma. Söz veya hareketle ileri gitme. * Aleyhine hareket etme. * Zorlama. * Geçme. * Sataşma, saldırma, sarkıntılık. |
tecavüzât |
(Tecavüz. C.) Tecavüzler. Sataşmalar. Haddi aşmalar. |
tecavüzkâr |
(C.: Tecavüzkârân) f. Sataşan, saldıran, tecavüz eden. |
tecazüb |
Birbirine karşı duyulan yakınlık. * İncizab etme. Çekme. |
tecazüm |
Kesişmek. |
tecazür |
Sövüşme. |
tecbib |
Ürkmek. Kaçmak. * Davarın ön ayaklarının dizlerine kadar beyaz olması. |
tecbin |
Birisine 'korkaksın' deme, korkak sayma. |
tecbir |
(Cebr. den) Çıkık veya kırık olan kemiği sarıp iyi etme. |
tecbiye |
Rüku eder gibi eğilip durmak. |
tecdi' |
Bir kimseye iyileşmesin diye beddua etme. * Vücudun bir tarafını kesme. * Çocuğu zararlı şeylerle besleyip gelişmesini önleme. |
tecdid |
Yenileme. Yenilenme. Tazelenme. |
tecdidât |
Yenilemeler, tazelemeler. |
tecdiden |
Yenileterek. Yenileyerek. |
tecdil |
Yere yıkma, yere atma, yere vurma. |
tecebbür |
(Cebr. den) (C.: Tecebbürat) Kibirlenme, büyüklenme. |
tecebbüs |
Yürürken sallanmak. |
tecebcüb |
Kurumak. |
teceddüd |
Tazelenme. Yenilenme. (Bak: Müceddid) TECEFFÜF: Kuruma, kuruyup katılaşma. |
tecehhüz |
(Cihaz. dan) Hazır bulunma. Cihazlanma, hazırlanma. |
tecehzum |
Ululanmak. |
tecelbüb |
Gömlek giymek. |
tecelcül |
Deprenmek, harekete geçmek. |
tecelli (tecellâ) |
Görünme. Bilinme. * Kader. |
tecellidâr |
f. İlâhî kudret ve lütuf ile meydana gelen. |
tecelligâh |
f. Tecelli yeri. İlâhi kudretin, İlâhi sırrın meydana çıktığı, göründüğü yer. |
tecelliyat |
(Tecelli. C.) Tecelliler. |
tecellüd |
Tekellüfle celâdet göstermek. Kendini şecaatli ve cesâretli göstermeğe çalışmak. * Serkeşâne inad etmek. |
tecellül |
Ululanmak, büyüklenmek. |
tecemcüm |
Sözünü söylemekte güçsüz olmak. Konuşamamak. |
tecemmu' |
Toplanma. Birikme. |
tecemmuât |
(Tecemmu'. C.) Birikmeler, toplanmalar, yığılmalar. |
tecemmüd |
Donma. Sertleşme. Katılaşma. |
tecemmüdât |
(Tecemmüd. C.) Sertleşmeler, katılaşıp donmuş şeyler. |
tecemmül |
Ziynetlenmek. Süslenmek. * Ululuk göstermek. * Âletler. Sebepler. |
tecemmülât |
(Tecemmül. C.) Eşya, levâzım. Tetümmat. |
tecemmüm |
(Bitki) büyüme, çoğalma. |
tecemmüş |
Tekellüf etmek, özenmek. |
tecenni |
Meyve devşirme. * Bir kişiye işlemediği günahı işledi diye isnad etmek. |
tecennüb |
Sakınma. Çekinme. |
tecennüd |
Bir yere toplanıp asker olmak. |
tecennün |
Cinnet getirme. Delirme. Çıldırma. |
tecerru' |
(Cur'a. dan) Yudum yudum ve süzerek içmek. * Hışmını ve gadabını yutup def'etmek. Hiddetini yenmek. ◊ Bahâdırlık ve kahramanlık etmek. |
tecerrüb |
Tecrübe sâhibi olma. |
tecerrüd |
Soyunma, çıplak olma. * Evli olmama. * Tas: Mâsivadan alâkasını kesip, Allah'a müteveccih olup, ibadet ü taatla meşgul olma. |
tecerrüm |
Gitmek. * Etmediği günahı ettim demek. * Eksilmek. |
teceşşu' |
Çok yemekten midenin dolması. * Genirmek. ◊ Haris olmak, hırslı olmak. |
tecessüd |
Ceset şekline girmek. Vücud peyda etmek. Cesedlenmek. |
tecessüm |
Cisim şekline girmek. Maddeleşmek. Göz önüne gelmek. Mücessem olup görünmek. Cisimleşmek. |
teceşşüm |
İncinmek. * Zahmetli şeyleri seçmek. |
tecessüs |
Gizlice araştırmak. Gizlice bakmak. * İç yüzünü araştırmak. * İç yüzünü araştırma merakı. |
tecessüsât |
(Tecessüs. C.) Tecessüsler, araştırmalar. Gözetlemeler. |
tecessüskâr |
f. Gizliden araştıran, meraklı. |
tecevvu' |
(Cu'. dan) İsteyerek aç kalma. Açlık çekme. |
tecevvüf |
İçi boş olma, kovuk olma. * İçine işleme. Nüfuz eyleme. |
tecevvüz |
(C.: Tecevvüzât) (Cevaz. dan) Sözü mecaz olarak söyleme. * Caiz olmayanı caiz görme. Cevaz verip yapılmasını uygun görme. |
tecevvüzen |
Mecaz yoluyla. |
teceyyüf |
Dost edinmek. |
teceyyür |
Teftiş etmek, kontrol etmek. |
tecezzi |
Parçalara ayrılma ve bölünme. Ufalanma. |
tecezzüv |
(Cüz. den) Kısım kısım bölünme. Doğranma, ufalanma. |
tecfif |
(Ceff. den) Kurutma veya kurutulma. * Cübbe giydirme. |
techil |
Bir kimseyi câhil saymak, cahilliğini meydana koyma. ◊ Atın ayaklarını beyazlatmak. |
techir |
Büyütmek. * Genişletmek. |
techiye |
Meyletmek, eğilmek, yönelmek. * Ondan yana sürmek. |
techiz |
Donatma. Gereken şeyleri tamamlama. Cihazlanma. * Fık: Cenazenin yıkanmasından defnetmeğe kadar yapılması lâzım gelen şeyler ve bunları tedarik etme. |
techizât |
(Techiz. C.) Donatım. |
teclic |
Çok gayret ve ikdâm etmek. |
teclid |
Ciltleme. * (Celd. den) Hayvanın derisini yüzme. |
teclil |
(Cüll. den) Hayvana çul örtme, hayvanı çulla örtme. |
tecliye |
(Cilâ. dan) Cilâlama, cilâ verme. * Aşikâre etmek, açıklamak. * Ruşen etmek, parlatmak. |
tecliz |
Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. |
tecmi' |
Bir yere toplamak, * Cuma namazına gelmek. |
tecmid |
Dondurma, dondurulma. |
tecmil |
(C.: Tecmilât) Süs, tezyin. |
tecmir |
Buhur etmek. * Taş atmak. * Hapsetmek. * Aşağı sarkıtmamak. * Kadının saçını toplayıp bağlaması. |
tecnib |
Irak etmek, uzaklaştırmak. * Atın ayağının eğri olması. |
tecnid |
Askerleri sıraya koyma, sıralama. |
tecnis |
İki şeyi birbirine benzer şekle sokma. * Edb: Cinas yapma. İki mânalı söz söyleme. |
tecniz |
Ölüyü tabuta koyma. |
tecr |
Bezirgânlık etmek, ticaret yapmak. |
tecrî |
(Cereyan. dan) Cereyan ediyor, akıyor, gidiyor. |
tecri' |
(Cer. den) Yudum yudum içirme. |
tecrib |
Tecrübe etme, deneme. |
tecribe |
(Bak: Tecrübe) |
tecrid |
Açıkta bırakmak. * Yalnız başına bırakmak. Tek başına hapsetmek. * Dünya alâkalarını kalpten çıkarıp Allah'a (C.C.) yönelmek. * Edb: Bir şairin kendini mücerred bir şahıs, yâni ayrı bir More… |
tecriden |
Tecrid ederek. Tek olarak. * Mücerred (soyut) olarak. Tekliyerek. |
tecrih |
Yaralama. |
tecrim |
Suçlandırma. Cezalandırma. Cürüm isnad etme. * Bir taifeden ayrılıp gitme. |
tecrir |
Çekmek. |
tecris |
Sağlam fikirli etmek. |
tecrübe |
(Tecribe) Deneme, sınama. * Görmüş, geçirmişlik. * Anlamak için yapılan iş. İmtihan. * İlmi bir gerçeği göstermek için yapılan deneme. Deney. |
tecrübî |
Tecrübeye ait. Tecrübeyle ilgili. |
tecsim |
(Cisim. den) Vücudlu gösterilme. Cisimlendirme. Vücud gösterme. ◊ Diz üstüne veya göğüs üstüne çökmek. |
tecşim |
İncitmek. * Teklif etmek. |
tecsimât |
(Tecsim. C.) Vücutlu göstermeler, cisimlendirmeler. |
tecsis |
Kireç karıştırmak. * Kireçle sıvamak. * Binayı kireçle yapmak. |
tecvi' |
(Cu. dan) Acıktırma. |
tecvid |
(Cevdet. den) Bir şeyi güzel yapma. Süsleme. * Kur'an-ı Kerim'i usulüne uygun olarak okuma ilmi ve buna dair yazılan kitap. |
tecvid ilmi |
Harflerin mahreç ve sıfatlarına uymak suretiyle, Kur'an-ı Kerim'i hatasız okumayı öğreten bir ilimdir. |
tecvif |
(C.: Tecvifât) (Cevf. den) Oyma. Oyuk yapma. * Oyuk yer. |
tecvil |
Seyahat etmek, gezmek. |
tecvir |
(Cevr. den) Zora, sıkıya koyma, cevretme. |
tecviz |
Câiz görme. İzin verme, cevaz verme. |
tecyif |
Korkma, korkutulma. * Vurmak. * Murdar etmek, pisletmek. |
tecyiş |
Askerleri dizmek. |
teczie |
(Cüz'. den) Kısım kısım ayırma, doğrama, ufaltma, bölme. |
teczim |
(Kol, kanat gibi şeyleri) kesme. |
teczir |
(Cezr. den) Mat.: Kare kökünü alma. |
tecziye |
Cezalandırma. * Parça parça ayırmak. |
tedabir |
(Tedbir. C.) Tedbirler, çareler. |
tedabür |
Kesişmek. |
tedafü' |
Birbirini def etme. * Müdafaa etme. * İtişme kakışma. |
tedafüî |
Kendini müdafaa etme ve koruma ile alâkalı. |
tedahruc |
Yuvarlanma. |
tedahük |
Karşılıklı gülüşme. |
tedahül |
İç içe olmak. Birbiri içine girmek. * Yığılıp kalmak. Birikmek. Karışmak. * Bir taksidi ödemeden ötekinin gelmesi. Ödemede gecikmek. |
tedaî |
Birbirini bir iş için davet etmek. * Yıkılıp harap olmak. * Bir şeyi hatıra getirmek. Bir şeyin başka bir şeyi hatıra getirmesi. Çağrışım. |
tedarru' |
Cübbe veya zırh giymek. |
tedarü' |
Def'edişmek, birbirini kovmak. |
tedarub |
(Darb. dan) Vuruşma, dövüşme. |
tedarük |
(Tedârik) Ele geçirmek. Edinmek. Hazırlamak. * Araştırıp bulmak. * Ardı ardına erişip katılmak ve tevâli etmek. |
tedarüs |
Okuma, yazma. |
tedaül |
Gizlenme, sinme. Zâyi olma. Saklanma. * Küçülme. Büzülme. |
tedaüm |
Kalabalık, izdiham. |
tedavi |
İlâç verme. İyileşmesi için bakma. * Hastalığı iyi etme tarzı. |
tedavir |
(Tedvir. C.) Tedvirler. Çâreler. Yollar. Dolaşmalar. |
tedavül |
Elden ele dolaşma. * Kullanma. * Sürüm. * Geçerlilik. |
tedavür |
Sıra ile yapmak, bir şeyi karşılıklı yapmak. |
tedayün |
Borç edişmek. |
tedbib |
Yumuşak etmek. * Sür'atle gitmek, hızla gitmek. |
tedbic |
Rükuda başı çok eğme. |
tedbih |
Muti etmek, itaat ettirmek, boyun eğdirmek. ◊ Rükuda başını çok aşağı eğmek. |
tedbir |
Bir şeyi te'min edecek veya def' edecek yol. * Cenab-ı Hakk'ın Hakîm ismine uygun hareket, riayet. * Bir şeyde muvaffakiyet için lâzım gelen hazırlık. |
tedcic |
Gökyüzünün bulutlu olması. * Silâh kuşandırmak. |
tede'lüb |
Kimse görmeden gitmek. |
tedebbür |
Bir şeyin sonunu düşünmek, tefekkür etmek. Müdebbir olmak, tedbirli olmak. * Arkasını dönmek. |
tedeccüc |
Silâhlanmak. |
tedeffuk |
Suyun fışkırması. Atılmak. * Dökülmek. |
tedeffün |
(Defn. den) Gömülme, defnolunma. |
tedehdüh |
Dönmek. |
tedehhi |
Dâhileşme. Dehâ eseri gösterme. |
tedehhün |
(Dehn. den) Yağ sürünme, yağlanma. |
tedehhüş |
Dehşete düşme. Korkma. Yılma. Ürperme. |
tedehrüc |
Yuvarlanmak. |
tedekdük |
Taşlıkta ve kum arasında olmak. * Dağ, yerinden ayrılıp pâre pâre olmak. * Zelzele olup yerin deprenmesi. |
tedekkül |
Kendini büyük görmek, tekebbürlenmek. |
tedeldül |
Kımıldamak. |
tedelli |
(C.: Tedelliyât) Tevazu gösterme. * Nazlanma. * Aşağıya inme. * Eğilme. |
tedelliyât |
(Tedelli. C.) Nazlanmalar. * Eğilmeler. * Tevâzu göstermeler. |
tedellük |
Sürtme. Oğma. |
tedellül |
Nazlanma. |
tedellüs |
Gizlenme, ihtifâ etme. |
tedemdüm |
Helâk olmak. |
tedemmu' |
(Dem.' den) Gözün yaşarması. |
tedemmül |
Toprağa gübre dökme. Toprağı gübreleme. |
tedenni |
Aşağı düşme. Aşağı inme. * Daha kötü bir derekeye düşme. Tenezzül etme. Maddi ve mânevi gerileme. Terakkinin zıddı. |
tedenniyât |
(Tedenni. C.) Gerilemeler, tedenniler, aşağılamalar. |
tedennü' |
Yakın olmak. |
tedennük |
Dikkatle bakmak. * Ayırtmak. * Su dökülmek. |
tedennüs |
Pislenme, kirlenme. |
tederdür |
Katı deprenmek. * Gamdan ve korkudan dolayı kendinden geçmek. |
tederru' |
Zırhlanma. Zırh giyme. |
tederrü' |
Birbirine muhâlefet etmek, birbirine karşı gelmek. |
tederrüb |
Alışma, ülfet peydâ etmek. |
tederrüc |
(Derece. den) Derece derece, adım adım ilerleme. * Dürrâce benzer bir kuş. |
tederrün |
Bir organın, bir uzvun şişmesi. |
tederrüs |
(C.: Tederrüsât) Ders alma, okuyup öğrenme. |
tederrüsât |
(Tederrüs. C.) Ders almalar. Okuyup öğrenmeler. |
tedessür |
Elbise giyme. Elbiseye bürünme. * Erkek hayvanın dişisine binmesi. * Kişinin sıçrayıp atına binmesi. |
tedeyyüm |
Yağmurun sert yağması. |
tedeyyün |
Dinini sakınmak. * (Deyn. den) Borçlanma. Borca girme. |
tedfik |
Dökmek. |
tedfin |
(Defn. den) Gömme, defnetme. * Örtme, gizleme. |
tedhin |
(Dühn. den) Güzel kokulu yağ sürme. Yağlamak. ◊ (Duhan. dan) Dumanlama, tütsüleme. |
tedhiş |
Korkutma. Dehşete düşürme. Ürkütme. |
tedirgin |
Huzursuz, rahatsız. |
tedkik |
Hakikatı anlamak ve meydana çıkarmak için inceden inceye araştırma. |
tedkikat |
(Tedkik. C.) Tedkikler. Araştırmalar. İncelemeler. |
tedlik |
Sürme. |
tedlis |
Sattığı şeyin ayıbını müşteriden gizlemek. * Fık: Hadisi ilk nakledenin ismini gizlemek. Hadisi başkasına isnâd eylemek. ◊ Yumuşatmak. Bir şeyi mülâyim ve kaygan yapmak. * More… |
tedliye |
Sarkıtmak. Yukarıdan aşağıya bırakma. * Şaşırma, dehşete düşme. * Delil ve vesika hazırlama. * (Akıl) gitmek. * Ahmak etmek, salaklaştırmak. |
tedmi' |
Göz yaşı dökmek. |
tedmic |
Bir şeyi başka bir şeyin içine yerleştirme. * Arkasını eğmek. |
tedmin |
Yığıp toplamak. * İhâta edip kaplamak. * Lâzım olmak, icab etmek. |
tedmir |
Yok etmek. Mahvetmek. Tepelemek. Perişan etmek. |
tedmis |
Yumuşak etmek, yumuşatmak. ◊ Örtmek, gizlemek. |
tedmiye |
Vurup kanatmak. |
tednih |
Zayıf görüş. * Oturmak, ikamet etmek, mukim olmak. |
tednik |
Yakın olmak. |
tednir |
Ruşen etmek, nurlandırmak, parlatmak. |
tednis |
(C.: Tednisât) Kirletme, kirletilme. |
tedri' |
Zırh giydirme. |
tedric |
Azar azar, derece derece ilerlemek. Birisini bir şeye yavaş yavaş vardırmak. * Sıkıştırmak suretiyle çok güçsüz hâle koymak. * Edb: İfadenin derece derece yükselmesi veya alçalması. (Bak: More… |
tedricât |
(Tedric. C.) Tedricler. |
tedricen |
Yavaş yavaş, azar azar, derece derece. |
tedricî |
(Tedriciyye) Yavaş yavaş olan, derece derece yapılan. |
tedris |
Okutmak. Öğretmek. Ders vermek. |
tedrisât |
(Tedris. C.) Tedrisler. Ders vermeler. |
tedsim |
Yağlı ve uyuz etmek. |
tedsir |
Kuşun yuvasını düzenlemesi veya düzeltmesi. |
tedsiye |
Baştan çıkarma, azdırma. * Gizlemek. |
tedvih |
Şehirler gezmek. |
tedvim |
Teskin etmek, sâkinleştirmek. * Kuşun, uçarken dönüp deverân etmesi. * Dili ağızda döndürmek. * Tatmak. |
tedvin |
Bir araya toplayarak tertipleme. * Edb: Aynı mevzuya ait bahisleri, çalışmaları bir araya getirip kitap hâline getirme. |
tedvir |
Devrettirmek, döndürmek. Çevirmek. * İdare etmek, yönetmek. * Daire şekline sokmak. * Edb: Bir mısradaki kelimelerin yerini değiştirmekle veznin ve mânanın bozulmamasıdır. * Kur'an-ı More… |
tedviye |
(Devâ. dan) İlâç verme. * Kuş kanadının fısıltısı. |
teebbel |
İmtina' etmek, yapmamak, çekinmek. |
teebbi |
İnkâr etmek. * (Ebb. den) Bir kimseyi baba kabul etme. Baba edinme. |
teebbüd |
Ürküp çekinme. * Evlenmeme, bekâr kalma. |
teebbüh |
Kibirlenme, böbürlenme, gururlanma. * Alicenaplık ve göztokluğu ile bir şeyden vazgeçme. |
teebbün |
İzine uyma. Tâbi olma, birinin yolundan gitme. |
teebbüs |
Mütegayyer olmak, rengi değişmek. |
teebbüt |
Koltuklamak. |
teeccüc |
Tutuşma, alevlenme. |
teeccül |
Belli bir vakte kadar müddet isteme. * Sığır ve geyik gibi hayvanların sürü sürü olmaları. |
teeccüm |
Öfkelenme. |
teeddi |
Yetiştirmek. |
teeddüb |
Edebli olma. Utanma. Çekinme. Edebini takınma. |
teeddübât |
(Teeddüb. C.) Edeblenmeler, çekinmeler, utanmalar. |
teeddüben |
Edebli davranarak. Edeb ve terbiye kaidelerine uyarak. Edebi icabı olarak. |
teeffüf |
(C.: Teeffüfât) Oflama. Of çekme. |
teehhi |
Birini kardeş edinme. |
teehhüb |
Hazırlanmak. |
teehhül |
Evlenme. * Ülfet ve ünsiyet eyleme. Ehlileşme. |
teehhür |
Gecikme. Sonraya kalma. Geriye kalma. |
teekk |
Çukur kazmak. |
teekküd |
(Ekd. den) Kuvvet bulma. Sağlamlaşma. |
teekkül |
(Ekl. den) Yaranın, oyulup açılması. * Yenme, eklolunma. |
teelli |
Yemin etmek. |
teellüb |
Cem'olmak, toplanmak. * Dağ keçisinin erkeği. |
teellüf |
Alışma. Hoş geçinme. * Barışma. * Huylanma. * Birikme. |
teellüfât |
(Teellüf. C.) Hoş geçinmeler, alışmalar. Bağdaşmalar. |
teellüh |
Kulluk ve ibadet etmek. * Tazarru' etmek, yalvarmak. |
teelluk |
Yıldıramak, parlamak. |
teellüm |
Elem duyma. Kederlenme. Tasalanma. |
teellümât |
Elemler, kederler, tasalanmalar. |
teemmel |
Düşün, dikkat et, incele (mânasına emirdir). |
teemmi |
(Emet. den) Cariye edinme. * Dadı satın almak. |
teemmül |
İyice, etraflıca düşünmek. Derin derin düşünmek. |
teemmülî |
Düşünerek söylenen veya yazılan. Teemmüle ait ve müteallik. (Bak: Tefekkür) |
teemmüm |
Kasdetmek. * (Ümm. den) Ana edinme. Birini anne kabul etme. |
teemmür |
(Emr. den) Amirlik taslama. |
teenni |
İhtiyatlı ve akıllıca davranma. Bir işte acele etmeyip bir düşünce dairesinde hareket etme. (Teude de denir) |
teennuk |
Nazarında ve fikrinde dikkatli olmak. İttikan. Eşyanın hikmetli, kusursuz ve pürüzsüz yapılışı. |
teennüs |
(Üns. den) Müennes olma. * Kadınlaşma. Kadın gibi hareketlerde bulunma. |
teerrüb |
Ululanmak, büyülenmek. * Kendini zeki göstermeğe çalışmak. |
teessi |
Sabır gösterme. Teselli bulup sabretme. Avutma. |
teessüf |
Eseflenmek. Kederlenmek. * Beğenmemek ve râzı olmadığını ifade etmek. |
teessül |
Sermaye edinmek. * Cem'etmek, toplamak. |
teessüm |
(İsm. den) Günahtan sakınma. |
teessün |
Mütegayyer olmak, rengi ve tadı değişmek. |
teessür |
Kederli ve üzüntülü olarak içlenmek. Üzülmek. * Te'sir altında kalmak. * Kederlenmek. ◊ İşten alıkoyma. Oyalandırma. |
teessür-bahş |
f. Hüzün veren, keder veren, tasaya düşüren. |
teessürât |
Üzüntüler. Teessürler. |
teessüs |
Temelleşmek. Yerleşmek. Kurulmak. Teşekkül. |
teetti |
Asan olmak, kolaylaşmak. * Beklemek, gözlemek. |
teevvi |
(İvâ. dan) Bir yerde yerleşme, yurt edinme. Oturacak yer edinme. |
teevvüd |
Eğrilme, bükülme. İki kat olma. |
teevvüh |
(C.: Teevvühât) İnleme, figân etme. |
teevvül |
Mânâsı başka olma. Başka anlama gelme. |
teeyyüd |
Kuvvetlenme. Kuvvet ve metânet bulma. Te'yid olunma. |
teezzi |
İncitme. |
teezzüb |
Her yönden rüzgârın esmesi. |
teezzür |
Örtünme, bürünme. Tesettür. |
tef |
f. Buhar. * Sıcaklık, hararet. |
tef'il |
Fal açtırmak. Tefe'ül etmek. |
tefa' |
Hiddet ve gadap etmek, öfkelenmek, kızmak. |
tefaddul |
Faziletlilik iddiasında bulunmak. Üstünlük taslamak. * Bir kimseyi inâyet, ihsan ve kerem ile memnun etmek. |
tefadi |
Bir kimseye 'Sana ben feda olayım' demek. * Feda etmek. |
tefafih |
(Tuffâh. C.) Elmalar. |
tefahe |
Horluk, hakirlik. * Tatsızlık. |
tefahhuc |
Oturduktan sonra ayaklarını ayırmak. |
tefahhul |
Aygırlanmak. |
tefahhum |
Kömürleşme. Kömür hâline gelme. |
tefahhur |
(C.: Tefahhurât) (Fahr. dan) Övünme, fahirlenme. |
tefahhus |
Bir şeyin, bir mes'elenin iç yüzünü dikkatle araştırma. |
tefahhuş |
Fuhşa düşmek, fâhişe olmak. Ahlâksız olmak. * Çirkin sözler söylemek. |
tefahhusât |
(Tefahhus. C.) İnceden inceye araştırmalar. |
tefahur |
Fahirlenmek. İftihar etmek. Kendini iyi görüp, kusurdan gaflet etmek. |
tefahuş |
Birbirine çirkin sözler söylemek. |
tefakkud |
(C.: Tefakkudât) Arayıp sorma. Sorup soruşturma. |
tefakkuh |
Gül gibi açılma. |
tefakkur |
(Fakr. dan) Fakirleşme. Fukaralaşma. |
tefaküh |
(Fâkihe. den) Birbirlerine karşılıklı yemiş atma. * Mc: Şakalaşma. |
tefakum |
İş büyüyüp güçleşme. |
tefani |
Birbirinde fâni olmak. Arkadaşının iyi ahlâkıyla sevinmek. Arkadaşının, kardeşinin meziyyet ve hissiyatı ile fikren yaşamak. |
tefaric |
(Tefric. C.) Yırtmalar, genişletmeler. * Ferah vermeler. * Korkaklar, zaifler, yüreksizler. * (Tifrac. C.) Yırtmaçlar, aralıklar. |
tefarik |
Müteferrik olanlar. Tefrikalar. Ayırma ve seçmeler. * Taksitler. Ufak tefek şeyler. Ayrıca şeyler. * Küçük hediyelik eşya. |
tefarüt |
Müsabaka etmek, yarışmak. |
tefasil |
(Tefsir. C.) Tefsirler, Kur'an-ı Kerim'in mânasını anlatan kitaplar. ◊ (Tafsil. C.) Tafsiller, ayrıntılar. |
tefassum |
Kırılma. Kesilme. |
tefasuh |
Fasahatle söyleme. |
tefattun |
Tefehhüm. Sür'atle anlama, idrak etme. * Ufalanma. |
tefattur |
Yarılma. |
tefatü' |
Muhakeme etmek. |
tefatuh |
Muhakeme olmak. * Bir nesneye başlamak. |
tefaül |
Fal tutmak. |
tefavüd |
Birbirinden faydalanma, yararlanma. |
tefavüt |
Farklılık. İki şey arasındaki fark. Uygunsuzluk. Tehâlüf. |
tefazul |
(C.: Tefâzulât) Mikdar fazlası, fark. * Meziyet ve fazilet yarışına çıkma. |
tefazzul |
Üstünlük taslama, fazilet satma. * Bağışlama, iyilik. |
tefci' |
(C.: Tefciât) Canını yakma, acıtıp ağrıtma. Dertli kılma. |
tefcir |
Yerden su kaynatıp akıtma. * Drenaj, oluk vs. gibi su yolları yaparak, bir yerde birikmiş olan suları akıtma işi. * Yarmak. |
tefciye |
Yemeğin içine nohut, buğday, pirinç, maydanoz ve bunlara benzer şeyler koymak. (Bu konulan şeylere 'ebazir' derler.) |
tefdim |
İbrik ağzına süzgeç koymak. |
tefdiye |
Canını başkası uğruna feda etme. |
tefe'ül |
Fal açmak. * Bazı hâdiseleri, tevafukları uğurlu saymak. |
tefeb |
Helâk olmak, mahvolmak. |
tefeccu' |
Canı yanma, acıma. Kaygılı olma, dertli olma. * Belâ ânında hüzünlü olma. |
tefeccür |
(Fecr. den) (C.: Tefeccürât) Yerden su kaynayıp akma. * Tan yeri ağarma. * Çatlama, yarılma. |
tefeci |
t. El altından yüksek faizle para veren kimse. |
tefehhüm |
Farkına varmak. İdrâk eylemek. * Yavaş yavaş anlamak. Tekellüfle anlamak. |
tefehhümât |
(Tefehhüm. C.) Farkına varmalar, yavaş yavaş anlamalar. |
tefehhuz |
Tâzim, hürmet. |
tefekku' |
Yarılmak. |
tefekkuh |
Fıkıh ilmini tahsil etmek. (Bak: Fıkıh) |
tefekküh |
Yemiş toplayıp vermek. Meyvedar olmak. Meyvelenmek. * Pişman olmak. * Pek hoşlanıp hayrette kalmak. |
tefekkük |
Zincir halkası gibi birbirinden ayrılma. |
tefekkün |
Pişman olmak. * Taaccüb etmek, hayrette kalmak, şaşırmak. |
tefekkür |
Fikretmek. Düşünmek. Fikri harekete getirmek. |
tefel |
Guslü ve temizliği terk etmekle vücudun kokması. |
tefellüc |
Felç olma, felce uğrama. * Yarılıp çatlama. |
tefelluk |
Yarılma, çatlama. |
tefellül |
(Kılıç) gedik olmak, yaralanmak. Rahnedar olmak. |
tefellüs |
İflâs etme. |
tefellüt |
Halâs olmak, kurtulmak. * Aniden bağından boşanmak. |
tefelsüf |
Feylesoflaşmak. |
tefennün |
Fen öğrenmek. * Çok şeyler bilmek. * Türlü türlü olmak. * Bir fende maharet sahibi olmak. |
tefer'un |
Firavunlaşma. Zâlimlik etme, zulüm yapma. * Çok fazla kibirlenme. |
teferku' |
Parmak öttürmek. |
teferru' |
Bir çok kollara ayrılmak. * Bir kimse halkın üzerine havale olmak. * Bir kavmin en şerefli kadını ile evlenmek. * Çatallanıp dal dal olmak. |
teferruât |
Bir şeyin bütün incelikleri, ayrıntıları. |
teferruc |
(Ferec. den) Ferahlanmak. İç açılmak. * Gezintiye çıkmak. Seyr. |
teferrüd |
(Ferd. den) Tek ve yalnız kalma. Herkesten ayrılma. * Eşsiz, emsâlsiz ve benzersiz olma. * Kendi başına olma. |
teferrug |
(Ferâg. dan) Vaz geçme, fârig olma. * Bir işi bitirip kurtulma. * Satın alınan bir mülkün tapusunu kendi üzerine çevirme. |
teferruh |
(Ferah. dan) İçi açılma, ferahlanma. |
teferruk |
(Fark. dan) Dağılma, ayrılma. |
teferrüs |
Ferasetle bir şeyi kestirmek. Bir şeyi dikkat ve teemmül ederek isabetli olarak idrak etmek, anlamak. * Zannetmek. |
teferrüş |
(Ferş. den) Yayılma, serilme. |
teferrüz |
(İfrâz. dan) Ayrılma. |
tefes |
Kir, pislik. * Menâsik-i Hacta bıyık ve tırnak kesmek, baş ve kaş yolmak. |
tefeşşi |
İntişar etmek, dağılmak. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman sesin ağız içinde dağılıp uzatılmasına denir. Sin, sad, se, ra, fe, şın, mim, dad harflerine mütefeşşi harfleri denir. |
tefeşşu' |
Galip olmak, yenmek. * Çoğalmak, çok olmak. |
tefeşşü' |
Münteşir olmak, yayılmak, intişar etmek. |
tefessud |
Akmak. |
tefessuh |
Fasih olma. Anlaşılması kolay olma. |
tefessüh |
Açılmak. Genişlemek. İnbisat bulmak. * Mecliste çekilip bir adama oturacak yer açmak. ◊ Alçaklaşmak. Bozulmak. * Çürümek. Kokup dağılmak. * Tâkattan düşmek. |
tefettü' |
Rücu etmek, geri dönmek, vazgeçmek. |
tefettün |
Bir kimseyi zorla fitneye atma. |
tefettüt |
(Fett. den) Ufalanma, ufak ufak parçalanma. |
tefevvüh |
(C.: Tefevvühât) (Fevh. den) Söyleme, ağza alma. * Dil uzatma. Münâsebetsiz söz söyleme. |
tefevvuk |
Üstünlük. Fâik ve daha büyük olma. Üstün gelme. |
tefevvüt |
Birbirinden eksik olmak. |
tefevvüz |
Bir işi üzerine alma. |
tefeyhuk |
Geniş, bol olmak. * Çok konuşmak. |
tefeyyüz |
Feyizlenmek. * İlerlemek. * Bollaşmak. |
tefezzür |
Kaftan giymek. |
tefhim |
Ta'zim. * Bir şeyi kalınlaştırmak. * Tecvidde: Harfi kalın okumaktır. Harflerinin adına Müfahhim denir. şunlardır. Hı, sad, dad, tı, zı, gayın, kaf, lem, rı, vav, elif. Huruf-u |
tefhir |
Fahirlendirmek, gururlandırmak. * Gâlip olmakla hükmetmek. |
tefie |
Eğilmek. * Rücu etmek, geri dönmek. |
tefih |
Hakir, zelil. * Lezzeti olmayan. |
tefile |
Gövdesi kokan kadın. |
tefire |
Üst dudağın ortasında olan çukur. |
tefki' |
Parmak öttürmek. |
tefkih |
Hayrete düşürme. * Hoşlandırma. * Yemiş yedirme. ◊ (Fıkh. dan) Öğretme, anlatma. * Fıkıh öğretme. |
tefkik |
Birbirinden ayırmak. * Halâs etmek, kurtarmak. |
tefkir |
Muhtaç etmek. * Yüksek yeri ağaç dikmek için düzlemek. ◊ Düşündürme veya düşündürülme. * Endişe etmek. |
tefkiye |
Yarmak. * Göz çıkarmak. |
tefl |
Tükürmek. |
teflic |
Açmak. |
teflik |
Yarmak. |
teflil |
Gedik açmak, yarmak. |
tefnid |
Tekzib etmek, yalanlamak. * Zayıflatmak. * Aciz etmek. * Korkutmak. |
tefnik |
Nimetlendirmek. * Naz. * Beslemek. |
tefnin |
Karıştırmak. * Çeşitli yapmak. |
tefri' |
Asıldan, kökten şubelere ayrılma, kısım kısım olma. Ayrılma. Fer'lendirme. |
tefric |
Gönül açmak. Gam ve tasa gidermek. |
tefrice |
(C: Tefâric) Aralık, yırtmaç. |
tefrid |
Dünya alâka ve meşguliyetlerinden ayrılıp, ibâdet ve tâatle meşgul olma. |
tefrig |
(Feragat. dan) Boşaltma. * Azade etme. * Dökme. * Kurtarma. * Zâil ve hâlî eyleme. * Vazgeçirme. |
tefrigât |
Boşaltmalar. |
tefrih |
Korkusuz kalmak. * Gelişme, filizleme. Yumurtadan çıkmak. ◊ Ferahlandırma, gönül açma. |
tefrik |
Birbirinden ayırmak, seçmek, ayırdetmek, ayrı kılmak. * Korkutmak. ◊ Ovdurmak. |
tefrika |
Nifak. Ayrılık. Bozuşma. * Bir gazete veya dergide parça parça, bir önceki yazının devamı olarak çıkan uzun yazı. * Fırka fırka olmak. |
tefrir |
Ürkütmek. Kaçırmak. |
tefris |
Yırtmak. * Parçalamak. ◊ Acıktırmak. |
tefriş |
Döşeme. Yayma. Yayıp döşeme. * Ev eşyasını düzenleme. |
tefrit |
Ortalamanın yani vasatın çok altında kalmak, geride kalmak. Normalden aşağı olmak. (İfratın zıddı) |
tefriz |
Farzetmek. |
tefsa' |
Kesmek. * Eskimek. |
tefsid |
Fâsid etmek, bozmak. |
tefside |
f. Hararetli, kızgın. |
tefsie |
Çekmek. Uzatmak. |
tefsik |
(Fısk. dan) Fısk ve fücura sürükleme. Birisine fâsık, kabahatli, günahkâr demek. |
tefsil |
Yaramaz ve kem nesne. |
tefsir |
Mestur, gizli bir şeyi aşikâr etmek. Mânâyı izhâr etmek. * Anladığını anlatmak. Bildiği kadar açıklamak. * Kur'ân-ı Kerim'in mânâsını anlatan kitab. |
tefsire |
Hastaların bevlini koyacak şişe. Sidik kabı. |
tefte |
f. Hararetli, kızgın, kızmış. |
teftih |
(C.: Teftihât) (Feth. den) Açmak. * Bırakmak. * Yarmak, yardırmak. * Geğirmek. ◊ Hor ve zelil etmek. * Kahretmek. |
teftik |
(Fetk. den) Yün, pamuk gibi şeyleri ditmek, tarayıp açmak. ◊ (Fetk. den) Yarma, yarılma. |
teftil |
(Fetl. den) Fitil yapma. Bükme, eğirme. |
teftin |
(Fitne. den) Fitneye düşürme. * Meftun verme. Ayartma. |
teftir |
(C. Teftirat) Bıkkınlık verme. Fütur verme. Usandırma. * Zayıf etmek, zayıflatmak. * Naksetmek, eksiltmek. |
teftis |
Ufak ufak parçalama. |
teftiş |
Kontrol etmek. İşlerin alâkalı vazifeliler tarafından ele alınıp iyi ve tamam yapılmasına çalışmak. * Sormak. * Ayırmak. |
teftişât |
(Teftiş. C.) Teftişler. |
teftit |
Parça parça etme, ufalama. |
teftiye |
Lâğımcılık yapmak. * Büyüyünceye kadar kızı evden dışarıya çıkarmamak.. |
tefvif |
Bezi alacalı dokutmak. |
tefvih |
Korkutmak. |
tefvik |
Tar: Okçulukta, yayın sol el ile yukarıya kaldırılması. * Okun gezini yayın kirişine koymak. |
tefvim |
Ekmek pişirmek. |
tefvit |
(Fevt. den) Geçirme, kaçırma. |
tefviye |
Konuşkan olmak. |
tefviz |
Birisine bırakma. * İşini Allah'a (C.C.) havâle etme. * Sipariş ve ihâle etme. |
tefyil |
Bir kimsenin bir kimseye 'fikrin zayıf' demesi. |
tefyim |
Genişletmek. |
tefzi' |
Ürkütme. Korkutma. * Hayretle baktırma. |
tegabbi |
Birisini geri zekâlı sayma. |
tegabbür |
(Gubâr. dan) Tozlanma. |
tegabi |
Bilmez olmak. Ahmaklaşmak. |
tegabün |
(Gabn. dan) Karşılıklı aldatma. Aldanma veya aldanmanın zuhuru. |
tegabün suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 64. suresidir. Medenîdir. |
tegaddi |
(Bak: Tagaddi) |
tegaddüb |
(Gadab. dan) Hiddetlenme, öfkelenme, gazaba gelme, kızma. |
tegafül |
Bilmez görünmek, anlamazlıktan gelmek. Kasden kendisini gafil göstermek.(Farazâ, bazılarının altında büyük fenâlıklar varsa da, hücum edilmemek gerektir. Zira, çok fenalık vardır ki, iyilik More… |
tegalgul |
Hoş kokulu şeyler sürünmek. * Zorluk, çetinlik, güçlük. * Bir şeyin, ilmin içine çok dalmak. |
tegallüb |
(Bak: Tagallüb) |
tegallüf |
(Gılaf. dan) Kılıflanma. |
tegallüt |
(C.: Tegallütât) (Galat. dan) Yanılma. Yanlışa düşme. |
tegalüb |
Birbirine galebe etmek, birbirine üstün gelmek. |
tegamgum |
Sözü düz söylememek. |
tegammüd |
Günahı örtmek. |
tegammür |
Suyu az içmek. |
tegamüz |
(Gamze. den) (C: Tegamüzât) Birbirine göz ucu ile işâret etme. |
tegannuc |
(C.: Tegannücât) (Ganc. dan) Nazlanma. |
tegannüm |
Koyunlaşma. Koyun postuna bürünüp kendisini koyun gibi gösterme. |
tegannus |
Tatsız olmak. |
tegarbül |
(Gırbâl. den) Kalburdan geçirme. |
tegargur |
Gargara etmek. |
tegarrüb |
(Gurbet. den) Gurbete çıkma. |
tegarrüd |
(C.: Tegarrüdât) Kuşun hoş ve nağmeli bir şekilde ötmesi. |
tegarrür |
Gururlanma, kibirlenme. * Kaynamak. * Galeyan. |
tegaşmür |
Kahra uğratmak. |
tegaşşi |
(Gışâe. den) Örtünme, bürünme. * (Gaşy. den) Kendinden geçme. |
tegassül |
(Gasl. den) Gusletme, yıkanma. |
tegassun |
(Gusn. dan) Dalbudak peydâ etme. Dallanma. |
tegat |
Birbirini suya daldırmak. |
tegavün |
Cem'olmak, toplanmak. * Kötü işe yardım etmek, şer işe muâvin olmak. |
tegavür |
Birbirini yağmalamak. |
tegavvül |
Renk değiştirme. Renkten renge girme. |
tegavvür |
(Gavr. dan) Derine dalma. * Bir şeyin esâsını arama. |
tegavvut |
Kazâ-i hâcet etmek. |
tegayüb |
Birkaç kişinin topluca kaybolması. |
tegayür |
Zıt olmak. Uymamak. Başka türlü olmak. |
tegayüz |
(C.: Tegayüzât) Karşılıklı olarak kızışıp öfkelenme. |
tegayyüm |
(C.: Tegayyümât) (Gayb. dan) Bulutlanma. |
tegayyür |
Hâlden hâle geçmek, değişmek. * Bozulmak. * Zıt olmak. (Bak: Hâdis) |
tegayyüt |
Büyük def-i hâcet. |
tegayyüz |
Meşeliğe otlaması için davar salmak. * Meşelik içinde yerleşmek. ◊ (C.: Tegayyüzât) (Gayz. dan) Hiddetlenme, kızma. |
tegazguz |
Eksik olmak. |
tegazün |
Hışmetmek, kızmak. |
tegazzüb |
(Gazâb. dan) Öfkelenme, hiddetlenme, gazaba gelme, kızma. |
tegazzül |
(C.: Tegazzülât) (Gazel. den) Gazel tarzında şiir yazma. * Gazel söyleme. |
tegerg |
f. Dolu. |
tegil |
f. Sakalları yeni çıkmağa başlayan genç. |
teh |
f. Dip. * Mertebe, kat. |
tehabb |
Dostluk etme. Muhabbet, sevişme. |
tehabbüb |
(Bak: Tahabbüb) |
tehabbür |
(Haber. den) Esasını bilme, iyice bilme. |
tehabbüs |
(Habs. den) Kendini bir yere kapama. Hapsetme. |
tehabbüt |
(Bak: Tahabbut) |
tehaccur |
(Bak: Tahaccür) |
tehaci |
(Hecâ. dan) Hicivleşme. * Hicvetme, yerme. |
tehacüm |
Birbirine hücum etme. * Bir yere istekle, hızlıca toplanmak, üşüşmek. |
tehacür |
Birbirinden ayrılmak. * Kesilmek. |
tehaddi |
(Bak: Tahaddi) |
tehaddüs |
(Bak: Tahaddüs) |
tehadu' |
Aldanmış gibi görünme. |
tehadüb |
Kamburlaşma. |
tehadüm |
Yıkılmak. |
tehadür |
Kaynamak. Galeyan. |
tehafüt |
Düşürmek, düşmek. * Birbirinin üstüne atılmak. Birbirinin ardınca olmak. ◊ Sözü gizlice söyleşmek. |
tehakküm |
(Bak: Tahakküm) |
tehallüf |
Uygunsuzluk. * Kafileden geri kalma. * Geride bırakma. |
tehallül |
(Bak: Tahallül) |
tehalüf |
(Half. dan) Hâkimin her iki tarafa da yemin ettirmesi. ◊ Birbirine zıt olmak. Birbirine muhalif olmak, uymamak. |
tehalük |
(C.: Tehâlükât) (Helâk. dan) İstekle atılma. Tehlikeye aldırış etmeden, birbirini çiğneyecek gibi koşuşma. |
tehami |
(C.: Tehâmiyât) Kendini sakınma, korunma. * Avukatlık etme. |
tehamuk |
(Humk. dan) Kendini ahmak gösterme. |
tehannün |
Çok arzu ve istek göstermek. * Göreceği gelmek. Özlemek. |
teharrub |
Ağaç kurdunun ağacı kemirerek oyması. |
teharrük |
Hareketlenmek, kımıldamak. Hareket etmek. |
teharüc |
Çıkışmak. * Tevzi etmek, dağıtmak. * Fık: Ortakların bir kısmı akar (para getiren mülk), bir kısmı arazi, bazısı da para üzerine yaptıkları anlaşma. |
teharüm |
(Herm. den) Genç olduğu hâlde, kendini ihtiyar gösterme. Yaşlı gibi görünme. |
teharüş |
Hırıldaşıp dalaşma. |
tehaşi |
(Haşy. dan) Korkup çekinme, sakınma. |
tehassüb |
Yastığa dayanma. |
tehassür |
(Bak: Tahassür) |
tehassüs |
(Bak: Tahassüs) |
tehasüd |
(Hased. den) Hasetleşme. |
tehasüm |
Muhâsama etme, düşmanlık etme. |
tehaşün |
Haşin davranma. Zorluk gösterme. Sert muamelede bulunma. |
tehatih |
Bâtıl, boş ve abes sözler. * Tamamlanmamış söz. |
tehattuf |
Kapmak. |
tehattüm |
Pek lüzumlu ve vâcib olmak. Vücub derecesinde bulunmak. |
tehatu' |
Hatâ etmek, kabahat işlemek. |
tehatub |
(Hatb. dan) Hitablaşma. Karşılıklı birbirine hitab etme. |
tehavil |
Muhtelif renkler, çeşitli renkler. |
tehavün |
Mühimsememek, ehemmiyet vermemek, ağır davranmak. Aldırış etmemek. * İstihkar, horlama, hakir görme. |
tehavvül |
(Bak: Tahavvül) |
tehayüc |
Kandırmak. |
tehayüt |
Toplanıp gelmek. |
tehayyüz |
(Bak: Tahayyüz) |
tehazül |
Muhârebeden kaçıp geri dönme. |
tehbil |
'Baban seni ölmüş diye ağladı' demek. |
tehcid |
Uyutmak. |
tehcin |
Dedikodu yapma. * Müstehcen ve edeb dışı sayma. |
tehcir |
Yurdundan çıkarma, hicret ettirme, sürme. * Öğle vakti bir yere gitme. |
tehciye |
Heceleme. |
tehdib |
Saçak yapmak. |
tehdid |
Göz dağı verme, birisini korkutma. Korkutulma. |
tehdid-âmiz |
f. Tehditle karışık, tehdit eder surette. |
tehdidât |
(Tehdid. C.) Korkutmalar, göz dağı vermeler. |
tehdiden |
Korkutarak, tehdit ederek. |
tehdidkârâne |
f. Tehdid edenlere yakışır şekilde. Tehdid edercesine. |
tehdil |
(Budak) aşağı eğilmek. * (Dudak) aşağı sarkmak. |
tehdim |
(Hedm. den) Yıkma. |
tehdin |
Çocuğu güzel sözlerle susturup avutma. Yalandan yüze gülüp medhetme. * Teskin etmek. |
tehdir |
Hastalıklı devenin bağırması. * Sözü boğaz içinden söylemek. |
tehdiye |
Hediye verme, bağışlama. |
tehecci |
(Hecâ. dan) Heceleme. |
teheccüd |
Gece uyanıp namaz kılmak. Gece namazı. |
teheccüm |
Hücum etme. Saldırma. * Acele gitme. |
teheccür |
Ayrılmak. * Zuhr vaktinde seyretmek. |
tehechüc |
Uzaklaşmak. Irak olmak. |
teheddi |
Doğru yola girme. Hidayetlenme. |
teheddüb |
Saçaklanmak. |
teheddül |
Sarkma, sölpüme. |
teheddüm |
(C.: Teheddümât) Yıkılma. |
tehekku' |
Teveccüh etmek, yönelmek. |
tehekküm |
İstihza. * Tevbih. Şiddetle azarlama. Görünüşte ciddi, hakikatta alaydan ibaret olan eğlenme. * Edb: Tarizin tesirli olan kısmı. |
tehekkümât |
(Tehekküm. C.) Ciddi tavır takınarak eğlenmeler. |
tehekkümen |
Alay için, tehekküm suretiyle. |
tehekkür |
Taaccüb etmek, hayrette kalmak, şaşırmak. |
tehelhül |
Fileli olmak. Bir elbisenin delikli delikli olması. |
tehellu' |
Haris olmak, hırslı olmak. |
tehellül |
Sevinme, açık yüzlü olma. Yüzü gülme. Beşâretten yüzdeki parlama eseri. |
tehellüs |
Zayıflamak. |
tehemmu' |
Seyelân etmek, akmak. |
tehemten |
f. İri vücutlu, boylu boslu yiğit. |
tehendüm |
Kapanmak. |
tehennü' |
Sinmek. * Alışmak. |
teheshüs |
Gizli ses. |
tehessüm |
Kesilmek. |
teheşşüm |
Münkesir olmak, kırılmak. |
tehettük |
(C.: Tehettükât) (Hetk. den) Yırtılma. * Utanmazlık ve hayâsızlıkta aşırı derecede olma. |
tehevvu' |
Kusma. İstifrağ etme. |
tehevvüd |
Tevbe. Sâlih amel. * Yahudi olmak. |
tehevvük |
Tenbel olmak. |
tehevvül |
Korkunç hâle gelme. * Birisinin malına göz koyma. |
tehevvüm |
Hafif uyku. |
tehevvün |
Hakir kılınma. Horlanma. Hakaret görme. Aşağılanma. |
tehevvür |
'Korkusuzlukla düşünmeden hareket etmek. Sonunu düşünmeden birden bire karar vermek. * Kuvve-i gadabiyenin ifrat mertebesi; maddi mânevi hiçbir şeyden korkmamak hâleti.' |
tehevvüs |
Heveslenmek. * Yumuşak yerde ağır ağır yürümek. |
teheyyü |
Hazırlanma, nizamlanma. |
teheyyüb |
(Heybet. den) Korkma. Korkutma. |
teheyyüc |
Heyecanlanma. Coşma. Deprenme. Harekete gelme. |
teheyyücât |
(Teheyyüc. C.) Coşup heyecanlanmalar. |
teheyyüf |
İnceltmek. |
teheyyül |
Lânet etmek. |
teheyyüm |
Şaşma, şaşırma. Şaşıp kalma. Hayran olma. * Susuz olma. |
teheyyün |
Asan olmak, kolay olmak. |
teheyyüz |
Kırılmış kemiğin kaynayıp bitişmesi. ◊ Perâkende olmak, dağılmak. |
tehezzü' |
Maskaraya almak. |
tehezzüc |
Nağmeli ses çıkarma. Terâne-perdâzlık etme, makamla şarkı söyleme. |
tehezzuk |
Bir yerde karar etmeyip çalkanmak. |
tehezzül |
Bıkkın olmak. |
tehezzum |
Zulmetmek. |
tehezzüm |
Eliyle bir nesneyi kırmak. |
tehezzüz |
Hafif titreme, deprenme, ihtizâz. |
tehi |
Boş, avare kalmak, hâlî. Eli boş. |
tehidest |
Eli boş. Züğürt. |
tehim |
(Töhmet. den) Suçlu, kabahatlı. |
tehimiyan |
f. İçi boş. |
tehiyye |
(Tahiyye) Selâm vermek. Hayır duâ etmek. * Hazır ve âmâde kılmak. (Bak: Tahiyye) |
tehlib |
Atın kuyruğunun kılını kesmek. |
tehlik |
Öldürme. Helâkete düşürme. |
tehlike |
(Tehlüke) (Helâk. den) Helâkete sebep olacak hâl. Felâket. |
tehlil |
İslâmiyetin tevhid akidesini hülâsa eden, ancak bir İlâh bulunduğunu, Onun da ancak ve ancak Allah (C.C.) olduğunu ifade eden 'Lâilâhe illâllâh' sözünü tekrar etmek. (Bak: Tevhid) More… |
tehn |
Kâim olmak, var ve mevcud olmak. |
tehnid |
Lâtifeleşmek, şakalaşmak, birbirine lütuf etmek. |
tehnie |
Tebrik etmek. |
tehniyet |
Tebrik etme, kutlama. |
tehrib |
Kaçırma. Kaçırılma. Firar ettirme. |
tehrim |
Kocaltma. |
tehşim |
Zaaf vermek. * Kırmak. |
tehtan |
Yağmurun ulaştırı yağması. |
tehtehe |
Ağır söylemek, sert konuşmak. |
tehtik |
Yırtma. * Nâmusa halel getirme. |
tehvi' |
Kusturma veya kusturulma. |
tehvid |
Yahudileşme. Yahudi edilme. |
tehvil |
Dehşet göstermek. Korkutma. |
tehvim |
(C.: Tehvimât) Hafif uyku. |
tehvin |
(Hevn. den) Kolaylaştırma. * Ucuzlatma. Ucuzlatılma. * Alçaltma. Alçaltılma. * Cevr ve hakaret eylemek. Saymamak. Hakir görmek. |
tehvir |
Suyu veya diğer sıvıları döktürmek. |
tehvis |
Yedirmek, yemek yedirmek. |
tehviş |
Karma karışık etme. * Bir yere toplama. |
tehviye |
(Hevâ. dan) Havalandırma. |
tehyi' |
(Tehyie - Tehiyye) (C.: Tehiyyât) Hazırlama, hazırlanma. |
tehyib |
(C.: Tehyibât) Heybetli gösterme, heybetli gösterilme. |
tehyic |
Heyecanlandırma. Coşturma. * Ayağa kaldırma. |
tehyicât |
(Tehyic. C.) Coşturmalar, heyecanlandırmalar. |
tehyie |
(C.: Tehyiât) Hazırlama, hazırlanma. |
tehyir |
Suyu döktürmek. |
tehzi' |
Kırmak. |
tehzib |
Islâh etme. * Temizleme. Fazlalığını, pisliğini giderme. |
tehzic |
(C.: Tehzicât) Makamla şarkı söyleme. |
tehzil |
(C.: Tehzilât) Zayıflatma. * Alaya alma. Alay şekline sokma. |
tehziz |
(C.: Tehzizât) Hafif titreme, hareket ettirme. Deprendirme. |
tek |
f. Koşma, seğirtme. |
teka'ku' |
Yaramaz gönüllü olmak. * Geri durmak. |
tekabbel |
Kabul etsin' mânasında söylenir. |
tekabbelallah |
Allah kabul etsin (meâlinde duâ). |
tekabbuh |
(Kubh. dan) Çirkin görme. kötü sayma. |
tekabbül |
Kabul etmek. |
tekabkub |
Bağırsaklarda gazların meydana getirdiği gurultu. |
tekabül |
Karşılıklı olma. Bir şeyin karşılığı olma. Yüzleşme. Karşılık olma. Karşılama. * Tezat. |
tekaddüm |
Geçmiş bulunma. * Öne geçme. İlerleme. * Birine gelmesi muhtemel bir zararın def'i için evvelceden iş'ar ve tenbih eylemek. * Fık: Mürur-u zaman olmak. Zamanı geçmiş bulunmak. |
tekadim |
(Takdime. C.) Takdim edilen armağanlar, verilen hediyeler. |
tekadir |
(Takdir. C.) Mukadderât. Alınyazıları. * İhtimâller. |
tekadüm |
Geçmiş bulunma. * Mürur-u zaman olma. |
tekâfi |
(Tekâfü') Birbirinin dengi olma. |
tekâfü' |
Beraberlik, eşitlik, müsâvilik. |
tekahhul |
(Bak: Tekehhül) |
tekâhül |
Dikkatsizlik, ihmal. |
tekalib |
(Taklib. C.) Döndürmeler, çevirmeler. İçi dışa çevirmeler. |
tekâlif |
Teklifler, vergiler. (Bak: Teklif) |
tekalkul |
Deprenme, hareketlenme, sarsılma. |
tekallüd |
Bir şeyi üzerine alma. İltizam edip boynuna alma. |
tekâlüb |
(Kelb. den) Köpek gibi birbirine saldırma. * Husumet etmek, düşmanlık yapmak. |
tekammus |
Giyinme, gömlek giyme. |
tekâmül |
Kemâl bulma. Olgunlaşma. |
tekâmülât |
(Tekâmül. C.) Olgunlaşmalar, tekâmüller. |
tekamür |
(Kımâr. dan) Kumar oynama. |
tekâpu |
f. Öteye beriye seğirtme. Telâşla koşarak birşeyler araştırma. * Dalkavukluk. |
tekâri |
Kira almak. |
tekarir |
(Takrir. C.) Teklifler, takrirler, önergeler. |
tekarrür |
(Bak: Takarrür) |
tekarüb |
Birbirine yaklaşma. Birbirine yakın gelme. * Tedenni etme. |
tekârüm |
Ayıp ve kusur olacak şeylerden kaçınma. |
tekarün |
(Karn. dan) Birbirinin yanına gelme. Birbirine yanaşma. Mukarenet. |
tekas |
(Bak: Takas) |
tekasit |
(Taksit. C.) Taksitler. |
tekaşşu' |
(Kaş'. dan) Balgam çıkarma. |
tekâsüf |
Kesifleşme. Yoğunlaşma. Sıklaşma. * Bir noktada toplanma. * Birbirinden ayrılan kimyevi maddelerin tekrar toplanarak birleşmeleri. |
tekâsül |
Üşenmek. Gevşeklik. İhtimamsız davranmak. Tembellik. |
tekâsülât |
(Tekâsül. C.) Tembellikler, üşenmeler. İlgisizlikler. |
tekâsülî |
Gevşeklik ve uyuşukluğa âit. Tembellikten gelen. (Bak: Himmet) |
tekasüm |
(Kasem. den) Andlaşma. * Bölüşme. |
tekâsür |
(Kesret. den) Çoğalma. Kesret bulma. * Çok öğünme. Mal ve evlâdın çokluğu ve bu çokluk ile fahirlenme. |
tekâsür suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 102. Suresi. Mekkîdir. Makbure Suresi de denilmiştir. |
tekatir |
(Taktir. C.) Damlamalar. |
tekattu' |
Tıb: Sıtma nöbetinin muntazam vakitlere ayrılması. |
tekattül |
Birbirini kesme, kesişme. |
tekatu' |
Kesme. Kesişme. * Çatışma. İki çizginin bir noktada birbirini kesmesi. |
tekatüb |
Yazışmak. |
tekatül |
(Katl. dan) Vuruşma. Birbirini öldürme. Mukatele. |
tekatüm |
Birbirinden sır saklama. |
tekatur |
Damlama. Damla damla dökülme. |
tekaüd |
Oturma. Fârig olma. * Karşılıklı oturma. * Emeklilik. |
tekaüden |
Emekliye ayrılarak. |
tekaüdiye |
Tekaüde mahsus olan aylık. |
tekâver |
f. Koşucu, seğirtici. * Yorga yürüyüşlü at. |
tekavim |
Takvimler. |
tekavül |
(Kavl. den) Sözleşme. |
tekâvüs |
Bir yere cem'olmak, yığılmak, toplanmak. * Sıkışmak. |
tekavvül |
Kendisinde olmayanı söylemeğe çalışma. Yalan söyleme. |
tekavvülat |
(Tekavvül. C.) Yalan sözler. |
tekavvüm |
Eğri iken doğrulma. |
tekavvüs |
Kavislenme. Bükülme. Eğilme. Kavis şekline girme. |
tekavvüt |
(Kut. dan) Beslenme, azıklanma. Geçinme. |
tekâya |
(Tekye. C.) Tekyeler. (Türkçede bazan 'tekke' şeklinde de kullanılır.) |
tekâyüd |
(C.: Tekâyüdât) (Keyd. den) Birbirine hile yapma. |
tekayyüd |
(Bak: Takayyüd) |
tekaz |
Birbiriyle ödeşme. * Karşılaştırma. |
tekaza |
(Bak: Takaza) |
tekâzüb |
(Kizb. den) Birbirini aldatma. Birbirine yalan söyleme. |
tekazzu' |
Çıbanın irinlenmesi. |
tekbib |
Kebap yapmak. |
tekbil |
Bendetmek. |
tekbir |
Allahü ekber' demek. Allah'ın her hususta en yüksek ve en büyük olduğu ifâde etmek. |
tekbirât |
(Tekbir. C.) Tekbirler. Tekbir getirmeler. |
tekbirhân |
f. Tekbir getiren. |
tekbit |
(Cihaz) Az olmak. * Asan olmak, kolay olmak. |
tekdih |
Kuvvetle kaşımak. |
tekdim |
Çok ısırmak. |
tekdir |
Azarlamak. * Kederlenme. * Bulanık etme. * Mektebde talebeye verilen ve siciline geçirilen bir ceza. Ta'zir. |
tekdirât |
(Tekdir. C.) Tekdirler, azarlamalar. |
tekdis |
Harman etmek. |
teke |
f. Keçilerin erkeği. Sürü önünden giden kösemen. * Bir cilt defter. * Tezek. |
teke'kü' |
Cem'olmak, birikmek, toplanmak. * Korkak olmak. |
tekebbüd |
(Kebed. den) Sertleşme, katılaşma. |
tekebbür |
Kibirlenmek. Kendini büyük saymak. Nefsini büyük görmek. (Bak: Taabbüd, Tevazu') |
tekedduh |
Kuvvetle kaşımak. |
tekeddün |
Eğlenmek. |
tekeddür |
Bulanık olma. * Kederlenme. |
tekeffü' |
Yürürken etrafına bakmadan önünü gözleyerek gitmek. |
tekeffüf |
(Keff. den) El uzatarak dilencilik etme. Avuç açma. Dilenme. * Avuçla tutmak. |
tekeffül |
Boynuna almak. * Birine kefil olmak. Kefâlet etmek veya vermek. |
tekehhüf |
(Kehf. den) Mağara biçiminde oyulup kazılma. |
tekehhul |
Göze sürme çekme. Suni kara gözlü olma. |
tekehhün |
Kâhinlik yapma, falcılık etme. |
tekellüf |
Kendi isteğiyle külfete girmek, bir zorluğa katlanmak. * Gösterişe kapılmak. Özenmek. * Yapmacık hâl ve hareket. Zoraki hareket. |
tekellüfât |
(Tekellüf. C.) Tekellüfler. |
tekellül |
Götürü gelmek. * İhâta etmek, kaplamak, içine almak. |
tekellüm |
(C.: Tekellümât) Konuşmak. Söylemek. |
tekellüs |
(C.: Tekellüsât) (Kils. den) Kireçleşme. |
tekemküm |
Başına külâh giymek. |
tekemmü' |
Mantar koparmak. |
tekemmül |
Olgunlaşmak. Kemâle doğru gitmek. |
tekemmüm |
(Kümm. den) Örtünüp bürünme. |
tekemmün |
Pusuya yatma, gizlenme. |
tekemmüş |
Acele etme. |
tekenni |
(Künye. den) Künye alma. Ad alma. |
tekennüf |
Bir yere toplanmak. |
tekennüs |
Gizlenmek. * Örtünmek. |
tekerfu' |
Mürtefi olmak, yükselmek. |
tekerru' |
Paça yemek. |
tekerrüc |
Fâsid olmak, bozulmak. * Kirlenmek. Paslanmak. |
tekerrüh |
(Kerh. den) İğrenme, kerih görme. |
tekerrüm |
Saygı görmek. Keremli olmak. |
tekerrür |
Tekrarlanmak. (Bak: Tekrârat) |
tekerrürât |
(Tekerrür. C.) Tekerrürler, tekrarlanmalar. |
tekerrüş |
Buruşma. |
tekessüb |
Kazanmak. |
tekeşşüf |
Açılmak, görünmek, sıyrılmak, meydana çıkmak. * Rüsvay olmak. Sırları açığa çıkmak. |
tekessül |
Durmak. * Üşenmek. Gevşek davranmak. |
tekessür |
Çoğalmak. Kesretli olmak. Adet miktarına adet ilâve olmak. ◊ Kırılmak. |
tekettül |
Bir yürüme çeşiti. |
tekevvük |
Baş yarmak. * Basmak. |
tekevvün |
(C.: Tekevvünât) Vücuda gelmek. Meydana geliş. * şekillenmek. * Var olmak. |
tekevvünî |
Tekevvüne ait. Oluşla, hâdisatla alâkalı. |
tekevvür |
Damlamak. |
tekeymüs |
Yemeklerin midede ezilmesi. |
tekeyyüf |
Bir keyfiyet kabul etmek. Eksiltmek veya noksan etmek. Keyfiyetlenmek. * Keyiflenmek. |
tekeyyüs |
(Kiyâset. den) Kiyâsetli ve zeki görünme. * Zariflik gösterme. |
tekfil |
Kefil etme. Kefil edilme. Kefil gösterme. * Boynuna aldırmak. |
tekfin |
Kefenlenmek veya kefenlemek. |
tekfir |
Birisine 'kâfir' deme, kâfirliğine hükmetme. * Ortadan kaldırma, yok etme. * Setretme, örtme. * Keffaret verme. * Elini göğsüne koyup tevazu yapma. |
tekfur |
Tar: Bizans İmparatorluğunun valilik derecesindeki idarî hizmetlerinde bulunan kimseler. |
tekhil |
(Kuhl. dan) Göze sürme çekme. |
teklî |
Hapsetmek. |
teklib |
Köpeğe av öğretmek. |
teklic |
Yüzünü ekşitmek. |
teklif |
Zor birşey istemek. Bir vazife ileri sürmek. * Sıkılgan ve resmi davranış. İçli dışlı olmayan çekingen muâmele. * Vergi yüklemek. * Vazife vermek. |
teklif-i mâlâ-yutak |
Ağır ve güç yetmez olan teklif. Dayanılmaz teklif. |
teklifât |
Teklifler. |
teklil |
(İklil. den) Taç giydirme. |
teklim |
Söyletmek. * Yaralamak, mecruh etmek. |
teklis |
(Kils. den) Kireç hâline getirme. Kireçleştirme. |
tekmid |
Soğuk veya ılık su ile yapılan pansuman. |
tekmil |
Bitirmek, tamamlamak. Kemâle erdirmek. * Tam, bütün, eksiksiz. |
tekmile |
(Kemâl. den) Eksikleri tamamlamak için sonradan yapılan şey, ek. İlâve. |
tekmim |
Ağaç çiçek verecek vaktinde gılafıyla tomurcuğunu çıkarıp izhâr etmek. |
tekmin |
(Kemin. den) Pusuya yatırma, sipere yerleştirme. |
teknik |
Fr. Fizik, Kimya ve Matematikten elde edilen bilgilerin tatbik edilmesi. |
teknisyen |
Fr. Bir işin, ilim tarafından daha çok tatbikatiyle uğraşan. Tatbikatla uğraşan kimse. |
tekniye |
(Künye. den) Künyeleme, künye koyma. |
teknoloji |
Fr. Teknik bilgiler. Matematik, Kimya ve Fizik ilminden elde edilen bilgiler. |
tekrar |
(Kerr. den) Bir şeyi iki veya daha fazla yapma. * Bir daha, yine, yeniden. |
tekrarat |
Tekrarlamalar. Aynı şeyi bir kaç defa yapma. |
tekraren |
Defalarca, tekrarlanarak. |
tekrih |
Nefret ettirmek. Çirkin göstermek. |
tekrim |
Hürmet ve tazim göstermek ve görmek. Saygı göstermek, lütuf ve kerem icrasında bulunmak. |
tekrimen |
Hürmet göstererek, tazim ederek. |
tekrir |
Tekrar etme, bir daha yapma, söyleme, tekrarlama. * Edb: Sözün tesirini kuvvetlendirmek için bir sözü bile bile tekrar etme san'atı. * Tecvidde: Harf okunduğu zaman dilin sürçmesine More… |
tekriye |
Düşman yapmak. |
teksib |
(Kesb. den) Kazandırma. |
teksif |
(Kesâfet. den) Sıklaştırma, koyulaştırma, yığma, toplama. ◊ Parça parça etmek. |
tekşif |
(Keşf. den) İyice açma. |
teksir |
(C.: Teksirât) Çoğaltmak, artırmak, çoğaltılmak. ◊ (Kesr. den) Çok kırma. Parçalama. |
tekstil |
Fr. Dokuma. * Dokumacılık. |
tektib |
Askeri bölük bölük etmek, bölüklere ayırmak. * (Ketebe. den) Yazdırma. |
tektim |
Örtmek. |
tekvif |
Kûfe'ye varmak. |
tekvin |
Var etmek. Meydana getirmek. Yaratmak. * İlm-i Kelâmda: Cenab-ı Hakk'ın sübutî bir sıfatıdır ve ademden vücuda getirmesi, icad etmesidir. |
tekvinât |
(Tekvin. C.) Tekvinler, var etmeler, yaratmalar. |
tekvir |
Yuvarlaklaştırmak. Kıvırmak. Sarmak. * Toplamak. Cemolmak. * Başa sarık sarmak. |
tekvir suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 81. Suresidir. Küvvirat Suresi adı da verilir. |
tekvis |
Yüz üstüne düşürmek. |
tekviye |
Ovmak, ovalamak. |
tekye |
f. Zikir veya ders için toplanılan yer. * Dervişlerin meskeni ve mâbedi. * Yaslanılacak, dayanılacak şey. * İtimâd etmek, dayanmak. |
tekyenişin |
f. Tekkede oturan, derviş. |
tekyezen |
f. İstinad eden, dayanan. |
tekyil |
(Kile. den) Kile ile ölçme. |
tekzib |
Yalanlamak. Bir işe inanmayıp inkâr etmek. Yalan olduğunu söylemek. |
tel'a |
(C.: Tilâ) Su yolu, su mecrası. * Sel yolu. * Yerin alçağı ve yükseği. Çukurluk ve tepe. |
tel'abe |
Oynamak. |
tel'ib |
Oynatma, raksettirme. |
tel'in |
Lânetlemek. Lânet etmek. |
tela |
(Tülüv. den) Ondan sonra geldi, ardınca gitti (mânasında fiil). |
tela'lu' |
Açlıktan zayıflamak. * Küçük olmak. |
tela'süm |
Dil dolaşma, şaşırma. * Cevap verilecek yerde veremeyip kekeleme. * Saçmasapan cevap verme. |
telaffuz |
Söyleyiş, söyleniş. * Ağızdan çıkan lâfız. |
telafi |
Eksik olan bir şeyin yerini doldurmak. Tamamlamak. * Ziyanı karşılamak. Zararı ödemek. |
telafif |
Birbirine sarmaşmış bölük bölük nebatlar. * Büklümler, kıvrımlar. * Birbirine girmiş ve sarmaşmış vaziyette olma. Lif lif olma. |
telaggum |
Dürtülmek. |
telah |
Birbirine inatçılık etmek. |
telahhi |
Tülbendi çenesi altından sarmak. |
telahhum |
(Lahm. dan) Semirme, etlenme. |
telahhuz |
İmrenerek ağız sulanma. |
telahi |
Oyun. Oyun âleti ile vakit geçirme. ◊ Birbirine sövmek. |
telahuk |
Birbirine katılmak. Birbiri arkasından gelip birleşmek. |
telahuz |
Gözucu ile bakma. Gözucu ile bakışma. |
telaiye |
İstikmet, doğruluk. |
telak |
Ulaşmak, varmak. |
telaki |
Kavuşma. Buluşma, birbirine kavuşma. |
telakigâh |
f. Buluşma yeri. Kavuşma yeri. |
telakki |
Karşılamak. Almak. Kabul etmek. * Şahsi anlayış ve görüş. |
telakkiyât |
(Telakki. C.) Şahsî anlayış ve görüşler. * Kabul etmeler. Telakkiler. |
telakkub |
(Lâkab. dan) Lâkab alma. Lâkablanma. |
telakkuf |
Ağızdan söz kapmak. * İşitmek. * Yutmak. * Sür'atle almak. |
telakkuh |
Kendisini gebe, hâmile gösterme. Gebe kalabilme. |
telakkum |
Parçalayıp lokma yapıp yutma. * Karın gurultusu. |
telakkut |
Cem'etmek, toplamak, biriktirmek. |
telaküm |
Yumruklaşma. Boks. |
telale |
Dalâlet. |
telam |
Hizmetçi talebe. |
telamiz |
(Tilmiz. C.) Talebeler, çıraklar. |
telaşi |
Önem ve ehemmiyetini kaybetme. * Dağılma. * Telâş. |
telasim |
(Tılsım. C.) Tılsımlar. |
telassus |
Çalma. Sirkat etme. Hırsızlık yapma. |
telasuk |
(Lüsuk. dan) Bitişme, yapışma. Birbirine bitişik olma. |
telatil |
Zorluklar. |
telattuf |
(C.: Telattufât) (Lutf. den) Lütuf ve nezaketle davranma. Nâzikâne muamelede bulunma. |
telattufât |
(Telattuf. C.) Nâzikâne muameleler. |
telattufen |
Nezaketle, lütuf ile. |
telattufkâr |
f. Lütuf, nezaket ve tatlılıkla muamele eden. |
telattuh |
Bulaşma, bulaşık olma. |
telatuf |
(C.: Telâtufât) Nezaket ve lütufla hareket etme, nâzikâne muamelede bulunma. |
telatum |
Birbiri ile çarpışmak, vuruşmak. (Deniz dalgaları gibi) * Birbirine şamar vurmak. |
telatumgâh |
f. Dalgalı yer. Dalgası çok olan yer. |
telaub |
(La'b. dan) Oynama. Oynaşma. |
telaum |
Muntazır olmak, gözlemek, beklemek. |
telaun |
Birbirine karşılıklı lânet okuma. (Bak: Lian) |
telavüm |
(Levm. den) Birbirine levmetme. Birbirini çekiştirme. |
telazum |
Biri diğerine lâzım olmak. Karışık olmak. Bir şey diğerine yapışmak. |
telazzi |
(Ateş) alevlenmek. |
telbib |
(C.: Telâbib) Bir kimsenin yakasına yapışıp çekmek. * Boyun. |
telbid |
Bir yere toplayıp yığmak. * İhramda olan kimsenin saçı dağılmasın diye başına sakız yapıştırması. |
telbie |
Lebbeyk' demek. |
telbik |
Teridi yağlı yapmak. |
telbin |
Kerpiç kesmek. |
telbine |
Sütlü bulamaç aşı. * Arpa suyu. |
telbis |
(Lebs. den) Ayıbını, kusurunu örtüp iyi göstermek. * Suret-i haktan görünerek hile edip aldatmak. * Hile. Oyun. |
telbisât |
Telbisler. Hileler, oyunlar. |
telbiye |
Lebbeyk (Yâni: Emredersiniz, ben emrinize hazırım) demek. İcabet etmek. (Bak: Lebbeyk) |
telcie |
İkrah etmek, iğrenmek, tiksinmek, kerih görmek. |
telcim |
(Licâm. dan) Gem vurma, gemleme. Gemlenme. |
telcin |
Davarın sütünü sağıp memesini boşaltmak. * Kalınlaştırmak. |
tele |
Tuzak. * Ağıl. |
tele'lü' |
(Lü'lü'. den) Parıldama. |
tele'üv |
Parıldama, parlama. |
telebbüb |
Silâh takınmak. |
telebbüd |
Birbiri üstüne yığılmak. * Bir yere gizlenip av gözlemek. |
telebbük |
Mide dolgunluğuna uğrama. |
telebbün |
(Leben. den) Durma, eğlenme. * Memeden sütün damla damla akması. |
telebbüs |
Giymek. Giyinmek. * İki şeyi birbirine benzeterek ayırdedememek. * Örtülü olmak. |
telebbüt |
Muztarib olmak, acı çekmek. * Dönmek. |
teleccüc |
Geminin denizin derin yerine varması. |
teleccüm |
Dizgin vurmak. |
teleccün |
Bir nesneyi ovalayıp kirini gidermek. |
teleclüc |
Söylerken şaşırarak ağzında lâkırdıyı karıştırarak söylemek. * Kımıldatmak. Hareket etmek. * Tereddüt. |
teleddüd |
Sağına ve soluna iltifat etmek. |
teleddüm |
Kaftan eskitmek. * Yama vurmak. |
teleddün |
Eğlenmek. |
telef |
Yok olmak. Ölmek. Zâyi olmak. * Boş yere harcamak. |
telefât |
(Telef. C.) Ölüm sebebiyle olan kayıplar. |
teleffüm |
Yüzüne ve ağzına yaşmak bağlamak. |
teleffüt |
Etrâfına bakınma. |
telehcüm |
Haris olmak, hırslı olmak. |
telehhi |
Oynama. Oyun ile vakit geçirme. |
telehhüb |
(Leheb. den) Alevlenme, tutuşma, alevlenip yanma. * İltihap. |
telehhüf |
Mahzun olmak. Hasret ve kederle yanıp yıkılmak. Ah çekmek. |
telehhüm |
Yutmak. |
telehvüc |
Biri işi gevşek yapmak. |
telehvuk |
Huyu olmadan cömertlik göstermek. |
telekkü' |
Tevakkuf etmek, durmak, duraklamak. * Bir işe dolaşmak. |
telemlüm |
Cem'olmak, toplanmak, birikmek. |
telemmu' |
Parıldama. Işıldama. |
telemmüc |
Yemek artığını dil ile ağızda aramak. * Tatmak. * Yemek. |
telemmük |
Tatmak. * Yemek. |
telemmüs |
(Lems. den) El ile dokunma. |
telemmüz |
Tatmak. * Yemek. * Dili ağızda döndürüp yemek kırıntısı aramak. ◊ Talebelik etmek. Çömezlik etmek. (Bak: Tilmiz) |
telepati |
yun. Gelecekte veya uzakta olan bir hâdiseyi o anda duyma hâli. |
teleskop |
Fr. Gök cisimlerini görmek için kuvvetli dürbün. |
teleslüs |
Tereddüt etmek, karar verememek. |
telessüm |
Yaşmaklanma. |
televizyon |
Fr. Elektromanyetik dalgalar vasıtasıyla hareketli veya hareketsiz şekillerin resmini uzaklara nakletme usulü. * Bunun alıcı cihazı. (Bak: Celb-i suret, Radyo) |
televvüm |
Muntazır olmak, beklemek, gözlemek. * Kabul etmemek. |
televvün |
(Levn. den) (C.: Televvünât) Renkten renge girme. Renk değiştirme. * Döneklik, kararsızlık. |
televvüs |
Kirlenmek. Pislenmek. Bulaşıp murdar olmak. |
teleyyün |
(Leyn. den) Yumuşak. Yumuşak olmak. Sulanmak. |
teleyyüs |
Arslan yürekli olma, arslan yürüyüşlü olma. |
telezzüc |
(Lüzucet. den) Yapışkan olma. * Çekilip uzanmak. |
telezzüz |
Tat ve zevk almak. Zevklenmek. |
telfi' |
Başını örtmek. |
telfif |
Bürünme, sarma, örtme. |
telfik |
Birleştirme, ekleme. İstif. * Bir yere getirip ulaştırmak. |
telh |
f. Acı. |
telh-kâm |
f. 'Damağı acı': Kederli, dertli. |
telh-nak |
f. Lezzeti acı olan, lezzeti hoş olmayan. |
telhbâr |
f. Acı olan meyve. Meyvesi acı olan. |
telhgû |
f. Acı söyleyen. |
telhgüftar |
f. Acı sözlü. |
telhî |
Acılık. |
telhib |
(C.: Telbihât) (Leheb. den) Alevlendirme, tutuşturma. |
telhid |
(Lahd. dan) Mezar çukuru kazma. Kabire lâhid yapma. * Gömme. |
telhif |
(C.: Telhifât) Acınma, acıklanma. |
telhih |
Kavuşturmak. |
telhim |
(Lâhm. dan) Etlendirme, semirtme. |
telhin |
(C: Telhinât) Okurken kelime veya harf değiştirme. * Yanlışını çıkarma. |
telhis |
Kısaltma. Hülâsasını alma. |
telhisât |
(Telhis. C.) Kısaltmalar, hülâsalar, özetlemeler. |
telhisen |
Kısaltılarak, hülâsaten, özet olarak, hülâsa tarzında. |
telhiye |
Gâfil olmak, gaflette bulunmak. * Meşgul olmak. |
telid |
(Telide) (Veled. den) Yabancı memlekette doğduğu halde küçük yaşta İslâm diyârına getirilerek orada büyütülmüş ve oranın tâbiiyetini kabul etmiş olan kişi. |
telil |
Boğaz. |
teliyye |
Borç bakiyyesi. * Tâbi olmak, uymak. |
telkib |
Lâkab vermek, isim takmak. |
telkif |
Telkin etmek. |
telkih |
İlkah etmek. Aşılamak. * Aşı. * Cinsinin üremesini sağlamak. |
telkim |
Lokma lokma yedirme. Lokma verme. |
telkin |
(C.: Telkinât) Zihinde yer ettirmek. Fikir aşılamak. Zihinde yer etmiş düşünce. * Yeni müslüman olana İslâm esaslarını anlatmak. * Ölü gömüldükten sonra imam tarafından söylenen söz.(Telkini More… |
telkiye |
Ulaşmak, varmak. * Bir nesneyi yüze getirmek. |
tell |
(C.: Tilâl) Tepe, yığın, küme. * Düz yer üstüne yatırmak. |
tellal |
(Bak: Dellâl) |
telmi' |
(Lemeân. dan) Renk renk yapma, rengârenk yapılma. * Parıldama, parıldatılma. * Edb: Mısraları, Türkçe, Arabça, Farsça gibi başka başka dillerde olan manzume yapma. |
telmih |
(C.: Telmihât) Lâyıkiyle ve kâmilen keşfedip nazara arzetmek. * Bir şeyi açıkça söylemeyip başka bir mâna ifade için söz arasında mânalı söylemek. İmâ ile söz arasında başka bir mânayı ifade More… |
telmihen |
Telmih suretiyle. Telmih için. İmâlı olarak. |
telmiz |
Dili ağızda yemek kırıntısı için gezdirmek. * Tattırmak. * Yedirmek. |
telsin |
Bir nesneye dil etmek. |
teltele |
Hareket ettirmek. |
teltim |
Kuvvetle sille vurmak. |
telvi' |
(C.: Telviât) İçini yakıp dertlendirme. |
telvih |
Açıklamak. * Zâhir ve aşikâre kılmak. * Susuzluktan insanın çehresi bozulmak. * Bir şeyi ateşle kızdırmak. Güneş veya ateşin sıcaklığı bir nesnenin rengini değiştirmek. * Posa hâline More… |
telvihât |
Telvihler. Kinaye halindeki işaretler. |
telvik |
Yemeği yumuşak ve yağlı yapmak. |
telvim |
(C.: Telvimât) (Levm. den) Azarlama, paylama. |
telvin |
(Levn. den) Renk verme. Boyama. Boyanma. |
telvis |
(C.: Telvisât) Kirletmek. Bulaştırmak. Pisletmek. * Mc: Bozmak, berbat etmek. |
telviye |
Bükme, burma, çevirme, kıvırma. |
telyin |
(Leyyin. den) Yumuşatmak. Eritmek. * İçi yumuşatmak, kabızlıktan kurtarmak. |
telzie |
Davarı iyi gütmek. |
telziz |
Lezzet verme. Tatlandırma. Lezzetlendirme. |
tem'ik |
Yuvarlamak. |
tema'dün |
(Ma'den. den) Maden haline geçme. |
tema'uk |
Yuvarlanmak. |
tema'ur |
Mütegayyer olmak, değişmek. * Rengi donuk olmak. * Saç dökülmek. |
tema'ut |
Saç dökülmek. |
temacüd |
(Mecd. den) Büyüklüğünü ve şerefini çoğaltma. |
temadi |
Devam etmek. Sürüp gitmek. * Uzak olmak. * Müntehi ve muktezi olmamak. |
temahhuh |
Kemikten ilik çıkarmak. |
temahhul |
Hile etmek. |
temahhut |
Sümkürme. |
temahhuz |
(Temahhud) Doğum sancısı çekmek. * Hayvanın gebe oluşu. * Süt yayıkta yayılarak yağı alınıp safileştirilmesi. * Fitne çıkarma. |
temahuk |
İnat etmek. |
temahül |
Mühlet verme. Yavaş ve ağır davranma. |
temaî |
Genişlemek. |
temakkuk |
Dinlene dinlene içmek. |
temalü' |
Arkadaş olmak. |
temalük |
Nefsini zaptetme. Kendine hâkim olma. |
temanü' |
Çatışma ve birbirine mani olma. İhraç. Adem-i kabul. Tard. (Bak: Bürhan-üt temanü') |
temari |
Şek şüphe etmek. Mücadele etmek. |
temaruz |
Yalandan hastalanmak. Kendini hasta gibi göstermek. |
temas |
(Bak: Temass) |
temaşa |
f. Hoşlanarak bakmak. Seyretmek. Seyre çıkmak. Gezmek. İbretle bakmak. |
temaşagâh |
f. Gam ve kederi defetmek için gezip seyredilecek yer. Eğlence mahalli. |
temaşager |
(Temaşakâr) f. Seyirci. İbretle etrafı temaşaya çıkmış olan. |
temaşagerân |
(Temaşager. C.) Seyirciler. Temaşa edenler. |
temaşahâne |
f. Temaşa edecek yer. * Mc: Dünya. |
temaşi |
Birbiriyle yürüyüşmek, birlikte yürümek. |
temasih |
(Timsah. C.) Timsahlar. |
temasil |
Timsaller. Suretler. Resimler. Putlar. Semboller. Tasvirler. |
temass |
(Mess. den) Yan yana bulunma. * Birbirine değme. * Münasebette bulunma. |
temassur |
Davarın memesinde kalan sütü sağmak. |
temassus |
Emmek. |
temasül |
Benzeyiş. Benzeme. Birbirine benzemek. Birbirine müsavi ve müşabih olmak. * Hasta sıhhate, iyi olmağa yaklaşmak. *Mat.: Kesirsiz taksim kabul etmek, kesirsiz bölünebilmek. |
tematti |
(Matiyy. den) Vücutta duyulan ağırlıktan dolayı gerinme. * Yürürken sallanmak. |
temattuk |
Bir nesnenin lezzetinden ağzını şapırdatmak. |
temattur |
(Matar. dan) Yağmur yağma. * Hız. Sür'at. |
temavüt |
Kendini ölmüş gibi gösterme. |
temayüc |
Meyletmek, eğilmek, yönelmek. |
temayül |
(C.: Temayülât) Meyletmek. Bir cihete iltifat etmek. Bir tarafa eğilmek. * Bir yana çarpılmak. * Bir yana veya bir kimseye fazla taraftarlık ve sevgi göstermek. |
temayülât |
(Temayül. C.) Meyiller, sevgiler, muhabbetler. |
temayün |
Yalan olmak. |
temayüt |
Birbirinden ayırmak. |
temayüz |
Kendini göstermek. Farklı ve yüksek vasfı olmak. Başka vasıflarla üstün olmak. |
temayüzat |
(Temayüz. C.) Üstün olmalar, temayüzler, yükselmeler. |
temazmuz |
(Mazmaza. C.) Mazmaza yapma. Ağzını su ile çalkalama. |
temazüc |
Birbiriyle karışmak. * Şakalaşma. |
temazuh |
şakalaşmak. |
temazuk |
Münafıklık etmek. |
temcid |
Cenab-ı Hakk'ın büyüklüğünü bildirmek. Tazim ve sena etmek. * Ağırlamak. * Sabah namazı vaktinden evvel minarelerde belli makamlarda söylenen ilâhi, niyaz. |
temciş |
Oynatmak veya oynamak. |
temdid |
Devam ettirmek. Uzatmak. Uzatılmak. Sürdürmek. * Çekip uzatmak. * Tecvidde: Bir harfi uzun okumak, çekmek. |
temdih |
Medhetmek. Çok övmek. Mübalâğa ile medih. |
temdihât |
(Temdih. C.) Mübalâğa ile medhetmeler. |
temeccüd |
şeref sahibi olma. Ululanma. |
temeccüs |
Mecusi olmak. |
temeddüd |
Çekilmek. * Uzamak. * Gerinmek. |
temeddüh |
Kendi kendini övmek. Kendini beğendirmeğe çalışmak. böbürlenmek. |
temeddühât |
(Temeddüh. C.) Temeddühler, böbürlenmeler. |
temeddün |
Medenileşmek. şehirlileşmek. Medeni olmak. |
temedru' |
Ferace ve kaftan giymek. Çarşaf giymek. |
temeh |
Fâsid ve mütegayyer olmak. Bozulmak ve değişmek. |
temehdi |
Mehdilik dâvasında bulunma, mehdilik dâvasına kalkışma. |
temehhüd |
(Mehd. den) Yayılıp döşenme. |
temehhül |
Takdim etmek. Hayırda takaddüm etmek. İşinde acele etmemek. Teenni. |
temehhür |
(Maharet. den) Mâhir olma. |
temehhuz |
Bir şeyden hülâsa olarak çıkmak. (Sütten yağ çıkması gibi) |
temekkük |
Karışmak. |
temekkün |
Mekânlanmak. Yerleşmek. Yer tutmak. * Vakar ve temkin sahibi olmak. * Sultan yanında rütbe sahibi olmak. |
temelluk |
Yaltaklanmak. * Tevâzu ve yumuşaklık göstermek. * Dalkavukluk. |
temellük |
Mülk edinmek. Kendine mal edinmek. Sâhib olmak. * Kadir ve muktedir olmak. |
temellül |
(Millet. den) Bir milletin ferdi olma, milletlenme. * Bir dine bağlı olma. * (Melel ve Melâl. den) Hastalığın etkisiyle yatakta rahat yatamayıp, kımıldanıp durma. |
temellus |
Halâs olmak, kurtulmak. |
temelmül |
Yatak veya döşekte rahat olmama. |
temendül |
Elini mendil ile silmek. |
temenna |
Eli alnına götürerek selâmlama işareti yapma. * Minnettar olma. |
temenni |
Dilek. İstek. Duâ. Rica etmek. |
temenniyât |
(Temenni. C.) Temenniler, dilekler, istekler. |
temennu' |
Kavi olmak. Kuvvetlenmek. |
temerküz |
Merkez tutma, merkezleşme. Bir merkezde toplanma. * Yığılma. Birikme. |
temermür |
Titremek. |
temerrüd |
İnad, direnme. * Yapılması gereken bir şeyi yapmakta kasten geciktirme. |
temerruh |
Kendini yağla ovmak. |
temerruk |
Çorba içmek. |
temerrün |
Tekrar ettirerek alıştırma. İdman yapma. |
temerrüş |
Az miktar su. |
temerrut |
Saç dökülmek. |
temeshur |
(C.: Temeshurât) Maskaralık yapma. |
temeskün |
Miskin olma. Miskinleşme. |
temeşmüş |
Zerdali yemek. |
temeşşi |
Yürüme (Mâneviyatta daha çok kullanılır.) |
temessuh |
Kendini bir nesneye sürmek, meshetmek. * Bir şeye sürünmek. ◊ Şekil değiştirme. |
temessük |
Tutunma. Sarılma. Sıkıca tutma. * Hüccet ve delil izhar etme. * Borç senedi. |
temessül |
Benzeşmek. Cisimlenmek. * Bir şeyin bir yerde suret ve mahiyetinin aksetmesi. Bir şekil ve surete girmek. * Bir kıssa veya atasözü söylemek. |
temeşşut |
(Muşt. dan) Saçını, sakalını tarama. |
temettu' |
(C.: Temettuât) Kazanma, kâr etme. * Kâr, fayda, menfaat. * Toplamak, cem'etmek. * Mühlet vermek. * Yoldaş olmak. |
temettuât |
(Temettu'. C.) Kârlar, kazançlar, faydalar. |
temevlî |
Kendini mevlâ kılmak. |
temevvüc |
(C.: Temevvücât) Dalgalanmak. Çalkanıp dalga dalga olmak. |
temevvücât |
(Temevvüc. C.) Dalgalanmalar. |
temevvül |
(Mâl. dan) Zenginleşme, mal edinme. |
temeyyü' |
Sulanma, sulu hâle gelme. Akma. Cıvıklaşma, sıvı hâle gelme. |
temeyyüh |
Sulanma. |
temeyyüz |
Benzerlerinden farklı ve üstün olma. Diğerleri arasından kendini gösterme. |
temezzuk |
Parça parça olma. Yırtılma. |
temezzüz |
Yavaş yavaş ve dinlenerek içmek. |
temhid |
(Mehd. den) Döşeme, yayma, düzeltme. * İskân etme. * Bir maddede özür, bahane beyan eylemek. * Özür sahibinin özrünü kabul ile tasdik eylemek. * Serd etme, izah etme, arz etme. * Mukaddeme More… |
temhik |
İptal etme. |
temhil |
Sonraya bırakma. Mühlet verme. |
temhir |
Mühürleme. |
temhis |
İmtihan ve tecrübe etme. * Halâs etme. |
temhisât |
(Temhis. C.) Tecrübeler, imtihan etmeler. |
temhiz |
Doğum ağrısı çekmek. (Bak: Temahhuz) |
temim |
Katı, şiddetli, şedid. |
temime |
(C.: Temâyim) Heykel. |
temk |
Uzamak. * Yükselmek, yüce olmak. |
temkin |
Ağır başlılık, usluluk. * Ölçülü hareket sâhibi. * Vakar, izzet. İktidar, kudret. * Birini bir şeye muktedir kılmak. * Kararsızlıktan kurtulup huzur ve sükuna mazhar olmak. * Tedbir, More… |
temlie |
(Mel'. den) Ağız ağıza doldurma. |
temlih |
Tuzlamak. Tuza yatırmak. * Edb: Söz arasında güzel ve mazmun (nükteli, cinaslı ve güzel) söz söylemek. ◊ (Süryânice) El-Kayyum mânasında (Esmâ-i İlâhiyedendir). |
temlik |
Mal sahibi etmek. Birine mülkü kazandırmak, sahib etmek. * Mülk olarak vermek. |
temliken |
Mülk olarak vermek suretiyle. Temlik tarzında. |
temlis |
(Melis. den) Pürüzlerini giderme. Düzleme. |
temliye |
Doldurma veya doldurulma. |
temmar |
Hurmacı. Hurma satan. |
temme |
Tamam oldu, bitti (mânasına fiil). |
temni' |
(Mübalağa ile) Men etmek, engel olmak. |
temr |
Hurma. |
temre |
Bir tek hurma. |
temren |
'Okların ucuna demir veya sarıdan takılan parçaya verilen addır. Menzil oklarına maden yerine kemik takılır ve ona da 'soya' adı verilirdi. Temren ile soyanın takılışında fark More… |
temri |
Hurmayı seven. |
temrid |
Binayı yüksek yapmak. |
temrig |
Yuvarlamak. |
temrih |
Hafifçe sürme. Uğuşturma. * Bulaştırmak. |
temrin |
Yumuşak etme. İdman ettirme. * Tekrarlatarak çalıştırma. Egzersiz. |
temrir |
Acılık verme. |
temriz |
(Maraz. dan) Zayıf gösterme. |
temsik |
Cenk etmek, dövüşmek, vuruşmak. * Bir kimseye deri vermek. * Deriye renk vermek. |
temşik |
Kırmızı balçıkla renk etmek. |
temsil |
Bir şeyin aynısını veya mislini yapmak. Benzetmek. Teşbih etmek. Örnek, nümune söz. (Bak: Kıyas-ı temsilî) |
temsilât |
(Temsil. C.) Temsiller, örnekler. |
temsilî |
Temsile dair ve müteallik. Bir şeyi göz önünde canlandıran. |
temsir |
(Mısır. dan) Bir yeri şehir haline getirme. * Taklil. Azaltma. ◊ Birşeye göz dikip beklemek. |
temşir |
Sevinmek. * İzhâr etmek, göstermek. |
temşit |
(Muşt. dan) Tarama veya taranma. |
temsiye |
Akşamlık. * Akşamleyin bir nesne getirmek. |
temşiye(t) |
(Meşy. den) Yürütme, ilerleme. * Meydana gelmesini kolaylaştırma. |
temti' |
Faydalandırma, kâr ettirme. |
temtit |
Ekber' derken bir elif fazlalaştırıp 'ekbâr' demek. * Med edip çekmek. |
temuçin |
(Bak: Cengiz) |
temvih |
(C.: Temvihât) Sulandırma, su katma. * Haksız bir şeyi haklı gösterme. |
temvil |
(Mâl. den) Mal sâhibi etme. |
temyi' |
(Mey'. den) Sıvılaştırma. Sıvı hale getirme. |
temyil |
İki şey arasında mütereddit olmak, karar verememek. |
temyis |
Yumuşak yapmak, yumuşatmak. |
temyiz |
Bir şeyi diğerinden seçip tarif etmek, ayırmak. Seçmek. İyiyi kötüden ayırmak. * Yargıtay. * Gr: Belirsiz olan kelime ve sayıları belirli hale koymak. Meselâ: 'İşrune dirhemen' More… |
temyizen |
Temyiz suretiyle. Temyiz yoluyla. Seçerek. |
temzic |
Karıştırmak. Katmak. Mezcetmek. * Bir kimseye bir şey vermek. |
temzig |
Ayırmak. * Dağıtmak. |
temzik |
(C.: Temzikat) Yırtma, paralama, perakende etmek. |
ten |
f. Gövde, beden, vücut. * İnsan bedeninin dış yüzü. |
ten'ab |
Karga sesi. |
ten'il |
Nallama, nallanma. |
ten'im |
Nimetlendirmek. Bolluk içinde olmak. Rahat ve refah kılmak. * 'Neam' diye cevap vermek. |
ten'iş |
Yukarı kaldırma. |
ten-asan |
f. Rahatını düşünen adam. |
ten-aver |
(C.: Ten-âverân) f. Vücutlu, etine dolgun. |
ten-dürüst |
f. Sağlam vücutlu, kuvvetli. Vücudu sağlam olan. |
tena'nu' |
Uzak olmak, uzaklaşmak. |
tena'ul |
Nâlin giymek. |
tena'um |
Nimetlenme, bolluk içinde yaşama. |
tenabüz |
Ahidlerini bozmak, sözlerinde durmamak. ◊ Birbirine lâkap takıp çağırmak. |
tenaci |
Fısıltı ile birbirine gizli söylemek. |
tenacüş |
Satın almak. |
tenad |
Birbirine nidâ etmek, birbirine bağırışmak. |
tenadd |
(Nudud. den) Dağılma, darmadağın ve perişan olma. * Birbirinden ürkme. |
tenadi |
Birbirine nida etmek, çağırmak. * Bir araya toplanma. |
tenadüm |
(Nedem. den) Birbiriyle konuşma. Sohbet. |
tenadür |
Azalma, nâdirleşme. |
tenadüs |
Birbirine lâkap koyup bağırışmak. |
tenaffuh |
şişmek. ' Uf, tüf, ah ve oh' demek. |
tenaffut |
Çok kızma, hiddetlenme. |
tenafi |
Birbirine zıt ve muhâlif olma. |
tenafür |
Birbirinden kaçmak. Ürkmek. * Uzağa çekilmek. * Bir mes'elenin halli için hâkime başvurmak. * Edb: Kulağa hoş gelmeyen hece veya kelimelerin bir arada bulunması. |
tenafüs |
(C.: Tenâfüsât) Hased etme. Çekememe. |
tenaggum |
Şarkı söylemek. |
tenagguş |
Hareket etmek. |
tenahhi |
Bir yana çekilme, alarga durma. * Irak olma. |
tenahhum |
Tükürmek. * Asık suratlı olmak, ekşi yüzlü olmak. |
tenahi |
Son bulma, bitme, tükenme. * Yasağı kabul ile geri durmak. |
tenahnuh |
Öksürerek boğazını açmak, öksürmek. Öhö öhö demek. * Fık: Zaruret olmasa bu öksürük namazı bozar. |
tenahüd |
Tevzi etmek, dağıtmak. * Hediye vermek, atâ etmek. |
tenai |
Uzaklık. |
tenakki |
Muhayyer olmak. |
tenakkub |
Nikab örtünmek, yüze peçe örtmek. |
tenakkul |
(Nukl. den) Bir yerden başka bir yere geçme. * Nakletme. * Bir makamdan başka makama intikal etme. |
tenakkur |
Müçtemi olmak, içtima etmek, toplanmak. |
tenakkus |
Eksilmek. |
tenakkut |
(Nokta. dan) Benek benek olma. Nokta nokta olma. |
tenakkuz |
Halâs olmak, kurtulmak. ◊ Kırılmak. * Bozulmak. |
tenaküh |
Nikâhlanmak. |
tenakür |
Bilmezlikten gelmek. Tecâhül etmek. * Birbirine adâvet etmek. |
tenakus |
Noksanlaşmak. Azalmak. Eksilmek. |
tenakusât |
(Tenakus. C.) Eksilmeler, azalmalar. |
tenakuz |
Sözün birbirini tutmaması. Konuşmada beyan edilen söz ve fikirlerin birbirine zıt olması. * Man: İki şeyin birbirine nakiz olması. Bir şeyin nakizi, o şeyin ref'inden (kaldırılmasından) More… |
tenakuzât |
(Tenakuz. C.) Tenakuzlar. |
tenanir |
(Tennur. C.) Ocaklar, fırınlar, tandırlar. * Su pınarları. |
tenasi |
'Unutmuş görünmek. Unutmak. Kendini unutmuş gibi göstermek. (Gaye-i hayal olmazsa veyahut nisyân veya tenâsi edilse; ezhân enelere dönüp etrafında gezerler. M.) (Bak: Vicdan)' More… |
tenaşir |
Acemi yazısı, çocuk yazısı. |
tenassüb |
Dikilip durma. |
tenassuh |
Nasihat almak, aklı başına gelmek. * Başkası hakkında iyilik istemek. |
tenassuk |
Nizâmına koyma, tertib etme, düzenleme. |
tenassur |
Nasrânileşme. Hıristiyan dinine girme. |
tenasüb |
Uygunluk, uyma, tutma. Yakınlaşma. * Nisbet, kıyas. * İki adet birbirine nisbet edilerek yapılan hesap usulü. * Edb: Mânaca birbirine uygun kelimeleri bir arada söze güzellik vermek maksadı More… |
tenaşüd |
Birbirine şiir okuma. |
tenasuf |
Yarıya bölmek. |
tenasuh |
Birbirine nasihat etme. |
tenasüh |
İslâmdan hariç olan batıl bir fırkaya göre, ruhun bir bedenden başka birinin bedenine intikâl eder diye olan batıl inanışları. * Miras sahibinin ölümü ile malının vârisine geçmesi. (Bak: More… |
tenasüh-vâri |
f. Tenasühe benzer bir surette. |
tenasuk |
Nizam üzere dizilme. |
tenasül |
Türemek. Nesil yetiştirmek. Üremek. Birbirinden doğup türemek. |
tenasülât |
(Tenasül. C.) Çoğalma. Tenâsüller. Üremeler. |
tenasur |
Yardımlaşma. Karşılıklı yardım etme. * Haberler birbirini tasdik eylemek. |
tenasür |
Saçılma, serpilme, püskürme. |
tenaşür |
Dağılmak. |
tenattu' |
Çok arıtmak. * Ayırmak. |
tenattuf |
Küpe takma. |
tenattus |
Dikkatle tecessüs etmek, araştırmak. * Ayırmak. |
tenatüc |
Neticelenme. Birbirini netice vermek. |
tenatuh |
(Hayvanların) birbirlerine süsüşme (si). * Birbirine başla vurmak. |
tenatül |
Birbirine muhâlif olmak, ters olmak. |
tenavüb |
Nöbetleşme. Nöbet ile çalışma. Münâvebe. |
tenavül |
Bir şeyi alma. * Yemek yeme. * Bahşiş ve ihsanda bulunma. |
tenavüm |
Yalandan uyur gibi görünme. |
tenavür |
İri vücutlu kişi, iri yarı kimse. |
tenavüş |
Aşağı tutmak. * Sonraya bırakmak, tehir etmek. * Alıp yemek. ◊ (Tenâvül mânasındadır) El atmak, el sürmek. |
tenayüb |
Nöbetleşmek. |
tenazu' |
Kavgalaşmak, çekişmek. Birbirine husumet etmek. |
tenazuk |
Birbirine öğretmek. |
tenazük |
Birbirine süngü ile vurmak. |
tenazul |
Birbiri ile oklaşmak. |
tenazül |
Yayan olarak vuruşmak. |
tenazur |
Birbirine karşı olmak. Simetri hâli. * Bakışmak. Bir iş hususunda birbirine bakmak. |
tenazurî |
Simetrik. |
tenazzüf |
Pâklanma, temizlenme. |
tenazzuh |
Bulaşmak. |
tenazzur |
Dikkatle bakarak düşünme. Düşünerek dikkatle bakma. |
tenbal |
Kısa boylu, bodur adam. |
tenban |
f. Don, iç donu. |
tenbel |
(Tembel) f. Üşenen, üşengeç. * İşte ağır, davranan ağır yürüyen, ağır hareketli. |
tenbel-hâne |
'f. Memurları iş görmez olan dâire; fertleri tenbel olan ev. Tenbeller yuvası.' |
tenbelit |
f. Hayvan yükü. Küçük yük. |
tenbie |
Haber vermek. |
tenbih |
(C.: Tenbihât) Göz açtırmak. * Gafletten ikaz etmek. Faaliyetini arttırmak. * Sıkı emir vermek. * Bir işin yapılacağı hakkında yapılan nasihat. |
tenbihât |
(Tenbih. C.) Tenbihler. İkaz etmeler. |
tenbik |
Ağaçları aynı hizâda dikmek. |
tencic |
Şâd etmek. Sevindirmek. |
tencid |
Evin içini nakışlı bezlerle süslemek. * Kahraman yapmak. |
tencim |
Yıldız ilmi ile uğraşmak. Yıldızların hareketlerinden mâna çıkarmağa çalışmak. |
tencir |
Korkutmak. |
tencis |
(Necâset. den) Pisleme, murdarlaştırma, pis etme. |
tenciye |
(Necât. dan) Kurtarma. |
tenciz |
Sona erdirme. Sonuçlandırma, neticelendirme. * Sözünü yerine getirme. |
tendid |
Meşhur etmek. |
tendif |
Yün ve pamuk atmak. |
tendiye |
Islatma, nemleme. |
tene |
f. Gövde, beden, cüsse, vücut. * Örümcek ağı. |
tenebbi |
(Nübüvvet. den) Peygamberlik iddiasına kalkışma, peygamberlik dâvasında bulunma. |
tenebbu' |
Az az işlemek. * Yerden kaynama. Nebean etme. |
tenebbü' |
(Nübüvvet. den) Peygamberlik iddiasına kalkışma. |
tenebbüh |
Uyanmak. Kendine gelmek. Aklını başına getirmek. |
tenebbüt |
Büyümek. Yerden çıkıp biten nebat gibi yetişmek. |
teneccüc |
Çok olmak. * Zayıflamak, süst olmak. * Aşağı gelmek. * Geniş yer tutmak. |
teneddi |
Gamkin ve üzüntülü olmak. |
teneddüb |
(Nedbe. den) (Yara) kapanma. |
teneddüd |
Halk içinde meşhur olmak. |
tenedduh |
Koyunun otlamaktan semiz ve besili olması. |
teneddüm |
(Nedâmet. den) Pişman olma, pişmanlık duyma, nedâmet etme. |
teneddus |
Çıkmak, huruç etmek. |
teneddüs |
Toprağa gömülmek. |
teneffu' |
(C.: Teneffuât) Faydalanma, menfaatlenme. |
teneffuh |
(Nefh. den) Kabarma, şişme. * Urlanma. * Üflenerek şişme. ◊ Boş lâflarla gururlanma. |
teneffül |
Nâfile namaz kılma veya oruç tutma. |
teneffür |
Çekinme. Kaçınma. Nefret etme. İğrenme. |
teneffüs |
(Nefes. den) Nefes, soluk alma. Dinlenme. * Tan yeri ağarma. * Deniz suyunun sahile vurması. * Üfürmek. * Okullarda ders araları verilen dinlenme. |
teneffüsât |
(Teneffüs. C.) Teneffüsler. |
teneffut |
(El) Kabarmak. |
teneffüz |
(Nefz. den) Nüfuz sahibi ve sözü geçer olma. |
tenehhus |
Kadınların kaşlarını ve yüzlerindeki kılları yolmaları. |
tenehnüh |
Nefsini menetmek. Nefsinin isteklerine engel olmak. |
tenekkub |
Nikab örtmek. Nikablanmak, peçelenmek. |
tenekkür |
(Nekr. den) Kendini bildirmeme. Tanınmıyacak kılığa girme. |
tenekkus |
Rücu' etmek, geri dönmek. |
tenekküs |
(Nüks. den) Başaşağı olma. |
tenemmül |
(Neml. den) Karınca gibi kaynama. * Vücudun bir tarafı, bir organı uyuşup karıncalanma. |
tenemmür |
Birisini korkutmak için gürültü yapmak, gürültülü ses çıkarmak. * Uzun uzun bağırmak. * Kaplan huylu olmak. Kaplanlaşmak. |
tenemmus |
Cınbızla yüzden kıl yolmak. |
tenemmüv |
(Nümüvv. den) Gelişip büyüme. |
teneşşi |
Neşvelenme, sarhoş olma. |
teneşşüb |
Bir şeye ilişip tutulma. |
teneşşüd |
Bir haberi veya bir şeyi öğrenmek için insanların farkına varamıyacağı şekilde nezâketle soruşturma. |
teneşşüf |
(Suyu veya rutubeti) çekme, emme. |
tenessuh |
Eşsiz, çok güzel ve çok az bulunur olma. |
tenessük |
İbadet etmek. |
tenessüm |
(Nesim. den) Havayı teneffüs etme. * Güzel kokular kokutmak. * Haber erişmek. |
tenessür |
Dağılma, saçılma, yayılma, serpilme. |
teneşşut |
(Neşat. dan) Ferahlanma, keyiflenme. |
tenevvü' |
(C.: Tenevvüât) Çeşitlenmek, çeşit çeşit olmak. |
tenevvüb |
Katran ağacı. |
tenevvüh |
(Nevha. dan) Ölüye feryad ederek ağlamak. * Sarkıp sallanıp öteberi hareket etmek. |
tenevvuk |
Tabiat, huy. * Hâtır. * Bir işte mübalağa etmek. |
tenevvüm |
Uyuklama, pinekleme. |
tenevvüme |
(C.: Tünüm) Kırlarda yetişen küçük yemişli bir ağaç. |
tenevvür |
Parlama, ışıldama. * Bir şey hakkında bilgi sahibi olma. * Münir ve münevver olmak. Aydın olmak. Nurlanmak. |
tenevvüs |
Tereddüt etmek, karar verememek. |
tenevvüş |
Evmek, acele etmek, sür'at. |
tenezzehe |
Noksan sıfatlardan uzak (meâlinde Allah C.C. için söylenen duâdandır.) |
tenezzi |
Evmek, sür'at, acele etmek. |
tenezzüh |
Uzaklaşmak. * Gezinti. Bağ ve bahçe gibi yerlere gam ve kederi izale için çıkmak. * Kusur, pislik ve ayıptan uzak olmak. |
tenezzül |
(C.: Tenezzülât) İnme, düşme. Aşağılama. * Gönül alçaklığı. Karşısındakinin seviyesine göre tevâzu ile konuşmak. * Yavaş yavaş inmek. Mekânını yukarıdan aşağıya nakletmek. ◊ More… |
tenezzür |
Korkmak. * Adak adamak, nezretmek. |
tenfih |
(C.: Tenfihât) (Nefh. den) Üfleyip şişirme. * Çok üfleme. ◊ Yorma, güçsüz bırakma. |
tenfil |
Ziyade etmek, çoğaltmak. * Kandırmak. |
tenfir |
(Nefret. den) Ürkütme, korkutma. * Nefret ettirme. * Mekruh ve müstehcen isim takma. * Galibiyetle hükmetme. * (Nefir. den) Asker toplama. |
tenfis |
(C.: Tenfisât) (Nefes. den) Nefeslendirme, soluklandırma, ferahlandırma. |
tenfiş |
(C.: Tenfişât) Pamuk gibi atma. Yün ditme. |
tenfit |
Çok kaynatmak. * Neftlemek. |
tenfiz |
İnfaz etmek. Hükmünü yürütmek. * İçinden geçirmek ve öteye çıkarmak. ◊ Sıçratma. Sıçramaya zorlama. ◊ Silkmek. * Saçmak, dağıtmak. |
teng |
f. Dar, sıkıntılı, melul, kederli. * Kıtlık. |
tengçeşm |
f. Açgözlü. |
tengdil |
(C.: Tengdilân) f. Yüreği dar. İçi sıkıntılı. |
tengî |
f. Darlık. * Züğürtlük. |
tengis |
(Nags. dan) Hayatını tasalı, kederli kılmak. |
tengiz |
Zindeliği sarsılma, zindeliğini sarsma. |
tengna |
f. Dar yer. Geçit, boğaz. Sıkıntılı yer. * Mezar. |
tenha |
f. Boş yer. Kimsesiz yer. * Yalnız, tek. |
tenhanişin |
f. Tek başına oturan. Yalnız oturan. |
tenharev |
f. Yalnız giden. |
tenhayî |
f. Yalnızlık, ıssızlık, tenhalık. |
tenhib |
Suya gayet yakın olmak. |
tenhil |
Elek ile eleme. |
tenhiye |
Irak etmek, uzaklaştırmak. * Gidermek. * Silkmek. * Çıkarmak. ◊ İçinde suyu az olan çukur. |
tenide |
f. Örümcek ağı. * Örülmüş, dokunmuş. |
tenize |
Uç, etek. |
tenkib |
Dolaşıp gezmek. * Ticaret yapmak. Tefahhus etmek. * İnceden inceye araştırmak. ◊ Dönmek veya döndürmek. |
tenkid |
Bir kimse veya şeyin iyi veya kötü taraflarını bulup meydana çıkarmak.Tenkid yapıcı veya yıkıcı olabilir. Tenkitten maksat, doğrunun ve yanlışın iyi niyetle ortaya konulması, hakikate More… |
tenkih |
Araştırıp, dikkat edip bir şeyin sonuna hakikatına ermek. * Bir şeyin fazla ve gereksiz kısımlarını çıkarıp kısaltarak düzeltmek. * Temizlemek. * Bütçe tanzimi için maaşları azaltmak. More… |
tenkil |
Uzaklaştırmak. Tepeleyip sindirmek. * Başkalarına ders ve ibret olacak şekilde ceza vermek. Rezil ve rüsvay eylemek. * Zincire vurmak. ◊ Mübâlağa ile nakletmek. |
tenkilât |
(Tenkil. C.) Örnek olacak biçimde cezâlandırmalar. * Düşmanları tepelemeler. * Uzaklaştırmalar. |
tenkir |
Tanınmayacak bir hale koymak. * Gr: Bir ismi harf-i tarifsiz kullanarak belirsiz yapmak. Gayr-i muayyen veya gayr-i mahdut kılmak. ◊ Sıçratmak. * Ok çevirmek. |
tenkis |
Başaşağı etme. Sernigun etme. * Boşaltma. ◊ Noksanlaştırmak. Azaltmak. İndirmek. ◊ Evmek, acele etmek, sür'at. ◊ Divite mürekkep koymak. |
tenkiş |
(C.: Tenkişât) (Nakş. dan) Nakşetme, nakışlama, işleme, resim yapma. |
tenkisât |
(Tenkis. C.) Tenkisler, eksiltmeler, indirmeler, azaltmalar. |
tenkit |
Noktalamak. Yazıda nokta, virgül gibi işaretler koymak. ◊ Temizleme, fenasını atma. |
tenkiye |
Tıb: Şırınga âleti. * Temizleme, tathir. |
tenkiz |
İnkaz etmek, kurtarmak. Kurtarılmak. |
tenmik |
(Nemk. den) Yazma. Yazılma. * Güzel yazı ile yazma. |
tenmiye |
(Nemâ. dan) Büyütmek. Yetiştirmek. Artırmak. Bereketlenmek. * Fesad veren haber yetiştirmek. * Ateş içine odun atmak. |
tennub |
Katran ağacı. |
tennur |
(C.: Tenânir) Tandır. * Fırın. |
tenperver |
f. Rahatına düşkün. Tembel. Vücudunu beslemek telâşesinde olan. |
tensib |
Uygun görmek. Münasib kılmak. |
tenşib |
Saplama, sokma. * Rüzgâr esme. |
tensif |
İkiye bölmek. |
tenşif |
(C.: Tenşifât) Suyu veya rutubeti emdirme. Sünger veya bez ile suyu alıp kurulama. * Ter kurulama. |
tensik |
Nizam üzere dizmek. Nizâma koymak. * Edb: Bir ibârede zikredilecek birkaç şeyi sırasıyla irad eylemek. Sıra tertibi ile mânâ yükselirse tensik-i irtifâî, alçalırsa tensik-i inhitatî denir. More… |
tensikat |
(Tensik. C.) Islahat. Düzen ve nizama koymalar. |
tensil |
(Kuş ve diğer hayvan) tüylerini yeleklerini, yününü ve kılını döküp kavlamak. ◊ Halâs olmak, kurtulmak. |
tenşim |
Bir işe başlama. * (Et) bozulup kokma. |
tensir |
Serpme, saçma. |
tenşir |
Açıp yayma. Serpme. |
tensis |
(C.: Tensisât) Tedkik ederek karar verme. |
tenşit |
(C.: Tenşitât) (Neşât. dan) Keyiflendirme, şenlendirme. |
tensiye |
Unutturma. |
tenşiye |
Beslemek, terbiye etmek. * Uzatmak. |
tenşûy |
f. Ölü yıkayıcı. * Teneşir. |
tente |
f. Örümcek ağı. |
tentene |
İplik gibi şeylerle örülmüş delikli bez, perde v.s. Dantela. |
tentif |
Mübâlağa ile yolmak. |
tenu-mend |
f. Gövdeli, iriyarı, vücutlu kimse. |
tenufe (tenufiye) |
(C: Tenânif) Helâk olacak yer. * Sahra. * Yazı. |
tenuk |
(Tenuka, Tenukıye) Helâk olacak yer. * Sahra. * Yazı. |
tenük |
f. Dayanıksız, kuvvetsiz, zayıf. * İnce, rakik, nârin. * Az, hafif. * Yumuşak. |
tenük-havsala |
f. Sabırsız adam, tahammülsüz kimse. |
tenük-ru |
f. Yüzü yumuşak olan kimse, yüzü yumuşak adam. |
tenvat |
Atın yanına asılan şeyler. |
tenvi' |
(C.: Tenviât) (Nev'. den) Çeşitlendirme, nevilendirme, türlü türlü etme. |
tenvic |
Borç edinmek. |
tenvih |
Sulandırma. * Yaldızlama. * Haksız bir şeyi yapmacık şeylerle süsleyip haklı gösterme. * Başka bir madeni, altın veya gümüş suyuna daldırma. * Bir kimsenin nâmını, şânını yükseltme. |
tenvik |
(Deve) Zayıflamak. |
tenvil |
Atâ, bahşiş, hediye. |
tenvim |
Uyutmak. Hipnotize etmek. Birisini uyur bulmak. |
tenvimât |
(Tenvim. C.) Uyutmalar veya uyutulmalar. |
tenvin |
Gr: Kelimenin sonunu 'en, in, ün' diye okumak. Veya öyle okutan işaretin adı. |
tenvir |
(C.: Tenvirât) Aydınlatma. * Bir şey hakkında bilgi verme. Bir şeyi münevver kılma. |
tenvirât |
(Tenvir. C.) Aydınlatmalar, ışıklandırmalar. Tenvir etmeler. |
tenviş |
Ziyafete davet etmek. |
tenvit |
Niyet etmek. |
tenviye |
Niyet etmek. |
tenyir |
Beze ve kumaşa işaret koymak. |
tenzede |
f. Sessiz, sâkin, susmuş. |
tenzih |
Suç ve noksanlıktan uzak saymak. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) her çeşit kusur, noksan, şerik gibi hallerden uzak bilip söylemek. * Kabahati yok olduğu anlaşılmak ve onu ifade etmek. |
tenzihen |
Tenzih ederek. Tenzih etmekle. |
tenzihen mekruh |
Nehyine dair şer'î bir delil olmamakla beraber işlenmesi kerih görülen iş. (Helâle yakın iş) |
tenzik |
(At) ayaklarını yukarı kaldırmak. |
tenzil |
Bir şeyin bir miktarını çıkarmak. * İndirmek, indirilmek, indirilen. Aşağı indirmek. * Kur'an-ı Kerim'in vahiy vasıtası ile Peygamberimize (A.S.M.) indirilmesi. Tedricen indirme. More… |
tenzilât |
(Tenzil. C.) Fiat indirme. İskonto. |
tenzir |
(İnzâr. dan) Olacak bir hâdiseyi haber vererek korkutma. (Müjdenin zıddı) |
tenziye |
Sıçramak. * Üstüne binmek. |
teokrat |
Fr. Dinî, İlâhî. Teokrasi taraftarı olan. |
teokratik |
Fr. Teokrasi sistemi. (Bak: Teokrasi) |
teoloji |
Fr. Fls: Cenab-ı Hakk'ın varlığı, birliği, sıfat ve isimleri ve hususiyetleri hakkındaki ilim. İlâhiyat. |
tepide |
f. Rahatsız, sıkıntıda. |
ter |
f. Rutubetli, ıslak, yaş. * Taze. |
ter ü taze |
f. Çok körpe, çok taze. Pek lâtif. |
ter'ib |
Kavum dilimi. * Ekmek dilimi. ◊ Çok korkutma. |
ter'if |
Burnundan kan almak. |
ter'is |
Titremek. |
ter'iş |
Titretme. Titretilme. |
ter-hane |
f. Tarhana. |
ter-zeban |
f. 'Yaş dilli'. Hazırcevap. * Kalem. |
tera'buz |
Noksan etmek. * Zayıflatmak. |
tera'ru' |
Deprenmek. * Büyümek. * Çocuğun hareket etmesi. |
tera'ud |
(Ra'd. dan) Titreme. |
terabbu' |
Bağdaş kurarak rahatça oturma. |
terabbus |
(Tarabbus) Durup bekleme. |
teracim |
(Teracüm) (Tercüme. C.) Tercüme edilmiş olanlar. Tercümeler. |
teracu' |
(Rücu. dan) Bir yere veya bir kimseye dönme. * Birinden ayrılma. * Dönme, vazgeçme. |
teracüm |
Taşla atışmak. |
terad |
Birbirini reddetmek. |
teradüf |
Birbiri peşinden gitmek. * Edb: İki veya daha fazla kelimenin aynı mânada olması. |
terafu' |
(Ref'. den) Duruşmaya girme. |
terafüd |
Birbirine yardım etme. Yardımlaşma. |
terafuk |
Arkadaş olma. * Yardımlaşma, yardım etme. |
teraggum |
Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. |
terah |
Gam, keder, acı. |
terahhul |
(C.: Terahhulât) Göç etme. Bir yerden bir yere göçme. * Yola çıkma. * Menzile konma. |
terahhum |
Merhamet etme, acıma. Şefkatte bulunma, esirgeyip besleme. |
terahhumât |
(Terahhum. C.) Acımalar, merhamet etmeler. |
terahhumen |
Acıyarak, merhamet ederek. |
terahhus |
İzinli ve müsaadeli olma. Ruhsat bulma. * Ucuzlama. |
terahi |
İşde gayretsizlik, gevşeklik, ihmal. * Uzaklaşma. * Sonraya bırakma. * Gecikme, geç kalma. * Geri durma, geri çekilme. |
terahün |
Karşılıklı olarak rehin vermek. |
teraî |
Aynaya bakma. * Birbirini görmek ve görüşmek. Bir fikir hakkında mukabil görüş, endişe mülâhaza eylemek. * Hurmanın kuruyup renginin belli olması. ◊ Çayıra çıkma. Otlama. |
teraib |
(Teribe. C.) Tıb: Göğüs kemikleri. Kaburga kemikleri. Gerdanlık yeri. |
terak |
f. Yarık, çatlak. * Gürültü, çatırdı. |
terakib |
(Terkib. C.) Terkibler. * Gr: İki veya daha çok kelimeden meydana gelen birleşik kelimeler. Tamlamalar. |
terakki |
İlerleme. Yukarı çıkma, yükselme. * Artma, çoğalma. * Bilgi ve medeniyetçe yükseliş. (Terakkimizin şartı: 1- Mesailerin tanzimi 2- Emniyet 3- Teavün düsturunun teshilidir.) (H.Şâmiye) |
terakkicu |
f. Terakki isteyen, terakki taraftarı. |
terakkiperver |
f. Terakkiyi seven. İlerlemeyi seven. |
terakkişiken |
f. Terakkiyi kıran, ilerlemeyi önleyen, terakkinin aleyhinde bulunan. |
terakkiyât |
(Terakki. C.) Terakkiler. Yükselişler. İlerlemeler. |
terakku' |
Sıkıntı ve emek ile kazanma. |
terakkub |
Bekleme, gözetleme, yol gözleme. * Ümit etme. * Muntazır olma. |
terakkubât |
(Terakkub. C.) Gözetlemeler, beklemeler. |
terakkud |
Acele etmek. |
terakkuk |
Merhamete gelme, acıma. |
terakkus |
Raksetme, dansetme. * Devamlı aşağı inip yukarı çıkma. |
terakruk |
Parlama. Işıklı olma. |
teraküb |
Birbirine bağlanıp kenetlenme. * Birbirinin üzerine binme. |
terakül |
Vuruşmak, döğüşmek. |
teraküm |
Birikme, yığılma. * Birbiri üzerine sıkışma. |
terakümât |
(Teraküm. C.) Toplanmalar, yığılmalar, birikmeler. |
terakus |
Karşılıklı olarak oynaşıp raksetme. |
terami |
Oklaşmak, karşılıklı olarak ok atışmak. |
terane |
Edb: Rübâinin başka bir ismi. * Terennüm. Nağme, âhenk, makam. * Bir şiiri makam ile okuma, şarkı söyleme. |
teranekâr |
f. Terennüm eden. Öten, ötücü. |
teraneperdâz |
f. Makamla şarkı söyliyen. |
teranesâz |
f. Öten, ötücü. |
teranezâr |
f. Ahenkli ve cümbüşlü yer. |
teranezen |
f. Şarkı söyleyen. |
terani |
(Reeye. den) Sen beni görürsün veya görüyorsun (mânasına fiil). |
terarih |
(Türrehe. C.) Saçmasapan ve mânâsız sözler. |
teraset |
Kalkancılık. |
terasuf |
(Kaldırım taşları biçiminde) birbirine yanaşarak sıkışma, istif olma. |
terasül |
(C.: Terasülât) Haberleşme, mektublaşma. |
teratir |
Büyük işler. |
teravet |
Tazelik. (Bak: Taravet) |
teravih |
Ramazan gecelerinde kılınan ve sünnet olan yirmi rek'atlık namaz. |
teravuh |
Ayakta çok durmak icab ettiği zamanlar, kâh sağ ayak üzerine ve kâh sol ayak üzerine durmak. |
terazi |
(Rıza. dan) Birbirini razı etme. Uyuşma. |
terazu |
f. Terazi. |
terb |
Bir nesneyi toprakla örtmek, üstüne toprak saçmak. |
terba |
Toprak. Yer, arz. |
terbab |
Toprak. |
terbi' |
Gazelin her beytine ikişer mısra ilâve ederek onu âdeta murabba (dörtlük) şekline koyma. * Dörde bölme. * Dört köşe etme. |
terbian |
Dört köşeli olarak. * Murabba (kare) olarak. |
terbil |
Ayırmak. |
terbiş |
(Ok) yeleklemek. |
terbit |
Zeytinyağı vermek. |
terbiye |
Allah'ın emirlerine itaat ederek ruhen ve cismen yükselmeye ve yükseltmeye çalışmak. Kemale ermeğe, nizam ve emirleri dinlemeğe çalışmak. Allah rızası yolunda gitmeyi öğrenmek. |
terbiyegâh |
f. Terbiye yeri. Öğrenme ve yetişme yeri. |
terbiyegerde |
f. Terbiye edilmiş. Yetiştirilmiş. |
terbiyet |
Terbiye' kelimesinin Arabi okunuşudur. |
terbiyevî |
Terbiyeli. Terbiye ile alâkalı. |
terbub |
İşe vurulmamış davar. |
terceman |
(Tercüman) Terceme eden. Bir dilden başka bir dile çeviren. * Birisinin veya bir şeyin maksadını anlatmaya, bir şeyi tasvir ve ifadeye vasıta olan. |
terceme |
(Tercüme) Bir sözü bir dilden başka dile çevirmek. Bir lügatı, diğer bilinen lügata çevirerek anlatmak. |
terci' |
(Rücu'. dan) Geri döndürme, geri çevirme. * Sesini yükseltmek. |
terci'-i bend |
'f. Gazel şeklinde aynı vezinde yazılı manzumelerin 'vâsıta' denilen bir beyti ile birbirine bağlanmış şekli. Vâsıta beyti tekerrür ederse terci-i bend; tebeddül ederse More… |
terciât |
(Terci'. C.) Döndürmeler, geri çevirmeler. |
tercib |
(C.: Tercibât) Ululama, tazim. * Meyvesi çok olan ağacın dalları altına destek koyma. |
tercih |
Üstün tutmak. Bir şeyi diğerinden fazla beğenmek, fazla itibar etmek. |
tercih bilâ müreccih |
Hiç bir üstünlük sebebi yok iken birbirine eşit iki şeyden birisini diğerine üstün tutmak. |
tercihât |
(Tercih. C.) Üstün tutmalar, tercihler. |
tercil |
Arıtmak. * Saçını tarayıp düzeltmek. |
tercim |
(Recm. den) Taşlama. Taşlayarak öldürme. Recmetme. |
terciye |
Ümitli olma, umma. |
terdad |
Tekrar. |
terdest |
(C.: Terdestân) f. Eli işe yatkın, usta, mâhir. |
terdestî |
f. Ustalık, el yatkınlığı, mahâret. |
terdid |
Geri çevirmek, geriletmek. * Edb: Karşısındakini merakta bırakacak ve neticeyi sezdirmeyecek şekilde söz etmek. * İki ihtimâlle fikir anlatmak. Muhatabın beklemediği bir surette sözü More… |
terdif |
(C.: Terdifât) (Redf. den) Peşinden ardı sıra yürütme. |
terdifen |
Arkasından yürüterek. Katarak. |
terdiye |
(Ridâ. dan) Örtme. Örtü ile kapatma. |
tere' |
Dolu nesne. * Kötülüğe ve şerre koşan kimse. |
tereb |
Fakir olmak, fakirleşmek. |
terebbu' |
Bağdaş kurup oturmak. * Dört bacaklı olmak. |
terebbüb |
Fakirlik. |
terebbuh |
Sarkmak, sülpük olmak. |
terebbül |
İkdam. *Cür'et. |
terebbüt |
Eğlenmek. |
terecci |
(Recâ. dan) Rica etme, yalvarma. * Ümidetme, umma. |
tereccüf |
Deprenmek, hareket etmek. |
tereccuh |
Üstün olmak. Bir tarafa meyletme. |
tereccül |
Paklanmak, temizlenmek. * Süslenmek, ziynetlenmek. * Saç ve sakal taramak. * Yayan yürümek. * Kuyu içine girmek. |
tereddi |
Gerilemek. Soysuzlaşmak. Aşağı düşmek. * Şal ve örtü örtünmek. |
tereddüd |
Kararsızlık. Bir mes'ele hakkında karar veremiyerek şüphede kalmak. |
tereddüdât |
(Tereddüd. C.) Tereddüdler. |
teref |
İyi ve güzel yemek. * Yumuşaklık. * İnce, güzel şey. |
tereffu' |
Yükseğe çıkmak. Yukarı kalkmak. * Fazlalaşmak. |
tereffuât |
(Tereffu'. C.) Yukarı kalkmalar, yükselmeler. |
tereffüh |
Refaha ermek. Bolluk ve rahatlık içinde geçinmek. Bolluğa kavuşmak. |
tereffuk |
(Rıfk. dan) Tatlı dil ve güler yüzlülükle davranma. Yumuşaklıkla muâmele etme. |
terefrüf |
Titremek. * şefkat göstermek. |
terehhüb |
Korku içinde olarak Allah'a sağlam kulluk etmek. |
terehhüm |
(Bak: Terahhum) |
terehhus |
Müsaade, ruhsat bulma. * Ucuzlama. |
terek |
Eski Türk odalarına, insan boyu yüksekliğinde olmak üzere duvarlara boydan boya yapılan raflara verilen addır. Dükkânlarda eşya koymağa mahsus bölmeli raflara da terek denilir. |
terekat |
(Tereke. C.) Ölen bir kimsenin bıraktığı şeyler, terekeler. |
tereke |
(Terike) Ölen bir kimsenin bıraktığı malların hepsi. |
terekküb |
Birleşmek. Karışmak. İmtizac etmek. * Bir şeyin birkaç parçadan meydana gelmesi. |
terekkün |
(Rükn. den) Rükünleşme, erkân sırasına geçme, erkândan olma. * Mânen kuvvet bulma. |
teremmu' |
Deprenmek. |
teremmüd |
Yanıp kül olmak. |
teremmül |
Dul kalma. (Kadının) kocası ölme. |
teremrüm |
Bir şey söyleyecekmiş gibi yapıp, söylemeyip kalma. |
terennüh |
(C.: Terennühât) Sarhoşluktan veya başka bir sebepten dolayı sendeliyerek yürüme. |
terennüm |
Güzel güzel anlatma. * Yavaş ve güzel sesle şarkı söyleme. * Ötmek. Musikîleşmek. |
terennümât |
(Terennüm. C.) Terennümler. Güzel güzel anlatmalar. * Şarkı söylemeler. Ötmeler, musikîler. |
terennümsâz |
f. Terennüm eden, şarkı söyleyen. |
teres |
t. Pezevenk manâsına gelen bir hakaret sözüdür. Hakaret için kullanılır. |
teressüb |
Dibe çökmek. Tortulanmak, ayrılmak. Durulmak. Süzülmek. |
tereşşüf |
Suyu emme. |
tereşşuh |
(C.: Tereşşuhât) Terlemek, sızmak. Sızıntı. Sızıntı meydana çıkmak. |
tereşşuhât |
(Tereşşuh. C.) Terlemeler, sızmalar, sızıntı yapmalar. * Kulaktan gelme haberler. |
teressül |
Acelesiz olmak, yavaş yavaş yapmak. * Harflerin mâhreclerine ve medlerine riâyet etme. |
teressüm |
Resmedilme, resimlenme. * Bir şeyin geriye kalan nişâne ve eserlerine bakma. * Tedkik ve teemmül eylemek. |
tereşşüş |
Su saçılmak. * Islanmak. |
terettüb |
Sıralanmak. * Gerekmek. Lâzım gelmek. Netice olarak çıkmak. * Bir yerde aslâ kımıldamak, bir vecih üzere sâbit ve pâyidar olup durmak. * Zuhura gelmek. * Muayen sebeblerin, muayyen ve More… |
terettül |
Zâhir olmak, görünmek. |
terettüm |
Bir şeyi unutturmamak için parmağa iplik bağlama. |
terevvi |
Tefekkür etmek, düşünmek. |
terevvu' |
Korkma. |
terevvuh |
Bir şeyden koku alma. * Mütegayyer olmak, rengi ve tadı değişmek. |
tereyy |
Açık olmak. |
tereyyüb |
Cem'olmak, toplanmak, birikmek. |
terezzün |
Vakar gösterme. |
terfend |
(Terfende) f. Turfanda. Mevsiminden önce yetiştirilmiş meyve veya sebze. |
terfi' |
Yükselme. Yukarı kaldırma. İ'lâ etme. * Talebenin sınıf geçmesi. * Rütbe alma. Rütbe verme. |
terfian |
Rütbesi yükseltilerek, rütbe alarak, terfi ederek. |
terfiât |
(Terfi'. C.) Terfiler. Rütbe vermeler. Rütbe almalar. * Yukarı kaldırmalar, yükseltmeler. |
terfie |
Dirlik düzenlik temennisinde bulunma. * Sevindirme. |
terfih |
Evlenen kimseye 'Allah hüsn-ü imtizac eylemek nasibetsin' diye duâ etmek. ◊ Ferahlandırma. Refaha erdirme. Rahat ve bollukla yaşamasına sebeb olma. |
terfik |
(Refik. den) Birinin yanına katma. Arkadaş etme. |
terfikan |
Birinin yanına katarak. Arkadaş ederek. |
terfil |
Ta'zim. * Uzatma. |
terfiş |
Görmek. |
terfiye |
Sevindirmek. * Rahat etmek. |
tergib |
Şevklendirme, ümidlendirme. Rağbet verdirme. İsteklendirme. |
tergim |
Yere sürtme. * Zelil etmek, hor ve hakir etmek. Rezil, kepaze etmek. |
tergis |
Mal çoğaltmak. |
terhib |
(C.: Terhibât) Hal hatır sorma. ◊ Korkutmak. Fazla korkutmak. |
terhibat |
(Terhib. C.) Hal ve hatır sormalar. |
terhibât |
(Tehrib. C.) Çok korkutmalar. |
terhiben |
Korkutmak suretiyle, korkutarak. |
terhik |
Misafiri çoğaltmak. |
terhil |
Göç ettirme, göçtürme, nakletme. |
terhim |
Atmak. * Kolaylaştırmak, âsân etmek. * Deveyi sebepsiz kesmek. * Yumuşak ve ince etmek. * Bir ismi kısaltma. ◊ Yumuşatmak. |
terhin |
Rehin verme. Emanet bırakma. |
terhine |
f. Tarhana. |
terhis |
Askeri sivil, serbest hayata geçirmek. İzin ve ruhsat vermek. Serbest bırakmak. |
terhisât |
(Terhis. C.) Terhisler. |
terhuk |
Yıldıramak, parıldamak. * Sallanmak. * Tekebbürlük etmek, gururlanmak. |
teri' |
Garip kişi. |
teribe |
Parmak ucu. * Bir ot cinsi. ◊ (C.: Terâyib) Göğüs. |
terid |
Yağla ıslanmış ekmek. |
terik |
Muharebe vaktinde başa giyilen miğfer. |
terike |
(C.: Terâyik) Evlenmeyip evde kalmış olan kız. * Deve kuşunun yabana bıraktığı yumurta. |
terim |
Fransızca olan 'Terme' kelimesinden uydurulmuştur. 'Istılah' veya 'tabir' yerinde kullanılır. |
terk |
Bırakma, salıverme, vazgeçme. * Boşama. Bakmama. İhmal etme. |
terkend(e) |
f. Yalan, hile, kizb. |
terkeş |
f. Ok mahfazası, ok kuburu, sadak. |
terki' |
(Rık'a. dan) Yamama. Yama yapma. Yama vurma. |
terkib |
'Birkaç şeyin beraber olması. Birkaç şeyin karıştırılması ile meydana getirilmek. * Birbirine karıştırılmış maddeler. * Gr: Terkib-i nâkıs ve terkib-i tam olarak iki kısma ayrılır. More… |
terkibat |
(Terkib. C.) Terkipler. Birkaç şeyin karıştırılmasıyla meydana gelen şeyler. |
terkih |
İşi salâha getirmek. |
terkik |
İnce ve nazikâne sesle anlatma, mânası kinaye yollu olma. * Tecvidde: Harfi ince okumak. * Bir kimseyi köle veya cariye etme. * Yumuşatma. * İnceltme. (Bak: Murakkik) ◊ More… |
terkil |
Ayağıyla veya tırnağıyla vurmak. |
terkim |
Rakamlamak, rakam koymak. * Nişan eylemek. * Yazma. * Yarma. |
terkin |
Belli bir saatte ve yerde buluşma için sözleşme. ◊ Boyama, yazma. * Bozulma, bozma. Çizme, silme. |
terkis |
(Raks. dan) Oynatma, raksettirme. * Döndürmek. |
terkiş |
(C.: Terkişât) Edb: Kelimeyi güzelleştirme, kelimeyi süsleme. * Nakışlama, süsleme. |
terkiye |
Yüce etmek. Yükseltmek. |
terkiz |
(Rekz. den) Dikme. Mıhlama, saplama. |
terliye |
Akılsız yapmak. |
termid |
Gül renkli olmak. * Gül etmek. * Bir nesneyi gül içinde bırakmak. |
termik |
Fr. Sıcaklıkla alâkalı. Hararetle ilgili. |
termil |
Kana boyamak. * Kan gibi kırmızı yapmak. |
termim |
(C.: Termimât) Onarma, tamir etme. * Kırık kemikleri iyi etme. |
termos |
yun. İçine konulan sıvının sıcaklık veya soğukluğunu uzun müddet muhafaza edebilen kap. |
ternik |
Bir nesneye bakıp durmak. * Gözün zayıflaması. |
ternin |
Öttürmek. |
terör |
Fr. Yıldırma, tedhiş, korkutma. Anarşi. |
terr |
Vurmak. * Kesmek. * Uzak olmak. |
terras |
Kalkan kullanan. Kalkancı. |
ters |
f. Korku. |
tersa |
(C.: Tersâyâ) Hristiyan. İsevi. |
tersabeçe |
(C.: Tersabecegân) f. Hristiyan çocuğu. |
tersan |
f. Korkak, korkan. |
tersane |
f. Gemi yapılan ve tamir edilen yer. |
tersayan |
(Tersâ. C.) Hristiyanlar. İseviler. |
tersengiz |
(Ters-engiz) f. Korkutan, korku veren. |
tersi' |
Oymacılık. * Mücevherler takarak süslemek. * Edb: Bir beyti teşkil eden mısralar ile bir fıkrayı terkib eden cümlelerdeki lâfızları vezin ve kafiye itibari ile birbirine uygun olarak tertib More… |
tersib |
Tortulaştırma, tortu halinde biriktirme. Tortusunu durultma. |
terşif |
Yudumlama. Yudum yudum içme. |
terşih |
(C.: Terşihât) Süzme, sızdırma. * Besleyip eğitme, terbiye etme. * Edb: Sözü özlü söyleme. * Tezyin etmek, süslemek. |
tersil |
Secisiz nesir yapmak. (Bak: Tertil) |
tersim |
Resmini çizmek. Resmedilmek. Resmini yapmak. |
tersimî |
Resimle alâkalı ve resme dair. Grafik. |
tersin |
Süzmek. |
terşiş |
(Reşş. den) Saçma, serpme. |
tersnak |
f. Korkak, korkan. |
tertere |
Depretmek, harekete getirmek, tahrik etmek. |
tertib |
(C.: Tertibât) Tanzim etme. Dizme, sıralama, düzene koymak. * Tedarik edip hazır ve müheyya kılmak. * Bir şeyi bir yere sabit ve pâyidar kılmak. * Mertebelere göre davranmak. * Hile ile More… |
tertibât |
(Tertib. C.) Düzen, düzenleme. * Karşılayıcı hazırlıklar. |
tertibkerde |
f. Düzenlenmiş, sıraya konmuş, tertib edilmiş. |
tertibsâz |
f. Düzenleyen, sıraya koyan, tertib eden. |
tertil |
Muvafık ve yerli yerinde, güzel, uygun ve lâtif konuşmak. * Düşüne düşüne, yavaş yavaş, anlayarak okumak. Beyan eylemek ve âşikâr kılmak. * Kur'an-ı Kerim'i usul ve kaidesine göre, More… |
tervib |
Sütü yoğurt yapmak. * Sütün yoğurt olması. |
tervic |
Revaç vermek. Değerini arttırmak. * Müsait karşılamak. Kabul ettirip, geçerli kılmak. |
tervie |
Evmeyip tefekkür etmek. Acele etmeyip düşünmek. |
tervih |
(C.: Tervihât) Râyiha verme. Kokutma. Kokusunu artırma. * Rahatlandırma. |
terviha |
(C.: Teravih) Teravih namazının her dört rekatı. * Teravih namazının her dördünden sonra oturmak. |
tervik |
Durultma, süzme, saflaştırma. |
tervil |
Yağlı ekmek. * Ekmeği yağ ile ovmak. |
terviye |
Su verme, sulama, suya kandırma. * İyiden iyiye ve derin derin düşünme. |
terviz |
Bir yeri çayır çimen yapmak. |
terye |
Az gizli. * Kadınların hayızdan arınıp guslettikten sonra sarılık ve bulantıdan gördüğü nesneler. |
terzik |
Rızık verme, besleme. Rızık için verip yedirme. Nasibdâr kılmak. |
terzil |
Rezil etme. İtibarını kırma. |
terziz |
Kâğıda nişan ve alâmet etmek, işaret koymak. |
teş'ib |
(C: Teş'ibât) Şubelere ayırma, dallandırma. |
tes'id |
Tebrik etme, saadetlendirme. * Sevinç ve sürur ile bayram yapma. |
teş'il |
(Şu'l. den) Parlatma. Tutuşturma, alevlendirme. |
tes'ir |
(Sa'r. dan) Ateşi yakıp alevlendirme. * Kıymet ve değer koyma. Narh koyma. |
tesa'su |
Çok yaşlanmak. * Artık gün geçirmek. * Bir nesnenin ekserisinin geçmesi. |
teşa'şu' |
Şaşaalanma, parıldama. |
teşa'u' |
Fiz: Işığın merkezden etrafa doğru dalgalanması. |
teşa'ub |
Perâkende ve kol kol olup bölükler ve şubeler sahibi olma. * Bozuk bir şeyin düzelmesi. * Iraklaşmak. |
teşa'ubât |
(Teşa'ub. C.) Şubeler. Bölük bölük, kısım kısım olmalar. |
teşa'ul |
(şu'l. den) Parlama, tutuşma. |
teşa'ur |
(Şa'r. dan) Kıllanma, tüylenme. |
teşa'us |
Tozlu topraklı olmak. Kirlenmek. Paslanmak. |
teşabüh |
Benzeşme. Birbirine benzeme. |
tesabuhât |
(Tesâhub. C.) Korumalar, sâhib olmalar. * Arkadaşlıklar. |
tesabuk |
Yarış etme. Müsabaka. |
teşabük |
Şebekelenme. Karışık, dolaşık hâl alma. |
tesabür |
Bir şeyi sürekli olarak yapmak. Bir şeye devam üzere çalışma. |
teşabür |
Birbiriyle karışlarını ölçmek. * Kavga etmek için birbirine karşı gelmek. |
tesacül |
Fahirlenmek gururlanmak, kibirlenmek, tefahur. |
teşacür |
(şecer. den) Sopalarla vuruşma. Birbirine girme kavga, dövüş. |
tesadüf |
Rastgelme. Bir şey kendiliğinden olma. Tedbirsiz meydana gelme. (Bak: Delil-i inayet) |
tesadüfen |
Tesadüf olarak, rastgele. |
tesadüfî |
Rastgele. Tesadüf olarak. Tedbirsiz meydana gelmek suretiyle. |
tesadüm |
Vuruşma. Şiddetle çarpışma. |
teşaff |
Kap içinde olan suyu içmek. |
tesaffuh |
Safha safha nazar etme. Bir bir bakma, teemmül etme. |
tesafuh |
Elele tutuşma. |
tesafün |
Lâzım olmak, icab etmek. |
tesagur |
Küçük görünme, küçülme. |
teşahh |
Bahillik edişmek. |
tesahhub |
Nazlanmak. |
teşahhub |
Akmak, seyelan etmek. |
teşahhum |
(Şahm. dan) Yağlanma, semirme, şişmanlama. |
tesahhun |
(C.: Tesahhunât) Isınma, kızma. |
tesahhur |
(C.: Tesahhurât) Zevklenip alay etme. * Aleme gülünç olma. Maskara olma. ◊ Seher vaktinde kalkmak. * Sahur yemek. |
teşahhus |
(C.: Teşahhusât) Şahıslanma, belirlenme. Tarif edilebilir hâle gelme. |
tesahsu' |
Döndürmek. |
tesahub |
Sahip çıkma, benimseme. * Koruma. * Arkadaşlık etme. |
teşahüd |
Hazır olmak. |
tesahül |
Yumuşak davranma. Rıfk ve mülâyemetle tatlı muamele etme. * Gaflet ve ihmal etme. |
teşahus |
Deprenmek. Muhtelif etmek, çeşitli yapmak. |
teşaki |
(Şekvâ. dan) Birbirinden şikâyet etme. * Dertleşme. |
teşakk |
Muhalefet edişmek, uyuşamamak. * Zor ve meşakkatli olmak. |
tesakku' |
Bir bâtıl nesneyi çekişmek. |
tesakkub |
(C.: Tesakkubât) (Sakb. dan) Delme, delinme. * Zâhir olmak, görünmek. * Parlamak, ruşen olmak. |
tesakkuf |
Zafer bulmak. |
teşakkuk |
(Şakk. dan) Yarılma, ikiye ayrılma. |
tesakul |
Ağırdan alma, oyalanma, tembellik etme. |
teşakül |
(şekl. den) şekil ve suretçe bir olma. Birbirine uyma. |
tesakür |
Sarhoş olmak. |
teşaküs |
Husumet edişmek, düşmanlık yapmak. |
tesakut |
Birbiri ardınca düşmek. Birbirini düşürmek. Düşüşmek. |
tesakutan |
Ardı ardına düşerek. Karşılıklı düşürmek suretiyle. |
tesallüb |
(Bak: Tasallüb) |
tesalüf |
(Self. den) İki kadın birbiriyle elti veya iki erkek birbiriyle bacanak olma. |
tesaluh |
Sağır gibi görünme. |
tesalüm |
Sulh edişmek, barışmak. |
teşam |
Yılışmak, gülüşmek. * Koklaşmak. |
tesamu' |
İşitmek. Bir sözü birbirinden duymak. |
tesamuh |
Hoş görme. Hoş görürlük. Birbirine kolaylık gösterme. Kayıtsız olma. Gaflet etmek. * İhmal etmek. |
teşamuh |
(şemh. den) Yüce, büyük, yüksek olmak. Yükselmek. |
tesamuhat |
(Tesâmuh. C.) Hoş görmeler, müsâmahalar. * Dikkatsiz ve kayıtsız davranmalar. |
tesamum |
Sağır görünme. * Sağırlaşma. |
tesanif |
(Tasnif. C.) Eserler, kitaplar. |
teşanü' |
Buğz edişmek, kin gütmek. |
tesanüd |
Karşılıklı yardımlaşma. Birbirine istinad etme. |
tesaru' |
Güreşme. Birbiriyle güreş etme. |
tesaruf |
Emir ve hükmetme. |
teşarük |
Ortaklık etme. Birbirine ortak olma. |
tesatül |
Ulaşmak, varmak. |
teşatüm |
(şetm. den) Sövüşme. |
tesaüb |
Esneme. * Gaflette bulunma. Boş bulunma. |
teşaub |
Şubelenme. Ayrılıp kol kol olma. Çatallaşma. Kısımlara ayrılma. |
tesaud |
(C.: Tesâudât) (Suud. dan) Yukarı çıkma. |
tesauf |
Muvâfakat etmek, uymak, anlaşmak. |
tesaül |
Birbirine sual etme, soru sormak. |
teşaüm |
şom tutmak. |
teşaün |
Eskimek. |
teşaur |
şâirlik taslamak. Kendini şâir gibi göstermek. |
tesavi |
İki şeyin birbirine denk olması. Birbirine müsavi ve misil olmak. İki taraf da aynı ve bir derecede bulunmak |
tesavir |
(Tasvir. C.) Tasvirler. |
tesavüb |
Esnemek. * Gafil olmak, gaflette bulunmak. ◊ Sövmek, sövüşmek. |
tesavük |
Yürek zayıflığından eğilip sendelemek. |
tesavüm |
Alış-verişte birbirine mukavele yapmak, anlaşmak. |
teşavür |
(Şurâ. dan) Danışma, müşâvere etme. |
teşavüs |
Gururlanıp gözücuyla bakmak. |
tesavüt |
(Ot) katı olmak. |
teşayu' |
Birbiriyle yâr olmak. |
tesayüf |
(Seyf. den) Kılıçla vuruşma. |
tesayül |
Suyun revân olup akması. |
tesayür |
Bir uğurdan gitmek. |
tesbi' |
(Seb'. den) Yediye çıkarma, yedileme. * Bir şeyi yedi parça yapma. |
teşbi' |
Karnını doyurma. |
tesbian |
Yediye ayırmak suretiyle, yediye ayırarak. |
teşbib |
Saç ve sakal ağarmak. * Ateş yakma. * Kasidede mahbubdan bahsetme. |
tesbid |
Kıl yolmak. * Yağlanmayı terk etmek. |
tesbih |
Sübhânallah demek. Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) şânına lâyık ifadelerle yâdetmek. |
teşbih |
(C.: Teşbihât) Benzetmek, benzetilmek. Benzetiş. Bir vasıfta vehmetmek. (Bak: Müşebbihe) *Edb: Aralarında maddi veya mânevi bir münasebet bulunan iki şeyi birbirine benzetmek san'atı. More… |
tesbihat |
(Tesbih. C.) Cenab-ı Hakk'ı (C.C.) sıfatına lâyık ifadelerle yâdetmeler. |
teşbihât |
(Teşbih. C.) Benzetmeler, teşbihler, benzetilmeler. |
tesbihfeşan |
f. Çok çok tesbihat yapan, tesbihat ifade eden. |
tesbihhan |
f. Tesbih eden, tesbih okuyan. |
tesbik |
(C.: Tesbikat) (Sebk. den) Eritip kalıba dökme. |
teşbik |
(Şebeke. den) Şebekeleştirme, ağ biçimine koyma. |
tesbil |
(Sebil. den) Bir şeyi Allah rızası için vakfetme, Allah yoluna bağlama. * Yolcu etme, yola çıkarma. * Yol gösterme. * Kesme. |
teşbir |
Karışlama. * Ölçme. |
tesbit |
Sağlam olarak yerleştirme. Yerinden kımıldayamaz hâle getirme. * Bir şeyin aslını kat'i olarak bulma. |
teşbit |
Bir kimseyi işinden geciktirme, mani olma. ◊ Dağıtmak, perâkende etmek. |
tesci' |
Edb: Nesirde kafiye kullanmak. Cümleleri kafiyelendirmek. |
teşci' |
Şecâatlandırma, cesaret verme. Bahadırlık etme. |
tescif |
Bir şeyi örtme. |
tescih |
(Eşek) dişiyle bir yerini tutup ısırmak. |
tescil |
Sicile geçirme, deftere kaydetme. * Sağlamlaştırma. |
tescilât |
(Tescil. C.) Kütüğe geçirmeler, sicile geçirmeler. |
tescin |
(Sicn. den) Hapsetme, zindana koyma. |
tescir |
Tennur yakmak. * Denizi kurutmak. * Boşaltmak ve doldurmak. * Ağlayarak çağırmak. |
teşcir |
(Şecer. den) Ağaçlandırma. |
tesciye |
(Seciye. den) Üstün ahlâk kazandırma. * Bir nesneyi örtmek. |
teşdib |
Arıtmak, temizlemek. * Tımar etmek. |
tesdid |
(Sedd. den) Hayırlı işe doğru yöneltme. * Doğrultma, doğrultulma. |
teşdid |
Şiddetlendirme, sağlamlaştırma, kuvvet verme. * Gr: Harfi iki defa okuma. Harfi şeddeli okumak. |
teşdih |
Baş yarmak. |
tesdis |
(C.: Tesdisât) (Süds. den) Gazelin her beytine dörder mısra ilâve ile onu müseddes (altı mısralı) hâline getirmek. |
tesdiye |
Çulhaların bez çözmeleri. |
tese'sü' |
Korkmak. |
teşe'ub |
Budaklanmak. * Perâkende olmak, dağılmak, saçılmak. |
tese'ül |
(Sual. den) Dilenme, dilencilik etme. |
teşe'üm |
Kötüye yorma. Uğursuz sayma. Bu anlayış dinimizde men edilmiştir. * Sola dönme. * Sola yatma. |
teşebbu' |
Tok değilken kendini tok göstermek. |
tesebbüb |
(Sebeb. den) Sebeb olmak. |
teşebbüb |
şap haline gelme, şaplaşma. |
tesebbüben |
Sebep olma suretiyle. |
teşebbüh |
Benzemek, müşâbehet etmek. Zorla benzemeğe çalışmak. |
teşebbük |
(Şebeke. den) Ağ şeklini alma. Şebekeleşme. * Parmaklarını birbirine giriştirmek. |
teşebbüs |
Bir işe girişmek. Bir işi ilk olarak teklif etmek. * Sağlam bir niyetle bir şeye başlamak. * El ile yapışıp bırakmamak. |
tesebbüt |
(Sebat. dan) Sebat gösterme, dayanma, sabretme, direnme. * Bir nesneye yapışmak. Tevakkuf. ◊ Eğlenmek, oyalanmak. Geç gelmek. ◊ Rahatlık. * Sâkin olmak. |
teseccu' |
Kuşların cıvıltıları. * Seci' yapmalar. |
teşeccu' |
Bahâdırlık göstermek, kahramanlık yapmak. |
teseccüd |
(Secde. den) (C.: Teseccüdât) Secde etme, secdeye kapanma. |
teşeccür |
Ağaçlanma, ağaçlaşma. |
teşeddüd |
Sertleşme. Kuvvet ve dayanıklık kesbetme. Şiddetlenme. Çok şiddetli olma. * Keskinleşme. |
teşedduk |
Ağzın köşesiyle konuşmak. |
teşeffi |
Rahatlamak. Şifâ bulmak. * Öc almak. Öc veya intikam almakla yüreği soğumak. |
teşeffu' |
şafiî mezhebine geçmek. şafiî olmak. |
teseffüh |
Sefihleşme. * Mütegayyer olmak, değişmek. * Akılsızlık etmek. |
teseffül |
Örtme. * Aşağı sarkma. * Bayağılaşma, aşağılaşma. |
tesefsüf |
Yaramaz olmak. |
teşehhi |
Hırsla istemek. İştahlanmak. |
tesehhub |
Bulutlanma. |
tesehhüd |
Uyanıklık. |
teşehhüd |
Şehadet getirmek. * Namazdaki şehadet miktarı oturmak ve 'Et-tahiyyât' okumak. |
tesehhur |
Sahur yemeği yeme. (Bak: Sahur) ◊ Alay etme, maskaraya alma. |
tesehhür |
(Sehr. den) Gece uyumayıp uyanık kalma. |
tesehhurkâr |
Maskara. |
teşehhut |
Maktulün kan içinde yuvarlanması. |
teşekki |
(C.: Teşekkiyât) Şekvada bulunma. Kötü ahvalini ihbar ile şikâyet etme. |
teşekkük |
şek ve şüphe etme. |
teşekkül |
şekillenme. şekil alma. * Meydana gelme. |
teşekkülât |
(Teşekkül. C.) Teşekküller. şekillenmeler. * Kuruluşlar. |
tesekkün |
(Sükûn. dan) Yatışma, sükûn bulma. * Miskin ve fakir olma. |
teşekkür |
Yapılan iyilikten memnun kalındığını bildirmek için söylenen şükür ifadesi. * Şükür etmek. * Birisine karşı 'Sağ ol, var ol, ömrüne bereket' gibi söylenen minnet sözleri. |
teşekkürât |
(Teşekkür. C.) Teşekkürler. |
teselli |
Avunma. Kederli ve gamlı olan bir kimseyi söz ve nasihatle ferahlandırma. |
teselli-pezir |
f. Avutulabilir, avundurulabilir. |
teselli-yâb |
f. Avunan, avutulan, teselli bulan. |
tesellu' |
Ahmak olmak. |
tesellüb |
Soyunma. * Kocası ölen kadının, zinetli elbisesini çıkarıp, matem elbisesini giymesi. (Bu iyi bir âdet değildir.) |
teselluh |
(Silâh. dan) Silâhlanma, silâh kuşanma. |
teselluk |
Yüksek yere, duvar üstüne çıkma. * Sırt üstü uyuma. |
tesellül |
İnsanlar içinden sıyrılıp çıkma. * Verem hastalığına yakalanma. |
tesellüm |
Teslim edilen şeyi tekrar teslim alma. * Verilen bir şeyi alıp kaydetme. * Teslim olma. * İslâm olma. ◊ Çentik çentik olma, diş diş olma. Gedik olma. * Ağzını yaşmaklama. |
teselsül |
Zincirleme. Zincir gibi birbirine bitişik kısımlar olma. Silsile peyda etme. * Ulaştırma. * Man: (Bak: Delil-i ihtira) |
teşelşül |
(C.: Teşelşülât) Suyun yüksek bir yerden aşağı şarıltı ile dökülmesi, çağlayan oluşturması. * Soğuk su banyosu yapma, duş yapma. |
teselsülât |
(Teselsül. C.) Zincirlemeler. Zincirleme gitmeler. |
tesemmi |
Bir şahsa veya kabileye müntesib olma. * Bir isimle isimlenme. |
tesemmuh |
Cömertlik etmek. |
teşemmül |
İhrama bürünme. |
tesemmüm |
Zehirlenmek. |
teşemmüm |
(şemm. den) Koklama. |
tesemmümât |
(Tesemmüm. C.) Zehirlenmeler. |
tesemmün |
(Semen. den) şişmanlama, semirme. |
teşemmür |
İşe hazırlanma. |
teşemmüs |
(Şems. den) Güneşleme, güneşe çıkma. * Güneş çarpması. |
teşemmüt |
Hayırla ve bereketle duâ etmek. |
tesenbül |
Sümbülleşme, sümbül verme. |
tesenni |
İki kat olma, eğilip bükülme. |
teşennüc |
(Şenc. den) (C.: Teşennücât) Buruşuk olma, buruşma. * Adalelerin gerilip büzülmesi, kasılması. * Korkmak. * Titremek. |
teşennüf |
Küpe takınma. * Süslenme. |
tesennüh |
Küflenme. |
tesennüm |
Ufak olmak. * Yerden iki üç karış yüksek olmak. * Hörgüç üstüne binmek. |
tesennün |
Halinden dönmek. * Üzerinden yıl geçmek. * Yaşlı olmak, yaşlanmak, ihtiyarlamak. * (Sinn. den) Diş çıkarma. |
teşennün |
Adamın ihtiyarlıktan dolayı derisinin buruşup kuruması. * Eskimek. |
teserbül |
Gömlek giymek. |
teserri |
Cariye alma, odalık edinme. |
teserru' |
(Sür'at. den) Koşma. Çabuk davranma. |
teşerru' |
şeriata uygun davranma. |
teşerrüb |
Suyu kendine çekme, içme. * Meşreb sahibi olma. |
teşerrüf |
şereflenme. şeref bulma. Ulviyete erişme. |
teşerrüfât |
(Teşerrüf. C.) Şeref duymalar, şereflenmeler. Saygı göstermeler, hürmet etmeler. |
teşerruk |
Güneşte oturmak. |
teserrut |
Yutmak. |
teservül |
Don giymek. |
teşetti |
(Şitâ. dan) Kışlama. Kış mevsimi boyunca bir yerde oturma. Kışı geçirme. |
tesettür |
Kapanıp gizlenme. Örtünme. |
teşettüt |
Dağınık olma. Dallara ayrılma. Çatallaşma. Dağılma. Perişan olma. |
tesevvi |
Düzeltme, tesviye etme, düzleme. |
tesevvüb |
(Sevâb. dan) Sevap kazanma, sevaplanma. * Farz olan namazdan sonra nâfile namaz kılma. |
teşevvüh |
Çirkinlik. |
tesevvük |
Misvak yapmak. |
teşevvuk |
şevklenme, istek gösterme, arzu etme, sevinme. |
tesevvül |
Galip olmak, yenmek. |
tesevvür |
Kadının çok doğurucu olması. ◊ Yüksekten aşağı inmek. |
teşevvüş |
Karma karışık olma. * Bulanıklık, karışıklık. |
teşeytun |
Yaramazlık etmek. |
teşeyyu' |
Şiilik taslamak. Şii olma. (Bak: Şia) * Vedalaşmak. * Ardınca ve peşinden gitmek. |
teseyyüb |
(Seyyib. den) (Kadın) dul kalma. ◊ Üşenme, kayıtsızlık, tembellik. |
teşeyyüb |
(C.: Teşeyyübât) İhmalcilik, kayıtsızlık. |
teseyyüd |
Yükseltme. * Sağlam olma. |
teşeyyüd |
Yükseltme. Sağlamlaştırma. |
teşeyyuh |
Şeyh olduğunu iddia etmek. Şeyhlik taslama. * İhtiyarlama, yaşlanma. |
teşeyyüh |
(Şeyh. den) İhtiyarlama. * Şeyhlik iddiasında bulunma. |
teşezzi |
Pâre pâre olmak. Pârelenmek. |
teşezzüb |
Dağılma, dağınık olma. |
teşezzün |
Yoğun ve katı olmak. |
teşezzür |
Ayrılmak. * Korkmak. * Hazırlanmak. * Davara binmek. |
tesfi' |
Sıcağın, insanın yüzünü yakması. |
teşfi' |
Şefaat etmek, affı için sebep olmak. |
tesfid |
Kebap yapmak için eti şişe dizme. |
tesfif |
Dövüp ezme, toz haline getirme. |
tesfih |
(Sefahet. den) Sefih görme, sefih sayma. Akılsız, müsrif ve eğlenceye düşkün addetmek. |
tesfil |
(C.: Tesfilât) (Süfl. den). Aşağılaştırma, sefilleştirme, bayağılaştırma. |
tesfir |
(Sefer. den) Yolcu etme, yola çıkarma, sefere gönderme. |
teşfiye |
(Şifâ. dan) İyileştirme, şifalandırma. |
teshik |
Ezme, dövme, döğerek ezme. |
teshil |
(C.: Teshilât) Kolaylaştırma. Zorluğa âit şeyleri kaldırma. ◊ Öksürtme. |
teshilat |
(Teshil. C.) Kolaylıklar. |
teshilen |
Kolay olmak üzere. |
teshim |
Nakışlı etmek, nakışlamak. ◊ Yüzüne kara vurmak. |
teshin |
Isıtmak, soğukluğunu gidermek. |
teshinât |
(Teshin. C.) Isıtmalar, kızdırmalar. |
teshir |
Zaptetme, hâkim olma, zorla ele geçirme. * İtaat ettirme. * Hakir ve zelil etmek. ◊ Büyüleme, sihir yapma, aldatma. * Yemek ve içmeğe muhtaç etme. |
teşhir |
Göz önüne serme, gösterme. Sergi serip âleme ilân etme. * Meşhur ve nâmdâr kılmak. * Kılıç sıyırma. |
teşhirgâh |
f. Sergi yeri, herkese gösterme yeri. |
teşhirgâh-i enâm |
f. Mahlukatın herkese gösterildiği yer, dünyâ. |
teşhis |
Şahıslandırma. Şekil ve suret verme. Seçme, ayırma, ne olduğunu anlama. Tanıma. * Hastalığın ne olduğunu anlayıp bilmek. * Edb: Canlılandırmak, suretlendirmek. * Eşyaya şahsiyet vermek. |
teşhit |
Kana bulaştırmak. |
teşhiye |
Gönlün ne isterse sana vereyim' demek. |
teşhiz |
(C.: Teşhizât) (Şahz. dan) Sivriltme, keskinleştirme. * Bileme. * Gücünü, kuvvetini artırma. *Uyandırma. |
teskib |
(Sakb. dan) Delik açma, delme. |
teskif |
Düzeltip ve doğrultup beraber etmek. Eşitlendirmek. ◊ Evin üstünü örtmek. |
teşkih |
Hurma koruğu renklenmeye başlamak. |
teşkik |
(Şakk. dan) Parça parça yarma. İkiye ayırma. Yarmak. ◊ Şüphede bırakmak. Şüpheye atmak. |
teşkikât |
Şek ve şüpheler. Şüphede bırakmalar. |
teskil |
(Sakl. dan) Ağırlaştırma. Ağırlığını artırma. |
teşkil |
Vücud vermek. Suretlendirmek. Şekil vermek. Meydana getirmek. * Atın iki önayağı ve art ayağının birisinin beyaz olması. |
teşkilât |
Tertipli ve düzenli çalışan birlik. |
teskim |
(Sakm. dan) Hasta etme. * Bozuk ve yanlış sayma. |
teskin |
Rahatlandırma. Yatıştırma. Sükunet verme. Şiddet, hiddet ve ıztırabını izale etme. * Gr: Bir harfi sâkin okuma. |
teskir |
(Sekr. den) Sarhoş etme. * Gözü kamaştırıp görmesini zayıflatmak. |
teskit |
(Sükût. dan) Susturma. Sükût ettirme. |
teskiye |
(Saky. dan) Su verme. * Sulama. |
tesli' |
Yarmak. |
teslib |
Soyunmak. * Gammazlık. * Erkeği ölen kadının, keder esvâbı giymesi. |
teslif |
Kahvaltı etme. * Takdim etmek. * Bir nesnenin fiyatını evvelden vermek. |
teslih |
(Selh. den) Derisini yüzüp çıkarma. ◊ Silâhlandırma. Silâh ile donatma. |
teslil |
(Sell. den) Sıyırıp çekme. * Verem etme. |
teslim |
Bir emâneti verme. * Kabul etme. * Doğru ve haklı bulma. * Selâmetle dua etme. * Karşısındakinin hükmü altına girme. * Kendini Allah'ın takdirine terketme, emri altına girme. * Belâ ve More… |
teslim-kerde |
f. Teslim edilmiş olan. |
teslimat |
(Teslim. C.) Bir hesap üzerine yapılan ödemeler. |
teslimiyet |
Kendini Allah'a veya başka birinin iradesine terketmek, boyun eğmek. |
teslis |
Üçleme. |
teslit |
Havâle etmek. (Bak: Taslit) |
tesliye |
Avutma, teselli etme. |
tesliyet |
Avutma, teselli verme. |
tesliyet-bahş |
f. Avutucu, teselli verici. |
tesliyet-kâr |
f. Avutucu, teselli verici. |
tesmi' |
(C.: Tesmiât) (Sem'. den) İşittirme, duyurma. |
teşmi' |
(Şem'. den) Mumlama, bal mumuna batırma. |
tesmia |
Halka ibadetini ve amelini işittirme, duyurma. |
tesmiat |
(Tesmi. C.) İşittirmeler, duyurmalar. |
tesmid |
Yere ters ve kül dökmek. |
tesmih |
Yab yab gitmek. * Süngü ağacını yontup düzeltmek. |
teşmil |
Şâmil kılmak. İhata eylemek. Kaplamak. İhrama bürünmek ve sür'atle yürümek. |
tesmim |
Zehirleme. |
teşmim |
(Şemm. den) Koklatma. Koklatılma. |
tesmimen |
Zehirleyerek. |
tesmin |
(Sümn. den) Sekizleme. Sekize bölme. Sekize çıkarma. * Bir şeye kıymet biçme. ◊ (Semen. den) Semirtme, yağlatma. |
tesmir |
(Semer. den) İktisad ederek malın çoğalması. * Ağaçların çiçeklerini döküp yemiş bağlaması. ◊ Koyu nesneye su katıp duru etmek. * İksir ile sağlamlaştırmak. ◊ Çivileme, More… |
teşmir |
(Şemr. den) Sıvama veya sıvanma. |
teşmis |
(Şems. den) Güneşe tutma, güneşe serme. * Güneşe tutup hasta etme. |
tesmit |
Aksıran kimselere: 'Yerhamükâllah; Allah sana merhamet etsin' demek. ◊ Edb: Gazel yahut kasideyi 'müsemmat' tarzında tanzim etme. |
teşmit |
Aksıran kimseye: 'Yerhamükâllah; Allah sana merhamet etsin' deme. |
tesmiye |
İsimlendirme. Ad verme. * Besmele çekme. |
teşmiyet |
Aksırana karşı hayır ve bereketle duâ etmek. (Yerhamükümullâh: Allah size merhamet ve rahmet ihsan etsin) meâlinde dua etmek. |
teşne |
f. Susamış. * Mc: İstekli, çok arzulayan, heveskâr. |
teşnedil |
(C.: Teşnedilân) Candan ve yürekten isteyen. |
teşnegân |
(Teşne. C.) f. İstekliler. * Susamışlar. |
teşnegî |
f. Susama. |
teşneleb |
f. Dudağı kurumuş, çok susamış. Yanık, susuz. |
teşni' |
Başa kakmak. * Davara binmek. * Silâh takınmak. * Kötülük yapmak. Kötü göstermek. Ayıplamak. * Birisinin çok şeni' olduğunu söylemek. |
teşniât |
(Teşni'. C.) Ayıplamalar, çirkin bulmalar. |
tesnid |
Dayak vurmak. |
teşnif |
Küpe takma. Küpe takınma. * Süslenme. Küpe ile süsleme. |
tesnim |
Hörgüçleyerek yukarı yükseltmek, terfi etmek mânasına masdar olup, yükseklik mânasıyla Cennet çeşmelerinden bir çeşmenin ismidir. |
teşnir |
Ayıp vermek. |
tesniye |
Vasıflandırma. * Gr: Arapçada bir kelimenin iki şeye delâlet etmesi hâli, kelimeyi iki şeye delâlet ettiren siga. Bu şekil kelimenin sonuna 'elif-nun' veya 'ye-nun' More… |
tesri' |
Hızlandırma. Sür'atlendirme. Acele ettirme. |
teşri' |
Yolu açık ve vâzıh kılma. * Şeriata isnad ve nisbet eylemek. * Kanun vaz' ve tenfiz eylemek. * Peygamberimizin (A.S.M.) şeriata dair emretmesi. * Havuza su getirmek. |
teşri' eylemek |
Dinî emir ve yasakları bildirmek. Kanun bildirmek. Bir emrin kanun gibi tatbikini istemek. |
tesrian |
Hızlandırarak. Çabuklaştırmak için. |
tesriât |
(Tesri'. C.) Çabuklaştırmalar, hızlandırmalar. |
tesrib |
Esasen işkembeden içyağını ayırmak demek olup, mecâzen: Tekdir ve muaheze mânasına kullanılır. * Darılma. Ayıplama. * Başa kakma. ◊ (Sürub. dan) (Asker) gönderme, yollama. |
tesric |
Kandil yakmak. * Güzelleştirmek. * Hayvanı eyerleme. Hayvana eyer vurma. |
teşric |
Cem'etmek, birbiri üstüne yığmak. * Kerpiçi yerinden ayırmak. |
tesrid |
Davar boğazlandığında daha soğumadan bir yerini kesmek veya kırmak. ◊ Sahtiyan dikmek. * Kırba dikmek. |
teşrid |
Ayırma, dağıtma. Dilim yapıp kesmek. * Nefyetme, kovalama. * Belâya atma. Ürkütüp kaçırma. Sevketme. * Birisinin ayıbını teşhir eylemek. |
teşrif |
Şereflendirmek. Yüksek yere çıkmak. Şeref vermek. * Bir yere buyurmak. |
teşrifat |
(Teşrif. C.) Resmî kabul ve ziyaretlerdeki kabul merasimi. Protokol. |
tesrih |
Talâk. Boşanma, ayrılma. * Halâs etme, kurtarma. * Bırakma, salıverme. * Kıl tarama. * Asan etme, kolaylaştırma. |
teşrih |
Bir kitap veya ibareyi anlaşılır şekilde açıklamak, tafsilât vermek. İnceden inceye didikleyip araştırmak. * Tıb: Bir cesedi kesip parçalara ayırarak incelemek. |
teşrihat |
Açıklamak, tafsilât vermek, inceden inceye araştırmak. |
teşriî |
(Teşriiye) Şeriatla, kanun ile, kanun yapma ile alâkalı, şeriata müteallik, kanuna dair. |
tesrik |
(Sirkat. den) (C.: Tesrikat) Bir kimseye hırsız deme. |
teşrik |
Güneşlendirme. Güneşte kurutma. * Eti parçalayıp güneşte kurutma. * Doğu tarafına gitme. ◊ Ortak etme. İştirak ettirme. |
teşrim |
Yarmak. * Yırtmak. |
teşrin |
Eskiden yılın on ve onbirinci aylarına verilen ortak isim. |
tesrir |
(C.: Tesrirât) (Sürur. dan) Sevindirme. |
teşrir |
Güneşte bez serip kurutmak. |
tesriye |
Gam ve kederi bırakma. Kederi yok etme. |
teşt |
Tekne, teşin, leğen, kap. |
testih |
Yassı ve düz yapmak. * Eşit yapmak, beraber etmek. ◊ Yün ve pamuk tepmek. |
testir |
Gizleme, saklama, setretme, örtme. |
teştir |
Edb: Bir gazeli teşkil eden beyitlerin beher mısraı arasına ikişer mısra ilâve etmek. ◊ Bir nesneye ayıp vermek, noksanlık vermek. |
teştit |
Dağıtma, dağıtılma. Perişan etme. |
teştiye |
Kışın uyuyan hayvanların uykusu. |
tesvib |
Sevab vermek demektir. |
tesvid |
Karartma. Yazı ile karalama. Yazmak, müsvedde yapmak. |
tesvif |
(Sevf. den) (C.: Tesvifât) Sebepsiz olarak atlatma, geciktirme. |
teşvif |
Tezyin etmek, süslemek.* Haberli olmak, anlamak, muttali olmak. * Bakmak, nazar etmek. |
tesvig |
Cevaz verme. * Kolaylaştırma. * Tecavüz etmek, haddini aşmak. |
teşvih |
Çirkin yapmak. |
tesvik |
(Misvak. dan) Dişleri misvaklama. ◊ (Sevk. den) Sürme, ileri gütme. |
teşvik |
Şevklendirme. Şevke getirme. Kışkırtma. Kaldırma. Cesaret verme. ◊ Diken bitmek. * Ağacın dikenli olması. |
teşvikat |
(Teşvik. C.) İsteklendirmeler, şevke getirmeler. Kışkırtmalar. |
tesvil |
(C.: Tesvilât) Kötü bir şeyi güzel göstererek aldatma. * Tezyin etmek, süslemek. |
tesvim |
Davarı otlamaya salmak. * İşaretlemek, nişan etmek. * Dağlamak. |
tesvir |
Büyük derecelere çıkma, büyük işlere yükselme. * Koluna bilezik yapma. ◊ Toz kaldırma. * Derin ve gizli mânayı araştırma. |
teşvir |
İçinde bulunma. İçine alma, içine alıp gizleme. * Satılık olan hayvanı pazara çıkarıp gösterme. |
tesvis |
Buğdaya bit düşmek. |
teşviş |
Karıştırma. Karma karışık etme. Bulandırma. |
teşvişiyyet |
Karışıklık, bozukluk. |
tesvit |
Karıştırmak. |
teşvit |
Tüyü ve kılı gitsin diye ateşe tutmak. |
tesviye |
Seviyelendirme. Düzleme. Beraber etme. İki şeyi müsavi etme. * Bir neticeye bağlama. |
teşviye |
Kebap yapmak. Kebap vermek. |
tesyar |
Gönderme, gönderilme. (Eşya hakkında) (Tisyâr şekli yanlıştır) |
teşyi' |
Uğurlamak. Gideni selâmetlemek. Yolcu etmek. * Cesaretlendirmek. |
teşyid |
Müşeyyed etmek. Binayı yükseltip sağlamlaştırmak. |
teşyie |
Dilemek, istemek. |
tesyil |
Akıtma. Akıtılma. Sel gibi akıtılma. |
tesyir |
(Seyr. den) (C: Tesyirât) Gönderme, yollama. Seyrettirme. * Sürmek. * Bezi yol yol alaca edip dokumak. |
teşzib |
Ağaç budamak. |
teta'um |
(Ta'm. dan) Tatma, tadına bakma. |
tetabbub |
(Tıbb. dan) Hekim olmadığı hâlde hekimlik yapma. |
tetabu' |
Fasılasız birbiri ardından gelmek. Aralıksız birbirini takib etmek. |
tetabuk |
Birbirine uygun ve muvafık olmak. Uymak. Birşeye uygun düşmek. |
tetafful |
(Tufl. dan) Dalkavukluk. |
tetahhul |
Tıb: Dalak şişmesi. |
tetahhur |
Temizlenme. * Günah işlemekten uzaklaşma. |
tetahhurât |
(Tetahhur. C.) Temizlenmeler. |
tetallu' |
Boynunu uzatarak başını kaldırma. |
tetavül |
Uzun olma, uzama. * Zulüm etme. * Birbirine muhalefet, kibir ve taazzum etme. * Musallat olma. * Mugayeret eylemek. |
tetavvu' |
(Bak: Tatavvu') |
tetavvuan |
Nafile olarak, nafile tarzında. |
tetavvuf |
Tavaf etme. Ziyaret maksadıyla bir şeyin veya bir yerin etrafını dolanma. |
tetavvuk |
Boyuna gerdanlık gibi şeyler takma. |
tetavvus |
Tavus gibi renk renk elbise giyme. |
tetayür |
(Tayeran. dan) Uçuşma. Uçuşup dağılma. |
tetbi' |
Peşini bırakmayıp iyice araştırma. * Uyma, tâbi olma. |
tetbin |
Fikrinde ve görüşünde dikkat etmek. |
tetbir |
Helâk etmek, mahvetmek. |
tetbit |
Zarar ve ziyan yapma. |
tetebbu' |
Araştırıp tetkik etme. Derinliğine inceleyip tanıma, öğrenme. Öğrenmek için okuma. |
tetebbuât |
Araştırıp incelemeler. Arayıp öğrenmeler. |
tetellu' |
Kalkmak için boynunu uzatmak. |
teterrüb |
Toz toprak içinde kalma. |
teterrüs |
Kalkanla siper yapmak. |
tetevvüc |
Tac giyme. |
tetfül |
Tilki eniği. |
tetim |
Aşkla söylemek. |
tetimme |
(Tetümme) (C.: Tetümmat) Tamam etme. Tamamlama. * Ek. Noksanını tamamlamak için ilâve edilen. |
tetkik |
(Bak: Tedkik) |
tetliye |
Nezretme. Adağı yerine getirme. * Farzdan sonra nafile namaz kılma. |
tetmim |
Tamamlama, bitirme. * Edb: Bir şiiri tamam etmek. |
tetnih |
Sallanmak. * Gururlanmak, tekebbürlenmek. |
tetra |
Birbiri ardınca olmak. Birbirinin peşinden gelmek. |
tetre' |
(Tarae. den) Ârız olur, meydana gelir (meâlinde). |
tetrib |
Toza toprağa bulaştırma. |
tetrih |
Tasalandırmak. Hüzünlendirmek, üzmek. |
tetris |
Muhkem etmek, sağlamlaştırmak. |
tetvibe |
Tevbe etmek. |
tetvic |
(C.: Tetvicât) Tac giydirme. |
tetyib |
Helâk etmek, mahvetmek. |
tev'eban |
Davar memesinin iki yanı. |
tev'em |
İkiz. Çift doğan çocuklar. * Mc: Benzer, eş, mümasil. |
tev'eme |
İki kız. |
tev'emî |
İkizlik. |
tev'id |
(C.: Tev'idât) Sözle korkutma. |
teva |
Mâlın helâkı. Mülkün helâk olması. |
teva'ul |
Yüksek yere çıkmak. |
teva'un |
Davarın, beslenip semizlemek hususunda nihayet hududu bulması. |
tevabi' |
(Tabi'. C.) Maiyyet. Bir kimseye tâbi olanlar. İman ve İslâmiyet veya herhangi bir hususta birisine bağlı bulunanlar. * Uşaklar. * Bir merkeze bağlı olan yerler. * Gr: Evvelki kelimeye More… |
tevabil |
(Tâbel ve Tâbil. C.) Yemeklere katılan nâne, karanfil, tarçın ve biber gibi şeyler. Baharat. |
tevabit |
(Tâbut. C.) Tabutlar, sandıklar. |
tevacüd |
Kişinin kendini vecd suretinde göstermesi. |
tevacüh |
(Vech. den) Yüz yüze olma. Karşı karşıya gelme. |
tevadd |
Muhabbet etmek, sevmek. |
tevadu' |
(İki taraf düşmanlıktan vazgeçip) barışma. |
tevaffuk |
(Vefk. den) Muvaffak olma, başarma. |
tevafi |
Tamam olmak, tamamlanmak. |
tevafuk |
Birbirine uygunluk. Muvâfık oluş. Rast gelme hali. Nizamlanmış biçimde birbirine uygun olmak. |
tevafukat |
(Tevâfuk. C.) Uygunluklar. Tevafuklar. |
tevafür |
(C.: Tevafürât) Artma, çoğalma. |
tevafürât |
(Tevafür. C.) Artmalar, çoğalmalar. |
tevaggul |
Çok uğraşma, meşgul olma. Bir işin çok ilerisine varmak. |
tevaggulât |
(Tevaggul. C.) Tevagguller. Devamlı olarak uğraşmalar. |
tevaggun |
Cenk içinde ikdam etmek. Savaşta sebat edip ilerlemek. |
tevagguz |
Çok sıcak olmak. |
tevahhi |
Daha çabuk, acele, sür'atli. ◊ Talep etmek, istemek. |
tevahhud |
Vahid, tek olmak. |
tevahhuş |
Korkmak. Ürkmek. Kaçmak. * Hâli, tenhâ ve ıssız olmak. |
tevahuk |
Cemaat olup gitmek. Topluluk hâlinde gitmek. |
tevaif |
(Bak: Tavaif) |
tevak |
İstekli kimse. |
tevaki' |
(Tevki'. C.) Fermanlar. |
tevakki |
Çekinme, hazer etme, sakınma, korunma. |
tevakku' |
(C.: Tevakkuât) (Vuku. dan) Bekleme, umma, ümid etme. İsteme, arzu etme. |
tevakkud |
Tutuşup yanma. |
tevakkuf |
Durma. Eğlenip kalma. Duraklama. |
tevakkufât |
(Tevakkuf. C.) Beklemeler, durmalar, eğlenmeler. |
tevakkul |
Dağ üstüne çıkmak. |
tevakkur |
(Vekar. dan) Vakar peydâ etme. Vakarlanma. |
tevakkus |
Şiddetle basmak. * Atın seyri. |
tevakül |
(Vekl. den) Birbirini vekil etme. |
tevakun |
Noksan etmek, eksiltmek. |
tevali |
Uzayıp gitmek, devam etmek. Birbiri ardınca sıra ile gelmek. Sürmek. |
tevaliyen |
Tevali etmek suretiyle. |
tevalüd |
Doğma, doğurma. |
tevamür |
Danışmak, istişare etmek. |
tevana |
(Tüvânâ) f. Güçlü, kuvvetli, iktidarlı. |
tevani |
f. İşde tembellik etmek. * Kusur işlemek. Usançlık, bezginlik göstermek. |
tevari |
Gizlenme, kaybolup göze görünmeme. |
tevarih |
(Târih. C.) Tarihler. Hâdiselerin zuhur zamanını kaydeden kitaplar. |
tevarüd |
Vârid olma, gelme. Yetişme, vâsıl olma. * Arka arkaya gelmek. * Edb: Birbirinden habersiz olarak iki şâirin aynı beyti veya mısrayı söylemeleri. |
tevarüs |
Mirasa konmak, birisine diğerinden irsen geçmek. Miras yemek. |
tevarüsât |
(Tevarüs. C.) Tevarüsler, mirasa konmalar. * İrsen geçmeler, irsî olarak geçmeler. |
tevasi |
(Vasiyet. den) Vasiyetleşme. Birbirine tavsiye etme. |
tevassul |
Ulaşma, kavuşma, bitişme. * Nikâh yolu ile hısımlık, münasebet peydâ etme. |
tevasuk |
(Vusuk. dan) Birbiriyle andlaşma. Birbirine güvenip itimad ederek andlaşma. |
tevasül |
Birbirine ulaşma. |
tevatür |
Kuvvetli haber. * Müteaddid şeyler birbiri ardınca zâhir olmak. * Bir hususun söylenmesi hemen herkesin ağzında olup, gezmek. Şâyia. |
tevatürât |
(Tevatür. C.) Tevatürler, ağızdan ağıza dolaşıp yayılan haberler. |
tevatüren |
Ağızdan ağıza yayılarak. Tevatür suretiyle. |
tevaüd |
(Va'd. den) Birbirine söz verme. Va'dleşme. |
tevazi |
(Vezy. den) İki çizginin birbirine değmeden sonsuza kadar yanyana uzaması, paralellik. |
tevazu' |
Alçak gönüllülük. Kibirsizlik. Mahviyet hâli. |
tevazu'kâr |
f. Tevazulu, alçak gönüllü. |
tevazüf |
Birbiriyle sallanıp yürümek. |
tevazün |
Denklik. Müvâzene hâsıl olmak. Aynı tartıda olmak. Karşılıklı iki taraf da vezinde müsâvi olmak. Denkleşmek. |
tevazzu' |
Konulma, konulmuş. Bir şeyin bir yere konuşu. |
tevazzuh |
(Bak: Tavazzuh) |
tevbe |
(Tövbe) Yaptığı fenalığa pişman olmak. Allah'dan afv dilemek. Bir daha işlememeye azmetmek. Estağfirullah deyip, pişmanlık duymak. (Bak: Afv) |
tevbe suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 9. suresidir. Berae Suresi de denir. Medenîdir. |
tevbekâr |
f. Tevbeli, yaptığına pişman olmuş olan. |
tevbeşiken |
f. Tevbesini bozan. |
tevbih |
Azarlama. Levm etme. |
tevbihat |
(Tevbih. C.) Azarlamalar, tekdirler. |
tevbis |
Köpek yavrusunun gözlerini açması. |
tevcib |
(Vücub. dan) Lüzumlu yapma, lâzım etmek, gerektirmek. * Bir iş için vakit belirlemek. |
tevcih |
Döndürmek, yöneltmek. * Tefsir etmek. * Birisini bir tarafa göndermek. * Rütbe vermek. * Bir kimseye söz atmak. * Edb: İki zıd mânaya gelebilen ve birbirinin zıddı mânada söz kullanmak. |
tevcihât |
(Tevcih. C.) Verilmiş rütbeler. Tevcihler. * İşaret eden mânalar. |
tevdi' |
Emanet vermek, bırakmak. * Misafirin veda etmesi. Giderken kalanlara: Allah'a ısmarladık gibi veda etmesi, bolluk hoşluk duasıyla bırakıp gitmesi. * Mutlaka terkedip bırakmak. |
tevdian |
Vererek, bırakarak, teslim ve emanet ederek. |
tevdiât |
Emânetler. Emânet bırakmalar. Emniyetli bir yere kıymetli bir şeyi teslim etmek. |
teve'ur |
Bir şeyin güçlenerek halli ve yenilmesi müşkil olması. * Bir hususta çetin zorlukla karşılaşmak. * Konuşanın çapraşık söylemesinden ve anlaşılmadığından dolayı, dinleyenin hayrette kalması. More… |
teveccu' |
(C.: Teveccuât) Ağrıma, vecâlanma. Acımak. |
teveccüd |
(Vecd. den) Coşma, vecde gelme. |
teveccüh |
Bir şeye doğru yönelme, bir tarafa dönme. Çevrilme. * Mânen üzerine düşme. * Ait olmak. * Hoşlanmak. * Sevgi, alâka. |
teveccühât |
(Teveccüh. C.) Teveccühler. |
teveccüs |
Karnını boşaltmak. |
teveddüd |
Tedricen kendini sevdirmek. Dostluk etmek. * Cenab-ı Hakk'ın çeşitli ve lezzetli nimetler vererek insanlara kendisini sevdirmesi. |
teveffi |
Ölme, vefat. * Bütününü aldırma. |
teveffuk |
Tevfike mazhar olmak. Cenab-ı Hakk'ın rızasına uygun tarzda hareket edebilmek. |
teveffür |
Çok olmak, artmak. |
tevehhüc |
Deprenmek, hareket etmek. |
tevehhuk |
Boynuna kement bağlamak. |
tevehhül |
(Vehle. den) Yanıltmağa çalışma. |
tevehhüm |
Evhamlanmak. Az tehlike ihtimâli olsa çok korkmak. Yok olanı var zannetmekle ye'se ve korkuya düşmek. |
tevehhün |
Gevşeme. Kuvvetsiz hale gelme. |
tevehhüs |
Bir işe dikkat ve itina ile koyulma. |
tevekan |
İstekli olma. |
tevekân |
Sormamak. |
tevekkelna |
Tevekkül ettik (meâlinde fiil). |
tevekkeltü alallah |
Allah'a tevekkül ettim (meâlindedir). |
tevekkü' |
Dayanmak. |
tevekkuh |
şiddetli ve haşin olmak. |
tevekkül |
İşi başkasına ısmarlamak. * Sebeblere tevessül ettikten sonra neticesini Allah'a bırakmak. Allah'tan gelene razı olmak. Kendine ait vazifeyi yaptıktan sonra neticelerini More… |
tevekkün |
Musibet anında yüksek sesle bağırıp feryad etmek. |
tevella |
(Tevelli) Birisini dost edinme. * Bir işi üzerine alma. * Dönme, yönelme, i'raz etme. * Ehl-i Beyt'e tam sevgi. * Akrabalık. Karabet. Yakınlık beslemek. |
tevellu' |
Sevme. Alâka ve aşk peydâ etme. |
tevellüc |
Dühul etmek, dâhil olmak, girmek. * Vahşi canavarların yatağı. |
tevellüd |
Doğma. Doğum. |
tevellüdat |
(Tevellüd. C.) Belli bir zaman içinde doğum. Umumi doğumlar. |
tevellüh |
(C.: Tevellühât) (Veleh. den) Şaşakalma. Şaşırıp sersemleşme. * Hayran etme. * Kadını çocuğunden ayırma. |
tevelvül |
(C.: Tevelvülât) (Velvele. den) Gürültü patırdı etme. |
tevennuk |
Dikkatle bakmak. |
teverri |
Gizlenmek. * Belirsiz etmek. |
teverru' |
Haramdan ve şüpheli şeylerden sakınmak. |
teverrüd |
Vâridolma, gelme. * Gül gibi kızarma. |
teverruk |
(C.: Teverrukat) (Varak. dan) Yapraklanma. |
teverrük |
Sol yanı üstüne oturup iki ayaklarını sağ tarafından uzatmak. |
teverrüs |
(Veraset. den) Mirasçı olma. Vâris olma. |
teverrut |
Zor bir işe rastlama. Vartaya düşme. |
teveşşi |
Saç ve sakalı kır olmak, alacalanmak. |
tevessu' |
(Bak: Tevessü') |
tevessü' |
(C.: Tevessüât) Genişleme, yayılma. Vüs'at bulma. * Zahmetsiz herkese yer bulunma. |
tevessüât |
(Tevessü'. C.) Genişlemeler. |
tevessüb |
(Vesb. den) Atlama, sıçrama. |
tevessüd |
Dayanma, istinad. * Yastığa dayanma. |
tevessüen |
Genişleme suretiyle. Tevessü ederek. |
tevessuh |
(Vesah. dan) Paslanma, kirlenme. |
teveşşuh |
(C.: Teveşşuhât) Süslenme, takıp takıştırma. * Kadın gerdanlığını takma. |
tevessuk |
(Vüsuk. dan) İnanıp güvenerek ve itimad ederek dayanma. |
tevessul |
(Bak: Tevassul) |
tevessül |
Allah'ın dergâhına yaklaştıracak amel işlemek. * Sarılmak. * Baş vurmak. * İnanmak. * Sebeb tutmak. * Hırsızlık. |
tevessülen |
Başvurarak, girişerek. Sebep tutarak. |
tevessüm |
Bir şeyin işaretlerine bakarak iyice anlamak. |
tevettür |
Gerginleşme, gerilme. |
teveyyül |
(C.: Teveyyülât) Vâveylâ etme. Çığlık koparma. |
tevezzü' |
Yer tutma. * Dağılma. Bölünme, taksim olunma. |
tevezzüf |
Sallanmak. * Evmek, acele etmek. ◊ Kabuğunu soymak. |
tevezzug |
Hareket etmek. |
tevezzül |
Kesilmek. |
tevfik |
Uygun düşürme. * Uydurma. Muvafık kılma. * Cenab-ı Hakkın kuluna yardım etmesi. |
tevfikan |
Uygun olarak. Uyarak. |
tevfir |
Artırma, çoğaltma. * Bir kimsenin hakkını tam olarak verme. |
tevfiye |
Tamam vermek. |
tevfiz |
Evdirmek, acele ettirmek. |
tevgir |
(Mübalağa ile) Sıcaklatmak. |
tevhid |
Birleme. Bir Allah'tan başka İlâh olmadığına inanma. Lâ ilahe illallah sözünü tekrarlama. |
tevhid suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 112. Suresidir. İhlâs Suresi gibi çok isimleri de vardır. (Bak: İhlâs Suresi) |
tevhiden |
Birleştirerek, tevhid olarak. |
tevhif |
Sopa ile vurmak. |
tevhim |
(C.: Tevhimât) (Vehm. den) Vehme düşürme. Vehimlendirme. ◊ Bir nesneye gönül vermek. * Hâmile olmak ricâsını etmek. |
tevhin |
(Vehn. den) Zayıf kılmak, zâfiyete duçâr eylemek veya edilmek. * Zayıfa nisbet etmek veya edilmek. |
tevhiş |
Ürkütme, kaçırma, korkutma. |
tevhişât |
(Tevhiş. C.) Ürküp kaçmasına sebep olmalar, ürkütmeler. |
tevhiye |
Acele etmek. |
tevkâf |
(Ev) damlamak. |
tevki' |
Alâmet, işaret, belirti, nişan. * Sultan. * Kılıca nakış yapmak. |
tevkid |
Ateş tutuşturma. ◊ Sağlamlaştırma. |
tevkif |
Alıkoyma, tutma. Hapis olarak bekletme. Vakfetme. * Arafatta mevkaf olan yerde durdurmak. * Bir kimsenin koluna bilezik takmak. |
tevkifhâne |
Hapishane. |
tevkil |
Kendine birisini vekil etmek. Vekil tâyin etmek. |
tevkim |
Zelil etmek. * Katletmek, öldürmek. * Hıfzetmek, korumak. |
tevkir |
Bina için yemek pişirip yedirmek. Ziyafet vermek. ◊ Tazim. Hürmetle anmak. İhtiram etmek. |
tevkis |
Küçük odun parçalarını ateşe atmak. |
tevkiş |
Tahrik etmek. |
tevkit |
Vakit tayin etmek. Vakitlendirmek. ◊ Hurmanın kararmaya başlaması. |
tevkiye |
Çok sakınmak. |
tevla' |
Eğrilik. |
tevle |
Sihir, efsun. |
tevli' |
Bir nesneye beyaz noktalar yapmak. |
tevlid |
Çocuğu doğarken almak. Doğurmak. Doğurtmak. * Mc: Sebep olmak, vücuda getirmek. * Beslemek. Terbiye etmek. |
tevlidât |
'(Tevlid. C.) Meydana getirmeler, sebep olmalar. * Doğurmalar, doğurulmalar; doğurtmalar.' |
tevlih |
Şaşırtma. Sersemleştirme. |
tevliyet |
Bir vakfın işlerine bakma vazifesi. Mütevellilik. * Yüz çevirme, yüz döndürme. * Fık: Sâhib olunan malı peşin değeri ile başkasına tevcih etme. |
tevr |
(C.: Etvâr) Ağzı büyük gönden olan bardak. * Su bardağı. Abdest ibriği. |
tevreb (tevârib) |
Toprak. |
tevrib |
Bir nesnenin uzunluğuyla eni arası. |
tevrid |
Gülgün etmek. * Ağacın çiçek vermesi. |
tevrih |
Bir hâdisenin veya konuşmanın tarihini yazmak. Vakit bildirmek. |
tevrik |
Davarın üstüne oturmak. ◊ Ağacın yapraklanması. |
tevrim |
Gazaba getirme, öfkelendirme. * Verem etme, verem edilme. * Bedenin azâsını şişirip kabartmak. |
tevris |
Vâris kılmak, mirâs bırakmak. Malının faydasını birisine âid kılmak. * Ateşi yakmak, alevlendirmek için tahrik etmek. ◊ Zaferana benzer bir ot. |
tevriş |
Kandırmak. |
tevrit |
Tehlikeye düşürme, vartaya düşürme. |
tevriye |
Örtüp gizlemek. * Sözünü veya bir haberi izah etmeyip gizlemek. * Edb: Birkaç mânası olan bir kelimenin en uzak mânasını kasdetmek. |
tevsen |
f. Azgın, başı sert at. * Mc: Dikbaşlı adam. |
tevsi' |
Genişletme. Bollaştırma. |
tevşi' |
Süsleme. |
tevsib |
Sıçratmak. * Yastık dikmek. |
tevsid |
Yastığa dayandırma. * Dayatma, dayandırma. |
tevsih |
(Vesah. dan) Kirletme, murdarlama, pisletme. * Paslandırma. |
tevşih |
(Vişah. dan) (C.: Tevşihât) Süslü elbise giydirme. Süsleme veya süslendirme. * Kur'ân-ı Kerimi usul ve kaidelerine göre okuma. * Bir kimseye mücevher gerdanlık takmak. |
tevsik |
Vesikalandırmak. Vesikalamak. Sağlamlaştırmak. Yazılı hale koymak. * Bir kimse hakkında -bu emindir, mutemeddir- demek. |
tevsim |
Hacıların hac zamanı toplanmaları. * Dağlamak sureti ile ten üzerine işaret koyma, döğme yapma. * İsimlendirme, ad verme. |
tevşim |
(C.: Tevşimât) (Veşm. den) Bedene döğme yapma. İğne ile yazı yazma veya şekil yapma. |
tevsir |
Yumuşak etmek, yumuşatmak. |
tevsit |
Birini araya koyma. Ortaya koyma. Vâsıta etme. |
tevşiye |
Koğuculukta mübâlağa etmek. Dedikoduculukta mübâlağa yapmak. |
tevtid |
Kazık kakma. |
tevtine |
Yumuşak etmek, yumuşatmak. |
tevtir |
Yay gibi germek. Yaya kiriş germe. |
tevv |
Tek. |
tevvab |
(Tevbe. den) Tevbe edenlerin tevbesini kabul eden Allah (C.C.). * Çok tevbe eden. |
tevzi' |
Dağıtmak. Herkesin hisselerini ayırıp vermek. Pay ederek dağıtmak. |
tevziât |
(Tevzi'. C.) Tevziler, dağıtmalar. * Herkese payını vermeler. |
tevzig |
Depretmek, hareket ettirmek. |
tevzin |
Tartmak. Ölçülü hâle koymak. * Zihinde düşünüp kararlı hâle koymak.* |
tey' |
Kusmak. * Yere akmak. |
teyakkun |
İyiden iyiye araştırıp şüphesiz tam olarak bilmek. * Tam yakınlık hâsıl etmek. |
teyakkuz |
Uyanık olma. * Uykudan kalkma. * Göz açıklığı. |
teyamün |
Her nesneyi sağından tutmak ve sağından başlamak. |
teyasür |
Bir nesneyi solundan tutmak. |
teybis |
Kurutma, kurulama. |
teyebbüs |
(C.: Teyebbüsât) Kuruma, kuru olma. |
teyeffu' |
Yüce olmak, yükselmek. |
teyeffün |
Çok yaşamak. |
teyekkunât |
(Teyekkun. C.) Tam olarak ve iyice bilmeler. |
teyemmüm |
Kasd. * Fık: Su bulunmadığı veya su bulunup da kullanılması mümkün olmadığı takdirde temiz olan toprak cinsinden bir şey ile, abdestsizliği veya gusülsüzlüğü -hadesi- gidermek maksadiyle More… |
teyemmün |
Uğur sayma. Bir şeyle teberrük eylemek. Bir şeyi mesut ve uğurlu saymak. * Ölüyü kabirde sağ yanına yatırmak. * 'Ben Yemenliyim' demek. |
teyemmünen |
Uğur sayarak. Teyemmün ederek. |
teyessür |
Kolaylıkla husule gelme. * Muvaffakiyet ve başarı ile bitme. |
teyettüm |
Kulluk etmek. * Aşkın insanı hor ve zelil etmesi. |
teyettün |
İncir yemek. |
teyh |
(Teyhâ) Şaşkınlık. * Hayran olmak. * Tekebbürlenmek, gururlanmak. |
teyha' |
Issız yer. |
teyhür |
Yar gibi çöküp yığılmış kumluk. |
teykan |
Çok sıçrayan kişi. Çok sıçrayan kimse. |
teykin |
(C.: Teykinât) Tam olarak ve iyice bildirme. |
teyma' |
Sahra, çöl, yaban. |
teymim |
Teyemmüm ettirme. |
teys |
(C.: Tüyüs-Tiyese-Etyâs) Erkek keçi, teke. |
teysir |
(Yüsr. den) Kolaylaştırma. Kolaylaştırılma. |
teyyar |
Hazırlanmış. * Dalga. |
teyyas |
Teke besleyen ve teke tutan kişi. |
teza'fur |
Elbiseye ve gövdesine za'ferân sürmek. |
teza'um |
Yalan olmak. |
teza'zu' |
Mâni olma, önleme, engel olma. |
tezabüh |
Bir karış miktarı yeri yarmak. * Birbirini boğazlamak. |
tezacür |
Birbirini kandırıp bir iş üzerine ümitlendirme. |
tezad |
İki şeyin birbirine zıt olması. Aksilik. Terslik. * Edb: Mânaca birbirine zıt olan kelimeleri bir arada toplamak. |
tezafür |
Birbirine yardımcı olma. * Bir yere toplanma. |
tezaggum |
Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. |
tezahhul |
Irak olmak, uzaklaşmak. |
tezahhür |
Arkalanmak. |
tezahüf |
Muharebede iki taraf askerlerinin karşılaşıp çatışması. |
tezahüm |
Birbirine sıkıntı vermek. Halk kalabalık edip birbirine sıkıntı vermek. |
tezahür |
'Meydana çıkma, belirme, görünme. Gösteriş. * Birbirini korumak, birbirine arka olmak. * Arkalaşmak; yâni birbirine yardım etmek. * Avretine zıhar etmek, yani zevcesinin arkasını More… |
tezahürât |
(Tezahür. C.) Görünüşler. Gösterişler. Gösteriş için toplanmak. |
tezahzuh |
Uzak olmak. |
tezakir |
(Tezkire. C.) Tezkereler. |
tezakkuf |
Bir şeyi sür'atle alıp yemek. |
tezakkum |
Lokma lokma etmek. * Kaymak ile hurmayı karıştırıp yemek. (O taama 'zekkum' derler.) |
tezakür |
Birbirini zikretmek. |
tezallüm |
Birisinin zulmünden şikâyet etme. (Bak: Tazallüm) |
tezalüm |
Zulm edişmek. |
tezamür |
Birbirini kandırmak. |
tezarüf |
Zarif olmak isteme. |
tezauf |
(Zı'f. dan) Kat kat olmak, bir misli artmak. İki kat olmak. |
tezavül |
Bir şeyi ortaya çıkarma, bir şeyi meydana getirme. |
tezavür |
(C.: Tezâvürat) Birbirini ziyâret etme, gidip görme. * Vazgeçme, yoldan çıkma, udul etmek. * Eğilip meyletme. |
tezayüd |
(Ziyadet. den) Ziyadeleşme, artma, çoğalma. * Söz ve sair şeyleri tekellüfle çoğaltma. |
tezayüdât |
(Tezayüd. C.) Artmalar, ziyadeleşmeler, çoğalmalar. |
tezayug |
Meyledişmek, haktan dönmek. |
tezayuk |
Sıkışma. |
tezayül |
Ayrılmak. |
tezbib |
Bir şeyin içine kuru üzüm koyma. * Yaş meyveyi kurutma. |
tezbih |
Çok boğazlatmak. |
tezbil |
(Toprağı) gübreleme. |
tezbir |
(C.: Tezbirât) (Zebr. den) Yazma veya yazılma. * Bez kenarına saçak yapmak. |
tezciye |
Az nesne. |
teze'zü' |
Kendini hor göstermek. |
tezebbu' |
Kişinin hulku yaramaz olmak, kötü huylu olmak. |
tezebbüd |
Köpürme, köpüklenme. Kaymaklanma, kaymak bağlama. |
tezebzüb |
Karışıklık. Mütereddit olmak. Kararsızlık. |
tezeccüc |
(Kaş) İnce olmak. |
tezehhüd |
Kendini dindar göstermek. Sun'i surette dindar olmak. * Dünyevî ve nefsanî şeylerden elini çekmek, ibadet etmek. |
tezehhuk |
Bâtıl olmak. * Helâk olmak, mahvolmak. |
tezehhur |
Denizin köpürüp taşması. |
tezehhür |
(C.: Tezehhürat) Çiçeklenme. * Yıldıramak, parlamak. |
tezekki |
Mânevi temizlenme. Ahlâken yükselme. * Zekât verme. |
tezekkür |
Unuttuktan sonra hatıra getirmek. Zikretmek. * Bir şeyi ders gibi tekrar ile ezbere almak. * Birkaç kişi toplanıp iş üzerine görüşmek. |
tezekkürât |
(Tezekkür. C.) Tezekkürler. |
tezelluk |
Kayma, sürçme. ◊ Dayanmak. |
tezellül |
Zillete katlanmak. Aşağılanmak. Alçalmak. Hor ve hakir olmak. Kendini alçak tutmak. |
tezellülât |
(Tezellül. C.) Alçalmalar, küçülmeler, zillete katlanmalar. |
tezelzül |
Sarsıntı. * Sarsılma, deprenme. |
tezelzülî |
Sarsıntı ile alâkalı. Sarsıntı nev'inhden. |
tezemmül |
Bürünmek. Sarılmak. Örtünmek. (Bak: Müzzemmil) |
tezemmüm |
Kişi kendi üzerine hak lâzım kılmak. * Ahd ü eman etmek. * Arlanmak. Utanıp çekinmek. |
tezemmün |
Sür'atle gitmek. |
tezemmür |
Savaşmak. |
tezemrüm |
Çağrışmak. |
tezenbür |
Kibirlenme. |
tezenduk |
Zındıklaşma. Hak yolundan dönme. Kâfir olmak. |
tezennüb |
Kuyruk sallandırmak. |
tezennür |
Zünnar kuşanmak. |
tezerri |
Üstüne binmek. |
tezerru' |
Elle tartmak. Bir nesneyi kolla oranlamak. * Yemeği çok yemek. * Çok konuşmak. |
tezerruk |
Ayrılmak, dağılmak. |
tezevvüc |
(C.: Tezevvücât) (Zevc. den) Evlenme, kadın eş alma, zevce edinme. |
tezevvücât |
(Tezevvüc. C.) Evlenmeler, zevce edinmeler. |
tezevvüd |
Azıklanma. Yanına yiyecek alma. |
tezevvuk |
(C.: Tezevvukat) (Zevk. den) Tad alma, zevk alma. Tatma. |
tezeyyüb |
Ağzının köpüğü kenarına yığılmak. * Yaş üzümün kuruması. |
tezeyyüd |
Ziyadeleşme, çoğalma, artma. * Tekellüfle sözü uzatma. |
tezeyyug |
Haktan ayrılmak. * Kadının süslenip dışarı çıkması. |
tezeyyün |
Süslenme. Bezenme. |
tezeyyünât |
(Tezeyyün. C.) Süslenmeler, ziynetlenmeler. |
tezfif |
Hazırlamak. * Katli sür'atlendirmek. |
tezfit |
Ziftleme, zift sürme. |
tezgâh |
f. Dokuma âleti. * Ticaret masası. İş yeri. |
tezhib |
(Zeheb. den) (C.: Tezhibât) Yaldızlama işi, yaldızlama sanatı. * Süsleme. * Altın sürme. * Dişlere altın dolgu yapma, çürümüş dişleri altınla doldurma. |
tezkâr |
(Tizkâr) Zikretme, hatırlatma, anma, yâdolunma. |
tezkere |
(Tezkire) Pusula. * Herhangi bir iş için izin verildiğini bildirmek üzere alınan resmî vesika. * Bazı meslek sahipleri için yazılan, o şahsın şahsî ve meslekî durumu hakkında bilgi. More… |
tezkik |
Davarın derisini hilâf-ı âdet üzerine başı tarafından yüzmek. |
tezkin |
Teşbih etmek, benzetmek. |
tezkir |
Hatırlatma. * Vazifeyi veya Cenab-ı Hakk'ın emirlerini hatırlatma. Vaaz ve nasihat etme. Tenbih ve ikaz etme. * Gr: Bir kelimeyi müzekker kılmak. |
tezkire |
(Bak: Tezkere) |
tezkit |
Doldurmak. |
tezkiye |
Tamam etmek. * Boğazlamak. * İhtiyarlamak. * Ref'etmek. Lügatta zebhetmek, yani boğazlamak mânasınadır. ◊ Doğruluğuna şehadet etmek. * Zekât vermek. * Zekât almak. * Pak ve More… |
tezlik |
(C.: Tezlikât) Sürçtürme, kaydırma. * Başın saçını yolmak. ◊ Keskin yapmak. * Dayandırmak. |
tezlil |
Birisini tahkir etme, aşağılatma. Zelil ve hakir bulma. |
tezlim |
Beraber etmek. * Yumuşatmak. * Değirmen döndürmek. |
tezmil |
Gizlemek. Bir şeyi elbiseye sarmak. Esvaba sarınıp bürünmek. * Örtü. |
tezmim |
Yular takma. ◊ Zemmetmek. |
teznib |
Bir şeye ilâve, ek, zeyl takma, yazmak. Zeyl ve ilâve. Kuyruk takmak. |
teznibât |
(Teznib. C.) İlâveler, eklemeler. Ekler. |
teznid |
Çakmakla ateş yakma. * Başını devamlı önüne eğdirmek. |
teznie |
Darılmak. |
teznim |
Nişan ettirmek, işaretlendirmek. |
tezniye |
Zinaya mensup etmek. |
teznub |
Kuyruğu tarafından olmaya başlayan hurma salkımı. * Tülbendin aşağı sarkan tarafı. |
tezri' |
Öksürme. * Genirmek. |
tezrib |
Keskinletmek. |
tezrice |
(C.: Tüzrüc-Tezâric) Sülün kuşu. |
tezrif |
Çoğaltmak. |
tezriye |
Savurmak. * Koyunun yününü kırkıp arkasında bir miktarını bırakmak. * Zelil etmek, kepâze yapmak. |
tezvi' |
Korkutmak. |
tezvib |
(C.: Tezvibât) Eritme, eritilme. |
tezvic |
Nikâhla bir kadını aldırmak. Birbirine eş yapmak. Evlendirmek. |
tezvid |
Yol azığı hazırlama. ◊ Sürmek. * Reddetmek. |
tezvik |
(Zevk. den) Tattırma, zevk aldırma. ◊ Süslemek, tezyin etmek. |
tezvir |
Söze yalan karıştırma. Yalan söze ziynet verme. * Şahidin şehadetini iptal etme. * Kendini ziyaret edene ikram etme. |
tezviren |
Tezvir yoluyla. |
tezyid |
Artırma, çoğaltma, fazlalaştırma. |
tezyidât |
(Tezyid. C.) Artırmalar, çoğaltmalar, ziyadeleştirmeler. |
tezyif |
Çürütmek. Küçük düşürmek. Eğlenmek, alaya almak. * Bir şeyin dışını tezyin ve tanzim edip, içini fena yapmak. Kötü ayar etmek. * Tahkir etmek. |
tezyil |
Eklemek. Uzatmak. Altına ilâve etmek. Zeyl yapmak. ◊ Ayırmak. |
tezyin |
Süslemek. Bezemek. Donatmak. |
tezyinât |
Süsler. Ziynetler. |
ti |
Arabçada ' harfi. (Tâ) da denir. |
tî' |
Kırk baş koyun. |
tîb |
(C.: Etyâb) Güzel koku. Güzel kokusu için sürülen şey. |
tib |
(Bak: Tıbb) |
tib' |
(C.: Atbâ) Nehir. ◊ Gölge. |
tiba' |
Tabiat. Yaradılış. * Tabiatlar. Yaradılışlar. ◊ Birbiri ardınca olmak. Peşpeşe bulunmak. |
tibaa(t) |
Kitap ve saire basma işi. * Kılıç yapma san'atı. |
tibak |
Uyma, uygunluk. * Tabakalar. Katlar. * Birbirine uygun olan şey. * Bir şeyi diğerine uydurup müsavi ve münasib kılmak. |
tibale |
Deve boynuna asılan büyük çan. * Davulculuk. |
tibb |
Tabiblik, doktorluk. * Her şeyi gereği gibi bilmek. * Rıfk. Suhulet. * İrade. * Hastayı ilâçlarla tedaviye çalışmak. * Şan. * Şehvet. |
tibbe |
(C.: Tıbeb) Bir parça uzun bez. |
tibben |
Tıp cihetiyle. Doktorlukça. |
tibbî |
Hekimliğe ait. Doktorlukla alâkalı. * Hekimce. |
tibbiye |
Tıp mektebi. Tıp fakültesi. |
tibk |
Aynısı, tıpkısı, tam aslı, tam kendisi. |
tibl (tabl) |
(C.: Tubul-Atbal) Davul. |
tibn (tebn) |
Kuru ekin sapı. Saman. * Yirmi kişiyi doyuran büyük kap. |
tibnî |
Saman renkli. |
tibr |
Altın parçası. Altın ve gümüş tozu. |
tibrak |
Bıçak. |
tibs |
Kurt, zi'b. |
tibyan |
Açık ifade ile beyan etme. Açıklama. * Meşhur bir Kur'ân tefsirinin adı. |
tîc |
(Tâc. C.) Taçlar. |
tîcan |
(Tâc. C.) Taçlar. |
ticanî |
Kuzey Afrikada, hicri 1200 tarihlerinde Ahmed Ticanî adında bir şahıs tarafından kurulan bir tarikattır. |
ticaret |
Alım-Satım. |
ticaretgâh |
f. Ticaret yapılan yer, ticaret yeri. |
ticarethâne |
f. Ticaret yeri. Ticaret edilen yer. |
ticarî |
(Ticariyye) Ticaretle ilgili, ticarete ait. |
ticfaf |
(C.: Tecâfif) Zırh. |
ticval |
Memleket seyredip dolaşmak, gezmek. |
tiffan |
Her nesnenin vakti. |
tifl |
Küçük çocuk. * Her şeyin cüz ve parçası. * Batmaya yakın güneş. * Kıvılcım. |
tifl-i nev-reside |
f. Yeni yetişmiş çocuk. |
tiflâne |
f. Çocukçasına, çocuk gibi. Çocuğa yakışır surette. |
tifliyyet |
Çocukluk. Çocuk hâli. |
tîg |
f. Kılıç, seyf. |
tiga |
Yüksek sesle gülme. |
tîgbend |
f. Kılıç kuşanan, kılıç bağlayan. |
tîgdâr |
f. Kılıç taşıyan, kılıçlı. |
tîgzeban |
f. Dili kılıç gibi olan. Tesirli söz söyleyen. |
tîgzen |
f. Güzel kılıç kullanan. |
tîh |
(C.: Etyâh) Çöl. Susuz sahra. Sina yarımadasındaki çöl. (Musâ (A.S.) Mısır'dan çıktıktan sonra, kavmiyle beraber kırk sene bu çölde dolaşmıştır.) |
tih |
Gülen kimsenin gülerken çıkardığı ses. |
tihal |
Dalak. |
tihane |
At değirmeni. |
tihl |
Hiddetli adam. * Dalağı büyük adam. |
tihmar |
Doldurmak. |
tihn |
Un. |
tihs |
Asıl. * Göz karanlığı. |
tikde |
Asmacık adı verilen ufacık taneler. |
tiknaz |
Kısa boylu ve şişman, toplu. |
tiknefes |
Zor nefes alan. Rahat nefes alamayan. |
tiksar |
Halka biçiminde taç. * Kaınların boyunlarına yaptıkları bağ. |
tiktika |
(Bak: Taktaka) |
til' |
Etrafına çok iltifat eden kişi. Etrafdakilerle şakalaşan kimse. |
til'abe |
Oynaşmak. |
tila |
(C.: Talyân) Küçük kuzu ve oğlak. * Mahpus kimse. * Diş sarılığı. |
tila' |
Sürülecek şey. Sürülecek merhem, yağ veya ilâç. * Madeni parlatmakta kullanılan sıvı yaldız. * Cilâ verecek boya. * Diş sarılığı. * Üzüm suyundan kaynatmak sebebiyle üçte birinden azı giden More… |
tilab |
Talep etmek, istemek. |
tilad |
Köle, hayvan, mülk, mal gibi şeyler. * Kendi yanında eskiden beri mevcud olan ve yeni olmuş olan şey. |
tilal |
(Tell. C.) Kümeler, yığınlar. Tepeler. |
tilamiz(e) |
(Bak: Telâmiz) |
tilavet |
Okumak. Takib etmek, arkasına düşmek. |
tilbe |
Talep olunmuş, istenmiş, matlub. |
tilh (talih) |
(C.: Tılâh-Talâyıh) Zayıf. * Yorulmuş. * Geç gelmek. |
tilhah |
Devamlı olarak bir yerde durmak. |
tilham |
Fil. |
tilk |
Helâl nesne. * Bükülmüş ip. |
tilka' |
Taraf, yön, cihet. * Hiza. * Mülâkat. Görüşmek ve buluşmak. |
tille |
f. İşlenmemiş altın. ◊ Basamak. * Sıradağ. |
tilmesa |
Yol bulunmaz otsuz ve susuz korkunç yer. * Çok karanlık gece. |
tilmiz |
Çırak. Talebe. Kalfa. |
tilmizâne |
f. Talebe gibi. Tilmize yakışır surette. |
tilmiziyet |
Talebelik, tilmizlik, öğrencilik. |
tils |
(C.: Atlâs) Sahife. * Mahvolmuş nesne. * Tüyü dökülmüş olan deve uyluğunun derisi. * Elbisenin eskimesi. |
tilsim |
Herkesin bilip çözemediği gizli şey. * Gizli sır. Fevkalâde kuvvet ve te'siri hâiz olan şey. * Definenin bulunmasına mâni olan mevhum şey. |
tiltal |
Hareket ettirmek. |
tiltile |
Sabırsız olmak. * İşi güç olmak. * Hurma çöpünden yapılan bardak. |
tilv |
Kurt, zi'b. ◊ Tâbi. |
tim |
Deniz. * Deve kuşunun erkeği. * Çok mal. |
timah |
(Tumah - Matmuh) Bir şeye göz dikerek bakmak. Haris olmak. Hırsla onu istemek. |
timar |
f. Bir şeyin devam ve inkişafı için yapılan hizmet. * Sipâhiye verilen öşrü alınacak arazi. (Bak: Zeâmet) |
timar-hâne |
f. Akıl hastahanesi, tımarhâne. |
timirr |
Ürkek at. * Sıçramaya ve seğirtmeye hazırlanmış at. * Seri, çabuk. |
timl |
Hırsız. |
timlak |
Mülayemet etmek, yumuşaklık göstermek. * Tereddüt etmek, karar verememek. |
timle |
Zayıf kadın. |
timr |
(C.: Etmâr) Eski kaftan. * şakrak kuşu. |
timrad |
(C.: Temârid). Güvercin yuvası. |
timres |
(Tımrus) Yalancı, kezzab. * Leim, alçak kimse. |
timsal |
Resim, suret, sembol, nümune. Tasvir. Bir şeyi başka bir şeye benzetmek. Heykel. |
timşek |
İç mest üstüne vurulan parça, yapılan yama. |
timtam |
Dilini 'te' harfine alıştırmış olan kimse. |
timtim |
Kalın etli, cüsseli adam. * Dilinde pelteklik olan, kekeme. |
tîn |
(C.: Etyân) Balçık. * Mektup gibi şeyleri mühürlemek. ◊ İncir. |
tîn suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 95. suresinin ismidir. Mekkîdir. Vettîni Suresi de denir. |
tinab |
(C.: Tunub) Kazığa bağlanan çadır ipi. |
tinae |
Mukimlik, ikamet etmeklik. Ayakta durmak. |
tinave |
Müzakereyi terketmek. Görüşmeyi bırakmak. |
tinbal |
Kısa, bodur kimse. |
tinbar |
(Tunbur) Tanbur adı verilen çalgı âleti. |
tîne |
(Tıynet) Balçık. * Hilkat, yaratılış. |
tinin |
(Bak: Tanin) |
tinnet |
Çınlama. |
tinnîn |
Büyük yılan, ejder, ejderha. * Koz: Gökte yedi burc boyunca uzanan hafif beyazlık. * Ejderha burcu. Semânın şimal yarım küresinde Küçük Ayı burcunu etrafından saran, kıvrılıp bir yıldız More… |
tinnîneyn |
İki yılan. Mc: İki yılana benzetilen güneş ve ayın medârının farazî kavisleri. |
tinnü |
Beraberlik, eşitlik. |
tip |
t. Benzerlerinin ana vasıfları kendinde görülen ideal örnek, misal. ◊ (Bak: Tıbb) |
tipik |
t. Nümune, örnek olarak. Benzer. |
tir |
f. Ok. |
tir'abe |
Deve hörgücünün bir miktarı. ◊ Deve hörgücü. |
tirad |
Kısa mızrak. |
tiraf |
Gönden veya sahtiyandan yapılan ev. * Cild. |
tirak |
Gitmek. |
tiramola |
İtl. Halat çekme. |
tiraş |
f. Tıraş. * Üst taraftan yontarak düzelten. * Üst taraftan düz olarak yontma. |
tirase |
(Türs. C.) Aks: Kalkanlar. |
tiraşide |
f. Tıraş olmuş, tıraş edilmiş. * Yontulmuş, düzleştirilmiş. |
tiraz |
f. ' Süsleyen, donatan' anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şükufe-tıraz - Çiçek süsleyen. ◊ Elbiselere nakışla yapılan süs. * Sırma ve ipekle More… |
tirazende |
f. Süsleyen, donatan, süsleyici. |
tirb |
(C.: Tirâb-Etrâb) Anasından saçlı ve dişli doğan oğlan. * Yaşta diğerine eşit olan nesne. * Lezzet. |
tirbal |
(C.: Tarâbil) Büyük taş. |
tirban |
(Türâb. C.) Topraklar. |
tirdan |
f. Ok mahfazası, sadak. |
tire |
f. Karanlık. Bulanık. |
tiredil |
f. Fena kalbli, kalbi kara. |
tiregî |
f. Karalık. Bulanıklık. |
tiregun |
f. Bulanık renkli, kara renkli. Rengi bulanık. |
tirendaz |
f. Ok atan, okçu. |
tirere'y |
(Tire-re'y) f. Tedbirsiz. |
tireşeb |
f. Karanlık gece. |
tirf |
Atın iyisi. |
tirhal |
Yola çıkma, göç etme. |
tirk |
Kuvvet. * Besililik, semizlik. |
tirkeş |
f. Okluk, ok kabı, sadak. |
tirm |
Yağ. |
tirmesa |
Karanlık, zulmet. |
tirmizî |
(Bak: Kütüb-ü Sitte) |
tirrak |
Tiryak, ilâç. * Afyon. |
tirrih |
Tuzlu balık, sardalya. |
tirs |
(C.: Etrâs) Kâğıt, sahife. |
tiryak |
Panzehir. Zehirlenme veya hastalıklardan hemen şifâ bulmağa vesile olan ilâç. |
tiryaki |
Afyon kullanmağa alışmış, afyonkeş. * Keyif verici şeyler kullanmağa alışık olan. * Mc: Huysuz, aksi, titiz. |
tîş |
şiddet. * Hafiflik. |
tis'a |
Dokuz. 9. |
tis'a mie |
Dokuz yüz. 900 |
tis'ûn |
(Tis'în) Doksan, 90. |
tîşe |
f. Muharebede kullanılan başı sivri ve keskin balta, keser. |
tişe |
Ufak çocuk. |
tishan |
(C.: Tesâhin) Çizme. |
tişrab |
Şarap içmek. |
tisyar |
Arslan. * Sivri sinek. |
tival |
Uzun olanlar. |
tiyaka |
Cimaa pek ziyade düşkün olmak. * Şehvetin galip olması. |
tiyatro |
yun. Dram, komedi ve sair piyeslerin temsil edildiği yer. * Sahneye konulan oyun ve bu gibi temsilleri oynama san'atı.(İşte dans ve tiyatro gibi o zamanın lehviyatları ve kebairleri ve More… |
tiybe |
Helâl. * Güzel, temiz. |
tiyere |
şom ve yaramaz görmek. |
tiyese |
(Teys. C.) Erkek keçiler, tekeler. |
tiyfak |
Helâk olmak, mahvolmak. |
tiyn |
Çamur. Balçık. |
tiynet |
Huy. Yaradılış. ◊ (Bak: Tıynet) |
tiyre |
Darılma, gücenme. * Darılan, gücenen. |
tiysar |
Sivrisinek. * Arslan. |
tiyye |
Niyet, kast. |
tiz |
f. Keskin. * Çabuk, tez. * Sık. |
tiz-âb |
f. Kezzap. |
tiz-çeşm |
f. Gözü keskin. |
tiz-dest |
f. Çabuk iş gören, eline çabuk. |
tiz-pâ(y) |
f. Tez, süratli, ayağına çabuk. |
tiz-per |
f. Hızlı ve çabuk uçan. |
tiz-reftâr |
(Tiz-rev) f. Çabuk yürüyüşlü, acele ile giden. |
tizî |
f. Çabukluk, tezlik. * Keskinlik. * Sıklık. |
tizna |
f. Kılıç, bıçak gibi şeylerin keskin olan ağız tarafı. |
töhem |
(Töhmet. C.) Suçlar, töhmetler, kabahatler. |
töhmet |
Birisine isnad edilen, fakat kat'iyyetle işleyip işlemediği belirsiz olan suç, kabahat. * İtham altında olma. |
töhmetlendirmek |
Suç isnad etmek. |
tokat |
Kale içi, siper, ahır, ağıl. El içi gibi yer. * Dere arası olan hayvan mer'ası. * El içiyle vurulan sille. |
tolga |
Başlık, miğfer nevilerinden birinin adıdır. |
tonaj |
Bir vasıtanın iç hacmine göre taşıma kapasitesi. |
topuz |
t. Ucu top şeklinde sopadan ibâret eski silâh. * Top şeklinde toplanmış saç. * Kısa ve tıknaz kimse. |
tövbe |
(Bak: Tevbe) |
traj |
Fr. Basılan gazete veya mecmuanın baskı sayısı. |
trajedi |
yun. Fâcia. Mevzuunu efsanelerden veya tarihî hâdiselerden alan, seyirciler üzerinde merhamet veya dehşet hissi uyandıran sahne eseri. |
tu |
f. Sen. |
tu'm |
(Tu'me) Azık, yiyinti, yiyecek şey. * Tad, çeşni. |
tu'me |
(Bak: Tu'm) |
tu'tu |
Söylerken duraklamak. |
tu(y) |
f. Katmer, kat. |
tu-ra |
f. Seni, sana, senin. |
tuam |
(Tu'me. C.) Azıklar, yiyecek şeyler. * Çeşniler, tadlar. |
tub |
Kiremit. * Tuğla. |
tub'an |
Mühür mumu. TUBERTU: (Tu-ber-tu) Kat kat. |
tuba |
Ne hoş. Ne iyi. Her şeyin iyisi ve efdali. * İyilik, güzellik. Baht. * Cennette bulunan ve kökü göklerde dalları aşağıda olan ağaç ismi. * Çok berrak ve saf olan. * Saâdet. Hayır. Devlet. More… |
tubaha |
Çömlek. * Ağızdan çıkan köpük. |
tubal |
Kızmış bakırdan ve kızmış demirden çekiçle vurulduğunda kopup dökülen parça. |
tubale |
(C.: Tubâlât) Dişi koyun. |
tübba' |
Hz. Muhammed'in (A.S.M.) bi'setten evvel geleceğini haber veren ve şiiri ile imanını ilân eden bir Yemen Meliki. * Câhiliyetten evvel Yemen Padişahlarının nâmı. * Bir kuş cinsi. More… |
tübban |
Güreşçilerin donu. |
tübbet |
Bir yerin adı. (İyi miskler ona nisbet olunup 'Misk-i Tübbetî' derler) |
tubu |
Bir nevi kene. |
tubul |
(Tabl. C.) Davullar. TUDE: f. Yığın, küme. |
tücah |
(Tecâh-Ticâh) Karşı taraf, karşı yön. |
tüccar |
(Tâcir. C.) Tacirler, satıcılar. Ticaret yapanlar. |
tüede |
Teenni etmek, acele etmeyip akıllıca davranmak. * Mühlet vermek. |
tuf |
f. Yankı. Akseden ses. Aks-i sada. |
tufa |
Sihir, efsun. |
tufahe (tafâhe) |
Çömlek. * Her ne olursa olsun ağzına alan köpek. * Her nesnenin üzerine gelen. |
tufan |
Çok şiddetli ve her tarafı kaplayan yağmur. * Nuh Peygamber (A.S.) zamanındaki büyük su baskını hâdisesi. |
tufanzede |
f. Tufan görmüş. Tufana uğramış. |
tufave |
Güneş dairesi. * Ay ağılı, hâle. * Kabile. |
tüfe |
Yırtıcı bir canavar. * Karakulak denilen canavar. * Örtünmüş kadın. |
tüfeng |
f. Tüfek. |
tüfeng-endâz |
f. Tüfek kullanan. |
tüfeng-hâne |
f. Silâh deposu. |
tufeylî |
(Davetsiz ziyafete giden Tufeyl adında birisinin ismindendir) Sahte. * Dalkavuk. Çanak yalayıcı. * Başkasının sırtından geçinen. Asalak. Parazit. Fazladan. |
tuff |
Tırnak arasında olan kir. * Parmakların üstünde olan kir. |
tüffah |
Elma. |
tuffah(a) |
Elma. |
tüfl |
Köpük. * Kir, pas. * Tükürmek. |
tufu' |
Ateşin sönmesi. |
tufuh |
Kap ağız ağıza dolma. * Yukarı kalkma. * Çabuk geçme. |
tuful |
Güneşin batmağa yaklaşması. * (Tıfl. C.) Çocuklar. |
tufulâne |
f. Çocukçasına. |
tufuliyyet |
(Tufulet) Çocukluk. Küçüklük. Yavru oluş. * Ter u tazelik. |
tufye |
Mukul ağacının yaprağı. Yılanın arkasındaki hatta teşbih edilir. |
tugat |
(Tâgi. C.) Tâgiler. Azmış ve hak yoldan sapmış olanlar. |
tugave |
Güneş dairesi. * Araptan bir kabile. |
tugmus |
Şeytanın ve cinnin gayet habisi. |
tugvan (tuğyân) |
Haddinden tecavüz etmek, haddini aşmak. |
tugve |
Dağ başı. * Yüksek mekân. |
tugyan |
Zulüm ve küfürde çok ileri gitmek. Azgınlık, taşkınlık. Taşkın mizaçlılık. * Kan galebe etmesi hali. * Resmî devlet kuvvetlerine karşı durmak. * Su baskını. |
tugye |
Dağ başı. * Yüksek mekân. |
tuh |
Helâk olmak. * Berbad olmak. (Hakaret için söylenilen bir kelimedir) |
tuhaf |
(Tuhfe. C.) Hediyeler. * Münâsebetsiz hâl. * Eğlenceli, gülünç. * Garip iş veya şey. * Hoşa giden ve az bulunur şeyler. |
tuhal |
Dalak ağrısı. |
tuhare |
Taharet ettikleri suyun bakiyyesi. |
tühem |
(Töhmet. C.) Suçlar, töhmetler, kabahatlar. |
tuhfe |
Turfanda şey. * Görülmemiş yeni çıkan. Yeni. * Hediye, armağan. |
tuhfî |
İyilik etmek. |
tuhla |
Kara ile boz arasındaki renk. |
tuhlüb |
(C.: Tahâlib) Soysop, sülâle. |
tuhm |
(C.: Tühum) Her yerin ve her köyün nihayeti. |
tuhme |
Hayvanın burnunun kara olması. ◊ Mide dolgunluğu. Hazımsızlık. |
tuhr |
Pâklık, temizlik, taharet. * Kadınların iki âdet görmeleri arasındaki temizlik hâlleri. (Temizlik hâli uzayan, devam eden kadına 'Mümtedet-üt tuhur' denir). |
tuhra |
Yufka bulut. |
tuhrube |
(Tahrebe-Tıhrıbe) Bez parçası. * Bulut parçası. |
tuhrure |
(C.: Tahârir) Bulut parçası. |
tuhtuh |
Kötü ahlâk. |
tuhuha |
Hamurun ekşimesi. |
tuhur |
Arınıp pâk olmak, temizlenmek. ◊ (C.: Tahârir) Bulut parçası. |
tuhut |
Hor ve hakir kimse. |
tuhve |
Yufka bulut. |
tuhyan |
Karlık gibi su soğutacak kap. Buzluk, buzdolabı. |
tuhye |
Benî Temim kabilesinden bir cemaat. |
tuka |
Takva. Allah'tan korkmak. Havfullah. |
tükâh |
Tekyegâh. |
tukat |
Nefsini haramdan ve şüpheli nesnelerden saklamak. |
tüklan |
Tevekkül etmek. |
tükle |
İtimat etmek, güvenmek. * İşinde âciz olan kimse. |
tükme |
f. Düğme. |
tukus |
Yaban havucu. |
tukye |
Sakınma. |
tükye |
Dayanmak, itimad etmek. |
tul |
Boy. * Uzunluk. * Ömür ve hayat. * Uzamak. * Zaman çokluğu. * Çokluk, bolluk. |
tula |
Çok uzun. Pek uzun. ◊ Boynun ön tarafı. |
tulan |
(Tul. den) Uzunluğuna, boyuna. |
tulatile |
(Talâtıla) (C.: Talâtıl) Hayvanları içeri koymak. Bel ağrısı. * Zahmet. |
tülave |
Borç bakiyyesi. * Havâle etmek, başkasına bırakmak. |
tulen |
Uzunlukça. Uzunluk cihetinden. Boyca. |
tulga |
Kusmak. |
tulha |
Boz renk. |
tulhe |
Azıcık su. * Azıcık ot. * İyi nesne. |
tulhum |
Lezzeti değişmiş olan su. |
tulk |
Mutlak. Bağlı ve kayıtlı olmayan. |
tull |
Süt. |
tullab |
(Talebe. C.) Talebeler. |
tulleb |
(Tâlib. C.) İstekliler, tâlibler, isteyenler. |
tulme |
(C.: Tulum) Ekmek. * Havuz dibinde kalan su. |
tulu' |
Doğma, doğuş. Birden zuhur etme. * Hücum etme. * Bir şeye vâkıf olup bilme. |
tuluat |
(Tulu'. C.) Hazırlıksız olarak birden kalbe gelen mânalar, ilhamlar. Doğuşlar. |
tuluk |
(Tuluka) Açık yüzlü ve hâli iyi olmak. * Cömert olmak. |
tülünne |
Hâcet, ihtiyaç. |
tülüv |
Tilâvet. * Bir kimseye uyup ardınca gitmek. |
tulye |
(C.: Tulâ) Boyun önü. * Göğüs önü. |
tuma'nine |
İtminan. Emin olma, inanma, gönlü rahat olma. |
tumar |
(C.: Tevâmir) Dürülüp yuvarlak yapılmış şey, tomar. |
tume |
Kadınlar topluluğu. Avretler cemaati. |
tumea' |
(Tâmi'. C.) Tamahkârlar. |
tumruk |
Yarasa kuşu. |
tumrus |
Sıcak külde pişmiş ekmek. |
tumtuman |
Peltek. |
tumturak |
Söylenişi ahenkli ve parlak olan ibare. * Gösteriş, debdebe. |
tumuh |
Yüksekteki bir şeye göz dikme, yüksek bir şeye göz dikerek bakma. |
tumum |
Su baskını. * Saçını kırkıp tıraş etmek. |
tumur |
Aşağı sıçramak. * Doldurmak. * Seyahat edip gitmek. * Defnetmek, gömmek. |
tumus |
Bir şeyin mahvolması. |
tunb |
Nâhiye, cânip, taraf, yön. |
tünban |
f. Don, iç donu. |
tünbek |
f. Darbuka. Dümbelek. |
tunburani |
(Tunburâni) Tanbur çalan. |
tünd |
f. Sert, şiddetli, haşin. |
tündbâd |
f. Sert rüzgâr, kasırga. |
tündçihre |
f. Asık suratlı. |
tündî |
f. Sertlik, katılık. Hiddet ve şiddet. |
tündmeşreb |
f. Titiz, sert tabiatlı. |
tündmizac |
f. Sert huylu. |
tündreftar |
f. Çabuk giden, sert ve süratli giden. |
tündzeban |
f. Düzgün konuşan, düzgün söz söyleyen. |
tuni |
f. Sefih, alçak, rezil. * Külhanbeyi. * Hırsız. |
tünte |
f. Eşek arısı. |
tünu' |
Mukim olmak, ikamet etmek, bir yerde oturmak. |
tunub |
(C.: Etnâb) Ağaç kökleri. * Gövdenin siniri. * Süngü eğriliği. * Çadır ipleri. |
tur |
Dağ. * Had ve mikdar. |
tur suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 52. Suresidir. Mekkîdir. |
tür'a |
(C.: Türa') Kapı. Derece. * Bağ ve bostan. * Kanal. * Suyun taştığı yer. Su arkının ağzı. ◊ (C.: Türa' - Türüât) Kanal. * Suyun taştığı yer. |
tura |
(Aslı: Tuğra) t. Topuz gibi yapılmış mendil, kuşak gibi oyun âleti. Kös, davul, trampet gibi şeylere vurmaya mahsus ip veya çomak. * Kamçı, örme kırbaç. * Demet, bağ, paket. (Bak: Turra) . |
türa' |
(Tür'a. C.) Kanallar. * Suyun taştığı yerler. |
turab |
Toprak, toz. |
turame |
Dişte olan kamaşma. |
turan |
Eski İranlılar tarafından Türkistan ve Tataristan taraflarına verilen isimdir. Turan, eskidenberi Türklerin oturduğu yerlere denirdi. 'Türk' ile 'Tur' kelimeleri More… |
türas |
Miras mal. |
türban |
(Türâb. C.) Topraklar. |
türbe |
Mezar üzerine yapılan yapı. Mezar. Ölmüş büyük zâta mahsus mezar. |
türbedâr |
f. Türbe muhafız ve hizmetkârı. |
turbuş |
Takke, külah. Başa giyilen örtü. Fes. |
turfanda |
Mevsiminden önce yetiştirilen meyve veya sebze. |
turfe |
(C.: Etrâf) Nâziklik, yumuşaklık. * Nimet. * Güzel yemek. * Zarif, iyi nesne. * Üst dudağın ortasında fazlalık olarak yumru et olması. (O kişiye 'etref' derler. ◊ More… |
turfe-kâr |
f. Garip şeylerle uğraşan. Şaşılacak şeyler yapan. |
turgul |
Çil kuşuna benzer bir kuş. |
turhan |
Rum subaylarından beş bin neferin zâbiti (On bin olsa 'patrik' derler.) |
turka |
Bir kere. |
türkân |
(Türk. C.) Türkler. |
türkcuş |
f. Yarı pişmiş et. |
türkistan |
f. Türklerin anayurdu olan ve Hive, Fergana, Taşkent, Buhara, Semerkant ve Kırgız şehirlerini içine alan büyük bölge.Doğu Türkistan bugün Çin'de, Güney Türkistan ise Afganistan'da, More… |
türkiyyat |
Türklerin dil, edebiyat, tarih ve ırki hususiyetlerini tedkik eden ilim. |
türktaz |
f. Koşup saldırarak yağma etme. * Çapul, çapulcu. |
türkü |
(Aslı: Türkî) Türk halk musikîsi. |
turmuk |
Yarasa kuşu. |
turmus |
Zayıf. * Kül içinde pişen ekmek. |
türnuk |
Sel yolunda arta kalan balçık. |
türr |
Yapı üstüne çekilen ip. |
turra |
(Tuğra) Mühür. Pâdişah damgası. Pâdişahın imzası. * Kumaşın etrafındaki nişan ve işaret. Kumaşta ipekten çevrilen kenar. * Herşeyin ucu ve kenarı. * Alındaki saç. Tura. |
türra' |
Kapıcı. |
türras |
Kalkancı. |
türre |
(C.: Terârih) Bâtıl, herze söz. |
türrehat |
(Türrehe. C.) Saçma sapan sözler. |
türrehe |
(C.: Terârih-Türrehat) Saçma sapan ve mânasız söz. |
turs |
Kuvvet. |
turş |
f. Ekşi, hâmız. |
türs |
(C.: Etrâs-Tirâs-Türus) Aks: Kalkan. |
türşî |
Ekşilik. * Turşu. |
tursus (tursun) |
(C.: Tarâsis) Kalkan denilen dikenli ot. |
turtube |
Akçe. |
turtur |
Uzun boylu ince adam. |
turu' |
Bir yerden bir yere gitmek. * Sonradan olmak. |
türüat |
(Tür'a. C.) Kanallar. * Suyun taştığı yerler. |
turuh |
Uzun. |
turuk |
(Tarîk. C.) Yollar, tarikler. Meslekler. Usuller. * Aygırlanmak. ◊ Geceleyin eve gelmek. |
turur |
Düşürmek. |
turuş |
f. Ekşi. |
türüş |
f. Ekşi, hâmız. |
tus |
Tabiat. * Asıl. |
tüs' |
Dokuzda bir. (1/9) |
tuşe |
f. Azık. Ölmeyecek kadar yenecek şey. |
tusen |
f. Serkeş ve sert at. |
tusu' |
Dokuz bölükte bir bölük. |
tut |
f. Dut. |
tutanak |
(Bak: Zabıt) |
tuti |
Dudu kuşu. Papağan. İşittiği sözleri ezberleyip, insan sesi taklidini yapan ve söyleyen bir kuş. |
tutiya |
Çinko. |
tutu |
Çinko. |
tutuk |
Örtü, perde, peçe. |
tütuk |
Örtü, perde. Çadır. |
tuum |
(Taam. C.) Taamlar, yemekler. * Lezzetler, tadlar, zevkler. |
tuva |
Övünmüş, senâ edilmiş şey. * Tur-i Sina dağı eteğinde bir vâdinin adı. * Örülmüş kuyu. |
tuval |
Uzun. |
tuvan |
f. Güç, kuvvet. |
tuvar |
Evin çevre yanı. |
tuveyrat |
Kuşçuklar, küçük kuşlar. |
tuveys |
Küçük tavus kuşu. |
tuvmar |
(C.: Tevâmir) Uzun dürülmüş nesne. |
tuvt |
Lüle ağzına takılan pamuk parçası. * Pamuk. * Uzun. |
tuvvel |
Ayakları uzun olan bir cins su kuşu. |
tuyuf |
(Tayf. C.) Korkudan dolayı karanlıkta görünen hayâller. * Uykuda iken görünen hayâller. |
tuyur |
Birbiri ardınca iade etmek, peşpeşe geri çevirmek. Tekrarlamak. ◊ (Tayr. C.) Kuşlar. |
u'büd |
İbadet et (meâlinde emir.) |
u'cube |
Taaccüb olunacak şey. Ucube. Pek acib ve garib olan. * Hayret edilecek derecede olan isti'dad. |
u'lume |
(C.: Eâlim) Alâmet, işaret, nişan. |
ubab |
Her nesnenin muazzamı, her şeyin büyüğü. * Cemaat, topluluk. * Taşkın sel suyu. * Pek taşkın, coşkun. |
übab |
Şiddetli ve taşkın sel suyu. |
ubar |
f. Ağlama, inilti. |
übatir |
Akrabasını arayıp sormayan kişi. |
übbehet |
Ululuk, büyüklük, azamet. |
ubeyd |
Küçük kul, kulcuk. |
übeyd |
(Abd. dan) Kölecik, kulcağız. |
übhet |
(Bak: Übbehet) |
übne |
(C.: İben) Ağaç boğumu. |
ubr |
Çok. * Sedir ağacından su kenarlarında biten ağaç. |
ubs |
Huzursuzluktan yüz burkulmak. Yüz ekşime, surat asma. |
ubsur |
Seri. Çok yürüyen deve. |
ubud |
(Ebed. C.) Ebedler, sonsuzluklar. |
übud |
Ürkmek. |
ubudet |
Kulluk. (Aslında zillete derler.) |
ubudiyyet |
Bendelik, kulluk, kölelik. Kul olduğunu bilip Allah'a itaat etmek. |
übülle |
Basra yakınında bir harap şehir. * Bir miktar hurma. |
ubur |
Geçmek. Atlamak. * Zorlamak. * Suyun öte kıyısına geçmek. |
ubus |
Çatık yüzlü. Abus. * Utanmaz kimse. |
ubuset |
Yüz ekşiliği. Çehre çatıklığı. Somurtkanlık. |
übüvvet |
(Eb. den) Babalık, atalık. |
übüvveten |
Babalık sıfatıyla. Atalık cihetiyle. |
ubye |
Büyüklenmek, kibirlenmek. |
ucab |
(Uccâb) Çok şaşılacak fazla gülünç olan şey. |
ücac |
Tuzlu, acı su. |
ucacet |
(C.: İcâc) Dişi deve sürüsü. * Toz. * Yüce avazlı, yüksek sesli. |
ücahin |
(C: Acâhine) Hizmetkâr. * Aşçı. Dost. * Deyyus. |
ucale |
Misafirlerin yolda yemek için götürdükleri azık. * Çiftçilerin azık diye evvelce koyup getirdikleri buğday ve arpa. |
ucam |
Çekirdek. |
ucarim |
Kuvvetli adam. |
ucave |
Tırnağa bitişik olan sinir. |
ucb |
(Ucub) Kibir, gurur. Kendini beğenmişlik. Ameline, yaptıkları işe güvenmek. |
ucbe |
Acaib ve şaşılacak şey. |
uçbeyi |
Hudutlardaki sancakbeyleri hakkında kullanılan bir tâbir idi. Orta çağlarda Türk Devletinin uçbeyleri yarı müstakil idiler. Bağlı bulundukları devletler zayıfladıkça istiklâl dereceleri More… |
uccab |
(C.: Eâcib) Şaşırıp taaccüp edecek nesne. |
uccet |
Kaygana aşı. |
ucd |
Atın kuvvetli olması. |
ücem |
(Ecme. C.) Sık ağaçlık yerler. |
ucfet |
Kuru üzüm çekirdeği. |
ucle |
Acele ile ve çabuk yapılan iş. |
ucm |
Araptan gayrisi. Arap milletinden olmayanlar. * (Acmâ. C.) Dilinde tutukluk olanlar. |
ucme |
Dil tutukluğu. Tutuk tutuk kekeliyerek konuşma. * Acemlik. |
ücra |
f. Pek uçta ve kenarda olan. Uzak. (Bu kelime, Arapça zannedilerek 'hücra' yazılması yanlıştır.) |
ucre |
(C.: Ucer) Ağaç boğumu. * Düğme. * Bedenin tomur kabaran yeri. * Ayıp. |
ücret |
Hizmet karşılığı verilen şey. |
ucruf |
(C.: Acârif) Uzun ayaklı karınca. |
ücum |
Kale. |
ücümm |
Medine ehlinin taştan yaptıkları hisar. * Sığınacak yer. * Damlı dört köşeli ev. |
ücun |
Suyun renginin ve tadının bozulması. |
ücur |
(Ecir. C.) Ecirler, sevablar. |
ücurat |
(Ücret. C.) Ücretler. |
ud |
Meşhur bir sazın adı. * Bir hoş kokulu buhur. * Ağaç parçası. * Budak. |
ud'iyye |
(C.: Eda'i) Mesel, hikâyat. * Bilmece, yanıltmaç. |
udal |
Katı, şiddetli. * Pek zor. * Ağır hastalık. |
udat |
Düşman. |
uddet |
Gelecek zamanın hâdiseleri için, darlığa düşmemek için mal ve silâh gibi şeylerde hazırlık. Mühim levâzımat. * İstidad. * Gençlerin yüzlerinde çıkan sivilce. |
üdeba |
(Edib. C.) Edibler, edebiyatçılar. * Edeb sâhibleri. Zarif kimseler. |
udhiy |
Deve kuşu yumurtası. |
udhiye |
Cenab-ı Hakk'ın rızası için kurban niyetiyle kesilen hayvan. |
udhuke |
Gülünç şeyler. Komedi. |
udhukeperdâz |
f. Güldürücü, komik. |
udi |
İnce taştan kapak. |
udika |
Demir çengel. |
udlet |
(C.: Uzul) Zahmet, meşakkat. * şiddet. |
udlul |
Doğru yoldan sapma. İslâmiyetten ayrılma, sapıtma. |
udm |
Ekmek katığı. |
udme |
Buğday renklilik. * Beyazı çok olan deve. |
udmus |
Karanlık. |
udre(t) |
Yel inip hayası büyümek. |
udric |
Sarı kaftan. * Hızlı ve çok yürüyen at. |
udtumme |
Kişinin aslı. |
udube |
Keskinlik. |
udul |
Yoldan çıkma, dönme, sapma. * Vazgeçme. * (Âdil. C.) Âdiller, âdil olanlar. |
udva' |
Kuru, sert yer. * Üzerine oturulduğunda rahat olmayan yer. * Evin uzak olması. |
udvan |
Düşmanlık, haksızlık, zulüm. |
üf |
Kulak kiri. * Tırnak arasında olan kir. * Hüzün ve kedere işaret eden kelime. |
üf'ule |
Vazife, görev. |
üf'uvan |
Erkek yılan. |
üf'uvan |
Erkek yılan. ◊ Erkek yılan. |
ufafe |
Memede kalan süt artığı. |
ufat |
Haramdan nefsini koruyanlar. |
ufave |
Çorbanın sonu. |
ufaze |
Pamuk kozası. * Yüksek yer. |
üfçe |
f. Bostan korkuluğu. |
üff |
Of! |
uffare |
Her nesnenin evveli. * Katılık. * Şiddet. |
uffe |
Bir deniz hayvanı. * Davarın emziğinde kalan süt bakiyesi. |
üffe |
Necis, pis. |
üfhud |
Yetişmiş çocuk. |
üfhus |
(C.: Efâhis) Kayalarda olan kuş yuvası. |
ufk |
Kıyı, kenar. * Rüzgârın estiği cihetler. * Ufuk. Gökle yerin birleşmiş gibi göründüğü yer. Görüşümüzün nihayetindeki yerler. * Mc: Görüş ve düşünüş derecesi. |
ufka |
İnce deri. * Sünnet edilen deri. |
ufkî |
Ufka ait. Ufka dair ve müteallik. * Yatık düzlük. Yatay. |
üfkuhe |
Şaşılacak şey. |
üfn |
Hamâkat, ahmaklık. |
üfnun |
Hâl. Nev, çeşit. Saçma sapan söz. Dedikodu. |
ufre |
Başın ortasında olan saç. |
üftade |
f. Düşmüş. Fakir, biçare. * Âşık, tutkun. |
üftadegân |
(Üftade. C.) f. Düşkünler. Tutkunlar. Âşıklar. |
üftadegî |
f. Düşkünlük, biçarelik. |
üftan |
f. Düşen. Düşerek. |
ufuc |
(C.: Afâc) Vurmak. * Göden bağırsağı denilen bağırsak. |
üfuk |
(Efk) Yalan söylemek. * Kaçmak. * Bir işten sapmak. |
uful |
Gurub, batış. Gözden kayboluş. Görünmez olmak. * Mc: Ölmek. |
üful |
Batmak, kaybolmak. * Mc: Ölmek. |
ufunet |
Çıban veya yaranın çürüyüp fena kokması. * İltihab. * Her hangi bir maddenin çürümesinden hasıl olan pis koku, çürük kokusu. * Sıkıntı veren manevî ağırlık. |
ufure |
Üzerinde her ne varsa yenilip hiç bir şey kalmayan yer. |
üfürre |
Karışmak. |
ufusa |
Kekrelik. |
ugeylime |
Küçük oğlan çocukları. |
ugluta |
(C.: Uglulât - Egalit) Bilmece, bulmaca, yanıltmaca. |
ugniye |
Şarkılar, ilâhiler. Teganni edilen sözler. |
ugniyye |
(C.: Egâni) Ahenk. |
ugtube |
Azar, tekdir. |
ugviyye |
Belâ. Zahmet. Musibet. |
uhah |
Susuzluk. * Galiz, kaba, yoğun. |
ühbe |
Yolculuk veya asker için hazırlanmış elbise ve malzeme. * Süt. |
uhbuşe |
Türlü kabilelerden meydana gelen topluluk. |
uhciyye |
Bilmece, bulmaca, yanıltmaca. |
ühciyye |
(Ühcüvve) Hicvetmeğe sebep olan şey. |
uhcüvve |
Bulmaca, yanıltmaca, bilmece. |
ühcüvve |
Hicvetmeğe sebep olan şey. * Yerme, hicvetme. |
uhde |
Bir işi üzerine alma. Söz verme. * Ahidnâme. Bir kimsenin üstünde olan iş veya şey. * Mes'uliyet hududu. * Ric'at ve taalluk dâiresi. * Becerme, yapma. * Mes'uliyet, More… |
uhdud |
(C.: Ahâdid) Çukur. * Uzun hat. * Yeryüzündeki uzun yarık ve çatlak. * Hendek. * Kamçı vurulmasından vücutta hâsıl olan yara ve iz. |
uhduse |
Hayret edilecek derecede uydurma haber. * Haber verilen nesne. |
uhfuk |
(C.: Ehâfik) Yer yarığı. |
uhkuk |
Yarık, hendek. |
ühkume |
Alaylı söz veya hal. |
uhne |
(C.: Ühan) Kin tutmak. |
uhra |
Sâir, diğer, başka. Ahir, gayr, son, sonra. |
uhre |
Bir şeyin sonu. |
uhrevî |
Âhirete dair, âhiretle alâkalı. Öteki dünyaya ait. |
uhrun |
f. Doğurmayan, kısır kadın veya hayvan. |
uht |
(C.: Ahavât) Kızkardeş. |
uhteyn |
İki kızkardeş. |
uhud |
(Ahd. C.) Ahidler, yeminler, peymanlar, anlaşmalar, sözleşmeler. |
uhuvvet |
Kardeşlik. Din kardeşliği. Samimi dostluk. |
uhuvvetkâr |
f. Kardeş gibi davranan. Kardeş gibi muâmelede bulunan. |
uhuz |
Göz ağrısı. |
uhz |
Sihir, efsun. |
ukab |
(C.: Ukbân-Ekub) Tavşancıl kuşu. ◊ Duman, toz. |
ukabeyn |
İşkence veya asmak için dikilen iki tane dar ağacı. * Kovayı muhafaza etmek için kuyu içinde olan yumru taş. * Kuyu duvarı arasına koyulan saksı parçası. * Havuz içinde akan suyun yolu. * More… |
ukad |
(Ukde. C.) Düğümler, bezler, şişlikler. Boyun, koltuk altı ve kasıkta bulunan guddeler. |
ukala |
(Âkıl. C.) Akıllılar. * Halk dilinde: Akıllılık iddia edenler. |
ukam |
Çok sert. Pek şiddetli. |
ukama' |
(Akîm. C.) Kısırlar. Zürriyeti olmayanlar. |
ukamis |
Çok. |
ukar |
şarap. * Lüks mobilya. |
ukas |
Bir cins ot. * 'Kesmek' mânâsına mastardır. |
ukaykan |
Karınca. |
ukaz |
Mekke-i Mükerreme yakınındaki bir pazar adı. |
ukba |
Âhiret, öbür dünya, bâki olan âlem. * Ceza. |
ukba-i ferda |
f. Gelecek olan âhiret. Yarınki devir. |
ukbe |
Nöbet. * Çorba bakiyyesi. |
ukd |
Düğüm. * Yoğun. * Gazap, hiddet. * Sâkin olmak. |
ukde |
Düğüm, bağ. * Karışık ve müşkil iş. Zorluk, zor iş. Vâlilik ve halifelik için akdolunan biat. * Ağaçlık yer. * Pelteklik, kekemelik. * Arzu edip de ulaşamadığından dolayı içe dert olan şey. More… |
ukde-i hayat |
f. Hayat düğümü. (Çekirdek gibi) |
ukde-i lisan |
f. Kekelemek. |
ukdegir |
f. Müşkil, zor. * Şüpheli. * Düğümlü. |
ukdegüşa |
f. Müşkilleri yenen. |
ukdevî |
Düğüm biçiminde olan. Ukde ile alâkalı. |
ükel |
(Ükle. C.) Lokmalar. |
ukhuvan |
Papatya. |
ükile |
Gıybet. |
ukiyye |
(Bak: Okiyye) |
ukkaze |
(C.: Akâkiz) Ucu demirli sopa. |
ukke |
Tulum, deriden yapılan kap. |
ükl |
(Ükül) Meyve, yiyecek, azık. * Zekâ. |
ukle |
Bağlamak. * Hile edip aldatmak. |
ükle |
(C.: Ükel) Lokma. |
uklum |
Kuvvetli deve. |
ukm |
Kısırlık. * Verimsizlik. |
ukne |
(C.: Uknâ-Akân-Uknât) Karın büklümü. (Şişmanlık ve semizlikten olur.) ◊ Taş oda veya kulübe, kümes. |
ükne |
Çukur içinde olan kuş yuvası. |
uknum |
(C.: Ekanim) Asıl. |
ukr |
Kısırlık. * Kısır olan kadının veya dişi hayvanın hali. * Mc: Netice alamama. |
ukre |
Kısır. Doğurmayan kadın veya hayvan. |
ükre |
Yuvarlak nesne. Top. * Çukur. |
ukruban |
Akrebin erkeği. |
ükrume |
Kerem, bahşiş, lütuf. |
üksum |
Çimenlik yer. Çayırı bol ve güzel olan bahçe. |
uksume |
(C.: Ekasim) Nasib, kısmet. Hisse, pay. |
üksus |
Sarmaşık. |
uktua |
Alâkayı kesmek gayesiyle gönderilen şey. İlgiyi kesmek üzere verilen şey. |
ukub |
Toz. * Çömlek kaynaması. * Kalabalık. ◊ Her nesnenin sonu. |
ukubat |
(Ukubet. C.) Cezalar. İşkenceler, eziyetler. * Kısas ve şahsî cezalar. |
ukubet |
(C.: Ukubât) İşkence, azab, eziyet. * Ceza. |
ukud |
(Akid. C.) Akidler. Şartlar, bağlar. İki tarafça kabul edilen şeyler. |
ukud suresi |
Kur'an-ı Kerim'in beşinci suresi olan Mâide Suresinin diğer bir ismi. |
ukuk |
Anaya babaya itaatsizlik ve hürmetsizlik etmek. Zorbalık, tanımamak, âsi olmak. |
ukul |
(Akıl. C.) Akıllar. |
ükül |
(Bak: Ükl) |
ükule |
Sürüden ayırıp beslenilen koyun. |
ukunne |
(C.: Ukun) Taştan yapılmış nesne. |
ukus |
(Aks. C.) Akisler, yankılar, çarpmalar. |
ukusa |
Berklik, muhkemlik, sağlamlık, sertlik. |
ukve |
Kuyruk dibi. |
ükzube |
Yalan. Uydurma, söz. |
ül'üban |
Oyuncu, aktör. |
ül'ube |
Piyes, oyun. |
ul'ul |
Göğüs altında ve karın üzerinde dile benzer bir kemik. * Çekik kuşunun erkeği. ◊ Yaramazlık. * Çağırmak. * Budak. |
ula |
Birinci, ilk, evvel. * Eskiden vezirlikten sonra gelen sivil rütbe. ◊ Şanlı, şerefli kimse. |
ulale |
Süt bakiyyesi. * Her nesnenin bakiyyesi, artığı. |
ulase |
Yağ. Birbirine karışmış olan iki şey. |
ulat |
Demir örs. * Üstünde keş kurutulan taş. |
ulbari |
Bir ot cinsi. |
ulbe |
(C.: Uleb-İlâb) Fıçı. * Büyük kutu. * Sandık. |
ülbe |
Kıtlık. * Açlık. |
ülbub |
Kiraz çekirdeği. |
ulcum |
(C: Alâcim) Erkek kurbağa. * Dağ keçisinin erkeği. * Deve kuşu. * Sağlam ve dayanıklı deve. * Çok su. * Gece karanlığı. |
uleb |
(Ulbe. C.) Fıçılar. * Büyük kutular. * Sandıklar. |
ulebit |
Yoğun ve büyük nesne. * Koyun sürüsü. |
ulema |
(Âlim. C.) Âlimler. Osmanlı devrinde yüksek ilim ve fıkıh âlimleri. İlmiye mensubları. |
ülema |
(Bak: Ulemâ) |
ülfet |
Alışma, alışkanlık. Birisiyle münasebette bulunmak. Ünsiyet. Ahbablık, dostluk. Huy etme. Görüşme, konuşma. |
ülfetger |
f. Ülfet eden. Ülfet edici. |
ulguze |
Bilmece, bulmaca, yanıltmaca. |
ülhiyye |
Çocuk oyuncağı, oyuncak. |
ülhüvve |
Oyuncak, çocuk oyuncağı. |
uli |
Sâhib. Ehil. |
ülinnüha |
(Üli-n nühâ) Akıllı kimseler. |
ulk |
şarap. |
ulka |
Kahvaltı. * Az nesne. * Küçük çocuklara yapılan elbise. |
ülker |
(Bak: Süreyya) |
ülkü |
Bazı öz türkçecilik taraftarlarınca kullanılmış bir kelimedir. Divan-ı Lügat-ıt Türk'te "Peyman" mânasına geldiğine merhum A. Hamdi Elmalılı işaret ediyor: "Ahd ü misak" da denir. Emanî, ideal mânâsına kullananlar varsa da yanlıştır. |
ulkum |
(C.: Alâkım) Çok karanlık gece. * Pek sağlam deve. |
ullame |
Kına. |
ullef |
Muz. |
ulliyye |
(İlliyye) Yüksek tabaka. En yüksek. En şerefli. * Çardak. |
ulta |
Gerdanlık. * Kadınların süs olarak yüzlerine çektikleri siyah çizgi. |
ültimatom |
(Oltimatom) Fr. Kat'i ve dönülmez söz. Son söz. * Bir devletin başka bir devlete verdiği ihtar. |
ulü |
Sahipler. Bir şeyin ehli olanlar. |
uluf |
(Elf. C.) Binler, bin sayıları. * Ülfet ve ünsiyete ziyade meyyal ve alışkan olan. |
ulüf |
(Ulûfe. C.) Yemler, ulufeler. * Yeniçeri maaşları. |
üluf |
Binler. (Bak: Uluf) |
ulufe |
Yeniçerilere ve sipahilere dağıtılan maaş. * Bir nevi hayvan yemi. |
uluhiyet |
İlâhlık. * Allah'ın kâinattaki tasarruf ve hâkimiyeti ile herşeyi kendisine ibadet ve itaat ettirmesi. |
üluhiyet |
(Bak: Uluhiyet) |
ulum |
(İlm. C.) İlimler, bilgiler. |
ülüm |
f. Bölük, takım, cemaat. |
ulüvv |
Büyüklük, yükseklik. * Bir şeyin yukarısına çıkma. * Şan, şeref ve kadr sahibi olma. |
ulüvv-ü şan |
Şânı şerefi büyük. Yüksek şeref. |
ulvan |
Mektup ve yazı başlığı. * Övünme, tefahur. |
ulvi |
(Ulviye) Yüksek, yüce. * Manevî ve göğe mensub. |
ulviyet |
Ulvilik, yücelik, yükseklik, ululuk. |
ulya |
(Müe.) Pek büyük, pek yüce, daha yüksek. Çok yüksek olan. |
ülya |
(Bak: Ulyâ) |
um'ume |
İnsan topluluğu. |
üm'uz |
Keçi veya karaca. |
üm'uz |
Keçi veya karaca. ◊ Keçi veya karaca. |
üma' |
Kedi miyavlaması. |
umale |
Bir işçinin, işi karşılığında aldığı ücret. |
umde |
İnanılacak şey. * Prensip, temel fikir. * Dostluk. Güvenilecek yer veya kimse. * Kavim veya kabilenin muteber ve mu'temedi olan. Reis. Serasker. |
ümdud |
Usûl, âdet, görenek. |
ümduha |
Medhedilmeğe sebep olan hal veya iş. |
ümem |
(Ümmet. C.) Ümmetler. Milletler. |
ümena |
Emin kimseler. Eminler. Emniyet sahibleri. |
ümera |
(Emir. C.) Emirler, beyler. Seyyidler. şerifler. * Yüksek rütbeli zabitler. |
ümhud |
Çömlek. * Tuzluk. |
ümid |
f. Ummak. Emel. Arzu. İntizar. Umut. Rica. |
ümidbahş |
f. Ümitlendiren, ümit veren. |
ümidbeste |
f. Ümitlenmiş, ümit bağlamış. |
ümidgâh |
f. Bir şey ümit edilen yer veya makam. |
ümidvâr |
f. Ümitli. Ümit besleyen. |
umk |
Derinlik. Dibi derin. * Kuyu veya denizin derinliği. |
umkan |
Derinliğine. |
ümluc |
Yaprak. * Selvi yaprağına benzer uzun, karışık bir ot. |
ümlud |
(C: Müled) Kamış dalı. |
ümm |
Ana, anne, vâlide. Nine. * Asıl, esas. * Başlıca olan şey. |
ummal |
(Âmil. C.) İdare âmirleri. Valiler. Tahsildarlar. |
umman |
Büyük deniz. Okyanus. * Hindistan ile Arabistan arasındaki büyük deniz. |
ümman |
Emin kimse. Emniyetli kişi. |
ümmehat |
(Ümm. C.) Analar. * Esaslar, asıllar. * İslâmî ana eserler. Me'haz olabilecek kıymetli ilmî eserler. |
ümmet |
Cemaat, kavim, taife. * Bir hâkim milletin ashabından olan hey'et-i içtimaiye. * Bir peygambere inanıp onun yolundan giden insanların hepsi. Bir peygamberin Hakka davet ettiği cemaat. * More… |
ümmi |
Anasından doğduğu gibi kalmış ve tahsil görmemiş, mekteb ve medresede okumamış kimse. Yazı yazmak bilmeyen. |
ümmiyane |
f. Bir şey bilmiyormuşçasına. Ümmilere yakışır halde. Okur yazar olmadan. |
ümmiyet |
Ümmi oluş. Ümmi kimsenin hali. Okur-yazarlığı olmamak. |
ümmiyet |
Ümmi oluş. Ümmi kimsenin hali. Okur-yazarlığı olmamak. ◊ Ümmi oluş. Ümmi kimsenin hali. Okur-yazarlığı olmamak. |
ümmiyye |
Analık, annelik. |
ümniyye |
Umut, ümid. * Arzu, istek, talep. * Niyet, kuruntu. |
umra |
Bir kimsenin mülkünü bir kimseye 'Ömrüm oldukça veya senin ömrün oldukça sana i'tâ ettim, ölsen yine benim olsun' demesi. |
umran |
İmar ile şenlendirilmiş olan. Bayındırlaşmak. Medenilik. Saâdet. Mutluluk. |
umre |
Ziyâret. Hac mevsimi dışında Kâbe'yi ve Mekke ve Medine'deki mukaddes yerleri ziyaret etmek. Ist: Kâbe-i Muazzama'yı tavaftan ve Safâ ile Merve denilen iki mukaddes mevki. |
ümsüle |
Örnek olarak verilen beyit. Misal olarak gösterilen mısra. |
umud |
(Amud. C.) Direkler. Sütunlar. * Mc: Seyyidler. Askerî elçiler. |
umuhet |
Yapılacak işte tereddüt gösterme, tutulacak yolda duraklama. |
ümüldan |
Taze fidan. Körpe dal. * Genç, güzel. * İnce ve narin vücud. |
umum |
Umumi olmak. Hep, bütün, cümle, herkes. |
umumen |
Bütün, hep. |
umumet |
Amcalık. Amca akrabalığı. |
ümumet |
(Ümm. den) Annelik, analık. |
umumî |
Herkesle alâkalı, herkese dâir. |
umumiyet |
Bir şeyin herkese âit olması. Umumilik. |
umumiyetle |
Umumi olarak. Genel olarak. |
umur |
(Emir. C.) Emirler. İşler. Hususlar. Maddeler. |
umuraşna |
(Umur-âşnâ) f. İşten anlar, işbilir. |
umurat |
(Umre. C.) Umreler. Hac mevsiminin haricinde Kâbe'yi ve Mekke-i Mükerreme'nin mübarek yerlerini ziyaret etmeler. |
umurdide |
(C.: Umurdidegân) f. İş görmüş, işten anlar ve tecrübeli kimse. |
umya |
(Bak: Amya) |
umyan |
(A'mâ. C.) A'mâlar, körler. |
umye |
Azgın ve sapkın olmak. * Husumet ve inat etmek. |
unab |
Büyük burun. * Akıl. * Karın. |
ünafi |
Büyük burunlu kimse. |
ünah |
Süstlük, zayıflık. |
ünan |
İnleme. |
ünas |
Halk. İnsanlar. |
unat |
(Ani. C.) Esirler. * Adi, bayağı ve aşağılık kimseler. |
unayil |
(C.: Anâyil) Berk, metin, sağlam, dayanıklı, muhkem. |
ünbub |
(Ünbube) Kamıştaki boğum arası kısım. * Parmak uçları. * Tüp. İnce boru. |
ünbuş |
(Ünbûşe) Bitki kökü. Kökü yerden takımıyla birlikte çıkarılan fidan. |
ünbuse |
Çocukların oyunu. |
üncuc |
(C.: Anâcic) Hızlı yürüyen at. |
uncud |
Çekirdeği çıkmış üzüm. |
üncur |
Şişe kılıfı. |
unf |
Kabalık. Sertlik. Cebir ve zor. |
ünf |
(Bak: Unf) |
unfen |
şiddetle, sertlikle. Zor kullanarak. |
unfî |
(Unfiyye) Sert, şiddetli, kaba. |
unfus |
Edepsiz ve hayâsız kadın. |
unfuvan |
Gençlik ve güzelliğin başlangıcı, en parlak zamanı. * Parlaklık, tazelik. |
unk |
Boyun, gerdanlık, gerdan. |
ünkua |
Yağ biriken yer. |
unkud |
Salkım. |
ünma |
İçi saman veya ot doldurulmuş şey. |
üns |
Alışkanlık, alışma. * Arkadaş. Hemdem. |
üns tutmak |
Alışmak, birlikte düşüp kalkmak. |
ünsa |
Dişi. Kadın, kız. |
ünsî |
(Ünsiye) Alışmış, ünsiyet etmiş, sokulgan. * Arkadaş. |
ünsiyet |
Alışkanlık, dostluk. Birlikte düşüp kalkmak. Ahbablık. |
ünşude |
(Bak: Neşide) |
unsul |
Ada soğanı. |
unsur |
Kimyevî maddeden her biri. Mürekkeb cisimlerde bulunan basit maddelerin her birisi. * Umumdan ayrılan kısım. * Tam olan şeyin her bir parçaları. * Madde, esas, kök. Element. |
unsut |
Kıldan bükülme ip. |
ünşuta |
Düğüm, ilmik. |
ünuf |
Henüz daha yedirilmemiş olan çayır. * (Enf. C.) Burunlar. |
ünün |
Ayağı ve burnu kırmızı, vücudu kara olan bir kuş. |
unuşe |
Refah, huzur, rahatlık. * Adâlet. Merhamet. * Şarap. * Beğenme. |
ünuset |
Dişilik. Müennes oluş. |
unv |
Alçaklık. * Alçak gönüllülük, tevâzu etmek. |
ünvan |
İsim. Lâkab. Adres. * Önsöz, mukaddeme. |
unve |
Zor, kuvvet gösterme. |
unveten |
Cebren, zorla, kuvvet göstererek. |
unzub |
(C.: Anâzıb) Erkek çekirge. |
unzuba' |
Çekirge olan yer. |
ünzuha |
Gurur, kibir, büyüklük. |
unzur |
Bak, gör (Meâlinde emir). |
unzuvan |
Herze ve hezeyan söyleyen kimse. * Bir ot. |
unzuvane |
Dişi çekirge. |
ur |
Önünde hendek olan istihkâm. Yüksek ve müstahkem yer, toprak tabya. Burç. ◊ Tek gözlüler. * Silâhsız, mühimmatsız olanlar. |
ura |
Çıplaklık. |
ura' |
İlmek yapmak. |
ura'ir |
(C.: Arâır) Semiz etli deve. * Şerefli adam. * Kavmin reisi. |
uram |
Eti soyulmuş kemik. * Çokluk. * Kötü ahlâk. * Şiddetli muhâlefet. * Çocuğun edepsizlik yapması. |
urame |
Hiddet. * şiddetli muhalefet. * Kötü ahlâk. * Edepsizlik etmek. |
urat |
(Uryan. C.) Elbisesi olmayanlar. Çıplaklar, uryanlar. |
uraza |
Misafire çıkarılan yiyecek. * Hediye, armağan. |
urb |
Şiddetli akıcı çay. * Ferah, sevinç, neşat. |
urba |
(Aslı dır.) İtl. Esvab, elbise. * Arabçada: Ukde, köstek, büklüm, düğüm. * Zekâvet. * Mekir, hile. |
ürba |
Belâ, mihnet. |
urban |
Çöl arabaları. * Aşiretler. |
ürbe |
Büklüm. * Düğüm. * Hile. |
urbun |
Müşterinin bâyie verdiği pey. |
ürbun |
Pey akçesi, pey olarak verilen para. |
urca |
Bir nesnenin üzerine durmak veya üstüne çıkmak. |
urcan |
(A'rec. C.) Topallar. |
ürcuce |
Salıncak. |
ürcufe |
(C.: Erâcif) Yalan. Uydurma söz. |
ürcuha |
Salıncak. |
urcun |
Kurumuş hurma dalı. Ay gibi eğilen dal. Hurma salkımının dalı. |
ürcuze |
(Recez. den) Edb: Mısraları kafiyeli, kısa vezinli nazım. (Bak: Kaside) |
ürd |
f. Gibi, benzer. |
ürdünn |
Uyuklamak. * Bir büyük ırmak. |
urefa |
(Ârif. C.) İrfan sâhibi kimseler. (Bak: İrfan) |
urf |
(C.: A'râf) At yelesi. * Horuz ibiği. * Âdet. * Cennet ile Cehennem arasında bir makam. * İhsan. |
urgan |
t. İp. Halat. |
urgun |
t. Vurgun, âşık. |
ürk |
Mekân, mevki. |
ürmule |
(C.: Erâmil) Ergen delikanlı. |
ürne |
Taze peynir. * Keler tuzağı olan yer. |
urrak |
Kabuğu soyulmuş ağaç. * Eti gitmiş kemik. |
urret |
(C.: Urr) Devenin dudaklarında ve ayaklarında çıkan bir çıban. * Ulaşmak, varmak. * Kuş tersi. ◊ Uyuz hastalığı. |
urs |
(Urus) Düğün yemeği. |
urş |
Boğazın iki tarafında olan iki uzun etin birisi. |
urub |
(Arub. C.) (Bak: Arube) |
uruc |
Yukarı çıkmak. Yükselmek. |
uruk |
(Irk. C.) Irklar. * Kökler, damarlar. ◊ Kadının hayız görmesi. |
uruk-u insaniyetkârane |
f. İnsanlığa yakışır damar, kök veya huylar. |
urum |
(Urume) Alâmet, nişane. * Kök, dip. * Başın tepesi. |
ürümek |
f. Havlamak. (İt ürür, kervan yürür)Ürüyen köpek ısırmaz: Tehdit savuran, işi gürültüye boğan kimselerden yılmamak lâzım geldiğini anlatır. |
uruş |
(Arş. C.) Gökler, arşlar. Tavanlar. |
urusat |
(Urs ve Urus. C.) Düğün yemekleri. |
uruz |
(A'raz. C.) Fık: Nakit para, hayvan ve yenecek şeylerden olmayıp, kitap, manifatura eşyası, kumaş gibi mallar. ◊ Zâhir olmak, görünmek. * Gelme, ârız olma. * (Arz. C.) More… |
urva |
Sıtma. Sıtmaya tutulma. |
urve |
(C.: Urâ) Düğme iliği. * Yazda ve kışta yaprağı dökülmeyen ağaç. * Daima bâki olan nesne. * Arslan. Kudretten kinaye olur. * Kulp. Yapışacak sap. Tutacak yer. |
ürviyye |
(C.: Ervâ-Erâvi) Dağ keçisinin dişisi. |
uryan |
Çıplak. |
üryan |
(Bak: Uryan) |
uryani |
Çıplaklık. * Bir cins erik. |
urye |
Ari olmak. Çıplak olmak. |
urz |
Mania, engel. Açıktan hedef gibi bir şeye mâruz olup duran. * Hâcet, ihtiyaç. * Taraf, nâhiye, cânip. * Vasat, orta. |
urza |
Hedef. |
us |
(C.: İsâs) Büyük kadeh. |
us'us |
Kuyruk sokumu. |
uşabe |
(C.: Eşâyib) Karışık olan. * Nesebi karışık kişi. |
üşabe |
Irkı, nesebi karışık adam. * Karışık cemaat. * Rüşvet ve hırsızlık gibi yollarla elde edilen kazanç. |
usafe |
Buğday sapından düşen parça. |
üsal |
Çok miktar mal. |
usam |
Pire. |
üsame |
Davar otlatmak. * Arslan. |
uşara |
Uzunluğu on zira' miktarı olan. |
üsara |
(Bak: Üsera) |
usare |
Vücud bezlerinden akan faydalı su. Sıkılmış şeylerden çıkan su. Öz su. |
üsare |
(Bak: Usare) |
usas |
Çok kıl. |
usat |
(Asi. C.) Asiler, zorbalar, itaat etmeyenler. * Günahkârlar. |
uşb |
(C.: A'şeb) Taze ot. |
usbe |
Cemaat. İnsanlar. Atlılar. Atlar veya kuşlardan cemaat. |
üşbe |
Kurt, böcek. |
üsbu' |
Hafta. Yedi günlük zaman. |
üsbube |
(C.: Esâbib) Sövme, küfür. |
usbud |
Kelp aşmasından olan kurt yavrusu. |
üsbuî |
(Üsbuiyye) Haftalık. |
usde |
Kaftan altına giyilen küçük gömlek. |
usefa |
(Asif. C.) Rençberler. Irgatlar. |
üşer |
Dişlerini birbirine sürüp keskinleştirmek. |
üsera |
(Üsârâ) Esirler. Harbde teslim alınanlar. * Köleler. |
uşere |
(C.: Uşur-Uşerat) Sütleğen cinsinden dikenli, yassı yapraklı ağaç. |
useybe |
(C.: Useybât) Yaprağı bir takım kısımlara ayıran liflerden herbiri. Damar. |
useyle |
Bal gibi tatlı olan küçük bir şey. * Çiftleşme, cinsî münasebet. |
uşeyya |
(Eşyâ. dan) Küçük şeyler, eşyacıklar. |
üsfiyye |
(C.: Esâfi) Üzerine tencere koyup yemek pişirilen ocak taşı. |
usfür |
Bir asıl boya. |
üşgule |
Uğraşılacak iş. Meşguliyet. |
üşgur |
f. Oklu kirpi. |
üşhub |
Süt sağılırken çıkan ses. |
uşir |
Taze çayır, taze ot. |
üsir |
Yaranın iyi olduktan sonra kalan izi. |
üskub |
Sıra ile dikilmiş olan ağaçlar. * Kunduracı. * Dökülmüş olan, akan su. * Demirci. |
üsküdar |
Mushaf cildi. |
üskuf |
(C.: Esâkıf) Kâfirlerin kadısı ve ruhbanları. ◊ (C.: Esâkife) Pabuç diken, kunduracı. |
üşkufe |
f. Çiçek. |
üsküffe |
Eşik tahtası. |
üşküfte |
f. Açılmış çiçek. |
üşkuh |
f. Ululuk, büyüklük, şan ü şeref. |
uskul |
Hurma salkımı. |
üskun |
Koruk halinde hurma salkımı. |
üskür |
f. Kirpi. |
üşkür |
Mest içine dikilen astar. |
üskutuss |
(Rumcadan) Cevher, asıl, unsur, madde. |
üslem |
El arkasında hınsırla pınsır arasındaki damar. |
üslub |
Tarz, yol. Biçim. İfade tarzı. Dizmek. |
usluc |
(C.: Asâlic) Yeni belirmeğe başlamış ağaç budağı. |
usm |
Her nesnenin bakiyyesi, artık. ◊ Zeytin ağacı. |
usmuh |
Kulak. * Kulak deliği. |
usmur |
(C.: Asâmir) Döndükçe suyu çıkarıp döken dolap gözleri. |
üşne |
Yosun. |
usnun |
(C.: Asânin) Sakal ucu. * Her nesnenin evveli. * Devenin çenesi altında olan uzun kıllar. |
usr |
(C.: Usur - A'sâr) Sığınacak yer. Melce'. * Dehr, zaman, devir. ◊ Güçlük, zorluk. Zor iş. * Sıkıntı. Darlık. Kıtlık. ◊ Tavşancıl kuşu. * Yalan söz. |
üsr |
Sidik tutulması, sidik zoru. |
usra |
Güçlük, zorluk. |
üsre |
Seleften gelen şan şeref. * Söz veya hadis nakletmek. ◊ Cemaat, topluluk. |
usret |
Zorluk, güçlük. Darlık, sıkıntı. İşlemezlik. ◊ Sığınacak ve kurtulacak yer. |
üsrüb |
f. Kurşun. |
üsruş |
f. Güzel ses. |
uşş |
Kuş yuvası. |
üss |
Esas, asıl. Kök, temel. * Askerlikte herhangi bir düşman hücumuna karşı esas dayanak olmak üzere önceden hazırlanmış yer. * Harb gemilerinin, noksanlıklarını tamamladıkları yer. *Mat.: Bir More… |
uşşak |
(Âşık. C.) Âşıklar. |
usse |
Güve denilen böcek. |
üst perdeden başlamak |
Ağız bozmak, sert konuşmak. |
üstad |
(Üstaz) İlim veya san'atta üstün olan kimse. Usta, san'atkâr. Muallim, profesör. Bilgide veya san'atta veya amelde meharetli zât. |
üstad-ül beşer |
Beşerin bütün insanlığın üstadı, hocası, daha bilgili ve ârif. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam. |
üstadane |
f. Üstâda yakışır surette. Ustaca. |
üstadî |
f. Üstadlık, ustalık. |
üstah |
f. Edebsiz, hayasız, utanmaz kimse. |
ustam |
f. Güvenilir, emin. İtimad edilir. * Altın veya gümüşten yapılmış at eğeri. |
üstam |
f. Güvenilir, itimad edilir, inanılır, emin. * Gümüş veya altından yapılmış üzengi, at eyeri. |
üstibah |
Masura. |
ustuble |
Üstüpü. |
üstühan |
f. Kemik. |
üstühanpâre |
Kemik parçası. |
üstükus |
(C.: Üstükusât) Cevher, madde, asıl. * Geometri. |
üştülüm |
f. Kavga, gürültü. |
üştülümkâr |
f. Kavgacı, gürültücü. |
üstümm |
(C.: Esâtim) Deniz suyunun toplandığı yer. |
ustumme |
Her nesnenin aslı. |
üstümme |
Orta, vasat. |
üstun |
f. Direk. Sütun. |
üstur |
f. At, katır davar gibi dört ayaklı hayvan. |
üştür |
f. Deve. |
üştürbân |
f. Deveci. |
üştürdil |
f. Kinci, fesatçı, hasedçi. |
üsture |
Edb: Efsane, uydurma hikâye demek olan 'esâtir' kelimesinin müfredidir. |
üstüre |
f. Ustura. |
üştürek |
f. Dalga. Mevc. |
üştürgav |
f. Zürafa. |
üştürhu |
f. Deve huylu. Kinci, hased eden. |
üştürmurg |
f. Deve kuşu. |
üstüvane |
Geo: Silindir. Direk şeklindeki sütun. İçi boş direk şekli. |
üstüvar |
f. Kuvvetli, dayanıklı, sağlam, muhkem. * Güvenilir, itimad edilir. |
üstüvari |
f. Sağlam, kuvvetli, emniyetli. |
usube |
İhâta etmek, kaplamak, içine almak. |
usul |
(Asıl. C.) Ana, baba. Cedler. * İstinadgâh. * Râcih delil, kaide. Asıllar, kökler, temeller. Bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi lâzım gelen esaslar. Bir hedefe ulaşmak için tutulan More… |
usuliyyun |
Fıkıh usulüyle uğraşan İslâm âlimleri. Usul-ü Fıkıh müellifleri. |
üsun |
Suyun tad ve renginin değişmesi. * Bir kimse kuyuya girdiğinde buharından veya murdar kokulardan dolayı aklının gitmesi. |
usur |
Asırlar. (Bak: Asr) ◊ Gözcülük etmek. |
üsür |
Yara izi. * Kılıcın rengi ve cevheri. |
usüvv |
Kaba ve iri olmak. * Katı olmak. * Gece karanlık olmak. * Yakın olmak. |
usve |
Çoktandır taranmamış sakal. |
uşve |
Gece vakti uzaktan görünen ateş. |
üsve(t) |
Beraberlik. * Halka reis olmak. * Dert ortağı. Sâdık arkadaş. Manevî tabib. * Nümune ve örnek tutulacak olan insan. |
ut'ut |
Yiğit. * Küçük buzağı. ◊ Eşek sıpası. |
utahiye |
Akılsız, ahmak kimse. |
ütam |
Sidik tutulması. İdrar tutukluğu. |
utarid |
Araptan bir kabile adı. * Merkür gezegeni. |
utaş |
İnsana ârız olan bir hastalıktır ve hasta insanın yüreği yanar, suyu içer, yine kanmaz. |
utat |
Arslan. * Bahadır er, kahraman. ◊ (Ati. C.) Serkeşler, âsiler. |
utbul |
(C.: Atâbil) Uzun boylu güzel kadın. |
uteka |
(Atik. C.) Azatlılar. Azat olmuş köle veya cariyeler. |
utiy |
(Bak: Atiy) |
utle |
Boş ve muattal olmak. * Hurma salkımı. * Şahıs. |
utm |
(Utüm) Yabani zeytin ağacı. |
utme |
İğde gibi zeytin biçimindeki meyve. |
utrufe |
(Turfe. C.) Tuhaf, az bulunur. |
ütrur |
Subaşı oğlanı. |
utruş |
Sağır. |
uttel |
Üzerinde ziynet eşyası olmayan kadınlar. |
utub |
Pamuk. |
utufet |
Nezaket, lütuf. şefkat. |
utuh |
Aklı noksan olan. |
utull |
Soğuk, sert ve cimri insan. Câhil ve hayırdan men'eden. Galiz ve bahil kimse. |
utum |
Taş duvar. Taş yapı. * Köşk, kasr. |
utun |
Katı şey. Şiddetli. |
utüv |
(Atiy-Utiy) Haddini aşma, tecavüz. Kibir. Serkeşlik. * Ayaklanma. İsyan. |
utye |
Pamuk parçası. * Yanmış bez parçası. |
uva |
şiddetli ses. Avaz, sayha. |
üvam |
Susuzluk. |
uvera |
(Bak: Avrâ) |
üvera' |
Ateş ve güneş harareti. * Susuzluk harareti. |
üveyl |
Çığlık, vâveylâ. |
üveysî |
'(Üveysî tarzı) Veysel Karanî Hazretleri gibi sevdiği ve kendisine bağlı olduğu zatı görmeden ve gaybî olarak olan muhabbet ve bağlılık; ve bu muhabbetle bağlı olduğu zattan manevî feyz More… |
uvvam |
Dalgıç adam. |
uvvar |
(C.: Avâvir) Korkak adam. * Dağ kırlangıcı. |
uvz |
Bir kimseye sığınmak. |
üyel |
(C: Eyâyil) Dağ keçisi. |
uyku |
(Bak: Kaylule) |
uyub |
(Ayıb. C.) Ayıblar, kusurlar. |
uyun |
(Ayn. C.) Gözler. * Kaynaklar, pınarlar. |
uzafire |
Katı. şiddetli, şedid. |
üzani |
Kulakları büyük olan adam. (Merkepten kinaye olarak söylenmiştir.) |
uzbet |
(Bak: Uzube) |
uzema' |
(Azim. C.) Mevki ve şeref bakımından büyükler. |
uzeym |
(C.: Uzeymât) Kemikcik. |
üzeyr |
(A.S.) Kur'an-ı Kerim'de ismi bulunan büyük zâtlardandır. Peygamber olup olmadığı hakkında ihtilâf vardır. |
uzeyvat |
(Uzeyve. C.) Küçük uzuvlar, uzuvcuklar. |
uzeyza' |
Kuyruk kemiği. |
uzfur |
Asma filizi. * Tırnak. |
üzfur |
(C.: Ezfâr-Ezâfir) Tırnak. |
uzhul |
(C.: Azâhil) Yeyni, hafif. * Yük vurulmayan deve. |
uzima |
Vücutta bir organın ateşsiz ve ağrısız olarak şişmesi. |
uzlet |
Yalnızlık. İnsanlardan ayrılarak bir tarafa çekilip yalnız kalmak. |
uzletgâh |
f. Oturulan tenhâ yer. Yalnızlık köşesi. |
uzletgüzin |
f. Tenhada yaşayan, yalnızlık köşesine çekilen. |
uzletnişin |
f. Tenha bir köşeye çekilip yalnız yaşayan. |
uzlufe |
Kayalık. Yalçın kaya. |
üzlufe |
(C.: Ezâlif) Sarp kayalı yer. |
uzm |
Ululanma, kibirlenme. |
uzma |
(Müe.) Büyük. İri. * En büyük. Çok büyük. (Müz: A'zam) |
uzme |
Aşiret. * Birinin mensub olduğu âile. * Akrabâ. |
üzn |
Kulak. İşitme organı. |
uzret |
Önde olan saç. |
uzriyy |
Şiddetli muhabbet. Şiddetli sevgi. |
uztumme |
İnsanın ırk ve nesebi. * Her şeyin aslı. |
uzub |
Kayıp ve görünmez olmak. |
uzube |
(Uzbe) Bekârlık. Erginlik hâleti varken tecerrüd halinde kalmak. Evlenmemek. |
uzubet |
Tatlılık, şirinlik. |
uzuf |
Nefsi kötülüklerden ve şüphelerden menedip uzaklaştırmak. |
üzuf |
Yakın olmak, yaklaşmak. |
uzuv |
(Uzv) Bir canlının vücud yapısının kısımlarından herbiri. Azâ. Organ. |
uzvî |
(Uzviye) Uzva ait. Canlı. Organik. |
uzviyet |
Uzuv oluş. Canlılık. Canlı uzva ait. |
uzza |
İslâmiyetten evvel câhiliyet devrinde büyük putlardan birisinin ismi. |
uzzab |
Zevc veya zevcesi olmayan. Bekâr. |
va |
'Vah, yazık meâlinde olup hayf, hasret, esef gibi kelimelerle birlikte söylenir. (Buna Arabçada edât-ı nüdbe denir.)Türkçede bunun yerine; vâh, vây, eyvâh edatları kullanılır. Bunlar More… |
va esefa |
Vah, esefler olsun! Eyvah, çok yazık! |
va hasreta |
Vah vah! Ne yazık ki! (Teessür bildirir.) |
va' |
Çakal. |
va'b |
Ulaştırmak, vardırmak. * Toplamak, cem'etmek. |
va'd |
Söz verme. Söz verilen şey. Bir kimsenin yapacağına veya yapmayacağına dâir söz vermiş olduğu husus. |
va'de |
Bir iş için önceden belli edilen zaman. Bir işi te'hir etmek, sonraya bırakmak için olan belli vakit. * Ecel. |
va'k |
Sıtma ve harareti. |
va'k(a) |
Yaramaz huylu kişi. |
va'ke |
Cenk yeri, dövüş alanı. |
va'l |
Sığınacak yer. |
va'n |
Sığınacak yer, melce'. * Ot yetişmeyen taşlık ve sert yapılı arazi. |
va'r |
(Va'ra) Sağlam yer, sert yer. |
va's (vüuse) |
(C: Vuasâ) şiddet, mihnet. |
va'va' |
İnsan topluluğu. * Sesler. |
va'z |
Dinî mes'eleler üzerinde konuşup nasihat etmek. Kalbi yumuşatacak sözlerle insanı iyiliğe sevke çalışma. |
vaad |
(Bak: Va'd) |
vaaz |
(Bak: Va'z) |
vabeste |
f. Bağlı, mütevakkıf, olması bir şeye bağlı olan. |
vabil |
Yağmur. İri katreli yağmur. |
vâcib |
(Vücub. dan) (C.: Vâcibât) Lüzumlu, mecburi olan. * Fık: Yerine getirilmesi her müslüman için gerekli ve borç olup, yapılmadığı takdirde büyük günah olan Allah'ın emirleri. Yapılması More… |
vâcibât |
(Vâcibe. C.) Yapılması lüzumlu olan şeyler. Vâcib olan şeyler. |
vâcibe |
Yapılıp yerine getirilmesi vâcib derecesinde lüzumlu olan şey. |
vacid(e) |
Vücuda getiren. * Varlıklı. Fâtır. Gani ve zengin. * Mevcud olan. |
vacife |
Muztarib olan. Istırab çeken. Korkan. * Sallana sallana yürüyen. |
vaciz(e) |
Kısa. |
vad |
f. Oğul. |
vadade |
f. Reddolunmuş, geri çevrilmiş. Merdud. |
vadi |
İki dağ arasındaki uzun çukur. Dere. Bir nehrin aktığı yer. Nehir yatağı. * Yol, tarz, usül. * Saha. |
vadk |
Yağmur damlamak. * Alışmak. * Yağmur. * Genişlik. * Kolaylaştırmak, yakın olmak. |
vâfi ve kâfi |
Bol bol yeter. |
vâfi(ye) |
(Vefâ. dan) Tam, elverişli, kâfi, yeter. * Sözünün eri. * Va'dini mutlak yerine getiren Cenab-ı Hak. |
vafid |
(C.: Vüffed - Evfâd - Vüfud) Elçi, temsilci. |
vafih |
Kilise kayyımı. |
vafir(e) |
(Vefret. den) Bir çok, bol, çok. * Edb: Aruz kalıplarından bahr-ı rabi'nin ismidir. |
vaftiz |
(Vaftis) (Rumcadan) Hristiyanlarca çocuğun ve hristiyanlığa yeni girenin dine girme şartı sayılan, suya sokma merasimi. (Bak: Ta'mid) |
vagd |
Tamahkâr, cimri, hasis. * Alçak, bayağı, âdi. |
vaha |
Çöl ortasında suyu ve yeşilliği olan yer. |
vahal |
(C.: Evhâl, vuhul) Bataklık, batak çamurlu yer. (Bak: Vahl) |
vahama |
(Vahim. C.) Tehlikeli, korkulu ve vahim olan şeyler. |
vahamet |
Zor, güçlük. * Ağırlık. Tehlike. Muhatara. Neticesi fena. * Hazım güçlüğü, sindirim zorluğu. * Korkulacak hal, tehlikeli vaziyet. |
vahat |
Çöl ortasında yeşillik ve suyu olan yerler. Vâhalar. |
vahayfa |
Eyvah, yazık. |
vahdanî |
Allah'ın birliği ile alâkalı. |
vahdaniyet |
'Birlik, infirad. Benzeri olmamak. Artmaktan, ayrılmaktan, eksilmekten beri ve münezzeh olmak gibi mânaları ifade eden Allah'ın bir sıfatıdır. Bu sıfatla muttasıf olana Vâhid denir More… |
vahdet |
Birlik. Yalnızlık. Teklik. (Kesretin zıddıdır.) * Edb: İfade esnasında mevzuun haricine çıkılmaması, maksad ne ise yalnız ondan bahsedilmesi, sözün dallandırılıp budaklandırılmaması. |
vahdet-ârâm |
f. Dinlendirici, rahat yer. |
vahdet-gâh |
f. Yalnız kalınacak yer. |
vahdet-güzin |
f. Yalnızlığa çekilen. |
vahhabî |
(Bak: Vehhabî) |
vahi |
Mânâsız, saçma. Ehemmiyetsiz. * Ahmak. Düşkün. Zaif. |
vâhib |
(Vâhibe) Bağışlayan, veren, ihsan eden, hibe eden. |
vâhid |
Bir, tek, biricik. Eşi, benzeri, cüz'ü, parçası olmayan Allah (C.C.) Ferid. |
vahîd |
Yalnız, tek. * Hz. Peygamber'in de (A.S.M.) bir ismidir. Benzeri bulunmayan, hiçbir mahlukla müsavi olmayan ve tek olan (meâlindedir). |
vâhiden |
Vâhid olarak. Tek olarak. |
vahim |
Ağır. * Sonu tehlikeli. Çok korkulu. * Hazmı güç olan. Zararlı veya faydalı olmayan yemek. |
vahim(e) |
(Vehm. den) Vehmeden, kuran, kuruntulu. |
vahime |
Vehim veren, vesvese veren. |
vahin |
Zayıf kimse. |
vahine |
İyeği kemiklerinin kısaları. |
vahir |
İğne. * Diken. |
vahiy |
Bir fikrin, bir hakikatın veya emrin Allah (C.C.) tarafından Peygambere bildirilmesi. * Lügatte vahiy: Kelâm, kitap, işaret, irsal, ilham, ifham, emir, teshir, bir şeyi harfiyyen i'lâm. |
vahiyât |
(Vâhiye. C.) Mânasız, faydasız ve ehemmiyetsiz şeyler. |
vahiye |
(Bak: Vahi) |
vahl |
Sıvı çamur. Balçık. Tîn-i rakik. |
vahl-gâh |
f. Bataklık. |
vahş |
(C.: Vuhuş - Vahşân) İnsandan kaçan, yabani ve ürkek hayvan. * Tenha ve ıssız yer. |
vahşân |
(Vahş. C.) Issız, tenha yerler. * Yabani hayvanlar. |
vahşet |
(Vahş - Vahiş) Yabanilik. * Issızlık, tenhalık. * Vehim, ürküntü. Korku. Vahşilik. * Tenha, ıssız, korkunç yer. * Elbise ve silâhını çıkarıp atmak. * Aç kimse. |
vahşet-âbâd |
f. Issız, korku ve ürkeklik veren yer. |
vahşet-âmiz |
f. Vahşetle karışık. |
vahşet-âver |
f. Korku veren, ürküten. |
vahşet-engiz |
f. Korkulu. |
vahşet-gâh |
f. Korku yeri. Issız yer. |
vahşet-nâk |
f. Korku veren yer. Issız ve korkulu yer. |
vahşet-zâr |
f. Yabani, ıssız yer. |
vahşi(ye) |
Medeni olmayan. İnsanlardan kaçan. Alışık ve ehlî olmayan. * Merhametsiz, duygusuz. * Ürkek, korkak. |
vahşiyâne |
Vahşice. Vahşiye yakışır şekilde. |
vahşur |
f. Peygamber, nebi. |
vahy |
(Bak: Vahiy) |
vahz |
Sivri bir şey batırarak acıtma. * Çimdikleme. * Isırma. * Sokma. |
vaî |
(C: Vuât) Hâfız. |
vaîd |
İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ileride olacak kat'i hâdiseleri haber vererek korkutmak. * Cehennemi haber vermek. (Bak: Va'd) |
vaif |
Davar yürüdüğünde karnından işitilen ses. |
vâiz |
Nasihat veren. Dinî mes'eleler üzerinde öğüt veren. |
vaizîn |
(Vâizûn) Vâizler. Halka nasihat verenler. |
vajgun |
(Vâjgune) f. Ters, tersine dönmüş. Uğursuz. |
vak' |
Yüksek mekân. * Etki, tesir. * Düşmek. ◊ Ağırbaşlılık. Ağırlık. * Yüksek yer. |
vak'a |
Hâdise. Olup geçen şey. Mes'ele. * Birini bir defada yere düşürmek. * Muharebe. * Vuku bulan. |
vak'a-nüvis |
f. Osmanlı İmparatorluğu devrinde, zamanın hâdiselerini kaydetmekle vazifeli olan resmi devlet tarihçisi. |
vaka' |
Yufka bulut. * Taş. * Yerin taşlı olmasından ayak incinmek. * Cefa, eza. * Vurma, darp. |
vakad |
(Ateş) yanmak ve tutuşmak. ◊ Alevlenen ateş. |
vakah |
Katı yüzlü, utanmaz, hayırsız kimse. * Sağlam ve sert tırnak. |
vakahat |
Arsızlık. Utanmazlık. Katı yüzlülük. Açıklık ve saçıklık. * Pek sağlam ve metin. |
vakahet |
(Vakhe) İbadet, taat. * Bir adamın sözünü dinleyip itaat ve imtisal etmek, ona uymak. * Bir şeyi bırakıp feragat etmek. * Büyük papaz olmak. |
vakar |
Ağırbaşlılık. Halim ve heybetli oluş. Nâmusu muhafazayı mucib haslet. Temkinlilik. Azamet ve izzet. |
vakas |
Boynun kısa olması. Ateşe attıkları ufacık değnekler. * İki nisap zekâtın arasındaki zekâtı olmayan hayvanlar. |
vakayi' |
(Vak'a. C.) Vâki olup zuhur eden hususlar. * Kıtaller. Öldüresiye vuruşlar. |
vakb (vükub) |
Duhul etmek, dâhil olmak, girmek. * Kaybolmak. |
vakd |
(Vakdân) Ateşin yanması, tutuşması. |
vakf |
Bir kimseyi veya bir şeyi alıkoymak, durdurmak. Kımıldatmamak. * Hareketten fariğ olmak, imsak etmek. Hapsetmek. Aslâ satılmamak, başka şeye tebdil olunmamak şartı ile bir mülkü Allah yoluna More… |
vakfe |
Bir hareketin geçici olarak durdurulması. * Durak. Durulacak yer. * Hacıların Hac esnasında Arafat'taki tevakkufları olup, eda etmeğe mecbur oldukları şartlardan birisidir. |
vakfegâh |
f. Durak yeri. |
vakfetmek |
Fık: Bir malı veya bir şeyi bir işe bağlayıp o yolda devamlı kılmak. * Bir şeyi karşılıksız olarak Allah yoluna vermek. |
vakfî |
Vakfa âit, vakıfla alâkalı. |
vakfiye |
Mülkün vakıf olmak keyfiyyeti. |
vakh (vekahe) |
Taat, ibadet. |
vâkî |
(Vikaye. den) Saklayan, koruyan, vikaye eden, esirgeyen. * Önleyici tedbir veya ilaç. |
vâki' |
Olan, düşen, konan. Mevcud ve var olan. * Geçmiş olan, geçen. |
vakîa |
Kıtal. Öldüresiye vuruşmak. * Vak'a. |
vâkia suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 56. suresidir. Mekkîdir. |
vâkia' |
Vuku bulmuş, olmuş, var olan mevcud bir hâdise. * Olan olmuş. * Rüya, düş. * şiddetli hâdise. * Meşakkat, musibet. * Kıyamet. * Cenk, savaş. |
vâkiât |
(Vâkıa. C.) Vâkıalar. Baştan geçen hâdiseler. |
vâkib |
Ayak üstüne duran kişi. |
vakîb |
At yürürken karnı içinden işitilen ses. |
vâkif |
Bilen, haber sahibi. Aşina. Bir işten iyi haberi olan. * Vakfeden. * Duran, ayakta duran. |
vâkifane |
f. Bilen kimseye yakışır surette, bilerek. Vâkıf şekilde. Anlamak ve bilmek suretiyle. |
vakîh |
Hayâsız, utanmaz, edepsiz. |
vakin |
Oturucu, oturan. |
vakir |
Yuvasına girmiş kuş. |
vakiyye |
Dörtyüz dirhemlik tartı. |
vakkas |
Okçu. İyi muharebe eden. Savaşçı. |
vakl |
Yükselmek. * Bir nesnenin üstüne çıkmak. * Mukul ağacı. |
vakm |
Reddetmek. * Hor ve zelil etmek. |
vakne |
Her nesnenin azı. |
vakr |
Az işitmek. Sağırlık. |
vakre |
Davarın tırnağının taşa dokunup sürçmesi. |
vaks |
Fahişe kısmının fahişeliğini zikrederek anlatmak. * Bedene uyuz illeti yayılması. ◊ Boynu vurup kırmak. |
vakş |
His. * Hareket. |
vakt |
(C: Vikat) İçinde yağmur suyu biriken çukur. * Su ile faydalanacak mekân. * (Horoz) tavuğa binmek. ◊ (Vakit) Zaman. Saat. Çağ. Mevsim. * Boş zaman. * Geçim. * Fırsat. * Muayyen, More… |
vaktaki |
f. Ne vakit ki, o zaman ki, olduğu vakit. |
vakten |
Vakit ve zamanca. |
vakud |
Odun, kömür gibi yakılacak şeyler. |
vakur |
Ağırbaşlı, temkin sahibi. İzzetli, vakarlı. |
vakurane |
f. Ağırbaşlılıkla. Düşünce ve tedbirlilikle. Temkinle. |
vakvak |
Korkak kişi. * Hindistan'da Vakvak beldesinde yetişen bir ağaçtır. Yüz zira' miktarı boyu olur, kalkan gibi yassı yaprağı olur. |
vakvaka |
Kurbağa, tavuk, kuş sesi veya köpek havlaması. |
vakz |
Galebe etmek. * Şiddetle vurup ölmeye yakın etmek. ◊ Sıklet, ağırlık. |
vâlâ |
Yüksek, âlî, refi'. |
vâlâcâh |
f. Mevkii yüce, rütbesi yüksek olan. |
vâlâkadd |
f. Boyu yüksek, uzun boylu. |
vâlâkadr |
f. Değeri yüksek, kadri yüce. |
vâlâşân |
f. Şânı yüce. |
vâlâyî |
f. Yücelik, yükseklik. |
vali |
Bir vilâyeti idare eden en büyük memur. * Mâlik. |
valib |
Ulaşıcı, ulaşan, varan. * Önüne doğru giden. |
valibe |
Evvelki ekinin kökünden biten ekin. |
valice |
İnsanı şiddetle tutan bir hastalık. |
valid |
(Vilâdet. den) Doğurtan. Baba. |
validan |
(Bak: Vâlideyn) |
validat |
(Vâlide. C.) Anneler. Vâlideler. |
valide |
Ana. Doğuran. |
valideyn |
Ana ile baba. Vâlidân de denir. |
validiyyet |
Annelik ve babalık vasfı. |
vâlih |
Keder ve hüzünle aklı gitmiş, şaşırmış, hayrette kalmış. |
vâlihâne |
f. Şaşkınca. |
vâlihîn |
Hayrette kalanlar. Şaşıranlar. (Bak: Veleh) |
vallahi |
Allah için, Allah hakkı için, Allah'a yemin ederim (meâlinde büyük yemin.) |
vam |
f. Borç. |
vamcu |
f. Borç arayan. |
vamdar |
f. Borçlu. |
vamhah |
f. Alacaklı. |
vamî |
f. Borçlu. |
vamik |
Seven. Âşık, sevdalı. * Meşhur bir hikâyede Azra'nın âşığının ismi. |
vamk |
Sevme, muhabbet. |
vapesîn |
(Va-pesin) f. En gerideki, en sondaki. |
vâr |
f. (Teşbih edatıdır) Gibi, ...li, kerre, def'a, sâhib, mâlik, lâyıklık (yerinde kullanılarak birleşik kelimeler yapılır). Meselâ: Melek-vâr - Melek gibi. Ümid-vâr - Ümidli. |
vara' |
Haramdan ve yaramaz işlerden sakınmak. |
varaka |
Tek yaprak hâlindeki kâğıt. * Nebât yaprağı. Maden yaprağı. Kitap yaprağı. * Hasis kimse. * Peygamberimize (A.S.M.) ilk vahyin geldiği sırada Hz. Hatice vâlidemizin (R.A.) hâdiseyi kendisine More… |
varakî |
Yaprakla ilgili. * Yaprak biçiminde. |
varakkerdan |
f. Boş ve faydasız işlerle uğraşan kimse. |
varakpare |
f. Kâğıt parçası. * Küçük yaprak. Yaprak parçası. * Ehemmiyetsiz yazı, tezkere. |
vardiya |
İtl. Gemilerde beklenen nöbet. * Nöbet yeri. Nöbet beklenilen yer. |
vareste |
f. Affedilmiş. Halâs bulmuş, kurtulmuş. * Rahat, serbest. |
varestegî |
f. Kurtulma, halâs bulma. * Rahatlık, serbestlik. * İlişiksizlik. |
vari |
Semiz et. * Vahşi hımar, yabani eşek. ◊ f. Benzer, gibi. |
vârid(e) |
(Vürud. dan) Ulaşan, yetişen, gelen, erişen. Akla gelen. * Olan. Bir şey hakkında söylenip tatbik edilen. * Hâzır, nâzır. * Bahadır. |
vâridât |
(Vâride. C.) Kâr, gelir. * Vârid olan. Bir kimseye veya hazineye ait gelir ve paralar. * Hatıra gelen, içe doğan. |
vâridîn |
(Vârid. C.) Gelenler, vâsıl olanlar. |
varik |
(C: Vürük) Süs için palanın önüne geçirip astıkları saçaklı kıvrımlı esvap. * Nakışlı kumaştan yapılmış saçaklı palan ve eyer örtüsü. |
vâris |
Cenab-ı Hakk'ın bir ismi. * Mirasçı. Kendisine miras düşen. Mirasa konan. Vefat eden birisinin maddî veya manevî mal ve mülkünde kullanmaya, tasarrufa salâhiyetli olan. |
variş |
Bir topluluk yemek yerken davetsiz olarak yemeğe katılan kimse. |
vârisîn |
(Vârisûn) Vâris olanlar. Vârisler. |
varta |
Her çukur yer. Uçurum. * Kurtuluşun zor olduğu yer. Tehlike. Muhatara. |
varun |
f. Ters, uğursuz, aksi. |
vaş |
f. Düşman. |
vasaa |
(C: Vusu) Kız kuşu. |
vasab |
(C.: Evsâb) Hastalık. Ağrı. |
vasafe |
Hizmetkârlık. |
vasail |
(Vasâyil) - (Vasile. C.) Yemen'de çıkan çubuklu, alaca kumaşlar. |
vaşak |
Derisinden kürk yapılan bir hayvan ve bunun postu. |
vasat |
İki şeyin arası. * Orta, merkez, ara. Meydan. Cemiyet muhiti. İç. |
vasatî |
İkisi ortası. Ortalama. Orta halde. |
vasatî saat |
Hakiki güneşe tâbi olmak üzere, muntazam hareket ettiği tasavvur olunan mevhum bir güneşin, o yerin nısfun nehârından (meridyeninden) arka arkaya iki defa geçişi arasındaki zamanın yirmi More… |
vasf |
Sıfat. Bir kimsenin veya şeyin taşıdığı hâl. Bir kimsenin veya şeyin durumunu anlatarak tarif etmek. |
vasfetmek |
Bir şeyin vasıflarını, hâlini, şeklini veya rengini tarif etmek, anlatmak. |
vasfî (vasfiye) |
Vasıfla, mahiyetiyle alâkalı. Beyan ve tarife dair. |
vasi |
(Vesâyet. den) Bir ölünün vasiyetini yerine getirmeye me'mur edilen kimse. Bir yetimin veya akılca zayıf, hasta olan bir kimsenin malını idare eden kimse. |
vaşi |
(C: Vüşât) Gammaz, koğucu, yalancı. |
vâsi' |
(Vasia) Geniş, enli. Bol. Engin. Meydanlı. |
vasib |
Yerinde duran. Sürekli. ◊ Hasta. |
vasîd |
Kapı eşiği. |
vasif |
Vasfeden. Bildiren. * Medheden, öven. |
vasîf |
(C.: Vusafâ - Vesâif) Hizmetçi, uşak. |
vasif terkibi |
Gr: Birleşik sıfat. Bir ismin sonuna Farsça bir emir eklenerek yapılan terkib. Meselâ: Zevk-efzâ: Zevk artıran. |
vâsik |
(Vüsuk. dan) Güvenen. İtimad eden. |
vaşik |
Dağ köpeği. Vaşak. |
vâsil |
Ulaşan, erişen, kavuşan. Hakka vâsıl olan. |
vasîl |
Birinden aslâ ayrılmaz kimse. |
vasîle |
Geniş yer. * Ucuzluk. * İmaret. |
vâsilûn |
(Vâsılîn) Hakka, hakikata, marifete ermiş kimseler. Hakka erenler. Yetişenler. |
vâsit |
Ortada bulunan. * İkisinin ortası. |
vasît |
Hakem, aracı. * Orta. |
vâsita |
İki şeyi birbirine ulaştıran. * Aracı. Arada bulunan. Vasıtalık eden. |
vaşiye |
Evlâdı çok olan kadın. |
vasiyet |
Bir işi birisine havale etmek. * Emir. * Fık: Bir malı veya menfaatı, ölümden sonrası için bir şahsa veya bir hayır cihetine teberru yolu ile (yani, meccanen) temlik etmek. |
vasiyetnâme |
f. Yazılı vasiyet. Bir kimsenin vasiyetini yazmış olduğu kâğıt. |
vasiyy |
Yetim gibi güçsüzlerin işleri kendine vazife olarak verilen kimse. |
vasl |
Âşığın sevdiğine kavuşması. Kavuşmak. * Birleştirmek, ulaştırmak. * Gr: Ulama, ekleme. * Edb: Sözü teşkil eden cümlelerin atıf ve rabt suretiyle birbirine bağlı olarak yazılması usulü ki, More… |
vasm(e) |
Utanacak şey. * Vurmak. (Liyazon yapmak) |
vasmet |
Kırıklık, güçsüzlük, halsizlik. * Ayıp, eksiklik. |
vassad |
Ören, örücü, dokuyan, dokuyucu. |
vassaf |
Vasıflarını sayarak medheden. Vasıflandıran. Vasıf ve beyanda ârif ve âlim olan. |
vassal |
Ulaştıran, vasleden. Birleştiren. |
vaşüde |
f. Defolunmuş, kovulmuş, geri çekilmiş. |
vasut |
Gölgelik. * Sütü sağdıkları kabı dolduran deve. |
vasvas |
Kadınların örtündükleri ve ancak gözleri görünecek derecede dar olan yüz örtüsü. ◊ (C: Vesâvis) Perdede göz ayırımı miktarı olan delik. |
vasvasa |
Yüz örtüsü. * Köpek eniğinin gözlerinin açılması. |
vata' |
Bir şeyi ayakla çiğneme. |
vataf |
Kaşın çok kıllı olması. * Kirpiğin sık ve çok olması. |
vatan |
(C.: Evtan) Bir kimsenin doğup büyüdüğü yer. Yurt. |
vatandaş |
Bir devlet ahalisinden ve teb'asından olan. |
vatanî |
(Vataniyye) Vatanla alâkalı. Vatana ait. |
vatanperver |
f. Vatanını seven. Memleketine hizmet eden. |
vatanperverâne |
f. Vatanını seven kimseye yakışır şekilde. |
vatar |
(Vatr) İhtiyaç, hâcet. İş. * Emir. * Madde. * Husus. |
vatavit |
(Vatvât. C.) Korkak ve geveze olan kimseler. * Yarasalar. * Dağ kırlangıçları. |
vatb |
(C.: Vitâb-Evtub) Süt kabı ve tulumu. |
vatd |
İsbat etmek. * İhânet etmek, hâinlik yapmak. |
vater |
f. Sonundaki. Çok uzak. |
vath |
Kuşların burnuna ve ayağına necasetten veya balçıktan yapışıp kalan nesne. |
vati |
Yumuşak ve kolay olan şey. (Kuş tüyünden yapılmış yastık gibi) |
vati' |
Ayak altına alıp çiğneme. Basma. * Cima'. * Uygun hale koyma. * Tümseklikler arasında basık ve engin yer. |
vatid |
Sâbit. |
vatîd |
Sabit ve sağlam olan. |
vatîe |
Büyük çuval, harar. * Bir çeşit yemek. |
vatîs |
(C: Vutas) Kızdırıldığında kimsenin üzerine basamadığı yuvarlak taş. |
vatm |
Ayakla çiğneme. * Perdeyi salıverme. |
vatnî |
Çiğneme, üzerine basma. |
vats |
Kazmak. * Kırmak. * Ayakla yere vurmak. * Somak denilen ot. |
vatş |
(C: Evtâş) Açmak. |
vatvat |
(C.: Vatâvit) Korkak ve geveze olan adam. * Yarasa. * Dağ kırlangıcı. |
vatvata |
Geceleyin gözün görmemesi. |
vaty |
Ayak altında çiğneme, ezme, basma. * Çiftleşme. |
vav |
Kur'an alfabesinde sondan üçüncü harftir. Ebced hesabında 6 sayısının karşılığıdır. |
vaveyla |
Çığlık, yaygara, feryat. * Eyvah, yazık gibi üzüntü ifadeleri. |
vavî |
Vav harfine mensub. Vav harfi ile alâkalı. |
vavik |
Okun nişana dokunmayıp yanına düşmesi hâli. |
vâye |
Nasib, kısmet, behre. |
vâyedâr |
f. Kısmetli. Nasibi olan. |
vaz |
f. Terk etme, bırakma. |
vaz' |
(C.: Evza') Koyma, konulma. Bırakmak. Atlamak. Tayin etme, belirtmek. Duruş, hareket, tarz. |
vaz'an |
Vaz' ile, vaziyeti, durumu itibariyle, yerleştirmek suretiyle. * Asıl lügat mânası cihetinden. |
vazaat |
Alçaklık, âdilik, bayağılık. |
vazah |
Beyaz ve güzel yüzlü adam. |
vazahat |
Açıklık, vâzıhlık. |
vazaif |
(Vazife. C.) Vazifeler, işler. |
vâzi' |
(Vazıa) Koyan. Yerleştiren. Vaz' eden. |
vazî' |
(Vazîa) Alçak, deni, bayağı, âdi. |
vazife |
Bir kimsenin yapmaya mecbur olduğu iş. Yapılması birisine havale edilen şey. Kıymet verilen iş. * Ücret. |
vazifedâr |
(C.: Vazifedârân) f. Vazifeli, görevli. * Memur. |
vazifehâr |
(C.: Vazifehârân) f. Ücret alan. |
vazifeşinâs |
f. İşini dikkatle yapan. Vazifesini özenerek, severek yapan. |
vazifeten |
Vazife ile, vazife olarak. |
vâzih |
Açık, ayan, âşikâr. Besbelli. Kapalı olmayan. * Edb: Vuzuhlu söz. Bir okunuşta mânâsı anlaşılacak ifâde. |
vazîh(a) |
(Vuzuh. dan) Meydanda, apaçık. |
vâzihan |
Açık olarak. Açıkça. Açık açık. Aşikâr surette. |
vâzihât |
(Vâzıh. C.) Açık ve meydanda olan şeyler. |
vâzir |
(Vâzire) Günah işleyen. Suç işleyen. |
vazzah |
Meydanda, çok açık, belli. |
ve |
Gr: 'Dahi, de, hem, ile, berâber' mânâlarına bağlama edâtı. |
ve'd |
Kızını diri iken toprağa gömme. |
veba |
Salgın bir hastalık. Taun. |
veba'dü |
Ondan sonra, imdi. |
vebal |
Günah. Zarar. Ziyan. Şiddet. Ağırlık. Azab. Doğru olmayan bir hareketin manevî mes'uliyeti. |
veber |
Bedevi, göçer. * Deve yünü. * Davar tırnağı. |
vebl |
Ağır ve vahim olmak. |
vebr |
Kocakarı soğuğundan bir gün. * Ada tavşanı, ak tavşan. |
veca' |
Sızı, ağrı, acı. Ağrıyıp acımak. |
vecahet |
Güzellik, güzel yüzlülük, gösterişlilik. * Haysiyet, şeref, onur, itibar. |
vecar |
(C.: Vücür - Evcire) Sel suyunun oyduğu yer. * Arslan ve kurt gibi vahşi hayvanların yatağı. İn. |
vecazet |
Sözün veciz oluşu. Kelâmın kısa oluşu. |
vecd |
Aşk, muhabbet. Kendinden geçecek, unutacak kadar İlâhî bir aşk hali. * Yüksek heyecan. İştiyakın galebesi. |
vecd-âlud |
f. Vecd veren haller. Manevî coşkunlukla beraber olan hal. |
vecd-efzâ |
f. Vecdi artıran, heyecanı çoğaltan. |
vecdî |
Vecdle ilgili, heyecanla ilgili. |
vecel |
Ürkme, korkma, havfetme. |
vecenat |
(Vecne. C.) Elmacıklar, yanaktaki yumrucuklar. |
vech |
(Vecih) Yüz, çehre, surat. * Tarz, üslub. * Her şeyin karşısına gelen ve karşısında olan. Satıh. Ön. Alın. Cephe. * Tarih. * Suret. * Sebeb. * Bir şeyin nefsi ve zatı. * Semt. Cihet. * More… |
veche |
Yan, taraf. Yüz. |
vechen |
Bir vechiyle. Bir suretle. Bir bakımdan. |
vecheyn |
İki taraf, iki yan, iki yüz. |
vechî |
(Vechiye) Yüz ile ilgili. |
veci (e) |
Güzel, hoş, lâtif. Uygun, münasib. * Bir kavmin büyüğü, reisi. * Hürmetli insan. * Sultan huzuruna girenler. * Makam ve şeref sâhibi. |
veci(a) |
(Veca'. dan) Ağrıtıcı, sızlatıcı. |
vecibe |
Borç hükmünde olan vazife. * Kanun ve ahlâkın icabı, yerine getirilmesi lâzım gelen şey. |
vecihî |
Veche ait. Veche dair. |
veciz |
Kısa, öz, derli toplu. Muhtasar olup mufassal olmayan. * Az sözle çok mâna ifâdesi. |
vecize |
Edb: İbaresi kısa, mânası geniş olan çok kıymetli söz, özlü söz. Kısa, veciz söz. |
vecne |
(C: Vecenât) Elmacık, yanaktaki yumrucuk. |
vecr |
(C.: Evcâr) Mağara. |
veda' |
Ayrılık. * Ayrılışta selâmlamak. * 'Allah'a ısmarladık' demek. |
vedad |
Dostluk. Sevme. Sevgi. (Bak: Vidad) |
vedd |
Dostluk. Sevgi, muhabbet. |
vedi |
Küçük abdest bozduktan sonra çıkan beyazımsı su. |
vedi' |
Başkasının malını saklamaya memur kimse. |
vedia |
Emanet. |
vediatullâh |
Allah'ın emaneti. |
vedid |
Sevgisi çok olan. |
vedk |
Yağmur. Yağmurun damlaması. * Alışıp üns ve ülfet etmek. Yakın olmak. (Bak: Vadk) |
vedud |
Çok şefkatli. Kendisine çok sevgi beslenen. Cenâb-ı Hak. |
vef'a |
Kav ettikleri bez parçası. * Şişe ağzını tıpamada kullanılan bez parçası. |
vefa |
Ahdinde, sözünde durma. * Sevgi ve dostlukta sebat ve devam. * Ödeme. * Yetişme. * Dince ve akılca lâzım gelen şeyi yerine getirip uhdesinden çıkma. |
vefadar (vefakâr) |
Vefalı, sözünde ve dostluğunda devamlı olan. |
vefaperver |
f. Sözünde duran. Vefâlı. |
vefat |
Ölüm. Ahirete göçme. |
vefd |
Çokluk. Cemaat. * Bir iş için giden heyet. Elçilik. * Dağ başı. * Gelme, ulaşma, erişme, varma, vürud. |
vefhiyye |
Kilisede kayyımlık hizmetini etmek. |
vefi |
Vefalı. * Tam, mükemmel. Kifayet eden. Bol olan. |
vefia |
İçine nesne koyulan sele. |
vefik |
Arkadaş. Kafa dengi. Aynı fikirde olan. Uygun. |
vefir(e) |
(Vefret. den) Çok, bol, kesir. |
vefiyat |
(Vefat. C.) Ölümler, vefatlar. |
vefk |
Uygun gelme. Uyma. Mutabakat. Muvafık olma. İşi iyi gitme.* Tesirli dua. |
vefl |
Derinin dibagatla giden fazlalıkları. |
vefr |
Bir kimsenin ihsanını kabul ettikten sonra rızasıyla reddeylemek. * Bolluk. * Medh ü sena ile birisinin namusunu muhafaza etmek. |
vefra' |
Eksilmeyip değişmeyen. * El dokunulmamış ve tam olarak yetişmiş ot. |
vefret |
Çokluk, bolluk. |
vefz |
(C: Evfaz) Evmek, acele etmek. |
vefza |
(C: Evfaz) Ok yayı konulan ve beylik denilen kap. |
vega' |
Kavga gürültüsü. Harp yerinden çıkan sesler. Savt. Patırtı. |
vegab |
(C: Evgab) Korkak kimse. * İri gövdeli büyük deve. |
vegadet |
Akılsızlık. * Adilik, bayağılık, aşağılık, alçaklık. |
vegar |
Gazap, kin, öfke, hiddet. |
vegd |
(C: Evgad) Alçak adam. |
vegf |
Görme zayıflığı. |
vegif |
Yürüme sürati. * Ses sürati, ses hızı. |
vegik |
Davar yürürken karnından çıkan ses. |
vegir |
Kızmış taş üstüne koyarak pişirilen et. |
vegire |
Kızmış taş ile sıcaklık verilerek pişirilen süt. |
vegm |
Kin. |
vegne |
Geniş küp. |
vegre |
Sıcaklığın çok olması. |
vehak |
Avcı kemendi. |
vehamet |
(Bak: Vahamet) |
vehb |
(H.-110) Tabiînden olan bu şahıs İsrailî rivayetlerin en mühim kaynağı addolunur. Birçok İsrailiyatı havi kitapları okumuş ve tefsire de aktarmıştır. ◊ Hibe. Bağış. Vergi. |
vehbî |
Doğuştan. Allah vergisi. Çalışmakla kazanılmayıp Allah'ın (C.C.) lütfu ile olan. |
vehc |
Alevli olmak. Alev ile yanmak. Parlamak. |
vehd(e) |
(C: Vihad) Derin vadi. Uçurum. |
vehec |
Ateş sıcaklığı. |
vehecan |
Ateşin alevlenmesi. * Işıklandırmak, ziya vermek. |
vehel |
Vehim, kuruntu. |
vehelümme cerra |
(Bak: Helümme cerrâ) |
vehf |
Bitkinin yapraklanması. Uzama. Çoğalma, artma. |
vehhab |
Çok fazla ihsan eden. Çok bağışlayan. |
vehhabî |
Muhammed İbn-i Abdulvehhab nâmında birisinin sebeb olduğu İslâmî bazı mes'elelerde ifrat gösteren ve dört hak mezheb hâricinde bir mezhepten olan. Fıkıhta Hanbelî, itikadda İbn-i More… |
vehhac |
Parıl parıl. Pek şa'şaalı. * Çok alevli. |
vehham |
Çok vehimli. Fazla şüphe eden. |
vehhas |
Arslan. |
vehic |
Ateşin sıcaklığı. |
vehise |
Pişirilip kurutulduktan sonra dövülen çekirge. |
vehl |
(Vehel) Yanlış yapma. Yanlış anlama. * Unutma. |
vehle |
İrkilme ve ürkme. * Dakika. An, lahza. |
vehleten |
Birdenbire. İlkin. Ansızın. |
vehm |
(Vehim) Mübhem ve mânasız korku. * Belirsiz fikir ve düşünce. * Cüz'i mânaların anlaşılmasına yarayan bir idrak kuvveti. |
vehm-âlud |
f. Vehimli. Vehim dolu. Vehim karışık. |
vehm-nâk |
f. Vehimli, kuruntulu. |
vehmî |
Olmadığı halde var zannederek. Düşünmeye, vehme dair, vehme ait. |
vehmiyyât |
(Vehmiyye. C.) Vehimler, kuruntular. |
vehn |
Gevşeklik, kuvvetsizlik. * Zayıf. * Gövdesi kalın ve kısa adam. * Gece yarısı. Gece yarısından bir saat sonraki zaman. |
vehnane |
Zayıf kadın. |
vehs |
Kırma. * Ayak altında çiğneme, basma, ezme. ◊ Bir işe girişip ısrar ile devamlı uğraşmak. ◊ Sır ile söyleşmek. Dedikodu yapmak. |
veht |
(C: Vihât) Vurmak. * Kırmak. |
vehtiyy |
Ufak üzüm. |
vehub |
Verimi fazla, vergisi çok. |
vehvah |
Yaban eşeğinin anırtısı. |
vehvehe |
Atın kendi gövdesini parça parça etmesi. |
vehy |
Gevşeme, yırtma. |
vehz |
Katı nesne. * Kovmak, deft'etmek. |
vek' |
Akrep sokmak. |
veka' |
Ayak parmaklarından baş parmağın, şehâdet parmağı üstüne gelmesi. |
vekad |
Sığır bağladıkları ip. |
vekahat |
Hayâsızlık. Utanmazlık. Edebsizlik. (Bak: Vakahat) |
vekâlet |
Vekillik. Birisinin nâmına iş görme. Kendi nâmına hareket etme salâhiyetini başkasına verme. Nezâret, bakanlık. * Vekilin vazife gördüğü bina. |
vekâleten |
Birisine vekil olarak. Başkası adına. |
vekâletnâme |
f. Birisine vekillik verildiğini isbat eden ve ekseriya noterlikçe tanzim edilmiş bulunan yazılı kâğıt. |
vekâletpenâh |
f. Padişahın vekili olan, sadrâzam. Başvekil. Başbakan. |
vekar |
(Bak: Vakar) |
vekb |
Dikilmek. |
vekc |
Ulaşmak, varmak. |
vekde |
(C: Viked) Gitmek. |
vekeban |
Derece derece yürümek. |
vekef |
Günah. * Abes ve boş. * Ayıp. * Eksiklik. |
vekel |
Zayıf adam. |
vekf |
Evin damlaması. * Kat'etmek, kesmek. |
vekif |
Sütü çok olan deve. |
vekil |
Başkasının işini gören. Bir adamın yerine hareket etme selâhiyeti olan kimse. * Nâzır. Bakan. |
vekir |
Yuvasına giren kuş. |
vekire |
Satın alınan veya yeni yapılan bina için, ahbaba, eşe dosta verilen ziyafet. |
vekiyye |
(Bak: Okiyye) |
vekkad |
Aydınlık, ışıklı, parlak. |
vekm |
Reddetmek. |
vekn |
(C.: Evkân - Vükün) Kuş yuvası. |
vekr |
Kuş yuvası. |
vekra |
Hızlı yürüyen deve. * Ayağını yere kuvvetli basan kadın. * Bir nevi sıçramak. |
veks |
Noksan etmek, eksiltmek. |
vekte |
(C: Vikat) Gözün karasına ak düşmek. * Nokta. * Eser. |
vekvak |
Korkak kimse. |
vekz |
Vurmak. * Def'etmek. * Kovmak. |
vel' |
Yalan. * Haps. |
vela |
Yakınlık. Sâhiplik. * Sevme, muhabbet. |
vela-perver |
f. Dostluk gösteren, dostluk besleyen. |
veladet |
(Bak: Viladet) |
velaid |
(Velide. C.) Cariyeler, kadın esirler. |
velaim |
(Velime. C.) Düğünler, evlenmeler. * Düğün ziyafetleri. |
velaya |
(Veliyye. C.) Veli kadınlar. Veliyyeler. |
velayet |
Veli olan kimsenin hali. Velilik, dervişlik. * Dostluk. * Sadakat. * Başkasına sözünü geçirmek. Bir şeye kudret cihetiyle bizzat mutasarrıf olmak. (Bak: Veli) |
velb |
Ulaşmak, varmak. |
velec |
Kumlu yerde olan yol. |
veled |
Erkek çocuk. Oğul. Çocuk. * Döl, yavru. |
velediyet |
Birisinin evlâdı olma hâli. Çocuk oluş. |
veleh |
Hayret, şaşkınlık. * Fazla hüzünden akıl gidip tembel olmak. ◊ f. Kahr, gazab, şiddet, hışım. |
velehan |
Akıl gidip tembel olmak. * İbadet ederken vesvese veren şeytan. |
velehu |
Bu da onun. |
velehza |
Şaşırmış. |
velehzede |
f. Sevgilinin hışmına uğrayıp kahır çeken âşık. |
velev |
Eğer, gerçi, her ne kadar da, hatta, ister, isterse. |
velf |
(Velif-Vilâf) Tez tez yelmek. Birbiri ardınca olmak. |
velg (velüg) |
Köpeğin kap içinden su içmesi veya bir şey yeyip yalaması. |
velga |
Küçük kova. |
velh |
Büyümek. * Uzamak. |
velhan |
Şaşakalmış, şaşkın, sersem. |
velhasil |
Sözün kısası, özü, kısacası. |
veli |
Sahib, mâlik. * Evliya. * Muin. Muhafaza eden. * Küçük çocukların hâlinden mes'ul kimse. * Sıddık. * Baba. Babanın babası, cedde de denir. * Fık: Hayatını mücadelelerle ve azimet ve More… |
veli' |
Kabuğunda olan hurma çiçeği. |
veliahd |
(Veliy-yi ahd) Bir hükümdardan sonra hükümdar olacak kimse. |
velice |
(C.: Velyüc) Büyük çuval. * Kişinin sırdaşı. |
velid |
Yeni doğmuş çocuk. * Köle, kul. |
velide |
(C.: Velâid) Cariye. |
velik |
(Velikin) f. Amma, lâkin, fakat. |
velika |
Yağla unu karıştırarak yapılan yemek. |
velime |
Sevinç ve sürur günleri verilen ziyafet. Düğün ziyafeti. * Düğün, evlenme. |
veliyy |
(C: Evliyâ) Yakın. * Amcazâde, emmi oğlu. * Yar, dost. |
veliyye |
(C.: Velâyâ) Ermiş kadın, veli kadın. |
veliyyullah |
Allah'ın (C.C.) veli kulu. |
velk |
Yalan yakıştırmak. * Sür'at etmek, hız yapmak. |
velka |
(C.: Velkât) Vurmak. |
velkalemi |
Kalem hakkı için. Kaleme yemin olsun. |
vellas |
Kurt. |
velm |
Ulaşmak, yetişmek. * Toplanmak, cem'olmak. |
vels |
Ahd, yemin, söz. ' Az nesne. * Vurmak. |
velsan |
Birbirinin boyunlarına el atarak yürüme. |
velu' |
Bir şeye fazla düşkün olan. |
velud |
Çok doğuran kadın. * Mc: Çok eser veren kimse. |
velval |
Üzüntü ile ağlama. Ağlayıp inleme. |
velvele |
Gürültü, patırtı. Birbirine karışık bağrışmalar. Şamata. |
velvele-endâz |
f. Gürültü patırtı eden. Gürültücü. |
velvele-engiz |
f. Gürültü koparan, gürültü çıkaran. |
vely |
Birbiri ardı sıra gelme. Tâkib etme. * Çıkma. Olma. * Yaz yağmurundan sonra olan yağmur. * Yakınlık. |
vemd |
Gazap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Sıcaklığın artması. |
vemiz |
Bulut arasından görünen ışık. |
vemk |
Muhabbet etmek, sevmek. |
vems |
Fücur, masiyet, günah. |
vemye |
Meşakkat, sıkıntı. Belâ, musibet. |
vemz (vemiz) |
İşaret etmek. * Parlamak. şimşek çakmak. |
vena (venye) |
Gevşek. * Zayıf. * Hâlsiz olmak. |
venim |
Sinek tersi. |
venn |
Zebunluk, zayıflık, zaaf. * Çengilerin ve köçeklerin parmaklarıyla çaldıkları çalpara. |
vennecmi |
Yıldıza yemin olsun. |
veny |
İş hususunda gevşeklik gösterme. |
ver |
'f. 'Sahib, mâlik; anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Dâniş-ver - Âlim. Suhan-ver - Edip, şâir.' |
ver'a |
Korkaklık, havf. |
vera |
Halk. Mahluk. Arzı örten mahlukat. Yaratılmış olanlar. ◊ Öte. Başka taraf. Arka, geri. * Torun. |
vera' |
Takvânın ileri derecesi. Bilmediği ve şüphe ettiğini öğrenip iyiye ve doğruya göre hareket edip bütün günahlardan çekinme hâleti. |
verak |
Bitkilerle yer yüzünün yeşil olması. |
verakî |
(Verka. C.) Güvercinler. |
veraset |
Miras sahibi olma. Ölen bir kimsenin mallarının Allah'ın (C.C.) emrine göre, şeriatça mirasçılara geçmesi. * İrsiyet. Varislik, mirasçılık. Mirasta hak sahibi olma. |
verb |
Fetret, fesad. * Yabani hayvan ini. |
verd |
(Vürd - Vird) Gül. |
verdane |
Toplu oklava. * Koca başlı kertenkele. |
verde |
(Vürde) Renkli olmak. |
verdene |
f. Oklava, börekçi merdânesi. * Dolap oku. |
verek |
(C.: Evrâk) Kalça kemiği. |
verel |
(C: Vürelân - Evrâl) Kelere benzer bir canavardır. Kuyruğu keler kuyruğundan uzun olur. |
verem |
(C.: Evrâm) şiş, yumru. * şişme. |
verentel |
şiddet, mihnet. |
verese |
Mirasçılar. Miras alanlar. |
verf |
Genişlik. |
verh |
Hamâkat, ahmaklık, bilmezlik. * Ucuz et. ◊ Hamurun kendini koyuverip sülpülmesi. |
verha |
Akılsız ahmak kadın. |
veri' |
Haramdan kaçınan kişi. |
veria |
At ismi. |
verid |
Siyah kan damarı. Toplar damar. Boyun damarı. * Kırmızı gül. (Bak: Evride) |
veriha |
Çok sıvı hamur. |
verik |
Çok eskiden kullanılan gümüş para. Kıymetli para. ◊ Sikkesiz gümüş. * Gümüş. |
verîk |
Gür sakallı adam. * Sık yapraklı ağaç. |
verîş |
Yürümek ve seğirtmek istediği hâlde sahibi engel olan davar. |
verîse |
Veris otuyla boyanmış nesne. |
verka' |
(C.: Verâki') Yabâni güvercin. * Açık boz renk. |
verrak |
Kâğıtçı. |
vers |
Yemende yetişen güzel kokulu sarı bir ot. |
verş |
Yürek ağrısı. * Çok beyaz olan. |
verşan |
(C: Virşân-Verâşin) Yaban güvercini. * Kumru kuşunun erkeği. |
verta |
(C: Vırât) Çukur yer, varta, uçurum. * Halledilmesi, içinden çıkılması zor olan iş. |
very |
Çakmaktan ateş çıkması. |
verze |
f. Meslek, san'at, iş. |
verzide |
f. Ekilmiş. |
verziş |
f. İşletme. Çalışma. * Çalışmış. |
verzişkâr |
f. Çalışkan. |
verzkâr |
f. Rençber, çiftçi, işçi. |
veş |
f. Gibi (mânâsına teşbih edatı.) Mah-veş: Ay gibi. |
veş' |
Bir şeyin üstüne çıkmak. |
vesafet |
Hizmetkârlık, işçilik. |
vesah |
(C.: Evsâh) Kir, pas. * Murdarlık, pislik. |
vesaid |
(Visâde. C.) Yastıklar, şilteler, döşekler. |
vesaif |
(Vasif. C.) Hizmetçiler, uşaklar. |
vesaik |
(Vesika. C.) Vesikalar. |
vesail |
(Vesile. C.) Vesileler. Sebebler. |
vesait |
(Vasıta. C.) Vasıtalar. |
vesak |
Bağ. Rabıta. Yeminleşerek anlaşmak. * Sözleşme yeri. |
veşak |
Dağ köpeği. |
vesam |
(Vesâmet) Güzel olma. Güzellik. |
vesatet |
Vâsıta olma, araya girme, aracılık yapma. |
vesavis |
(Vesvese. C.) Vesveseler. |
vesaya |
(Vasiyet. C.) Vasiyetler. Öğütler. Nasihatlar. |
vesayet |
(Visâyet) Vasilik. * Vasiyet. * Tembih, emir. Tavsiye. (Bak: Vasi) |
vesb |
Çok olmak. |
veşb |
Ayıplamak. |
vesbe |
Bir atlama. Bir sıçrayış. |
veşc |
Yaralamak. * Parçalamak. * Karışmak. |
veseb |
Sıçrama, atlama. |
veşel |
Az su. |
veşelan |
Suyun akışı. |
vesen |
Put. Müşriklerin taptıkları suret. Karşısında ibadet edilen heykel. (Bak: Put-perest) ◊ Uyku ağırlığı. Uyku ile uyanıklık arası. * Uyku anında aklın gitmesi. * Hâcet. |
vesenî |
Putperest. Yıldızları ilâh itikad etmek gibi sapık şeylere inanan kimse. |
veseniyyun |
Putperestler. Puta tapanlar. |
vesi' |
(Vesia) Vüs'atli, geniş. * Meydanlık. |
veşi' |
(C: Veşâyi) Bezlerde olan yol yol alaca. * Sümâme otundan yapılan hasır. * Ağaçlardan kuruyup düşen nesne. * Girilmemesi için bahçe ve bostanların çevresine dikilen ağaç veya konan diken. * More… |
veşia |
(C: Veşâyi') Üstüne iplik sardıkları ağaç. * Tarikat. |
vesib |
(Bak: Vüsub) |
vesic |
Şiddetli seyir. Hızlı gitme. * Hızlı yürüyen deve. |
veşic |
(C: Veşâyic) Süngü ağacı. |
veşice |
Lif. * Ağaç kökü. |
vesik |
(C.: Visâk) Çok sağlam, kuvvetli. |
veşik(a) |
(C: Veşâyık) Kuru et. |
vesika |
Bir hâlin, bir hadisenin veya bir sözün doğruluğunu gösteren, inandırıcı şey. Belge, sened. ◊ Cemaat, topluluk. |
vesile |
(Vâsile) Bahane, sebeb. * Fırsat. * Elverişli durum. * Vasıta. Yol. * Pâye, rütbe. * Baba. * Kurbiyet. * Kendisi ile başkasına yaklaşılan şey. * Cennet'te bir menzil adı. |
vesilecu |
f. Sebep ve bahane arayan. |
vesiledâr |
f. Vesileli. |
vesilehâh |
f. Vesile isteyen. |
vesim(e) |
(C.: Vüsemâ-Visâm) Güzel yüzlü. Güzel çehre. * Damgalı. |
veşime |
Şer, kötülük. * Düşmanlık. |
veşize |
(C: Veşâyız) Kırık kemik parçası. |
vesk |
(C.: Evsük) Cem'etmek, toplamak. * Altmış sa'. |
veşk |
Yaralamak. * Parçalamak. |
veşk (vişâk) |
Evmek, acele etmek, sür'at. |
veşkan |
Hızlı ve aceleci kimse. |
veşl |
Az miktarda olan su. |
vesm |
Damga. İşaret. * Dağlama. * Döğerek toz hâline getirme. |
veşm |
İğne ile kan çıkarmak suretiyle vücudda yapılan damga, işaret. |
vesme |
Hayvana vurulan kızgın damga. |
veşme |
Yağmur tanesi. |
vesmedâr |
f. Dağlanmış, damgalı. * Rastıklı. |
vesn |
Hafif. * Uyku. * Uyku anında aklın gitmesi. * Uykudan dolayı kişiye ârız olan zayıflık. |
vesnan |
Uyuklayan, uykusu gelmiş olan. |
vess |
Suya dalmak. |
vesselâm |
İşte o kadar, artık bitti, bundan sonra selâm. (Bak: Selâm) |
veşşemsi suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 91. suresidir. Suret-üş Şems de denir. Mekke-i Mükerreme'de nazil olmuştur. |
vest |
Ev içerisinde olan her bir kapalı mekân. |
veşt |
f. Güzel. |
vestî |
f. Tercüme, şerh. |
vestiyer |
Fr. Pardesü, palto vesairenin çıkartılıp bırakıldığı yer. |
vesvas |
Müvesvis. Vesveseye sürükleyen şeytan. Nefsin zihinde ilka eylediği dağdağa ve fitne. Avcının ve köpeklerin gizli sesi. |
veşvaş |
Hafif hal. Hafif adam. |
vesvese |
Şübhe. Tereddüt. Kuruntu. Aslı olmayan ihtimaller.Vesvese, lügatta hışırtı, fısıltı gibi gizli ses demektir. |
veşveşe |
Hafiflik. * Kırış mırış olmak. |
vesvesedâr |
f. Vesveseli, kuruntulu. |
veşy |
Elbiseyi güzel nakışlamak, süslemek. * Nesil ve zürriyet. * Çoğalma. * Geceleyin devamlı tefekkür ve mütalâa etmek. * Bir çeşit elbise. |
veşz |
Kırmak. * Dar etmek, darlaştırmak. |
vetair |
(Vetire. C.) Meslekler, yollar. |
veted |
Çadır kazığı. Ağaç kazık. Demir mıh. * Edb: Aruzda üç harfden meydana gelen nazım. |
veter |
Yayın çilesi. İp ve kiriş. * Bir kavsın iki ucu arasına çekilen doğru çizgi. * Kasları hareket ettiren kalın sinir. |
vetin |
Kalb damarı. Şah damarı. Şiryan-ı ekber. * Bel kemiği iliği. |
vetire |
(C.: Vetâir) Keçi yolu. Dar yol. * Tarz, üslub. * Burnun iki deliğini ayıran zar. |
vetr |
Tek, yalnız. Bir. (Bak: Vitr) * Arefe günü. |
veyh |
Bir şeyi kandırmak makamında kullanılır. ◊ Heyhât! |
veyl |
Vay hâline, yazık, felâket, hüzün ve hüsran. * Cehennem'de bir çukur ismi veya Cehennem'in bir kapısına bu isim verilmiştir. * Vaid, tehdid makamında kullanılan azab kelimesidir. More… |
veyle |
Küstahlık, rezillik. |
veyn |
Kara üzüm. |
veysel karanî |
(Bak: Üveys-el Karanî) |
vez' |
(C: Evzâ) Hapsetmek. * Engel olmak, men'etmek. * Islah etmek, yerli yerince etmek, düzeltmek. * Topluluk, cemaat. ◊ Hulku katı olan. Sert mizaçlı kimse. |
veza |
Tıknaz, topaç, bodur kimse. |
vezan |
f. 'Olmak' yardımcı fiiliyle birlikte kullanılır ve 'esen, esici' anlamlarına gelir. |
vezanet |
Fikir ve görüş isabeti. * Ölçülü olma. |
vezanî |
f. Esinti zamanı. |
vezaret |
(Vizaret) Vezirlik. Başvekillik. |
vezb |
Su gibi akma. |
vezega |
Bir cins büyük keler. |
vezen |
Yürürken sallanmak. |
vezer |
Sarp dağ. Sığınılacak yer. Kale. Hisar. * Galib olmak. |
vezf |
Evmek, acele etmek. |
veziden |
f. Yel esmek. * Atılmak, sıçramak. |
vezif |
Evmek, acele etmek. |
vezile |
(C.: Vezâil) Cilâlı, parlak para. * Parlak madeni ayna. |
vezim |
Sebzevat demeti. * Kurumuş ot. |
vezime |
Hediye. |
vezin |
Hamur yapılmış ebucehil karpuzu. * Asil. * Sabit. |
vezir |
'Osmanlı Devleti zamanında en yüksek mülkiye rütbelerine ulaşmış paşa. Hükümdar vekili. Pâdişahın yakınlarından ve onun yükünü üzerine alanlardan, mülkün idaresinde fikir ve tedbir ile More… |
veziz |
Ördek. |
vezk |
Çirkin yürüyüşlü olmak. |
vezme |
Kış sonu. * Bir kere yemek. |
vezn |
(Vezin) Tartma. Ölçme. Hesaplama. * Tartacak şey. Tartı. * Ağırlık. |
vezne |
Tartı. Terazi. * Tartı yeri. Eskiden altun ve gümüş paralar sayı ile olduğu gibi tartıyla da alınıp verildiği için bu tabir meydana gelmiştir. Para alınıp verilen yer mânasında da More… |
veznedâr |
f. Vezne memuru. Bir teşkilâta âit parayı alıp veren memur. |
veznî |
Vezinle ilgili, vezne ait. * Tartılan şey. |
vezniyyât |
Tartılan şeyler. |
vezr |
Nurlu etmek, ışıklandırmak. * Kaftan eteğine birşey koyup götürmek. |
vezvaz |
Hafif, zarif kimse. |
vezveze |
Sür'atle sıçramak. |
vezye |
Ayıp. * Soğuk. |
vezzan |
(Vezn. den) Tartan, vezneden. * Kantarcı. |
viâ' |
(C.: Eviye) Kap, içinde bir şey konulabilen zarf. |
viâiyyet |
Kap halinde olma. |
viata |
(C: Viât) Sarı gül. |
vica' |
Hayvanı burma, iğdiş etme. ◊ Ağrılar, sızılar. |
vicah |
(Vech. den) Yüz yüze gelmek. Yüzleşmek. |
vicahen |
Yüzüne karşı. Yüz yüze gelerek. |
vicahî |
(Vicahiyye) Yüzyüze olan, karşılıklı olan. |
vicar |
(C.: Vücur - Evcire) Sel suyunun oyduğu yer. * Arslan ve kurt gibi vahşi hayvanların yatağı. İn. |
vicd |
Zenginlik. Gına. |
vicdan |
İnsanın içindeki iyiyi kötüden ayırabilen ve iyilik etmekten lezzet duyan ve kötülükten elem alan manevî his. * Kendinden geçme, dalma. * Bir şeyi bir halde görme, bulma. * Duyma, duygu. * More… |
vicdan hürriyeti |
(Bak: Hürriyet-i vicdan) |
vicdan-suz |
f. Acı ve keder veren, kalb yakan, vicdânen çok ıztırab verici. |
vicdanen |
Vicdanca, iyilik hissine göre. |
vicdanî |
(Vicdaniyye) Vicdanla, kalbî his ile ilgili. * Kendinden geçip dalmakla ilgili. |
vidad |
Dostluk. Sevmek. Muhabbet. * Dost ve muhib. * Her şeye muhabbeti olan. |
vidd |
Muhabbet, dostluk, sevgi. |
vifadet |
Elçilik. |
vifak |
Dostça bir fikir üzerinde birleşmek. Samimi anlaşmak. * Barış. * Uygunluk. |
vihad |
(Vehd. C.) Derin vâdiler. Uçurumlar. |
viham |
(Vahim. C.) Vahim olan şeyler. |
vika (veka) |
Kendi ile bir şey saklanan nesne. |
vika' |
Cinsî münasebet. * Savaş, harp. |
vikâ' |
(C: Evkiye) Kırba ve tulum ağzını bağladıkları nesne. |
vikaf |
Tevakkuf etmek, vâkıf olmak, durmak. |
vikâf |
Eşek semeri ve palanı. |
vikahat |
(Bak: Vakahat) |
vikal (vekâl) |
Devamlı diğer davarların ardına kalan davar. |
vikaye |
Koruma. Koruyuculuk. Sahib olma. Arka çıkma. Kayırma. * Tıb: Herhangi bir hastalık için önleyici tedbir alma. |
vikr |
(C.: Evkar) Ağır yük. * Çok su taşıyan bulut. ◊ (C.: Evkar) Ağır yük. |
viky |
Hıfzetmek, korumak. |
vila' |
Birbirinin ardı sıra gelmek. * Abdest esnasında uzuvları yıkarken birisi kurumadan diğerini yıkamağa başlamak. * Ahbablık, yakınlık, dostluk. (Bak: Velâ) |
vilad |
Doğurmak. |
viladet |
Doğmak, doğuş, dünyaya gelmek, doğurmak. (Veladet galattır) |
vilakâr |
f. Ahbab, dost. |
vilaperver |
f. Dost, muhib. |
vilayat |
(Vilayet. C.) Vilayetler. |
vilayet |
Bir şeyi kudretle elde etme. * İl. * Birisine kefil olmak. * Dostluk. Muhabbet. |
vildan |
(Velid. C.) Çocuklar. * Kullar. Köleler. |
vilde |
(Veled. C.) Erkek evlâdlar, çocuklar, oğullar. |
vile |
f. Yüksek ses. |
vin |
f. Siyah üzüm. * Boya, renk. |
virad |
Yol. * (Verd. C.) Güller. |
virak |
(Varak. C.) Yapraklar. |
viran |
f. Yıkık, harap. * Mc: Kederli, üzgün, gamlı. |
virane |
f. Harabe. Yıkılmağa yüz tutmuş eski yapı. |
viranî |
f. Viranlık, haraplık. |
virase |
Mirasyedilik. |
virat |
Zekât vermek korkusundan hile edip bir yere toplanmış koyunlarını ayırıp dağıtmak veya perâkende koyunlarını bir yere toplamak. ◊ (Verta. C.) Vartalar, uçurumlar, çukurlar. * More… |
vird |
Sık sık ve devamlı okunan dua. * Kur'an-ı Kerim'den her gün okunması vazife bilinen kısım, bir cüz. ◊ f. Suya ve sair şeye yakın gelme. Su hissesi. Suya müteveccih More… |
virk (verk) |
(C.: Evrâk) Uyluk üstü. |
visab |
Yatak, döşek. * Atlama, sıçrama. |
visad(e) |
Dayanıp rahat edilecek yastık veya şilte. |
visâdenişin |
f. Yastığa yaslanıp oturan. |
vişah |
(Vüşâh) Eskiden kadınların mücevherlerle süsleyip boynundan ve koltukları altından bağladıkları enlice bez veya meşin parçası. |
visak |
Kuvvetli, kalın bağ. * Yeminle söz vermeler. Muahedeler. * Peyman. |
visal |
(Vasıl. dan) Vâsıl olma. Sevdiğine ulaşma. Kavuşma. Ayrılıktan kurtulma.(Fâni mevcudatın visali, madem fanidir, ne kadar uzun da olsa yine kısa hükmündedir. Senesi bir saniye gibi geçer. More… |
visam |
(Vesim. C.) Damgalılar. Alâmetlenmiş olanlar. * Güzel yüzlü olanlar. * Rastıklılar. |
vişam |
(Veşm. C.) Dövmeler. |
visata |
Kavim arasında şerefli ve aziz olmak. |
visaye |
Vasiyet etmek. |
vişaye |
Koğuculuk, dedikoduculuk, gammazlık. |
visl |
(C.: Evsâl) Benzer. Misil. * Uzuv, âzâ, organ. |
visme |
Bir boya otu. * Çivit yaprağı. |
vişn-ab |
f. Vişne şerbeti, vişne şurubu. |
visr |
Hüccet, delil. * Kadı sicili. * Ahd, söz, yemin. |
vita' |
Razı olma, rıza gösterme, uygun görme. |
vitae |
Ayak basmak. |
vitam |
Çulhaların beze sürdükleri nesne. |
vitamin |
Fr. Vücudda yokluğu bazı hastalıklara yol açan ve taze yiyeceklerde ve bazı meyvalarda bulunan organik madde. A, B, C, D, E gibi remizlerle gösterilen çeşitleri vardır. |
vitas |
Kazmak. * Kırmak. |
vitr |
Tek olan şey. Çift olmayan. Tenha. * Yatsı namazından sonra kılınan üç rekât namaz. * Kurban bayramından bir önceki gün. (Bak: Vetr) |
vizam |
Her nesnenin ağırlığı. * Başka birşeyle karışmış olan nesne. (Buğdayla karışmış toprak gibi.) |
vizare |
Yardım etmek. * Kuvvet vermek. |
vizite |
ing. Ziyaret. * Doktorun bir hastayı ziyareti. * Hekim ücreti. |
vizr |
Günah. * Yük. Ağırlık. * Silâh. * Sırta vurulan ağır yük. Yük götürmek. |
vokal |
İtl. Sesle anlatma. * İnsan sesinin müzikte kullanılması. * Gr: A, E, I, İ, O, Ö, U, Ü gibi sesli harfler. |
volkan |
Fr. Yanardağ. |
voyvoda |
Reis, subaşı, ağa gibi çeşitli mânalara gelen bir tabirdir.Voyvodalık Osmanlılarda Milâdi onyedinci asırda başlamıştır. Eyalet valileri ve sancak mutasarrıfları uhdelerine tevcih olunan More… |
vu'az |
(Vâiz. C.) Vâizler. Vaaz edenler. |
vücub |
Vâcib ve lâzım olmak. * Sâbit olmak. * Sukut ve vuku. * Sübut ve temekkün cihetiyle lâzım olmak. Bırakılması mümkün olmamak. * Güneşin batması. * Muztarib olmak. |
vücubî |
Vücuba ait ve onunla alâkalı. * Müsbet. |
vücud |
Varlık. Var olmak. Bulunmak. * Cesed, cisim, ten, gövde. |
vücudî |
Varlığa dair. Var olan şey ile alâkalı. |
vücuh |
(Vech. C.) Çehreler, yüzler, suretler. * Tarzlar. * Sebepler. * İmkânlar. * Münasebetler. * Kur'an-ı Kerim okunuşundaki farklar. * Bir memleketin ileri gelenleri. |
vücum |
Tiksinme, iğrenme. * Darılma, küsüp susma. * Göğüse vurma. * Kederli olma. |
vücür |
(Vicâr. C.) Arslan, ayı, kurt gibi vahşi hayvanların inleri. * Sel sularının oyduğu yerler. |
vüffed |
(Vâfid. C.) Temsilciler, elçiler. |
vufud |
Gelme, geliş. |
vüfud |
Erişme, gelme. * (Vâfid. C.) Elçiler, temsilciler. |
vufur |
Bolluk, çokluk, kesret. |
vüfur |
Çokluk, bolluk, kesret. * Tamam olma. |
vühub |
Çok fazla bağışta bulunan, çok bağışlayan. |
vuhufet |
Kılın yumuşak ve çok siyah olması. * Çok fazla kıllı oluş, çok kıllılık. |
vuhul |
(Vahal. C.) Çamurlu yerler. Bataklıklar. |
vuhuş |
(Vahş. C.) Vahşiler, yabaniler, ehlileşmemiş olanlar. |
vükelâ |
(Vekil. C.) Vekiller. Bakanlar. Nâzırlar. Kendilerine iş havale edilenler. |
vükne |
Kuş yuvası. |
vuku' |
Düşme, rastlama. * Olma, oluş. * Gidip çatma. * Bir hadisenin çıkış şekli, cereyânı. |
vukuat |
(Vak'a. C.) Vak'alar, hâdiseler. * Kavga. Yaralama gibi polisi alâkalandıran hâdise. * Normal dışında olan hâdiseler. |
vükub |
Yavaş yürüme. |
vukud |
Ateş alıp yanma. Tutuşma. |
vukuf |
Bir şeyi bilme. Öğrenmiş olma. * Bir hâlde kalma. * Durma, duruş. |
vukufdâr |
f. Haberi olan. Bilgili. |
vukuka |
Tavuk gıdaklaması. * Köpek havlaması. |
vükul |
Bir kimseyle birlikte bir işe girişme. İşbirliği. |
vükun |
(Vekn. C.) Kuş yuvaları. |
vükur |
(Vekr. C.) Kuş yuvaları. |
vülât |
(Vâli. C.) Vâliler. * Sâhib çıkanlar. * Koruyan, muhafaza edenler. |
vüleyd |
(Veled. den) Küçük çocuk. |
vülu' |
Bir şeye aşırı derece düşkünlük. |
vüluc |
Girme, sokulma, duhul etme. |
vülug |
Köpeğin su içmesi. |
vüreyd |
Çok küçük damar. |
vürka |
Siyahı galip olan bozluk. |
vüru' |
Korkaklık. |
vürud |
Geliş. Gelme. Vârid olma. Gelip yetişme. * Suya gitme. * (Verid. C.) Toplar damarlar. Siyah kan damarları. |
vüruk |
Yan yatma. |
vüruş |
Yemek yemek. * Ziyafet vermek. |
vüs' (vüs'at) |
Genişlik. Bolluk. * Fırsat. * Boş meydan. * Kuvvet, güç, tâkat. * Varlık, zenginlik. * Fls: Bir şeyin boşlukta doldurduğu yer. |
vusafa |
(Vasif. C.) Hizmetçiler, uşaklar. |
vüsema |
(Vesim. C.) Damgalılar, dağlanmış olanlar. * Güzel yüzlüler. * Rastıklılar. |
vuska |
(Bak: Vüska) |
vüska |
Çok kuvvetli ve sağlam olan. |
vusla |
Bir şeyi başka bir şeye ekleyen, bitiştiren şey. |
vuslat |
Visal. Sevdiğine kavuşma, ulaşma, bitişme. Bitiştiren. |
vusta |
(Müe.) Orta. Ortası. * Orta parmak. |
vusu' |
Kudret, tâkat, güç, kuvvet. |
vusub |
Dâim ve sürekli olmak. * Vâcip olmak. |
vüsub |
(Vesb - Vesib) Sıçrama, atlama. * Oturma. |
vüsüd |
(Visâde. C.) Yastıklar. |
vusuk |
(Visâk ve Vesâk. C.) Bağlar, râbıtalar. * Sözleşme yerleri. * Andlaşmalar. |
vüsuk |
Sağlam inanma. İtimad etme, güvenme. Muhkemlik, sağlamlık. ◊ Bağlar, râbıtalar. * Anlaşma ve sözleşmeler. |
vusul |
Ulaşma, erişme, varma, yetişme. |
vüşul |
Mal azlığı. * Zayıflık. |
vuu' |
Tilki. |
vuud |
Vaidler. Vâdeler. |
vuul |
şerefliler. * Kuvvetliler. |
vuz' |
Kadının temizliğinin sonunda hayızdan evvel hâmile olması. |
vüzera |
(Vezir. C.) Vezirler. (Bak: Vezir) |
vuzu' |
Hakir etme. Kendini, nefsini tezlil ve tahkir etme, küçümseme. ◊ Abdest alma. Abdest suyu. Abdest. |
vüzub |
Lüzumluluk, icab etme, gereklilik. ◊ Su gibi akma. |
vuzuh |
Açıklık. Açık ve anlaşılır şekilde olmak. Netlik. * Aydınlık. * Edb: İfadede açıklık. |
vüzur |
Tuzak. * Süprüntü sepeti. |
ya |
'Hey, ey! mânasında nida olarak kullanılır. Arapçada başına geldiği kelimenin i'rabını ötre okutur. Yâ-Halimu, Yâ-Rahimu da olduğu gibi. Yâ, terkibli kelimelerin başına gelirse; More… |
ya eyyühel hoto |
Ey vahşi, kaba dağ adamı! |
ya leyte |
Keşke, ne olurdu. |
ya'bub |
Hızla akan nehir. * Suyu çok olan ark. * Bulut. * Hızla giden at. ◊ Hızla akan nehir. * Suyu çok olan ark. * Bulut. * Hızla giden at. |
ya'fur |
(C.: Yaâfir) Tüyleri toprak renginde olan ceylân. * Ceylân yavrusu. * Gecenin beşte veya altıda bir bölümü. * Peygamberimizin merkebinin adı. |
ya'lul |
(C.: Yeâlil) Beyaz bulut. * Su üzerinde peydâ olan kabarcık. * Çift hörgüçlü deve. |
ya'mele |
İşe dayanıklı cins dişi deve. |
ya'mur |
(C.: Yeâmir) Bir nevi ağaç. * Oğlak. Kuzu. ◊ (C.: Yeâmir) Bir nevi ağaç. * Oğlak. Kuzu. |
ya'ni |
(Yâni) Bundan maksat, demek, demek isteniyor ki. |
ya'sub |
Arı beyi. * Emir, bey, reis. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm'ın bir atının ismi. * Atın alnındaki beyazlık. * Bir nevi kuş. |
ya'zid |
Acı marul. |
yab |
f. 'Yaften: Bulmak' mastarından emir kökü olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şifayab - Şifa bulan, iyileşen. |
yaban |
f. Çöl, sahra. |
yabani |
Yabana mensub. Issız yerlerde yaşıyan. Yabancı, alışmamış. |
yabende |
f. Bulan, bulucu. * Keşfeden, kâşif. |
yabis |
Kuru. |
yabnak |
f. Bulan, bulucu. |
yâd |
f. Anma. Hatırda tutma. Zikretme. * Hediye. * Hâtıra. * Hatır, gönül. * Uyanıklık. |
yad-bud |
f. Armağan, yâdigâr. |
yadbüd |
f. Hâfıza kuvveti. |
yaddar |
f. Hatırda tutan, unutmayan. |
yaddaşt |
f. Hatırda tutulan şey. Hâtıra. |
yade |
f. Hâtıra. |
yadigâr |
Hatıra. Bir kimseyi veya bir şeyi hatırlatan. |
yadkerd |
f. Hazırlama. |
yafe |
f. Saçma ve mânasız söz. |
yafes |
Hz. Nuh'un (A.S.) üçüncü oğlu. Tufandan sonra Hazar Denizinin kuzeyinde yerleşmiştir. |
yafte |
f. 'Bulunmuş, bulmuş, bulunan' mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeref-yafte - f. Şeref bulmuş. |
yafuf |
Turaç kuşunun yavrusu. |
yafuh |
Bıngıldak. Yeni doğan çocukların baş kemiklerinin arasındaki yumuşaklık. |
yağfirullah |
Allah mağfiret eyler, eylesin, günahlarını örtsün (meâlinde söylenir). |
yağma |
f. Zorla mal alma, çapul. * Bir Türk boyu. |
yağmager |
(C.: Yağmagerân) f. Çapulcu, yağmacı, zorba. |
yağmagerî |
f. Çapulculuk, yağmacılık. |
yah |
f. Buz. |
yah-aver |
f. Buzlu şerbet, buzlu su. |
yahamim |
(Yahmum. C.) Kara dumanlar. |
yahbeste |
Buz tutmuş, donmuş, buz bağlamış. |
yahçe |
f. Donmuş yağmur taneleri, dolu taneleri. |
yahmum |
(C.: Yahâmîm) Kara duman. * Tütün. * Kara nesne. |
yahmur |
Yaban eşeği. |
yahni |
f. Et yemeği, yahni. * Azık, zahire. * Pişmiş şey. |
yahpare |
f. Buz parçası. |
yahte |
f. Benzer, misil, eş, nazir. * Oda. * Küçük küp. |
yahtemil |
İhtimal. |
yahud |
f. İsterseniz, veyâ. İyisi. |
yahyah |
Beri gel demektir. |
yais |
(Ye's. den) Ümitsiz, kederli, me'yus. |
yakaza |
(Bak: Yakza) |
yakazan |
Uyanık kimse. * Tozu yükselen toprak. |
yakik |
Katı nesne. |
yakîn |
Şüphesiz, sağlam ve kat'i olarak bilmek. |
yakînen |
Hiç şübhesiz olarak, kat'i surette. |
yakînî |
Şüphe edilmeyecek ilmî halde, hiç şeksiz bilinmeğe dair. |
yakîniyyât |
Yakînî bir surette bilinenler. |
yakitî (yakutî) |
Kırmızı üzüm. |
yakiz |
(C.: Eykâz) Uyanık. |
yaktîn |
Kabak, kavun ve karpuz gibi dalları yerde yayılan bir nebat adı. |
yakut |
Çeşitli renkleri olan kıymetli bir süs taşı. |
yakza |
Uyanıklık. Dikkatte olma. |
yakzân |
Uyanık. |
yakzaten |
Uyanık olarak. Şuurlu ve dikkatli surette. |
yâl |
f. Kuvvet, güç. Boyun, gerdan. |
yâl ü bâl |
Boybos düzgünlüğü. |
yalak |
Hayvanların su içmelerine mahsus içi oyuk kütük veya taş. Çeşmelerin musluğu altına konulan tasa da bu ad verilir. |
yalan |
(Bak: Kizb) |
yaldiz |
t. Cilâ. * Parlatmağa yarıyan şey. |
yale |
f. Sığır boynuzu. |
yalmend |
f. Aile reisi. Aile başkanı. |
yalvane |
f. Kırlangıç kuşu. |
yam |
f. Posta beygiri. |
yamak |
Yardımcı, yardak, muavin. |
yamur |
Başının ortasında bir sürü boynuzları olan bir cins geyiğin erkeği. |
yan |
f. Hastanın sayıklaması. |
yanesun |
Anason otu. |
yani' |
Kıvama gelmiş, olmuş. Pişkin. |
yankesici |
Biçimine getirerek insanın üzerinden gizlice birşey çalan hırsız. |
yâr |
f. Dost, ahbab, tanıdık. * Yardımcı. * Âşık. Mâşuk, sevgili. |
yara |
f. Güç, kuvvet, kudret, takat. |
yârân |
f. Dostlar. Sâdık arkadaşlar. Sevgililer. |
yarane |
f. Dostça. |
yâre |
f. Bilezik. ◊ Yara. |
yarek |
f. Dölyatağı. Meşime. |
yârî |
f. Yardım. * Dostluk. |
yari ümmi |
Yazıyı tam yazamayan. * İlmi daha ziyade ilhama istinad eden. |
yarmend |
f. Dost, muin, yardımcı. |
yarres |
f. İmdada yetişen. |
yasemin |
f. Güzel kokulu, beyaz ve güzel çiçekler açan sarmaşık cinsinden bir ağaç. |
yasib |
Yeşim taşı. |
yasif |
Yeşim taşı. |
yasin |
Yâ Seyyid yâ insan gibi muhtelif manalar rivayet edilir. Şifredir Hazret-i Peygamber'in (A.S.M.) fıtraten, hilkaten, edeben ve ahlâken en yüksek olduğu herkesçe bilindiğinden bu isim More… |
yasin suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 36. suresinin ismidir. Mekkîdir. |
yasir |
Sol tarafa giden. |
yâve |
f. Hezeyan. Yalan. Yaygara. Saçma sapan söz. * Sahipsiz hayvan. |
yâve-gû |
(C.: Yâve-guyân) f. Saçmasapan konuşan, saçmalayan. |
yâver |
f. Yardımcı. Mededkâr. İmdatçı. * En yakın memur. * Devlet büyüklerinin yanında bulunan en yakın memur. |
yâverân |
(Yâver. C.) f. Yâverler. Yardımcılar. |
yâverî |
f. Yâverlik, yardımcılık. |
yavuz |
şiddetli yanan. * A'lâ, fevkalâde. * Pek sert. |
yazdeh |
f. Onbir. |
yazdehüm |
f. Onbirinci. |
ye'cüc ve me'cüc |
Kısa boylu olacakları söylenen ve Kur'an-ı Kerim'de bahsi geçen ve ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin ismi. |
ye's |
Emelinden kesilmek. Ümidsizlik. Nevmid olmak. Matlubunun hâsıl olmasına ümidini kesmek. |
ye's-aver |
f. Ümitsizlik veren. Me'yus eden. ◊ f. Ümitsizlik veren. Me'yus eden. |
yeakib |
(Ya'kub. C.) Erkek keklikler. |
yealil |
(Ya'lul. C.) Suları berrak ve saf akan göller. * Beyaz bulutlar. * Su üzerinde meydana gelen kabarcıklar. * Çift hörgüçlü develer. |
yeasib |
(Ya'sub. C.) Reisler, başkanlar, başlar. * Arıbeyleri. |
yebab |
f. Yıkık, bozuk, harap, virâne. |
yeban |
f. Sahra, çöl. * Issız ve tenha yer. |
yebani |
f. Görgüsüz, kaba. * Yabâni, kırlarda biten. * Sıkılgan, ürkek. (Bak: Yabani) |
yebes |
Sonradan kuruyan yaş mevzi. |
yebrem |
Gelberi ismiyle bilinen bir cins demir kürek. |
yebs |
Islak şeyin kuruması. |
yebuset |
Kuruluk, nemsizlik, rutubetsizlik. |
yed |
El. * Mc: Kuvvet, kudret, güç. * Yardım. * Vasıta. * Mülk. |
yedan |
Eller. İki el. |
yedeyn |
İki el. |
yediyy |
El ile dokunmuş. |
yedullah |
Cenab-ı Hakk'ın kudreti, yardımı. |
yefa' |
Yüksek yer. |
yefen |
Bunak adam. |
yeftenc |
Sevgililerin zülüfü kendisine benzetilen siyah renkli büyük bir yılan. |
yegân |
f. (Yek. C.) Birler. Tekler. Teker teker. |
yegân yegân |
f. Ayrı ayrı. Birer birer. |
yegâne |
Tek, bir. |
yegâne-gî |
f. Teklik, yegâne ve tek oluş. |
yegden |
f. Birden, birdenbire. |
yegus |
Nuh Aleyhisselâm'ın kavmine ait bir put. |
yehhir |
Katı ve sert taş. * Serap. |
yehma |
Sahra, çöl. |
yehmum |
Kömür gibi simsiyah olan şey. * Zifir ve kara duman. * Cehennem ahalisini ihata eden perde. |
yehmur |
Çok sözlü, çok konuşan adam. * Çok çalışkan ve işe cür'etli olan kişi. * Yeri götüren balık. |
yehr |
İnat etmek. |
yehud |
Yakub (A.S.) ın büyük oğlunun adıdır. (Bak: Ya'kub) |
yeis |
(Ye's) Ümitsizlik. (Bak: Ye's, Himmet) |
yek |
f. Bir, münferid. * Bir oluş, birlik. |
yek-âvâz |
f. Tek sesli, bir sesli. * Mc: Bir tarzda, bir şekil üzerine. * Edb: Başından sonuna kadar aynı kuvvette güzel olan manzume. |
yek-dü-se |
f. Bir-iki-üç. ◊ f. Bir-iki-üç. |
yekâyek |
f. Birer birer. Tek tek. * Ansızın. |
yekbar |
(Yekbâre) f. Bir defa, bir kere. Bir defada. |
yekçeşm |
Tek gözlü. * Âhir zamanda gelecek olan Deccal'ın bir ismi. 'Sadece dünya hayatını şiddetle isteyip âhireti unutan ve inkâr eden' meâlinde mecazen söylenilmiştir. * Güneş. More… |
yekcins |
f. Aynı cinsten. |
yekdane |
f. Eşi, benzeri olmayan. Tek. |
yekdem |
f. Bir nefes, çok az, çok kısa. |
yekdest |
f. Bir elli, tek elli. * Bir çeşit, bir cins. * Eskiden yapılmış bir çeşit rende. |
yekdiğer |
Bir başkası. |
yeke |
f. Yalnız, bir, tek. |
yeknesak |
Devamlı aynı halde olan. Biteviye. Değişmez bir hal. |
yekpa |
f. Tek ayaklı. Topal. |
yekpare |
Tek parçadan meydana gelen. Bütün. Parçasız. |
yekreh |
f. Riyasız, doğru. |
yekrişte |
f. Uygun, muvafık, yaraşır. * Şefkatli. |
yekru(y) |
f. İki yüzlülük yapmayan, riyasız. * Hâlis ve itimad edilir dost. |
yekruz |
f. Bir günlük. Geçici, muvakkat. |
yeksal |
f. Bir yıllık. Bir yaşında. |
yeksan |
Beraber. Bir. * Düz. * Her zaman. |
yekşebe |
f. Bir gecelik. |
yekser |
f. Baştan başa. * Ansızın. * Yalnız başına. |
yeksüvare |
(C.: Yeksüvârân) Yalnız başına ata binen. * Mc: Arkadaşı olmayan kimse. |
yekta |
Tek, yalnız, eşsiz. * Bir kat. |
yektene |
f. Tenha, yalnız başına. |
yekûn |
'Toptan, hepsi. Netice. Toplam. (Arapçada; olur-oluyor mânâsınadır)' |
yekvücud |
Tek kişi gibi. Hep birden. |
yekzeban |
Söz birliği. Ağız birliği. Sözde beraberlik. * Aynı dili konuşan. Bir dilde. |
yel |
(C.: Yelân) Pehlivan. şampiyon. |
yelan |
(Yel. C.) f. şampiyonlar, pehlivanlar. |
yelda |
f. Uzun. |
yele |
f. Kuvvetle saldıran. * Otlağa salınmış hayvan sürüsü. * Koşan, koşucu, seğirten. * Bazı hayvanların ensesindeki kıllar. |
yeleb |
Beyaz deve. * Polat demir. * Toplamak, cem'etmek. * Deriden yapılmış cübbe, zırh ve gömlek. * Kalkan. |
yelek(a) |
Her nesnenin beyazı. * Beyaz keçi. |
yelel |
Üst dişlerin kısa olması. |
yelem |
Aslâ yemişi olmayan sert ve katı ağaç. |
yelemlem |
Deri. * Bir yerin adı. (Yemenliler ihramı orada giyerler.) |
yelended |
Etli, semiz kimse. |
yelma' |
Yalancı. * Serap. |
yelmek |
(C.: Yelâmık) Kalın kaftan. |
yelpez |
Yelpaze. * Serinletmek için el ile havalandırma âleti. |
yeltenmek |
t. Bir şeye başlamağa niyet etmek. Teşebbüse kalkışmak. Özenmek. Taklide çalışmak. |
yemame |
Ehlî güvercin. |
yemen |
Arap diyarında bir vilayet ismi. |
yemhur |
Uzun boylu adam. * İt sineği. |
yemin |
Sözü Allah'ı (C.C.) zikrederek kuvvetlendirmek. Kasem. * El tutuşarak, Allah'a bağlılıklarını bildirerek, Allah'a ve birbirlerine söz vererek ahitleşmek. * Mübarek. * Sağ More… |
yemm |
Deniz, bahir, derya, umman. * Güvercin kuşu. |
yen' |
Yemişin olgunlaşması. |
yenabi' |
(Yenbu'. C.) Kaynaklar, pınarlar, çeşmeler. * Kedi yavruları. |
yenarik |
Yassı bilezik. |
yenbagi |
Münasib, uygun, şâyân. Lâzımgelir, icab eder, gerekir. |
yenbu' |
(C.: Yenâbi) Pınar, kaynak. * Kedi yavrusu. |
yenbub |
Dikenli bir ağaç. |
yengeç |
t. Çok ayaklı ve yan yan yürüyen, başının iki tarafında iki kıskacı olan deniz veya durgun sularda yaşayan bir küçük hayvan. |
yenhub |
Korkak. |
yenme |
(C.: Yünem) Bir nevi ot. |
yera |
(Yerâa. C.) Yontulmamış kamış kalemler. Kamışlar. * Ateşböcekleri. |
yera' |
Sığır buzağısı. |
yeraa |
(C.: Yerâ) Kamış düdük. * Yontulmamış kalem. |
yerabi' |
(Yerbu'. C.) Tarla fareleri. |
yerbu' |
(C.: Yerabi') Arap tavşanı adı verilen yaban faresi. |
yerekan |
Sarılık hastalığı. * Ekin âfetlerinden bir âfet. |
yerer |
Katı ve sert nesne. |
yerhum |
Erkek kartal. |
yerku' |
Şiddetli açlık. |
yerma' |
(C.: Yerâmi) Alçı taşı. |
yerun |
Ağu, zehir. * Aygır suyu. |
yesag |
f. Kanun, nizam. * Yasak. |
yesar |
Sol, sol el. * Varlık, zenginlik. * Gençlik. * Bolluk. * Kolaylık. |
yesaret |
Zenginlik. * Kolaylık. |
yesarî |
Sola ait. Sol ile alâkalı. |
yesbehun |
Yüzerler. (manasında) |
yeser |
Kolaylık, sühulet. * Birinin sağ tarafından gelme. * Yün, ip gibi şeyleri bükme. |
yesir |
Az şey, az, kalil. * Kumarbaz. * Kolay. |
yeşk |
f. Köpek dişi adı verilen sivri diş. |
yesr |
Öldürmek. |
yesrib |
Medine-i Münevvere'nin müslümanlıktan evvelki ismi. (Bak: Medine) |
yessir |
Kolaylaştır (meâlinde duâ). |
yesteur |
Medine yakınında bir yer. * Deve sağrısına yapılan palas. * Belâ. * Bâtıl. * Misvak ağacı. |
yesur |
Kumarbaz. |
yetama |
(Yetim. C.) Yetimler. Babaları ölmüş çocuklar. |
yetem |
(Bak: Yütm) |
yetim |
Babası ölmüş olan çocuk. * Tek, eşsiz, yalnız. (Çocuk baliğ olduktan sonra yetimlik ondan kalkar. Anası ölene ise daha çok öksüz denir.) |
yetim-hâne |
f. Yetim çocukların bakılıp beslendiği yer. |
yetime |
Yetim kız. * Eşsiz. |
yetn |
Doğum ânında çocuğun ayaklarının evvel çıkması. |
yetu' |
Sütleğen otu. |
yeuk |
Nuh Aleyhisselâm'ın kavminin putlarından bir putun ismi. |
yeus |
(Ye's. den) Ümitsiz, ümidi kesilmiş, me'yus. |
yevm |
Gün. Yirmidört saatlik zaman. * Sene. * Asır. Devir. * Devre. |
yevmen fe yevmen |
Günden güne, gittikçe. |
yevmî |
Günlük. Güne ait. |
yevmiye |
Gündelik. Bir günlük çalışmanın neticesi alınan ücret. * Günlük hadiseleri günü gününe kaydetmeğe yarıyan defter, gazete. |
yez |
f. Bağ, bahçe, tarla vs. gibi arazilerin etrafına çekilen dikenli çalı. Çit. |
yezdan |
f. Cenab-ı Hak. * (Mecusilerce): Hayırları yaratan hayır ilâhı dedikleri mevhum mâbud. |
yezdanî |
İlâhî. Yezdan'a ait ve müteallik. |
yezek |
f. Bekçi, gece bekçisi. |
yezid |
(Hic: 26-64) Hz. Muaviye'nin (R.A.) oğlu ve Emeviye Devletinin ikinci halifesi. Şam'da doğdu. Zamanında Kerbelâ hâdise-i elîmesi meydana geldi. |
yoga |
Bâtıl Hind felsefe sistemi. Bunlar tam bir dalgınlık ve hareketsizlik ile ve çile çekmekle gayelerine ulaşacaklarını sanarlar. |
yogi |
Hindistan'da çilecilere (yogalara) verilen isim. |
yordam |
t. Edâ. * Alâyiş, tantana, debdebe. * Meleke, çalım, çeviklik, alışkanlık, yatkınlık. Çabukluk. |
yorum |
Uydurma bir kelimedir. (Bak: Tefsir) |
yorumlamak |
(Bak: Tefsir etmek) |
yübs |
Kuruluk. |
yübuset |
Kuruluk. |
yuce |
f. Damla, katre. |
yüdi |
(Yed. C.) Eller. |
yûdlûn |
Tarhun otu. |
yug |
f. Boyunduruk. |
yuh |
(Yuhâ) Güneşin isimlerindendir. * Türkçede, birisine karşı hakaret için söylenen kelimedir. Kalabalıkla haykırılan hakaret kelimesidir. Buna 'yuha çekmek' denir. |
yuhanna |
Hz. İsa'nın (A.S.) havarilerinden birisidir. İncillerden birisini yazmıştır. İbranicede Yahya mânasına gelir. Yuhannes, Ohannes, Con (Fr. Jan) denir. |
yümkin |
Olabilir, mümkün olur. |
yümn |
(Yümün) Kuvvetli, uğur, bereket. |
yümna |
Sağ taraf, sağ el. |
yümne |
Yemen alacalarından bir alaca kumaş. |
yümnî |
Uğura, berekete ait. Uğurlu. |
yümum |
(Yemm. C.) Denizler. |
yürna |
Kına. |
yüscan |
Yeşil taylasanlar. |
yüsr (yüsür) |
Kolaylık. Genişlik. Rahatlık. Zenginlik. Gına. Refah. |
yüsra |
Sol taraf. Sol el. (Eyser'in müennes) |
yüsret |
Kolaylık, sühulet. Rahat. |
yüsrug |
Ot arasında olan kırmızı bir böcek. |
yüsur |
Ekşi yüzlü olmak. |
yüsür |
Kolaylık, sühulet, yüsr. |
yütm |
(Bu kelime esasen infirad mânasına gelir) |
yüus |
(Ye's. C.) Yeisler, ümitsizlikler, kederler. |
yuz |
f. Kaplanı andırır yırtıcı bir hayvan, pars. |
yuze |
f. El açan, dilenci. |
za |
(-Zây) f. ' Doğuran' anlamına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Nâdire-zâ - Nâdir şeyler yapan, bulunmaz şey meydana getiren. ◊ Zı harfinin bir adı. |
za'ar |
Zâlim kimse ki herkes ondan korkar. |
za'b |
Def'etmek, kovmak. * Doldurmak. ◊ Avaz, ses, savt. * Bacanak. |
za'bel |
(C.: Zeâbil) Karnı büyük, boynu ince olan çocuk. |
za'bub |
Kısa boylu fena adam. |
za'c |
Koparmak. |
za'f |
Zayıflık. Kuvvetsizlik. İktidarsızlık. ◊ Derhal, hemen öldürmek. |
za'feran |
(C.: Zeâfir) Güzel kokulu meşhur bir çiçek. |
za'fî |
Zayıflığa aid. Kudretsizliğe, cılızlığa dair. |
za'fiyyet |
Zayıflık, dermansızlık, güçsüzlük. |
za'k |
Çağırmak, bağırmak. |
za'm |
Kelâm, söz. |
za'n |
Göçmek. |
za'r |
Bedende kılın az olması. ◊ Meyletmek, eğilmek. |
za't |
Boğmak. Boğazlamak. |
za'za' |
Bir şeyi parça parça etmek. * şiddetle esen yel. |
za'zaa |
Doldurmak. * Ayırmak. * Rüzgâra savurmak. ◊ şiddetle hareket ettirmek, sarsmak. |
zaaf |
(Bak: Za'f) |
zaal |
Şâdlık, neşeli oluş, neşat. |
zaan (ziân) |
Deve üstüne mahfe bağladıkları ip. |
zaar |
şiddetli korku. |
zaarre |
Kişinin ahlâk ve huyunun kötü olması. |
zaazi' |
(Za'zaa. C.) Sarsmalar, ırgalamalar. |
zab |
(Zevben - Zevebânen) Eriyen, erimiş, eridi. |
zab' |
Sırtlan. |
zabab |
Rutubetli duman. Sis. |
zabazib |
Devenin çok acıktığında karnının ötmesi. |
zabb |
Kertenkele, keler. |
zâbih |
(Zebh. den) Boğazlayan, kesen. Kurban kesen. |
zabil |
Kısa boylu. |
zâbit |
(C.: Zâbitân) Askere kumanda eden rütbeli asker. * Kuvvetli, yavuz. * Zabteden. Başkalarını zabtedip idare etmeğe memur olan. * Subay. * Mc: Dediğini yaptıran, tuttuğunu koparan kimse. |
zabit |
Mahkeme, meclis gibi yerlerde söylenenlerin olduğu gibi yazılmışı. * Alâkalılarca yazılarak karşılıklı imzalanan, karşılıklı anlaşmayı bildiren yazı. * Yazı varakası. * Birçok kimselerce More… |
zâbita |
Yurt içinde emniyet ve intizamı korumakla vazifeli devlet kuvveti, polis. * Fık: Bütün hususlara şâmil olmayıp yalnız bir hususa ve onun teferruatına şamil olan hususi kaideye denir. Kanun More… |
zâbitân |
(Zâbit. C.) Zâbitler. Subaylar. |
zabt |
Zabt etmek. İdâresi altına almak. * Sıkıca tutmak. Kendine mal etmek. * Kavramak. * Kaydetmek. Hülâsasını yazmak. * Bağlamak. |
zabt u rabt |
Disiplin, âsâyiş, düzen. * Hüsn-ü tedbir ve basiret ile muhâfaza. |
zabt-nâme |
f. Hâdise veya vak'a yerinde alâkalı kimselerin hâdisenin oluş şeklini imzâ altında kaydettikleri kâğıt. Zabıt tutulan kâğıt. |
zabtiyye |
Jandarma veya polis kuvveti. Memleket içi âsâyiş ve intizamı te'min maksadı ile çalışan hükümet kuvveti. |
zabtiyye nâziri |
Emniyet genel müdürü. |
zabtiyye nezareti |
Emniyet Umum Müdürlüğü'nün eski ismi. |
zabu' |
(C.: Zıbâ) Sırtlan. |
zaby |
Geyik, karaca, gazâl denen hayvan. |
zabyan |
Ağaç. |
zabzab |
Men'etmek, engel olmak. * Ayıp. * Zahmet. Maraz, hastalık. |
zac |
Kara boya. |
zacc |
Cenk arasında medet istemek. Savaşta yardım istemek. |
zacir(e) |
Mâni olan, alıkoyan, yasak eden. Zecreden. Zorlayan. |
zad |
f. 'Doğma, doğmuş, evlâd' mânalarına gelerek birleşik kelime yapılır. Meselâ: Mâder-zad - Anadan doğma. Nev-zad - Yeni doğmuş. ◊ Azık. Yolda yenecek veya içilecek |
zade |
f. Evlâd, oğul. * İyi insan. * Nikâh neticesi olmuş çocuk. * Kelime sonuna getirilerek birleşik kelimeler de yapılır. Meselâ: Şah-zade (Şehzade) - Padişah evlâdı. ◊ (Ziyâdet. |
zadegân |
f. Asâlet. * Temiz ve meşhur soydan olan. Tanınmış ve temiz âileden olan. Aristokrat. * Meşhur ve belli âileler cemaatı. |
zadegî |
f. Asillik, soy temizliği, zadelik. |
zadellah |
Allah ziyade eylesin, artırsın (meâlinde dua). |
zaden |
f. Doğmak, doğurmak. |
zafair |
(Zafire. C.) Örülmüş saçlar. |
zafar |
Yemen diyarında bir şehrin adı. |
zafer |
Muvaffak olma, maksada erme. Bir çok uğraşmadan sonra maksada erişme. * Düşmanı yenme, üstün gelme. Başarma. |
zafer-yab |
f. Muzaffer olan, muvaffakiyet gösteren. Üstün gelen. Gayesine erişen. |
zafere |
Göze inen perde. |
zafir |
Zafer bulan. Zafere erişen. ◊ Galib gelmiş olan. |
zafire |
Yar, yoldaş. * Kavim. Kabile. ◊ Kapı perdesi. |
zafr |
(Bak: Zufr) |
zafre |
Çukur yer. |
zag |
(C.: Ziygan) f. Karga ve kuzgun. * Fitneci, gammaz. |
zag-beçe |
f. Karga yavrusu. Yavru karga. |
zagafe |
(C.: Züguf) Nazik, yumuşak gömlek. * Geniş nesne. |
zagain |
(Zagine. C.) Kinler, nefretler. |
zagak |
Kızılcık yemişinin çekirdeği. |
zagan |
f. Çaylak. |
zagar |
Av köpeği. |
zagine |
(C.: Zagain) Kin, nefret. |
zagt |
Bir şeyi bir yere zorla sokma, girdirme. |
zagzag |
Zayıf nesne. |
zagzaga |
Mânâsız söz. * Bir nesneyi gizlemek. |
zaha |
Çirkin kokulu, pis kokulu. |
zahair |
(Zahire. C.) Zahireler. Yiyecek, hububat gibi şeyler. |
zahar |
Arka ağrısı. |
zahara |
Ev eşyası. |
zahf |
(C.: Zuhuf) Ayaklarını sürüyerek yürüme. Sürünerek yürüme. * (Çocuk) emekleme. * Askerin, düşmana karşı emekliyerek ilerlemesi. |
zahh |
Hışım ve gadap etmek, öfkelenmek, kızmak. * Kovmak, def'etmek. |
zahib |
(Zehâb. dan) Giden, gidici. * Bir zanna kapılan. Bir fikre uyan. |
zahid(e) |
(Zühd. den) Tas: Borç olan ibadetlerden, aslî vazifelerden başka dünya süs ve makamlarından feragat eden kimse. Sofi. Müttaki. Zühd ve perhizkârlıkla muttasıf. |
zahidâne |
f. Zahide yakışır surette. Ehl-i takva gibi. |
zahif |
Nişandan beri düşen ok. * (C.: Zâhifât) Yılan gibi karnı üzerine sürünerek yürüyen. ◊ Kibirli, mağrur. |
zahife |
(C.: Zevâhif) Sürüngenler, (yılan gibi) yerde sürünenler. |
zahih |
Ateş közünün parlaması. |
zahik |
Berbat, perişan, helâk olmuş. * Bâtıl. Köhne. |
zahil |
Sıkıntıdan sonra yüreği feraha erişen. * Unutan. ◊ (Zühul. den) İhmal eden. Unutan. ◊ Zakkum ağacı. |
zahir |
(Zuhur. dan) Görünen, âşikâr olan. Açık, belli, meydanda olan. * Görünüşe göre. * Şüphesiz. * Suret. Dış yüz. Görünüş. * Anlaşılan. * Meğer. Galiba. Zannederim. Elbette. ◊ More… |
zâhir-perest |
f. Bir şeyin iç yüzüne, hakikatına kıymet vermeyip görünüşüne kıymet veren. Dış yüzüne ehemmiyet veren. İç yüzüne aldırış etmeyip, hakikatını bilemeyen. |
zahire |
Dışarı fırlamış olan göz. * Günün yarısında devenin otlamaktan gelmesi. ◊ (Zahâyir) Öğle vakitleri sıcaklığın çok olduğu vakitler. ◊ Anbarda saklanan yiyecek, hububat. More… |
zâhiren |
Görünüşe göre. Meydanda olduğu gibi. Göründüğü gibi. |
zâhirî |
(Zâhiriyye) Görünüşte olduğu gibi. Zâhire âit ve müteallik. Asıl ve hakiki olmayan. * Zâhiriyyun mezhebine âit olan. (Bak: Zâhir) |
zâhiriyyat |
Dış görünüşler. |
zâhiriyyun |
Görünüşe göre hükmedenler. İç yüzünü, hakikatını iyi bilmeyenler. Ehl-i zâhir olanlar. Zahirciler, dış görünüşe aldananlar, dışa yansıyan yönlere göre hüküm verenler. |
zâhit |
(Bak: Zâhid) |
zahk |
Hastalıktan dolayı tilkinin tüyü dökülüp derisi açılması. |
zahl |
Öç. İntikam almak. * Düşmanlık, adâvet etmek, kin tutmak. |
zahm |
Galebe etmek. * Omuz vurmak. * Sıkıştırmak. * Tazyik. ◊ Yara, ceriha. ◊ İri. |
zahmdar |
f. Yaralı, mecruh. |
zahme |
f. Vurma, darbe. * Yara, ceriha. * Üzengi kayışı. |
zahmet |
Sıkıntı, eziyet. Yorgunluk. * Zor, güç. |
zahmhurde |
f. Mecruh, yaralı. |
zahmin |
f. Yaralı, mecruh. |
zahmkâr |
f. Yaralayıcı, yara açan. |
zahmnak |
f. Yaralı, zahmzede, mecruh. |
zahmres |
f. Yara açan, yaralayıcı. |
zahmzede |
f. Yaralı. Mecruh. |
zahr |
(C.: Zuhur-Ezhâr) Binek devesi. * Kuş yeleklerinin kısa tarafı. * Kara yolu. * Sırt, arka. * Yüksek yer. * Kur'an'ın lâfz-ı şerifi. * Haber. |
zahrî |
(Zahriyye) Arkaya âit, arka ile alâkalı. * Bir kâğıdın arkasına yazılan yazı, şerh. |
zahzah |
Uzak, baid. |
zahzaha |
İkrar etme, uzaklaştırma. * Uzak, baid olma. |
zai' |
Yayılmış olan. Dağılmış olan. Herkesçe bilinen şey. |
zaib |
Eriyici, eriyen. |
zaid |
Artan. Fazlalık. İlâve olunmuş. * Lüzumsuz, gereksiz. * Gr: Te'kid için söylenen. *Mat.: Müsbet işareti, artı. (+) (Bak: Harf-i zâid) |
zaif |
(Za'f. dan) Güçsüz, iktidarsız, kuvveti az, kuvvetsiz, tâkatsız. Kansız. Gevşek, tenbel. ◊ Kalp, eksik akçe. |
zaik |
Tadan, tadıcı, lezzet alan. Zevklenen. |
zaika |
(Zevk. den) Tatma, tad alma. Tad alıcı kuvvet, tad duyurucu hassa. |
zail |
(Zâile) Geçen, geçici.Devamlı olmayan. Tükenen. |
zailat |
(Zâil. C.) Zâil olan şeyler. |
zaim |
(Zeâmet. den) Zeâmet sahibi. Kefil. * Prens. Şef, lider. |
zaine |
(C.: Zuun-Zaâyin-Zâân-Ez'ân) Mıhfe içinde olan kadın. |
zair(e) |
Ziyaret eden, ziyaretçi. Hatır sormaya, görmeye giden. * Seyirci. |
zait |
(Bak: Zâid) |
zak |
f. Dölyatağı, meşime. Rahim. ◊ Pak, arı, temiz. |
zak-dan |
f. Döl yatağı, rahim. |
zaki |
(Zâkiyye) Saf ve temiz kimse. Hareket ve davranışları düzgün olan kişi. ◊ Güzel kokulu, keskin kokulu. |
zakine |
(C.: Zevâkın) Enek çukuru. |
zâkir |
Zikreden, zikredici. * Hafızası kuvvetli. * İlâhiler okuyan. Çok çok duâ ve Esmâ-i İlâhiyeyi okuyan. * Tekrar eden. |
zâkire |
Andıran, hatırlatan, hatıra getiren şey. |
zâkirûn (zâkirîn) |
Zikredenler. |
zakkum |
Cehennem'de bir ağacın ismi, cehennemliklerin yiyeceği. * Gösterişi güzel, çiçekli ve zehirli meyvesi olan yâsemine benzeyen bir bitki ismi. |
zakm |
Yemek, ekl. |
zakn |
Yükletmek. |
zakna' |
Uzun. * Kaba, yoğun. * Eğri. |
zakt |
Cima etmek. |
zakv |
Çağırıp bağırmak. |
zakzak |
Yeynicek, hafif. * Bir karınca cinsi. |
zakzaka |
Çocukların oynayıp sıçramaları. |
zal |
İhtiyar. Ak sakallı. * f. İranlı meşhur kuvvet ve pehlivanlık senbolü Rüstemin babasının adı. 'Dal-i Mu'ceme ve 'Zel' de denir. |
zal' |
Eğilmek, meyl etmek. * Dar olmak. * Davarın ağır yük getirmekten dolayı yürürken iki yanına eğilmesi. |
zalal |
Gölge eden. Gölge olan. |
zalâm |
Karanlık. Zulmet. |
zalef |
Kum ve taş olmayan sağlam yer. |
zaleme |
(Zâlim. C.) Zâlimler. |
zalf |
Men'etmek. Nefsini bir işe rağbet ve teveccühten men etmek. * Mübah şey. * Bâtıl. * Şiddet. * Beyhude. |
zali' |
(C.: Zulu') Eğri, meyilli. * Müttehem kimse. Töhmetli. * Aksak hayvan. ◊ Geniş, bol, vâsi. |
zalif |
Çok hor, çok hakir kimse. |
zalifen |
Birisinin izine uyup gitmek. * İzini gizlemek, belirsiz etmek. |
zalik |
Giden, gidici. |
zalik(e) |
Bu, şu, o. Kezâlik. Böylece. |
zalil |
Gölgeli. |
zalim |
(C.: Zılem-Zılmân) Deve kuşunun erkeği. * Kaymağı alınmadan içilen süt. * Hiç bozulmamış yerden kazılan toprak. |
zâlim(e) |
Zulmeden, haksızlık eden. |
zâlimâne |
f. Zâlim olana yakışır şekilde. Zulmeder surette. Zâlimce. |
zâlimîn |
(Zâlim. C.) Zâlimler, zulmedenler. |
zâlimûn |
(Zâlim. C.) Zulmedenler. Haksızlık edenler. Zâlimler. |
zallam |
(Zalûm) Çok zulmeden. Çok zâlim. |
zalm |
Kar. * Diş beyazlığı. |
zalma |
(C.: Zulem) Karanlık. |
zalûm |
Çok zulmeden. Çok zâlim. |
zam |
(Bak: Zamm) ◊ Ayıp. |
zama |
Diş etinin kanının az olması. |
zama' |
Susuzluk. |
zamaim |
(Zamime. C.) İlâveler, ekler. Artırmalar. |
zamair |
(Zamir. C.) Zamirler. Bir şeyin iç yüzleri. * İsim yerine kullanılan kelimeler. |
zaman |
Kefil olma, kefillik. Bir şeyin mislini veya değerini vermek üzere zarara karşı kefil olma, garanti. ◊ (Bak: Zeman) |
zamanet |
Kötürümlük. |
zamih |
Somak ağacı. ('Tadım' da denir) |
zamile |
(C.: Zevâmil) Yük hayvanı. * Küçük yük. |
zamime |
Ek, ilâve. Artırma, katma, ekleme. |
zamin |
Ödeyen. Kefil. Tazmine mecbur olan. ◊ Tazmin eden. Kefil olan. ◊ Hasta ve kötürüm kimse. |
zamir |
'Bir şeyi gizlemek. * İç. * Huk.:Bir şeyin iç yüzü. * Niyet. * Vicdan. Kalb. * Gaye. * Gr: Mütekellim, muhatab ve gaibe delâlet eden ve bunların makamına kaim olan rumuzat harfleri ve More… |
zamm |
Bir şeye bir şeyi ekleme. Artırma. Katma. Fazla olarak verme. * Kenarlarını bitiştirme. *Gr: Bir harfin zammeli (ötreli) okunuşu. |
zamme |
Ötre o, ö, u, ü, diye okunan harfin harekesi. |
zammetân (zammeteyn) |
İki zamme. |
zampara |
(Aslı 'zenpare'dir) Kadınlar peşinde dolaşan ahlâksız erkek. |
zamya |
Yufka dudaklı. * Yufka kapaklı. * Dişinin etleri boz olup kanı az olan kimse. |
zamyan |
Palamut ağacına benzer bir ağaç. (Necid bölgesinde olur.) |
zamzam |
(C: Zamâzim) Büyük ve kuvvetli arslan. * Gadaplı ve kızgın kimse. |
zan |
(Bak: Zann) ◊ Ayıp. |
zanbur |
(Bak: Zünbur) |
zangoç |
(Ermenice) Kilisenin hizmetlerini gören ve çan çalan kimse. |
zani(ye) |
Zina eden. Meşru olmayan nikâhsız cinsî münasebette bulunan. |
zanin |
Suç işlediği zannedilen kimse. Töhmetli, suçlu kimse. ◊ Cimri, bahil ve hasis olan. |
zaniye |
(Bak: Zani) |
zank |
Dar yer. Dar şey. * Darlık, sıkıntı. |
zankâ' |
(Bak: Dankâ') |
zânn |
Zanneden. Sanan. Zannedici. |
zann |
şüphe. Zannetmek, samak. Sezme. |
zannî |
Zanna ait, zanna dâir ve müteallik. |
zânû |
f. Diz. |
zânû-be-zânû |
f. Diz dize. |
zânû-be-zemin |
f. Diz çökerek, dizini yere koyarak. |
zânû-ber-zânû |
f. Diz dize. |
zânû-zen |
f. Diz çökmüş. |
zanûn |
Düşünce ve tedbiri kıt olan adam. * Suyu olup olmadığı bilinmeyen kuyu. * Suyu az olan kuyu. |
zânûzede |
f. Diz çökmüş. |
zar |
f. Kelimenin sonuna gelerek birleşik kelimeler olur. İsimlere eklenerek yer adı bildirilir. Meselâ: Lâle-zar - Lâle bahçesi. ◊ f. İnleyen, sesle ağlayan. * Zayıf, dermansız. |
zar zar |
f. Hazin hazin, yanık yanık, (sesle) ağlıya ağlıya. |
zar' |
(C.: Zuru') Meme. * Süt veren hayvan memesi. |
zaraat |
(Derâat) Alçalma. Kendini küçük görme, küçültme. |
zarafet |
Zariflik, incelik, kibarlık. Nâzik davranış. Muamelede, harekette ve giyimde hoşluk ve temizlik. |
zarafet-perver |
f. Zarafete düşkün olan, zarifliği seven. |
zaragim |
(Zırgam. C.) Arslanlar. |
zaraif |
Zârif, ince, hoş şeyler. |
zarar |
Lüzumlu ve kıymetli bir şeyin eksilmesi veya kaybolması. Ziyan. Kayıp. |
zarar-dide |
f. Zarar görmüş olan. Ziyana, kayıba, noksanlığa uğramış olan. |
zarar-i beyyin |
f. Meydanda ve âşikâr olan zarar. |
zarb |
(Bak: Darb) |
zarf |
Kap, kılıf. Mahfaza. * İçine mektup konulan kılıf kâğıt. * Gr: Bir fiilin veya bir sıfatın veya başka bir zarfın mânasına 'yer, zaman, mâhiyyet' (Nicelik, nitelik) gibi cihetlerden More… |
zarfiyyet |
Gr: Kelimenin zarf olması hâli, bir kelimenin zarf olarak kullanılması. |
zari |
f. Ağlayıp sızlama. * Hakirlik ve itibarsızlık. |
zarî |
Kanı durmayan damar. |
zari' |
(Zer'. den) Ekin eken. Çiftçi. ◊ Hurma ağacının dikeni. |
zarib |
(C.: Zırâb) Bir ucu keskin yerli taş. * Küçük tepe. |
zarif(e) |
Zarafetli. İnce ve nâzik tavırlı. Güzel. Şık. İnce nükteli. * İnce nükteli ve güzel tâbirlerle konuşan. |
zarifane |
f. Zariflikle, incelikle, zarif olana yakışır surette. |
zarife |
Fazla ve lüzumsuz söz. |
zarih |
(Darih) Mezar, kabir. Türbe. |
zarir |
(C.: Ezırre-Zırrân) Kaba, sert yapılı ve muhkem yer. |
zaris |
Taşla yapılmış kuyu. |
zariyat |
Kırıp ufalayan, toz duman edip götüren kuvvetler. * Velud kadınlar. (Bak: Zerv) |
zariyat suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 51. suresidir. Mekkîdir. |
zârr |
Zarar veren, zararlı. |
zarr |
Soğuktan dolayı suyun donması. ◊ Zarar. |
zarrâ' |
(Darrâ') Şiddet. Keder, mihnet, sıkıntı. |
zarurat |
(Zaruret. C.) Zaruretler. Sıkıntı ve muhtaçlıklar. |
zaruret |
Çaresizlik. Muhtaçlık. Sıkıntı. Yoksulluk. |
zarurî |
(Bak: Zaruriyye) |
zaruriyyat |
(Zarurî. C.) Mecburi işler. İster istemez olan işler. |
zaruriyye |
(Zarurî) Mecburî. İster istemez olacak iş. İhtiyarî olmayan, mecburî olan. |
zât |
Hürmete lâyık kimse. * Kendi. Öz, asıl. * Ehil. Sâhib. (Zu'nun müennesi) |
zâten |
Esâsen, aslında, asıl olarak. |
zâtî |
(Zâtiyye) Zâta mensub. Kendisine âit, ile alâkalı, hususi. Özel. |
zâtiyyat |
şahsiyetler. Zâta mahsus işler. |
zâtülbeyn |
(Zât-ül beyn) İki kişinin arasında olan düşmanlık. |
zâtülcenb |
(Zât-ül cenb) Tıb: Akciğer zarı iltihabı. Akciğer veremi. |
zaun |
Yük devesi. |
zav' |
Aydınlık. Işık. |
zavabit |
(Zâbıta. C.) Kaideler. Nizamlar, usuller. |
zavahir |
(Zâhir. C.) Görünüş. Dış görünüş. * Göze çarpan yerler. Yüksek yerler. |
zavarib |
Nabız damarları. |
zaviye |
Köşe. * Küçük tekke. * İki çizginin birleşmesi ile hasıl olan köşe, şekil. *Mat.: Birbiriyle kesişen iki satıh veya iki çizginin birleştiği yerde meydana gelen açıklık. Açı. Açı ölçü birimi More… |
zaviyetân (zaviyeteyn) |
İki zaviye. İki açı. |
zay'a |
(C: Zıyâ') Geliri olan bina. * Tarla. Çiftlik. * Binasız arsa. |
zay'at |
Kaybolma, kaybetme. |
zaya' |
Elden çıkma, yok olma. |
zayan |
Yasemin çiçeği. |
zayf |
Misafir. Gelip geçen. |
zayh |
Çok sulu süt. ◊ İncir ağacı. |
zayi' |
(Ziya'. dan) Elden çıkan. Kaybolan. Yitik. Zarar, ziyan. |
zayiât |
Zarar ve ziyanlar. Yitikler. |
zayig |
Mail, eğik, eğilmiş. |
zayiga |
Meyledici, eğilen. |
zayil |
Uzun etekli gömlek. * Uzun kuyruklu at. (Müe: Zâyile) |
zayr |
Mazarrat, ziyan. |
zayven |
(C.: Zayâvin) Yaban kedisi. * Erkek kedi. * Hırçın ve vahşi adam. |
ze |
Kur'an alfabesinde onbirinci harftir ve ebcedi kıymeti 7'dir. |
ze'a' |
Bölükler, fırkalar. |
ze'b |
Ayıp. * Reddetmek. Hor ve hakir etmek, kepaze yapmak. |
ze'c |
şiddetle emme, yutma. * Doldurmak. |
ze'm |
Katı, şiddetli, şedid. * Hacet, ihtiyaç. * Mevt, ölüm. ◊ Tahkir etmek, hakaret etmek. * Ayıplanmak. |
ze'me |
Şiddetli ses, çığlık. * İhtiyaç, hâcet. |
ze'r |
Kerih görmek. İğrenmek. Nefret etmek. |
ze'r (zeir) |
Arslan kükremesi. * Çağırmak ve kükremek mânâsına mastar. |
ze're |
Meşelik. |
ze't |
Boğmak. |
ze'v |
Sürmek ve sulamak. |
ze've |
(C: Ze'vât) Zayıf koyun. |
ze'zee |
Cem'etmek, toplamak. |
zeal |
İnkârdan sonra ikrâr etmek. |
zeam |
Tamâ, hırs. |
zeamet |
Şeref, şan. Riyaset. * Yetiştirdikleri hayvanları ile birlikte harbe iştirak eden ve Sipâhi denen Osmanlı askerine öşrü alınmak üzere verilen en büyük timâr. |
zebab |
Karasinek. (Bak: Zübab) |
zeban |
f. Dil, lisan, lügat, lehçe. |
zeban-âver |
f. Düzgün konuşan, düzgün söz veya şiir söyleyen. * Dile getiren. |
zeban-diraz |
f. Dil uzatan, atıp tutan. |
zebane |
f. Terazi gibi bazı âletlerin dili andıran parçaları. * Alev. |
zebanekeş |
f. Alevlenen, alevli. |
zebaneş |
Onun dili. |
zebani |
Cehennem'de vazife gören melek. |
zebaniyân |
f. (Zebaniye) Zebaniler. Cehennemlikleri Cehennem'e atmaya vazifeli melekler. |
zebaniye |
Azap melekleri. |
zebanzed |
f. Ata sözü, darb-ı mesel. * Alışılmış, her zaman söylenen söz. |
zebayih |
(Zebiha. C.) Kurbanlık hayvanlar. |
zebb |
Men ve defetmek. Kovmak. * Yaban sığırı. ◊ Üzüm kurutmak. |
zebeb |
Kaşın kıllı ve yoğun olması. |
zebed |
(C.: Ezbâd-Zübed) Köpük. * Kir ve pas, tüfl. |
zeber |
f. Üst. |
zeberced |
Zümrüd cinsinden ve onun kadar kıymetli olmayan, sarımtırak yeşil, cam parlaklığında kıymetli taş. |
zeberdec |
Zeberced taşı. |
zeberdest |
f. En üstün, galib, hâkim, âmir. * Mâhir. |
zeberdestî |
f. Maharetlilik, ustalık. * El üstünlüğü, üstünlük, galibiyet. |
zeberin |
f. Üstteki. |
zebg |
Yaramaz huy, kötü alışkanlık. |
zebh |
Kesme, boğazlama. Kurban kesme. (Boğazlanmış veya boğazlanacak hayvana da 'zebiha' denir.) |
zebib |
Kuru üzüm. Kuru incir. * Yılan veya akrep gibi hayvanların zehiri. |
zebih |
Kesme, boğazlama. Kesilecek hayvan. * Hz. İsmail'in (A.S.) ve Hazreti Muhammed'in (A.S.M.) babası Hz. Abdullah'ın lâkabı. |
zebiha |
Boğazlanmış veya kesilecek hayvan. (Bak: Zebh) |
zebiheyn |
İki kurban. |
zebil |
Fışkı, gübre. * Pislik. |
zebir |
Sıkıntı, mihnet. * Yazılmış şey. Mektup. |
zebk |
Yolmak. |
zebl |
İnce belli olmak. * Çiçeğin solması. * Deniz kaplumbağasının sırt kemiği. |
zebn |
Şiddetle def'etmek. * Devenin çifte vurması. |
zebr |
Kitab. Cüz. Kitap yaprağı. * Yazı yazma. * Söz. Yazı. * Akıl, zekâ. * Kuvvetli, sağlam, şiddetli adam. * Men'eylemek. |
zebrec |
Ziyne, süs. |
zebtel |
Kısa boylu. |
zebun |
f. Zayıf, güçsüz, âciz. * Alışverişte aldanan. |
zebunî |
f. Zayıflık, güçsüzlük, âcizlik. |
zebur |
Kitap. Mektub. * Peygamber Hz. Dâvud'a (A.S.) vahiy ile gelen mukaddes kitabın adı. |
zebzeb |
(C.: Zebâzib) Adam zekeri. ◊ Uzun gemi. |
zebzebe |
Muallâkta kalma. * Mütereddit. * Titreme. * Asılı bir şeyi havada oynatmak. |
zeca |
(Zecven - Zeccâ - Eczâ) Sevketmek, yürütmek. * Def etmek. |
zeca' |
Hüküm geçmek. * Kolaylık. |
zecc |
Süngünün arkasıyla vurmak. * Atmak. * Deve kuşunun yelmesi. |
zecca' |
Adımı birbirinden uzak olan. |
zeccac |
Şişeci. Camcı. Sırça işleri yapan. |
zecec |
Kaşın uzun ve ince olması. |
zecel |
Avaz, ses, savt. * Mübâlağa ile çağırmak. |
zecl |
Atma. |
zecme |
Kelime. |
zecr |
Menetme, engel olma. Nehyetme. * Zorlama, zorla yaptırma. * Önleme. Sıkma. * Kovma. Eziyet etme. * Angarya olarak çalıştırma. * Köpek balığı. * Çağırma. * Sürme. |
zecre |
Çağırmak, bağırmak, sayha. * Men'etmek, engel olmak. |
zecren |
Zorlayarak, zorla. * Ceza olarak. * Engel olarak, menederek. |
zecrî |
Cebren, zorlayıcı olarak. |
zed |
Vurucu, vuran mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Guş-zed - Kulağa çalınan. Zeban-zed - Yayılmış söz. ◊ f. Vurma, dövme. |
zede |
(Zed) f. Birleşik kelimeler yapılarak, 'vurulmuş, çarpılmış, tutulmuş' manalarına gelir. Meselâ: Musibet-zede - Musibete uğramış. |
zedegân |
(-zede. C.) f. Tutulmuşlar, çarpılmışlar, uğramışlar mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. |
zedergâh |
(Bak: Zidergâh) |
zeelan |
Yab yab yürümek. |
zefer |
Ağaca vurulan payanda, destek. ◊ Kötü koku. |
zeferat |
Soluk almalar. |
zeff |
Kişinin nikâhlısını kocasına teslim etmek. |
zefif |
Çabuk davranan. Çevik. * Deve kuşunun yelmesi. * Gelini kocasına göndermek. * Hızla gitmek. |
zefir |
Çok şiddetli ses. * Hıçkırıkla nefes vermek. Göğüs geçirmek. * Ağlatmak. * İnlemek. * Ateş gürültüsü. * Eşek anırtısının evveli. * Belâ. |
zefirr |
Uzun boylu yiğit. * Kuvvetli deve. |
zefn |
Raksetmek, dansetmek. |
zefr |
Yükseltmek. * Yük getirmek. |
zefur |
Kir, pas, vesah. |
zefzefe |
Titreme, sarsılma. |
zegab |
Kuş yavrusunun üstünde olan sarıca tüyler. |
zegan |
f. Çaylak. |
zeh-dan |
f. Döl yatağı, rahim. |
zehab |
Gitmek. * Zihnen bir yola sapmak. Yanlış düşünce. Bir fikre uymak. Zan. |
zehadet |
Dünyadan, yâni nefsanî, fani ve fena şeylerden çekinmek. Zâhidlik. Sıkı sıkıya dine bağlılık. |
zehair |
(Bak: Zahair) |
zeharif |
(Zuhruf. C.) Yalancı süsler, yaldızlar, gösterişler. * Sahte süsler. |
zehder |
Çakır doğan. * Doğan yavrusu. * Bir atın adı. |
zeheb |
Altın. |
zehebî |
Altına ait. Altından yapılma. |
zehem |
Yağlı ve kirli olmak. |
zehen |
(C.: Zehân) Zeyreklik, akıllılık. * Hıfz. * Kuvvet. |
zeher |
(C.: Ezhâr-CC: Ezâhir) Çiçek. |
zehf |
Yeynilik, hafiflik. |
zehi |
(Bak: Zihi) |
zehib |
Altın sürülmüş, yaldızlı. |
zehid |
Az, kalil. |
zehim |
(C.: Zühüm) Yağlı ve kirli. |
zehk |
Helâk olmak, mahvolmak. * Bâtıl olmak. * Okun nişanı aşıp geçmesi. * Çıkmak, huruç. * Derin kuyu. ◊ Yorulmak. |
zehl |
Dalgınlıkla unutma, geciktirme. İş çokluğundan sonraya bırakma. * Kasden unutma. ◊ (Bak: Zahl) |
zehlul |
İyi at. |
zehna' |
Düzgün. * Süs, ziynet. |
zehr |
(Zehir) f. Zehir, ağu, semm. |
zehr(e) |
Çiçek. şükufe. |
zehr-ab |
f. Acı su. |
zehr-abe |
f. Acı ve zehir gibi su. Zehirli su. * Mc: Acı, acılık. |
zehr-alud |
f. Zehirli. Zehir karışmış. |
zehr-amiz |
f. Acı, zehirli. |
zehr-bar |
f. Pek acı, zehir saçan. |
zehr-efşan |
f. Zehir saçan. |
zehr-hand |
f. Acı acı gülme. |
zehr-nak |
f. Zehirli, ağulu. |
zehra |
(Müe.) Ay gibi parlak olan. Çok parlak ve safi, berrak. |
zehravan |
(Zehrâveyn) İki parlak şey. * Kur'an-ı Kerim'de Sure-i Bakara ile Âl-i İmran Surelerine birlikte verilen isim. |
zehre |
(C.: Ezhâr) Çiçek. * Beyaz, berrak. Süs, ziynet. ◊ f. Kahramanlık, yiğitlik. * Öd. Safra. |
zehreçâk |
f. Çok korkmuş, ödü patlamış. |
zehredâr |
(C.: Zehredârân) f. Yiğit, cesur, yürekli, cesaretli. |
zehrin |
f. Pek acı, zehir gibi. |
zehuk |
(Zehak) Boş, beyhude. Bâtıl. Zâil, yok olan. |
zehv |
Bâtıl. * Yalan. * Fahirlenmek, gururlanmak, tekebbürlenmek. * Güzel manzara. * Taze ot. * Otun çiçeği. * Titremek. * Yürümek. * Yel esmek. * Alacalanmış hurma koruğu. |
zehzehe |
Zehi zehi demek. |
zeim |
Ayıplanmış. |
zeir |
Öncü, çeri kimse. ◊ Aslan kükremesi. |
zekâ |
Çabuk anlama ve bilme kabiliyyeti. Fehim ve idrakte çabuk olma. * Ateşin alevlenmesi. * Güzel koku alma. ◊ Saflık, duruluk. * Hâl düzgünlüğü. |
zekâb |
f. Yazı mürekkebi. |
zekan |
(C.: Ezkân) İki çenenin birleştiği yer. ('Enek' de derler.) |
zekâret |
Erkeklik. |
zekât |
Nisab miktarı mala, paraya sahib olan Müslümanın kırkta birini fakirlere sadaka vermesi ve bu verilen sadaka. Ziyadeleşme, artma. * Temizlik. Taharet. |
zekâvet |
Zeki oluş. Zeyreklik. Çabuk anlama ve kavrama. Keskin anlayış. |
zeken |
İlim, feraset. |
zeker |
(C.: Zükrân - Zükur - Zikâr - Zikâre) Erkek. * Erkeklik organı. |
zekevat |
(Zekât. C.) Zekâtlar. |
zeki(ye) |
Hâlis. Temiz. Hali temiz olan. ◊ Zekâ sahibi. Çabuk anlayışlı. |
zekik |
Yazının satırlarının sık olması. * Yürürken kişinin adımlarının bibirine yakın olması. |
zekir |
Unutmayan. Hâfızası kuvvetli. |
zekiyy |
Tâhir ve pâk kimse. Temiz insan. |
zekk |
Zayıf. * Yürürken adımların birbirine yakın olması. |
zekun |
Sivri ve sarkık enekli. |
zekuret |
Erkeklik. |
zekve |
Tamamlamak. Kesmek. |
zekzeke |
Çirkin ve yaramaz huylu olmak. |
zela' |
'Ayağın altında ve üstünde; elin ise arkasında olan yarık.' |
zelahlah |
(C.: Zelahlahât) Büyük çanak. * Aceleci ve uzun boylu adam. * Derin olmayan ırmak. |
zelak |
(Zelk) Yolmak (tıraş gibi). * Sürçmek. Ayağın kayması. ◊ Sülük. |
zelaka |
(İzlâk - Zellâka) Fasâhat, kolaylık ve lisan inceliği, keskinlik. Nutkun güzel ve çabuk olması. * Tecvidde: Keskin olarak çıkan harflerinin ismi. Bunlara müzlika harfleri de denir. |
zelalet |
Alçaklık, hakirlik, horluk. Zillet. |
zelazil |
Zelzeleler. Yer sarsıntıları. ◊ (Zilzil. C.) Uzun etekler. |
zelec |
Kaymak yer. |
zelef |
Burnun küçük ve ucunun, gerisine eşit olması. (O burun sahibine 'ezlef' derler) (Müe: Zülefâ) |
zelefe |
(C.: Zulef) Pâk ve ruşen nesne, parlak ve temiz cisim. * Kaypak, düz yer. |
zelel |
Eksiklik. |
zeleme |
Keçinin boğazı altında sarkık olan kıllar. (Müz: Ezlem. Müe: Zelmâ) |
zelh |
Bir ok atımı yer. * Islaklığından dolayı ayak kayan yer. |
zelic |
(Ayak) kaymak. |
zelif |
Adımını atmak. |
zelik |
Düşük oğlan, sakat çocuk. |
zelil |
Hor, hakir, alçak. Aşağı tutulan. ◊ Sürçüp düşen. * Yanılan. |
zelilâne |
f. Alçakça. Hakir ve aşağılık kimselere yakışır şekilde. |
zelilî |
Hakirlik, horluk, zelillik, alçaklık. |
zelk(a) |
Sürçme, kayma. |
zell |
Yanlışlık yapma, yanılma. * Ayağı sürçme, kayma. |
zellat |
(Zelle. C.) Yanılmalar, yanlışlar. * Sürçmeler, kaymalar. * Hatalar. |
zelle(t) |
Sürçme, sürçüp kayma. * Yanılma. Yanlış. Ufak suç. |
zeluh |
Kaypak yer. |
zelul |
Yumuşak huylu. Sert başlı olmayan. İtaatlı ve râm olan. * Hecin devesi. * İnsanların emrindeki yeryüzünün hâli. |
zelulî |
Başı yumuşak. Dayanıklı. Sabırlı, tahammüllü. |
zelzal |
(Zülzâl) Sarsıntı. Zelzele. Deprem. Sarsılma. (Bak: Zilzal) |
zelzele |
Yer sarsıntısı. * Sarsma. |
zelzil |
Ev içinde olan mal, mülk ve eşya. |
zema' |
Tenbel olmak. * Dehşetli olmak. * Acele etmek. * Yırtmak. * Alçak insan, kötü insan. |
zemahşerî |
(Hic: 467-538) Türkistan'da Harzem'in Zemahşer köyünde doğdu. Hanefî fukahasındandır. Fevkalâde iktidar ve faziletine rağmen bir zamanlar itikadça Mu'tezile'den olmuştu. More… |
zemaim |
(Zemime. C.) Kötü haller. Beğenilmeyen, sevilmeyen hal ve hareketler. |
zemam |
(Bak: Zimam) |
zeman |
Zaman, devir, vakit, çağ, mevsim, mehil. |
zemane |
f. şimdiki zaman. * Vakit, devir. * Tâlih, baht, şans. |
zemane(t) |
Belâ, musibet, âfet. * Bedenin bir azası eksik veya kötürüm olma. |
zemanen |
Zamanca, zaman bakımından. * Vaktinde, vaktiyle. |
zemanî |
Zamanla ilgili, zamana ait. |
zemaniyan |
f. İnsanlar. Beşer. |
zemar |
Kamışa (ney'e) üfleyen. |
zemare |
Savt, ses, sayha, bağırış, çığlık. |
zemca |
Kuş kuyruğunun çıktığı yeri. |
zemcere |
(C.: Zemâcir) Şiddetle çağırmak. |
zeme |
(C.: Zemmâm) Suyu az olan kuyu. * Tenbellik. |
zemec |
Gadap etmek, hiddetlenmek, kızmak. * Doldurmak. |
zemel |
Bir yanı üzerine çöküp öbür yanını yukarıya kaldırarak koşmak. * Devenin ayağına ârız olan aksaklık. * Su tulumunun sarkması. |
zemen |
Zaman, vakit. |
zemer |
İnce saçlı. * Bahadır, kahraman, yiğit kimse. |
zemeyan |
Acele. |
zemha |
Yaramaz huylu, bahil kimse. |
zemhare |
(C: Zemâhir) Ok. |
zemheri(r) |
Karakış dönümünden (12 Aralıktan) 31 Ocağa kadar olan şiddetli soğuk devresi. |
zemil |
Bir adamın hayvan üzerinde iken ardına binmiş olan adam. ◊ Tez, hızlı, seri. * Deve yürüyüşünden bir çeşit. |
zemim |
Burun suyu, sümük. * Koç ve teke zekerinden akan bevl. * Koyun emziğinden akan süt. |
zemime |
Zemme müstehak olan. Beğenilmeyen kötü hal ve hareket. |
zemin |
f. Yer. Yeryüzü.* Meydan. Satıh. * Tarz. Eda. *Mevzu. ◊ Kötürüm kimse. |
zemin ü zaman |
Vakit ve yer. * Münasebet. Mevzuya veya mes'eleye olan uygunluk, hâl, vaziyet. |
zemin-dâr |
(C: Zemindârân) f. Hâkim. Vâli. |
zemin-kub |
f. İkide bir ayağını yere vuran çengi, rakkase. * Yer tepici olan at, deve, katır ve benzeri hayvanlar. |
zemir |
Bahadır, kahraman, yiğit. |
zemistan |
f. Kış. Kış mevsimi. |
zemistanî |
f. Kışlık. Kış mevsimine ait. |
zemk |
Sakal yolmak. (Yolunan sakala 'zemika' veya 'mezmuka' derler.) |
zemka |
Kuşun kuyruğunun bittiği yer. |
zeml |
Atın, davarın neşeli yürüyüşü. * Yük yüklemek. * Refik. Arkadaş. |
zemm |
Birisinin ayıplarını söylemek, çekiştirmek. Kötülemek, yermek. Ayıplamak. |
zemmâm |
Ayıplayıcı, zemmedici, kötüleyici. |
zemmar |
Düdük çalan. |
zemn |
Kötürüm olmak. |
zemr |
Savaşmak. * Bir nesne ile kandırmak. ◊ Düdük çalmak. |
zemu' (zemi') |
Aceleci ve seri kimse. * Sıçraması birbirine yakın olan tavşan. |
zemzem |
Çok mübarek bir su. * Kâbe-i Mükerreme'nin yanındaki maruf kuyu. (Süryanicede Zem: Dur, gitme mânasınadır. Vaktiyle Hz. Hacer, oğlu İsmail'in (A.S.) ayağı altından su çıkıp More… |
zemzeme |
Nağme, hoş ses. Uzun uzadıya gürleyerek seslenmek. Geniz ve boğaz ile ezgili ses çıkarmak. Yavaş yavaş geniz ve boğazdan ses çıkararak türkü veya şarkı söylemek. * Cemaat. |
zemzeme-dâr |
f. Ahenkli. |
zemzeme-pirâ |
f. Şarkı söyleyen, terennüm eden. |
zen |
f. Vuran, kesen, atan mânalarına gelerek birleşik kelimeler yapılır. (Zeden: Vurmak mastarında emir köküdür) Lâf-zen: Söz atan, lâf atan. ◊ f. Kadın, nisa. |
zen-dost |
f. Kadınların peşinde dolaşan, kadınlardan hoşlanan, zampara. |
zena' |
Kısa boylu ve dar nesne. * Sidiğini tutup işemeyen kişi. |
zenabi |
Kuş kuyruğu. * Deve burnundan akan sümük. |
zenabil |
(Zenbil. C.) Zenbiller. |
zenabir |
(Zünbur. C.) Eşek arıları. |
zenadik |
(Zındık. C.) Zındıklar. Allah'a ve âhirete inanmayan dinsizler. İçten inanmayıp zâhiren mümin görünen münafıklar. |
zenadika |
(Zındık. C.) Zındıklar. |
zenah |
(Zenâhdân) f. Çene. |
zenan |
f. 'Vurarak' mânasına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Ta'ne-zenan - Söverek. ◊ Kadınlar. |
zenane |
f. Kadınla alâkalı, kadına mahsus. Kadın işi. |
zenav |
(Bak: Avzen) |
zenb |
Suç, günah, kabahat. |
zenbak |
Güzel kokulu bir çiçek. Zambak. * Yâsemin yağı. |
zenberek |
(Zenburek) f. Hareket ettirmeğe yarıyan yay. Saatin zenbereği. * Hayvan üzerinde taşınan ve ateşlenebilen küçük top. * Mc: Faaliyet ve harekete sebep olan şey. |
zenberiyye |
Büyük cins bir gemi. * İri vücutlu, enli erkek. |
zenbil |
İçine öteberi konulup elde taşımaya mahsus, sazdan örülmüş ve üst tarafında yine sazdan kulpları olan, ağzı geniş kap. |
zenbuc |
Yabani zeytin. |
zenburek |
f. Zenberek. * Tar: Hayvan ile taşınan eski küçük toplar. |
zenc |
Siyah, kara. |
zencebil |
Hoş kokulu bir baharat adı. |
zencere |
Parmakla fiske vurmak. |
zenci |
Siyah ırktan olan. Siyâhi. |
zencir |
f. Zincir. |
zencir-bend |
f. Zincire vurulmuş, zincirle bağlı mânasına gelir. Eskiden azılı katiller ve deliler, zincirle bağlandıkları için bu tâbir meydana gelmiştir. * Edb: Her mısranın son kelimesi, bir sonra More… |
zend |
(C.: Zinâd-Eznüd-Eznâd) Kolun bilekte olan mafsalı. * Çakmak taşı ve demiri. |
zendeka |
Kâfirlik, dinsizlik. |
zeneb |
Kuyruk. |
zened |
f. (Hâl sigası Zeden masdarından) Vuruyor, çarpıyor, tutuyor (meâlinde). |
zenek |
f. Küçük kadın. |
zenen |
Burundan sümük akıp durmak. |
zeng |
Zenci. * Kir, pas. * Zil. |
zengâr |
Bakır pası nev'inden bir mâden. Boyacılar kullanılır. Öldürücüdür. Yeşil renktedir. |
zengel(e) |
f. Çıngırak. * Çan. |
zenh |
Yemeğin kokup bozulması. |
zenim |
Soyu bozuk, soysuz. Aslında o kavimden olmayıp sonradan ona katılan kimse. * Aşağılık. |
zenin |
Sümük. |
zenk |
Bir taife adı. |
zenka |
Dar sokak. |
zenme |
Keçinin kulağı ucunda küpe gibi sarkan kıllar. * Devenin kulağından kesip ilişik koydukları parça. |
zenna' |
Sümüklü kadın. * Hayzı kesilmiş olmayan kadın. |
zenne |
Kadın kısmı. * Eskiden orta oyununda kadın rolü yapan erkek sanatkârlar hakkında kullanılan bir tâbirdi. Eskiden kadınlar, oyunda rol alamadıkları için erkekler kadın kıyâfetine girer ve More… |
zennun |
Sümüklü. |
zenpare |
f. Zampara. Zenperest. |
zenperest |
(C.: Zenperestegân) f. Kadına düşkün, kadın peşinde dolaşır ahlâksız kimse. |
zentere |
Darlık, şiddet. |
zenub |
Sakaların su dağıttıkları bir kapdır ki. |
zenyan |
Men'etmek, engel olmak. Kabul etmemek, reddetmek. * Evmek, acele etmek. * Rüzgârın sert esmesi. |
zer |
Sarı. * Altın, akçe. * Nöbet. * Oruç. * Çile. |
zer' |
Çoğaltma. * Halketme, yaratma. * Tohum ekme. * Ağzından dişlerin dökülmesi. * Saç ağarması. * Perde, hâil. ◊ Ölçmek. * Kederli ve tasalı olmak. * Kalb. * El yaymak. * Kudret, More… |
zer'î |
(C.: Zer'iyyât) Arşın ile ölçülen şey. |
zer'iyyat |
Ekim işleri. |
zer-hirid |
(Zer-hıride) f. Satın alınmış kimse, köle. |
zer-keş |
f. Altın kakmalı, altın işlemeli. * Altın tel yapan. |
zer-rişte |
f. Altın tel. Sırma. * Sarı. |
zer-şinas |
f. Altın tanıyan, sarraf. |
zer-tar |
f. Altın tel, sırma. * Güneş ışını. |
zer-ver |
f. Altın yaldızlı olan. |
zera |
Gölgelik, perdelik. |
zera' |
Vahşi sığırın buzağısı. * Tamâ, hırs, aç gözlülük. ◊ İplik eğirmekte elleri çabuk olan. |
zeraa |
Genişlik. * Hız, sür'at. |
zerab |
f. Beyaz şarap. * Yaldız mürekkep. |
zerabî |
(Zürbiye) (Zirbiye. C.) İftihar eden. * Geniş, enli döşek, yatak. |
zeraf |
f. Zürafa. |
zerafe (zürâfa) |
(C.: Zürâfât) Deveye benzer, boynu uzun ve art ayakları kısa bir hayvan. Zürafa. |
zerafî |
(Zerafe. C.) Zürafalar. |
zerak |
Gök renkli. Mavi. |
zerare |
Saçılan şey. |
zerarî |
(Zürriyet. C.) Zürriyetler, kuşaklar, nesiller. |
zerbe |
Yüce avazlı, gür sesli olmak. |
zerd |
(Zered) (C.: Zürud) Halka halka örülmüş savaşçı zırhı. * Yutmak. * Boğmak. ◊ f. Sarı. * Soluk, solgun. |
zerd-âlû |
'f. (Zerd: sarı; âlû: erik) Sarı erik, zerdali.' |
zerdab |
(Zerd-âb) f. İrin, cerahat. * Safra. * Beyaz şarap. |
zerde |
f. Safranla pişirilen bir çeşit pirinç tatlısı. Safran, sarı renge boyadığı için bu ad verilmiştir. Eskiden düğünlerde pişirilirdi. * Safran. * Yumurta sarısı. |
zerdec |
Usfur çiçeğinin evvel çıkan sarı suyu. |
zerdeme |
Yutacak yer. |
zerdfam |
f. Sarı renkte. Sarı renkli. |
zerdguş |
f. İki yüzlü. Müraî. * Ürkek, korkak. |
zerdî |
f. Sarılık. Sarı renkte olma. |
zerdost |
f. Cimri, hasis, tamahkâr. |
zerdüşt |
Ateşe tapan, mecusi. * İlk önce nur ve zulmet diye iki ilâha inanmayı uyduran adam. |
zere' |
Başın önünde vâki olan beyazlık. |
zereb |
Keskin nesne. * Midenin bozulması. ◊ (C.: Zerâib) Koyun ağılı. |
zerecun |
(Zerâcin) Üzüm ağacı. * Üzüm asması. * Kızıl boya. * Çukur taş içinde biriken yağmur suyu. |
zered |
Zırh. |
zeref |
(Zerefân-Zerâfe-Zerif) (C: Zevârif) Gözden yaş akmak. * Yavaş yürümek. |
zerendud |
(Ze-endud) f. Altın yaldızlı. |
zerger |
(C.: Zergerân) Altın işleyen. * Kuyumcu. |
zergerî |
f. Kuyumculuk. |
zergûn |
f. Altın gibi sarı renkli olan. Altın renkli. |
zerh |
Yemeğe zehir katmak. |
zeri' |
Araya giren, şefaat edici. ◊ Çabuk ve kolay olan. |
zeria |
(C.: Zerâi) Vesile. * Yol. * Geçit. * Avcının, arkasında gizlendiği deve. |
zerin |
(Bak: Zerrin) |
zerir |
Yanmak. * Parlamak. ◊ Zeki, hafif kimse. |
zerire |
(C.: Ezirre) Göz otu. Tutya. |
zerk |
Hile. Riya. İki yüzlülük. * Şırınga yapmak, iğne ile vücuda ilâç vermek. ◊ Çirkin söz söylemek. * Kuşun terslemesi. |
zerk-âlûd |
f. Riyalı, riya karışık. |
zerk-füruş |
f. Hileci, hilekâr. İkiyüzlü, müraî. |
zerm |
Kesilmek. |
zerneb |
Turunç kokusu gibi güzel kokan bir ot. * Fercin dışarısında olan et. |
zernigâr |
f. Altın ile işlenmiş. Yaldızlı. |
zerr |
Zerre, en küçük parça. * Karınca yumurtası. * Ayırmak. ◊ Düğmeyi iliklemek. * Birbirine pekitip bağlamak. |
zerra' |
Ekinci, çiftçi. |
zerrad |
Zırh ören. |
zerrak |
(Zerk. den) İki yüzlü. |
zerrat |
(Zerre. C.) Zerreler. Pek ufak parçalar. Moleküller. |
zerre |
(C: Zerrat) Pek ufak parça. * Atom. * Çok küçük karınca. * Güneş ışığında görünen ufacık tozlar. * Küçük boylu adam. |
zerrevâri |
f. Zerre gibi çok küçük. |
zerrevî |
Zerre ile alâkalı, zerreye âit. |
zerrin |
f. Altından yapılmış. Altın gibi parlak. Sarı |
zerşek |
Kadın tuzluğu. Pars anberi. |
zeruf |
Seri, hızlı, aceleci. |
zerur |
Göz otu. |
zerv |
Tutup götürmek. * Savurmak. * Kırıp götürmek. |
zeryac |
Zerde aşı. |
zerzere |
Sığırcık kuşunun ötmesi. |
zett |
Ziynet, süs. |
zeum |
Yağlı mıdır değil midir bilinmeyen koyun. |
zeur |
Korkak kimse. |
zev' |
Ölüm sebebiyle gelen sıkıntı, keder. |
zevabe |
(C.: Zevâib) Saç bölüğü. * Zülüf. * Kılıç tasması. |
zevabi' |
Musibetler. Büyük belâlar. (Bak: Devâhi) |
zevacir |
(Zâcire. C.) Yasak edenler, men'edenler, önleyenler. |
zevad |
Azıklar, yiyecekler. |
zevade |
Ziyadelik, çokluk. |
zevah |
Gitmek. |
zevahif |
(Zâhife. C.) Yerde sürünerek yürüyen hayvanlar, sürüngenler. |
zevahir |
(Zühre. C.) Çiçekler. * Parlak yıldızlar. * Ziynetli, parlak ve berrak olanlar. ◊ Dolu, taşkın, coşkun denizler. * Mc: Yüksek şan ve şerefler. ◊ (Bak: Zavahir) |
zevaib |
(Zâib. C.) Erimiş şeyler, eriyenler. |
zevaid |
(Zâide. C.) Fazlalıklar, fazla şeyler. Faydasız şeyler. |
zevail |
(Zail. C.) Zeval bulanlar. Zail olan şeyler. * Mc: Yıldızlar. |
zeval |
Zâil olma, sona erme. * Gitmek. Yerinden ayrılıp gitmek. * Güneşin tam ortada gibi, baş ucunda bulunduğu zaman. * Güneşin nısf-ı nehar dairesinden batmaya doğru dönmesi. Seyrinin sonuna More… |
zevalî |
Zevale mensub, zevale ait ve müteallik. * Çok yaşlı. |
zevalnâpezir |
f. Geçici ve muvakkat olmayan. Zeval bulmayan. Sona ermeyen. |
zevalpezir |
f. Geçici olan. Muvakkat. Sona eren. |
zevamil |
(Zâmile. C.) Küçük yükler. * Yük hayvanları. |
zevani |
(Zâniye. C.) Zâniyeler. Zina yapan kadınlar. |
zevari' |
Küçük tuluklar. |
zevat |
(Zât. C.) Zatlar, şahıslar, kimseler. * Üzüm, buğday gibi şeylerin kabuğu. |
zevata |
İki zat. * İki sahib. * Çift. |
zevaya |
(Zâviye. C.) Zaviyeler. Açılar. Köşeler. Tekyeler. |
zevb |
Erime. |
zevc |
Çift. İki şeyden meydana gelen. * Sınıf, cins, nev'. * Karı ve kocanın herbiri. * Koca, eş. |
zevcat |
(Zevce. C.) Zevceler. Karılar. Kadın eşler. |
zevce |
Kadın eş. Nikâhlı kadın, eş. |
zevceyn |
Karı ile koca. Kadın ile erkek çift. |
zevciyyet |
Kocalık, karılık. Eşlik. Karı ve koca oluş. |
zevd |
Ayırmak. * Uzaklaştırmka, ırak etmek. * Defetmek, menetmek. ◊ Koyunu su yerinden sürmek. * Sevk. |
zeveban |
Erime. |
zeveban etmek |
Fiz: Sıcaklığını artırarak bir cismin, katı hâlden sıvı hâline geçmesi. Erimiş olması. |
zevel |
Hafif, zeyrek, zarif kimse. (Müe: Zevle) |
zever |
Meyl, eğrilik. |
zevf |
Adımını birbirine yakın atmak. |
zevg |
Bir şeyi bir tarafa eğme, bir yana meyillendirme. |
zevh |
Develeri dağıtıp toplamak. ◊ şiddetle yürümek. |
zevi |
(Zû. C.) Sahipler. |
zevk |
Lezzet alma, hoşa gitme, tatma. * Hoş, hoşa giden. Mânevi haz. * Boş vakit geçirmek. Eğlenmek. * Alay etmek. Güzeli çirkinden ayırma kabiliyeti. |
zevk-âlud |
f. Zevkli, zevk karışık. |
zevk-bahş |
f. Zevk veren, eğlendiren, neşelendiren. * Meşhur bir cins lâle. |
zevk-cû |
(C. Zevkcuyân) f. Zevkine düşkün. Zevk arıyan. |
zevk-yâb |
f. Lezzet alan, zevklenen. |
zevkî |
Zevkle alâkalı. Zevke âit. |
zevkiyyat |
Zevk ve eğlenceye dair hususlar. |
zevl |
(C.: Ezvâl) Acib nesne. * Zâil olmak, geçici olmak. |
zevlak |
Taraf, cânib. |
zevr |
Yalan, kizb. * Bâtıl mâbud. * Ziyaret etmek. * Göğüs üstü. ◊ Göğüs altı. |
zevra' |
Bağdat. * Dicle nehri. * Eğri ve eğilmiş nesne. Yay. * Derin kuyu. * Uzak yer. |
zevrak |
Kayık, sandal. * Mekke'de yapılan ve içine zemzem koymaya mahsus olan kap, ibrik. |
zevrakçe |
f. Ufak kayık. Ufak sandal. |
zevraksüvâr |
f. Kayığa binen. Sandala binmiş olan. |
zevre |
Uzaklık. * Ziyaret etmek. |
zevreka |
(C.: Zevrak-Zevârik) Ölçek. * Küçük gemi. |
zevt |
Boğmak. |
zevv |
Irak diyarında bir dağın adı. * Kadr, kıymet. * Miktar. |
zevvak |
Bir şeyi fazlasıyla deneyen. * Bir şeyi çok fazla tadan. |
zevy |
(Zevey) Döndürmek. Cem etmek, dürülmek. Tutmak. ◊ Solmak. * Değişmek, mütegayyer olmak. |
zevzat |
Doğurmak. * Sür'atle gitmek. * Reddedip uzaklaştırmak. |
zevzek |
t. Geveze. Münasebetsiz, temkinsiz. Ağzı ve eli durmayan. Hoppa. |
zey' |
(Zeyean) Duyulma. Meydana çıkıp yayılma. ◊ Güzelce pişip erimek. |
zeyb |
(Bak: Zîb) |
zeybek |
Hafif silâhlarla donanmış ve asâyişi muhafazaya memur olan eski bir sınıf asker. |
zeyd |
Eski fetva metinlerinde erkeği temsil etmek için kullanılan isimlerdendir. (Diğer isimler: Amr, Bekir, Beşir, Hâlid) |
zeyd (ziyâd) |
Men'etmek, reddedip gidermek. |
zeyek |
İki uyluk arasının geniş olup birbirine uzak olması. |
zeyf |
(C.: Ziyâf - Züyuf - Ezyâf) Kalp ve silik para veya akçe. |
zeyg |
Şübhe. Doğruluktan ayrılma. * Bir tarafa meyletme. * Yanılma. * Kamaşma. |
zeyh |
(Zeyhân) Zulüm etmek. Haktan uzaklaşmak. ◊ Mahvolmak. * Gitmek. * Uzak olmak. |
zeyhan |
Zulüm etmek. Zâlimlik yapmak. |
zeyl |
Ek, ilâve, bir şeyin altı, devamı. * Etek. ◊ Ayırma. Tefrik. |
zeylen |
Ek olarak. İlâve ederek. |
zeyliyât |
İlâve ve ek olarak yazılan şeyler. |
zeyn |
Zinet, süs. Süslemek. |
zeyneb |
Eski fetva metinlerinde kadını temsil eden isimlerden biri. * Gül. (Bak: Hatice) |
zeyr |
Eksilmek. |
zeyt |
Zeytinyağı. Yağ. |
zeytun |
Zeytin. |
zeytunî |
Zeytin renginde olan. |
zeyy |
Döndürmek. * Toplamak, cem'etmek. ◊ (Bak: Ziyy) |
zeyyal |
Kuyruklu. * Uzun etekli. |
zeyyat |
Zeytin ağacı. |
zî |
Arapçada kelimenin yerine göre 'Zâ, Zû, Zî' şeklinde okunan, 'sâhib' mânasını ifade eden ve birleşik kelimeler yapılan bir edattır. |
zi |
f. Türkçedeki 'den, dan' mânasını ifade eder. Meselâ: Zi-mısır - Mısır'dan. ◊ Kur'an-ı Kerim alfabesinde onyedinci harftir. Ebcedî değeri: 900'dur. |
zi'b |
Kurt. Canavar. |
zi'be |
Eyerin ve semerin iki yanlarının arası. |
zi'ber |
Çok kaba dikişli bir Arap kaftanı. |
zi'bik |
Civa. |
zi'f |
İki kat. Bir şeyin miktarca iki katı. |
zi'leb(e) |
Deve kuşu. * Hızlı yürüyen dişi deve. |
zi'm |
Ayıp. |
zi'r |
(C.: Zıâr-Zuur-Ezâr) Süt anası. |
zi-der |
f. Kapıdan. |
zi-dergâh |
f. Dergâhtan. |
zia |
İşlenir toprak. Tarla. |
ziab |
(Zi'b. C.) Kurtlar, canavarlar. |
ziamet |
(Bak: Zeâmet) |
ziar |
Devenin ağzını bağlamak. |
zîb |
Zinet, süs. Düzgün, iyi elbise. |
zîb-âver |
f. Süsleyici, bezeyici. |
zîb-efza |
f. Güzelleştiren, süsü artıran, güzelliği çoğaltan. |
ziba |
f. Güzel, süslü, yakışıklı. |
ziba' |
(Zabu. C.) Sırtlanlar. |
zibab |
(Zabb. C.) Kertenkeleler. Kelerler. |
zibac |
Nedimelik etmek. * Sohbet etmek. |
zibak |
Cıva. |
zibal |
Karıncanın ağzıyla götürdüğü şey. |
zibar |
(Zebr. C.) Kitaplar. * Yazı yazmalar. * Kâğıt yaprakları. |
zîbarû |
(Zibâ-ru) f. Güzel yüzlü. Dilber. |
zîbayî |
f. Süslülük, güzellik, yakışıklılık. |
zibbah |
Ayak parmaklarının diplerinde olan yarıklar. |
zibban |
(Zübâb. C.) Sinekler. |
zibbir |
Kuvvetli. |
zibe'ra |
Yaramaz huylu kimse. * Kaba sakallı, yüzü ve kaşı kıllı kimse. * Timsahın dişisi. * Boynuzuyla fili başında götüren canavar. |
zibende |
f. Süslü, zinetli, yakışıklı. Lâyık, güzel. |
ziberkan |
Ay, kamer. Ay ve güneş. * Arap reislerinden bir reisin adı. |
zibh |
Boğazlanan davar. |
zibha |
(Zübha) Kuşpalazı, difteri. |
zibl |
Süprüntü. Gübre. |
zibniye |
Zorla def'edici, zorla kovan. |
zibr |
Mektup. Kitap. |
zibrak |
Sarartmak. |
zicac |
Karanfil. |
zican |
Meyletmek, eğilmek. |
zicc |
Yumuşaklıkla def'etmek. Tatlılıkla kovmak. |
zid |
Aksi, muhâlif, zıt. * Nefret edilen, kerih şey. |
zida(y) |
Cilâlayıcı, temizleyip parlatıcı. |
zidb |
(C.: Ezdâb) Nasip, kısmet. |
ziddân |
İki zıt. |
ziddeyn |
Birbirinin aksi olan iki şey. İki zıt. |
ziddiyet |
Birbirine muhâlif, zıt olma hâli. Zıtlık. Birbirinden nefret etme. Zıt fikir veya kanaat sahibi olanların durumu. |
zide |
(Zidet) f. 'Çoğalsın, artsın' anlamlarına gelir ve duâ ve temennilerde bulunmak üzere kullanılır. |
zidet fazluhu |
Bilgisi artsın, fazlı çok olsun! |
zidk |
Sıdk, doğruluk. |
zîf |
Kenar, nâhiye, cânip, taraf. |
zifaf |
Gerdeğe girmek. Gerdek. |
zifan |
(Zayf. C.) Misafirler. ◊ Öldürücü zehir. |
ziff |
Deve kuşunun yeleklerinin küçüğü. |
zifil |
Katran. |
zifr |
(C: Azfâr) Kir, pas. * Yük. * Kırba. (Kırba götürenlere 'Zevâfir' derler.) ◊ Tırnak. Çengel. Pençe. |
zifra |
(C.: Zifâri) Devenin kulağı ardında terleyen yer. |
zîfünun |
Çok şeyler bilen, mehâret sâhibi olan, fen sâhibi. |
zîh |
(C.: Züyuh-Ezyâh) Çok kıllı erkek sırtlan. (Müe: Zeyhâ) |
zih |
f. Kiriş. * Yay kirişi. * Kenar çizgisi. * Kaytan, şerit. |
zihaf |
Çokluk. * Süstlük ve zayıflık ile yürümek. * Edb: İbarede uzun okunulması gereken bir sesli harfin, vezin zarureti ile kısa okunuşu. (Bunun Zıddı: İmâle'dir) |
ziham |
Kalabalık, sıkışıklık. |
zihar |
İki şey arasında münasebet ve mutabakat meydana getirmek. İki şeyi birbirine mutabık eylemek. Arka arkaya, mukabil kılmak. * Karşılıklı yardımlaşmak. |
zihare |
Elbisenin dış yüzü, dış tarafı. |
zîhassa |
Hassalı, özellik, hususiyyet sâhibi. |
zihbe |
(C. Zihâb) Yağmur katresi. |
zihi |
Şu, bu mânasına gelen müennes işaret zamiri. ◊ f. Ne güzel. Ne iyi. Aferin. |
zihin |
(Zihn) Anlama, bilme, hatırlama kuvveti. Anlama kuvvet ve istidadı. Hıfz kabiliyeti. (Bak: Dimağ) |
zihlaf |
Tehir etmek, sonraya bırakmak. * Uzaklaştırmak, ırak etmek. |
zihlil |
Dayanacak ve kayacak dar mekân. |
zihnen |
Zihin ile, düşünerek, akıl ile. |
zihnî |
(Zihniyye) Zihinle alâkalı. Zihne âit. |
zihniyyât |
Zihne ait hususlar. Zihinle ilgili meseleler. |
zihniyyet |
Düşünce. Düşünce yolu. * Anlayış. * Kafa. |
zihrî |
(C.: Zıhârâ) Bir ihtiyaç için hazırlanıp saklanan nesne. |
zihrit |
Koyun ve deve burunlarından akan sümük. |
zîk |
Yaka kenarı. ◊ (Bak: Dıyk) |
zikâr |
(Zeker. C.) Erkekler. |
zike |
Silâh. |
zikkî |
Deriden yapılmış su tulumu. |
zikr |
(Zikir) Anmak, hatırlamak. Anılmak. |
zikr-ârend |
f. Zikreden. Anan. |
zikra |
Anma, hatırlama. * Nasihat, öğüt. * İbret. Örnek. |
zikzak |
Fr. Bir sağa ve bir sola doğru gidiş yapma. |
zilal |
(Zelil. C.) Hor ve hakir olanlar. Zeliller. ◊ (Zıll. C.) Gölgeler. |
zilale |
Gölgelik. |
zilf |
Hayvanların çatal tırnağı. |
zilhicce |
Hacca gitmenin içinde yapıldığı Arabi onikinci ay. Kurban bayramı, bu ayın onuncu gününe rastlar. |
zilka'de |
Arabi ayların on birincisi. |
zill |
Gölge. * Perde. * Mc: Sahip çıkma, koruma, himaye etme. ◊ Yumuşaklık. * Kolaylık, âsanlık. * Davarın alışması. |
zill-âlud |
f. Gölgeli. |
zille |
Orak kuşu denilen bir böcektir, orak vaktinde öter. |
zillet |
Aşağılık, horluk, hakirlik, alçaklık. |
zillî |
Gölge ile alâkalı. |
zillîm |
Zulmü çok olan kimse. Zâlim insan. |
zilliyet |
Zâhirî sahiplik. Himaye edici olma. * Gölgelik. |
zillullah |
Cenab-ı Hakk'ın namına yeryüzünde tasarrufta bulunan insan, halife. İlâhî kanunu tatbike çalışan halife ve pâdişahın nâmı. |
zilye |
(C.: Zelâli) Büyük döşek. |
zilzal |
Zelzele, sarsıntı. |
zilzal suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 99. suresidir. 'Zelzele, İzâzülzile' sureleri de denir. |
zilzil |
(C.: Zelâzil) Uzun etek. |
zimad |
(C.: Zamâid) İlâç. * Merhemle yaraya sarılan sargı, bez. |
zimal |
(Bak: Zemel) |
zimam |
Ahd, söz, yemin, eman. * Hak. * Hürmet. ◊ Hayvan yuları. Yular. |
zimam-dâr |
f. Elinde yular tutan. * İdare eden. İdareci. İleri gelen. Bir işi elinde tutan. |
ziman |
Zarar ve ziyana karşılık verilen bedel. |
zimar |
Ele geçmesi mümkün olmayan kaybolmuş mal. Alacak veya yeri bilinmeyen mal. * Gizli kalmış hazine, iş veya şey. ◊ Irz, namus. Kişinin koruması kendi üzerine vâcib olan aile More… |
zimem |
(Zimmet. C.) Borçlar, zimmetler. |
zimemat |
(Zimem. C.) Borçlar. |
zimmar |
Deve kuşu sesi. * 'Bağırmak, savt ve sada etmek' mânâsına mastar. |
zimmet |
Himayeyi te'min eden ittifak. * Borç. * Alâkalı. * Uhde. * Vicdan. * Mes'uliyet. * Üst. Üstte olan şey. * Koruma zorunda kalma. |
zimmet-dâr |
f. Hazine sâhibi. Vergiyi alan, toplayan. Alacaklı. |
zimmî |
Anlaşma ile İslâm diyarında yaşaması kabul edilmiş, hayatı hıfzedilen gayr-ı müslim. Ehl-i zimmet. |
zimmit |
Ağır başlı, ciddi, vakarlı kimse. |
zimn |
İç taraf. * Maksad, gaye. * Açıktan söylenmeyip dolayısıyle anlatılan. |
zimnen |
Açıktan olmayarak, dolayısıyla, ima yolu ile. İçinden olarak. |
zimnî |
İçinde saklı, gizli olarak. * Kendiliğinden. |
zimr |
(C.: Ezmâr) Bahadır, kahraman, yiğit. |
zimzim |
İri gövdeli deve. |
zîn |
f. Binek hayvanlarına vurulan eyer. |
zina |
Haram ve büyük günah olan ve nikâhsız olarak yapılan cinsi münasebet. |
zinab |
(Zeneb. C.) Kuyruklar. |
zinabe |
Her şeyin ardı, arkası. |
zinak |
Çene altının derisi. * Altından veya gümüşten yapılan ve kadınların boyunlarına taktıkları boğmak. |
zinakâr |
f. Zina eden, zâni. |
zinbar |
Hafif, zarif, hazırcevap kimse. * Yük götürebilen eşek. * Büyük fare. * Çınar ağacına benzer bir ağaç. |
zincar |
Bir nevi balık. |
zindan |
f. Karanlık, yeraltı hapishânesi. Sıkıntı ve karanlık yer. |
zindanî |
(C.: Zindaniyân) Zindanlık. Zindana kapatılmış suçlu. * Zindan muhafızı. Zindancı. |
zinde |
f. Dinç, diri, canlı. * Güçlü, kuvvetli. |
zinde-bâd |
f. Yaşasın, çok yaşa, sağ ol. |
zinde-dâr |
f. Gece uyumayan, uyanık kalan. |
zinde-dil |
f. Kalbi diri olan, uyanık. |
zinde-gî |
f. Canlılık, zindelik, dirilik. |
zindik |
(Zındık) Dinsiz, imansız. Müşrik. (Bak: Zendeka) ◊ (Bak: Zendeka) |
zine |
Düzgün. * Libas, elbise. |
zinet |
Süs. Bezek. Kadınlara mahsus kıymetli eşya. |
zinfilece |
(Zinfelîce) Zenbile benzer bir nesne.ZİNHAR f. Sakın, aslâ, kat'iyyen, olmaya, aman. * Elbette. |
zinharhâr |
f. Sözünde durmayan adam. * Aman dileyen. |
zinkîr |
Tırnak kesintisi. |
zinne |
Töhmet, kabahat. |
zinnet |
Cimrilik, pintilik. |
zir |
(C.: Zire) İnce kiriş. * Kadınlar sohbetini seven kişi. ◊ f. Alt, aşağı. |
zir ü zeber |
Altüst, karmakarışık, darmadağın. |
zir-bend |
f. Kayış, kuşak, kemer. |
zira |
f. Çünkü. Ondan ki, şundan, şu sebepten ki. |
zira' |
El, kol uzunluğu. Yirmidört parmak uzunluğu. Arşın. * Bir kolun dirseğinden orta parmak ucuna kadar uzunluk ölçüsü. (75-90 cm. kadar) * Gökte ayın menzillerinden birisi. * Tulum. İçine More… |
ziraat |
Çiftçilik, ekincilik. |
zirabe |
Keskinlik. |
ziraî |
Çitfçiliğe ait. Ziraate dair, onunla alâkalı. |
zirar |
Karşılıklı zarar vermek. |
ziraye |
Hışım etmek, hiddetlenmek, kızmak. |
zirba' |
Maymuna benzer bir hayvan. |
zirban |
(C.: Zerâbin) Kokarca denilen küçük, kediye benzer, çirkin kokulu bir hayvan. |
zirek |
f. Anlayışlı, uyanık, zeyrek. |
zirekî |
f. Uyanıklık, zeyreklik, anlayışlılık. |
zirfin |
(C.: Zerâfin) Kapı halkası. |
zirgam |
(C.: Zarâgım) Aslan, gazanfer. |
zirh |
Cevşen. * Muharebe elbisesi, demirden örülmüş veya dökülmüş elbise. |
zirhpuş |
(C.: Zırhpuşân) f. Zırh giyinmiş, zırh giyen. |
ziriba' |
Belâ, zahmet. |
zirin |
f. Alttaki, aşağıdaki. |
zirnîk |
Zırhım, fare otu. |
zirr |
Gömlek ve kaftan düğmesi. * Tomurcuk. ◊ Düğme. * Tomurcuk. |
zirve |
Bir şeyin, hususan dağın en yüksek noktası, tepesi. |
zirve-i bâlâ |
f. Yüksek zirve. * Yüksek makam. * Yüce kat. |
zişt |
f. Çirkin. Kötü. Kabih. |
ziştî |
f. Çirkinlik. |
zît |
(Ziyât) Çağırmak. * Niza edişmek, çekişmek. |
zivana |
f. İki ucu açık küçük boru. * Birbirine geçen şeylere açılan boru şeklinde delik. ◊ (Bak: Zıvana) |
zivanadan çikmak |
Taşkınlık göstermek. Haddini aşmak, edepsizlik etmek. |
ziver |
Şiddetle yürümek. ◊ Süs. Zinet. |
ziya |
Işık, aydınlık, nur. Ruşenlik. ◊ (Bak: Ziyâ) |
ziya' |
(Zay'a. C.) Küçük çiftlikler, tarlalar. ◊ Kayıp, yitim. Kaybolma. Mahvolma. ◊ Kaybolma, mahvolma. |
ziya-efşan |
f. Işık saçan, ziya saçan. |
ziyade |
Artan, fazla kalan. Çok bol. Fazladan. * Artma, çoğalma. |
ziyaf |
(Zeyf. C.) Kalp ve silik paralar. Karışık akçeler. |
ziyafe |
Merdut olmak. * Tenbel. * Değişmek. |
ziyafeşan |
f. Işık saçan, ziya saçan. |
ziyafet |
Misafire yedirip içirme, ikram etme. Misafir kabul etme. ◊ Karışık ve değişik olma. |
ziyai |
(Ziyaiyye) Işığa ait. Ziyaya dair ve mensub olan. |
ziyal |
Uzun kuyruklu at. |
ziyame |
Ayıplı olmak. |
ziyan |
f. Zarar, ziyan, kayıp, hasar. |
ziyanisar |
(Ziya-nisâr) f. Işık saçan, ışık serpen. |
ziyankâr |
f. Zarar veren, ziyancı. Zarar ve ziyan edici. |
ziyapaş |
f. Işık ve aydınlık veren. Ziya saçan. |
ziyar |
Yavşa denilen nesne. (Baytarlar) onunla davar dudağını kıstırıp zebun ederler. |
ziyare |
Meşhur, şöhretli. |
ziyaret |
Görüşmeğe gitmek. Bir kimseyi görmeye varmak. |
ziyaret-gâh |
f. Ziyaret yeri. * Türbe. Makbul ve dine büyük hizmeti olan ve veli tanınanların kabrinin bulunduğu yer. |
ziyk |
(Dıyyık - Dıyk) Dar. Sıkıntılı. |
ziyy |
(C.: Ezyâ) (Zeyy) Dış görünüş. * Libas. Kılık, kıyafet. Hey'et. |
ziyyik |
Pek dar. |
ziza' |
Ot ve su olmayan yer. |
zizefun |
Ihlamur ağacı. |
zorbaz |
f. Kuvvet oyunları gösteren sanatkâr. Bu oyunlar hünerden çok güce, kuvvete dayandıkları için, zor oyuncusu demek olan bu tabir meydana gelmiştir. Eskiden cambazlar kuvvetli adamlar More… |
zû |
Kelimenin başına gelerek 'sâhip, mâlik olan' mânasını verir. (Bak: Zâ) |
zû' |
Gece uçan kuşlardan birisi. * Erkek baykuş. ◊ (C.: Azvâ'-Ziyâ') Işık, aydınlık. |
zu'ban |
(Zi'b. C.) Canavarlar, kurtlar. |
zu'kuk |
(C.: Zeâkık) Yaramaz huylu kimse. |
zu'lub |
(C.: Zeâlib) Bez parçası. |
zu'luk |
Bir ot cinsi. |
zu'm |
(Zuum) Bâtıl zan. Şübhe. Yanlış zan. |
zu'miyyât |
Bâtıl, yanlış zanlarla alâkalı şeyler. |
zu'mum |
Yorulmak. |
zü'nun |
Bir ot cinsi. |
zu'r |
Korku, havf. |
zu'rur |
Yaramaz huylu kişi. * Kızılcık yemişi. |
züaf |
Tez, acele, hızlı seri. ◊ Ağu. Zehir. |
zuafa |
(Zayıf. C.) Zayıflar. Zayıf olanlar. |
zuak |
Tuzlu su. |
zuama |
(Zaim. C.) (Zeâmet. den) Kefiller. * Büyük tımar sâhipleri. |
zübab |
Şom. Şer, kötülük. Kovmak, uzaklaştırmak. |
zübab(e) |
Sinek. |
zübad |
Bir ot cinsi. |
zübale |
Mum. Kandil fitili. |
zübana |
Yılan boynuzu. * Akrebin kuyruğu ucundaki dikeni. |
zübbad |
Değersiz şey. * Kaymak. |
zubban |
(Zabb. C.) Kelerler, kertenkeleler. |
zübd |
Tereyağı, kaymak. |
zübde |
(C.: Zübüd) Netice, sonuç, hülâsa. * Bir şeyin en mühim kısmı. * Kaymak. * Her nesnenin iyisi ve hâlisi. |
zübdî |
Tereyağıyla ilgili, tereyağına ait. Tereyağlı cisimler. |
zube |
Bir taraf. |
zübed |
(Zebed. C.) Köpükler. * (Zübde. C.) Özler, özetler, zübdeler, neticeler. |
zübeh |
Bir ot. |
zübeyr |
(Zübür. den) Yazılı küçük şey. |
zübre |
(C.: Züber) Büyük demir parçası. (Örs mânasına da gelir.) |
zübul |
Sararıp solma. Buruşma. * Pejmürdelik. |
zübul-yafte |
f. Gübrelenip kuvvetlenmiş olan. |
zübur |
(Zibr. C.) Mektuplar. Kitaplar. |
zübür |
(Zebur. C.) Kitaplar. Mektuplar. |
zübye |
(C.: Zübâ) Tepe. |
zücac(e) |
Cam, şişe, sırça. |
zücacî |
Camcı, şişeci, sırçacı. |
zücaciyye |
Cam veya sırçadan yapılı kaplar. |
zücal |
Oyuncu güvercin. |
zücc |
(C.: Zicce-Zicâc) Süngü arkasının demiri. * Dirsek kenarı. * Ok demiri. |
zücle |
(C.: Zücül) İnsanlardan bir taife. |
zucret |
Yürek darlığı, iç sıkıntısı. |
zucretver |
f. Sıkıntılı. |
zücur |
(Zecr. C.) Yasak etmeler, mâni olmalar, önlemeler. Zorlamalar. Eziyetler. Kovmalar. |
zud |
f. Çabuk, tez, hemen olan, acele. ◊ Üçten ona kadar olan develer. |
zudaşna |
(Zud-âşnâ) f. Her gördüğü kimseyle dost olan. |
zudendaz |
(Zud-endâz) f. Akla geldiği şekilde, düşünülmeden söylenen söz. |
zudhiz |
f. Vazifesini çok çabuk gören hizmetkâr. |
zudî |
f. Tezlik, çabukluk. |
zudres |
f. Çabuk erişen. |
zudsir |
f. Faydasız. Menfaatsiz. * Kötü huylu. * Bir şeyden çabuk bıkan, usanan. |
zudter |
f. Daha çabuk. |
züff |
(Züfâf) - Az, kalil. |
züffe |
Bölük, zümre. |
zufr |
Tırnak. |
züfr |
Ulu kişi, seyyid. |
züfre |
(C.: Zeferât) Kükremek. Gürlemek. * Nefesi içeri çekip göğsünü öttürmek. * Gam, tasa. * Atın orta yeri. |
zufur |
(C.: Ezfâr-Ezâfir-Zufir) Tırnak. * Yay başında kiriş takılan yerden ucuna varıncaya kadar olan miktar. |
züfyan |
Rüzgârın şiddetle esip sürüp götürmesi. |
zugle |
Her nesnenin bakiyyesi ve bölüğü. * Birşeyin bölük bölük olması. |
zuglul |
Yeyni, hafif. * Küçük oğlan. |
zugr |
Şam vilayetinde bir yerin adı. |
züha' |
Miktar. |
zuhal |
(Bak: Zühal) |
zühal |
Satürn Gezegeni. |
zuhar |
Ok yeleği. Kanat yeleği. |
zühar |
Zorla içi geçmek. * şiddetle teneffüs etmek. |
zühban |
(Zühub) (Zeheb. C.) Altınlar. |
zühd |
Dünyaya rağbet etmemek. Nefsâni zevk ve arzudan kendini çekerek ibâdete vermek. |
zühdî |
Zühde ait ve müteallik. Zühde dair. |
zühdiyye |
Fls: Çilecilik. Eziyet ve sıkıntılara katlanarak mânevi terakki sahibi olmağa çalışmak. |
züheyr |
Küçük çiçek. Çiçekcik. |
zühluk |
(C.: Zehâlik) Semiz,besili, şişman. |
zühm |
İçyağı. |
zühme |
(C.: Zühem) Çirkin koku. * Kedinin kuyruğu altında toplanan misk. |
zuhr |
Sahavetli zenginlik. * Yüksek şeref. ◊ Öğle vakti. Öğleyin. |
zuhr(e) |
İhtiyaç zamanı için muhafaza edilen, saklanan şey. Zahire. * Sâlih amel. Âhiret için yapılan hazırlık. |
zühre |
Çoban yıldızı. Sabah yıldızı. Târık. Venüs. Kervan kıran. Çulpan. Güneşten ikinci derecede uzak olan ve sair seyyarelerden daha parlak olan yıldızlar. * Berraklık, safilik. |
zuhrefe |
Süslemek, bezemek. |
zührevî |
Frengi ve bel soğukluğu gibi hastalıklar. |
zuhruf |
Yaldız. Yalancı süs. Gösteriş. Zinet. Altın. |
zühruf |
(Bak: Zuhruf) Yaldızlı zinet. |
zuhruf suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 43. suresidir. Mekkîdir. |
zühub |
(Zeheb. C.) Altınlar. |
zühuk |
Bitip tükenme, mahvolma, yok olma. Hükümsüz kalma. |
zühul |
Unutmak veya bir işi geciktirmek. Elde olmayan bir sebeple bir işi geciktirmek. Yanılmak. Kasden unutur gibi olmak. ◊ (Zahl. C.) Düşmanlıklar. Adâvetler. Öç ve intikamlar. More… |
zühumet |
Yağlılık. |
zuhur |
Meydana çıkmak. * Ansızın meydana gelmek. * Baş göstermek. Görünmek. * Hulul. * Galip olmak. * Âlîkadr. |
zühur |
(Su) çok olmak. * (Irmak) su ile dolu olmak. * Büyük ve uzun olmak. ◊ (C.: Ezhâr) Darlık zamanı için saklanıp biriktirilen şey. ◊ Parlaklık. Parıldama. Zühuret. * More… |
zuhurât |
Birden oluveren şeyler. Hesapta olmayan umulmadık hâdiseler. * Sünuhat. (L.R.) |
zühuret |
Parlaklık, parıldama. |
zuk' |
(C.: Ezkâ) İki uyluk arası. |
züka' |
Üveyik kuşunun sesi. ◊ Nakit. ◊ Güneş. |
zükae |
Malı çok olan, zengin. |
zukak |
(C.: Ezikka) Sokak. |
zükak |
(C.: Zekâk-Ezikka) Sokak. * Üveyik kuşunun sesi. * Ses, avaz, sadâ. |
zükam |
Nezle. |
züke |
Hışım, gadap, hiddet, öfke. * Üzüntü, gam, tasa. |
zukk |
Kuşun yavrusuna ağzından birşey yedirmesi. |
zükk |
Üveyik kuşunun yavrusu. |
zukl |
Harâmi. * Küçük dar gemi. |
zükme |
Kişinin son çocuğu. * Çocuk doğarken çıkan ses. * Ağır ve can sıkıcı kimse. |
zükr |
Kalbdeki fikir, düşünce. |
zükran |
(Zeker. C.) Erkekler. |
zükre |
şarap konulan küçük tuluk. ◊ Peklik. * Keskinlik. |
zükun |
(Zekan. C.) Yüzün alt uçları. Çeneler. |
zükur |
(Zeker. C.) Erkekler. |
zükuret |
Erkeklik. |
zülaka |
(Bak: Zelâka) |
zülâl |
Saf, berrak, tatlı, hafif, güzel, soğuk su. * Yumurta akı. |
zülâlî |
(Zülâliyye) Yumurta akı özelliğinde olan maddeler. Yumurta akına benziyen. |
zülam |
Parasız, züğürt. |
zulame |
Mazlumun hakkı. |
zülef |
(Zülfe. C.) Gecenin gündüze yakın saatleri. * Yakınlık. * Rütbe. Menzile. |
zulel |
Gölgelikler. |
zulem |
Karanlıklar. |
zulemat |
(Zulmet. C.) Zulmetler, karanlıklar. |
zülenkata |
Zeker. * Kısa boylu kişi. |
zülf |
(Zülüf). f. Yüzün iki yanından sarkan saç lülesi. |
zülf-i perişan |
f. Zülfün dağınık, perişan oluşu. Sevgilinin saçının darma dağın oluşu. * Mc: Sevilen şeylerin, işlerin karma karışık oluşu. |
zülf-i yâr |
f. Sevgilinin zülfü. * Mc: Menfaat, fayda, çıkar. * Hatır, onur, şeref. |
zülfa |
Yakınlık, yaklaşma. |
zülfe |
Küçük saçak, püskül. * Yazı ıstahlarındandır, sülüs yazısındaki eliflerin ucundaki çengele verilen addır. Eliflerini ucundaki çengel, ufak saçağı benzediği için bu ad verilmiştir. |
zülfet |
Yakınlık. |
zülhuka |
Çocukların üzerine çıkıp kaydıkları nesne. |
zülka |
Kaypak, düz yer. |
zülkum |
Boğaz. |
züll |
Hakir olma, alçalma. Zillette oluş. Horluk. |
züllaha |
Arka ağrısı. |
zullame |
(Zalime) Zâlimin zulümle aldığı mal. |
zullân |
(Zelil. C.) Zeliller. |
zulle |
(C.: Zulel) Gölgelik. * Gölge eden bulut. * Sofa. |
zulm |
(Zulüm) Haksızlık. * Eziyet, işkence. * Bir hakkı kendi yerinden başka bir yere koymak. |
zulmanî |
Karanlık. Karanlıkla alâkalı. Karanlıklı ve karanlık gaflet uykusunda olan. |
zulmat |
(Zulümât - Zulemât) (Zulmet. C.) Karanlıklar. Kara gün. * Dinsizlik ve zulüm devri. |
zulmen |
Haksızlıkla, zulüm yaparak. |
zulmet |
Karanlık. * Mc: Sıkıntı. |
zuluf |
(Zılf. C.) Koyun, keçi, inek gibi hayvanların çatal tırnakları. |
zülüf |
(Bak: Zülf) |
zulul |
Gün geçirmek. * İşi gece yapmak. * (Zıll. C.) Gölgeler. |
zülul |
Vezinde eksik olmak. |
zülül |
(Zelul. C.) Yavaş ve başı yumuşak olanlar. |
zulümat |
(Bak: Zulmât) |
zülzal |
Zelzele, deprem, sarsılma. |
zülzil |
(C.: Zelâzil) Etek ucu. |
zümer |
(Zümre. C.) Gruplar, zümreler. |
zümer suresi |
Kur'an-ı Kerim'in 39. suresi. Mekkîdir. |
zümh |
Yüce ve büyük olmak. |
zümmah |
Bahil, yaramaz kişi. |
zümmel (zümmâl) |
Zayıf, korkak kişi. |
zumne |
Müzmin illet, zamanla yerleşmiş olan hastalık. |
zümre |
Bölük, cemaat, grup, takım, sınıf. Cins. |
zümrüt |
Cam parlaklığında, güzel, yeşil renkte şeffaf bir süs taşı. |
zümuh |
Uzak olmak. * Katı olmak. |
zümum |
(Zemm. C.) Ayıplamalar. Kınamalar. |
zümürrüd |
Zümrüt. * Mc: Çok yeşil olan renk. |
zun |
Put, sanem. |
zünabe |
Herşeyin ardı, arkası. |
zünane |
Borcun ve iddetin bakiyyesi. |
zünba' |
Akıllı, zeyrek kimse. |
zunbub |
İncik önünde olan kuru kemik. |
zünbur (zünbâr) |
(C.: Zenâbir) Eşek arısı. * Ufak taş parçası. |
züneyb |
Küçük kuyruk, kuyrukçuk. * Küçük sap, sapçık. |
zünnar |
İp. * Hristiyan rahiplerinin veya puta tapanların, papazların bellerine bağladıkları örme kuşak. |
zünub |
(Zenb. C.) Günahlar. Kabahatlar, suçlar. * (Zeneb. C.) Kuyruklar. |
zunun |
(Zann. C.) Zanlar. şübheler. |
zünzün |
(C.: Zenâzin) Gömlek eteği. |
zur |
Yalan. Asılsız. Uydurma. ◊ (Zor) f. Kuvvet, güç. |
zür'a |
Bir miktar ekilmiş yer. |
zür'e |
Aklık, beyazlık. |
zurafa |
(Zarif. C.) Zarifler. Zarif, hoş, tatlı ve nâzik konuşan, kibâr ve nâzik hareket eden kimseler. |
zurar |
Keskin bir taş. |
zürare |
Saçılan şey. |
zurba |
f. Zorba. Bir işi zorla yaptıran. * Kuvvetli, güçlü. |
zurbayâne |
f. Zorbalıkla, zorbacasına. |
zurbaz |
(Bak: Zorbaz) |
zürefa |
(Zarif. C.) Zarif kimseler. (Bak: Zurafâ) |
züreyka' |
Aş çervişi. (Aşın üstüne gelir) |
zurhane |
f. Spor salonu. |
züribe (ziribe) |
(C.: Zerâbi) Enli ve iyi döşek. |
zurk |
Yonca içinde biten yaban otu. |
zürka(t) |
Mâvi, mâvimtırak renk. |
zurkâr |
f. Zorlayan. |
zürkum |
Çehresi gömgök kimse. |
zürmanika |
Sof zırh. |
zurmend |
f. Güçlü, kuvvetli. |
zürnuk |
Küçük nehir. |
zürra' |
(Zari'. C.) Ekinciler. Ziraatçiler. |
zürrak |
(C.: Zerârik) Beyaz tüylü doğan. |
zürre |
Darı. |
zürriyat |
(Zürriyet. C.) Zürriyetler, kuşaklar, nesiller. |
zürriyet |
Soy, nesil, döl, kuşak. |
zuru' |
(Zar'. C.) İnek ve benzeri hayvanların memeleri. |
züru' |
Ekili tarlalar. |
zurub |
Kısa boylu, şişman ve etli kimse. |
zürud |
(Zerd ve Zered. C.) Savaşçıların halka halka örülmüş zırhları. |
zuruf |
(Zarf. C.) Zarflar. Kablar. |
zürur |
Ay, güneş ve yıldızın doğması. |
zürzür |
Sığırcık kuşu. |
zutt |
Zencilerden bir kabile. |
züube |
(C.: Zevâib) Her nesnenin âlâsı, iyisi. * Ağaç başında olan incecik budak. |
züvaf |
Tez, hızlı, seri. |
züval |
Yab yab, sallana sallana yürüyen kişi. |
züvan |
Buğday içinde çok olan ve gökçek adı verilen kara tohum. |
züvenn |
Kısa boylu. |
züveyza' |
Kısa boylu. |
züviyet |
Toplandı, dürüldü. (Bak: Zevy) |
züvvar |
(Zâir. C.) Ziyaretçiler. Hal hatır sormağa gidenler. |
zuyuc |
Meyletmek, yönelmek, eğilmek. |
zuyuf |
(Zayf. C.) Misafirler. Geçici olarak duranlar. |
züyuf |
(Zeyf. C.) Kalp akça, sahte para. Mağşuş olmak, mağşuş akçalar. |
züyul |
(Zeyl. C.) İlâveler, ekler. Kuyruklar. Etekler. Bir kitaba yapılan ilâveler. |
züyur |
(Bak: Ziver) |
züyut |
(Zeyt. C.) Yağlar. |